GİRİŞ
Bu makalede Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 yılına kadar devam eden ve hukuk tarihi bakımından klasik devir olarak bilinen zaman zarfında mahkeme kararlarının kontrol usul ve teşkilatı incelenmeye çalışılmıştır. Öncelikle belirtilmelidir ki Osmanlı hukuku, İslâm hukuku tatbikatından başka bir şey değildir ve bu hukukun usul ve prensipleri Osmanlı Devleti’nde de aynen ve hatta geliştirilerek uygulanmıştır. Ülkemizde İslâm hukukunda olduğu gibi, Osmanlı uygulamasında da mahkeme kararlarının kontrolü ile ilgili müstakil hiç bir çalışma yapılmadığı, ancak genel tarih ve kurumlar tarihi ile ilgili araştırmalarda konuya kısaca değinildiği görülmektedir. Arşiv vesikaları da bu konuyu yeterince aydınlatıcı durumda değildir. Öyle ki, arşivlerdeki hükümlerde yalnızca dâvânın safahatı özetlenip tarihçesinden bahsedilmediği için, hükmün birinci derecede mi, yoksa istinafen mi verildiğini anlamak imkânı ne yazık ki çoğu zaman bulunmamaktadır. Bununla beraber yeri geldikçe gerek İstanbul Şer’iyye Sicilleri ve gerekse bilhassa Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki vesikalardan olabildiğince istifade edilmiştir. Ayrıca teşkilât tarihleri, siyasetnâmeler, adaletnâmeler, hâtıratlardan faydalanılmış, yakın devirlerde konuyla ilgili kaleme alınan eserlere başvurulmuştur. Makalenin birinci bölümünde klasik devir Osmanlı adliyesi hakkında genel bilgiler verilmiş; ikinci bölümde ise Osmanlı hukukunda mahkeme kararlarının kontrolü mâhiyet bakımından incelenerek bu iş için getirilmiş usullerin özellikleri üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölümde mahkeme kararlarının kontrol mercileri, son bölümde ise mahkeme kararlarına itirazın etkisi anlatılmıştır.
Mahkeme kararlarının kontrolü (bugünki adıyla kanun yolları) İslâm hukukunda da vardı; ancak Batı hukukundaki kanun yolu usullerinden biraz farklıydı. Öncelikle bugünki şekliyle istinafa rastlanmamaktadır. Çünki bir kere İslâm hukuku coğrafyasında Avrupa hukukundaki istinafı doğuran âmillerin başında gelen feodalite yoktu. Tarihî bir gerçektir ki, Avrupa’da krallar, feodal beylerin baktıkları dâvâlara yeniden bakarak bunların yargı yetkisini kırmak ve hukuku merkezîleştirmek maksadı ile istinaf ve temyiz müesseselerinden faydalanmıştı. Ayrıca Batı hukukundan hayli farklı bir yapıya sahip olan İslâm hukukunda hâkimler benzer hâdiselerde çeşitli hukuk ekollerine âit hükümleri uygulayabilirlerdi. İctihad ile ictihadın bozulamayacağı prensibi gereği, bir mahkeme hükmünün diğerine üstünlüğü yoktu. Ayrıca İslâm hukukunda da, monarşilerde rastlandığı üzere, hâkimler hükümdarın yargı otoritesini onun adına kullanan vekillerdi ve aralarında hiyerarşi söz konusu değildi, bir başka deyişle bütün mahkemeler eşit statüdeydi. Diğer yandan ister istemez hâkimlerin kendilerini tâyin eden siyasî otoritenin hiyerarşik yapısının etkisi altında kalması da bu hukuk sisteminde kanun yolu mekanizmasının siyasî otoritenin yapısına paralel doğmasına ve gelişmesine sebep olmuştur. Nitekim İslâm hukuku ve bunun klasik devir Osmanlı uygulamasında hâkimler belli yargı çevrelerinde hükmetmekle görevlendirilmiş bağımsız birer hukuk otoritesi olduğu ve devlet başkanı bile bunlara belli istikamette karar vermeleri hususunda baskı yapamadığı için hâkimlerden şikâyet ile hükme itiraz bir arada değerlendirilmiş, bir mahkeme hükmünün hukuka aykırılığı kanaati doğmuşsa hükmü veren hâkim kendisini tâyin eden devlet başkanına, dolayısıyla hükümdar divanı ve bir idare mahkemesi mâhiyetindeki divan-ı mezâlime şikâyet olunmuş, bunun neticesinde hüküm de kontrol edilmiştir. Dolayısıyla hukuka aykırı hükümlerin eski Roma’daki gibi, zaten baştan beri bâtıl olduğu böyle bir sistemde, mahkeme kararlarının kontrol edilip düzeltilmesinden çok, hâkimlerin kontrol edilip gerektiğinde görevden alınmaları ve hatta cezâlandırılmaları tercih edilmiştir. İslâm ülkelerinde, ezcümle Osmanlı Devleti'nde kadılar cemiyette saygın bir yeri olan, sağlam bir hukuk bilgisiyle donanmış kimselerden tâyin edilerek muhtemel adaletsizliklerin önüne geçmek istenmiştir. Halk da çoğunlukla bunlara güvenmiştir. Her ne kadar teorik bakımdan bağlayıcı olmasa da fetvâ kurumu, ayrıca mahkemelerin aleniyeti ve şühûdü'l-hâl denilen kimselerin mahkemede hazır bulunarak hükmü imzalamaları, hâkimleri hukuka uygun davranmaya sevkeden başlıca âmiller olmuştur. Toplum hayatının ve hukukî ihtilafların basitliği, muhakemenin ve mahkeme kararlarının da fazla çetrefil olmaması sonucunu doğurmuştur. Hükümlerdeki hukuka aykırılık, hukuk normunun yanlış uygulanmasından değil, hâkimlerin zaman zaman hukuka aykırı davranmalarından (rüşvet alma, taraf tutma, dâvâya bakmama gibi) doğmuştur. Bütün bunlar, kanun yollarının bilhassa istinaf kurumunun bugünki anlamıyla gelişmesine elvermemiştir. Bununla beraber modern müellifler, İslâm hukukunun günümüzdeki haliyle istinafa elverişli olduğu görüşündedirler. İslâm hukukunda istinaf vardı, ancak devlet başkanının izniyle tatbik edilebilirdi. Böylece bu iki görüşün arası uzlaştırılabilir.
slâm hukuku ve bunun klasik dönem Osmanlı uygulamasında, hukuka aykırı mahkeme kararlarının kontrolü için kendisine has bir takım yollar kabul edilmişti. Öncelikle hatâlı verilmiş bir mahkeme hükmünü, o hükmü veren hâkim bizzat veya talep üzerine düzeltebilirdi. Hâkimin buna yanaşmaması veya bunun mümkün olmaması durumunda, o hüküm bir başka hâkime götürülerek hukuka aykırı olduğu ortaya çıkarsa yeniden o dâvâya bakılabilirdi. Nihayet devlet başkanı (halîfe, hükümdar) ve vâlilerin divan-ı mezâlim adıyla kurdukları yargı mercileri de halkın bu yoldaki şikâyetlerini inceleyip karara bağlardı. Görülüyor ki hükümdar, diğer klasik hukuk sistemlerinin hepsinde olduğu gibi hâkimleri ve kararlarını kontrol ve gerektiğinde bozma yetkisini elinde tutmuştur. Ayrıca İslâm hukukunda devlet başkanı (hükümdar), sahip olduğu yargı otoritesini kullanmak üzere genellikle kâdıyü'l-kudât (Osmanlılarda kazasker) veya nâdiren vâliyi vekil eder, bunlar da kadıları tâyin ederdi. Ayrıca kadılar da dâvâların çokluğu, yargı çevresinin uzaklığı gibi durumlarda nâib görevlendirebilirdi. Bu kişiler sırayla birbirlerinin nâibi, yani vekiliydiler ve her birisi nâibini ve dolayısıyla kararlarını kontrol ve gerektiğinde bozma hakkına sahipti. İşte bu, İslâm hukukunda ve bunun klasik dönem Osmanlı uygulamasında kanun yollarının esaslarından birini oluşturur. Bununla birlikte bu durum, hâkimlerin bağımsızlığı prensibine gölge düşürmemiştir. Mülkî âmirler hiçbir zaman hâkimlerin âmiri konumunda değildi. Çünki hâkimler doğrudan kendisini tâyin eden ve devletin yasama, yürütme ve yargı fonksiyonunu elinde tutan makama, yani devlet başkanına (hükümdara) bağlıydı. Kaldı ki devlet başkanı bile gerekçe göstermeksizin hâkimlere verdikleri hükümleri değiştirmeleri veya kendi arzuları yönünde hüküm vermeleri hususunda emretme hakkını hâiz bulunmuyordu.
Mahkeme kararındaki hukuka aykırılıklar, hukuk normunun yanlış tatbiki, hâkimin hükmederken ihtisası dışına çıkması, hüküm sebeplerindeki hatâlar ve hâkimin töhmet altında davranması şeklinde tezahür ederdi. Kendisine başvurulan makam hükmün hukuka aykırı olduğu kanaatine varırsa bunun -eski Roma’daki gibi- baştan itibaren bâtıl olduğunu tesbit ederek yeniden dâvâya bakıp sonuçlandırır yahud duruma göre hükmü veren veya bir başka mahkemeye havâle ederdi. Buna istinaf denirdi, bir başka deyişle istinaf temyizden sonraydı. Usulüne uygun olarak görülüp çözülmüş bir dâvânın tekrar görülmesi ancak devlet başkanının maslahatı gözeterek vereceği izinle olurdu, bunun neticesinde verilen hüküm hukuka uygun ise tasdik edilirdi. Hükme itiraz prensip itibariyle infazı durdurmamaktaydı. Ancak ağır cezâ dâvâlarında resen ve resmen temyize benzer bir durum sözkonusu olduğundan infaz tehir edilirdi. İtiraz yerinde görüldüğü takdirde gerekirse devlet hazinesinden tazminde bulunulur, bilahare ilgililere rücu edilirdi.
I. KLASİK DEVİRDE OSMANLI ADLİYESİ
Daha önce de söylendiği gibi, Osmanlı Devleti'nde, adlî teşkilât ve usullerin İslâm hukukuna göre düzenlendiğine şüphe yoktur. Şu kadar ki Osmanlılarda bu teşkilât ve usuller geliştirilmiş ve kendine has bazı yeni kurumlar oluşturulmuştur[1].
Osmanlı hukukunda yargı otoritesi padişahta olup, padişah bu yetkisini kadılar aracılığıyla kullanmaktaydı. Dolayısıyla padişahın yargı yetkisini kadılara devrinin vekâlet akdi çerçevesinde cereyan ettiği Osmanlı hukukunda, müvekkil (padişah), her zaman vekilinin (kadı’nın) hüküm ve tasarruflarını kontrol ve gerektiğinde iptal etme; gerekirse bizzat yeniden yargılama yapma veya bir başkasını bu işle görevlendirme yetkisini teorik olarak hâizdir. Osmanlı Devleti’nde de ilk olarak Osman Gâzi tarafından kadılar tâyin edilmiş; Sultan I. Murad zamanında da önceki İslâm devletlerindeki kâdiyü’l-kudatlığın benzeri kazaskerlik kurumu ihdâs edilmiş, kadıların tâyini artık bu makamın teklifiyle olmuştur. Daha sonra bu makam Rumeli ve Anadolu kazaskerliği olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bunlar Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfı adı verilen ve kazâ, fetvâ ve tedris (öğretim) işleriyle uğraşan sınıfın başı; ayrıca kadıların zâtî işleri ve haklarıyla ilgilenmekle görevliydiler. Osmanlı ülkesi kazâ adını taşıyan yargı çevrelerine taksim edilmişti. Bunların her birine medreselerin yüksek sınıflarından mezun olmuş üstün ahlâk ve ilmî ehliyet sâhibi kimselerden iki yıllığına kadılar tâyin edilirdi. Mekke, Medine gibi mûtenâ yerlerde bu süre bir yıldı. (Günümüzde noterlikte olduğu gibi) sırada bekleyen herkesin göreve tâyin edilebilmesi ve kadıların gittikleri yerlerde halkla içli-dışlı olmalarına yol açmamak maksadıyla tesbit edilen bu bir veya iki yıllık süre sonunda kadılar merkeze gelerek yeni bir göreve atanmalarını beklerlerdi. Bu bekleme süresinde de nazarî bilgilerini geliştirebilir, böylece teori ile pratiği birarada yürütme imkânı bulabilirlerdi. Kadılar önceleri kazaskerin arzı ile padişah tarafından tâyin edilirken, Fâtih Sultan Mehmed devrinden itibaren kazaskerin teklifi üzerine vezîriâzamca tâyin edilmeye başlanmıştır. Bazı büyük kadılıklara (mevleviyyet), XVI. asırdan sonra giderek kazaskerliğin önüne geçerek ilmiye sınıfının başı durumuna gelen şeyhülislâmlık makamının teklifi üzerine vezîriâzam tâyinde bulunmuştur[2].
