GİRİŞ
Kanûnî Sultan Süleyman devri içtimaî, dinî, ilmî ve hukukî boyuta sahip birçok hararetli dava ve tartışmaya sahne olmuştur. Söz gelimi Molla Kâbız (ö.1527), Oğlan Şeyh İsma‘il-i Ma‘şukî (ö.1539), Şeyh Muhyiddin-i Karamanî (ö.1543) davaları ve para vakıfları tartışması bu çerçevede ilk akla gelenlerdendir. Merkezî iktidar, ulemâ, sûfîler ve toplum ilişkileri açısından dikkat çekici olan bu vakalar tabii olarak değişik araştırmalara konu edilmiştir[1]. Elbette o devirde söz konusu dava ve tartışmalar gibi dikkat çekici olmakla birlikte bugüne kadar yeterince araştırılmayan başka vakalar da yaşanmıştır ki, bu makalenin konusu işte böyle bir davadır.
Kaynaklarda “Da‘vâ-yı meşhûre-i âsiyâb” yahut “Da‘vâ-yı âsiyâb” (Değirmen vak‘ası) ismiyle zikredilen bu dava, aslında şimdiye kadar hiç değinilmeyen, tamamen dikkatlerden kaçmış bir konu sayılmaz. Zira Hüseyin Gazi Yurdaydın Matrakçı Nasûh ve İslâm Tarihi Dersleri adlı kitaplarında[2], Mehmet İpşirli de “Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi Hakkında Yapılan Tahkikat ve Bunun İlmiye Teşkilâtı Bakımından Önemi” adlı makalesinde[3] bu davaya -kısmî bir unsuruyla da olsa- değinmişlerdir. Fakat açıkça söylemek lâzım gelirse, gerek Yurdaydın gerekse İpşirli zikredilen çalışmalarında bu davayı herhangi bir boyutuyla tam olarak tahlil etmiş değillerdir[4].
İşte bu makalede biz, onların söz konusu çalışmalarından farklı olarak, tarihsel ve biyografik kaynakların yanı sıra özellikle bunlara yansımamış olup yaptığımız araştırmalar sırasında tespit ettiğimiz dava hakkında yazılmış hüccet, arz ve risâle gibi çeşitli evrakın içerdiği bilgiler zemininde vakayı bütün boyutlarıyla tahlil etmeye çalışacağız. Bu sayede, âsiyâb davasının bize Kanûnî Sultan Süleyman devrin de merkezî iktidar ile ulemâ yahut siyaset ile hukuk/ilim ilişkilerini ve daha geniş ölçekte “devrin bürokratik nizamı”nı anlamak bakımından çok ilginç bir kapı araladığını görmüş olacağız.
I.DAVANIN ARKA PLANI: VÜZERÂNIN “NÜFUZ VE MENFAAT” MÜCADELESİ
Âsiyâb davasını tam manasıyla anlamak için, öncelikle bu davada karşıt cenahlarda yer alan vüzerâdan Rüstem Paşa (ö.968/1561) ile Haydar Paşa’nın dava öncesi yıllardaki faaliyetlerine ve ilişkilerine bakmak gerekir. Zira aşağıda davanın mâhiyeti incelenirken görüleceği üzere, aslında bu vakanın arka planında söz konusu vezirlerin “nüfuz ve menfaat” mücadelesinin yattığı rahatlıkla söylenebilir.
M.Tayyib Gökbilgin’in vaktiyle bir çalışmasında inceleyerek neşrettiği bazı belgelerden anlaşılıyor ki, gerek Rüstem Paşa gerekse Haydar Paşa vezirlikleri esnasında (1540’lar) şahsî güç ve nüfuzlarını artırmak için kimi zaman şikâyet konusu olan bir takım faaliyetlerde bulunmuşlardı. Konumuzu ilgilendirenleri itibariyle daha ziyade ekonomik kazanç sağlama amaçlı olan bu tür faaliyetlerden Haydar Paşa’ya ait mühim bir örneği, durumun yaratacağı mahzurları belirtmek üzere Kanûnî Sultan Süleyman’a yazdığı bir “arîza”sında bizzat vezir-i âzam Rüstem Paşa dile getirmişti. Bu arîzada Rüstem Paşa’nın ifade ettiğine göre, dördüncü vezir Haydar Paşa “tereke”sinin yani kendisine ait “hububat”ın Karadeniz’de ticaret yapan Avrupalılara satılmasını Kanûnî’nin verdiği bir emirle temin etmiş, Rüstem Paşa da bu emrin gereği olan Haydar Paşa’nın Karadeniz veya Akdeniz limanlarında mevcut olan zahiresinin satılmasına dair müsadeyi içeren hükmü ilgililere havale etmişti. Bununla birlikte Rüstem Paşa bu durumdan rahatsızdı. Çünkü ona göre bu şekilde “İstanbul’un kileri” durumundaki Karadeniz’den bu zahire Avrupalılara gittiği takdirde, devletin merkezinde “ziyâde müzâyaka” yani “iâşe darlığı” yaşanabilirdi. Ayrıca Rüstem Paşa’ya göre, Haydar Paşa bu tür faaliyetlerde bulunurken yalnızca kendi terekesini satmakla yetinmiyor; bu bahane ile reayânın ve diğer birçok kimsenin terekelerini de ucuz fiyatla alıp yüksek fiyatla yabancılara satma yoluna gidiyordu. Böylelikle kendisi büyük kazanç sağlarken, “ülkeyi” aynı oranda zarara uğratıyordu[5].
Rüstem Paşa’nın kanaatince Haydar Paşa’nın terekeleri İstanbul’a yakın olmayıp Akdeniz taraflarında uzak bir yerde olsa ve “deryâya satılsa”, bu durum bir dereceye kadar ma‘zur görülebilirdi. Ama bu tereke merkeze yakın olup nakil imkânları varken ve “bu vilayetin fakirleri muhtaçken”, satılarak Avrupalıların yahut Rüstem Paşa’nın ifadesiyle “düşmanın kuvvetlendirilmesi” yapılır bir iş değildi. Üstelik Rüstem Paşa’nın söylediğine göre, Haydar Paşa’nın yanı sıra ikinci vezir Ahmed Paşa, üçüncü vezir İbrahim Paşa ve Yeniçeri ağası da aynı işi yapmaya yönelerek kendi terekeleri için hüküm istemeye başlamışlardı. Öyle ki bu hükmü elde etmek için Rüstem Paşa’yı bir ay boyunca hayli huzursuz etmişler; nihayet bu sürenin sonunda Paşa daha fazla dayanamayarak durumu Kanûnî’ye arzetmiş ve ondan Dîvân-ı Hümâyûn’da Avrupalılara satılacak tereke hususunu müzâkere ettirerek emirlerinin ne yönde olduğunu herkese bildirmesini, böylelikle kendisinin mezkûr kişilerin baskısından ve taleplerinden kurtulacağını ifade etmek zorunda kalmıştı [6].
Rüstem Paşa’nın konumuz bakımından dikkat çekici olan bu iddialarını tahlil eden Gökbilgin’e göre Paşa, Kanûnî nezdinde dile getirdiği Avrupalılara satılan bu zahire hususundaki kaygılarında haklıydı. Çünkü gerçekten de XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile iktisadî ilişkilerinde zaman zaman Anadolu ve Rumeli’deki mahsullerin ülkenin ihtiyacı düşünülmeden dışarıya “satılması veya kaçırılması” şeklinde İstanbul’da ve başka yerlerde gıda darlığı meydana getiren bazı menfi faaliyetler görülüyordu. Bu yüzden Gökbilgin’e göre, “hasisliği bilinmesine ve diğer vezirlere karşı garezkarlık göstermesi de muhtemel olmasına rağmen” Rüstem Paşa’nın bu meselede, “memleketin iktisadî vaziyetini sorumlu bir devlet adamı sıfatı ile sâlim bir istikamete yöneltmek ve lâzım gelen tedbirleri zamanında almak istediği” söylenebilir[7]. Dolayısıyla bu çerçevede Rüstem Paşa’nın Haydar Paşa’yla ilgili olarak dile getirdiği iddiayı değerlendirdiğimizde, son tahlilde Haydar Paşa’nın vezirliği esnasında kendi terekesinin yanı sıra başka kimselerin terekelerini de ucuz fiyatla alıp yüksek fiyatla Avrupalılara satarak şahsî menfaat elde etme tarzında bir takım faaliyetlerde bulunmuş olduğu sonucuna varılabilir ki, bu durum âsiyâb davası bakımından oldukça manidardır.
