Giriş
I. Murad zamanında Osmanlıların Rumeli’de hızlı ilerleyişleri ve ardından Yıldırım Bayezid’in 1394’ten itibaren İstanbul’u kuşatma altına alması üzerine Batı Avrupalı Hristiyanlar gözlerini bu tarafa çevirdiler. Osmanlıların Balkanlar’daki başarısından tedirgin olan Katolik Avrupa’nın Papalığın kılavuzluğuyla Osmanlı’ya karşı düzenlediği -ve 1359’da Çanakkale Boğazı’nı Türklere kapamak için PapalıkBizans donanmasının Gelibolu karşısında Lapseki’ye yaptığı çıkarma ile başlayanHaçlı seferleri, defalarca bozguna uğratıldı (Niğbolu 1396, Varna 1444, II. Kosova 1448, İstanbul 1453). İnalcık’ın ifadesiyle: “Osmanlı Türkiyesi’ne karşı 14 Haçlı seferi yapılmış veya planlanmıştır”.[1] Neticede evveli ilk Haçlı seferlerine dayanan kin, nefret, düşmanlık, diğer bir ifadeyle İslâm-Hristiyanlık çatışması, yükselen bir “Türk korkusu” ile (Alm. Türkenfurcht) [2] birleşmişti.
Avrupa’da -kıtanın her yerinde aynı ölçüde olmasa da- büyük yankı uyandıran ve “özellikle İtalyan şehir devletlerinde ve Papalık’ta büyük bir şaşkınlık ve ümitsizliğe yol açan, hem doğudaki İslâm dünyası hem de batıdaki Hristiyan dünyasında kutsal bir hedef olarak algılanan”[3] İstanbul’un genç bir Türk-Müslüman hükümdar tarafından 1453’teki fethinden[4] dört yıl sonra doğan Sebastian Brant’ın[5] böylece çocukluk ve gençlik yılları, Türk akıncılarının Avusturya ana topraklarındaki saldırıları ile açık bir tehdit altındaki Avrupa’da hâkim olan korkuyla karışık endişe ikliminde geçti. Dönemin -başta Papa II. Pius (1458-1464) olmak üzere[6] Kilise’nin sistematik vaaz kampanyasına dayanan- anlayışına göre bu korkuyu aşmak ve “İsa Mesih’in düşmanı”nı yenmek için Hristiyan güçlerin toplanarak yeni bir Haçlı seferi hazırlanması gerektiği fikri tüm Avrupalı hükümdarlara ve kamuoyuna aşılanmalıydı. “Pasif ” kralların teşvik ve ikna edilmesi dinî bir vecibe ve ulu bir davaydı. Dolayısıyla bu mesele yalnızca Papalığın değil, tüm dindar münevverlerin sorumluluğundaydı.
Sebastian Brant’ın yazdıklarından, din adamlarınca empoze edilen söz konusu sorumluluğu güçlü bir biçimde hissettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Brant, XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç zaferiyle başlayan Avrupa’daki fetihlerinden ve neredeyse tüm hayatı boyunca Türk tehdidi sorunuyla meşgul olmuş Martin Luther’den, hatta Makyavelli ve Erasmus’tan önce, Geç Orta Çağ ile Erken Modern Dönem başlarında Alman yazarlarının hemen hemen tümünün işlediği başlıca konulardan biri olan Türkler,[7] ya da o zamana özgü deyimle Güncel Türk Tehlikesi kapsamında hem Latince hem de Almanca yazılar kaleme almıştır. Batı’da tehlikenin “güncel” olarak ifade edilmesinin başlıca askerî sebebi, Macar sınırlarına dayanmış ve Güney İtalya’ya ayak basmış olan (Otranto 1480)[8] II. Mehmed’den sonra II. Bayezid’in de Batı’da elde ettiği başarılar olmuştur (Boğdan -Kili ve Akkirman- 1484, Arnavutluk 1492, İnebahtı 1499, Modon ve Koron 1500, Navarin 1501). Haçlı seferi konusu yine Papalığın öncülüğünde (X. Leo) Yavuz Sultan Selim döneminde fethedilen Mısır’la birlikte 1517-18 yıllarında yeniden alevlenecek, ancak Maximilian’ın Ocak 1519’daki ölümü ve başlayan imparatorluk mücadelesiyle birlikte Avrupa’da büsbütün değişen konjonktüre binaen rafa kaldırılacaktır[9] . Bu girişten sonra şimdi Brant’a ve görüşlerine daha yakından bakabiliriz.
1. Sebastian Brant ve Türk/İslâm Düşmanlığı
Katolik Hristiyanların başkentinde, Roma’da, 1 Mart 1462 tarihinde Papa II. Pius, Belki Düşünürsün (Lat. Existimatis fortasse) başlıklı bir vaaz/nutuk verdi. Bu vaaz, Fatih Sultan Mehmed’e karşı yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesi adına yaptığı çok sayıda konuşmadan[10] yalnızca biriydi. Hiç şüphesiz Pius, fetih sonrası AntiTürk propagandanın en nüfuzlu temsilcisi ve fikrî temelin başat aktörlerindendi. Burada söz konusu konuşma metninin tamamını vermek yerine ana fikri sunan giriş bölümünden kısa bir pasajı nakletmek yeterli olacaktır:
“Uykusuz gecelerimizi spekülasyonlar yaparak ve bir o yana bir bu yana savrularak geçirdik. Zamanımızın musibetlerinden yakındık. Türkler şimdi Macaristan’ı, Dalmaçya’yı sürekli savaşla taciz ederken ve istedikleri her yere vahşi saldırılar düzenlerken hiçbir şey yapmadığımız için utandık. Herkesin yüzünün bize karşı döndüğünü, ihmallerimizden dolayı bizi azarladığını görür gibiydik, çünkü yok edilmekte olan İncil Buyruklarının yardımına koşmadık; biz barış ve huzur içinde yaşarken Hristiyan isminin yok olmasına izin verdik. Ruhumuz galeyana geldi, öfkemiz kabardı ve yaşlı kanımız kaynadı; derhâl Türklere karşı savaş ilan etmek ve tüm gücümüzle din için savaşmak istedik[11].”
