Bu çalışmada, İskilip Şeyh Yavsi Camii’nin ilk bakışta XIV. yüzyılın Zaviyeli cami tipolojisini çağrıştıran sıra dışı mekânsal ve strüktürel anlayışı üzerinde durulmuş, yapı hakkındaki mevcut çalışmalarda yetersiz ve özellikle mekânsal oluşum hakkındaki yanlış ve yüzeysel yargılar, belgeler ışığı altında yeniden ele alınmıştır[1]. Buna bağlı olarak yapının, iç mekân, son cemaat revakı ve türbe kısmını da içeren orijinal planı hakkında bir restitüsyon denemesine girişilmiştir.
Osmanlı şeyhülislamı Ebüssuud Efendi'nin (ö. 1574), memleketi İskilip’te babası Şeyh Yavsi adına yaptırdığı cami, İskilip’in en eski yapısıdır. Cami, 1569 tarihli Ebüssuud Efendiye ait vakfiyeye (İlter, 1992) göre köprü, bedesten, mektep ve handan oluşan külliyenin ayakta kalan tek yapısıdır[2].
Caminin kitabesinin olmaması kimin, ne zaman yaptırdığı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Cami hakkındaki az sayıda çalışmalardan birinde İlter (1992), yapının Şeyh Muhyiddin Yavsi’nin ölüm tarihi olan 1516’dan önce kendisi tarafından yaptırıldığını yazmaktadır. Bir başka çalışmada ise Kılcı (1983), Şeyh Yavsi’nin 1500 tarihli vakfiyesinde cami veya benzeri bir vakfiyeden bahsedilmediğini, fakat bu vakfın tesisinden sonra camiyi yaptırıp ek bir vakfiye düzenlemiş olma ihtimaline karşı yapılan araştırmalara rağmen başka bir vakfiye bulunamadığını belirtir. Zaten caminin, onun sağlığında kendisi tarafından yaptırılmış olmasına rağmen vakfiyelerde geçmemiş olması zayıf bir ihtimaldir. Nitekim oğlu Ebüssuud Efendi’nin vakfiyesinde (1569), babası adına bir cami yaptırdığı şu sözlerle de açıkça ifade edilmiştir: “...ve hasenatın cümlesi müşarüni leyh vakıfın doğduğu yer olan İskilip kasabası mahallaundan Meydan mahallesinde merhum pederinin kabrine muttasıl olarak ... ve binasını Cenabıhakdan ittika üzre te’sis edüp Cenabıhakkı kıyamen ve kuuden zikreden ve ana mescidlerde Rüku ve sücud ile ibadet edenlere vakfettiği kubbesi yüksek ve revakı çevrili ve biri birine benzemez mehasini behiyye ve bedayii mi'mariyeyi haiz bulunan mescid Cami.”[3]
Söz konusu metinde caminin yapıldığı yer; "pederinin kabrine muttasıl (bitişik)” olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla caminin, XVI. yy. ortalarında, Şeyh Yavsi’nin ölüm tarihi olan 1514’ten sonra (1514 ile 1569 arası) oğlu Şeyhülislam Ebüssuud Efendi tarafından yaptırıldığı açıktır. Bugün caminin güneyine bitişik olan türbenin, camiden önce mi yoksa sonra mı yapıldığı ise tartışmalıdır[4].
Yapı, plan düzleminde kuzeyde eşit büyüklüklerde kubbeli iki kare mekân ile güneyde bunlara orta aks üzerinde birleşen daha küçük kubbeli bir mekân ve son cemaat yerinden oluşan ters T biçimli bir yapıdır (Şekil 1). Yapı, bu biçimlenişiyle Erken Devir Osmanlı camilerinin “Zaviyeli cami" denen çok işlevli Fütüvvet cami karakteristik şekillenişini göstermesine rağmen iç mekân organizasyonu, yapının ayakta kaldığı 450 yıllık süreç içerisinde tadilatlarla ve eklerle son halini aldığını göstermektedir. İç mekân organizasyonunda gözlenen aksaklıklara, karakteristik Osmanlı cami mimarisinin verdiği kriterler ve vakfiyelerden elde edilen ipuçları da eklenince, yapının söz konusu değişim süreci ve niteliği hakkında bir takım yargılara varmak ve orijinal planı üzerine fikir üretmek mümkün olacaktır.
Nitekim bunlardan birisi, çalışmanın sonucunda ortaya konulacak restitüsyon planının doğruluğunu destekler nitelikte olan, yapının başlangıçta cami veya zaviye olarak planlanıp planlanmadığı konusudur.
