Giriş
Geçen yüzyılın başında savaşlar, halk ihtilalleri ve monarşilerin yıkılmasıyla birlikte dünyanın birçok ülkesinde modernist toplumsal dönüşüm amaçlı siyasi hareketler ortaya çıkmıştı. Bunların ortak amacı endüstrileşme-kentleşme ekseninde bir kalkınma olmakla birlikte, birçoğunun gündeminde kendi yerel koşulları nedeniyle ekonomik, sosyal ve siyasal devamlılıklarını sağlama temeliyle sıkı sıkıya bağlı olan kırsal alan çalışmaları vardı [1] . Devletin bizzat planlayıcı ve uygulayıcı olduğu bu çalışmalarda, temel olarak iki yaklaşım söz konusuydu. Bunlardan biri, “devletin ya da siyasi otoritenin kurduğu planlı yerleşmeler aracılığıyla halkı için öngördüğü yaşama modelini kendi eliyle bir seferde gerçekleştirmesi, diğeri de yayılmacı bir anlayışla devletin yaşama alanı olarak seçtiği alanda yurttaşlarını planlı iskân ile yerleştirip, bölgeye ulusal bir kimlik kazandırarak onları kendine bağlamasıydı”[2] .
19. yüzyılın ilk yarısından itibaren benzer bir dönüşüm sürecine giren Osmanlı devleti ise, bir yandan da toprak kayıpları nedeniyle büyük bir muhacir ve mülteci[3] akını ile mücadele ediyordu. Anadolu’ya doğru daha çok Balkanlar ve Kırım üzerinden gerçekleşen bu nüfus hareketine karşılık, içeride savaş ve çatışmalara bağlı bir iç göç hareketliliği vardı. Tüm bunlar savaş durumundaki devletin iskân sorunuyla da uğraşmasını mecbur kılıyordu. 1856’dan itibaren başlayan yasal düzenlemeler ve 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki hükümetlerinin bu konuda çıkardığı kapsamlı nizamnamelerden de anlaşılacağı üzere bu konu devletin uzun zamandır düzenleme getirmeye çalıştığı bir alandı[4] ; ancak savaş koşulları içinde gündemde geri sıralara düşmüştü.
Kurtuluş savaşının bitmesiyle birlikte kentsel ve kırsal alandaki yıkımın boyutları gün yüzüne çıktı. Ülkenin hemen her yerinde yanmış yıkılmış konutlar birçok kişiyi evsiz bırakmıştı. Konut sıkıntısına ek olarak ekili alanların da tarumar edilmiş olması ekonomik nedenlerle de kırsal alanın hızla imar edilmesini zorunlu kılıyordu. Sonuçta, Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusunun yaklaşık yüzde yetmiş beşi kırsal alanda yaşıyor ve ülke ekonomisinin neredeyse tamamı köyden karşılanıyordu. Yeni rejimin ilk büyük imar faaliyetleri başkent Ankara’nın kurulması ile kentleşme alanında başlamışsa da, Cumhuriyet’in toplumsal destek ve ekonomik sürdürülebilirlik olarak savaşta desteğini aldığı bu kırsal çoğunluğa kendini kabul ettirmesi gerekiyordu.
Tüm bu nedenlerle, savaş sonrasında demografi k ve ekonomik olarak öncelikli konulardan biri haline gelen “kırsal alan modernleşmesi” fikri Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren gündemde önemli bir yer tutmuştu. Atatürk’ün TBMM’nin birinci dönem üçüncü toplanma yılını açılış konuşmasındaki “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür” sözleri daha sonra bu dönemin sloganı haline gelecekti[5] . Ancak, köylü uzun yıllar süren savaşlara insan gücü ve vergilerle destek verirken devletten eğitim, sağlık vb. hemen hemen hiçbir hizmet almamıştı. Eğitimsiz, fakir ve özellikle çalışabilir erkek nüfusunun büyük kısmını kaybetmiş bir haldeydi. Bu durumu iyileştirmek için köylerin hızla ekonomiye kazandırılması, köylere hizmet götürülmesi ve köylüden Cumhuriyet’e destek alınması lazımdı. Geç Osmanlı döneminden gelen deneyim ve rejimin modernleşme arzuları bir araya geldiğinde planlı kırsal alan yerleşmeleri konusu gündemde önemli bir başlık haline gelmişti. Bir taraftan ekonomik, eğitsel ve kültürel politikalarla yaratılmaya çalışılan Cumhuriyet köylüsü kavramı tartışılırken, diğer taraftan Cumhuriyet köylüsünü yaratacak mekânların nasıl olması gerektiği mimar ve şehircilerin ilgisini çekiyordu. Cumhuriyetin ilk on yılında bir yandan zorunluluklar bir yandan da modernleşme ideallerinin yönlendirdiği romantize edilmiş bir yaklaşımla devam eden kırsal iskan çalışmaları [6] , 1930’lu yıllarda ise devletçilik ilkesinin benimsenmesi ve Romanya ve Bulgaristan ile yapılan anlaşmalarla göçmen akışının düzenlenmesi ile daha sistematik hale gelecek[7] ; ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik zorlukları ile tüm imar faaliyetleri gibi yavaşlayacaktı.