II. Pius, bir bakıma dönemin vaziyetine uygun biçimde eleştirisinin vurgusunu “harekete geçmemekten” yana yapmaktaydı ve bundan kendisini de hariç tutmuyordu. Gerçekten de İstanbul’un fethini takip eden uzun yıllar boyunca “Batı’da Türk tehlikesi üzerine bol bol konuşulmaktan, dinî telkinlerle Hristiyanlık için endişe duyulmaktan, parlak sözlerle manevi ruhu ikame etmekten başka herhangi bir ciddi işe kalkışılmadı[12].”
II. Pius’un konuyla ilgili bir diğer alakası, Türkleri düşman olarak gösterirken ileri sürdüğü malum hipotezidir: Türklerin kökeni meselesi. İtalyan hümanistlerin evvelce ortaya attıkları ve 1447 yılına kadar Pius’un da savunduğu Truvalılar mitinin eskimiş, zayıf ve artık işlevsiz olması karşısında -zira başta Romalılar olmak üzere birçok Avrupalı millet esasen Truvalıların soyundan gelmek iddiasındaydıPius, hümanist tarihçi Flavio Biondo (1392-1463) ile birlikte bu defa Türkleri İskitlere dayandırmaya çalışmaktaydı. Zira antik bir göçebe halkı olan İskitler, Batı tarih kitaplarında medeniyetsiz, barbar, zalim ve saldırgan sıfatlarıyla tanınıyordu ve kötü şöhretli bir köken olmak bakımından çok elverişliydi. Ayrıca bu sayede Osmanlılar, Roma-Hristiyanlık-Avrupa mefhumlarıyla hiçbir ilgisi olmayan “barbarlar” şeklinde ötekileştirilebilecekti[13]. Son olarak Dantevari (İlahi Komedya) bir epistemik şiddet türü biçiminde[14] İslâm’a ve Peygamber’e -burada nakletmeye hacet olmayan- baştan aşağıya iftira ve ağır hakaret içeren tipik bir kötüleme kampanyasını[15] da yürütmüş olan Papa II. Pius, siyasi çatışmanın dinî sahada da körüklenmesine çaba göstermiştir. Onun “hiç de bilgili ve objektif olmayan”[16] argümanlarla savunduğu Türk/İslâm düşmanlığının altında yatan bir maksadın Papalığın liderliğinde bir Avrupa Birliği oluşumuna ön ayak olmak ve Kilise’nin -dolayısıyla kendisinin- iktidarını kuvvetlendirmek olduğu söylenebilir[17]. Bunun neticesinde Pius, Dominiken rahibi Ricoldo de Monte Croce (1243-1320) ile başlayan, Avrupa’da cehalet ve ön yargıdan kaynaklanan İslâm’a yönelik polemiğin sonraki yüzyıllara (diyelim ki Makyavelli[18] ve Voltaire) taşınmasına aracılık yapmış olması gibi Sebastian Brant ve çağdaş başka hümanistlerin düşünce sistemine zemin teşkil etmesinde, böylece İslâm’ı inceleyen düşünürlerde İslâm hakkında olası bir olumlu kanaatin oluşmasının peşinen önüne geçmekte etken olmuştur.
Türk tehlikesini gündemde tutmak, unutturmamak ve dikkat çekmek adına yoğun çabalar göstermiş olan diğer Batılı din adamı, düşünür ve yazar[19] arasında bulunan Sebastian Brant, XV. yüzyılın sonuna gelinirken kolları sıvayarak hem Latince hem de Almanca yazılar kaleme almaya başladı. Brant yalnızca siyasete adanmışlığı ve dinî muhafazakarlığı ile değil, o sıralarda Alman neşriyatında yaygın olan Türk anlatımları[20] içinde gerek eserlerindeki yüksek ifade gücü gerekse biyografik geçmişi ile temayüz ediyordu; hukukçu ve yayıncı, ama bilhassa kayzerî danışman ve yüksek rütbeli kilise mensuplarıyla iyi ilişkiler içinde oluşu, eserlerine atfedilen yüksek değerin/gösterilen rağbetin önemli bir arka planını oluşturuyordu.[21] Brant hayattayken, eserlerinin tercüme edilmesi, Anti-Türk/İslâm propaganda faaliyetlerinin geniş yankı uyandırdığını göstermektedir.
Brant’ın Türk/İslâm düşmanlığının gerekçelerini özetleyecek olursak, müellif bir Katolik olarak, kiliseye bağlı “Katolik Hristiyan Avrupa”nın ateşli bir savunucusuydu; ona göre Osmanlılar/Türkler/Müslümanlar yalnızca Avrupa topraklarını değil kutsallarını da çiğniyordu. Binaenaleyh İslâm, Avrupa’nın (bunu Hristiyanlıkla eş anlamlı görür) baş düşmanıydı ve bu nedenle Türkler, -II. Pius’tan aynen naklederek- Hristiyan ismini önce lekelemek sonra da yok etmek amacındaydı. Türkler, müellife göre yalnızca Avrupalı kralların topraklarını ele geçiren barbarlar değil, aynı zamanda -defaatle yazdığı şekliyle- Hristiyanların “din düşmanı” idi.