İlter (1992), Ahilik (Fütüvvet) kavramının Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Çorum ve İskilip yöresinde de önemli olduğunu, Ahilik teşkilatı içindeki esnafın ibadet dışında örgüte ilişkin çeşitli konuları görüşüp tartışmak için Fütüvvet camileri denen bu tür camileri kullandıkları bilgisine dayanarak, bu caminin de bu amaçla inşa edilen bir Fütüvvet cami (Zaviyeli, Çok Üniteli, Bursa Tipi Cami) olduğu yargısına varmaktadır. Oysa Kılcı’nın da (1983) ifade ettiği gibi yapının cami olarak inşa edildiği, Ebüssuud Efendi vakfiyesinde (1569), söz konusu yapıya görevli olarak imam, hatip ve müezzin görevlendirilmesi şartının koşulması, herhangi bir şeyhin tayini hakkında bir şey söylenmemesinden anlaşılmaktadır. Ancak, yapının zaviyeli cami tipini çağrıştıracak biçimde strüktürel yapısının aşırı zorlanması, yapıldıktan bir süre sonra eklerle söz konusu işlevin yapıya yüklenilmeye çalışıldığını göstermektedir.
Yapının orijinal şekillenmesinin tek üniteli bir mekân kurgusuna sahip olduğunu gösterir ciddi kanıtlar vardır. Nitekim bunlardan biri, söz konusu vakfiyede caminin “...kubbesi yüksek ve revakı çevrili..." olarak tanımlanmasıdır[5]. Burada “kubbesi yüksek" deyiminden tek kubbeli bir yapıdan söz edilmektedir. Bunun yanında tek üniteli mekân kurgusunu gösterir asıl kanıtlar caminin yapısal özelliklerinden kaynaklıdır; Caminin mevcut iki mih-rabından en gösterişli ve anıtsal olanının girişin açıldığı hacimde yer alması, doğuya doğru bir miktar kaymasına rağmen hem de giriş ekseni üzerinde bulunması, asıl mekânın burası olduğu izlenimini vermektedir (Resim 9). Nitekim cami, plan düzlemindeki bu biçimlenişiyle karakteristik Erken Devir Osmanlı camilerinin tek üniteli tipini tekrarlamaktadır.
Bu devrin tek kubbeli, kübik kitleli camilerinde olduğu gibi bu camide de kubbeli bir son cemaat revakının varolmuş olabileceğinden söz edilebilir. Nitekim, caminin giriş kapısının mihrap aksından doğuya doğru kayması, genelde katı bir simetrinin hakim olduğu devrin camilerine aykırı gibi görünse de, son cemaat yerinde kubbeli bir revakın varlığına işaret etmektedir. Giriş kapısı, minare pabucunun da yer aldığı revakın meydana getirdiği cephenin orta aksına açılmıştır. Dolayısıyla söz konusu katı simetri, iç mekan oluşumunda değil ama giriş cephesi şekillenmesinde sağlanmıştır. Benzer son cemaat revakı biçimlenmesine Kargı’da Oğuz Köyü (XVI. yy. başı), Manisa’da Hacı Yahya (1474), İvaz Paşa (1484), Dilşikar Hatun (1579-80) ve Hatuniye Camiilerinde (1488) rastlanın aktadır[6] (Şekil 2,3,4,5,6).
Manisa'daki Hacı Yahya Camii'nde giriş kapısı mihrap ekseni üzerinde olmasına rağmen, minare kaidesinin yapı kitlesine eklenmesiyle 3 birimli son cemaat revak cephesinin batısında yer almıştır.
Yine Manisa’da, İvaz Paşa Camii'nde ise giriş, ne son cemaat revakının orta noktasına, ne de iç mekanda mihrap eksenine oturtulmuştur. Her iki düzende de giriş, birimlerin batısına doğru bir miktar kaymıştır. Bunun nedeni, 4 birimden oluşan son cemaat revak kubbelerini taşıyan 5 sütundan ortadakinin, hem mihrap hem de son cemaat orta aksına denk düşmesidir. Orta sütunu duvara bağlayan kemerin ayağına açılamayan giriş, batıya doğru kaydırılmıştır.