Tam da böyle bir geçiş dönemi yaşanırken mübadele[8] , ülke için acil faaliyet alanlarından biri olan mübadillerin iskân edilmesi sorununu ortaya çıkardı. Devlet, mübadilleri iskân etme zorunluluğunu modern Türk köyü yaratmak için değerlendirilince ortaya bir iskân çalışmasından çok daha fazla anlamlar taşıyan Cumhuriyet köyü ideali çıktı. Aynı dönemde kanunlaştırılan ve maddeleri ardı ardına okunduğunda modern Cumhuriyet köyünün bir tasvirini ortaya çıkaran köy kanunu ile ülke çapına yayılmaya çalışılan bu ideal, mübadil köyleriyle örneklendiriliyordu. Örnek olmak özelliğinin öneminden dolayı bu köylere numune köyleri denilmişti.
1. Köye Doğru Hareketi[9]
Cumhuriyet 1923 yılında kurulduğunda ülke nüfusu yaklaşık on üç buçuk milyondu. 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımının sonucuna göre 13.648.000 olan toplam nüfusun yalnızca %24,2’si, nüfusu on bini aşan yerleşim bölgelerinde ikamet ediyordu[10]. Bu verilere göre Türkiye’de her dört kişiden üçü köyde yaşamaktaydı. Üstelik bu kesim ülke üretiminin yüzde yüze yakın kısmını gerçekleştiriyordu. Sanayileşmeyi bir hedef olarak gören kurucu kadroların, tarımın kalkınmadaki yerini ve dolayısıyla kırsal alanın önemini göz ardı etmesi mümkün değildi. Köylü gerçek üretici kimliğinin yanı sıra fiilen halka dayanan yeni rejimin, yani Cumhuriyet’in, %75 oranla baskın durumdaki halkı idi; üstelik bu halk, uluslaşma yolundaki yeni devletin kendini temellendirdiği, mutlaka ulaşılması gereken yozlaşmamış ve saf haldeki harsın[11] (etnografik kültürün) kaynağı olarak görülüyordu.
Fakat köyler rakamsal olarak görülen üstünlüğünü etkinlik olarak gösteremiyordu. Anadolu’da yüzyıllardır süren feodal düzenin sonucu olarak köylü topraksızdı, üstelik tarımsal üretim konusunda bilinçsiz ve bilgisizdi. Toprak reformu uygulamaları çeşitli nedenlerle gerçekleştirilemiyordu; ancak üretimdeki yerini arttırmak için köylüye ekonomik finansman sağlayacak bankalar ve kooperatifler kuruluyor, tohumluklar dağıtılıyor, fenni tarım için numune çiftliklerinde eğitim veriliyordu[12]. Siyasi olarak ise köylü, Osmanlı döneminde uzun yıllar boyunca süren apolitik tavrını Cumhuriyetin ilk yıllarında da devam ettirmişti. Oysa yeni Türk Devleti bir cumhuriyet olarak, halkın kendi kendini temsil etmesi sistemine dayanıyordu. Bu nedenle halkın %75’ini oluşturan köylünün temsil edilmemesi düşünülemezdi. Cumhuriyet kırsal alan için refah içinde, bilgili, bilinçli ve yapılan devrimleri sahiplenmiş vatandaşlardan oluşan bir tablo çizmekteydi. Bu Cumhuriyet’in geleceği için mutlaka başarılması gereken bir hedefti. Bu yüzden kırsal alanda formel ve örgün çeşitli eğitim atakları başlatıldı. Bunun en çarpıcı örneği ise köy enstitüleri[13] ve halkevleri-halkodalarıydı. Bu iki kurum sayesinde köylüden bilinçli vatandaşlar yaratmak hedeflenmişti[14]. Bu mekânlarda tarımsal eğitimler, sinema ve tiyatro gösterileri, rejim propogandaları yapılıyor; köylüye devletin resmi modernleşme ideolojisinin doğrudan ulaştırılması amaçlanıyordu.
Köye doğru başlatılan bu hamle aslında iki yönlüydü. Ekonomik ve eğitsel faaliyetlerle bir yandan kentteki modernlik köye ulaştırılırken; diğer yandan köy, kültür olarak şehre getiriliyordu. Köycülük faaliyetleriyle ile güzideler her zaman düşlendiği gibi harsın kaynağına gidiyorlar, oradaki yerel bilgiyi mevcut batılı bilgi birikimleriyle harmanlayarak modern Türk kültürünü oluşturmaya çalışıyorlardı [16]. Bu kapsamda yapılan yurt gezileri ve halkevi köycülük kolları faaliyetleri sırasında etnografik kültürümüze ait birçok ürün kaydedildi ve belgelendi. Hatta köye doğru hareketi köyden esinlenen bir sanat hareketinin doğmasına neden oldu.