Brant, Türklerden korunmanın yollarını sıralarken de -örneğin idari, askerî ve siyasi bakımdan rekabet etmeye çalışmanın zamanı geldiğini vurgulayarak- akla uygun önermelere başvurmak yerine dinî söylemi ve hamaseti ön plana çıkarmaktaydı. Brant’a göre barışın ve birliğin korunmasının şartı, Vatikan’a bağlılıktan geçiyordu. Şayet Grekler Roma’nın himayesine girip ayrıca Batı İmparatorluğu’nun üstünlüğünü tanısaydı, barbar istilâsından emin olurlardı. Ama öyle yapmadılar ve başkentlerini kaybettiler. Brant, bu bakış açısıyla İstanbul’un düşüşünden Bizans’ı suçlarken kendilerini, yani Avrupalı Hristiyanları, aklamaktaydı.
Brant’ın hedefinde önce bir üst başlık olarak “Müslümanlar”, alt başlık olaraksa -devrin pek çok metninde yetersiz bilgi sebebiyle eş anlamlı olarak kullanılan ama kendisinin ayırdığı- “Türk” ve “Sarasin”[22] halkları yer almaktadır. Müslümanlar, “tarumar olan dünyanın”[23] müsebbibidir. Brant, Arapları ve Endülüs Emevîlerini (ifadeyi metinden aynen naklediyorum) “zararlı/zehirli” (Lat. pestifera) bir öğretiye sahip “sahte” bir peygamberin arkasından gitmekle itham ettikten sonra[24] aynı yanlışın Türkler tarafından işlendiğini iddia etmektedir. Ayrıca Brant’a göre Türklerin ve Sarasinlerin “istilâcı” olmalarının altında yatan asıl sebep, onları Hristiyan dinini yok etmek üzere Hristiyanlara karşı savaşmaya yöneltmiş olan dinî öğretidir[25]. Yazılarında ısrarla, Türklerin sahip olduğu ve “özellikle Hristiyanları hedef alan”, kökeni “dinde sapkın” bir inancın varlığını ileri sürmeye çalışmıştır. Açıkça görülmektedir ki Brant, Osmanlılarda bulunan ancak yaşadığı dönemin Avrupası’nda varlığından söz etmenin mümkün olmadığı çok dinli ve karma etnik yapıdan kaynaklanan insan gücü zenginliği ile gelişmiş askerî strateji ve teknolojiyi, emsalsiz derecede iyi uygulanan lojistiği ve başarısı bu gibi rasyonel sebeplerle açıklanabilecek fütuhatı tamamen görmezden gelmiştir. Muhtemelen bu sayede nazarların Hristiyan devletlerin “açıkları”na çevrilmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Zaten Türklerin başarılarını da hiçbir şekilde kendilerine değil de yine Hristiyanlara, Kilise mensuplarının dinlerini boşlamalarına ve Batılıların birbirlerine yeterince kenetlenmemelerine bağlamıştır.
2. Kayzer I. Maximilian’ın Sarayında
1459’da Aşağı Avusturya’da doğan ve 1477’de Burgonya Dükü, 1486’da Roma Alman Kralı, 1493’te Habsburg mevrus mülklerinin (Alm. Erblande) hükümdarı ünvanlarını taşıdıktan sonra 1508’de, öldüğü 11 Ocak 1519 tarihine kadar kalacağı Kutsal Roma Alman imparatorluğu makamına seçilen I. Maximilian’ın, savaş ve özellikle evlilik tercihleriyle Habsburgları Avrupa’nın büyük güçlerinden biri hâline getirdiği bilinmektedir. Babası III. Friedrich’in hayatta kalan tek oğlu, dolayısıyla gelecekteki yegâne Alman kayzeri adayı olması hasebiyle Maximilian, daha gençlik yıllarından beri birçok münevverden iltifat görmüştür. Bunlar arasında bulunan Sebastian Brant, Maximilian’ın gözüne/himayesine girmek, ona yakın olmak[26] ve bu sayede hem paye hem de yazdıklarında dokunulmazlık elde etmek için -bu uğurda gerek Doğu’da gerekse Batı’da kadimden beri kullanılageldiği veçhile- hükümdara methiyeler düzmeye başlamıştır.
Brant’ın Maximilian’a düzdüğü ilk methiye, 1486’da Roma Alman Kralı seçimleri sırasındaydı. Şiirinde Brant, onu dünyaya barış getiren kişi olarak tanımlıyordu; onun döneminde Altın Çağ[28] yeniden yaşanacaktı, Maximilian dünyaya baştan başta hükmeden bir cihangirdi, babasıyla birlikte barışın ve birliğin[29] garantörüydü[30]. Brant bir başka methiyesinde Maximilian’ın şan, ziynet ve erdemde -eski Roma’nın muktedir imparatorları- Trayan ve Titus’tan bile üstün olduğunu yazmıştı. Tanrıların diğer hükümdarlara bahşettiği her şey yalnızca onda mündemiçti. Birçok kral ve muktedir ona anlaşmalarla bağlıydı ve onun için silah kuşanıyordu. “Ne korkunç Türk ne kibirli Venedikli ne de başka dehşetliler”[31] Maximilian’a boyun eğdirebilirdi[32]. Brant’ın bu minvalde başka başka uzun methiyesi olduğu gibi[33] I. Maximilian’a ithaf ettiği ve aşağıda zikredilen yazıları da mevcuttur.