Gökbilgin’in incelediği diğer belgelere göre Rüstem Paşa, Haydar Paşa’nın “şahsî çıkar amaçlı” bu tür faaliyetlerini Kanûnî’ye arzederek “ülkenin aleyhine” olacak fiillerin önüne geçmeye çalışmasına rağmen kendi menfaatleri söz konusu olduğunda ise, Haydar Paşa ile benzer yöntemleri kullanarak iş yapmakta bir beis görmüyordu. Söz gelimi padişaha hitaben yazılmış dikkat çekici bir şikâyette iddia edildiğine göre, Rüstem Paşa başka vezirlerin olmadığı kadar “zâlim ve tama‘kar” bir vezir olup, her kimde “eğer yarar çiftlikdir, eğer yarar atdır ve eğer sâir yarar esbabdır” bilse hemen satın alma yoluyla ona tâlip olur, kimse de bu talebe “muhâlefet” edip vermemezlik edemezdi. Nitekim o, vezir-i âzamlığı sırasında zamanın Rumeli kazaskeri Çivizâde Muhyiddin Şeyh Mehmed Efendi’nin defterdar olan kardeşi Çivizâde Abdi Çelebi’nin -içindeki davarları ve diğer eşyası ile birlikte- “iyi bir çiftliğine” tâlip olarak elinden almıştı. Keza, iddiaya göre İstanbul kadılığından ma‘zûl olup Edirne’de Sultan Bayezid Medresesi tevcih olunan bir âlim, başkentte evleri ve emlakı bulunması sebebiyle bu vazifeyi kabul etmekten imtina etmiş ve Rüstem Paşa’ya “200 flori nakit rüşvet” vererek başka bir vazife ile yine İstanbul’da kalmayı başarmıştı[8]. İşte bu tarz faaliyetlerinin de katkısıyla olmalı ki, Rüstem Paşa öldüğünde geride 1700 köle, 2900 savaş atı, 780.000 hasene altın, 1000 yük nakit para, Anadolu ve Rumeli’de 815 çiftlik, 76 su değirmeni, 5000 ciltten fazla çeşitli kitap ve daha birçok değerli eşyayı ihtiva eden 15 milyon dukalık büyük bir miras bırakmıştı [9].
Rüstem Paşa ayrıca, söz konusu işleri yaparken öyle anlaşılıyor ki hakka, hukuka ve usûle çok fazla riâyet eden birisi değildi. Diğer bir deyişle o, istediği sonucu elde etmek için yeri geldiğinde ilgili kişileri baskı, teftiş vb. gibi yöntemlerle etkilemeye çalışmaktan yahut onlar üzerinde nüfuzunu kullanmaktan geri durmuyordu. Nitekim bunun bir örneği, kendisi hakkında yazılan ilgi çekici bir ihbar mektubunda dile gitirilmiştir. Bu mektupta iddia edildiğine göre, Rüstem Paşa vezir-i âzam olabilmek için “entrika çevirerek” Süleyman Paşa’yı o makamdan “azl ettirdiği” gibi, “türlü türlü iftiralara müstehak” ederek onun Mısır beylerbeyliği zamanındaki icraatlarını da teftiş ettirmişti[10]. Dahası o, bununla yetinmeyerek sonucu etkilemek için teftiş sürecine de müdahale etmişti. Zira iddiaya göre Rüstem Paşa, Süleyman Paşa teftiş edilirken, teftiş heyetinde yer alan Mısır beylerbeyi Davud Paşa’ya, Mısır kadısı Ma‘lûl Emir’e[11] ve Mısır nâzırı’na (Mehmed Çelebi)“‘ümiddir ki bizi hacil düşürmeyüb murâdumuz üzere itmeğe sa‘y ü ikdamlar idesiz’ deyu mektub mektub üzerine irsâl” etmişti[12]. Eğer iddia doğruysa, onun bu girişiminin heyet üzerinde nasıl bir etki yaratacağını tahmin etmek zor değildir. Nitekim mektup sahibi bu etkiyi kendince,“eğer (teftişi) hak üzere görüb murâdı üzerine itmezlerse ahvâlleri nice olacağın hod bilürlerdi, ol sebebden hakkı koyub bâtıl üzere yürürler…”[13] şeklinde dikkat çekici ifadelerle belirtir.
Hülâsa bu ilginç birkaç misalden anlaşılacağı üzere, gerek Rüstem Paşa gerekse Haydar Paşa vezirlikleri esnasında şahsî güç ve nüfuzlarını artırmak için zaman zaman usûle, hak ve hukuka muğâyir olarak addedilebilecek bir takım işler yapmaktan çekinmemişlerdi. İşte onların bu eğilimleri, kanaatimizce “da‘vâ-yı âsiyâb”ın ortaya çıkması bakımından oldukça açıklayıcı olsa gerektir. Başka bir deyişle, Haydar Paşa ile Rüstem Paşa’nın sütre gerisinden başrolü oynadıkları âsiyâb davası, aslında böyle bir arka plan yahut zemin üzerinde neşvünema bulmuş gibi görünüyor.
II. DAVANIN MÂHİYETİ: MEVKÛFÂTCI MUHAMMED’E AİT “VAKFA İLÂVE MÜLK”ÜN VEZİR HAYDAR PAŞA’YA SATIŞI SORUNU
Âsiyâb davası hakkında yazılmış metinlerden anlaşılıyor ki, davanın temeli peş peşe Rumeli kazaskerliği yapan Ebu’s-Su‘ûd Efendi (ö.982/1574) ve Çivizâde Muhyiddin Şeyh Mehmed Efendi’nin (ö.954/1547) kazaskerlik yıllarına dayanmaktadır. Söylendiğine göre davaya konu olan Mevkûfâtcı Muhammed Beg İbn Süleyman’a ait “Anadolu tarafında Yalak-Âbad kazâsı”ndaki[14] vakfın önce Rumeli kazaskeri Ebu’s-Su‘ûd Efendi tarafından “sıhhati”ne, daha sonra ise Çivizâde tarafından bazı menkul cinsinden malların akara tâbi kılınmaz bir biçimde vakfedilmiş olduğu ve vakfın “halt-ı mezhebeyn” (iki mezhebin görüşlerinin birleştirilmesi) tarzında yapıldığı gerekçeleriyle “bâtıl” olduğuna hükmedilmiştir[15]. Öyle anlaşılıyor ki Mevkûfâtcı’nın vakfının davalık olmasının yolunu da Çivizâde’nin 953/1546-47 yılında verdiği bu hüküm açmış gibi görünmektedir. Zira Ma‘lûl Emir Efendi’nin (ö.963/1555-56) hüccetinde davayı doğuran mesele olarak tezâhür eden Mevkûfâtcı’nın vakfının satılması olayı, Taşköprîzâde’nin (ö.968/1560-61) ifadelerine göre, Çivizâde’nin bu hükmünden sonra vuku bulmuş olmalıdır[16]. Bununla birlikte bu satış işleminin ilkin “mülk/vakıf davası”na konu olmasının, Çivizâde’nin 953/1546-47 yılındaki hükmünden hemen sonra mı, yoksa daha sonraki yıllarda mı gerçekleştiğini bilemiyoruz. Yalnız şu çok açık ki, o vakitler Ma‘lûl Emir’in dânişmendi olan Ketâ’ibu A‘lâmi’l-Ahyâr min Fukahâ’i Mezhebi’n-Nu‘mâni’l-Muhtâr müellifi Mahmud b. Süleyman el-Kefevî’nin (ö.990/1582) verdiği ayrıntılı bilgilere göre bu dava, “vakıf/mülk davası”ndan “vakfa ilâve mülkün satışı davası”[17] şekline dönüşmüş bir biçimde asıl olarak Kanûnî Sultan Süleyman tarafından 958/1551 yılında Anadolu kazaskerliğinden “mütekâid” (emekli) olan Ma‘lûl Emir Efendi’ye görev verilmek suretiyle “dinlenmeye” başlanmıştır. Kefevî bu durumu Kanûnî’nin Ma‘lûl Emir’e “vezir” (vezir-i âzam) Rüstem Paşa ile “vezir” Haydar Paşa arasındaki ihtilafta bir mektup yazarak mürâcaat ettiği, hocasının da konuyu tetebbu edip “hak, Haydar Paşa cânibindedir” diye “cevap” yahut “hüccet” yazdığı şeklinde belirtir[18]. Nitekim Ma‘lûl Emir de el’an Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazma mecmua içerisinde bulunan bu hüccetinde davayı dinlemesi için Kanûnî’den emir geldiğini ifade eder[19].
