Giriş
Ceza ve işkenceler tarih boyunca toplumların yaşadıklar, tarihin sayfalarında hep karşılaşılan ve bilinç dünyamıza girmiş olan olgulardandır. Ceza ve çoğu kez ona bağlı olarak görülen işkence, resmi ve hukukî (veya gayrı resmi) bir düzenleme (uygulama) vasıtası olmanın ötesinde tarihte sosyolojik bazı ilişkilerin anlamlandırılması bakımından da önem taşır. Madalyonun ön yüzünde krallar veya sultanların parlak zaferleri ve icraatları dururken arka yüzünde duran olgulardan biri de ceza ve işkencedir. Elbette hikmet-i hükümet ödülü gerektirdiği kadar cezayı da icap ettirir. Mamafih ceza hukuken bir adalet ve düzen vasıtası olmanın yanında kimi zaman siyasi olarak bir iktidar koruma vasıtası olarak da dikkatleri çeker. Bu makalenin ana konusu Yakın Şark Türk-İslâm devletlerinde devlet idaresinde iktidarın siyasetinde önemli bir rol oynayan ödül ve ceza unsurlarından cezaya dair Memlûkler devrindeki durumu tespit etmektir. Burada devlete “Devlet Baba” veya “Baba Devlet” telakkisi açısından da baksak cezanın ve buna dair hukukun devlette önemli bir yeri olduğunu ve bunun diğer yüzünde de ihsanların ve bağışların bulunduğunu gözden kaçırmadan cezaların siyasi literatürdeki mazmununu göstermeye çalışılacağız.
Sultan, ihsanlarla gönüllerde muhabbet yaratırken, cezalar ve işkencelerle korku ve dehşet oluşturmaktadır. Ancak bu korku (mehabet) zemininin kurulmasında iktidar sahiplerine bahşedilmiş keyfi bir tasarruf hakkından ziyade, geleneği olan hukuki bir zeminde hareket edildiği görülmektedir. Bunlar meşrulaştırıcı sebepler zamanla anlam kaymasına veya kaybına uğrayabilirler. Her çağ başka bir çağa indirgenmeden kendi mantığı içinde anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır. Bu bağlamda Ortaçağlar da kendi ceza mantığı içinde anlaşılmalı ve bu genel çerçeve içinde devletlerdeki durum karşılaştırılmalı ve tahlil edilmelidir. Zira anakronik kolaycılıklarla basit yargılamalar bilimsel olmaktan çok ideolojik bir tavrı temsil ederler.
Ceza, yasalara karşı gelerek suç işleyen kişiye maddi ve manevi acı çektirilmesi ya da suçlunun bir haktan yoksun bırakılmasıdır. Filozoflar, devletin bireyleri cezalandırmasını dört şekilde; yani sırasıyla bir intikam, caydırıcı bir unsur, toplumun korunması ve nihayet cezalandırılan kişinin ıslah edilmesi ya da yeni baştan biçimlendirilmesi olarak haklı göstermeğe çalışmışlardır. Bunlardan birincisi genellike deontolojik (ahlakî) bir konumdan hareketle, diğer üçü ise tipik bir biçimde sonuççu temellere dayanılarak savunulur[1] . Ceza, işlenen suçunun niteliğine ve ağırlığına göre değişir. Bu, suçlunun hayatını (ölüm cezası), bedeninin bir parçasını (elinin kesilmesi gibi), özgürlüğünü (hapis cezası, sürgün ya da gözetim) ya da parasını (para cezası) yitirmesi olabilir. Modern zamanlarda ceza anlayışı giderek değişmeye başlamıştır. Bu anlayışa göre cezanın asıl amacı suçluyu eğitip topluma yeniden kazandırmaktır. Ne var ki, bu anlayışa kolay varılmamıştır.
Ceza mevzu bahis olunca gündeme gelen bir konu olan işkence, ister bedenî isterse ruhî olsun, bir göz korkutma, caydırma, intikam alma, cezalandırma veya bilgi toplama aracı olarak bilinçli şekilde insanlara ağır acı çektirmekte kullanılan her türden uygulamalar olarak görülmektedir; İşkence itiraf almak amacıyla sorgulama taktiği olarak da kullanılabilir. İşkence ayrıca bir baskı yöntemi olarak veya tehdit olarak algılanan toplulukları kontrol altına alma aracı olarak idareler tarafından kullanılmıştır. Tarih boyunca, din değiştirme veya politik yeniden-öğretim (re-education) amacıyla sık sık kullanıldığı da vakidir. Suçludan öç alma ve yaptığını ödetme düşüncesi, cezalandırmada uygulanan ilk yöntemlerdi. Oysa çağdaş uygulamalar daha çok, suçluları bir daha suç işlememeleri için eğitmeye ve suç işlemekten caydırmaya dayanır. Hak ve haklılık kavramının izafi zemininde suç ve ona bağlı olarak gelişen ceza usulleri de değişmiştir. Bunun ötesinde kayıt dışı ceza diyebileceğimiz işkence ise ilişkilerin tabiatında hep olagelmiştir. Bir yerde toplum ilişkilerinin varlığı ve onun ötesindeki mücadele ve çekişmelerin olması hali ilişkilere bir nizam verme gereğini de gündeme taşımıştır. Kanun koyucular muhtelif kaynaklara istinaden hukuk normları oluşturmuşlar ve tanımladıkları suça muhtelif cezalar öngörmüşlerdir. Bunun ötesinde yaşanan mücadele ortamı güce dayalı olarak işkenceyi de gündeme getirmiştir. Kanunun kaynağı her ne olursa olsun, suç ve ceza nasıl tanımlanırsa tanımlansın, insanlar değişik zamanlarda türlü cezalardan nasibdar olmuşlardır. Bu ister hukukun emriyle isterse de hâkim gücün iradesiyle olsun, ceza ve işkence olguları var olagelmiştir. Herhalükarda cezadan murad, failden ziyade fiili cezalandırmaktır. Ferdi olandan çok umumileşmesi muhtemel halin madun kılınması esası önemlidir. Ama bu tespitte de zaman ve şartlara göre izafi olmak maluliyetinden hali değildir.