İşleri yoğun olan yerlerde kadılar kendilerine kadılık vasıflarını hâiz kimselerden vekiller seçebilirlerdi. Bunlara nâib denirdi. Kimi zaman uzak yerlere tâyin edilen kadılar görev yerlerine gitmeyerek merkezde kalır ve yerlerine nâib tâyin ederlerdi. Önceleri kadıların muayyen maaşları yoktu, önceleri vakıf gelirleriyle ve bilahare de mahkeme gelirleriyle geçinirler, yanlarındaki nâib, kâtip, muhzır ve mübâşir gibi görevlilerin maaşlarını da kendileri karşılarlardı. Kadılar, dâvâ görmenin yanısıra, bulundukları yerin idare, mâliye ve belediye işlerine de bakarlardı O devirde muayyen mahkeme binâları yoktu. Kadılar ya evlerinde veya câmilerde dâvâ dinlerlerdi. Hatta bazen yolda giderken bile kadıya başvurup dâvâsını arzedenler olur, hemen ayak üzeri dâvâ görülüp karar verilirdi. Kadılar birbirlerinden rütbe ve gelir bakımından ayrılırlardı. Bunun dışında aralarında bir hiyerarşi söz konusu değildi. Mahallî idareci ve mülkî âmirlerin de kadılar üzerinde denetim yetkisi bulunmuyordu. Kadılar merkezden tâyin edilir ve doğrudan merkezle yazışmalarını yürütürdü. Mahkemelerde, fıkıh kitaplarında kodifiye edilmiş İslâm hukuku uygulanır ve verilen hükümler derhal kolluk görevlileri (merkezde çavuşbaşı, taşrada subaşı vs.) tarafından yerine getirilirdi. Verilen karara itirazı olan bunu başşehirdeki Divan-ı Hümâyun’a götürebilirdi. Divan hükmü inceler, hukuka aykırılık görürse dâvâyı yeniden görülmek üzere ya hükmü veren veya başka bir mahkemeye gönderir, yahud da dâvâya bizzat kendisi bakarak neticelendirirdi. Divan’ın kararına karşı da herkesin padişaha başvurma hakkı vardı.
Bu devirde Osmanlı Devleti’nde her kazâ çevresinde bulunan ve kadıların başkanlık ettiği şer’iyye mahkemeleri dışında merkezde bulunan Divan-ı Hümâyun, vezîriâzam divanları ile kazaskerlerin, ayrıca esnaf üzerinde lonca ve benzeri meslek teşekkülleri ile muhtesiblerin, malî konularda defterdarların, askerler üzerinde yeniçeri ağası ve kaptan-ı deryâların, tarikat mensupları üzerinde şeyhlerinin, Hz. Peygamber soyundan gelenler üzerinde nakî büleşrafların, öte yandan taşralarda -bilhassa tımar ve arâziyle ilgili konulardabeylerbeyi ve sancakbeyleri divanlarının da bir takım yargı yetkileri vardı.
II. MÂHİYET BAKIMINDAN MAHKEME KARARLARININ KONTROLÜ
Yukarıda da geçtiği üzere, zaten Avrupa’da câri feodalite usulüne yabancı olan Osmanlı Devleti'nde mahkeme kararlarına karşı itiraz mekanizması, bilhassa istinaf, otoritenin merkezîleşmesi için gerekli görülmemiştir. (Çünki önemli sayılan dâvâlar icabında merkezdeki mahkemelerde görülebilmekteydi, hatta denilebilir ki, bu mahkemelerin iş yükü oldukça fazlaydı. Devletin yargı fonksiyonu çoğu zaman neredeyse bizzat merkezdeki mahkemeler tarafından yerine getirilmekteydi. Mahallî mahkemeler, -aşağıda açıklanacağı üzere- çeşitli sebeplerle bilhassa cezâ dâvâlarında çoğu zaman dâvâyı merkeze havâle eder, kendisi de daha çok nizâsız yargı ile uğraşır, bir başka deyişle noter fonksiyonuyla yetinirdi. Dolayısıyla üst kontrolü yapacak olan yargı mercii, zaten birinci ve son derecede dâvâ dinleyip karar vermiş oluyordu.)
Osmanlı Devleti'nde de kadılar muhakeme bakımından birbirleriyle eşit statüde olup aralarında hiyerarşi sözkonusu değildi. Ancak aralarında rütbe, maaş, mansıp bakımlarından farklılık vardı[3]. Bununla beraber İslâm hukukunun önceki tatbikatının aksine Osmanlı Devleti'nde bir adlî hiyerarşinin varlığı fikrini savunan yazarlar da vardır. Bunlara göre adlî hiyerarşinin varlığı, Abbasîlerde olduğu gibi Osmanlılarda da zayıf da olsa kanun yolu mekanizmasına rastlanmasına imkân vermiştir[4]. Nitekim bu görüşte olan müellifler üst dereceli kadılıkların (mevleviyyet) diğer kadı hükümlerine karşı gidilebilecek temyiz ve istinaf mahkemeleri olduğunu söylemişlerse de[5] bunu kabul etmek pek mümkün değildir. Çünki Osmanlı Devleti’nde kadılar eşit statüdeydiler, aralarındaki farklılık kıdem, mansıb ve maaş bakımındandı. Böyle olunca Osmanlı Devleti'nde padişah emri ve izni bulunmaksızın, bir kadı hükmünün hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle bir başka kadı önüne götürülmesine prensip olarak imkân yoktu. Bununla beraber Mısır'da bu usul 1786 yılında olağanüstü yetkilerle ve âsâyişi sağlama göreviyle bölgeye gönderilmiş olan Kaptan-ı Deryâ Cezâyirli Hasan Paşa tarafından çıkarılan bir emirnâmeyle kaldırılıncaya kadar tatbik edilmiştir, Mısır’da, Fransız işgâli sıralarında kazasker divanı, mahkeme kararları için bir kontrol mercii olmuştur[6].
Öte yandan Osmanlı Devleti'nde yargı yetkisi mekân ile de kayıtlandığından, bir başka deyişle kadılar ancak tâyin edildikleri yargı çevresindeki (bu mahalle de kazâ denilmektedir) kişilerin dâvâlarını görebileceklerinden, başka bir yargı çevresine âit dâvâyı -kendiliğinden veya tarafların talebi üzerinegörmeye bu bakımdan mezun değildiler[7]. Bu sebeple Osmanlı hukukunda istinafın gelişmemesini, kadıların hükümlerinin yazılı bulunmaması, bunun için de o hükümden tatmin olmayan kimsenin bu hükmü yok farzederek bir başka kadıya gidip hüküm çıkartabilmesi imkânına bağlamak doğru değildir. Kaldı ki mahkeme kararları titizlikle kaydedilirdi. Bu sebeple bir mahkeme tarafından usulüne uygun bakılıp neticelendirilen bir dâvâ hakkında kazıyye-i muhkeme (kesin hüküm) meydana gelirdi. Artık bu dâvâ aynı veya başka bir mahkemeye götürülemezdi. Bunun istisnâsı merkezdeki Divan-ı Hümayun’dur. Divan, zaten eşit derecede olağan bir mahkeme değil; bir üst yargı merciiydi. Her çeşit dâvâya bakmak hususunda padişah tarafından genel izinli kabul edilirdi.
Şer'î hukukta, kadıların nâib görevlendirmelerine izin verilmiştir. Osmanlı Devleti'nde de böyleydi. Ancak bunlardan Anadolu ve Rumeli'ndekilerin kazasker tarafından tasdiki gerekirdi. İstanbul'daki kadıların nâib tâyinleri ise İstanbul kadısı tarafından tasdik olunurdu[8]. Kadılar, kazaskerin, dolayısıyla padişahın nâibiydiler. Merkezde oturan kazaskerler taşrada kazâ görevini yerine getirmek üzere vekiller tâyin ederdi. Nitekim nâib sözü de vekil mânâsına gelmektedir. Kazasker de padişahın nâibi mevkiindedir[9]. Bununla beraber genellikle kazâlarda adlî işleri gören hâkimlere kadı denildiği için ancak bunların vekillerine nâib adı verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde klasik devirde o beldenin yerlilerinden nâib tâyini yasaktı; ancak Tanzimat’ın başlarında 1838 tarihli Tarîk-i İlmiyye’ye Dâir Cezâ Kanunnâmesi ile bu yasak kaldırılmıştır[10]. İster kazâya mezun bulunsun, isterse bulunmasın, İslâm hukukundaki vekâlet akdi çerçevesinde tâyin edilen nâibler, müvekkil vekilini kontrole yetkili olduğu gibi, kendilerini tâyin eden makamın kontrolü altındaydılar[11]. Verdikleri her çeşit adlî hükmü, bağlı bulundukları kadılara ma'ruz şeklinde arzederlerdi. Bu da, kadılar bu ma'ruzları tedkik ve tasdik ettikten sonra hükümlerin infaz olunduğunu akla getirmektedir[12]. Ancak muhtemeldir ki, İstanbul gibi her biri müstakil mahkeme hâlini almış bir çok nâiblikten müteşekkil kazâ çevrelerinde, bu tedkik ve tasdik işi çoğu zaman formaliteden ibâret kalmıştır. Eldeki vesikalardan da anlaşıldığına göre, Osmanlı nâibleri daha ziyâde bir çeşit müstantık (sorgu hâkimi) olarak çalışmışlardır. Öyle ki kimi zaman dâvâ ile ilgili keşf ve tahkikatta bulunup bunu rapor haline getirmişler; kimi zaman taraflar arasında sulh temin etmişler; kimi zaman da cezâ dâvâlarıyla ilgili olarak ilk soruşturmaları yapmış, taraf ve şâhidleri dinlemiş, delilleri değerlendirerek kanaatlerini kadıya bildirmişlerdir. Bütün bunlar ma’ruzlarda yer almıştır. Dolayısıyla da kadıların, nâibler için bir üst kontrol mercii olma durumu teoride kalmıştır.
Osmanlı kadıları, ilk asırlarda, Abbasî ve Selçukîlerde olduğu gibi, hep Hanefî mezhebindeki hukukçulardan tâyin olunmuştur. Bunlar da dolayısıyla mezheplerine uygun kararlar vermiş, ancak zaman zaman ihtiyaç oldukça Şâfiî mezhebinde nâibler de tâyin edilmiştir[13]. XVI. asırdan itibaren yargı birliğini temin endişesiyle, kadıların mutlak olarak Hanefî mezhebine göre hükmetmeleri emredilmiştir. Bazı müellifler kadıların tarafların istedikleri mezhebe göre hükmettiklerini yazmışlardır[14]. Ancak kanunnâme ve kadı beratlarındaki bilgiler bunu doğrulamamaktadır[15]. Hatta kadılar Hanefî mezhebindeki zayıf görüşlerle dahi hükmedemezler[16], ancak bazen Hanefî mezhebindeki görüşlerden birisiyle hükmetmekle görevlendirilebilirlerdi[17]. Kadılar, emrolundukları üzere Hanefî mezhebinin en sahih görüşleri yerine başka mezheblere göre hüküm verdikleri takdirde bunlar geçerli olmazdı[18].
Bununla beraber Diyâr-ı Rûm (Anadolu ve Rumeli) dışındaki bölgelerde halkın başka mezheplere mensup bulunduğu bilhassa Mekke, Medine, Kudüs, Bağdad, Haleb, Kâhire gibi şehirlerde diğer mezheplerden nâibler tâyin edilmiş, bunlar Hanefî başkadısının emri altında ancak kendi mezheplerine göre hüküm vermişlerdir[19] . Böyle nâiblerin bulunmaması halinde taraflar kendi mezheplerinden (ayrı mezheptelerse dâvâlının mezhebinde) bir müftüyü, yoksa herhangi bir hukukçuyu hakem seçerler, veya kadı böyle bir kimseyi o dâvâ için vekil (nâib) tâyin eder, bunun hükmünü Hanefî kadısı tasdik ederdi[20].