30 Ocak 1923’de Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan nüfus mübadelesi protokolü ile kısa sürede beş yüz bin kişiyi iskân etme zorunluluğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam dönemin ilk Mübadele, İmar ve İskan Vekili Mustafa Necati Uğural’ın Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmaya göre “mübadiller, harikzedeler, şark ve garb vilayetlerinden gelen muhacirler ile Suriye, Rusya ve mübadele dışı mülteciler [ve] içeride bulunan diğer evsizlerle birlikte” bir buçuk milyona yaklaşmıştı [17]. Bu durum Cumhuriyet’in karşılaştığı ilk büyük sınavdı. Mübadillerin uyum sağlayıp yerli halkla kaynaşması, hem tarımsal bilgi paylaşımı ve üretimin artması açısından, hem de ülkenin uluslaşması açısından gerekliydi. Azınlıkların yerine gelen Türk kökenli soydaşların uyum sürecinin, homojen bir toplum yaratılmasında dolayısıyla da ulusun inşasında önemli bir adım olması bekleniyordu. Üstelik bu mübadiller Anadolu köylüsünün yetiştirmeyi bilmediği üzüm, tütün vb. endüstriyel ürünlerin üretim bilgisine sahipti. Bu özellikleri ve acil iskân edilmeleri gerekliliği onları ideal Cumhuriyet köylüsü olmak için uygun adaylar haline getiriyordu. Bu nedenle devlet, mübadillerin Türkiye’ye gelişini kısa vadede zorlukları olan ancak uzun vadede yeni Türk Halkı’nın yaratılmasında katkıları olacak bir fırsat olarak görüyordu. Yeni gelen bu insanlar, Cumhuriyet’e ve onun ilkelerine bağlı vatandaşlara dönüştürülmeliydi. Bu, devletin kırsal alanda imar ve modernleşme projesinin en önemli parçası olan ideal Cumhuriyet köyü fikrinin denenmesi için iyi bir fırsattı.
2. Numune Köyler ve İdeal Cumhuriyet Köyleri
Numune köylerin yapımına 1923 yılı içinde tütüncü mübadilleri iskân edebilmek amacıyla, Pontus çeteleri tarafından büyük ölçüde tahrip edilmiş olan, Samsun’dan başlandı. İlk etapta Samsun ve çevresinde on beş köye Eskişehir, Bilecik, Bursa, Aydın ve İzmir’in de eklenmesiyle toplamda yirmi yedi köy yapılması kararlaştırıldıysa da, gerçekte Samsun’da yedi, İzmir ve Bursa’da ikişer, İzmit, Adana ve Antalya’da birer olmak üzere toplam on dört köy yapılabildi. Zamanla bu uygulama yaygınlaştı ve sona erdiği 1934 yılında ise inşa edilen köylerin sayısı altmış dokuza ulaştı [18].
İlk yıllarda mübadele baskısı altında inşa edilen köylerin yer seçiminde ihtiyaca bağlı faktörlerin ön plana çıktığı görülüyordu. Numune köylerin büyük bir çoğunluğu, sahipsiz toprakların işlenebilmesi amacıyla, mübadele ile boşalan kırsal alanlarda ya da doğudaki boş bölgelerde kurulmuştu. 1928 yılından sonraki numune köy inşasında ise bu durumun yerini modernleşme ve kalkınmanın kırsalda temsili fikri almaya başladı. Bu dönemde yapılan köylerin bir kısmı özellikle bir prestij hattı olarak görülen Eskişehir-Ankara tren hattı üzerinde yapılmıştı [20]. Bu kararın 1930’larda Ankara’ya İstanbul üzerinden ulaşıldığı ve birçok milletvekili, aydın ve işadamı ile birlikte ülkeye gelen yabancı devlet adamlarının da bu hattı sıkça kullandığı düşünüldüğünde anlamı artıyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet için, eski ve hanedan izlerini taşıyan İstanbul’dan modern ve yeni Cumhuriyet başkenti Ankara’ya yaklaşırken Anadolu’nun içlerine doğru ilerledikçe artan bir modernlik ve refah düzeyinden daha gurur verici bir şey düşünülemezdi.
Kuruluşu ilgiyle karşılanan bu yeni kırsal oluşumun köy kanununun uygulanmasında, beklenen köy kalkınmasının gerçekleştirilmesinde ve modern Türk köyünün fiziksel ve sosyal ortamının oluşumunda örnek olması bekleniyordu. Dönemin tanınmış köşe yazarlarından Çiftçi Necati[23] 1925 yılında Türk Sesi’ndeki köşesinde şöyle diyordu:
“O köyler yeni hükümetin, yeni ruhun, yeni idarenin temsili olacaklardır. Onun düzgün yolları, sıhhi evleri, fenni ahırları, iktisadi teşkilatı, müessesat-ı içtimaiyesi (sosyal kurumları), mübrem ihtiyacını temin edecek vesait-i nakliye, mükemmel bir faaliyet merkezi olacak, bizi inkırazdan (çöküşten) kurtaracaktır”[24].