Yıllarca süren gayreti meyvesini verecekti: Brant, hümanist eğitimini ve edebî hünerlerini sonuna kadar kullanarak gözüne kestirdiği amaca 1502’de Innsburg Sarayı’na[34] davet edilerek ulaştı. Burada Maximilian’ın huzurunda okuduğu şiiriyle kayzerin kendisini Türk Meselesi’ne adaması yönünde bu defa yüzüne karşı telkinde bulundu. Neticede Maximilian’ın sarayında danışmanları arasında olmaya layık görüldü ve buna uygun bir biçimde ödüllendirildi. Kayzerin teveccühünü elde etmesi, artık -sınırlı da olsa- tenkitlerde bulunabileceği anlamına geliyordu. Gerçi Brant’ın Maximilian’ı -muzaffer bir komutan olacağına dair hiçbir karine bulunmamasına rağmen- tenkit ettiğinden söz etmek mümkün görünmemektedir. Maximilian, onun gözünde, şüphesiz bir sadakat ve yoğun bir tutkuyla bağlı olduğu, Roma İmparatorluğu’nun yanı sıra tüm Hristiyanlık âleminin kurtarıcısıydı. Bu bakımdan, Tanrı tarafından seçilmiş bir dünya hükümdarı olan Maximilian’a “kutlu davasında” zorluk çıkaran gerek içerideki muhalifler (Alman kral, prens ve feodal beyler) gerekse dışarıdaki hasımlar (Fransızlar ve Türkler) “din düşmanı” ve “vatan haini” idi; Brant’ın eleştirilerindeki asıl hedef kitle de bunlardı.
Elde ettiği yakınlık payesiyle Brant, belki de bundan sonra Maximilian’ı artık Türklere karşı bir savaşa ikna etmeye biraz daha yaklaştığını düşünmüştü. Oysa -kuvvetle muhtemel- bilmediği husus, Maximilian’ın henüz 1497’de Türklerle ateşkes yapması için imparatorluk ve Avusturya tarihinde ilk defa olmak üzere İstanbul’a bir elçi (Yüzbaşı Fiume Hans von Thurn) tayin ederek Sultan II. Bayezid’e hediyeler gönderdiği ve böylece Habsburg-Osmanlı diplomatik ilişkilerini başlattığıydı[35]. Neticede Sebastian Brant, arzu ettiği şekliyle Kayzer I. Maximilian’ın Türklere karşı bir Haçlı seferine liderlik edeceğine hiçbir zaman şahit olamayacaktı. Maximilian kendisinden iki yıl önce 1519’da öldüğünde, bu defa umutlarını Maximilian’ın 19 yaşındaki oğlu Karl’a (Şarlken/V. Karl) bağlayacaktı.
3. Brant’ın Yazılarında Türk Teması
Çok sayıda yayını olan Alman hümanistinin[36] etkili olduğu zaman diliminin 1490- 1501 arasındaki yıllar olduğu kabul edilir. Aşağıda, Brant’ın Türk temasını işlediği ve 1494-1513 yılları arasına tekabül eden yayınları[37] içerisinden -hâkim rengi ve konuyu ele alış şeklini göstermesi bakımından yeterli ölçüde fikir verici olduğunu düşündüğüm- dördü üzerinde durulacaktır. Bu yayın aralığının aslında II. Bayezid devrine rastlamış olması, padişahın 1495’te Cem Sultan’ın vefatıyla birlikte -artık dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehdit beklentisinin kalmamasından dolayı- Batı politikalarına daha çok ağırlık vermeyi tercih ettiğinin görülmesi, özellikle Mora seferlerinin getirdiği hava içinde yerini bulması dikkat çekicidir[38]. Bir başka ifadeyle dönemin atmosferinin, I. Maximilian dönemindeki Haçlı seferi çalışmaları bağlamı içinde olan bu literatürün ortaya çıkmasında büyük önem taşıdığı söylenebilir. Bu yazılar sadece I. Maximilian’ın Haçlı seferi düşünceleri bağlamında değil, Osmanlıların o sıradaki durumlarıyla da irtibatlandırılabilir.
Türk temasını muhtevi ikisi Almanca, ikisi Latince dilinde yazılmış (Latince olanlar daha sonra Almancaya da tercüme edilmiştir) söz konusu dört yayın Johann Bergmann von Olpe tarafından Basel’de basılmış olup kronolojik olarak şu sıradadır: 1. Das Narrenschiff (11 Şubat 1494) 2. De origine et conversatione bonorum regum et laude civitatis Hierosolymae (1 Mart 1495) 3. Thurcorum terror et potentia (1 Eylül 1498) 4. Von der Vereinigung der Könige und Anschlag an die Türken (takriben 1501).
a. Das Narrenschiff (1494)[39]
1494 yılında basılan ve Ahmaklar Gemisi[40] diye çevrilebilecek bu Almanca hiciv türündeki yapıt büyük bir başarı sağlamış ve bunu uzun müddet sürdürmüştür. 1495’te bir başka hümanist Jakob Locher tarafından Latinceye çevrildikten sonra Avrupa çapında şöhret bulan bu çalışma 112 bölümden oluşur ve ahşap oyma görsellerle zenginleştirilmiştir. Almanya’nın çeşitli şehirlerinde tekrar tekrar basılmış olan bu kitap Almanların çeşitli ahmaklıklarını iğneleyici biçimde sergilerken, 98. ve 99. bölümlerinde Müslüman ve inançsız gruplar konu edilir. Brant burada Müslüman ve inançsızları bir tutarak onları “şeytanın işini” yapmakla ve Hristiyanlığın şüphesiz düşmanı olmakla itham eder, bununla da yetinmeyerek “Deccâl” (Anti-Christ/ Endchrist) ile ilişkilendirir[41].