Mısır'da Memlûklerin ilk zamanında genellikle Şâfi'î mezhebinden tek bir kadı bulunmaktaydı. Sultan Baybars'ın saltanatı esnasında 1265 yılından itibaren dört Sünnî mezhepten kadılar tâyin edilmiştir[21]. Osmanlı fethinden sonra buraya merkezden gönderilen Mısır kadıları Hanefî mezhebindendi. Ancak Mısır vilâyetine bağlı kazâların, bu arada Hicaz'dakilerin hemen hepsine burada yaşayanların durumu gözönüne alınarak dört mezhepten nâibler ve müftüler tâyin edilmiştir. Herkes tâbi bulunduğu mezhebin nâibine giderek hüküm çıkarttırır; taraflar farklı mezheplerdeyse dâvâlının mezhebi esas alınırdı. Bunların verdikleri kararlar da Mısır kadısının başında bulunduğu Mahkeme-i Kübrâ'ya belli aralıklarla bildirilirdi[22]. Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1805 yılında ülkede tamamen Hanefî mezhebini hâkim kılmış ve yukarıdaki usul terkedilmişti[23].
Kadıları tâyin eden hükümdar, tabiatiyle aynı zamanda bunları teftiş etmeye de yetkiliydi[24]. Bilhassa köylülerin, mülkî âmirler ve bölgede eşkiyâlık, harâmilik yapan zâlimler hakkında eyâlet ve sancak kadılarına ve Divan-ı Hümâyun'a yaptıkları şikâyetleri toprak kadıları araştırır, gerekirse dâvâ dinleyip çözümlerdi[25]. Bir de mehâyif müfettişleri vardı ki bunlar merkezden şikâyetlerin fazla olduğu yerlere gönderilir, buradaki kadıları kontrol ve teftiş ederdi[26]. Mehâyif müfettişleri Divan-ı Hümâyun'a karşı sorumlu olup, dâvâ görmeye yetkiliydi, hükümlerini de Divan'a arzederlerdi[27].
Birer devlet memuru olmaları itibariyle kadılardan da şikâyetçi olan kimse Divan'a başvurabilir ve buradan gösterilen mahkemeye şikâyetini arzedebilir ya da Divan tarafından durumun araştırılması için bir başka kadı görevlendirilebilirdi[28]. Bu duruma, yani bir dâvâya o belde kadısının bakmasının mahzurlu görüldüğü durumlarda bu işe bakmak için merkezden görevlendirilen kadıya müvellâ denirdi[29]. Kadıların teftişi için sancakbeyi, beylerbeyi veya başka mahallin kadıları münferiden veya beraberce görevlendirilebileceği gibi, hakkında şikâyet bulunan bazı kadılar da duruma göre dâvâları görülmek üzere merkeze, Divan huzuruna getirtilirlerdi[30]. Bazen de kadı’nın teftişi için merkezden çavuş, muhzır gibi bir memur görevlendirilebilirdi[31].
Osmanlı Devleti'nde de idarî hiyerarşi bir bakıma adliye teşkilatına yansımıştır. Kadılar bulundukları yerin en büyük mülkî amirinin kontrolü altındaydı. Ancak bu kontrol adlî değil, disipliner bir kontroldü. Bu muhtemelen, İslâm hukukunda hâkimlerin hem adlî hem de idarî yetkileri bir arada hâiz olarak tâyin edildiği, sonradan ise vâlilerin kadıları tâyine yetkili olduğu ilk devirlerin tesiriyle gelen bir teâmüldür. Dolayısıyla bu husus adlî bağımsızlığı zedelememiştir. Hâkimler sadece padişaha karşı sorumlu idiler. Vâliler, kadılara müdahale edemezlerdi, hatta onları tevkif dahi ettiremez, ancak gerekirse kadı aleyhine sıradan bir vatandaş gibi Divan'a mürâcaat edebilirlerdi[32]. Vâli, kadı’nın hükmünü değiştiremez, infazdan da kaçınamazdı. Ancak kendisine mürâcaat edilmesi ve yaptığı inceleme sonucu gerekli görmesi durumunda o belde kadısından bu dâvâya kendi huzurunda tekrar bakmasını isteyebilirdi. Bu da hükümdarın taşradaki temsilcisi ve genel güvenlik ve huzurun sağlanmasıyla görevli olma keyfiyetinin bir sonucuydu. Mülkî âmirlerin kontrolü disipliner bir kontrol sayıldığı için gerek merkezdeki, gerekse taşradaki divanlar, halkın devlet memurlarından şikâyetlerini incelemekle görevli olduğu gibi, bir devlet memuru olan kadılardan şikâyetlere de bakmıştır.
Hukuka aykırı davranan kadı ve nâibleri, gerek şikâyet üzerine, gerekse re’sen, üst mercilere bildirmek (mezâlimi ref’ etmek) görevinin Sultan III. Selim devrinde şeyhülislâmlara verildiği kaynaklarda geçmektedir[33]. Devlet organlarında gözlenen bozulmaların önüne geçmek için bir takım tedbirler alınmaya çalışılmış ve bu yolda çok ciddî teşebbüsler olmuştur. Bu bozulmaların en önemlileri adliye teşkilatında yaşanmaktaydı. Bu padişah devrinde sık sık toplanan meşveret meclislerinde hâkimlerin hukuka aykırı davranışları ve bunların sebepleri üzerinde durulmuş, bu problemler çözülmeden ülkenin diğer problemlerinin çözülemeyeceğine işaret edilerek bir takım fermanlar çıkarılmıştır[34]. Bununla beraber adı geçen padişahın herkesçe bilinen yumuşak tabiatı ve aşırı merhameti, öte yandan ilmiye (ve adliye) ıslahatıyla görevlendirilenlerin ulemâyı karşılarına almaya yol açan beklenmedik ve sert icraatleri yanısıra, Rusya ile savaş gibi başka siyasî meseleler dolayısıyla gereken esaslı tedbirler alınamamış ve bu sahadaki sıkıntılar bir süre daha devam etmiştir. Adlî teşkilattaki problemlerin çözülmesi için gereken köklü tedbirleri almak ve belli ölçüde başarı kazanmak Sultan II. Mahmud’a nasip olmuştur.
Kadıların verdikleri hükümlerde, maddî veya hukukî meselenin yanlış değerlendirilmesi iddialarından çok, kendi şahsıyla ilgili olarak (hâkim niteliği taşımama, taraf tutma, dâvâyı uzatma, dâvâya bakmama, mülkî âmirlerle ağız birliği etme, rüşvet alma gibi) şikâyette bulunulmaktaydı. Gerçi hükmün bizzat kendisinde hukuka aykırılık iddiasıyla üst mercie başvurulduğu durumlar da vardır; ancak arşiv vesikalarından anlaşıldığına göre bunlar nisbeten daha azdır. Buna karşılık klasik devir İslâm hukukunda, en azından teoride, hükme itiraz herhangi bir başka hâkime, ancak hâkimden şikâyet genellikle divan-ı mezâlime yapılırdı, dolayısıyla hükme itiraz ile hâkimden şikâyet arasında pratikte fark vardı. Hukuka aykırı bir hüküm zaten bâtıl olduğundan yeniden bir muhakeme yapılarak yeni bir hüküm verilmesi mümkündü. Bundan ötürü üst mercilere mürâcaat daha ziyâde hâkimin muhakeme sırasındaki hareketlerine teallûk etmektedir. Şu kadar ki İslâm hukukunun ilk devirlerinden itibaren artık yargı mekân ile kayıtlandığından eşit derecede bir başka kadıya başvurma imkânı kalmamış; divan-ı mezâlim bir üst mahkeme sıfatıyla yegâne adlî kontrol mercii olmuştur. Bu devirlerden intikal eden geleneğin etkisiyle, Osmanlı hukukunda da yargı mekân ile kayıtlandığından, dâvâyı istinaf yoluyla başka bir hâkime götürmek mümkün değildi. Hukuka aykırı verildiği düşünülen hükümler Divanı Hümâyun’a götürülebilirdi. Daha ziyâde idarî mahkeme görünümündeki Divan-ı Hümayun’un kararı istikametinde gerekirse istinaf edilebilirdi. Öte yandan hukuka aykırı davranan kadı, kendisini tâyin eden otorite tarafından görevden alınabilmekte, hatta ağır şekilde cezâlandırılabilmektedir. Bu imkânın varlığı, hükümlerin kontrolüne ve dolayısıyla düzenli bir kanun yolu mekanizmasının kurulmasına fazla ihtiyaç duyulmamasının sebeplerinden birisidir. Bundan dolayı Osmanlı hukukunda da hükümlerin kontrolüyle hâkimlerin kontrolü çoğunlukla bir arada ele alınmıştır, aralarında fazlaca fark gözetilmemiştir.
Bu anlayış Tanzimat sonrasına da yansımış, hâkimden şikâyet bu devirde bir kanun yolu olarak düzenlenmiştir. Hatta bu dönemlerde sistematik bir kanun yolu mekanizmasının kurulmasından çok, hâkimlerin bağımsızlığının azaltılması tercih edilmiştir[35]. Nitekim bir müellif Tanzimat’tan sonra istinaf ve temyiz gibi müesseselerin kabulüyle mahkemelerin bir hiyerarşiye bağlandığını ve bir tür denetim altına sokulduğunu, böylece kadıların müstakil ve hukuken tek otorite olduğu İslâmî sistemden uzaklaşıldığını söylemektedir[36]. Halbuki adliye teşkilatında her türlü reformu yapmak, yeni mahkemeler ihdâs etmek, İslâm hukukuna aykırı olmadığı gibi, mahkeme kararlarının hukuka uygunluğunu bizzat kontrol etmek veya bunun için müesseseler oluşturmak İslâm hukukunda devlet başkanına tanınmış bir yetkidir. Kaldı ki müellifin kastettiği türde istinaf ve temyiz kadıların görev yaptığı şer’iyye mahkemelerinde değil, yeni kurulan çok hâkimli nizâmiye mahkemelerinde söz konusu olmuştur. Kadıların bağımsızlığı prensibi İslâm hukukunun çok önem verdiği bir husustur ve Osmanlı Devleti’nde de -hukuk sisteminin en fazla harab olduğu devirlerde bile- buna dikkatle uyulmaya çalışıldığı görülür. Üzerlerinde mülkî âmirlerin hiçbir otoritesinin bulunmadığı kadılar, doğrudan merkeze bağlıydılar. Bunun yanında devlet başkanı kadıya bir dâvâyı tekrar görüp farklı istikamette bir hüküm vermesini emretse, kadı buna mecbur olmadığı gibi, dâvâ hukuka uygun olarak görülmüş ve sonuçlandırılmışsa hükmü bozamazdı. Devlet başkanının kadıyı tâyin ederken (şu zaman dilimi içinde hükmet!, sadece şu bölgede hükmet!, yalnızca şu gibi dâvâlara bak, şu gibi dâvâlara bakma!, şu ictihadla karar ver! gibi) bir takım şartlarla kayıtlaması ise zaten hukuka aykırı değildi. Çünki kadı tâyini vekâlet akdi çerçevesinde cereyan ederdi. Bu kayıtlamalar görevlendirme esnasında yapılırdı, hükmetme esnasında değil. Devlet başkanının kadıya karşı uygulayabileceği yegâne baskı onu azletmekti. Bu da çoğu zaman kadıyı etkilemezdi, çünki o ilmiye sınıfının bir üyesiydi. Kariyeri sebebiyle bu sınıfa mensubiyeti devam edeceğinden müderris veya müftü olarak görev yapmasına kimse engel olamazdı. (Ancak müderrislik ve müftülük gibi görevlerin de en az kadılıklar gibi sınırlı kadrolara bağlı oluşu pratikte bu imkânı hayli daraltmıştır.)