Benzer bir iyimserliği taşıyan devlet de numune köyler ile kentle köy arasında özdeş bir modernleşme seviyesi yakalamaya çalışmış, yeni bir tarım toplumunun mekânsal altyapısı olmasını beklediği bu köyler için dönemin koşullarına göre oldukça büyük rakamlar harcamıştı. 1935 yılı itibari ile bu rakam 1.480.684 liraydı [25]. Numune köylerin planlama ve inşası ile başlanan kırsaldaki bu modernleşme hamlesi 1924 yılında çıkartılan köy kanunu ile ülke geneline yayılmak istenmişti[26]. Köy kanunu ile mevcut köy mekânları sıhhıleştirilirken ve yeni yapılan numune köyler modern köy için örnek oluşturacaktı.
Köy-kent arasında sosyo-mekânsal denge yaratmak kurucu kadrolar için kırsal alanda ekonomik ve sosyal bir kalkınma yolunda mutlak bir ön koşuldu. Varılmak istenilen hedefler köyün ve kentin sadece konfor şartları olarak değil zihinsel olarak da birbirine yaklaşması koşuluyla sağlanabilir; aksi halde dengesizlik uzun vadede göçü yaratabilirdi. Dönemin en aktif köycü-mimarlarından Kozanoğlu[27] 1933 yılında yazdığı bir yazısında “... köylüyü köyüne bağlayan her şeyi köyünde olmalıdır, aksi taktirde köylü kendisine verilmeyen bu hakları aramak için şehirlere hücum edecektir... Vay o şehirlerin haline!”[28] diyordu. Aynı yazısında Kozanoğlu, köy ile kent arasındaki mekânsal farklılığı bir tür donatıların eksikliği problemi olarak tanımlıyor ve şehre göçen köylülerin şehre “efendi olmak için değil, şehrin suyundan havasından, zevkinden hatta doktorundan istifade edebilmek için” geldiğini belirtiyordu[29].
Köy ve kent arasında kurulacak bu dengede “İdeal Cumhuriyet köyü nasıl olmalı?” sorusu Cumhuriyetin ilk yıllarında önemli tartışmalarından biriydi. Sadece mimarlar, aydınlar ve siyasetçiler değil, inşa edilen numune köyler ile devlet ve tüm organları da bu soruya içtenlikle cevap aramaya çalışıyordu. Bu nedenle devlet her numune köyün inşası sırasında eleştiriler doğrultusunda farklı denemeler yapmıştı. Köylerin ithal malzemelerle inşası eleştirilince yerel yapım teknikleri denenmiş, tip projeler farklı iklim koşullarında yetersiz bulununca yere göre tasarımlar yapılmış, köylerin tasarımları yurtdışından getirilen uzmanlara yaptırılınca köy evlerinde köylünün kullanımına uymayan detayalar ortaya çıkmış, yabancı mimarlar kültürümüzü bilmemekle suçlanınca ulusal yarışmalar açılmıştı [30].
Tüm bu köy-kent ikilemi ve onun etkisindeki modernleşme denemeleri içinde mimarlığın yeri ise uygulamanın çelişkilerine ve mimarın bu ikilemde kendini tanımladığı yere bağlı olarak değişiyordu. Modern kent planlaması, modern kent konutu ve tefrişi ilgili birçok ortak değerlerde uzlaşabilen mimarlar, konu kırsal alan olduğunda “nasıl bir modernlik” olması gerektiğinde anlaşamıyorlardı. Örneğin; köylerin yapımında Marsilya kiremidi gibi ithal malzemelerin kullanımı pahalı olduğu ve köylünün bakım ve tamiratını kendi başına yapamayacağı şeklinde eleştirilenler olduğu gibi, köylülerle birlikte kerpiç benzeri yerel malzemeler ile inşa edilenleri yeterince modern bulmayan, bu projelerin köylüye yeni ve modern bir yaşam vadetmediğini savunanlar da vardı [31].
Dönemin mimarlarının köylerle ilgili farklı farklı eleştirileri olmakla birlikte yine de, hepsinin hem fi kir olduğu ideal bir Cumhuriyet köyünde olması gereken bazı temel nitelikler vardı. Bu niteliklerin ortak amacı Köprülü’nün[34] de dediği gibi “... köylerde bakir yaşayan manevi ruha, yani kültüre beynelmilel olan ve dış ihtişamı, dış hüviyeti temsil eden sivilizasyon (uygarlık) unsurlarını aşılamak”tı. Örneğin ideal bir Cumhuriyet köyü fenni olmalıydı. Fennilik yani bilimsel düşünceye duyulan inanç, öncelikle köyün planlı olmasında temsil ediliyordu. Plan ise çoğunlukla gelişmeye kapalı, sabit büyüklükteki bitmiş tasarımlar olarak karşımıza çıkıyor; genellikle simetrik ve ortogonal ızgara plandan, kare ve ya daireye değişen çeşitli saf geometrilerde oluyordu[35]. Geometri ve ortogonal ızgara plan kullanımı, planlı kırsal yerleşmelerin Avrupa’da ilk kez ortaya çıktığı 18. yüzyıl başlarından beri kullanılıyor, hatta haçvari ya da dairesel planlı bu köylere “mühendis köyleri” deniliyordu[36].