Hicvinde esasen çağının şehirleşme, sermaye birikiminin oluşumu gibi dönüşümlerini konulaştırarak algıladığını gösteren Brant, burada bütün toplum kesimlerini ve meslek gruplarını eleştirel bir yaklaşımla ele alır. Yapıtında ahmakları bir gemiye doldurup Ahmakistan’a (Narrogonien) doğru yola çıkarırken, kendisi de gemide bulunur. İnsanların bilgelik edinmelerini sağlayacak yazıların her yerde bulunmasına karşın ilgisiz kalışlarını içine sindiremeyen Brant, yapıtını “her ahmağın kendini görebileceği, ahmaklar aynası” olarak nitelendirir.
Almanların çeşitli ahmaklıklarını iğneleyici biçimde sergilerken Yabancı Ahmaklar (Von vslendigen narren) adlı hicviyede Sarasinleri, Türkleri ve inançsızları anar ve şunları yazar:
“Caymazlar ise yararsız aptallıktan / Suskun geçip giderim yanlarından. / Bırakın ahmaklıklarıyla baş başa kalsınlar, / Böyleleri pek anılmasınlar. / Bunlar Sarasinler, Türkler ve İnançsızlardır / Hristiyanlık inancından kopanlardır.”[42]
Brant’ın hicvinde Türkler “ahmaklıklarında direnen”, “öğüt almayan” inatçı insanlardır. Bir diğer uyaklı hicviyesi İnancın Bozumu (vom abgang des glouben) başlığını taşır ve kitaptaki 99. Bölümdür[43]. Burada Protestanları Hristiyanlığı bölmek ve sıkıntıya sokmakla suçlar. Ayrıca İslâm Peygamberini “Hristiyan öğretilerini kökten bozmak ve kirletmek”[44] ile itham ettiği gibi bir zamanlar Levant, Asya ve Afrika’da çok sayıda Hristiyan olduğunu iddia eder. Ona göre Küçük Asya ve Yunanistan’ın kaybı Hristiyanlığın en büyük ayıbıyken Yedi Kiliseler’in (Hristiyanlarca kutsal yedi Ege şehri: Ephesus/Efes, Smyrna/İzmir, Pergamus/Bergama, Thyateira/ Akhisar, Sardis/Salihli, Philadephia/Alaşehir ve Laodikya/Pamukkale) Türklerin eline geçişi ise bütün dünyanın ayıbıdır. Türkler iki imparatorluğu, birçok krallığın büyük topraklarını, İstanbul ve Trabzon gibi şehirleri almış, Kärnten (Karinyola/ Karanite), Hırvatistan ve Macaristan’a değin uzanmıştır: “Türkler artık çok güçlüdür / Egemenlikleri salt Akdeniz ile sınırlı değildir / Tuna kıyılarındadır orduları / Artık pek önlenemez saldırıları[45].”
Dahası Brant, kiliseleri “kirleten” ve “boyun eğdirttiği ülkelerin saymakla bitmeyeceği” Türklere karşı bir şey yapmayan Papalığa ise şu eleştiride bulunur: “Kurt ahırda / Kutsal Kilise’nin koyunlarını boğazlamakta/Ancak ne var ki çoban uykuda[46].” Sıranın Almanlara geldiğini yazdıktan sonra Almanları “öküzleri afiyetle yiyen kurda ilgisiz, aldırışsız ve duyarsız” olmakla suçlar ve Almanların Türklere karşı tutumlarını “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” tutumuna benzetir.
Avrupa’da hemen hemen her dile çevrilen ve belki ilk “çok satan” eser olma özelliğini taşıyan hicve göre, eğer birbirlerini yemekle uğraşan Almanlarda birlik olursa, soylu Maximilian, imparatorluğu yönetecek güç ve yetenektedir; Roma İmparatorluğu tacını taşıdığı sürece, Kutsal Toprakları geri alacaktır[47]. Bu yapıtta da Maximilian, Brant için tüm siyasi umutların kişilik bulmuş hâlidir. Avrupalı feodal beylere, krallara koşulsuz bir itaat çağrısını yineler; “şövalye” Maximilian onları tüm memleketlerde zaferden zafere koşturacaktır[48].
b. De origine (1495)[49]
Türkçe başlığı İyi Kralların Kökeni ve Yaşamı, Kudüs Şehrinin Övgüsü ve Onu Kurtarmaya Yönelik Tembihler şeklinde olan 1 Mart 1495 tarihli bu yayın, girişinde Roma Alman Kralı Maximilian’a ithaf yazısı bulunan 160 varaklık bir “tarih” kitabıdır. Bu kitapta Brant, Kudüs şehrine dair Papalık propagandasına ve tarihî gerçekliklerden ziyade kendi hayal gücüne dayanan kronolojik bir kesit sunar. Brant’ın bu kitabı yazmasındaki maksadının, okuyucuya kutsal şehrin Hristiyanlık tarihi açısından önemini göstermenin yanı sıra ahlâken yanlış davranışların hangi siyasi sonuçlar doğurabileceğinin altını çizmek olduğu söylenebilir. Yazar bu kitabı Türk Meselesi’yle ilişkilendirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun “pagan” olduğunu iddia ettiği gibi I. Maximilian’ı Türklerin elinde bulunan Kudüs’ü hedef alan bir Haçlı seferine ikna etmeye çalışmaktadır.