Yukarıda biraz temas edilen işkenceyi tanımlamak kolay değildir. İşkencenin muhtevasının tam ve doğru bir tanımını yapmak aslında zaman ve mekâna bağlı görünmektedir[2] . İşkencenin modern ve ananevî hukuk içinde değişik değerlendirmeleri yapılmıştır: “Uluslar arası insan hakları belgeleri ve sözleşmelerinde işkence: “Bir şahsa veya üçüncü bir şahsa, bu şahsın veya üçüncü şahsın işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir fiil sebebiyle, cezalandırmak amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya ayırım gösteren herhangi bir sebep dolayısıyla bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızası veya muvafakatıyla uygulanan fizikî veya manevî ağır acı veya ıstırap veren bir fiil anlamına gelir. Modern sözleşmelerdeki bu işkence tarifi ve kapsamı Modern Türk Anayasası tarafından da kabullenilmiştir. Ceza Hukukumuz da bu bağlamda işkenceyi menetmiştir. İncelenen devrin hukukî zeminini oluşturan İslâm Hukukunda ise, işkence Kuran ve Hadis kaynaklı olarak, yasaklanmıştır.”[3] Bu arada işkence ile cezalandırma arasında kesin bir sınırın olmadığı da açık bir şekilde ifade edilebilir. Hiç kimse yaptığının işkence olduğunu kabul etmeyecektir. Her sistemin kendisini ve fiillerini mantığa bürüdüğü haklılıkları vardır. Meşrulaştırıcı gerekçeler hep mevcut olacaktır. Jean D’Arc’ı yakan Kilise asla bunun bir işkence olduğunu kabul etmeyecektir. Bu onlara göre cadılık suçunun sert ve kesin cevabıdır. Ceza ve işkence arasındaki fark büyük oranda birey olarak kurbanın bedenî ve zihnî olarak acıya verdiği tepkiye ve bu kavramların hangi doğrularla meşrulaştırıldığına bağlıdır; hangi şartlarda birinin diğerini içerdiği de göz önünde bulundurulmalıdır. İşkenceyi, cezalandırma sınıflaması içine koyarak mazur göstermeye çalışmak ve dahası bu yolla herhangi bir işkence biçimini kullanıldığını tamamen inkâr etmek, medeniyetin başlangıcından günümüze kadar bir toplum ve devlet geleneği olagelmiş gibi gözükmektedir. Cezalandırma teriminin işkencenin yumuşatılmış bir karşılığı olarak kullanıldığı, neredeyse her yerde görülen bir uygulama olması sebebiyle tanım her zaman muğlak kalmak zorunda gibi görünmektedir. Kanunî ve kültürel tanımlar ve sınırlar işkenceyle cezanın izafi ayrımında eldeki somut verilerdir. Elbette kanunî olanın kabulü ve bunun dogmalaştırılarak tanımda esas alınması her zaman adaletin tecelli ettiğini düşünmek ve devlet-kanun ilişkisindeki izafiliği göz ardı etmek demek de olabilir. Burada suçun tanımı ve kanunun suçluyu belirlemedeki ölçütleri gibi bu çalışmanın konusunu aşan başka hususlar da devreye girmektedir[4] .
Ortaçağlar, cezalar ve işkenceler konusunda, insanlık tarihinin adeta medyatikleştirilmiş bir devridir. Bunda gerçekten ceza ve işkencenin dramatik varlığı kadar modernitenin bu çağı (Ortaçağ) ötekileştirmek dürtüsünün de payı olduğu kanaatindeyiz. Dramatize edilen cezalar ve işkenceler bugün müzelere konu teşkil edecek kadar dikkat çekicidir.
Memlûk Devleti (1250–1517), İslâm ve Türk tarihinin en mühim siyasî teşekküllerinden biridir. Memlûk tarihi bir yönüyle İslâm medeniyetinin Mısır’daki bir tezahürü iken diğer yönüyle de merkezi Asya’dan kopup gelen ve Selçuklularla devam eden tarihî gelişmenin tabiî bir uzantısı olarak Türk adının yeniden bütün kudret ve azametiyle bir kere daha tarihe mâl olduğu bir devirdir. Siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel bakımdan Klasik Orta Zaman nizâmını temsil eden bu devletin teşkilâtı, tarihî tecrübenin ve ihtiyaçların terkibiyle oluşmuştur. Devletin omurgasını Türk ve İslâm devlet geleneği ile mezcedilerek oluşturulan “memlûk nizamı” teşkilâtın tepesindeki sultandan en sade “memlûk” (asker)’e kadar bir askerî ıktâ nizâmı oluşturmaktaydı. Klasik Türk-İslâm devletlerinde görülen bu nizâm Memlûkler devrinde en olgun devrini yaşamıştır. Memlûklerde intisap ve bağlılık çok önemseniyordu. Bu emirle-memluk arasında olduğu gibi hoşdaşlar arasında da önemliydi. Bu bağlılık ve iç disiplin sultanın muhtelif in’am ve ihsanlarıyla[5] olabildiği kadar, hâkimiyeti pekiştirici dehşetengiz cezalar ve işkencelerle de oluyordu. Cezalarda şer’iat esas olmakla beraber örfi cezalar da vardı. Hülasa memlûk düzeninde ödül ve cezaya dayanan bir denge bulunmaktaydı. Cezalar hafif olabildiği gibi, fevkalade ağır ceza ve işkenceler de vardı. Ortaçağların, bir yönüyle iktidar ve güç sultanlığı olan Memlûk Devletinde ceza ve onun ötesinde işkenceye varan uygulamalar kaynaklarda sık rastlanan bilgiler cümlesindendir. Konuya girerken burada bu dönemdeki ceza ve işkencenin şiddeti konusunda verilecek iki örnek konuyla ilgili canlı şahitlik yapacaktır. Örnekler cezayı alan ve veren üzerinden seçilmiştir.
Bir Sultan ve Bir Memlûk: Suç ve Ceza.