Modernleşme söyleminin göstergesi olarak fenniliğin bir diğer yansıması da köylerin planlamasında kullanılan bölgeleme kararlarıydı [37]. Numune köy önerilerinde konutların, sosyal donatıların, ekim dikim alanları, mezarlık vb. alanlar birbirinden ayrılıyor ve merkez etrafında planlı bir şekilde yerleştiriliyordu. Hem geometri hem de bölgeleme kararları açısından bu planların 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında önerilen bazı modern kent planları ile benzerlikleri dikkat çekiciydi. Örneğin; yazar ve gezgin James S. Buckingham’ın 1849 yılında yayınladığı model şehir planı ile Kozanoğlu’nun “Benim Görüşümle Köy” projesi, ve modern kent plancılarının öncülerinden Ebenezer Howard’ın 1902 yılında ilk kez ortaya attığı bahçeşehir planı ile Kazım Dirik’in “İdeal Cumhuriyet Köyü” planları modernliğin kurgulanmasında benzer yaklaşımlar gösteriyorlardı.
İncelenen metinlerde sıkça vurgu yapılan ikinci ortak kelime ise sıhhilikti. Sıhhat konusuna yapılan bu vurgunun altında Osmanlı’nın son döneminde köylerdeki pek de iç acıcı olmayan mevcut durumun etkisi büyüktü. Osmanlı’nın son dönemlerinde Türk Ocakları çalışmalarıyla ya da taşraya sürgün olarak giden memurlarla öğrenilen bu gerçek kısa zamanda akıllardaki köy manzarasını değiştirmişti. Dönemin popüler romanlarında bile köyler girişinde “salgın hastalıklar nedeniyle büyük bir mezarlığın sizi karşıladığı”, “derme çatma evleriyle” bakımsız, “cehaletin kol gezdiği”[38] yokluk ve umutsuzluk yerleri olarak tasvir ediliyordu[39]. Köy kanununda[40] da “köye kapalı yoldan içilecek su getirmek; kuyu ağızlarına bir arşın yüksekliğinde bilezik ve etrafını iki metre eninde harçlı döşeme ile çevirmek; evlerde odalarla ahırları bir duvarla birbirinden ayırmak vb.” şeklinde sıhhileştirme şartları koyulmuş yapılmış olması konunun kırsal alanda gerçek bir problem olduğunun göstergesiydi.
Önem verilen bir diğer nokta ise kamusal mekânların gerekliliği idi. Okul, cami, kooperatif, halkodası, köy müzesi, köy kahvesi, itfaiye, hamam, köy odası vb. gibi birçok kamusal donatı bu planlarda kendine yer buluyordu. Bu kamusal mekânlar, kurulmak istenen yeni sosyal hayatın kentlilik düzeyine göre çeşitleniyor, sayıları artıp azalıyordu. Bu açıdan incelenebilecek en çarpıcı örnek İdeal Cumhuriyet Köyü planıydı. Bu planda itfaiyeden konferans salonuna, ziraat ve el işleri müzesinden gençler kulübüne kırk üç adet kamusal donatı buluyordu. Kamu yapılarındaki bu çeşitlilik o dönemde birçok kent merkezinde dahi bulunmayan düzeydeydi. Bu kamusal donatı tiplerinin birçoğu daha önce köylerde bulunmuyordu. Osmanlı döneminde kırsal alanda hükümete ait yönetimsel yapılar bulunmadığından, devletin köyde mekânsal olarak temsili büyük bir yenilikti. Partinin köyle ilişkisini sağlayacak bir halkodası, Cumhuriyet’i temsil eden bir anıt, köy kooperatifleri, köy müzesi hatta bazı önerilerde görülen sağlık korucusu, tarımbaşı ve veteriner evleri devletin köylerde tüm kişi ve kurumlarıyla var olmak istediğinin açık göstergesiydi.
Kamusal donatılar açısından ilgi çeken bir diğer proje ise Milli Kalkınma Partisi’nin parti programın parçası olarak tasarlanan ideal köy planlarıydı. Bu programa göre Anadolu’da dağınık halde bulunan köylerden birbirine yakın olanlar birleştirilecek ve böylece köy sayısı 18.000’e indirilecekti. Eski köylerin yerine 24 hektarlık bir alanda tasarlanan 1700 nüfuslu 340 evden oluşan büyük ziraat ve sanayi köyleri yapılması önerilmekteydi[42]. Büyüklükleri ve donatılarıyla köyden çok kasabaya dönüşmüş bu önerilerde spor alanları, bir doğum evi ve bir de elektrik merkezi bulunmaktaydı.