Kargı’daki camiyle birlikte, Manisa’da Dilşikar Hatun ve Hatuniye Cami-lerinde ise harime giriş noktasını, minareyle birlikte düşünülen son cemaat revak düzeni belirlemiştir. Orijinal son cemaat revakının yok olduğu bilinen Kargı Oğuz Köyü ve Manisa Dilşikar Hatun Camilerinde mihrap eksenine göre batıya kayan giriş noktaları, kubbeli bir düzene işaret etmektedir[7]. Hatuniye Camii’nde ise giriş kapısı, minarenin bitiş noktasına kadar uzanan 5 kubbeli son cemaat revakının orta aksına konmuştur. İç mekan şekillenmesinde minare elemanı dikkate alınmadığından mihrap aksına göre giriş kapısı batıya doğru kaymıştır.
Şeyh Yavsi Camii'nde de, orijinal ilk yapının tek üniteli olabileceği dikkate alındığında benzer bir uygulamanın gerçekleştirilmiş olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Bu durumda tek üniteli orijinal planlı caminin son cemaat revak cephe uzunluğu dikkate alındığında, bugün mevcut olan ahşap strüktürlü son cemaat revak derinliğinin kubbeli bir strüktür için fazla olduğu dikkati çekmektedir (Resim 4). Nitekim İlter (1992), Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1973 yılı onarımlarında, son cemaat yerinde açılan sondajlarla bu bölümün bugün bilinen derinliğinden daha az olduğunun ortaya çıktığını söylemektedir.
Gerçektende caminin planında, girişin açıldığı tek üniteli mekân dikkate alındığında minare kürsüsünden tek üniteli birimin bittiği duvara kadar olan kısımda son cemaat revakı birbirine eş kare mekânlara ayrılabilmektedir. Üçe ayrılabilen bu kare mekânların derinlikleri de, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün hazırlamış olduğu Restorasyon Projesinde de işlendiği gibi zemini orijinal altıgen tuğlalarla kaplı olan ve girişin doğusunda minare kürsüsünden uzayan ve son cemaat revakının doğu kenarını kapatan duvarın bittiği noktaya kadar olmalıdır[8] (Şekil 1) (Resim 3). Orijinal biçimlenmesinin bu şekilde olduğu düşünülen son cemaat revakının birbirine eş üç kare mekâna ayrılması kubbeli bir strüktüre işaret etmektedir. Bunu destekler bir bulgu, 1973-74 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen son cemaat yeri onarımında (Kılcı, 1983) ortaya çıkan ve burada kubbeli bir strüktürün varlığına işaret eden duvardaki izlerdir[9].
Son cemaat revakını örten üç birimli böyle bir strüktür, revakın yanları açık olduğu düşünülürse 4, kapalı olduğu düşünülürse ortada 2 sütun ile taşınabilir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1973 yılı restorasyon çalışmalarında -daha önce bahsi geçen- son cemaat revakında açılan sondajlardan yanların kapalı olduğu düşüncesi ağırlık kazanmıştır (İler, 1992). Bu durumda mevcut caminin ahşap strüktürlü son cemaat revakının üç sütunundan iki tanesi orijinal tek üniteli yapıya ait olmalıdır[10]. Nitekim bu sütunlardan en batıda olanı diğer ikisine göre oval kesitlidir ve diğerleriyle benzerlik göstermez (Resim 5).
Bu durumda son cemaat revakının, cami ilk yapıldığında üç birimden oluşan, yanları kapalı, ortada iki sütunla taşınan bir kubbeli strüktür olduğu (Şekil 7), bir süre sonra cami ana kitlesine batıda benzer bir ünite eklendikten sonra ya yıkıldığı, ya da depremle kendiliğinden yıkıldığı ve bunun yerine, iki sütun daha eklenerek dört sütunla taşınan ahşap strüktürlü ve eskisinden daha derin bir son cemaat yeri inşa edildiği söylenebilir. Uzun yıllar son cemaat yeri bu şekilde kullanıldıktan sonra yakın zamanda, İlter (1992)'in de bahsettiği gibi sütunlardan birinin 1973 yılı restorasyonu sırasında kaybolduğu, bu nedenle son cemaat revakının sağ ucunda yer alması gereken sütunun yerine, son cemaat revakı yan duvarının uzatılmış olduğu söylenebilir (Resim 4).