Ma‘lûl Emir’in hüccetinde verdiği bilgiler çerçevesinde âsiyâb davasının mâhiyetine bakıldığında -vezir Haydar Paşa’nın vekili Mevlânâ Sinan b. Muhammed’in, Mevkûfâtcı âilesinin vekili Muhammed b. Karagöz’e ettiği “takrîr-i da‘vâ”ya göre- sürecin şöyle cereyan etmiş olduğu görülmektedir:
Davanın taraflarından biri olan Haydar Paşa’nın vekili Mevlânâ Sinan b. Muhammed’in iddiasına göre, vaktiyle Mevkûfâtcı Muhammed Beg İbn Süleyman’ın “Anadolu tarafında Yalak-Âbad kazâsı”nda bulunan eşyasının tamamını [20], Mevkûfâtcı’nın işlerine “vasî” olan Sinan Beg b. Abdullah hâkim mârifetiyle - Mevkufâtcı’nın borçlarını ödemek için- Haydar Paşa’ya üç bin dinara satar. Haydar Paşa’nın vekili Sinan Çelebi de bu parayı karşı tarafa öder ve malların tamamı bir müddet Haydar Paşa’nın tasarrufunda kalır. Ancak bu mallar o esnada Mevkûfâtcı’nın çocukları tarafından Haydar Paşa’nın elinden alınarak tasarrufuna mâni olunduğu için, Sinan Beg b. Abdullah bunların, müvekkili Haydar Paşa’nın mülkü olduğunu iddia ederek “akar” hükmünde olan binaların ve “gasp yoluyla” alınan menkullerin “a‘yân”ını talep eder.
“Hasımlar”ın (Mevkûfâtcı’nın çocukları) [21] akar hükmünde olan binaları tasarruf ettikleri “şer‘” ile sâbit olduktan sonra, Mevkûfâtcı âilesinin vekili Muhammed b. Karagöz’den bu konuda cevap istenir. Muhammed b. Karagöz, bu malların müvekkillerinin tasarrufunda bulunduğunu kabul eder; fakat aynı zamanda zikredilen alım-satım işlemlerinin tamamını inkâr ederek söz konusu muhallefâtın hepsinin “akar ve menkul” vs. olarak Mevkûfâtcı’nın “vakfı” olduğunu söyler. Bunun üzerine iddiacı Sinan b. Muhammed’den iddiasına muvâfık bir delil (beyyine) talep edilir. Sinan b. Muhammed bu talebe yönelik olarak Çivizâde imzalı 953 (1546-47) tarihli bir “şer‘î hüccet” ibrâz eder. Bu hüccet padişah nezdinde kabul görerek hasıma tebliğ edildikten sonra, dava olan bütün malların Mevkûfâtcı’nın “vasî muhtârı” Sinan Beg b. Abdullah tarafından Mevkûfâtcı’nın borçlarını ödemek için vekil Sinan Çelebi vasıtasıyla Haydar Paşa’ya üç bin dinara satılıp bedelin teslim edildiği (teslîm-i semen) ve satılanların teslim alındığı (kabz-ı mebî‘at) hâkim huzurunda sâbit olur.
Bu sefer hasım, dava konusu olan satılan muhallefât (mebî‘at) hakkında vakıf davasına teşebbüs ederek bir “vakıfnâme” ibrâz eder. Fakat muhtemelen karşı tarafca, bu vakfiyenin içeriğinin sâbit olmadığı, aslında ve şartlarında da birçok hata bulunduğu iddiasıyla padişaha defaatle arzda bulunulur ve onun, durumu açıklığa kavuşturmak için “hâkim”e emir vermesi sağlanır. Hâkim de bu emir sonrası yaptığı incelemede vakıf davasının “bâtıl”, söz konusu satışın ise “sahih” olduğuna hükmeder.
Bu durum karşısında Muhammed b. Karagöz, iddiacının hüccetini inkâr ederek hüccetin içeriğinin ispat olunmasını ister; böylelikle iddiacıdan delil talep edilir. İddiacı Sinan b. Muhammed bu talebi, İstanbul Murad Paşa Medresesi’nde müderris olan Mevlânâ İbad (ö.984/1576-77), daha önce Mudurnu Medresesi’nde müderris olan Mevlânâ Hüsrev ve “âsitane-i saâdet”de mülâzım olan Mevlânâ Abdülganî bin Mirşâh’ın (ö.995/1586-87), “meclîs-i şer‘-i şerîf”de hasmın yüzüne karşı hüccetin içeriğine ilişkin tafsilatlı olarak şahâdet etmeleriyle karşılar.
Hasıma şâhitlerin durumunu araştırmak (teftîş ve tefahhus) için talepten sonra üç gün süre verilip bu sürenin bitiminde şâhitliklerin çürütülmesini veya reddini (ta‘n ve cerh) sağlayan bir delil ortaya konamayınca, hüccetin içeriği sabitlik kazanır ve ona “def‘in ve cevâbın var mı” diye sorulur. Bu soruya hasım, “daha önce bu da‘vâyı hâlen Rumeli kazaskeri olan Bostan Efendi emr-i şerîf-i hâkâniye uyarak şer‘ gereğince dinleyip vakfa hükmetmiştir” mealinde bir cevap verir; fakat bu iddiasının doğruluğuna “beyân-ı şer‘î” talep olununca bunda âciz kalır ve “adı geçen kazasker Efendi’den sual olunmasını” talep eder.
Bu talep üzerine durumun hakikatini öğrenmek için Ma‘lûl Emir Efendi, kazasker Bostan Efendi’yle bir araya gelerek ona söz konusu iddiayı sorar. Bostan Efendi bu soruya, “sâbıkan da‘vâ-yı mülk olan muhallefâtdan vakıf olanlar, zikredilen arazi üzerinde bulunan iki oda dört göz su değirmeni evi (alât ve esbâbı ile), iki karşulu ortası suffalı iki ev, (üzerleri çardak) iki anbar, münferit bir anbar, bir fırın, bir ahır, civarında kiler, üç su sığırı damı, samanlık yanında bir oda, bir mahzen, esbhane (ahır), evler civarında bağ, bahçe ve bir nalbant dükkanından oluşan mallar” olup, bunlar “Mevkûfâtcı Muhammed Beg İbn Süleyman’a intisapla mahallinde ma‘rûf ve meşhûrdur; bizim huzûrumuzda tarîk-i şer‘î ile (bunların) Mevkûfâtcı’dan vakıf olduğu sâbit olup vakfa hükmetmişizdir” der ve bu tafsil üzere hüccet üslubunda bir tezkere kaleme alarak, üstüne isimlerini yazarlar[22].
Ma‘lûl Emir’e göre böylelikle -bir dava hakkında önceki kadı’nın haber verdiği bilgiye göre sonraki kadı’nın “takdîr-i adâlete amel etmesi” sahih olduğu için- dava olunan eşyanın içinden Bostan Efendi’nin zikrettiklerinin “vakıf” olduğu, bunların dışında kalıp mîrî arazi üzerinde bulunan Doğancı köyündeki evler, bağlar, damlar, köyün yakınındaki bir oda üç göz su değirmeni, yetmiş yedi baş su sığırı, kırk baş kara sığır, (arabaları ile) on iki çift öküz, on dört at, yüz müd buğday ve altıyüz araba taşdan oluşan emlâkın ise, Mevkûfâtcı’ya intisap ile târiften ayrı olması nedeniyle zikredilen hüccetin içeriği gereği Haydar Paşa’nın “kabz” edilmiş mülkü olup “vakfa ilâve satılmış mülk” kabilinden olduğu ortaya çıkar.
Sonuç olarak Ma‘lûl Emir, -Sinan b. Muhammed’in “kalan emlâk” hakkında söz konusu hüccetin yürürlüğe konmasını (tenfîz) talep etmesi nedeniyle- vakfa ilâve olup hepsi birden (safka-i vâhide) mutlak olarak satılan mülkün ulemâ nezdinde toplam (cümle) bedelden hissesi miktarı bedel ile satışının sahih olduğunun mu‘teber kitaplarda yazdığını söyleyerek, hüccetin “kalan emlâk” hakkında yürürlüğe konmasına, o emlâkın Mevlânâ Sinan’ın müvekkili Haydar Paşa’nın toplam bedelden hissesi miktarı bedel ile mezkûr satış tarihinde mülkü olmasının sâbit olduğuna, zikredilenlerden akar hükmünde olan borcun hasmın eline teslim edilmesine (def‘), gasb edilen menkullerin “a‘yân”ının (a‘yân-ı menkûle-i mağsûbe) beyan edilerek getirilmesine (izhâr ve ihdâr) ve hasımların bunda “aczi” ortaya çıkınca ise zorla alınmasına 958/1551 yılı Şevval (Ekim) ayının başında (evâil) hükmeder[23].