Kadıya mürâcaat eden kimse dâvâsıyla ilgili olarak müftüden fetvâ alıp bunu mahkemeye ibrâz edebileceği gibi, kadı da gerektiğinde müftüden fetvâ isteyebilirdi. Kadı bu fetvâya uymak zorunda değilse de uygulamada genellikle hükümlerin bunlara uygun verildiği, aksi halde üst kontrol mercii tarafından hükmün bozulduğu veya fetvâya niçin uyulmadığının sorulduğu görülmektedir[37]. Divan-ı Hümâyun’un halkın mahkeme kararlarına itiraz ve hâkimlerden şikâyetlerine bakıp verdiği hükümlerin yer aldığı ahkâm ve şikâyet defterlerindeki pek çok hükümde, taraflarca ibraz edilen fetvâlara göre hüküm verilmesi ilgili mercilere (mahkeme, kadı) bildirilmektedir[38]. Hatta Mısır'da XIX. asırda bile dâvâcı, müftüden bir fetvâ getirmeye mecburdu. Fiilen ihtilafı müftü inceler, bunun âit olduğu hukukî çözümü fetvâda gösterirdi, kadı ise çoğu zaman bu fetvâyı tasdikle yetinirdi[39]. Bu da gerek mahkemeye intikal eden ihtilafların sayısının az olmasına, gerekse nizâ, başta fetvâ gibi bir hukukî temele oturtulduğu için hükümlerde hatâ ihtimâlinin çok düşmesine sebebiyet vermekteydi. Fetvâda, maddî mesele iyice ortaya konup, bu işin mütehassısı sayılan müftü tarafından, hâdisenin hangi hukuk normuna uyduğu gösterilmektedir. Bu da dolayısıyla kanun yolu kontrolünün, bilhassa temyizin gelişmesinde menfi rol oynayan hususlardan sayılmakta, bir başka deyişle müftünün fetvâsı temyiz usulüne olan ihtiyacı azaltmaktadır. Çünki temyiz yolunda hukukî meseledeki hatâ ele alınmaktadır. (İkinci Meşrutiyet’ten sonra şer’iyye mahkemesi adını alan kadı mahkemelerine, hukukî meselenin tesbitinde müftü gibi kadılara yardımcı olmaları maksadıyla müşâvir adında görevliler tâyin edilmiştir).
Mahkemelerde yargılama sırasında şühûdü'l-hâl denilen kimseler müşâhid olarak yer alırdı. Mahallin ileri gelenlerinden ve genellikle dâvâ ve taraflarla ilgili kimselerden birkaç kişinin oluşturduğu bu hey'et mahkemenin işleyişine ve hükme karışmayıp ancak kadı’nın hukuka uygun karar vermesine dolaylı olarak etki ederlerdi[40]. Böylece şühûdü’l-hâl, dâvâdaki maddî meselenin ele alınışını gözleyip, hükmün dâvâ zabtına uygunluğunu kontrol ettiklerinden bir bakıma istinaf ihtiyacını ortadan kaldırmaktadır. Gerek müftü ve gerekse şühûdü'l-hâl denilen kimselerin, kadı hükmünün hukuka uygun ve âdil verilmesi için bir çeşit ilk kademe temyiz görevi yaptığına bazı müelliflerce dikkat çekilmiştir[41].
Kadıların, toplumun en saygın, faziletli ve ahlâklı kimselerinden tâyin olunmasına itinâ edilmeye çalışılmış ve bu, kadıların âdil bir şekilde hükmetmelerini sağlayacak en büyük teminat olarak görülmüştü. Böylece halk da mahkeme kararlarına itimad ve imtisal edecek, cemiyet huzuru sağlanacaktı. Ancak pratikte bu her zaman böyle olmamıştır. İnsanlık tarihi kadar eski olan olan adam kayırma usulü burada da hükmünü icrâ ettiğinden, beklenen maksad tabiatiyle hâsıl olmamıştır. Zaman zaman ve bilhassa devletin zaafa düştüğü devirlerde kadıların şikâyete medar olacak şekilde davrandıkları görülmüştür. Bunlar da çok sıkı tedbirlerle önlenmeye çalışılmıştır. Bununla beraber kadere rızâ ile âmirlere itimad ve itaat geleneğinin câri olduğu Şark dünyasında halk hâkimlere ve bunların verdikleri hükümlere itirazdan çoğunlukla kaçınmıştır. Osmanlılarda da bu geleneğin devam ettiği görülür.
Osmanlı hukukunda muhakeme oldukça süratli ve az masraflı idi. Klasik Osmanlı adlî sistemi bu yönüyle zamanının diğer hukuk sistemlerinden bâriz bir şekilde ileriydi[42]. O zamanlar Osmanlı cemiyet düzeni, İslâm hukukunun başlangıç devirlerinden çok farklı olmadığı gibi, insanlar arası ilişkiler de girift değildi. Bu sebeple hukukî ihtilaflar karmaşık sayılmazdı. Nitekim mahkeme sicillerinde yer alan hükümlerin büyük çoğunluğu hüccettir. Bunlar mahkemelerin nizâsız yargı sonucu ve günümüzdeki noterlerin fonksiyonuyla verdiği kararlar olup, ilâmların, yani nizâlı yargı sonucu verilen hükümlerin azlığı dikkat çekicidir. Halk, yukarıda da geçtiği gibi hukukî meselelerini fetvâ yoluyla çözümlemeyi daha kolay ve masrafsız bulmaktaydı. Öte yandan artık kadıların müctehid olmaları aranmıyor, dolayısıyla hukukun aslî kaynakları olan kitap, sünnet ve icma’dan bizzat hüküm çıkartmaları beklenmiyordu. Uygulanan hukukun hükümleri de fıkıh kitaplarında yer almaktaydı. Bu kitapların başlıcaları (Dürer, Mültekâ gibi) Türkçeye tercüme edilmişti. Bunun yanısıra örfî hukuk da denilen padişah emirnâmeleri sınırlı sayıda ve teknik metinlerdi. Öte yandan halk arasında daha önce cereyan edip fetvâya arzolunan hukukî ihtilafların çözümleri de Şeyhülislâmlık tarafından birer külliyat halinde zaman zaman biraraya gerilerek herkesin, bu arada kadıların istifâdesine sunulurdu (Bu fetvâlara uyma mecburiyeti teorik olarak yoktu ama Şeyhülislâmlık Tanzimat’tan sonra kadıların vermiş oldukları hükümlere karşı gidilebilecek bir nevi kanun yolu mahkemesi hâline gelecek, dolayısıyle bu fetvâ mecmualarına uymanın önemi artacak, çünki bunlar bir bakımdan bugünki ictihadı birleştirme kararlarının fonksiyonunu görecektir). Bu sebeple hepsi belirli bir eğitim almış ve tecrübe kazanmış olan kadıların verdikleri hükümde hatâya düşmemeleri beklenirdi. Kaldı ki takıldığı hususlarda hukukçulara danışması, müftülerden fetvâ sorması mümkündü. Zaten karmaşık ve çeşitli olmadığı için mahkeme önlerine gelen hukukî ihtilafların hukuka aykırı çözümlenme ihtimali de fazla değildi.
Bütün bu söylenenlerden hareketle Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme kararlarının kontrolü, hükümlerin hatâlı ve hukuka aykırı verilmesinden, bir başka deyişle maddî ve hukukî meselenin tesbitinde hatâdan ziyâde, kadıların herhangi bir sebeple hukuka aykırı davranmalarından dolayı cereyan etmiştir. Nitekim kaynak ve belgelerde bu husus görülmektedir. Kadılar, birer insan olmaları itibariyle “hevâ ve nefslerine uyup” hukuka aykırı davranabilirlerdi. Bunlar da genellikle, rüşvet alma[43], sicil tahrif etme[44], düzmece hüküm verme[45], taraf tutma[46], dâvâya bakmaktan kaçınma[47], ehl-i örf denilen mülkî idarecilerle işbirliği yapma[48], yolsuzluk[49], zorla dâvâ görme[50], haksız yere cerîme alma[51], devre çıkmak[52], birbiriyle çelişen hükümler verme[53] gibi davranışlardır. Böyle davranan kadılar, haklarındaki şikâyetler tahkik edilerek yerinde görülürse görevden alınarak genellikle sürgüne gönderilir, sürgün yerine vardıkları iyice tâkip edilir[54], yine çoğu zaman bir süre sonra iyi halleri görülerek “ıslâh-ı nefs” etmeleri üzerine makamın şerefi de göz önüne alınarak ve kimi zaman da araya hatırlı ve merhametli kimselerin girmesiyle affedilir[55] veya herhangi bir sebeple sürgün yerleri değiştirilirdi[56]. Kendilerinden şikâyet olunan bazı kadılar hakkında açılan tahkikat ve teftişte şikâyetçilerden kimsenin bulunmadığı veya iddiaların asılsız olduğu da görülebilirdi[57]. Sâdece kadıların değil, kazaskerlerin de haklarındaki şikâyetlerden dolayı teftiş edildikleri bilinmektedir[58]. Hakkında hiç şikâyet gelmeyen kadılar da, görev süreleri bir mikdar uzatılarak taltif edilirdi[59]. Şikâyet üzerine cezâlandırılan kadı ve nâiblerin vermiş oldukları hükümler de çoğu zaman iptal edilirdi. İşte bu sebeple klasik devir Osmanlı hukukunda kanun yolları, mahkeme hükümlerinden çok hâkimlerin kontrolü şeklinde cereyan etmiştir.
Osmanlı hukukunda da bir kere usulüne uygun olarak görülmüş bir dâvânın tekrar görülmesine prensip itibariyle imkân yoktu[60]. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin Ma'rûzât adlı eserinde yer alan bir fetvâ konumuz açısından oldukça önemlidir: "Mes'ele: Bir def'a şer'-i şerifle faslolunub âher kadı tenfiz ve imza eylediği husus yine aslından dinlenmek şer'î olur mu? el-cevâb: Emr-i sultanî olmayıcak olmaz, memur olıcak dahi sâbıkan şer'le faslolundığı sâbit olıcak tağyir olunmaz."[61]. Fetvâdan anlaşıldığına göre bir hâkimin hukuka uygun olarak görüp sonuçlandırdığı bir dâvâ ancak padişahın emriyle (veya izniyle) yeniden görülebilir. Padişah emrinin muhatabı aynı mahkeme olabileceği gibi bir başka mahkeme de olabilir. Fetvâ metninde geçen emir verilse bile, dâvâya usulüne uygun olarak bakılmış ve hükmü de hukuka uygun olarak sâdır olmuşsa artık bu hükmü değiştirme mecburiyeti yoktur, bir başka deyişle kadı tekrar aynı istikamette hüküm verebilir.
Kadıların muhakeme esnasında âdil davranmaları ve hukuka uygun karar vermeleri hususunda sık sık ikaz edildikleri bilinmektedir. Genellikle her padişah tahta çıktığında yayınlanıp ülkenin en ücra köşelerine kadar gönderilen adaletnâmelerde bu hususa dikkat çekilmektedir[62]. Öte yandan halkın zarar görmelerini önlemek için aslı olmayan ve hileli dâvâlara bakılmaması emredilmiştir[63]. Bazı kimselerin daha önce hukuka uygun bir şekilde çözümlenmiş dâvâları başka bir şekle sokarak tekrar mahkeme önüne getirmeleri de yasaklanmıştır[64]. Ancak bir mahkemede reddedilen bir dâvâyla ilgili yeni bir şikâyet ve talep sözkonusu olduğunda, bunun görülmesini istemek mümkündü[65].
Şu da ifade edilmelidir ki, İslâm hukukunda, kadı’nın yargılama sonucu verdiği hükmü taraflara, bilhassa mahkûm olan tarafa gerekçeli bir şekilde açıklaması ve taraflar isterse bu gerekçeleri içeren birer i’lâm verme yükümlülüğü getirilmiştir. Böylece mahkeme üzerinde doğması muhtemel töhmeti başlangıçta bertaraf etmek, öte yandan tarafların hükme râzı olarak itirazda bulunmalarının önüne geçmek istenmiştir[66].