De origine’de Türk tehdidinin ortaya çıkışı ve sebebi, Hz. Peygamber’in -iddiaya göre 624(!) yılındaki- doğumuna bağlanır. Ona göre “Hristiyanlar arasında dolaşmış ve zararlı/zehirli öğretisini yaymış sahte bir peygamber”, Arapları körlüklerinden yararlanarak manipüle ederek kendisine bağlamıştır. Hristiyanlık inancının ve Roma İmparatorluğu’nun asıl düşmanı olan rakip bir kötücül karakter profilini çizen Brant, ona bağlı olanların savaşa susamışlığını zenginliğe ve iktidara yönelik aç gözlülüğe, ayrıca Avrupa topraklarında savaşma arzusuna dayandırmaktadır[50]. Brant eleştiri oklarını, Araplardan sonra İslâm’ın “kılıçla” hızlı yayılmasını sağlayan Sarasinlere yönelterek anlatısını sürdürür. Sarasinler “kirli” ve “şereften yoksun”, “kan dökücü” düşmandır. Sıra Türklere geldiğinde, okuyucunun yine kanını donduracak -Müslüman tüm halkları tarif için kullandığı- barbarlık, vahşet ve insanlık dışı manzaralar çizilir[51].
İstanbul’un fethine de genişçe yer veren Brant, burada sultanı ismen (Machmet şeklinde) zikreder, bunu Türk saldırganlığının zirvesi olarak görür. Anlatıda bu zapt sırasında Hristiyan halkına korku salmak için -güya bizzat sultan tarafındanBizans İmparatoru öldürülmüş ve kellesi etrafta gezdirilmiştir, sultana itaat etmeyen birçok Hristiyan bey aynı akıbete uğramıştır. Dahası, tüm soylular cânice işkencelerle katledilmiştir. Resmedilen katliamda din adamları kana boğulmuş ve rahibelerin de ırzlarına kastedilmiştir. Son olarak Bizans askerleri Türkler tarafından aşağılanmış ve yüce Hristiyanlık istihzaya uğrayarak ayaklar altına alınmıştır[52].
De origine’de Müslümanların elinden çıktığı iddia edilen korkunç hadiselerin sorumlusu olarak Alman prens ve feodal beyler gösterilir. Brant’a göre onlar, sağır ve dilsiz birer umursamaz güruhtur. Bununla birlikte yenilgilerden sorumlu tuttuğu aynı Hristiyan -hassaten Alman- hükümdarların onurunu kurtarmak içinse Hristiyanların “günahkâr bir uykuda” olduğunu ileri sürer ve Hristiyanları -eğer elzem olan Haçlı seferine çıkılacak olursa- “vasıfsız askerlerden” oluşan düşmana karşı kesin bir galibiyet propagandasıyla yüreklendirmeye çalışır[53]. Diğer yandan 1480’de Rodos’u başarıyla savunmuş olan Saint Jean şövalyelerinden büyük övgülerle bahseder. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünü de zikreden Brant, bunu “Tanrı’nın merhametinin nişanesi” olarak tanımlar. De origine, Türk tehdidinin yakın zamanda Kral Maximilian sayesinde ortadan kalkacağı ve böylece Roma İmparatorluğu’nun kurtulacağı iddiasıyla tamamlanır.
c. Thurcorum terror et potentia (1498)[54]
Sultan II. Bayezid’in saltanatta bulunduğu 1498 yılında, Sebastian Brant’ın Varia carmina ismindeki Latince şiir antolojisi basıldı. Burada yer alan ve Türkçesiyle Türklerin Dehşeti ve Gücü başlığına sahip, Maximilian’a ithaf ettiği ve yekûnu 6 varak olan şiirinde Brant, sultanın -Konstantinopolis fatihinin oğlu- ağzından Avrupalı Hristiyan kral, prens ve feodal beylere hitap etmek suretiyle Hristiyanları çarpıcı bir dille uyarmak yoluna gitmiştir. Brant’ın konuşturduğu sultan, özetle, Hristiyan halklar nadiren barış içinde yaşadığından, Avrupalı hükümdarların kendi aralarında daima ihtilafta bulunduklarını, böylece düşmanlarının önünü açtıklarını tespit etmektedir. Yine sultan bu nedenle Hristiyanların artık inançsızlıklarından ve eylemsizliklerinden ötürü cezalandırılması gerektiğini söyler.
Şiirin biraz detayına girecek olursak anlatıda bundan sonra Türklerin şimdiye kadarki kazanımları sıralanır: Bizans, Trakya, Makedonya, Ege Denizi, Moldavya, Eflak, Selânik, Dalmaçya, Karadeniz vs. Şimdi ise sıra Litvanya, Prusya ve Lehistan’ı harap etmeye[55] gelmiştir; sıra yakında Avrupa’nın nehirlerine (Oder, Tisa, Elbe, Ren, Po vs.), yani Lehistan, Kutsal Roma Alman İmparatorluğu ve İtalya’ya gelecektir. Sultanı konuşturmaya devam eden Brant’a göre sultan, eğer Hristiyanlar kutsalı böyle ihmal ederse, Hristiyanların vahşi Türkler tarafından bu şekilde dize getirilmesini beklemeleri gerektiğini dile getiriyordu. Sultanın fetih planı, Hristiyan topraklarını savaşa boğmak yönündeydi. Taranto Limanı üzerinden Roma ele geçirilmek isteniyordu; dünyanın başkenti olan bu kadim şehir Osmanlıların eline geçecek ve şehir yeni bir Roma olacaktı. Sultanı planlarından kimse alıkoyamazdı, sultan kimseden korkmazdı, bir kişi müstesna: Roma İmparatorluğu’nun dizginlerini elinde bulunduran Habsburg Kralı I. Maximilian! Sultan ondan çekiniyordu, çünkü duyduğuna göre, Almanya ve feodal beyler kralın emrindeydi, kendisine karşı tek yürek silahlanılmıştı. Avrupa’nın topyekûn bir darbesiyle Tuna, Baltık Denizi ve Boğaziçi Türk kanıyla dolabilirdi. Sultan şimdi, tıpkı atası (Yıldırım) I. Bayezid’in Timur tarafından yenilgiye uğratılması gibi, I. Maximilian’a karşı kaybetmekten özellikle çekiniyordu zira Türkleri yenmek, ancak Maximilian’a nasip olacaktı. Sebastian Brant, şiirini, sultanın Roma kralı karşısında eğilmesi sahnesiyle sonlandırdı.