III. DAVA SÜRECİNDE ULEMÂNIN TAVRI VE MERKEZÎ İKTİDAR
Kefevî’ye göre Ma‘lûl Emir’in bu hükmü Kanûnî’ye ulaştıktan sonra, o bunu “arz günü” Rumeli kazaskeri Bostan Efendi (ö.977/1569-70) ve Anadolu kazaskeri Muhaşşî Sinan Efendi (ö.986/1578-79) ile müşâvere eder. Bu müşâvereden çıkan sonuç, Kanûnî’nin Ma‘lûl Emir’in görüşü ile kazaskerlerin görüşünü birbirine “muvâfık” bulması ve kazaskerlere bu davayı dinleyip doğruyu tespit etmek için kendisine bir “tevki‘” yazmalarını emretmesidir[24]. Âsiyâb davasına dair evrak arasında tespit ettiğimiz bir belgeden anlaşılıyor ki Kanûnî’nin verdiği bu emir, kazaskerler Bostan Efendi, Muhaşşî Sinan Efendi ve İstanbul kadısı Saçlı Emir Efendi (Muhammed b. Abdü’l-Evvel et-Tebrizî) tarafından ortak bir “arz” yazılarak yerine getirilmiş gibi görünmektedir. Nitekim bu arzda söz konusu âlimler Sultan’ın konuya ilişkin kendilerine verdiği emri şöyle ifade ederler:
“Merhûm Mevkûfâtcı Muhammed’in vakfı husûsunda sâbıkan kâdî‘asker olanlardan Mevlânâ Ebu’s-Su‘ûd ...sıhhatine eyledügi hükm ile, merhûm Mevlânâ Şeyh Muhammed butlânına eyledügi hükmin kangısı savâbdır, kemâ yenbegî emân-ı nazar ile görülüb lâyıh oldugı üzre arz olunsun deyu fermân olunmagın, her birisinin sebeb-i hükmünde te’emmül olundukda lâyıh olan budur ki…”[25].
Görüldüğü üzere bu âlimlere verilen emir, davanın başlangıçtaki temel ihtilaf noktasını teşkil eden Ebu’s-Su‘ûd Efendi ve Çivizâde’ye ait daha önceki zıt görüşler bağlamında Mevkûfâtcı’nın muhallefâtının “vakıf” olup olmadığı, yani muhallefâtın Haydar Paşa’ya satılacak nitelikte olup olmadığı hususuyla ilgilidir. Bu hususa üç âlimin verdiği cevap, bazı çekinceler taşımakla birlikte esasta Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin görüşünün doğru olduğu, diğer bir deyişle Mevkûfâtcı’nın muhallefâtının “vakıf” olduğu mealindedir[26]. Davanın tarafları açısından bunun anlamı, kazaskerlerin ve İstanbul kadısının görüşünün -Kefevî’nin Kanûnî’ye atfen söylediğinin aksine- Ma‘lûl Emir’in görüşü ile bütünüyle uyumlu olmadığıdır. Bununla birlikte Ma‘lûl Emir’in aslında -husûsen Rumeli kazaskeri Bostan Efendi’nin ifadeleri temelinde- Mevkûfâtcı’ya mal edilen muhallefâttan sadece bir kısmının vakfa dâhil olmadığını, bu yüzden bunların satışının sahih olduğunu iddia ettiği ve zikredilen üç âlime sorulan hususun Ma‘lûl Emir’in iddiası değil, davanın ilk şekli olan “vakıf/mülk davası” hakkında olduğu düşünüldüğünde, her iki görüş birbirine bütünüyle zıt da değildir. Öyle ki -aşağıda bahsedileceği üzere- gerek davanın bundan sonraki sürecinde yaşananlar, gerekse Mecdî’nin iki kazaskeri Ma‘lûl Emir’in tarafında konumlandırması bu durumu doğrulamaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki Kanûnî’nin davayı Ma‘lûl Emir’e dinlettiği, kazaskerlerden görüş sorduğu ve belki de Mecdî’nin ifadesine göre bunların tarafına “mâil olub kuvvet” verdiği[27] bu aşamada, bizim makaledeki asıl problematiğimiz olan durum yani vezir-i âzam Rüstem Paşa’nın davaya müdahale etme süreci başlar. Zira Kefevî’ye göre Rüstem Paşa bu gelişmelere vâkıf olur olmaz, Ma‘lûl Emir ile iki kazaskere “kızarak”, konuyu bu davada “Rüstem Paşa cânibinde olan” müftî Ebu’sSu‘ûd Efendi ile müşâvere eder ve ona davayı dinlemeye İstanbul kadısı Saçlı Emir’i de katmasını “tavsiye” eder[28]. Nev‘îzâde Atâî’ye göre ise, Ma‘lûl Emir’in Haydar Paşa tarafını haklı bulan bu hücceti karşısında “mahkûm aleyh” tarafı yani Mevkûfâtcı’nın çocukları müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’ye başvurarak muradlarına muvâfık bir cevap alırlar[29]. Öyle görünüyor ki aynı amaca ma‘tuf bu girişimlerden özellikle Rüstem Paşa’ya ait olanı, muhtemelen onun siyasî gücünün ve Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin geçmişte Mevkûfâtcı’nın vakfını “tescîl” yönünde verdiği hükmün etkisiyle başarıya ulaşır. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman -Atâî’nin ifadesiyle- “istinaf” emri vererek, -iddiaya göre Rüstem Paşa’nın Ebu’s-Su‘ûd Efendi’ye “tavsiye ettiği” gibi- davanın Ma‘lûl Emir ile İstanbul kadısı Saçlı Emir arasında yeniden görülmesini ister[30]. Kefevî’ye göre bu girişimin arkasında Ma‘lûl Emir ile Saçlı Emir’in dava hakkında ihtilafa düşecekleri hesabı çerçevesinde konunun müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin önüne gelmesini sağlayarak meramlarına uygun bir fetvâ alma fikri yatmaktaydı [31].
Bu emir üzerine her iki âlim Fâtih Câmii’nde bir araya gelerek içlerinde Kefevî’nin de bulunduğu bir topluluk önünde konuyu müzâkere ederler. Müzâkere esnasında Ma‘lûl Emir, Saçlı Emir’e “bu meselede bize muvâfık ve muhâlif olarak gelen görüşlerden daha güzeli hakkındaki görüşün nedir” diye sorar. Saçlı Emir kanaatinin “şeyhülislâmın fetvâsına muvâfık olarak gelen” olduğunu, Ma‘lûl Emir ise kendisinin o görüşe “muhâlif” olduğunu söyler. Böylece -“beklendiği gibi”- iki âlim hükümde ihtilafa düşerler[32]. Kendisine arz edilen bu ihtilaf hâli karşısında Kanûnî Sultan Süleyman ise bu sefer her iki âlime görüşlerini delil ve dayanaklarıyla birlikte yazıp göndermelerini emreder. Bu âlimler de konuya ilişkin birer risâle yazıp gönderdikten sonra, Kanûnî her birinin risâlesini diğerine havâle ederek cevap ve açıklama talep eder[33]. Yani Sultan bu âlimlere iddialarının hukukî temellerini ilmî olarak tartıştırır. Nitekim bu tartışma çerçevesinde Ma‘lûl Emir’in yazdığı risâle[34] ve Saçlı Emir’in buna verdiği cevap[35] hâlen âsiyâb davasına dair evrâkı barındıran Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yazma mecmua içerisinde mevcuttur. Bu noktada, iki âlimin dava hakkındaki iddialarının esasını ortaya koymak üzere bu risâlelerin mâhiyetlerine temas edecek olursak, kısaca şu kadarını söyleyelim ki Ma‘lûl Emir risâlesinde, hüccetinde ileri sürdüğü ana tez olan “vakf-ı müseccele ilâve olan (munzamm) emlâkın satışının sahih olduğu” görüşünü kaynaklardan yaptığı nakillerle temellendirmeye çalışarak buna yönelik eleştirileri reddeder[36]. Saçlı Emir ise cevabî risâlesinde Ma‘lûl Emir’in bu iddiasına, “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğuna” yönelik kaynaklardaki “rivâyetler”in “vakf-ı müseccel” değil, “vakf-ı gayr-ı müseccel” hakkında olduğunu savunarak karşı çıkar[37].