Yine bu dönemde kurgulanan bazı planlar ise kamusal donatılar konusundaki farklı seçimleriyle dikkat çekiyordu. Örneğin Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “benim görüşümle köy” tasarısı önerdiği yaşam biçimi açısından diğerlerinden oldukça farklı bir noktada durmaktaydı [44]. Bu tasarımda köyde camii bulunmuyor, onun meydanda ki yerini Kozanoğlu’nun “köylünün kütüphanesi, içtima yeri, sineması, kulübü daha doğrusu modern mabedidir” dediği kahvehane alıyordu. Kozanoğlu’nun tasarımında dikkati çeken bir diğer nokta da özel mülkiyetli tekil köy konutları yerine köylüler için Phalanstére[45] benzeri iki katlı ortak yaşama blokları tasarlamış olmasıydı. Bu yaklaşımıyla Kozanoğlu tarımsal komünlerle benzer bir kırsal hayat anlayışı öneriyordu. Köyün planı ise çekirdekten dışarıya doğru kahvehane, onu çevreleyen meydan, köylü evleri, ortak tarım arazileri, çiftlikler olarak devam ediyordu.
İdeal köy planlarında ve uygulanmış numune köy örneklerinde dikkati çeken bir diğer nokta ise arazi kullanımlarının tasarımı ile biçimlenen üretim ve mülkiyet biçimleriydi. Temel olarak köylerde üretim düzeni şöyle tasarlanmıştı; köylüler kendi mülkiyetlerinde olan evlerinin bahçelerinde kendi tüketimleri için çeşitli ürünler üretirken, köyün ortak malı olan arazide tek tip bir ürünü imece usulüyle üreteceklerdi. Tek tip ürünün büyük bir araziye dikilmesiyle, toprağın bütüncül kullanımı ve üretimde standartlaşma sağlanacak ve verimlilik artacaktı. 1920’lerde yapılan kolhoz, sovhoz ve kibbutz[46] gibi yurtdışı kırsal planlama örneklerinde sıkça uygulanan bu kolektif üretim fikri köylülerden tepki görüyordu[47]. Ortak tarım alanı ve bireysel konut bahçesi yaklaşımın bir sonucu olarak bütün önerilerde köy ayrık yapı düzeninde bahçe içinde tekil evlerden oluşuyordu; bu da sık dokulu geleneksel Türk köy tipolojisinden çok farklı bir mekân yaratıyordu. Modern köy tasarımında asıl mesele, köy yaşamını anlamak ve onu köylüye yabancılaşmadan modernleştirebilmekti. Ancak mimarlar bunu nasıl gerçekleştirebilecekleri konusunda yeterli altyapıya sahip değillerdi. Yapılan planlar çoğunlukla köy realitesine uymuyor, inşa edilen köy evleri köylünün ihtiyaçları doğrultusunda değişime uğruyordu. Bu koşullar altında köy evlerinin planlaması ayrı bir ilgi alanına dönüşmüştü.
Bu kapsamda Ünsal, Mortaş ve Eldem[48] geleneksel köy evlerini gözlemleyerek modern köy evi projeleri üretti. Ne var ki bu mimarların Köy Evi[49], Kasaba Evi[50], Anadolu Evi[51] gibi benzer isimlerle yayınladıkları projeler, konunun ekonomik ve işlevsel yönüne uygun projeler olmaktan çok uzaktı. Bunlardan Ünsal ve Mortaş’ın tasarımları etrafı yüksek duvarla çevrili ya da avlulu büyük çiftlik evleri şeklindeyken, Sedad Hakkı Eldem’in 1928 yılında sergilediği Anadolu Evleri dizisi malzeme kullanımıyla ve oranları ile iç Anadolu evi tarzında tek katlı villalardı. Bu projeler nasıl bir köy evi tartışmasını alevlendiriyordu.
Köy evleriyle ilgili tartışmaların artması üzerine 1935 yılında bu konuda bir yarışma düzenlendi[52]. Yarışma şartnamesinde köy evinin “malzeme ve teknik bakımından köylünün kendi kendine yapabileceği bir şekilde olmak, ucuz olmak, köylünün yaşayış tarzına uygun olmak, sıhhi ve kullanışlı olmak ve Türk zevkini ve karakterini okşar olmak” koşullarını sağlaması isteniyor; ancak ev planlarının köylünün yaşamına yeni modern alışkanlıklar katması, ev içi kültürünü ve aile hayatını değiştirmesi ile ilgili herhangi bir beklenti belirtilmiyordu.