Bu hususta işaret edilmesi gereken önemli bir nokta, kadıların verdikleri idam cezâlarının, bilhassa siyaseten katl cezâlarının infazının padişah tasdikine bağlı olmasıdır. Gerçekten kadıların verdiği hükümlerden siyaseten katle dâir olanlar re'sen ve resmen temyize benzeyen bir istisnâî usule tâbiydi. Bu hükümleri ihtivâ eden i'lâm, çoğu zaman mahkûm ile beraber bulunulan yerin durumuna göre sancak veya beylerbeyince merkeze gönderilir, burada incelenen hüküm daha sonra padişah tarafından tasdik olunmadıkça yerine getirilemezdi[67]. Uygulamada yalnız idam değil, diğer ağır bedenî cezâlara dâir i'lâmlar da merkeze arzolunarak tasdik edildikten sonra yerine getirilmekteydi. Fiilen, i'lâmlar, padişah değil, kazasker veya sadrıâzam tarafından incelenirdi, ama her halde padişah tarafından tasdik olunmak zorundaydı[68]. Ölüm cezâsı içeren hükümlerin ancak padişah tasdikiyle yerine getirilebilmesi prensibi devletin sonuna kadar sürmüştür[69]. Hatta klasik devirde çoğu zaman görülen ağır suçlara dâir dâvâlarda kadılar bir ön soruşturmacı gibi çalışarak sicilleri ve tarafları merkeze gönderir, muhakemeyi Divan bizzat yapar ve hüküm verirdi. Kadılar bilhassa taraflardan çekindikleri veya içinden çıkamadıkları dâvâlarda bu yolu izlemeyi tercih etmişlerdir[70]. Bazen de Divan bizzat muhakemeyi yapmak üzere ilgililerin merkeze gönderilmesini emrederdi[71]. Kimi zaman da taraflar dâvâlarının merkezde görülmesini isterdi[72]. Çoğu zaman da cezânın (bilhassa siyaset cezâsı) icrâsı merkez tarafından gerçekleştirilmiştir[73].
Kadılar tâyin edildikleri beldede her türlü şer’î dâvâlara bakıp sonuçlandırmakla yegâne görevli ve yetkili kimselerdi. Bununla beraber mühimme ve ahkâm defterlerinde normalde kadıların bakması gereken dâvâların ilk derece mercii gibi Divan huzuruna götürüldüğü görülmektedir. Ancak bu hükümler çok özet olduğu için, dâvâların Divan’da esastan mı görüldüğü, yoksa kadıların dâvâyı görüp hüküm merhalesine getirdikten sonra durumu Divan’a mı arzettiği pek anlaşılamamaktadır. Şu kadar ki, kadılar, tarafların şerli olduğu meselelerde, mütegallibelerin tâcizlerinden çekindikleri durumlarda, dâvâları görülmek üzere Divan-ı Hümâyun’a arzederlerdi[74]. Bu takdirde Divan dâvâyı görüp sonuçlandırır, kadıya da sadece kararı icrâ ve infaz ettirmek kalırdı, hatta çoğu zaman bu işin de aynı sebeplerle bizzat Divan tarafından yapıldığı olurdu. Kadıların tahkikat yapıp dâvâyı hüküm safhasına getirdikten sonra durumu Divan’a arzetmesi, re’sen temyize benzeyen bir durumdur. Kaldı ki İslâm hukukunda hükümdarın kadı tâyin etmesi, yargı otoritesinin tamamen devrettiği anlamına gelmediği için her istediği zaman dâvâları bizzat dinleyip hüküm verebilirdi. Hükümdar yalnızca kendisinin taraf olduğu bir dâvâya bakamazdı[75].
Osmanlılarda da klasik devir İslâm devletlerinde olduğu gibi teb’anın hükümdara Allah’ın bir bir emâneti olduğu anlayışı hâkim bulunduğu için, padişahlar en uzak beldede otursa bile halkın doğrudan kendisine başvurabilmesini adaletli bir yönetimin ilk şartı olarak görmüş, bunun için gereken bütün tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Bu sebeple de Divan-ı Hümâyun, padişahın hususî mahkemesi olmak itibariyle halkın idarecilerden ve dolayısıyla kadılardan şikâyette bulunabilecekleri bir müessese fonksiyonunu da icrâ etmiştir[76].
Klasik devir Osmanlı hukukunda kadıların verdikleri hükümlerden tatmin olmayan, bu hükümleri hukuka aykırı bulan veya kadıların meslekî prensiplere uymadığını düşünen taraf Divan-ı Hümâyun'a mürâcaatta bulunarak dâvâya yeniden bakılıp hükmün düzeltilmesini isteyebilirdi. Acaba taşralardaki beylerbeyi ve sancakbeyi divanlarına da bu maksadla başvurmak mümkün müydü? Onyedinci yüzyılda hazırlanmış olan Tevki’î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesinde de belirtildiği üzere taşra divanları dâvâ dinleyip şer’î hükümleri yerine getirmek ve mezâlimi def’ etmekle emrolunmuşlardır[77]. Demek ki bu divanlar da İslâm hukuk tarihindeki mezâlim divanlarıyla aynı mâhiyetteydi ve Osmanlı başşehrindeki Divan-ı Hümâyun’un taşralardaki örneğiydi. O halde bunlar da gerek dâvâ dinleme ve gerekse mezâlimi kaldırma yönünde görev ve yetkilidirler. Mezâlim devlet memurlarının hukuka aykırı davranışları neticesi halkın gördüğü zararlardır. Kadılar da birer devlet memuru olmaları hasebiyle, hukuka aykırı olarak verdikleri hükümlerden dolayı halkın -günümüzdeki idare mahkemelerine benzeyen- bu divanlara şikâyette bulunma imkânı teorik olarak vardır. Ancak pratikte bu imkân kullanılmış mıdır veya ne derece yaygınlıkla kullanılmıştır, bu konuda elimizde kâfi bilgi ve belge bulunmamaktadır. Ancak şurası bellidir ki, mahkeme kararlarına itirazı olan kimseler, tarih boyu merkeze, yani Divan-ı Hümâyun'a mürâcaatı tercih etmiştir. Divan-ı Hümâyun’a mürâcaat, taşra divanlarına gitmekten daha zor ve masraflı olsa bile, buradaki mülkî âmir ve hâkimlerin mahallî etkiler altında kalabilme ihtimali olduğu için halkın tercih ettiği bir yol olmuştur. Çünki Divan-ı Hümâyun memleketteki en âdil ve hassas mahkeme olarak görülürdü. Hem bunun verdiği hükümleri de en nihayet padişaha arzetme imkânı vardı. Ancak daha çok merkezde yaşayanlar için kolay olan bu usul, tabiatiyle taşradakiler bakımından zordu. Bununla birlikte muhtemelen taşradaki halk Divan'a mürâcaat usulünü oldukça kolay ve az masraflı bir hale getirmişti; şöyle ki bir beldede mahkeme kararına itiraz eden kimseler ortaklaşa bir vekil tâyin ederek bunu merkeze gönderir, bunun aracılığıyla dâvâlarını takip ettirebilirlerdi. Divan-ı Hümâyun sicillerinin tedkikinden bu anlaşılmaktadır[78].
III. MAHKEME KARARLARININ KONTROL MERCİLERİ
A. Divan-ı Hümâyun
Divan-ı Hümâyun, müslüman devletlerdeki divan-ı mezâlimlerin,Osmanlılardaki gelişmiş bir devamıydı[79]. Osmanlı Devleti'nde de velâyet-i kazâ, yani yargı fonksiyonu ikiye ayrılmış, birincisi kadılar, ikincisi ise padişah adına Divan-ı Hümâyun tarafından kullanılmıştır. Bu ikincisine klasik İslâm devletlerinde velâyet-i mezâlim de denir ve velâyet-i kazâ tâbiri yalnızca kadı’nın hâiz bulunduğu velâyete hasrolunurdu. Başlangıçta padişah başkanlığında toplanan Divan-ı Hümâyun'a, Fâtih Sultan Mehmed devrinden sonra genellikle vezîriâzam başkanlık etmeye başlamış, kubbealtı vezîrleri, nişancı, kazaskerler, defterdar, vezîr rütbesindeyseler yeniçeri ağası ve kaptan-ı deryâ ile merkezde bulunması durumunda Rumeli beylerbeyi bunun dâimî mensuplarını teşkil etmiştir[80].
Divan-ı Hümâyun, siyasî görevlerinin yanısıra yargı yetkisini de hâiz olup, hem ilk derece mahkemesi, hem de bir kanun yolu mercii gibi çalışmıştır. Pek çok müellif Divan-ı Hümâyun'un bir kanun yolu mercii olduğunu, hatta temyiz mahkemesi konumunda bulunduğunu açıkça kabul etmektedir[81]. Divan-ı Hümâyun, bir bakıma padişahın yargı otoritesini bizzat kullanmasına imkân veren bir kurumdu. Sonraları padişah Divan toplantılarına katılmamaya başlamışsa da, Divan-ı Hümâyun padişah adına yargı otoritesi kullanmakta, alınan kararların büyük çoğunluğu padişah tasdik etmedikçe yürürlüğe girememekteydi. Kaldı ki vezîriâzâm, padişahın mutlak vekili durumundaydı[82]. Ayrıca bir dâvâ doğrudan Divan-ı Hümâyun'a götürülebildiği gibi padişaha da mürâcaat edilebilir, bu halde padişah sonucu kendisine bildirilmek üzere dâvâyı Divan-ı Hümâyun'a havâle ederdi.
Gerek örfî ve gerekse şer'î dâvâlar Divan önüne getirilebilmekteydi. Kadıların her hangi bir sebeple bakmadıkları veya bakamadıkları dâvâlarla gayrımüslimlere (zimmî) âit bir takım dâvâlar burada ilk derece sıfatıyla görülürdü. Genellikle örfî dâvâları bizzat vezîriâzam görür, malî dâvâlar defterdara, şer'î dâvâlar ise Rumeli kazaskerine havâle edilirdi. Şer'î dâvâlar fazlaysa Anadolu kazaskerinin de görevlendirildiği olurdu[83]. Divan-ı Hümâyun, dâvâlar yönünden genel izinli olup istediği bir dâvâyı taraflar talep etmese de ele alıp görebilirdi[84].
Kadıların vermiş oldukları hükümler, hukuka aykırı oldukları iddiasıyla taşralardaki sancak ve beylerbeyi divanlarına çıkarılabildiği gibi, Divan-ı Hümâyun önüne de götürülebilirdi. Burada itiraz sâhibinin seçme hakkı söz konusu idi. Arşiv vesikalarından anlaşıldığına göre, mürâcaat gerekçeleri çok çeşitli olabilirdi. Sözgelişi kimi zaman dâvâlının talebi taşra mahkemesinde reddedilmiştir[85], veya verilen hüküm kendisini tatmin etmemiştir[86] ya da kendisi aleyhine bir başkasının talebi üzerine hüküm verilmiştir[87]. İşte bu ve benzeri durumlarda Divan’a başvurma imkânı vardı. İslâm hukukunda olduğu gibi klasik devir Osmanlı hukukunda da mahkeme kararlarının kontrolü, teşkilât ve usul bakımından günümüzde geçerli olan kanun yolu usul ve teşkilâtına tam mânâsıyla benzememektedir. Ancak Divan-ı Hümâyun, yüksek hüküm kontrol mercii hüviyetini dâimâ korumuştur[88].
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin yukarıda zikredilen fetvâsında da yer aldığı üzere Osmanlı kadılarının usulüne uygun bir şekilde hükme bağladığı dâvâların yeniden görülebilmesi ancak padişahın iznine bağlıydı. Divan-ı Hümâyun genel olarak bu hususta izinli kabul edilmektedir. Öte yandan vezîriâzam padişahı temsil ettiğinden onun yargı otoritesini de hâiz sayılır, her türlü dâvâyı görüp sonuçlandırabileceği gibi, bunun için başka mercileri (sözgelişi kazaskerleri veya diğer kadıları) da görevlendirebilirdi[89]. Çoğu zaman halk, ehli örf veya kadılar, dâvâların (bilhassa cezâ dâvâlarının) çözümünü dilekçe ile Divan’dan talep ederdi. Divan, bu ihtilafa bizzat bakabileceği gibi[90], ilgili mahallin kadısına dâvâya bakması hususunda hüküm de gönderebilirdi. Bazen bunu dilekçe sâhibi de isteyebilirdi[91]. Bazı durumlarda başka kadılar bu dâvâya bakmakla görevlendirilebilirdi[92]. Bazen de dâvânın taşrada görülmesi mümkün olmazsa merkeze gönderilmesi istenebilirdi[93]. Kimi zaman da dâvânın görülmesi ve delillerin tesbiti, ilgili mahallin mahkemesince yapılıp sanıkların dâvânın sicil suretleriyle beraber merkeze gönderilmesinin istendiği görülmektedir. Burada hükmün merkez (Divan-ı Hümâyun veya Vezîriâzam Divanı) tarafından verilip icrâ ve infaz ettirileceği anlaşılmaktadır[94]. Divan-ı Hümâyun’un dâvâ görmekte genel izinli olduğu kabul edilmekle beraber, kimi zaman önemli dâvâlarda vezîriâzamın bu dâvâya Divan-ı Hümâyun'un bakabilmesi için padişahtan izin istediği de olmuştur[95].