Ma‘lûl Emir ve Saçlı Emir’in bu risâlelerini Kanûnî’ye göndermelerini müteakip oldukça etkili ikinci bir siyasî müdahale ile dava zemininin yeniden şekillendirildiği görülmektedir. Zira Kefevî’nin söylediğine göre davanın bu aşamasında “Rüstem Paşa’nın ruhsatıyla” birçok “topluluk” Rumeli kazaskeri Bostan Efendi ile Anadolu kazaskeri Muhaşşî Sinan Efendi’nin bazı faaliyetleri hakkında “şikâyet”te bulunurlar[38]. Bunun üzerine Kanûnî, Rüstem Paşa’yı çağırarak durumu müşâvere eder ve Kefevî’nin ifadesiyle Rüstem Paşa’ya “fırsat doğuran” bu müşâvereden, 17 Şevval 958/18 Ekim 1551 tarihinde kazaskerler Bostan Efendi ile Muhaşşî Sinan Efendi’nin azli, yerlerine de Edirne’den Abdurrahman Çelebi (ö.983/1575-76) ile Dımaşk kadısı Cafer Çelebi (ö.978/1570-71)’nin atanması kararı çıkar[39]. Yine bu müşâvere esnasında Kanûnî, -Kefevî’ye göre “Rüstem Paşa’nın murâdının hilâfına olarak”[40] -risâlesine eklediği Farsça bir rubâî nedeniyle İstanbul kadısı Saçlı Emir’i de azleder[41]. Dahası bu azil kararlarıyla yetinilmeyerek üç ma‘zûl âlimin teftiş edilmeleri de emredilir[42]. Atâî bu durumu Bostan Efendi için “da‘vâ-yı meşhûre-i âsiyâb”da,
“…Bir taraftan Rüstem Paşa’nın seyl-i kûh-endâz himmeti, cânib-i âhardan Haydar Paşa’nın sarsar-ı hevl-engîz savleti tesâdüm idüb tevfîka sa‘y iden vesâit-i hâr-ı tâhune gibi sergerdan laklaka-i vekil Sinan hod degirmen çakıldağı gibi tanîn-endâz ekvân olmuş idi. El-kıssa müddeâ-yı âsafîye muhâlif hareket buyurmaları ile azille kanâ‘at itmeyüb teftîşine himmet ve ol tarîkle itmâm-ı eziyet”[43]
edilmesi; Muhaşşî Sinan Efendi için de “vezîr-i gadr u âyin Rüstem-i kemîn bu mertebe cevr ile sûret-i gadabın teskîn idemeyüb hançer-i sührâb-efken teftîş ile dilrîş itmiş idi”[44] şeklinde dikkat çekici ifadelerle açıklar. Yani Atâî’ye göre bu iki kazaskerin azl ve teftiş edilmelerinin arkasında Rüstem Paşa bulunmaktaydı.
Bu teftiş emri çerçevesinde Bostan Efendi’ye “Ahmed bi’l-Kaf” diye meşhûr Mevlâ Şemseddin[45], Muhaşşî Sinan Efendi’ye Martolos Efendi (ö.975/1567-68)[46] ve Saçlı Emir’e de “Aliyyü’l-Mecnûn el-Manavî” diye meşhûr Mevlâ Alâeddin[4]7 müfettiş olarak tayin edilir. Bu âlimlerin teftişlerinin çoğuna şâhit olduğunu söyleyen Kefevî, teftiş için “müderris zümresinin sefîhlerinin ve alt seviyede olanlarının” belirlendiğini, bu süreçte Rüstem Paşa’nın iki ma‘zûl kazaskerle ilgili “zırvalara yöneldiğini ve bunların arzlarını kırdığını” iddia eder[48]. Fâtih Câmi‘inde yapılan bu teftişlerin sonucunda, Matrakçı Nasuh’un ifadesiyle “âhirü’l-emr ol teftîşlerde nesne zâhir olmayup (teftîş edilen âlimlerin) beriyyü’s-sahh çıkduklarına” hükm olunur[49]. Bununla birlikte, Atâî’nin bilâhire Bostan Efendi’nin (tekâüd) vazifesinin yirmi akçe azaltılıp yüz otuz akçe olarak belirlendiği mealindeki ifadesine bakılırsa, yine de bu âlimlerden kimisinin maddî olarak cezalandırıldığı anlaşılmaktadır[50].
Biraz önce ifade ettiğimiz gibi davaya yapılan –kuvvetle muhtemel Rüstem Paşa menşe’li- bu müdahale gerçekten son derece etkili olan planlı bir hamleye benzemektedir. Zira bu kritik hamle ile davada rol alıp Rüstem Paşa-Ebu’s-Su‘ûd Efendi-Mevkûfâtcı âilesi “cânib”inde yer almadıkları anlaşılan Bostan Efendi ve Muhaşşî Sinan Efendi gibi ana aktörler tasfiye edilmiş ve yerlerine getirilenler de muhtemelen söz konusu cânibin beklentileri istikametinde görüş sahibi olanlardan ya da böyle tavır takınacağı düşünülenlerden seçilmiş gibi görünmektedir. Nitekim Bostan Efendi yerine “Edirne hükûmetinden” Rumeli kazaskerliğine atanan Mevlâ Abdurrahman b. Seyyidî Ali[51], müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin amcasının oğlu olup 958/1551 Muharrem’inde atandığı “Şam kazâsı”ndan dokuz ay gibi çok kısa bir süre sonra Anadolu kazaskerliğine terfi eden Mevlâ Ca‘fer b. Abdü’n-Nebî/Şeyh Nebî el-İmadî[52] ve Sahn müderrisliğinden Saçlı Emir’in yerine İstanbul kadılığına atanıp, üstelik bizzat Kanûnî’nin emriyle dava konusuna ilişkin bir risâle yazan[53] meşhûr Şakâyıku’n-Nu‘mâniyye müellifi Taşköprîzâde[54], bu davada “vakf-ı müseccele ilâve mülkün satışının sahih olmadığı” görüşünü savunarak söz konusu cânibde yer almışlardır. Keza tasfiye edilenlerden Bostan Efendi’nin teftişiyle görevlendirilen Ahmed bi’l-Kaf’ın Şam kazâsı’ndan ma‘zûlken müfettiş yapılması [55], Muhaşşî Sinan’ın teftişiyle görevlendirilen Martolos Efendi’nin o yıl (958/1551) Fudayl Efendi yerine Sahn müderrisliğine[56] ve Saçlı Emir’in teftişiyle görevlendirilen Mevlâ Alâeddin el-Manavî’nin (Ebulleys Ali’si) -bu dava vesilesiyle İstanbul kadılığına getirilen Taşköprîzâde yerine- Sahn müderrisliğine terfi ettirilmesi[57] zamanlaması itibariyle özel bir kadro dizaynını akla getirmektedir. Dahası Atâî’nin - Perviz Efendi’nin Sahn müderrisiyken âsiyâb davasında Ma‘lûl Emir’in “hüccetini te’yîd eden nakiller cem‘ eylemesini” Saçlı Emir’in öğrenmesi üzerine, “taraf-ı hilâf ashâbı(nın), re’y-i şeyhülislâmîye muhâlefet eyledü deyu arz-ı pişkâh-ı vezâret-penâh eyleyüb medreseden azille mücazât ve nâfile-i teberrüâtına mükâfât”[58] edildiği şeklindeki- ifadelerine bakılırsa, Rüstem Paşa cânibinin davayı kazanmak için zaman zaman karşı tarafta yer alanları âdeta sindirmeye çalışır tarzda davranmış olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim Kefevî’nin, Rüstem Paşa’nın Ma‘lûl Emir hakkında müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin “aklını karıştırarak” iki âlim arasında “düşmanlığın artmasına” neden olduğu, Rumeli kazaskeri Mevlâ Abdurrahman ile Ma‘lûl Emir arasında “iftira” içeren konuşmalar nedeniyle “münâferet” oluştuğu, hatta bu münâferetin geniş çerçevede Ma‘lûl Emir ile diğer kanatta yer alan ulemânın maiyetlerini de içine alacak şekilde “husûmet”e dönüştüğü mealindeki ifadeleri[59] bu bağlamda oldukça mânidardır.