İlk olarak Emîr Karasungur ile ilgili şu misal dikkat çekicidir; Emir Muhenna’ya Sultan (en-Nasır Muhammed) tarafından Karasungur’u Haleb’e gönderme emri gönderildi. Karasungur çok korktuğu için oraya gitmek istemediğini söyledi: “Haleb’e dönüşüme gelince, hayır vallahi hayatımı tehlikeye atamam; can tatlıdır; Ben yaşlı biriyim ve işkenceye dayanacak gücüm yok. Eğer onun huzuruna çıktığım zaman anında öldürüleceğimi ve kurtulacağımı bilsem, vallahi gitmekte gecikmezdim.”[6] İkinci olarak uygulanan beden cezaları ve işkencenin boyutları ve çeşitleri hakkında el-Makrizî’nin en-Nâsır Muhammed ile ilgili verdiği şu bilgiler cezalarla alâkalı olarak zikredilmeye değerdir; “Sultan en-Nâsır öldürmekten ve müsâdereden dolayı emirlerin kalplerine mehabet verdi; çünkü bazılarını açlık ve susuzluktan öldürdü, bazılarını boğdurarak öldürttü, bazılarını sürgüne gönderdi ve bazılarını hapse attırdı…”[7] Sultan Kayıtbay (1468-1495) hakkındaki bilgilerde konumuz itibariyle ilginçtir: “Kayıtbay, eşine az rastlanır bir derecede gaddar ve merhametsiz idi. Kamçılamalarda ve işkencelerde hazır bulunmaktan hoşlanır, bazen bilfiil iştirak ederdi.”[8]
Memlûkler devri bir yönüyle iç çekişmeler ve dış mücadeleler tarihidir İçeride emirlerin bitmek bilmeyen mücadeleleri ve dışarıda devam eden Moğol ve Haçlı mücadeleleri gibi harici olaylar bu devrin önemli unsurlarındandır. Esas olarak askerî bir karakteri olan bu devlet “memlûk” denilen askerlere müstenitti. Bu bakımdan başta sultan olmak üzere saray ve çevresi “memlûk” asıllı asker ve kumandanlardan teşekkül ediyordu. Bu hiyerarşik düzende “Sultan”ın mutlak hâkimiyeti söz konusuydu. Bir memlûk emîri sultan olduğu zaman, onun maiyetinde bulunan veya onunla işbirliği yapan ümerâ ve memlûkler de onunla birlikte yükseliyorlardı. Sultan bu bakımdan merkezi konumdaydı; ona intisap ve itaat çok önemseniyordu. Sultan da buna karşılık ihsan ve in’amlarıyla bu grubu desteklemekte ve şereflendirmekteydi. Bütün mansıblar ve tevcihler sultan tarafından yapılıyordu. Bunun yanında sultanın en yakın adamları da kendi çaplarında ihsan ve in’amlarda bulunuyorlardı. Bu toplumda üstâz (üstâd,usta) ile memlûk arasında baba oğul ve hoşdaşlar arasında ise kardeş ilişkisi vardı. Bu kader, menfaat ve görev ilişkilerinin yanında memlûkler arasında rekabet ve çekişmeler de hiçbir zaman eksik olmuyordu. Memlûk toplumundaki bu çekişmeler muhtelif şiddetlerde ceza ve işkenceyi de gündeme getirmiştir. Bu çalışmada bir makale sınırlarında mahdut örneklerle kaynaklarda rastlanılan bazı olaylar münasebetiyle tespit edilebilen ceza ve işkenceler ortaya konulmaya çalışılacaktır. Burada yalnızca iktidar ilişkileri bakımından değil, değişik vesilelerle görülen ceza ve işkencelere de temas edilecektir. Kaynaklardaki bilgilerden yola çıkılarak tespit edilebilen ceza ve işkenceler tasnif edilip bunlara dair örneklerle bir neticeye varılmaya çalışılacaktır. Burada sunulan bilgiler mahkeme ve kadı huzurunda verilen cezalardan ziyade devlet merkezli ve sultanı odak alan bir tarih yazımının bize ulaştırdığı malumattan yola çıkılarak ele alınacaktır. Memlûk hukuk sistemi ve mahkemeleri başka bir çalışmanın konusunu teşkil etmektedir. Daha çok devlete yönelik suçlara dikkat çekilen bir tasarım söz konusu olduğundan ve elimizde Osmanlı Şeriyye Sicilleri gibi çok ayrıntılı bilgiler veren belgeler olmadığından Memlûk vakayinamelerinin sunduğu bilgi ve kurgudan yola çıkarak döneme bakılabilmektedir.
Memlûkler Devrinde Cezalar
Bu giriş mahiyetindeki tespitlerden sonra kaynaklarda tespit edilen bilgilerden yola çıkılarak Memlûklerde uygulanan cezalar (ukubat) ve işkencelerin (ta’zib) genel bir tasnifi yapılmak istendiğinde bunların çok çeşitli olduğu görülecektir: En hafif cezalar, tevbîh, zecr/bahh (azarlamak), ta’zîr (döverek cezalandırmak), celd (sopa ile döverek cezalandırmak), red’ (alıkoymak), takayyud (bağlama), belli bir yerde ikamete zorlama (tahdîd elikâme), ellerinden astırarak bekletmek[9] , aç ve susuz bırakmak ve tersim (tutuklamak) şeklindeydi. Kamçılanarak (mekâri’) cezalandırılma ve tecrîs denilen zil çalınarak ve bir eşek veya devenin üzerine oturtularak teşhir edilme ayrıca dikkati çeken cezalardandı. Ağır cezalar ise tavsît (göbek hizasından ortadan ikiye bölme), tesmîr (ellerden çivilemek), Hıristiyanlar için salb (çarmıha germek), hark (yakmak), ma’sara (pres işkencesi), vücudun bazı azalarını kesmek (özellikle el kesilmesi) ya da koparmak (kat’-ihrâc), tekhîl (gözlerin kör edilmesi), hank, şank (asma), tağrik (boğmak), hançerle öldürme (katl bi’nnemçe), tırnağa şeker kamışı çakmak, kulağa kazık vurmak, azı dişlerini söküp başa çakmak, kaynar kazana oturtmak veya ayak tabanına at nalı çakmak, ateşte kızartmak, deri yüzmek (selh), kazığa oturmak(havzak), canlı canlı toprağa gömdürmek şekillerinde olabiliyordu[10]. Bunların dışında öldürülen insanların kellelerinin teşhiri ve bir yerlere asılması gibi manevi (psikolojik) işkence sayılabilecek beden parçalarına yapılan muamele de vaki idi[11]. Sürgün (nefy) diğer bir ceza idi. Memlûk Devleti’nde el-battâlûn[12]/ elümerâ el-battâlûn[13]/ el-memâlik el-battâlûn[14]/ el-ecnâd el-battâlûn[15]/ el-memâlik elbattâle[16] olarak kaynaklara akseden battâlık; emîrler ya da ecnâddan devletteki vazife, ıktâ ve yerlerini sultanın kızgınlığı sonucu cezalandırılarak kaybeden ya da geçici olarak açığa alınan ve sürülen memlûklerdir[17]. Sultanın kızdığı emîrler herhangi bir yere sürgün edilir ve bu emîrlerin kalacakları yer ve hareket sınırları sultan tarafından belirlenirdi[18]. Battal olan emirlerin sürüldüğü en bilinen yer Kudüs idi. Hapis edilme (sicn/habs) beden verilen cezalar cümlesinde birisiydi. Başlı başına bir konu teşkil eden bu konuya şimdilik kısa bir temasla değinmekle yetineceğiz. Memlûk Devleti’nde bulunan hapishaneler başlıca beş gruba ayrılmaktaydı; emîrlere, memlûklere ve askerlere has olanlar; kadılara mahsûs olanlar; katillere, hırsızlara yol kesenlere ayrılmış olanlar ve yalnız kadınlara mahsus olanlar[19]. Nihayet idam bedene uygulanan cezalardan bir diğeridir. Bu genel giriş mahiyetindeki bilgilerden sonra şimdi Memlûk tarihi boyunca uygulandığı görülen ceza ve işkencelere örnek teşkil edecek olaylardan bazı örnekler verilecektir.