Thurcorum terror et potentia’da belki de en çok dikkat çeken yer, Yıldırım Bayezid’le ilgili hikâyedir. Burada Timur, Bayezid’i esir alır, kafese koyar ve onu bir hayvan gibi Asya’da dolaştırır[56]. Bu sahneyi ibretlik bir hadise olarak aktaran yazarın herhâlde Maximilian’a vermek istediği mesaj, Türklerin yenilmez olmadığı ve Maximilian’ın şimdiki sultan için aynı sahneyi tekerrür ettirebileceğidir.
d. Von der Vereinigung der Könige und Anschlag an die Türken (Takriben 1501)[57]
Brant’ın el ilanları arasında yer alan ve Kralların Birleşmesi ve Türklere Saldırılması Hakkında başlığını taşıyan bu ilan, Almanca yazılmış ve Maximilian’a ithaf edilmiş bir şiirdir. Bu şiir, 13 Ekim 1501 tarihinde bizzat Roma Alman Kralı Maximilian ile Fransa Kralı XII. Louis’yi temsilen Fransız Kardinal Georges d’Amboise, İspanyol elçi Don Juan Manuel’in şahitliğinde Trento’da (günümüzde Kuzey İtalya’da) imzalanan barış (Alm. Trienter Vertrag/Abkommen) [58] münasebetiyle yazılmıştır. Brant, artık Türklere karşı “el birliği” ile saldırmanın tam zamanı olduğunu, bütün Hristiyan kralların ortak amaç uğruna yekvücut olması gerektiğini, böylece azılı düşmanın mutlaka mağlup edileceğini, fevkalade kafiyeler ve akılda kalıcı mısralarla ifade eder.
Brant’ın Türkler hakkında örnek verdiğimiz yazılarından başka burada zikredilmeye değer ve apokaliptik inançları konu alan Latince bir başka yayın daha mevcuttur. Bu kitap ön sözünü yazdığı ve 7 Ocak 1498 tarihinde -yenidenyayınladığı, ayrıca -sıradan vatandaşa da hitap etmek üzere- yaptırdığı çizimlerle anlatımı kuvvetlendirdiği meşhur Methodius primum Olympiade (Türkçesi Önce Olimpos kentinin, sonra da Sûr kentinin piskoposu olan Metodius) isimli kitaptır.[59] “Apokaliptik kehanetler” yahut bir diğer ifadeyle “kıyamet senaryoları”, hem Batı hem de Doğu Orta Çağ düşünürlerinin zihin dünyalarında yer bulmuş ve alt zeminini dinî metinlerin oluşturduğu söylemlerdir. Kutsal kitaplarda “yakın” olarak ifade edilen kıyametin yoruma açık olması nedeniyle dünyadaki bazı hadiseler veya belirli tarihler[60] birer belirti olarak görülüp kıyametle ilişkilendirilmiştir. Yerasimos’un tespitlerine göre Hz. Danyal’a atfedilen ilk kıyamet yorumu V. yüzyıl sonuna (480-491) ait olmalıdır ve metin Ermenice olarak günümüze kadar gelmiştir. Öte yandan İslâmî kıyamet metinlerinin Bizans metinlerinden sonra yazıldıkları ya da en azından IX. yüzyıla ait olduklarından şüphe edilemez[61].
Sebastian Brant’ın, işte bu sözü edilen metinler içerisinde ele aldığı metin, esasen VII. yüzyılda Arapların İstanbul’u kuşatması sırasında Yukarı Mezopotamya’da Süryanice yazılmış Sözde Metodios’un Kıyameti adlı risaledir[62]. İlk defa Köln’de 1475’te basılan bu risale,[63] daha sonra Dominiken rahibi Augsburglu Wolfgang Aytinger’in (1465-1513) metin üzerine yazdığı risaleyle (Alm. Traktat) birlikte 1496’da Augsburg’da ve nihayet 1498’de Sebastian Brant tarafından -Aytinger’in risalesini de dâhil ederek- kendisinin ön sözüyle ve editörlüğünde Basel’de Michael Furter’in matbaasında basıldı. Bu 140 sayfa hacmindeki son versiyon 1500, 1504 ve 1515 yıllarında,[64] hatta uzun yıllar sonra bile[65] tekrar tekrar basılacaktı.
Wolfgang Aytinger’in risalesi, İstanbul’un alınışı üzerine yazılmıştır. Ona göre bu hadise ile Deccâl ayağını hâlihazırda Batı Hristiyan topraklarına koymuş bulunmaktadır ve dünyanın sonuna yaklaşılmıştır[66]. Brant’ın 1498’de yazdığı/ neşrettiği ön sözü okunduğunda Aytinger’e mütemayil olduğu anlaşılmaktadır. Ona göre son Roma İmparatoru Hristiyanlığın düşmanını -bu defa Osmanlı sultanını- yenip dünyadaki kötülüğe son verecek, akabinde Zeytindağı’nda (Kudüs) Tanrı tarafından tâc ve yeryüzü krallığıyla ödüllendirilecektir[67]. Rahip Aytinger, Hristiyanlığın İslâm üzerindeki söz konusu “mutlak” zaferine dair kesin bir tarih kehanetinde bile bulunmuş, İstanbul’un alınışından 56 yıl sonrasını, yani 1509 yılını öngörmüştü. Brant bu tarihin olsa olsa Maximilian’ın saltanatına denk gelebileceğine inanmaktaydı[68]. Yanı sıra Brant’ın kendisi de İstanbul’un alınışına dair bir kehanette bulunmuştur. Yaptığı astrolojik hesaplamalar aynı tarihi vermektedir[69].