Bu dönem yayınlarında genel olarak modern evin güneşli, hava alan, konforlu ve sıhhi olduğuna dair ortak bir görüş vardı. Yayınlarda tasvir edilen modern kent evi bu özelliklerine ilaveten modern görünümlü, çoğu zaman kübik biçimli bant pencereli bir evdi[54]. Ancak benzer şekilde köy evleri söz konusu olduğunda, ideal köy evi çoğu zaman sadece bol ışık ve bol hava alan, badanalı, çatılı ev anlamına geliyordu. İyi havalanan, aydınlanan ve badanayla sterilize edilen böyle bir ev sağlıklı toplum yaşamının ana koşulları sağlayacak hijyenik bir ortamdı. Bazı yazılarda da “köylünün de bugünün insanı olduğu”nun altı çiziliyor evlerin tasarımı sırasında bunun göz ardı edilmemesi hatırlatılıyordu ancak önerilere gelindiğinde mütevazı kulübeler ortaya çıkıyordu[55]. Köylünün yaşam şartlarının geliştirilmesinin konfor şartlarının geliştirilmesiyle aynı olduğu düşünülüyor, onun hayatında yaratılacak modernleşmenin özellikle iç mekânda kullanılacak mobilyalarla gerçekleşmesi bekleniyordu. “Toprak üstünde bir arada yatanları köy karyolasına alıştırmak, yerde oturanlara iskemleyi öğretmek, yerde yemek yiyenlere masayı temin etmek suretiyle köylülerin yaşayış tarzlarında [da] bir inkılâp yaratmak” isteniyordu[56]. Böylece hem gündelik hayat dönüşümlerinin gerçekleştirilebilecek, hem de gerekli sağlık koşullarının sağlanmasına da hizmet edilecekti.
Sonuç
Tekeli’nin[57] de belirttiği gibi modernite, ortaya çıktığı batı toplumlarında dayandığı ekonomik temelleri, bireyselliği ön plana çıkaran toplumsal ilişkileri ve kurumsallaşma düzeyi ile kentsel bir projedir. Bu nedenledir ki tüm sosyal ve mekânsal kalıpları kentli insan üzerine geliştirilmiştir. Kentlerin ötekisi durumunda ise endüstrileşmeye karşı tarımsal üretimi, değişime karşı mevcut durumu (statükoyu), moderne karşı geleneği simgeleyen köyler vardır. Bu açıdan bakıldığında modernite projesinin “temelde bir kent projesi olmasına karşın Türkiye’de köycülük akımına kaynaklık etmesi” üzerinde durulmaya değer ilgi çekici bir ikilemdir. Bununla birlikte kurulduğu dönemde Türkiye gibi nüfusunun büyük çoğunluğu kırsal alanda yaşayan ve ekonomisi neredeyse tamamen tarıma dayanan bir ülkede modernizmin yerel koşullara göre şekillenmesi aslında kaçınılmazdır.
Türk modernleşme projesinin özgün alt-modernite projeleri oluşturması kadar ilginç bir diğer konu ise, bu söz konusu kentli modernleşme kalıplarının kırsalın yerel koşullarıyla ne kadar ve nasıl uzlaştırıldığı, ve yerel koşullara bağlı olarak tekrar nasıl düzenlendiğidir. Bu noktada, kendine modernleştirici aktör olarak bir misyon edinen mimarların konuyu nasıl bir gözle değerlendirdiği ve nasıl projeler ürettiği sorusu ise, dönemin imar faaliyetlerini, mimarinin yeni bir halk yaratma çabalarındaki tavrını ve belli tercihler ve amaçlar doğrultusunda tasarlanmış yapılı çevrelerin kurgusunu anlamak için önemli ipuçları vermektedir.
Yapılan projeler ve tartışmalar izlendiğinde köy-kent ikilemindeki bu modernleşme çabası karşımıza, numune köylerin sosyo-mekânsal kurgularında hem bazı vazgeçilemeyen temel modern kavramlar olarak, hem de aynı zamanda onların indirgenmiş, sadeleştirilmiş halleri olarak çıkar. Örneğin, kentte kübik apartmanlar ve villalar ile temsil edilen modernizm, köylerin mekânsal planlamasında tercih edilen merkezilik, geometrik planlama ve bölgeleme ile temsil edilirken; modern toplum yapısındaki örgütlenme ve kurumsallaşma ise tarımsal kooperatifl er aracılığıyla köye taşınır. Önceden küçük ölçekli tekil örgütlenmeler içinde gerçekleştirilen tarımın, bireysellikten çıkartılıp ortaklama (imece) usulüyle işbölümü içinde gerçekleştirilmesi fikri tarımsal üretim biçiminin endüstriyelleşmedeki seri üretim biçimleriyle uzlaştırılması yolunda bir çaba olarak değerlendirilebilir. Fakat bunda da 1920 ve 1930’larda yurtdışında gerçekleştirilen benzer projelere göre oldukça sadeleşmiş, cesaretsiz denilebilecek bir yaklaşım söz konusudur. Kolhoz, kibutz gibi yurtdışı örneklerde kolektif üretim ve yaşam üniteleri ile yepyeni bir kırsal yaşam ve mülkiyet durumu önerilir ve ürünlerin toplanması, satılması vb. konularda komünleri özerk kılan düzenlemelerle desteklenirken; yurdumuzdaki örneklerde mekânsal ve yasal olarak bireysel yaşam ve mülkiyet kalıplarının devamlılığı gözlenir[58].