Bu çalışmada amaç cezaların ve işkencelerin sebeplerini ve hangi suça ne ceza verildiğini tespitten ziyade icra edilen bedenî ceza ve işkencelerin türlerini ortaya koymaktır. Bu cümleden olmak üzere Memlûk tarihinin başından sonuna kadar tespit edilen bazı örnekler takdim edilecektir. Bir giriş mahiyetindeki bu deneme şüphesiz ki pek çok örnekle zenginleştirilebilir. Burada tümden gelimci bir metottan ziyade örneklerden hareketle tümevarım anlaşıyı benimsenmiştir.
Tarihî Süreçte Kaynaklara Yansıyan Cezalardan Örnekler Bahrî Memlûkler Dönemi
Cezalar zamana ve duruma göre tüm halk kesimlerine yönelebiliyordu. 1256 senesinde Kahire’de çıkan yangından mesul tutulan Hristiyanların yakılması (hark) emri verilmiş ancak daha sonra para cezasına çevrilerek bu ceza kaldırılmıştı [20].
Siyasi gelişmelere bağlı sorunlar Memlûk Devleti’nde şiddetli cezaların en başta gelen sebeplerinden birisi olmuştur. Sultan Aybek’in 1258 senesinde hamamda boğularak (hankan) öldürülmesinden sonra suçlu olduğu anlaşılan Şecer ed-Dürr öldürülmüş ve bu sıra suçlu bulunan diğer kişiler de cezalandırılmıştı. Kaynak 40 kadar tavaşi’nin tavsit (ortadan ikiye bölme) şekliyle öldürüldüğünü kaydetmektedir[21]. Bu işe karışan huddâmdan bazıları ise çarmıha (sulibe) gerilmişti[22].
Asayişi temin etmek devletin başlıca vazifelerinde biriydi: 1265 senesinde Sultan Baybars halkın durumunu görmek üzere tebdili kıyafet Kalat el-Cebel’den Kahire’ye indiğinde gece bazı kumandanların şahısların bir kadına sarkıntılık eder halde uygunsuz vaziyetini görünce nuvvâb el-vulât ve el-mutekaddiminden bir grubun ellerini kestirmişti[23].
Devlet her zaman sükûnet ve asayişin teminatı olmak zorundadır. Kervanların yürüyemediği bir devlette zaaf kapıyı çalmaya başlar. 1302 senesinde el-Vech el-Kibelî’de bulunan urban yol kesilicilik yapıp tüccarlara zarar verinde bölgeye silahlı bir güç yollanmış ve yaklaşık on bin kişi tavsît yoluyla öldürülmüştü[24].
Yolların güvenliği demek bir anlamda ülkenin ve ticaretin güvenliği anlamını taşıyordu: Sultan Kalavun devrinde, 1282 senesinde yol keserek soygunculuk yapan ve el-Kerîdî olarak bilinen şahıs yakalanmış ve bir devenin üzerine çivilenerek günlerce Mısır ve Kahire çarşılarında dolaştırılmıştı. Bu sırada kendisi aç bırakılarak yiyecek ve içek de verilmemiş, nihayet bu şahıs hapishanede ölmüştü[25].
Dinin Ortaçağ toplum hayatında rolü büyüktü. Bu nedenle din konusunda yaşanan bir zaaf, bu önemli sosyal kuruma zarar gelmemesi için, dikkatle ortadan kaldırılmaya çalışırdı: Sultan Halil Eşref devrinde 1291’de vezir İbn es-Sal’ûs’un aleyinde bulunduğu başkadı İbn Binti el-A’azz’a düzenlenen tertip sonunda Dımaşk başkadısı olarak tayini düşünülürken, şahitlerin ortaya çıkmasıyla, kendisinin hâlâ Hıristiyan olduğu ve bunun alameti olarak zünnarı taktığı ve sefahate daldığı gibi gerekçelerle Sultan nezdindeki itibarı sonlandırılmış ve Sultan kendisine bir eşeğe bindirilerek teşhîr edilme cezası vermişti[26]. Memlûk Devleti tarihinde bu tip makus inişler ve çıkışlar hep olagelmiştir. Saltanat kayığından Nil nehrinin dibini boylamak ya da bitti zannolunurken en zirveye çıkıvermek.
Dine intisab ve ondan dönme aynı oranda getiri ve götürüler içerir. İslâm medeniyetine dayanan bir toplumda dini kavramlı ithamlar ve cezalandırmalar yaşanabilmekteydi. Zındıklık İslâm tarihinde önemli bir ötekileştirme veya durum tespiti kavramıdır: Aynı yıl Feth ed-Dîn Ahmed el-Bakakî el-Hamevî’nin zındıklık suçuyla boynu vurulmuştu. Kendisinin Kur’an ve sünnetle tenakuza düşmesi, haramları helal kılması, âlimlerle alay etmesi gibi sebeplerle zındıklığı sabit olmuş ve cezası infaz edilmişti[27].
Devletin yükseklerinde oturmak “ikbaldir” ama bu aynı zamanda bir “zeval” sebebidir. Kişinin kendisi ve ailesi için facialara yol açabilir: 1291 senesinde Emîr Toruntay öldürüldükten sonra ailesi ve çevresine baskı yapılmış ve hattâ bazı şahıslar pres aletinde (ma’sara/ç.meâsîr)’de işkence görerek (ussira) emîrin malları konusunda sorgulanmışlardı [28].