Bir mahkeme hükmüne râzı olmayan taraf, bizzat Divan-ı Hümâyun'a mürâcaat edebileceği gibi bu hususta dilekçe (istidâ, arzıhal) da verebilirdi. Dilekçe ise ya doğrudan Divan-ı Hümâyun'a verilir, ya da genellikle Cuma selâmlığı sırasında padişaha arzolunurdu, padişah bu dilekçeleri inceledikten sonra gereği yapılmak ve sonucu kendisine bildirilmek üzere Divan-ı Hümâyun'a havâle ederdi[96]. Cuma selâmlığı sırasında padişahlara dilekçe vermek için çok büyük bir kalabalık toplanır, padişah maiyyetinden bir veya birkaç kimseyi (genellikle sır kâtiplerini) bu dilekçeleri toplayıp kendisine getirmek üzere görevlendirirdi. Özellikle uzakta kalanlar, kalabalıktan dolayı kendilerini belli etmek üzere başlarının üzerinde yanan bir meş'ale (veya bir hasır parçası ya da içinde yanan saman, talaş, hasır parçaları ve ziftli paçavralar bulunan bir tas) tutarlardı. Öyle ki "hasır yakmak" tâbiri Anadolu'da mahkeme hükmünü merkezdeki Divan'a şikâyet yoluyla götürmek mânâsında kullanılır olmuştu. Buna "ateş istidâsı" da denirdi. Ateş istidâsı vermenin Cuma Selâmlığı’na ve kadıların hükümlerine mahsus olmadığı anlaşılmaktadır. Kimi zaman Yalı Köşküne indiğinde, kimi zaman ise Alay Köşkündeyken, kısacası padişaha nerede tesâdüf edilirse orada ve her çeşit zulme karşı ateş istidâsı verilebilirdi. Bu gelenek Bizanslılar zamanında da vardı; imparator Ayasofya Kilisesi’ne veya bir başka yere gezmeye giderken idareden ve hâkimlerden her hangi bir şikâyeti olan kimseler imparatora bunu bildirirlerdi[97] . Padişah, kendisine arzolunan dilekçeleri kapıcılar kethüdasına toplattırıp saraya döndüğünde bizzat inceleyerek karar verebileceği gibi, uygulamada çoğu zaman bunları vezîriâzama gönderir ve ardını takip ederdi. Bunun için "Sen ki vezîriâzamsın! Birkaç arzıhali yüce katıma sundular, sana gönderdim, arzıhal sunanları bulup, dâvâlarını dinleyip, haklarını hak edip, bir daha yüce katıma arzıhal sunmalı olmasın, şöyle bilesin..." meâlinde bir hatt-ı hümâyun düzenlenir, vezîriâzam da derhal bir telhis ile buna cevap verirdi[98].
XVII. asırda vezîriâzam Kemankeş Mustafa Paşa’ya arzedilen ve daha önce de zikrolunan reform lâyihasında taşralardaki halkın Divan’a mürâcaatlarının zorluğundan ve bunun için alınacak tedbirlerden bahsedilmektedir:
“Bâb 51. Diger: Müslimanlar bir günde hükmin alub girü ol gün Üsküdar’a geçdügi ahvâli bildürür. Bu husus kat’i lâzımdur. Müslimanlar bu hususda kat’i müteşekkilerdür. Zira kimisi ömründe muazzam şehr görmemişdür. Türk vardur ki iskeleden Divan-ı Âli’ye gelince kırk kişiye sormayınca Divan’ı bulamaz. Bu kande kaldı kim Divan yazıcıların evini bula. Bunların hâli budur ki evvelâ Divan-ı Âliye ki varurlar, hükm-i şerîf emr olunur, şâd olurlar. Sonra sora sora reisü’l-küttâb hazretlerinin evini bulurlar. Dahi âdet-i kadîmdür ki ol hükm isteyen türkün eline barmak kadar kağıd virilür ve derler ki ‘var imdi sen bu kâğıdı filan mahallede fülan yazıcıya vir, ol senün hükmün yazıvirir’ derler. Dahi ol derdmend eğer yayla yürüklerinden olub ömründe ne ekâbir ve ne bu asl şehr görmedi ise vakt olur ki Divansız günlerde iki gün gezer bulamaz. Sonra konak yerini dahi yavî kılur. Başına dürlü dürlü haller gelür, tâ Cum’a ertesi girü Divana gelür, ol emr etdükleri kâtibi bulur, kâtib dahi neylesün ol dar yerde türk ile oturub hükmün yazmağa kâbil değil. Gelende o da ‘muradınız üzre ne yazıvireyin?’ dir, tekrar ol derdmend zâru sergerdân gezer meğer ki şirin türk olanca kerre hükm-i şerîf çıkarmış ola ki iki üç günde hükmin ala. Bâkisi hükmini alıncaya değin çok belâ çeker. Zirâ (el-garîbü ke’l-a’mâ=garip kör gibidir). Geze geze hükme virecek akçesin dahi ekl eyler, sonra hükmünü dahi bulsa akçesiz alımaz, ah vah ile çıkar gider, mazlumlardır. Hem ötede zulme uğramışdur, hem burda gelüb işleri bitmeyüb arkasındaki kepenek ve gayrı esbabçuğun satar. Vebâldir. Bunun gibilerden gâyet sakınmak gerekdir. Yine kim dimişlerdir: Sakın mazlumun âhından sehergâh, ki yerde komamışdur ânı Allah. Ve dahi dimişlerdir kim: Sakın mazlumdan kim nâliş eyler, ki nâliş vara vara çoğ iş eyler. Bu sebebdendir ki yıldan yıla kâğıd emînlerinde nice bin hükmün battâl kalur. Eğer Divan kâtibleri vâfir olsa ve bir vâsi yirde otursalar dahi ol kişiye ki hükm-i şerîf emr olunur, heman her kişi bir kâtibin yanında oturub filhal hükmün yazdursa ve divitdâr muttasıl nişanladub kâğıd eminine teslîm eylese, dahi her müsliman Divan günü eşecügün Üsküdar’da yoldaşıyla koyub sabahdan Divan’a gelüb maslahatçuğun görüb şâd u hürrem olub cân u gönül ile bu âdeti koyan vezîr-i a’zâm hazretlerine şol kadar hayr dualar iderlerdi, ki tâ rûz-i kıyâmet bu eser ferâmuş olmazdı. Ahşamın girü Üsküdar’a geçerlerdi. Sonra her işiden müsliman ne der kim hükm almak kat’ı âsân olmış deyu şol kadar âdemler hükm-i şerîf almağa geleydi ki kâğıd mahsüli evvelkinden ziyâde tefâvüt eylerdi. Ve ihlasla ve şevkle hayr dualar iderlerdi. Sâhib-i seâdete bu hayr ve bu eserler kifâyet iderdi. Nitekim dimişlerdir. Beyt: Dua ki ihlasla ola seherde, kılıcdan îtîdir kalbi cigerde. Ve eğer vâfir kâtib olıcak bunlara ulûfe dahi gider, deyu buyurulursa: Bu müslimanlar hükme ihtiyarlariyle yigirmi beşer akçe virmeğe râzılardır. Tek bir günde halâs olsunlar. Bu takdirce bu kâtiblerin ulûfesi yüz bir akçe ziyâdeden çıkardı, ziyâde dahi kalurdı.”[99].
Topkapı Sarayı’nın ilk bölümü olup, Bâb-ı Hümâyun ile Bâbü’s-Selâm (Orta Kapı) arasında yer alan ve önemli devlet dâirelerinin bulunduğu birinci avluda, Deâvi Kasrı denilen bir binâ vardı. Divan-ı Hümâyun’un toplandığı zamanlar kubbe vezîrlerinden biri hergün nöbetleşe buraya gelerek verilen istidâları toplar, dâvâ sâhiplerini konuşturur, (bugünki Yargıtay tedkik hâkimleri gibi) dâvâyı özetleyerek bilahare Divan’a arzederdi[100].
Divan'da genellikle mürâfaa (duruşma) yapılırdı. Ancak tarafların hazır bulunma mecburiyeti yoktu. Bu hallerde de Divan önüne gelen hükmü incelemekten geri durmamaktaydı[101]. Tarafların Divan'da kendilerini bir vekil aracılığıyla temsil ettirmeleri de mümkündü, hele ülkenin uzak yerlerinden gelen mürâcaatların bu yolla tâkibinin daha uygun ve kolay olacağı açıktır[102].
Dâvâ dilekçeleri önce çavuşbaşı tarafından incelenirdi. Muhakemenin prosedürü ve hükmün yerine getirilmesinde de çavuşbaşı baş yetkili olup, bu bakımdan vezîriâzamın vekili konumundaydı. Emrindeki çavuşlar vasıtasıyla dâvâların görülmesi ve hükümlerin yerine getirilmesini, ayrıca taşralardan gelen hükümlerle ilgili yazışmaların yapılmasını sağlardı[103].
Divan-ı Hümâyun'da dâvâ sahipleri, çavuşlar ve kapıcılar vâsıtasıyla sıraya dizilir, sırası gelen, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası tarafından Divan'a alınırdı. Dâvâ sâhibinin dilekçesi Divan'da önce tezkireciler tarafından vezîriâzama okunurdu. Padişahın mutlak vekili olan vezîriâzam bu hususta hükmünü verir ve bu hüküm yine tezkireciler tarafından kaydedilirdi. Gerekli görülen dâvâlar vezîriâzam tarafından, hallolunmak üzere Rumeli kazaskerine havâle edilir, dâvâlar fazlaysa Anadolu kazaskeri de yardımla görevlendirilirdi. Kazaskerin gördüğü dâvâ hükmü vezîriâzamın kontrolüne tâbi olup uygun görülmediği takdirde bozulabilirdi[104].
Mahkeme hükmü Divan'da bozulduktan sonra dâvâ, ya burada yeniden görülüp sonuçlandırır, ya da ilgili mahkemeye yeniden görülmek üzere gönderilirdi. Divan-ı Hümâyun kararları kesindir; taraflar hâzır ise derhal Divan önüne yerine getirilir, değilse ilgili mahallin kadı veya idarecisine hükmün hemen infaz edilmesi hususunda emir gönderilir, kimi zaman ise cezâsı infaz edilecek mahkûmun merkeze yollanması istenirdi[105]. Divan’ın emri üzerine bir dâvâya tekrar bakıldıktan sonra bu hükme de itiraz edilebildiği arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır[106]. Ancak bu hükmün artık daha aşağı bir mahkemeye götürülmesi mümkün değildi[107]. Mahkeme hükmünün hukuka uygun bulunup tasdik edildiği, bir başka deyişle talebin reddedildiği de olmuştur[108].
Topkapı Sarayı’nın ilk bölümü olan Bâb-ı Hümâyun ile Bâbü’s-Selâm (Orta Kapı) arasında yer alan ve önemli devlet dâirelerinin bulunduğu birinci avluda, Siyaset Çeşmesi veya Cellad Çeşmesi denilen bir yer vardı ki, siyâseten katl ile had veya kısas ihtivâ eden mahkeme kararları burada infaz olunur; Orta Kapı önünde bulunan Seng-i İbret denilen yerde siyâseten idam edilenlerin kesik başları bir müddet teşhir olunurdu. (Bu taş Tanzimat’tan sonra kaldırılmıştır.) [109].