İşte dava zemininin bu şekilde yeniden dizayn edilmesiyle birlikte Rüstem Paşa cânibi için davayı kazanmak üzere artık son hamleleri yapmanın şartları oluşmuştu. Kefevî’nin verdiği bilgilere göre bu doğrultuda hamlelerden ilkini yeni Rumeli kazaskeri Abdurrahman Efendi ve vezir-i âzam Rüstem Paşa, müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin Mevkûfâtcı âilesi tarafını haklı bulan “re’y”ini Kanûnî’ye arz etmek suretiyle yaparlar. Kanûnî ise “arz”ı müteakip zamanla bu görüşe “meyl” eder ve onların “merâmına uygun şekilde emir (mersûm) şeyhülislâm”a gelir. Böylelikle Rüstem Paşa da ikinci hamleyi gerçekleştirme imkânı bularak, “Ma‘lûl Emir’in vezir Haydar Paşa’ya vekili eliyle verdiği hücceti, üzerine fesâdına ilişkin yazıyı (“hat”) yazmaları için Mollalardan ve müderrislerden her birine gönderir”[60].
Âsiyâb davasına dair evrak arasında Ma‘lûl Emir’in hüccetinin bitişiğinde yer alıp “İşbu hüccet sahîh midir, şer‘-i şerîfe mutâbık mıdır?” sualiyle başlayan belgeye göre Rüstem Paşa’nın bu emri, başta müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi ile Rumeli kazaskeri Abdurrahman Efendi ve Anadolu kazaskeri Mevlâ Ca‘fer Efendi olmak üzere Ahmed b. Muhammed es-Samisunî (ö.978/1570-71)[61], Semâniye müderrisi Mustafa el-Mekkî bi-İbni’l-Mi‘mâr[62] (ö.971/1563-64), Davud Paşa Medresesi müderrisi Abdullah bin Mircan (ö.977/1569-70)[63], “Hazret-i Paşa Medresesi” müderrisi Mehmed Şah ve Sultâniyye (Kostantıniyye) Medresesi müderrisi Ali Efendi’den oluşan sekiz âlim tarafından yerine getirilmiş görünüyor[64].Verdiği fetvâ yanında Ma‘lûl Emir’in hüccetini en ince ayrıntısına kadar inceleyip yirmi bir adet “hata” yahut “kusur” tespit etmiş olan[65] bu âlimlerden müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’ye göre hüccet, “vakf-ı müseccele zamm olunan mülkün bey‘i sahîh” olmadığından,“faraza sahîh olsa dahi semenden hissesi ta‘yîn olunmadın hükm olunmak aslâ meşrû‘” olmadığından, “bu husûsda semenden hisse ta‘yîn mümkin olmamagın sıhhat-ı bey‘a min-ba‘d hükm olunmağa dahi tarîk-i şer‘î” yokluğundan ve “bu bâbda gasb mülâhaza olunmak husûs-ı mes’ele fehm olunmamakdan nâşi” olduğundan dolayı “sahih” değildir[66]. Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin bu tezini âdeta farklı ifadelerle tekrarlayan diğer yedi âlime göre de “vakf-ı müseccele munzamm olunan mülkün bey‘i sahih” olmadığı için Ma‘lûl Emir’in hücceti “şer‘-i şerîfe muvâfık” değildir[67].
Kefevî’ye göre işte böylece Ma‘lûl Emir’in hücceti “fâsid” oldu; (tekâüd) “vazifesi” de “otuz dirhem” azaltılarak “yüz yirmi dirhem”e indirildi. Yani Haydar PaşaMa‘lûl Emir Efendi tarafı âsiyâb davasını kaybetmişti ve bundan dolayı Ma‘lûl Emir maddî olarak cezalandırılmıştı. Kefevî, hocasının bu cezalandırma karşısında kendisine bırakılan miktarı kabul etmeyerek hiçbir şey almama cihetine gittiğini, fakat bu durumun çok uzun sürmediğini; zira bir müddet sonra Rüstem Paşa’nın azl edildiğini, üç yıl sonra tekrar vezir-i âzamlığa getirildiğinde ise yaptığından pişman olduğu için durumu Sultan’a arz ederek Ma‘lûl Emir’in vazifesini -eksiltilen günden o güne kadarki de dâhil olmak üzere- noksansız olarak verdiğini ve zikredilen “kadri” için özür gönderdiğini, Ma‘lûl Emir’in de bundan sonra 963/1555-56 yılındaki ölümüne kadar “muazzez ve muhterem” olarak yaşadığını belirterek âsiyâb davasına dair verdiği bilgileri sonlandırır[68].
IV. DAVAYI KAZANAN TARAF GERÇEKTE “HAKLI” MIYDI?
Kefevî’nin verdiği bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, sürecin sonunda davayı Rüstem Paşa-Ebu’s-Su‘ûd Efendi-Mevkûfâtcı âilesi cânibi kazandı. Acaba Rüstem Paşa cânibi bu sonucu gerçekten “haklı” olduğu için mi elde etti; yoksa bu sonuç dava sürecini inşa ederken yer yer değindiğimiz üzere siyasî müdahale neticesinde mi ortaya çıktı? Böyleyse bu müdahale ne düzeyde gerçekleşti? Diğer bir deyişle siyasî müdahale sadece kadro dizaynı ile mi sınırlı kaldı; yoksa bazı âlimlerin tavırlarının şekillendirilmesine kadar vardı mı?
En başta şunu açıkça belirtelim ki, -davanın taraflarından biri olan Ma‘lûl Emir’in talebesi olması nedeniyle- konuya ilişkin bilgilerimizin asıl kaynağı durumundaki Kefevî’nin süreçle ilgili zaman zaman subjektif bilgiler vermiş olma ihtimaline rağmen, özellikle Kanûnî’nin dava hakkında “istinaf” emri vermesi, kazaskerlerin azli ve yeni kazaskerlerin seçimi gibi kritik hususlarda daha ziyade Rüstem Paşa menşe’li siyasî tasarruflar açıkça görülebildiği için, davaya yönelik olarak kadro dizaynı düzeyinde siyasî müdahalenin varlığını sorgulamanın gereği yoktur. Kanaatimizce yukarıdaki sorular bağlamında burada asıl tahlil edilmesi gereken husus, davada ulemânın iki cânibe ayrılmasında yalnızca hukukî/ilmî faktörlerin mi etken olduğu ve taraflardan hangisinin tezinin daha sağlam yahut hangi tarafın haklı olduğudur. Zira bu hususun ele alınması davaya yönelik siyasî müdahalenin sınırlarını belirleyecek ve ilgili Osmanlı âlimlerinin bu davada hangi sâiklerle hareket ettiklerini ortaya koyacaktır.
Daha önce belirtildiği üzere bu davada tartışma konusu olup ulemâyı iki “fırka”ya ayıran ana mesele, Mevkûfâtcı’nın vakfının kapsamı çerçevesinde “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olup olmadığı”dır. Tarafların tavrı bağlamında bu meselenin menşeine baktığımızda, henüz işin başında ilk hâkim tarafından Mevkûfâtcı Muhammed’in vakfı tescil edilirken bunun kapsamıyla ilgili bir hata yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira Ma‘lûl Emir’in hüccetinde Mevkûfâtcı âilesinin vekili Muhammed b. Karagöz’ün ağzından aktarıldığına göre, Çivizâde’nin Mevkûfâtcı’nın vakfını iptalinden sonra gündeme geldiği anlaşılan “mülk davası”nı ilkin Bostan Efendi dinleyip Mevkûfâtcı’nın muhallefâtının “vakıf” olduğuna hükmetmiş; fakat Muhammed b. Karagöz bu durumu belgeleyemeyince Ma‘lûl Emir, Bostan Efendi ile yüz yüze görüşmüş ve sonuçta onun Mevkûfâtcı’nın vakfı olarak tescil ettiği muhallefâtın - Muhammed b. Karagöz’ün iddia ettiği gibi - eşyanın “tamamı” değil, sadece “bir kısmı” olduğu ortaya çıkmıştır. Davayı “vakfa ilâve mülkün satışı” biçiminde yeniden gündeme getiren sebep durumundaki bu kritik hata, Bostan Efendi, Muhaşşî Sinan Efendi ve Saçlı Emir’e ait arzda yer alan Mevkûfâtcı’nın vakfiyesini Ebu’sSu‘ûd Efendi’nin “tevki‘ ettiği” bilgisinden[69], Kefevî’nin Ma‘lûl Emir’den naklettiği “o (Ebu’s-Su‘ûd Efendi), bu mesele hakkında insanî hükümle ilkinde hata yaptı, bu yüzden (hatasından) geri dönmedi”[70] mealindeki ifadelerden, Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin “…zîrâ mesmû‘umuz olan budur ki hâkim-i evvelin lüzûm-ı vakfa hükmi a‘yân-ı mevkûfenin mecmu‘ası arâzî-yi mevkûfe üzerinde olmak i‘tikadı ile olub, ba‘dehu ba‘zısı arz-ı mirî üzerinde oldığı zâhir olıcak…”[71] şeklindeki ifadelerinden ve Taşköprîzâde’nin muhtemelen Ebu’s-Su‘ûd Efendi’ye ait bu ifadelere atfen söylediği,“(ilk hâkimin hükmünü muhtemel kılan) üçüncü veche, -hâkimin itiraf ettiği gibi binaların tamamının vakıf arazi üzerinde olduğu zannıyla- İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed mezhebine göre -burada o ikisinin ittifak ettiğini zannederek ve zikredilen şartın sıhhati hakkındaki ittifaklarından dolayı- onun (hükmün) birlikte binâ edilmesidir…”[72] mealindeki ifadelerden anladığımız kadarıyla, Ebu’s-Su‘ûd Efendi tarafından yapılmış gibi görünmektedir.