Memlûkler devrinde cezalandırmaların en sertlerinden biri en-Nâsır Muhammed’in ilk saltanatı sırasında vukubulmuştur. Siyaset ve rekabet Memlûk toplumunda çok öne çıkan kavramlardı. Buna bağlı olarak da şiddetli çekişme ve çarpışmalar: 1294 senesinde en-Nâsır Muhammed b. Kalavun ilk saltanata geldiği zaman Emîr Ketboğa, Eşref Halil’in katillerini yakalatmıştı. Yakalanan şahıslar bağlanmış (kuyyide) ve sonra hapsedilmişlerdi (sucine). Daha sonra Emîr Baybars el-Çaşnigir bu kişilerin suçu sabit olanlar ve olmayanların hepsinin cezalandırılması işini üstlenmişti. Akabinde Emîr Ketboğa bu şahısların ellerinin ve ayaklarının kesilerek bunları develerin üzerine çiviletmişti (tesmîr). Bu hâlde onları Kahire’de dolaştırmış ve meşâiliyye denilen cellad “Efendimizi öldürenin cezası budur” diye bağırmıştı. Daha sonra da bu şahıslar Sûk el-Hayl’da bulunan er-Remle’de tavsît ile cezalandırılmışlardı [29]. Aynı yıl içinde es-Sâhib Şems ed-Dîn b. es-Sal’ûs yakalanmış ve her gece işkenceye tabi tutulmuştu. Kaynakta kendisinin her gün makari’ ile dövüldüğü ve göğsünden meâsîr (pres)’de sıkıştırılarak darbenin altında ölene kadar kadar işkence edildiği kaydedilmiştir[30].
Zevali devlet olunca ricalin hali yamandır: 1297 senesinde naib esSaltana olan Karasungur yakalandığı zaman kâtibi olan Şeref ed-Dîn Yakub ölene kadar dövülmüştü[31].
Halifelik Memlûk Devleti’nde yeniden ihya edilen önemli bir kurumdur. Kahire Abbâsî Halifelerine dair pek çok bilgi kaynaklara aksetmiştir. Bunlardan bir tanesi de bu çalışmanın konusu bakımından dikkat çekicidir. en-Nasır Muhammed 1310’da üçüncü kez sultan olduğu zaman kendisine halife ve oğluyla ilgili şikayetler gelmişti. Halifenin oğlunun sultanın hassa birliklerinden bir kişiyle arkadaşlığı haberi üzerine o kişi sürgüne yollanmıştı. Ayrıca Halifenin eğlenceye daldığı ve güzel yüzlü Ebû Şâme adlı birisiyle samimi olduğu ve yanında sık sık kaldığı haberi de gelmişti. Bunun üzerine câmedar olan bu kişi dövülerek Safed’e sürgüne gönderilmişti. Ayrıca halife ile câmedar arasında habercilik yapan kale müezzinlerinden birisi de dövülerek öldürülmüştü[32].
Sultana saldırı devlete saldırıdır. Ve cezası en ağır şekilde verilirdi: 1334 senesinde Kale’de bulunan camide el-Maksûre es-Sultâniyye’de elinde bıçak olduğu halde Sultan’a saldıran bir kişiye önce çeşitli işkenceler yapılmış (uzzibe bi-envai’l-‘azab), sonra tavsît cezasıyla öldürülmüş, akabinde cesedi Bâb ez-Zuveyle’de asılmıştır [33].
Devlette yükselmek ışıklı bir heyecanken düşmek de karanlık bir zaman demekti. en-Nâsır’ın emîrlerinden Tenkiz gözden düşüp tutuklanmasından sonra çevresindekiler de tasfiye edilmiş ve mallarına el konulmuştu. Bu cümleden olarak Emîr Tenkiz taraftarı olduğu düşünülen Dımaşk emirlerinden üçü tutuklandı. Bunların dışında iki memlûk ve Emir Tenkiz’in Emr-i Ahûr’u olan Tugay’ı ve en kıdemli memlûku olan Cengay’ı getirtip dövdürüp, itirafa zorladılar ve mallarına el koydular. Bundan sonra onları Sûk el-Hayl’da 1339 senesi Temmuzun 15’inde ikiye bölündüler ve asıldırlar. Sonra Emîr Saruca el-Muzafferî’yi yakalayıp kör ettiler (ekhelehu)[34].
İslâm toplumunda dini kavramlar üzerinden siyasi ötekileştirmelere gidildiği hep vakidir: Sultan Hasan devrinde vezirlik makamında bulunan ‘Alam ed-Dîn Abdullah b. ez-Zunbûr’un herkesin dikkatini çeken ve kendisine pek çok düşman kazandıran bir serveti vardı. Vezir nihayet gözden düşüp tutuklandıktan sonra düşmanları kendisinin Hıristiyan olduğu, Kudüs’e gidince önce Kıyamet Kilisesinde namaz kıldığı, el-Aksa Camii’nde ise kılmadığı, hâlâ Hıristiyan olup, İslâm’dan çıktığı haberini yaydılar. Bu sebeplerle İbn Zunbur ağır işkenceler gördü. Zincire bağlanıp iyice dövüldükten sonra sıkma aletine (mengene, mi’sara) konuldu ve ardından üzerine su ve tuz serpildi. Mi’sara, çoğulu me’âsir, bir işkence aleti olup Haçlı Seferleri döneminde Latince’ye geçerek “masseris” oldu. Bu sıkma aleti birbirlerine bağlı iki tahta parçasından oluşurdu. Suçlunun başı, ayakları ve bacakları tahtaların arasına konur ve tahtalar sıkı bir şekilde bağlanırdı. Bu arada bulunan şahsın kemiklerini kırılmasına sebep olurdu[35]. 1352’de İbn Zunbur ve oğlu servet konusunda bilgiler istenerek cevap alınamayınca dövülmüşlerdi. İbn Zunbur’un çıplak olarak dövüldüğü kaydedilmiştir. Emir Sargıtmış kendisi hakkında konuşan İbn Zunbur’un hanımını da sıkma aletine koyarak (’usiret) cezalandırmıştı [36].
İsyan bir devletin varlığı için en tehlikeli konulardan biridir ve sert cezalandırılır. Emîr Tâz isyanını müteakiben İskenderiye’de hapsedilip gözlerine mil çekilmiş daha sonra serbest kalan bu emîr Dimaşk’ta battâl olarak bulunurken 1361 tarihinde vefat etmiştir[37].
Bu devirde görülen cezaların temelde iki konuya dayandığı görülür; ilki asayişin temini ve ikincisi devletin bekasıdır. Görüleceği üzere kaynakların kurgulanmasında devlet üzerinden vaki olaylara bağlı cezalar gündeme gelmiştir. Burada gerek devlet gerekse devlet için özel anlamı olan din gibi konularda vukubulan olaylara dair cezalar söz konusu olmuştur. Bunların yanında aşayişi ihlal eden bazı adi vakalarda kaynaklarda zikredilmiştir.