Yapının iç mekân kurgusu ve strüktürel biçimlenmesi de tek üniteli bir yapıdan türetilen bir kidenin izlerini taşımaktadır. Yapı, tek üniteli olarak yapıldıktan bir süre sonra yanına aynı büyüklükte ve karakterde eş bir birimin eklenmesiyle iki birimli, enlemesine bir karakter kazanmıştır (Şekil 8). Bu haliyle yapı, karakteristik Osmanlı cami mimarisine aykırı bir plan düzenine bürünmüştür. Gerek Anadolu Selçuklularının çok üniteli, düz çatılı, gerekse de Erken Devir Osmanlılarının eş büyüklükteki çok üniteli, kubbeli camilerinde mihrap aksı koridoru ayaklarla veya sütunlarla bölünmeden boş bırakılmıştır. Bu, enlemesine planlamada yapının 3, 5, 7 gibi tek sayılardan oluşan birimlerle oluşturulması demektir. İki eş birimin yan yana gelmesiyle oluşturulan bir düzende ise, mihrap orta aksa konulduğunda doğal olarak iki kubbe arasındaki kemerin ayağı içine denk gelmektedir. Üstelik mihrap aksı üzerine konma eğilimi kuvvedi olan devrin camilerinin aksine bu tür bir yapıda giriş kapısı, kemerin diğer bir ayağına denk geldiği için, mihrap aksının sağına veya soluna konmak zorundadır. Bu nedenlerle Osmanlı cami mimarisinin Erken Devrinden başlayarak özellikle Klasik Dönemde ve sonrasında bu tür bir planlamadan daima kaçınılmıştır.
Bursa’da, XV. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen (Kuran, 1964) Abdal Mehmed Camii ve İstanbul’da Mimar Sinan’ın olgunlaşma yıllarında yaptığı Haseki Sultan Camii (1538-39) nadir örneklerdendir (Şekil 9,10). Bunlardan Abdal Mehmed Camii'nin orijinal planının da bugünkü biçimiyle iki üniteli olduğu[11] düşünülürse, orijinal planının tek üniteli olduğu ve yaptırıldıktan bir süre sonra cemaate dar geldiğinden 1602’de doğusuna bir kubbeli birim daha eklendiği bilinen (Kuran, 1986) İstanbul'daki Haseki Sultan Camii (Şekil 11), çalışmanın konusu Şeyh Yavsi Camii'nin mekânsal değişim aşamalarının en azından ilk adımını göstermektedir.Yalnız, bir taşra yerleşmesi olan İskilip’te yapılan Şeyh Yavsi Camii'nin aksine Haseki Sultan Camii'nde bu ek son derece profesyonelcedir; İki birim arasındaki ortak duvar kaldırılarak, yerine ortada iki sütuna oturan üç kemer konulmuş, mihrap eski yerinden kaldırılarak ortadaki kemerin ayağına açılmıştır. Şeyh Yavsi Camii'nde ise, Haseki Sultan Camii'nde olduğu gibi ortak duvarın yerine iki sütun koyma ve bunları kemerlerle birbirine bağlama imkanı, mekân derinliğinin ve yüksekliğinin yeterli olmaması nedeniyle mümkün olmamıştır.
İç mekân yüksekliğinin, güneyde mihrap, kuzeyde de son cemaat revak duvarına oturacak bir askı kemerinin yayının ulaşacağı yükseklikten az olması, aradaki duvarın sadece bir kısmının yıkılmasına ve dolayısıyla kemerin daha küçük tutulmasına neden olmuştur. Aradaki ortak duvar tamamen kal-dırılmadığından, Haseki Sultan Camii'nde olduğu gibi mihrap, kemer ayağına taşınamamış, eski yerinde kalmış olmalıdır.
Bir süre bu şekilde kullanıldıktan sonra, daha önce de bahsedildiği gibi, yapının Zaviyeli bir cami gibi kullanılma isteği düşüncesi, bu işlevin devrin Bursa tipi denen camilerine fiziksel olarak benzetilme isteğini de doğurmuş olmalıdır. Dolayısıyla, iki birimli yapının güneyine, orta aks üzerinde daha küçük kubbeli bir birim eklenmiştir (Şekil 12). Bu ekleme, söz konusu Zaviyeli camilere benzetilme uğruna yapının strüktürünün aşırı zorlanmasına neden olmuştur. Nitekim bu mekân, eklendiği iki eş kubbeli strüktürü ayakta tutan ortak askı kemerinin güneyde oturduğu duvar parçasının kaldırılmasını gerektirmiş, bunun yerine yuvarlak bir sütun konularak eşine neredeyse hiç rastlanılmayan yarım bir kemerle, eklenen küçük birimin ağzındaki tudor kemerinin kilit taşına bağlanmıştır (Resim 12).