Divan-ı Hümâyun kararı kesin olmakla beraber padişahın bunu kontrolü her zaman mümkündü. Öncelikle padişah, Divan toplantılarını zaman zaman Divan salonunun duvarının yukarısındaki pencerenin (kafes) arkasında Kasr-ı Adl denilen yerden dinlemekteydi[110]. Böyle olunca hem zamanında toplantılara müdahale edebiliyor, hem de Divan-ı Hümâyun, mürâfaalarda daha dikkatli davranmaya özen gösteriyordu[111]. Padişahların Divan toplantılarını kafes arkasından dinlemeleri ve gerekli gördüklerinde müdahale edebilmeleri geleneği Osmanlı Devleti'nde giderek kurumlaşmıştı. Öyle ki bu, padişahların çok rağbet ettiği bir usul olup, hemen hepsi Divan toplantılarını oldukça düzenli şekilde dinlemeyi tercih etmişlerdir[112].
Görüşmeler bittikten sonra Divan mensupları padişahın huzuruna çıkarak kendisine bilgi verir ve Divan kararlarının yerine getirilebilmesi için tasdik beklerlerdi. Arz denilen bu usul ayrıntılı formaliteler içermekteydi[113]. Aslında Divan'ın her kararı için padişahın tasdiki gerekmemekteydi. Bilhassa adlî kararlar hemen yerine getirilirdi. Kaynaklarda kazaskerlerin arza girip hâkim tâyinleriyle ilgili raporlarını padişaha okudukları ve padişahın bir diyeceği olup olmadığını bir süre beklediklere ilişkin bilgiler vardır, ancak kazaskerlerin Divan'da verilen adlî kararlarla ilgili bilgi verip tasdik istediklerine dâir açıklık yoktur[114]. Nitekim Divan-ı Hümâyun'un adlî kararları genellikle padişahın tasdikini gerektirmediğinden tamamı mühimme defterlerinde de yer almazdı[115]. Bununla beraber kazaskerlerden sonra arza giren vezîriâzam Divan'da alınan kararlardan genellikle önem taşıyanları padişaha beyan edip tasdikini beklerdi. Padişah kararı tasdik edebileceği gibi geri de çevirebilirdi[116]. Bu gelenek devletin sonuna kadar sürmüş, Tanzimat'tan sonra Divan-ı Hümayun’un yerini alan Meclis-i Vâlâ’nın bütün kararları padişahın tasdikiyle yürürlüğe girmiştir[117].
Divan-ı Hümâyun'un fonksiyonları giderek zayıflamış, XVII. yüzyıldan itibaren de uzun aralıklarla ve ancak yabancı elçilerin kabulü, ulûfe dağıtımı gibi protokol günlerinde toplanır duruma gelmiştir. Tanzimat'tan sonra Divan-ı Hümâyun'un işlerini yerine getirmek üzere Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye kurulmuş, Vezîriâzam (İkindi) Divanı da Bâbıâli'nin nüfuz kazanmasına sebep ve Hey'et-i Vükelâ'nın (Kabine) çekirdeğini teşkil etmiştir. Divan-ı Hümâyun, Bâbıâli’nin bürokrasi işlerini yerine getirmek üzere bu birimin bünyesinde varlığını sürdürmüştür.
B. Vezîriâzam (İkindi) Divanı
Divan-ı Hümâyun toplandığı günlerde öğlene kadar çalışır, öğleden sonra vezîriâzam kendi konağında bir divan kurardı ki buna Vezîriâzam Divanı veya İkindi Divanı denirdi. Bu Divanda Divan-ı Hümâyun'da sonuçlandırılamayan işler veya burada bakılmasına hâcet olmayan ikinci derecede önemli görüşülür, dâvâlar görülürdü[118]. Her iki divanın baktığı hususlar ve aralarındaki yetki sınırına ilişkin tam bir açıklık bulunmamaktadır[119]. Yine de her iki divan arasında bir ahengin söz konusu olduğu düşünülebilir[120]. Muhtemelen Divan-ı Hümâyun devletin en üst mercilerinden birisi ve padişahın meclisi olduğu için bir takım şikâyet ve talepler buraya yapılıyor, bunlardan çok önemlileri burada görülüp çözülüyor, hemen çözülemeyenler veya önem derecesi düşük olanlar diğer divanlara havâle ediliyordu. Bu durumda diğer divanlar bir bakıma Divanı Hümâyun’un alt komisyonları gibi çalışmaktaydı. Nitekim kimi zaman her divanın baktığı dâvâların ayrı olduğu, kimi zaman da birisinde çözümlenemeyen dâvâların bakılmasına diğerinde devam edildiği görülmekte, bazen de bir dâvânın bir divandan diğerine (ki bu üst mevkide bulunan bir divandır, sözgelişi Divan-ı Hümâyun'dan Cuma Divanı'na) havâle edildiği anlaşılmaktadır. Köprülü Mehmed Paşa'nın vezîriâzamlığından itibaren Divan-ı Hümâyun toplantıları giderek azalmış, yabancı elçilerin kabulü ve ulûfe dağıtılması gibi protokol günlerine inhisar ederek, öte yandan İkindi Divanı'nın önem ve fonksiyonu artmıştır[121].
İkindi Divanı'nda görülecek dâvâlara ilişkin dilekçeler sırayla okunup tarafların iddiaları dinlenerek bu işle görevlendirilenler görüşlerini söyledikten sonra vezîriâzam bunu kabul ederse dilekçenin altına yazılır ve vezîriâzam buyrultusuyla tasdik olunur, ayrıca dilekçenin bir yanına kararı ihtivâ eden bir i'lâm yazılırdı[122].
Bazı kaynaklarda, İkindi Divanı'nda görülen dâvâların daha çok örfî dâvâlar olduğu; nitekim Divan-ı Hümâyun'da da örfi dâvâları bizzat vezîriâzamın gördüğü, şer'î dâvâların ise kazaskerlere havâle edildiği söylenmektedir. Burada örfî dâvâdan maksad tımar vs. ile ilgili ihtilaflardır. Halbuki Cuma Divanı’nda kazaskerlerin bu kabil dâvâlara da baktığı arşiv vesikalarından anlaşılmaktadır. Öyleyse bu divanların fonksiyonları bakımından örfî-şer’î dâvâlar ayrımı yapmak pek de isâbetli değildir. Çünki kadılar, hem şer’î ve hem de örfî dâvâlara bakıp hükmetmekle yetkiliydiler. İkindi Divanı’nda da vezîriâzam huzurunda çözümlenenler dışındaki dâvâlardan padişaha arzı gerekenler Divan-ı Hümâyun'a havâle edilir, diğerleri ise kazaskerlere ve İstanbul kadısına bırakılırdı[123].
C. Huzur Mürâfaaları
1. Cuma Divanı
Cuma günleri vezîrâzam konağında toplanan Cuma Divanı'nda vezîriâzamın başkanlığında yalnız kazaskerler bulunur ve burada sadece dâvâlara bakılırdı. Dâvâlar vezîriâzam huzurunda dinlenip çözüldüğü için bu Divana “Huzur Mürâfaası” denir; ayrıca “Arz Odası Mürafaaları” diye anıldığı da olurdu. Cuma Divanı, vezîriâzam İstanbul'da yok ise, İkindi Divanı'nın aksine sadâret kaymakamı başkanlığında toplanabilirdi. Burada her türlü dâvâlar görülür ve hükme bağlanırdı. Dâvâ dilekçesi okunduktan sonra vezîriâzam isterse bizzat hükmedeceği gibi dâvâyı Rumeli kazaskerine de havâle edebilir, dâvâlar çoksa Anadolu kazaskeri de yardımla görevlendirilebilirdi[124]. Dâvâlar, kadıların hükümlerine karşı itirazı içeriyorsa, bu dâvâlar yeniden (istinafen) görülebildiği gibi[125], Cuma Divanı'nda kazaskerlerin çözümlediği bir dâvâda vezîriâzam veya taraflar kazaskerin tarafsızlığı veya verilen hükmün doğruluğu hususunda şüpheye düşerlerse emekli veya ma'zul kazaskerlerden birisi bu dâvâya bakar ve hükmederdi[126].
Huzur Mürafaalarına dâvâların Divan-ı Hümayun’dan, İkindi Divanı’ndan gönderilebileceği gibi padişahın da kendisine gelen dâvâ dilekçesi mâhiyetindeki arzıhalleri de Arz Odası’nda şer’le görüle üst yazısıyla buraya havâle ettiği görülmektedir. Muhtemelen taraflar Arz Odası’na doğrudan da başvurabiliyordu. Bir dâvâ bidâyeten Arz Odasına götürülebildiği gibi, mahallinde görülüp de taraflardan birinin hükme kanaat etmediği dâvâlar da istinafen buraya arzedilebilirdi. Her iki halde de dâvâlara bizzat bakılabileceği gibi başka bir mahkemeye de gönderilebilirdi. Bu mahkeme genellikle tarafların bulundukları yer mahkemesi veya istinaf taleplerinde ilk hükmü veren mahkemeydi[127].
Divan-ı Hümâyun hakkında önemli bir eser kaleme almış bulunan Ahmet Mumcu, Cuma Divanı'na gelen dâvâlardan önemli görülenlerin Divan-ı Hümâyun'a gönderilebileceği gibi, Cuma Divanı kararlarından memnun kalmayanların da buraya mürâcaat edebilmelerini muhtemel görmektedir. Bu divan hakkında da fazla bilgi bulunmadığı için diğer divanlarla baktıkları dâvâlar bakımından ne gibi fark olduğu bilinmemekte, ancak bunların arasında yetki bakımından pek bir sınır bulunmadığı zannedilmektedir[128].
Mahkeme kararlarının kontrolü bakımından hayli önem taşıyan Cuma Divanı, Tanzimat devrinin ortalarına kadar Huzur-ı Âli Mürâfaaları adıyla sürmüştür. Tanzimat’tan sonra da şeyhülislâm huzurunda -hiç değilse bir süregörülmeye başlanmıştır. Klasik devirdeki fonksiyonları hakkında fazla bilgi olmamakla beraber Tanzimat'ın ilanından hemen önce Meşîhat'e (Şeyhülislâmlığa) bağlanarak süregelen, 1862 yılında da Meclis-i Tedkikat-ı Şer’iyye'ye dönüştürülen Cuma Divanı'nın bu son devirde şer'î mahkeme kararlarına karşı gidilen bir yüksek kanun yolu mercii fonksiyonu gördüğü yakından bilindiği için klasik devirde de bu yönünün ağırlık taşıdığı söylenebilir. Nitekim bazı müellifler Cuma Divanı'nın bir kanun yolu mercii olduğunu açık şekilde zikretmişler, hatta bir istinaf veya temyiz mahkemesine benzetmişlerdir[129].
2. Çarşamba Divanı
Çarşamba günleri vezîriâzam konağında hâzır bulunan İstanbul, Eyüb, Galata ve Üsküdar (bilâd-ı erbe'a) kadılarının vezîriâzam başkanlığında oluşturdukları divana Çarşamba Divanı denirdi. Cuma Divanı'nın yanısıra, Huzur Mürâfaalarının bir diğerini teşkil eden bu divanda muhtemelen saltanat merkezinin her türlü problemi görüşülür, pâyitaht nâiblerinin verdikleri hükümler kontrol edilirdi. Cuma Divanı'ndaki kazaskerin yerini Çarşamba Divan'ında artık bu kadılar almıştır. Bu kadılar ve daha ziyâde bunların tâyin ettiği nâibler tarafından verilen hükümlere itirazlar, vezîriâzam huzurunda incelenmekte ve gerekli görülürse bu dâvâlara tekrar bakılmaktaydı. Bazen de bu kadıların görev alanına giren bazı dâvâlar bidayet yoluyla ve bu kadılar marifetiyle, ancak vezîriâzamın huzurunda görülüp sonuçlandırılırdı. Bu divan da Cuma Divanı gibi vezîriâzamın merkezde bulunmadığı zamanlar sadâret kaymakamının başkanlığında toplanmaya devam ederdi[130]. Ancak baktığı dâvâların mâhiyeti hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber bunu da istinaf mahkemesi veya bir çeşit yüksek mahkeme kabul edenler vardır[131].
Huzur Mürâfaalarının, 1838 tarihinde Başvekâlet’e dönüştürülen Sadâret’ten alınarak Meşîhat’e bağlanması ve artık şeyhülislâmın başkanlığında yapılması uygun görülmüştü. Kendisiyle ilgili dâvâlarda (yani çoğunlukla müste’menlerle ilgili dâvâlarda) Divan-ı Deâvi Nâzırı da hazır bulunacaktı. 1862’de Huzur Mürâfaalarının yerini Meclis-i Tedkikat-ı Şer’iyye almış, şeyhülislâmın bunlara başkanlık etme görevi de sona ermişti[132].