Bu koşullar altında modern kavramların bazılarından vazgeçilmemesi kadar bazılarından vazgeçilebilmesi de aynı şekilde ilgi çekicidir. Bu tercihler mimarlık meslek pratiği açısından bakıldığında çelişkili gibi görünse de, köy-kent arasında yaratılmaya çalışılan bu özel uygulamanın kendine özgü bazı ikilemler yaratması da kaçınılmazdır. Bunun en ilgi çekicilerinden biri köy konutlarının mimarisinde ortaya çıkmaktadır. Kent konutu hakkındaki bütün modernist söylem modern köy konutu için aynı şekilde tekrarlansa da kübik yapılar, teras çatılar, bant pencereler gibi kent konutları için vazgeçilmez olan görülebilir modernlik arayışı köy konutlarının mimarisinde tercih edilmemiştir. Ulusal kökenleri Anadolu’nun damlı kerpiç yapı geleneğine dayandırılmaya çalışılan modern mimarlık köyde kolayca beyaz badanalı, kırmızı çatılı, alçakgönüllü evlere dönüşüvermiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kırsal modernleşme projesinin tercihleri söz konusu olduğunda inşa edilen numune köyler kadar, köyler ve köy evleri hakkındaki tartışmalar da büyük anlam taşımaktadır. Bu tartışmalarda genel olarak mimarlar, köyde modernist dönüşümler yapılmasının gerekliliği, aksi halde inkılâbın kentin dışına çıkamayacağı ve dolayısıyla kökleşemeyeceği konusunda hemfikirlerdir. Bu nedenle kentli düşünüş ve yaşayış tarzının köylere aşılanması, Kozanoğlu’nun[59] da “…biz bu köylerimizi yapmaya, bu kardeşlerimizi konuşturmaya, giydirmeye, bizim gibi yaşatmaya mecburuz” şeklinde belirttiği gibi bir zorunluluktur.
Hemen hemen bütün yazılarında mimarların Cumhuriyet’in kırsal alan modernleşmesi projesiyle yaratılmak istenen yeni köy yaşamı kurgusunu benimsedikleri ve bunu gerçekleştirmek için mekânın eğitici rolü üzerinde durdukları görülür. Mimarlar arasında “köylüye sade ve sıhhatli şartlar altında iyi yaşamayı öğretmek”[60] olarak özetlenen bu eğitici görev üzerinde bir uzlaşma var olmasına rağmen uygulanacak yöntem üzerinde derin görüş ayrılıkları söz konusudur. Uyum süreci açısından modernin köylü halka “anane haline gelmiş şekillerden modern zihniyete doğru giden basit şekillerde” kademeli olarak sunulmasını teklif edenler olduğu gibi[61], eskinin yeniyle tamamen yer değiştirmesi gerektiği görüşünde olanlar da vardır. Örneğin; bazı mimarlar yazılarında numune köylerin inşasını kırsal alana modern yapı tekniklerinin getirilmesi ve köylünün kerpiçten kurtarılması olarak coşkuyla kutlarken[62] diğerleri inşa edilecek yapıların “...detayı köylünün adetlerine, yapı tarzına ve malzemesine bırakılmak üzere mimar tarafından”[63] yapılmasını, aksi takdirde “…tanımadığı inşaat malzemesi ve devlet parasıyla yapılan bu evlerin [köylünün kendi kendine tamir etmesine imkân vermemesi nedeniyle] köylüyü parazit haline soka[cağını]” iddia etmektedirler[64].
Geç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken mimarlık ortamında kırsal iskan konusunda bir gelenek ve süreklilik olgusu olduğu kadar[65], kentte olduğu gibi modernleştirici bir arzu ile kopma ve kendini ötekileştirme niyeti olması beklenir. Ancak uygulamalar incelendiğinde mimarların ciddi bir köy-kent ikilemi yaşadıkları, kentte önerdikleri modernleşme kalıplarını köyde sorgulamak zorunda kaldıkları görülür. Bir süre sonra modernlik planlı yerleşme-sağlıklı konut ikilisine indirgenecek; mimarlar hem ekonomik nedenlerden, hem de köy hayatının gerçeklerinden dolayı cesaretlerini kaybedeceklerdir. Kırsal hayatta bir inkılaptan çok gayrisıhhi yaşam koşullarını ıslahat şeklindeki bu cesaretsiz yaklaşım böyle bir ikilemin sonucudur.
Tüm bu tartışmalar göstermektedir ki Cumhuriyetin ilk yıllarında köycülük çalışmaları ve numune köyler sadece kurucu kadrolar için değil aynı zamanda mimarlık mesleği için de oldukça önemli bir sorgulama sürecidir. Köy-kent ikilemindeki bu modernleşme denemesi, mimarları modern mimarlığın biçimsel ve yapısal kalıplarından sıyrılıp mekânın kendisinin modernite projesine hizmetinin en temel hallerini sorgulamaya zorlaması açısından dikkat çekicidir. Bu sebeple numune köy tartışmaları, kentteki uygulamaları ülke gerçeklerine uymamakla suçlanan mimarlık mesleğinin[66] ilk gerçek iç hesaplaşması olarak değerlendirilebilir.