Sonradan eklenen bu birimin sınırlarını, önceden yapılmış olduğunu düşünebileceğimiz türbenin batı duvarı belirlemiş olmalıdır[12]. Gerek camide ve gerekse de türbede, kubbeye geçişte kullanılan geçiş elemanlarının niteliği, hangi birimin önce yapıldığı konusunda ipuçları vermektedir. Buna göre, trompların kullanıldığı türbe ve kuzeydeki iki eş büyüklükteki birimler, daha geç bir dönemin temsilcisi olan pandantifin kullanıldığı güneydeki küçük birimden daha önce inşa edilmiş olmalıdır. Yani, caminin tadilatlarla genişletildiği süreç içerisinde, güneydeki küçük birim eklenmeden önce türbenin, iki eş birimli kitlenin güney duvarına bitişik olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında, cami ile türbenin birbirini tutmayan güney duvar yüzeyleri ve bozuk örgülü duvar yapısı, hangi birimin önce yapıldığı konusuna olmasa bile, en azından, güneydeki küçük birimle türbenin farklı za-manlarda yapıldığına işaret etmektedir (Resim 7). Ayrıca türbenin, caminin güneyindeki ek birim konulmadan önce varolduğu, buradaki biçimlenişiyle bu ek birimin doğu sınırını çizdiği, fakat bu birimin kubbeli kare bir mekân olması ve mevcut iki üniteli birimin orta aksına oturması gerektiğinden dolayı güney sınırının türbeye göre biraz içerde tutulmak zorunda kalındığı da mantıklı bir düşünce olsa gerektir. Nitekim türbenin, caminin bu ters T biçimli halini aldıktan sonra eklenmiş olduğunu düşünmek, yapı ustalarının türbe duvarını örerken, caminin doğu duvarını hizalamalarına rağmen neden güney duvarını hizalamadıkları sorusunu akla getirmekte ve bunun pek de mantıklı bir davranış olmayacağını düşündürtmektedir.
Fakat asıl sorun, geçiş öğeleri benzer olan türbe ile orijinal olduğu düşünülen tek üniteli cami hariminden hangisinin önce yapıldığına dair asıl kanıtların ortaya konmasındadır. Nitekim her iki birimde de kubbeye geçişler, alttaki kare birimlerin kubbe eteklerinde sekizgene dönüştürülmesiyle, basık sivri kemerlerle desteklenen bu sekizgen kuşağın köşelerde tromplara oturtulmasıyla sağlanmıştır. Bunlar arasındaki tek fark ise, cami harimindeki trompların içinin istiridye kabuğu gibi, türbede ise yatayda birbirine paralel 3 kademe ile biçimlendirilmiş olmalarıdır (Resim 14-15).
Bu noktada geçiş öğelerinden elde edilemeyen ipuçlarını, farklı nitelikli duvar yapım tekniklerinde aramak doğru bir davranış olur. Nitekim, tuğla hatıllı ve kaba yonu taş örgülü cami beden duvarlarındaki almaşık teknik, türbede moloz taş duvar örgüsüne dönüşmüştür. Almaşık duvar tekniğine göre daha ekonomik olan, boyut ve ölçek bakımından da genelde daha mütevazı yapılarda kullanılan moloz taş duvar örgüsü, en erken Anadolu Selçuklu yapılarına kadar inen tarihsel derinliği ile almaşık duvar tekniğine göre daha erken bir duvar yapım tekniğidir (Tanyeli, Tanyeli, 1997). Buna göre, moloz taş duvar örgülü türbe birimi mevcut yapı topluluğunun en eski yapısıdır denilebilir.
Sonuç olarak, söz konusu caminin, Şeyh Yavsi’nin ölüm tarihi olan 1514’te sonra, XVI. yüzyılın ortalarında, oğlu Şeyhülislam Ebüssuud Efendi tarafından babasının kabrinin bitişiğine, üç birimli son cemaat revaklı ve tek üniteli olarak yaptırıldığı, bir süre sonra muhtemelen cemaata dar geldiğinden yanına eş büyüklükte ikinci bir ünite daha eklendiği, bu arada yıkılan veya yıktırılan kubbeli son cemaat revakının yerine, revak derinliği artırılarak ve iki sütun daha eklenerek ahşap strüktürlü bir son cemaat yeri yapıldığı ve yine bir süre sonra caminin çok işlevli kullanılma isteğinden dolayı Zaviyeli cami tipini çağrıştıracak biçimde iki eş üniteli yapının güney duvarının orta aksına kubbeli küçük bir birimin daha eklendiği söylenebilir. Bu haliyle yapı, dış kitle biçimlenmesi bakımından XIV. yüzyılın Zaviyeli camilerini çağrıştırmasına rağmen, iç mekân oluşumu bakımından tek üniteli birimden türetilmiş sıra dışı bir yapı olarak değerlendirilebilir.