D. Kazasker Divanı
Kazaskerler ayrıca kendi konaklarında haftanın belli günlerinde divan kurarak kendi görev alanlarına giren veya kendilerine havâle edilen dâvâlardan önem arzedenlere bizzat bakar, ikinci derecede önemli olanları ise şer'iyyatçı denilen nâiblerine baktırırlardı[133]. Divan-ı Hümâyun'dan İkindi ve Cuma Divanları'na havâle edilen ve buralarda bitirilemeyen dâvâlar da Kazasker Divanları’nda bakılarak sonuçlandırılırdı. Divan-ı Hümâyun toplantılarını takiben arza giren kazaskerler, bilahare Divan’a gelip bazı hukukî, şer'î işlerle ilgilenir, daha sonra Bâbüsseâde'ye geçerek burada da şer'î meselelerle meşgul olduktan sonra evlerine giderlerdi[134]. Ancak bunların mâhiyeti hakkında bilgimiz yoktur. Kazaskerler yalnız askerî sınıfa (devlet memurlarına) âit dâvâlarla değil, bütün Osmanlı teb'asının hatta gayrımüslimlerin dâvâlarına bakmakta genel izinliydi[135]. Kadı hükümlerini kontrol yetkileri sebebiyle temyiz mahkemesi başkanı, kadıları tâyindeki yetkileri bakımından da adliye bakanı statüsünde görülmüştür[136].
E. Taşra Divanları
Eyâletlerde, Divan-ı Hümâyun'un küçük bir örneğini teşkil eden Beylerbeyi (Paşa=Eyâlet) Divanı kurulurdu. Burada beylerbeyinin başkanlığı altında eyâletin ileri gelen idarecileri yanısıra eyâlet kadısı da hazır bulunurdu. Divan-ı Hümâyun'un bakıp sonuçlandırdığı her işin hemen hemen küçük örnekleri burada görüşülür, halkın itiraz ve şikâyetleri dinlenerek çözülürdü. Beylerbeyi Divanı’nda idarî, örfî ve şer'î dâvâlar, bilhassa tımar ihtilafları görülürdü. Bunların kararları bir daha görüşülmek üzere Divan-ı Hümâyun'a götürülebilirdi[137].
Taşralarda kurulan beylerbeyi ve sancakbeyi divanları, İslâm hukuk tarihindeki mezâlim divanlarıyla aynı mâhiyette ve Osmanlı başşehrindeki Divan-ı Hümâyun’un taşralardaki örneği olduğundan, gerek dâvâ dinleme ve gerekse mezâlimi kaldırma yönünde görev ve yetkiliydiler. Halk eğer, devlet memurlarının hukuka aykırı davranışlarından dolayı zarara uğramışsa bunu mezâlim divanlarına şikâyet yoluyla götürebilirlerdi. Bu şikâyetin yerinde görülmesi durumunda hem o tasarruf iptal edilir, hem de o memur cezâlandırılırdı. Kadılar da birer devlet memuru olmaları hasebiyle, hukuka aykırı olarak verdikleri hükümlerden dolayı, halkın -günümüzdeki idare mahkemesi niteliğindeki- bu divanlara şikâyette bulunma imkânı teorik olarak vardı. Bu yönüyle taşra divanlarını kısmen birer istinaf mahkemesi olarak görenler olmuştur[138]. Beylerbeyi, tarafların şikâyet ve itirazları üzerine kadıyı eyâlet divanına getirterek dinleyebilirdi[139]. Gerekli görürlerse adı geçen mahkemelere durumu yerinde incelemek üzere mübâşirler gönderebilirlerdi[140]. Önem itibariyle ikinci derecede kalan dâvâların kadı divanına havâle edildiği gözönüne alınacak olursa, paşa divanının gönderdiği dâvâlar için eyâlet kadıları âdetâ bir üst merci gibi çalışmaktadır. Kadıların verdikleri hüküm, askerî kişiler hakkında veya bedenî cezâ içeren bir hükümse vâliye, had ve idam cezâsı içeriyorsa padişaha arzı mecburî olup, burada tedkik ve tasdik edildikten sonra yerine getirilebilirdi. Vâlinin tasdikten (yani imza ve tenfizden) kaçındığı hükümler kazaskere gönderilir, kazaskerin bu husustaki görüşüyle beraber Divan-ı Hümâyun'a arzedilir, burada tasdik olunursa yerine getirilir, bozulursa yeni bir hüküm verilirdi. Kadı artık buna itiraz edemezdi[141]. Mısır gibi büyük vilâyetlerdeki divanlar da Divan-ı Hümâyun'un birer örneğini teşkil ederdi; öyle ki bunlar, divan-ı mezâlim teâmülü çerçevesinde şer'î mahkemelerin kararları için bir kanun yolu mahkemesi niteliğinde görülmüştür[142].
Sancaklarda kurulan sancakbeyi divanları da eyâlet divanının küçük birer örneğiydi. Bunların da sınırlı biçimde mahkeme kararlarını kontrol ve nihâî hükümleri yerine getirmek gibi adlî görevleri vardı[143]. Aslında Osmanlı Devleti'nde mülkî âmirlerin kadılar üzerinde âmir sıfatları bulunmamaktaydı. Ancak halkın memurlardan şikâyetlerine, bir başka deyişle idarî dâvâlara taşra divanında bakıldığı için, halkın hâkimlerin hukuka aykırı hükümlerine karşı itirazları da memurdan şikâyet, bir başka deyişle idarî dâvâ kabul edilir ve burada hallolunurdu. Yoksa adlî hükümlerdeki yanlışlık ve hukuka aykırılıkların tesbit ve tashihinin genellikle ve kural olarak Divan-ı Hümâyun'un yetkisinde olduğu anlaşılmaktadır. Zaten taşra divanları tatbikatta daha çok tımar ve malî ihtilaflarla halkın memurlardan şikâyetlerine bakmışlardır. Bu yönleriyle İslâm tarihindeki divan-ı mezâlimlerin bir örneği olduğu söylenebilir[144]. Daha önce de geçtiği üzere bu husus, muhtemelen İslâm hukukunun, vâlilerin idarî ve adlî yetkileri bir arada hâiz oldukları ve daha sonra kadıları bizzat tâyin edebildikleri ilk devirlerinden kalma bir geleneğin Osmanlılara yansımasından kaynaklanıyordu.
Bununla beraber daha önce de söylendiği gibi, pratikte mahkeme kararlarına itirazı olanların, taşra divanlarına ne derece yaygınlıkla başvurduğu hususunda elde kâfi bilgi ve belge bulunmamaktadır. Ancak şurası bellidir ki, mahkeme kararlarına itirazı olan kimseler, tarih boyunca merkeze, yani Divan-ı Hümâyun'a mürâcaatı tercih etmiştir. Taşra divanlarına gitmekten daha zor ve masraflı olsa bile, mülkî âmir ve taşra hâkimlerinin mahallî etkiler altında kalabilme ihtimali olduğu için, Divan-ı Hümâyun’a mürâcaat, halkın tercih ettiği bir yol olmuştur.
Taşra divanlarının verdiği kararlar da Divan-ı Hümâyun’a itiraz yoluyla götürülebilirdi. Nihâî olarak başvurulabilecek makam padişah idi. Çoğu zaman Divan, kendilerinden şikâyet olunan kadıları teftiş edip haklarında gerekirse muhakeme yapılmasını bu hâkimlerin bulundukları yere en yakın mahallin beylerbeyi ve kadılarına emredebilirdi[145]. Bu husus belki beylerbeyi ve bu eyâlette bulunan kadı’nın üst adlî denetim mercii gibi görülmesine sebep olmuştur[146]. Taşralardaki beylerbeyi ve sancakbeyi (paşa) divanları, Tanzimat'tan sonra eyâlet ve sancak meclislerine dönüştürülmüş, dâvâ görme ve hüküm kontrol yetkileri de devam ederek sonunda nizâmiye mahkemeleri durumuna gelmiştir.
IV. HÜKME İTİRAZIN ETKİSİ
Klasik devir Osmanlı Devleti'nde kadı hükümlerinin icrâsı ehl-i örfe, yani beldenin mülkî âmirine âit bir görev olup, bu kişi genellikle merkezde çavuşlar ve kazâlardaki subaşılar idi. Suçları sâbit olanları kadı bu görevlilere teslim ederdi[147]. Acaba itiraz durumunda hükmün icrâsı geciktirilir miydi? Bu hususta açık bir bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla beraber klasik devir Osmanlı hukukunda kadıların katl, hırsızlık ve diğer had suçlarına dâir verdikleri -yani sonradan telâfisi imkânsız- bedenî cezâların padişaha arzı gerekli olup, burada tedkik ve tasdik edildikten sonra yerine getirilebilirdi. Ancak tatbikatta doğrudan padişahça değil, kazasker veya vezîriâzam tarafından tedkik olunur ve her halde padişah tasdik etmeden yerine getirilemezdi[148]. Dolayısıyla zaten derhal icrâ edilmeleri bahse konu değildi. Bu, bir anlamda re'sen ve resmen temyiz olup, Tanzimat sonrasında da sürmüştür. Kadı hükümlerinin öncelikle mülkî âmire arzolunup burada incelendikten sonra yerine getirildiği (infaz), bunların infazdan kaçındığı veya hukuka aykırı bulduğu hükümlerin padişaha arzolunduğu bazı kaynaklarda geçmekteyse de, esas olan bedenî cezâ içeren hükümlerin mutlaka padişah tasdikiyle infaz edilebilmesiydi. Malî hükümler hemen yerine getirilirse de, hükmün bozulması durumunda bunların telâfisi mümkündü. Yerine getirilmiş bir mahkeme kararının sonradan hukuka aykırı olduğu ortaya çıkarsa, İslâm hukukunun genel prensipleri çerçevesinde zarar hazineden tazmin edilir, sonra ilgililere kusurları nisbetinde rücu’ edilir, ayrıca gerekirse bu hukuka aykırılığa sebebiyet verenler cezâlandırılır, bu kişi kadı ise çoğu zaman görevden alınırdı.
SONUÇ
Klasik devir Osmanlı hukukunda mahkeme kararlarının kontrolü için tam mânâsıyla sistematik bir yol öngörülmüş değildi. Dünyada bu iş için en çok kullanılan istinaf ve temyiz yollarına, Avrupa’da bunları doğuran tarihî ve siyasî sebepler mevcud olmadığı için, İslâm dünyasında, dolayısıyla Osmanlılarda da rastlanmamaktadır. Ancak bundan Osmanlı Devleti’nde, hukuka aykırı verilmiş mahkeme kararlarının kontrolünün söz konusu olmadığı neticesi çıkmamalıdır. Öncelikle mahkeme kararlarında hukuka aykırılığa rastlanmaması için çeşitli ön tedbirler alınmıştır. Fetvâ ve şühûdü’l-hal müessesesi bunların başında gelir. Öte yandan, padişah, hukuka aykırı verildiği düşünülen mahkeme kararlarını kontrol yetkisini, İslâm geleneğinin de etkisiyle, dâimâ elinde tutmuş ve bu yetkiyi merkezde bulunan ve İslâm dünyasındaki divan-ı mezâlimlerin gelişmiş bir örneği kabul edilen Divan-ı Hümâyun vâsıtasıyla kullanmıştır. Divan-ı Hümâyun gerek ilgililerin talebiyle, gerek bizzat hâkimin arzıyla, gerekse re’se=n, mahkeme kararlarını incelemekte, hukuka aykırı gördüklerini bozarak hükmü veren veya bir başka mahkemeye yeniden görülmek üzere havâle etmekte, ya da önemli gördüğü durumlarda dâvâya bizzat kendi bakmaktadır. Son olarak bizzat padişaha mürâcaat imkânı vardır. Bunun dışında hukuka aykırı verildiği iddiası bulunmaksızın bir mahkeme kararının bir başka yargı mercii önüne götürülmesi -İslâm hukuku gereği- mümkün olmamaktadır. Divan-ı Hümâyun ve buna bağlı divanlarda, mahkeme kararlarını kontrolü, daha ziyâde kararı veren hâkimin kontrolü şeklinde tezâhür ettiği için, bu merciler temyiz mahkemesi yanında, hatta belki de daha ziyâde idare mahkemesi manzarası arzetmektedir.