Burci Memlûkler Dönemi
Din ve ona bağlılıktan ayrılmak konusundaki cezalar Burcî Memlûkler döneminde de görülmeye devam edilmiştir: 1387 senesinde Mihail esİslâmî adlı şahıs Hıristiyan iken ihtida ederek 1387 senesinde sultanın huzurunda Müslüman olmuştu. Kendisi katıra bindirilmiş ve Tacir el-Has görevine atanmış daha sonra ise bu yılın (1388) Muharrem ayında İskenderiye’de görevlendirilmişti. Ancak bu şahsın 50 kişiden 49’nun şahitliği ile zındıklığı sabit olmakla Rebiü’l-Ahir’in 13. günü İskenderiye’de boynu vurulmuştu[38].
Devlet ricalinin belli konulardaki ihmalkârlığı toplum hayatı adına yıkıcı zincirleme bir tehdidi içerir, bu bakımdan önlem alınması zarureti vardır: 790/1388 senesinde Sultan Mukaddem el-Memâlik Bahadır’a Ali elBahr’ın evinde sarhoş olarak bulunduğu için çok kızmış ve onu döverek Safed’e sürülmesini emretmişti[39].
İsyana karşı duruş devletin en temel varlık ve savunma sebebidir; 1389 senesinde Mintaş Sultan’a gittiklerini duyduğu dört emîri çiviletmişti (summira) [40].
Ekonomi ve ona dair şeylerin muhafazası bir anlamda devletin temel esaslarının korunması demektir: Devlet kalp para basanları yakalayınca en ağır şekilde cezalandırıyordu. el-Müeyyediyye medresesinde ikamet eden ehl-i tasavvuftan bir kişide zağl aletleri (kalp para basma) yakalanınca; Sultan bu zatın elinin kesilmesini emretmiş ve ayrıca bu şahıs dövülerek hapse atılmıştı [41]. 1392 senesinde İskenderiye’de darbedilen vezni ve ayarı düşük fulûslar fiyatların yükselmesi ve piyasadaki mal miktarında daralmaya yol açmıştı [42]. 1427 senesinde Barsbay devrinde zağl işiyle uğraşan Nâsır ed-Dîn Muhammed b. el-Ayazî ve adamları yakalanarak cezalandırılmıştı [43]. Vezir Nâsır ed-Dîn Muhammed eş-Şeyhî’nin yanında zağl ile uğraşan kimseler ortaya çıkınca görevinden azl edilmişti[44].
Burcî Memlûkler döneminde ekonomik sıkıntıya paralel olarak bazı sorunların ortaya çıktığı görülür. Bir devletin parasıyla oynamak bir anlamda devletin onuruyla oynamaktı. Ötesi ise ekonomik çöküşe zemin hazırlamaktı. 1455 senesi Ramazanında sahte para (zağliyye) irtikabı işleyen on kişi yakalanmıştı. Bunların hepsinin ortadan ikiye bölünerek (tavsît) öldürülme cezasına çarptırıldıkları görülmektedir[45]. 1460 senesinde Sultan Aynal devrinde ez-zağliyye suçu işleyenlere ortadan ikiye bölünerek öldürülme cezası verilmişti. Bu devirde alınan tedbirlerle gümüşün durumu iyileşmişti[46].
Sultanın gazabı ricali devlet ya da gazabın yöneldiği şahıs için feci bir sonun da gelişi demekti: 1408 senesinde Bab es-Silsile’de Emîr Akberdi, Emîr Comak, Emîr Esenbay et-Türkmanî ve Esenbay Emîr Ahur Sagir sultanın emri ile tavsît cezası ile öldürülmüşlerdi[47]. 1410 senesinde sultan kızdığı bir elçiyi tavsît cezasıyla öldürmüş, yanında bulunan İmam es-Sahra etTürkistanî’yi ise makâri (kırbaç) ile dövdürmüştü. 1414 senesinde Fâris elMahmûdî’nin sultan aleyhine haber taşıdığı ortaya çıkınca önce çivilenmiş (tesmîr) daha sonra ortadan bölünerek (tavsît) öldürülmüştür[48].
Asayiş konusunun önemi ve tedbir alınması zarureti açıktır. Kaynaklar bu konun önemine binaen dikkat çekici bir olayı kaydetmişlerdir. Hırsızlık gibi toplumsal olaylarda cezadan çok umumun hakkının korunması vardır: 1468 senesinde Sultan Kayıtbay, hırsızlık yaparken yakalanan bir şahsın elinin kesilmesini emretmişti. Şahıs önce teşhir edilmiş sonrada eli kesilmişti[49].
Devletin bazı durumlarda görülen öfkeli yüzü Burcî Memlûkler döneminde de kaynaklara yansımaya devam etmiştir. 1469’da Sultan Kayıtbay devrinde Alâ ed-Dîn b. es-Sâbûnîherkesin gözü önünde dövülmüş ve bacaklarına çok sert bir şekilde vurulmuştu. Kendisine 100 bin dinar da nakdi ceza kesilmiş ve Tabakat ez-Zimâm’da hapsedilmişti (tersîm) [50].
İsyanın cezası ve ondan caydırmak adına yapılan şeyler bir devlet için hayati önem taşır: Yine 1469’da Şahsuvar’ın kardeşi Mâl-Bay’ın ve diğer iki emrinin kellesi Kahire’ye getirildiğinde Kahire’de dolaştırılmış ve daha sonra kelleler Bab ez-Züveyle’de asılarak teşhir edilmişti[51].
Ordunun intizam ve nizamının korunması devlet adına çok önemlidir. Zira bir ordu ciddi bir devlete aitse ciddi yönetilir ve iç disiplini ciddiyetle takip edilir: Sultan Kayıtbay devrinde, Memlûk ordusunun yolda ilerlerken veya vardığı yerlerde yağma yapmamasına dikkat edilirdi. 1470 senesinde Dördüncü Şah-Suvar Seferine gidilirken Zagragin köyü yağmalanınca, Türkmân, Ekrâd, ecnâd ve naiplerin memlûkleri zincire vurulmuş; üzerinden çalıntı mal çıkan tavsit (ikiye bölünerek katl) edilmiş ya da topuz, çekiç gibi silâhlarla öldürülmüş, elleri kesilmiş ve çalınan mallar bulunup getirilerek sahiplerine iade edilmişti[52].