Şu halde denebilir ki âsiyâb davasında Ebu’s-Su‘ûd Efendi, en başta hatalı bir vakfiye tescil etmekle bir bakıma davanın müsebbiblerinden biri durumundaydı ve bu münasebetle Ma‘lûl Emir’in “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğu” tezine karşı tavır alırken sorunun bir parçası olarak ister istemez “taraf”tı. Başka bir ifadeyle Ebu’s-Su‘ûd Efendi bu davada tamamen objektif/tarafsız bir biçimde yalnızca hukukî/ilmî bir perspektiften meseleye yaklaşma şartlarından biraz uzaktı. Üstelik vezir-i âzam Rüstem Paşa, Mevkûfâtcı’nın muhallefâtının Haydar Paşa’ya satılmasını istemiyordu ve belli ki satışın önüne geçmek için müftî Ebu’s-Su‘ûd Efendi’yi etkileyerek onun otoritesinden yararlanmaya çalışıyordu. Rüstem Paşa’nın etkileme çabası, yeni kazaskerler, İstanbul kadısı ve davada bir şekilde rol alan diğer ulemâ için de söz konusu olmalıdır. Dolayısıyla âsiyâb davasını sonuçlandırmak üzere görev alan ulemâdan Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibini oluşturanlar, açıkçası meseleyi sadece hukukî/ilmî bir çerçevede ele alacak durumda değillerdi. Diğer bir deyişle öyle anlaşılıyor ki onlar için bu davada hukuk/ilim, bütün etkilerden âzade şekilde hakikati gösteren bir hareket noktası veya mihenk taşı yahut kendisine göre şekillenilen bir “özne” değil, belirtilen etkilerin gölgesinde bir nevi gâyeye ulaştıran, hatta kısmen gâyeye göre yorumlanan bir vasıta yahut “nesne”ye benzer bir işlev görecek gibiydi.
Ma‘lûl Emir’in başat rol aldığı diğer cânibe gelince, münhasıran Ma‘lûl Emir açısından onun davayı hukukî/ilmî bir perspektifin dışında etkilerle ele almasını gerektirecek bir sebep olarak görünürde yalnızca Haydar Paşa faktöründen söz edilebilir. Zira Ma‘lûl Emir bu davayı dinlerken “ma‘lûliyet”ten “mütekâid” olduğu için[73] muhtemelen herhangi bir beklenti içinde olmamalıdır. Zaten o, davayı dinleme emrini bizzat Kanûnî’den almıştı [74]. Dava sürecinde kısmen yer alıp kazaskerlikten azledilen Bostan Efendi ve Muhaşşî Sinan Efendi üzerinde ise, -Atâî’nin “diğer cânibden de Haydar Paşa’nın çok şiddetli korku koparan rüzgârla saldırısı” mealindeki ifadelerinden anlaşılacağı üzere- yine Haydar Paşa’nın etkileme çabası var olmalıdır. Bu etki dışında onların davada sergileyecekleri tavırdan pek bir beklentilerinin olmaması daha ma‘kul görünüyor. Zira bu iki ma‘zûl kazaskerin davadan herhangi bir müspet beklentileri olmuş olsaydı, vezir Haydar Paşa’nın tarafında oldukları algısına yol açacak şekilde tavır almayı değil, en azından kudretli vezir-i âzam Rüstem Paşa’nın karşısındaymış gibi görünmemeyi tercih etmeleri gerekirdi. Bununla birlikte sonuç itibariyle bu taraftaki ulemâ için de Haydar Paşa çerçevesinde -diğer cânibe nazaran kuvveti daha az olsa da- bir siyasî etkiden söz edilebilir.
İşte âsiyâb davasında ortaya çıkan iki farklı hukukî/ilmî tez böyle bir atmosfer içerisinde neşvünema buldu. Yani esasen her iki tarafta yer alan ulemâ da, ikinci taraf daha az etki altında olmuş olsa da, meseleye sırf hukuk/ilim açısından bakacak rahatlıkta değildi. Buna göre acaba söz konusu taraflardan ikincisi “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğu”, birincisi ise “sahih olmadığı” şeklinde birbirine tezat teşkil eden iki farklı tezi biraz da bu yüzden mi savundular?
Açıkçası bu mühim soruya cevap vermek, başta Ma‘lûl Emir ile Ebu’s-Su‘ûd Efendi olmak üzere ilgili ulemânın “vakfa ilâve mülkün satışı” hakkındaki kanaatlerinin kaynaklarını ve delillerini fıkhî perspektiften derinlemesine etüd etmeyi gerektirir. Böyle bir etüd ise tabiatıyla fıkıh uzmanına düşeceği için çalışmamızın kapsamı dışında kalmaktadır. Bununla birlikte biz bu hususta genel bir fikir edinmek üzere tarafların birbirlerinin farklı yaklaşımlarını nasıl değerlendirdiklerini ele almak istiyoruz.
Öncelikle Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinde yer alan ulemânın Ma‘lûl Emir’in “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğu” tezine karşı yönelttikleri eleştirilere baktığımızda, onların temelde Ma‘lûl Emir’in fıkhî kaynaklardan getirdiği delillerin dava konusu olan “vakf-ı müseccele ilâve mülkün satışı”yla ilgili olmayıp “vakf-ı gayr-ı müseccel”e yönelik olduğunu iddia ettikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle onlar Mevkûfâtcı’nın vakfını “vakf-ı müseccel” olarak kabul edip, kaynaklardaki “vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğu”na yönelik ifadelerin ise -“vakf-ı müseccel”-“vakf-ı gayr-ı müseccel” ayırımı çerçevesinde- “vakf-ı gayr-ı müseccel” ile “mukayyed” olduğunu söylerler. Mesela Ebu’s-Su‘ûd Efendi bu hususu şöyle ifade eder:
“…Kütüb-i mu‘tebereden münfehim olan oldur ki, arz-ı mîrî üzerinde vâki‘ olan a‘yânda dahi (hâkim-i evvelin) hükümleri İmâm-ı A‘zam’dan Hasan b. Ziyâd rivâyeti üzre nâfiz olur… Bu takdirce cümlesi vakf-ı müseccel olur (…) Pes böyle olıcak, arz-ı mîrî üzerinde vâki‘ olan a‘yân gayr-ı müseccel olmuş olur, vakfa munzamm olub satılmış mülk olmaz; belki vakf-ı gayr-ı müseccel, vakf-ı müseccele munzamm olub satılmış olur. Allâhu a‘lem”[75].