Netice itibarıyla Sebastian Brant’ın bir yandan siyasi ve dinî argümanlarla Avrupa kamuoyunda Türklere karşı “kaygı” ve “korku” duygularını tetiklemek, İslâm’ı “zararlı” ve “sapık” bir inanç olarak gösterip bilhassa Alman halkını İslâm’a karşı soğutmak için propaganda yaptığı, diğer yandan okuyucuya kehanetlerle moral ve umut aşılamaya çalıştığı görülmektedir. Bu bakımdan Türk temasını ihtiva eden tüm yazıları incelendiğinde, bunların Erken Modern Çağ’ın başlarındaki bilişsel şiddet türünün[70] sarih ve çarpıcı örneklerinden oldukları söylenebilir. Zaten Brant, Alman tarihçi Heintzel’in ifadesiyle “(eski dönem) el ilanlarının tartışmasız ustası kabul edilmektedir[71].”
Sonuç
Kayzer I. Maximilian döneminde (1486/1508-1519) Avrupa kamuoyundaki ana gündem maddelerinden biri olan Türkler, Katolik âleminin ve çeşitli milletlerin hümanist temsilcileri tarafından yazılı ve sözlü olarak her fırsatta konu edilmiştir. Peki, Katolik Hristiyanların Maximilian’ın askerî ve Papalığın ruhani liderliğinde bir araya gelerek yeni bir Haçlı seferi tertiplemesi, böylece Osmanlıların Avrupa’dan atılması gibi Kudüs’ün de geri alınması adına yapılan yoğun propagandaya karşılık Maximilian bilfiil ne yapmıştır? diye sorulacak olursa, cevap açıktır; bu konuda sarf ettiği sözlerin ve kurduğu planların “lâfügüzaftan ibaret” olduğu anlaşılmaktadır. Oysa Maximilian’ın 1490 yılında Roma Alman Kralı iken Vatikan’da düzenlenen bir Türk Seferi Kongresi’nde söz alan elçisinin sunduğu üç cepheli sefer planı,[72] Habsburg dünyasında çok defa basılıp senaryosunda ufak değişikliklerle kamuoyuna tekrar tekrar servis edilmişti. Maximilian, Türkler aleyhindeki hamasetle yoğrulmuş hararetli siyasi propagandasıyla[73] esasen hem rakip krallara karşı kendi pozisyonunu kuvvetlendirdiğinin hem de Roma için vazgeçilmez bir müttefik olduğu algısını yarattığının farkında olarak, belki tebaasının nezdindeki “soylu şövalye” imajının sürmesinden yanaydı. Avrupa kamuoyu -özellikle Alman- bunun ve ara ara vuku bulan Türk akınlarının doğal sonucu olarak liderleri Maximilian’dan harekete geçmesini bekliyordu. Kaldı ki Sebastian Brant’ın Türk tehlikesi üzerine yirmi yılı aşkın bir zaman diliminde (1492-1513) yayınladıkları kronolojik sıra dikkate alınarak okunduğunda, bu beklentinin gitgide yükseldiği ve karşılanmayan beklenti neticesinde teşvikin dozunun arttığı fark edilmektedir. Bundan başka De origine’nin (1494) -girişte değinildiği üzere- tam da Haçlı seferi fikirlerinin yeniden alevlendiği sıralarda 12 Mart 1518 tarihinde Almanca tercümesinin neşri dikkat çekicidir[74].
Bu makalede Sebastian Brant’ın Türkler konusunda yazdıkları öne çıkarılmışsa da, Brant’ın yazdıklarına geniş perspektiften bakıldığında güttüğü esas çabanın, öncelikle bir Alman Birliği/Alman İmparatorluğu (Alm. Reich Teutscher Nation) ihdasına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. XV. yüzyılda gündeme iyice oturan bu fikrin hayata geçmesi için Almanların güçlü bir rekabet içinde bulundukları kadim komşuları Fransa ile Avrupa’da istikrarlı bir yayılma içindeki yeni komşuları Osmanlıların Alman topraklarına yönelik tehditleri bir katalizör konumundaydı. Hiç şüphe yok ki Brant, her iki tehdidi asıl gayesi yönünde ustaca kullanmasını bildi. Brant’ın hümanist Alman çağdaşları da tarihyazımlarıyla Alman Birliği’nin oluşmasına destek olurlarken[75] bu çaba yüzyıllar boyu elden ele -1871 yılında nihayet bulana kadar- taşınacaktı.
Son kertede denilebilir ki Kayzer I. Maximilian’ı Türklere karşı savaşmaya teşvik edenlerden biri olan Brant, kayzerin Türklere karşı mutlak zafer elde edeceği yönündeki kehanetinde olmasa da, Almanları Türk tehdidine karşı uyanık tutmanın gerekliliği konusunda müteaddit kereler dile getirdiği öngörüsünde haklı çıkacaktı. Nitekim Brant’ın 1521 yılındaki ölümünden yalnızca sekiz yıl sonra muazzam büyüklükteki ordusunu yöneten yine bir Türk-Müslüman hükümdar, Kanuni Sultan Süleyman, bu defa Orta Avrupa’nın merkezinde bulunan Kutsal Roma Alman İmparatorluğu başkentinin surlarına dayanacaktı.