Kayıtbay’ın sert mizacı belki de yaşadığı devrin zorluğundan kaynaklanmaktaydı. Cezaların sertleşmesi de bu sıkıntılı şartlarda caydırıcılık adına ortaya çıkmaktaydı: 1470 senesinde, Sultan Kayıtbay evinde battal olarak bulunan Zeyn ed-Dîn Üstadârı yakalatarak getirtmişti. Huzuruna getirildiğinde Sultan onu azarlamış (bahhahu bi’l-kelâm) ve daha sonra kendi huzurunda dövülmesini emretmişti. Öyle şiddetli dövülmüştü ki neredeyse ölecekti. Bunun akabinde Kale’de el-Burc’ta hapsedilmişti; hergün Sultanın huzuruna getirilerek çok şiddetli dövülmekteydi. Nihayet emir elBurc’ta vefat edince Sultan öldüğüne inanmamış cesedi Sultanın huzuruna getirilmiş, yüzü açılarak öldüğü anlaşılınca Sultan cesedi tekmeledikten sonra yıkanıp defnedilmesi için evine göndertmişti. Kaynağın ifadesine göre Bu zat ile Sultan arasında çok eski bir düşmanlık vardı. Sultan tahta geçince böyle intikamını almıştı. Kendisinde çok para olduğunu düşünen Kayıtbay, ondan bunu istemiş, vermeyince de, bu bahane ile onu cezalandırmıştı. Aslen Ermeni olan bu şahıs Yahya b. Abd er-Rezzâk el-Ermenî olarak biliniyordu. Sultan Çakmak devrinde üstadâr makamına yükselmiş ve kaynağın ifadesiyle Memlûk Devletinde çok az kişiye nasip olan bir ikbalin sahibi olmuştu. Kendisi pek çok cami ve medrese de yaptırmıştır. Ancak bu ikbal ve izzet bir süre sonra idbara dönmüş ve emîr Zeyn ed-Dîn malları müsadere edilerek, masara’da işkence edilmiş, pek çok kere dövülerek, Medine ve Kudüs’e sürgün edilmişti. İkbalindeki izzetin hatırası ve kendisine mal edilen mezalimin vebaliyle, Sultan Kayıtbay devrinde bahsedilen işkenceler altında ölmüştü[53]. Memlûkler devrinde pek çok örneğini gördüğümüz ve el-Makrizî’nin eserinin daha en başında yer alan “Allah dilediğini aziz dilediğini zelil eder” ayetine makes olan bu çeşit manzaralar pek çoktur. Sade bir memlûkun dünyaya azametin kulelerinden bakmasının ardından zindanda can vermesi hiçde görülmeyen şeylerden değildi. Bu çalışma vesilesiyle bunun bazı örnekleri tespit edilmiş olmaktadır.
1470 senesinde Emîr Yeşbek ed-Devedâr el-Vech el-Kıbelî’den (Güney Mısır) döndüğünde Memlûk tarihindeki en ürpertici ceza ve işkence örneklerinin de oluşmasına sebep olmuştu. Yaklaşık 7 ay bölgede kalan Emîr Yeşbek daha önce hiç duyulmamış zulümler (mezâlim) yapmıştı. Buradaki urbanı tedib için gönderildiği anlaşılan Emîr Yeşbek’in söylendiğine göre Mahmûd Şeyh b. Adiyy adlı kişiyi ateşte kızarttırmış (şevâ bi’n-nâr), urbandan bir grubu kazığa oturtmuş (havzaka), bir grubun derisini yüzdürmüş (selh) ve bir kısmını da canlı canlı toprağa gömdürmüştü. Daha önce kimsenin yapmadığı çok çeşitli işkenceleri (azab) yapmıştı. Kendisi dönüşünde pek çok ganimetle gelmiş ve Kale’ye çıktığı zaman Sultan Kayıtbay tarafından çok iyi karşılanmış, kendisine hilat giydirilmişti[54]. Bu olay Sultanın iktidarı ile ceza ve işkencenin paralelliği arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
İsyana dair ceza haberleri kaynakların sıkça aktardığı bilgilerdendir: 1471 senesinde Yeşbek, Kanıbay idaresindeki Ayıntâb’ı on günlük bir kuşatma sonrasında Şahsuvar’ın adamlarından geri aldığı haberini yollamıştı. Bu kuşatmada Ayıntâb’ın burçlarından “Burc el-Mâ” yıkılmıştı. Bu yenilgiden sonra Şahsuvar takip edilerek yakalanmış ve 1472 senesinde kardeşleriyle beraber Kahire’de Bâb ez-Zuveyle’de asılmışlardı [55].
Bahsedildiği üzere paranın değerinin düşmesi devletin düzeninin bozulması demekti. Bunu yapanın cezası da çok ağırdı: 1484 senesinde Sultan Kayıtbay Miskâl isimli re’s en-nevbe es-sikâ olan tavâşinin Mekke’ye sürülmesini emretmişti. Bu durumun sebebi Sultanın bu kişinin mağşûş dirhemler (derâhim mağşûşe) bastığını öğrenmiş olmasıydı. Bu kişiyle beraber Atâbek Özbek’in memlûklerinden Temürboğa isimli bir kişi de yakalanmıştı. Miskâl’in evinde sahte para (ed-derâhim ez-zağl) basımında kullanılan bir alet de (alet ed-darb) bulunmuştu. Sultan önceleri bunların ellerini kestirmeye niyetlenmişse de daha sonra onları bağışlamış, Miskâl es-Sâkî sürülmüş ve Temürboğa hapsedilmiş ve ölene kadar burada kalmıştır[56]. Yine 1495 Cumade’l-Ulâ’sında Sultan Kayıtbay sahte para (ed-derâhim ez-zağl) darb eden sekiz kişinin ellerinin kesilmesini emretmişti. Bunlar arasında seksen yaşını aşmış bir kişi de bulunmaktaydı. Bunlar Sultanın emri uyarınca elleri kesilerek Kahire’de teşhir edilmişti[57]. Sultan el-Gavrî devrinde zağl işiyle uğraşanlar yakalandıklarında eşek üzerinde götürüldükleri sırada meşailiyye denilen görevliler münâdi olarak durumu ilan ediyorlardı [58]. 1505 senesinde Sultan el-Gavrî devrinde el-Etrâk’tan mutasavvıf eş-Şeyh Santabay adlı Sunguriyye medresesinde kalan kişi sahte dirhem ve dinârlar (ed-derâhim ve ed-denânir ez-zağl) bastığı gerekçesiyle Sultana ihbar edilmişti. Bunun üzerine Sultanın bu kişiye karşı olan tavrı değişmişti. Yakalanmak için evine gelindiğinde sahte paralar (darb ez-zağl) bulunmuştu. Onun yanında bu işle uğraşan bir grup bulunuyordu. Sultan ellerinin kesilmesini emretmişti. Korkmas el-Atâbekî onun affedilmesi için araya girince ellerinin kesilmesi cezasından kurtulmuş ve battâl (sürgün) olarak Kudüs’e sürülmüştü[59]. 1509 Rebiü’l-Ahir’inde Cemâl ed-Dîn ez-Zağlî yakalanmış ve Sultan bu kişinin asılmasını emretmişti. Eşeğin üstünde çıplak (uryan) olduğu hâlde teşhir edilmiş, el-meşâiliyye denilen kişiler bağırarak durumu ilan ettikleri hâlde ümerâ el-aşarât’tan Temürbey’in evine getirilmiş ve evin kapısında asılmıştı. Onunla beraber aynı zamanda bu suçu işlemiş olan beş kişi daha idam edilmişti[60].