Bu çerçevede söz konusu ulemâ, Ma‘lûl Emir’in getirdiği delillerin aslında doğru olmadığını iddia eder. Örneğin Ebu’s-Su‘ûd Efendi bu hususta, Ma‘lûl Emir’in “…kütüb-i mu‘teberede musarrah ve mansûsdur didügi vakf-ı gayr-ı müsecceldedir, müseccelde sahîh olmak musarrah degildir, heman sahîh diyenler müdebbire ve mükâtebe ve ihvânına kıyâs eylemek kıyâs-ı ma‘a’l-fârıkdır” der[76]. Keza Rumeli kazaskeri Abdurrahman b. Seyyidî Ali Efendi’ye göre, Ma‘lûl Emir’in iddia ettiğinin aksine “…vakf-ı müseccele munzamm olunan mülkün bey‘i sahîh idügüne kâyil olmuş e’immeden bir ferd yokdur ve sıhhati beyân ider bir kitâb yokdur, bu husûsda kavl-i za‘îf dahi yokdur…”[77]. Yine Anadolu kazaskeri Mevlâ Ca‘fer el-İmadî’ye göre de “…ulemâ-i kibâr ve fukahâ-i ebrârdan” Ma‘lûl Emir’in iddia ettiği hususun “sıhhatine kâ’il ve mâ’il olmuş bir ferd” yoktur ve onun hüccetinde tezini desteklemek üzere “kütüb-i mu‘teberede musarrah ve mansûsdur didügi dahi buhtân-ı mahz ve iftirâ-i sırf”dır[78]. Yani özetle Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinin bu davadaki temel yaklaşımı ve tavrı, konuya ilişkin kaynaklardan getirilen delillerin “vakf-ı gayr-ı müseccel” ile ilgili olduğunu tespit etmek yahut bunları “vakf-ı gayr-ı müseccel” ile sınırlandırılmış (takyîd) bir tarzda yorumlamak suretiyle karşı tarafın tezini geçersiz kılmak şeklindedir.
Bu yaklaşım ve tavra Ma‘lûl Emir Efendi cânibinin verdiği cevap ise tam tersi istikamettedir. Mesela Ma‘lûl Emir’e göre “kavl-i sahîh” yahut “esahh-ı akvâl” kendi söylediği gibi “vakfa ilâve mülkün satışının sahihliği” yönünde olup, Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinin yaklaşımı ise “kavl-i za‘îf”dir:
“…Bu mes’elelerden murâd bu makamda bize mühtemm olan oldur ki vakfa zamm olub safka-i vâhide ile satılan mülkde ulemâ ihtilaf eylemişlerdür, ba‘zı mülkde dahi bey‘ fâsid olur, hür ile abd gibi dimişler; amma âmme-i ulemâ mülkde bey‘ sahîhdür, kavl-i sahîh dahi budur dimişler, zîrâ…”[79].
“…Bu nakilden tansîs ve tasrîh olunmuşdur ki vakfa zamm olunub safka-i vâhide ile bey‘ olunan mülk hakkında bey‘ bâtıldır dimek kavl-i za‘îfdir, esahh-ı akvâl oldur ki bey‘-i mezkûr sahîh ola, dahi vakıfdan murâd vakf-ı gayr-ı müsecceldir dimeğe aslâ mecâl yokdur …”[80].
Ma‘lûl Emir bu iddiasının doğruluğundan o kadar emindir ki, Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinin iddiasını bırakın “ehl-i ilm”i, “ehl-i akl”ın bile dile getirmeyeceğini savunur[81]. Ona göre Ebu’s-Su‘ûd Efendi’nin böyle bir duruma düşmesinin sebebi ise, yukarıda belirtildiği üzere onun önceki hatasından dönmek istememesidir[82].
Taşköprîzâde’nin ifadelerinden anlaşılıyor ki, Ma‘lûl Emir cânibinde yer alan bazı âlimler de bu meselede vakfa ilâve mülkün satışının sahih olduğuna yönelik “rivâyetler”i “vakf-ı gayr-ı müseccel” ile “takyîd” etmenin doğru olmadığını düşünmüşler[83] ve “takyîd”i savunan Taşköprîzâde’yi -fıkhî açıdan dikkat çekici bir iddia niteliğindeki- “re’y ve arzu edilen ile” görüş beyan etmekle itham etmişlerdir[84].
Ma‘lûl Emir cânibinin görüşünü doğru bulup konuya ilişkin “İzhâru’l-Hakk ve Faslu’l-Hilâf fî Mes’eleti’ş-Şer‘iyye” adıyla bilinen bir risâle yazan kimliğini tespit edemediğimiz bir âlime göre ise, “müseccel vakfa ilâve mülkün satışı” sahih olup, Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinin aksini iddia etmesi onların mevzûya tam vâkıf olmamalarından dolayıdır:
“…Bu meselede ulemâ iki fırka oldu, bir fırka (vakfa ilave mülkün satışına ilişkin) ‘evet’ cevabını verdi, diğer fırka ise ‘hayır’ cevabını verdi. O günlerdeki şeyhülislâmın bu (hayır diyen) fırka için muvâfakatı rivâyet olunur. Zannederim ki bu, onların (‘hayır’ cevabı veren ulemânın) çeşitli ilimlerde ders, fetvâ, te’lif, tedvîn maslahatı için kâim olmaları nedeniyle, bu mahalde iltifatlarının yokluğundan ve bu mahalli temyîzde hüsn-i zan sahibi kimselere îtimad etmelerindendir…Fakîrin kelâmı ise onlarla birlikte değildir….”[85].
İşte görüldüğü üzere bu kaydedilenlerden anlaşılıyor ki, Ma‘lûl Emir cânibinin Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibi hakkındaki değerlendirmesi, onların meseleyi ilmî bir yaklaşımla değil, subjektif bir yaklaşımla ele aldıkları istikametindedir. Fıkhî açıdan bu değerlendirmenin mi, yoksa Ebu’s-Su‘ûd Efendi cânibinin değerlendirmesinin mi daha isabetli olduğu meselesi ise, yukarıda belirtildiği üzere çalışmamızın kapsamı dışında kalmaktadır.
SONUÇ
Bu tahliller ışığında sonuç itibariyle âsiyâb davası hakkında şunları söyleyebiliriz: Bir defa bu dava esasen vezir Haydar Paşa ile “vakıf/mülk” sahibi Mevkûfâtcı Muhammed’in âilesi arasındaki ihtilaflı bir alım-satım işleminin, vezir-i âzam Rüstem Paşa ile vezir Haydar Paşa’nın nüfuz ve menfaat mücadelesi çerçevesinde büyümesiyle teşekkül etmiş olan güncel tabirle ilginç bir “hukuka müdahale” vakasıdır. Bu niteliğiyle vaka üç veçheden anlamlıdır:
Evvelâ, bu davada merkezî iktidarın kazâ/hukuk sürecinin her türlü (özellikle siyasî) etkiden âzâde bir şekilde işlemesi ve bu çerçevede adâletin tahakkuku açısından iyi bir sınav ver(e)mediğini söylemek mümkündür. Zira davaya, merkezî iktidarın padişahtan sonraki en yetkili/etkili unsuru olan vüzerâ eliyle -kendi lehlerinemüdahale edildiği görülmektedir. Bu tür müdahalelere engel olup adâletin tahakkukunu temin edecek birinci güç olan zamanın padişahı Kanûnî Sultan Süleyman’ın da -başlangıçta doğru bir yöntem izlemiş gibi görünmesine rağmen- süreç içerisinde özellikle Rüstem Paşa’nın davanın gidişatını değiştiren arka plan hamlelerine engel olamayarak/olmayarak adâletin temini yolunda hakkıyla başarılı olamadığı anlaşılmaktadır.
İkinci olarak, Osmanlı düzeninin “patrimonyal yahut merkeziyetçi” karakteri nedeniyle rahatlıkla sonuç alabilir olan bu müdahale karşısında hukuku uygulayan ulemâ da iyi bir duruş sergileyememiş gibi görünmektedir. Zira öyle anlaşılıyor ki bu davada ulemâdan kimisi vüzerânın etkileme/yönlendirme teşebbüslerine sed çekememiş, kimisi de sunulan fırsatlardan yararlanmak suretiyle söz konusu teşebbüslerin sonuç almasına imkân yaratmıştır. Bu hareket tarzlarıyla ilim ve hukuku temsil eden bir zümre olarak onlardan bir kısmı, ellerinde tuttukları “ilim meş’alesi”nin ve “adalet terazisi”nin işlevini -siyaset yahut iktidar gücünden koruyamayıp- sağlıklı bir şekilde yerine getirememiş olmaktadırlar. İşte bu anlamda âsiyâb davasının bir bakıma gerçek kaybedeni, “salt hukuka/ilme göre söz söyleme irâdesi”ni tam manasıyla gösteremeyen ulemâdır denebilir.
Üçüncü olarak da şunu belirtmek gerekir ki, iktidar sahiplerinin nüfuz ve menfaat amaçladığı, bu uğurda hukuku etkilemeye çalıştığı ve ulemânın da bu teşebbüslere engel olamadığı bir ortamda adâlet bekleyen toplum fertlerinden kimileri elbette mağdur olacaktır.