Burcî Memlûklerdöneminde de cezaların Bahrî Memlûkler döneminde olduğu üzere asayiş ve devletin bekası kaynaklı olduğu görülmektedir. Ancak bu devirde özellikle ekonomik durumdaki hassasiyet bağlamında sahte para basanlara verilen cezalar dikkat çekmektedir.
Hülasa, bir yönüyle salt hukuki bir olgu olmanın ötesinde ceza ve işkencelerin şahsi ve toplumsal ilişkileri anlamlandırma ve açıklamada epistemolojik/bilgi değeri bulunduğu söylenebilir. Bunun ötesinde var olan cezanın ruhî/soyut/ontolojik hakikati tarihi süreçte, gerçekliklerini toplumdan topluma değişen doğrularla elle tutulur bir ceza kültürü oluşturarak ete kemiğe bürünür ve bilgi noktasında bir anlam da taşır. Ceza ve işkenceler epistemolojisi izafi ve ontolojisi değişken bir yapıdadır. Memlûkler devrinde bu makalenin ele almadığı pek çok nedenle bedenî cezalar ve işkence uygulandığı görülmektedir. Bu uygulama hâkim bir sınıfın ötekilere uyguladığı kontrolsüz şiddet olmaktan çok, iktidarın ceza ve ödül gerektiren yönünün bir tecellisi olmak özelliği taşır. Sultanın ihsanları kadar cezaları da câridir. Bunlar bazen hafif bazen şiddetli yoğunlukta gerçekleşmiştir. Çok sembolik bir tarafı da bulunan işkence Emîr Kara Sungur örneğinde vecizeleşir bir bakıma; ölümü yeğleten bir caydırıcılık. Ama hiç kimse işkence yaptığı düşüncesinde değildir. Vaki durum, işlenen fiilin karşılığıdır ve hak edilmiştir. Ancak sadizm ve mazoşizm gibi psikolojik sorun sonucu olan işkence, bize uzak ve varlığı belgelenemeyen bir durumdur. “Cadı Avı” fenomeni ise medenî ve kültürel çerçevesi itibariyle Memlûkler devrinin çok yabancısı olduğu durumlardandır. Ve elbette Memlûkler dünya üzerindeki tek ceza uygulayan devlet değildi. Memlûkler devrinin bir bölümü itibariyle çağdaş olduğu İngiltere’deki Tudor hanedanı (1485-1603) dönemi işkenceleriyle karşılaştırdığında idam, yakma, kırbaç, dövmek amacıyla zincire vurma, nehire batırma, kızgın demirle dağlama, boyundurukla gezdirme, işkence masasında yapılan işkenceler, Leominister suya daldırma makinesi[61] gibi yöntemlerle cezaların verildiği göz önüne alınırsa modern anlamda çok zalimce görülen uygulamaların dünyanın pek çok yerinde aşayişi sağlama adına uygulandığı da görülecektir. Yine Tudorlar devrinde Londra Kulesi işkencelerle şöhret bulmuştu. Ortaçağlar için benzer devirlerdeki daha etraflı karşılaştırmalar kavram olarak işkencenin ve bir anlamda cezanın daha iyi tanımını yapmamızı sağlayacaktır. Neticede esas olan bir taraf için en azından suçu ve suçluyu önlemektir. İncelenen devirde yöntemler bazen zalimce görülse de kurumsallaşmış bir işkence kültüründen ve despotik bir idarenin varlığından söz etmek zordur. Zira cezalar görüleceği üzere suça verilmekteydi. Şahsi bir sadizmden çok toplumsal bir asayiş güdüsünün tezahürü olarak görünmektedir. Memlûkler devrindeki duruma dair sunulan bu çalışma daha ilerdeki genel değerlendirmelere katkı sağlamayı hedeflemektedir. Devlet denilen devin gülen yüzü kadar asık suratı da belgelerden bize ulaştığınca ortaya konulmuştur. Ama son sözü söylemek için son bilgiye kadar bakıldığını söylemek için henüz çok erkendir. Neticede değişken tarih bilgisi önümüzde bir bilgi ve yorum alanı daha sermiş bulunmaktadır. Suç ve ceza bir devrin makûs yüzü olabildiği gibi başka bir devre kapı da açan ve derin felsefi tartışmaların ve romanların konusu olan önemli kavramlardır. Bir dönemin suçluları talihin rüzgârı tersten esiverince diğer dönemim kanun koyan meşruları olarak önceki devre suç isnat etmektedirler. Memlûk tarihinin arkeolojisinde dileriz ortaya konulan bilgiler Memlûk Devleti’nin tarihinin bilgisinin yeniden kurgulanmasında ve anlaşılmasında yol açıcı olur. Tarih ne övünülmek ne de yerinmek alanı değil bilakis madalyonun bütün yüzlerine bakılarak en azından gerçeğe yakını anlamaya çalışmanın sahasıdır. Bir bestenin pes sesleri kadar tiz sesleri olduğu da unutmamalıdır. Memlûkler devrinin biraz da şiddet gösteren bu yüzü gerçeğinin kaynaklara yansıyan bir parçasıdır ve onun var oluşunun elemanlarından biridir. Bu nedenle tarihe çok yönlü ve güçlü bir tefekkürle bakmak zarureti vardır. F. Nietzsche’nin dediği gibi “Tarih ancak güçlü kişilikler tarafından çekilip taşınır, güçsüzler ise bütünüyle söndürürler onu.”[62] Bu sözler Marc Bloch’un “Tarihin tarihçiler elinde yok edildiğini görmek acı verici bir olaydır”[63] tespitleriyle desteklediğimizde daha anlamlı bir hale gelmektedirler. Var olan tarih ile nesneleştirilen tarihin tarihçilerin bilinç dünyasında nasıl bir kurgu süzgecinden geçebileceği dikkatle takibi gereken bir husustur.