Giriş
Osmanlı Devleti, sahip olduğu geniş coğrafyada kültür ve medeniyetin göstergesi olarak kapsamlı şekilde imar ve inşa faaliyetleri yürütmek suretiyle kalıcı eserler ortaya koymaya çalışmıştır. Toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kalıcı eserler ortaya koymaya çalışırken de üretim faktörlerinin sürece dâhil edilmesine gayret etmiş, bunlar içerisinde ise emeğin ayrı bir yeri olmuştur.
Osmanlı imar ve inşa faaliyetlerinde emeğin bütün safahatlarıyla organizasyonunda devlet teşkilatının belirleyici rolü bulunmuştur. Bu çerçevede inşaat malzemelerinin üretim bölgelerinden tedarik edilmesinden inşaat mahalline ulaştırılmasına, iş gücünün celp edilmesinden işbaşı yaptırılmasına, çalışanların iaşelerinin temin edilmesinden ücretlerinin ödenmesine kadar birçok görev ve sorumluluk, devletin organizasyonuyla gerçekleşmiştir[1] . Ayrıca devlet kurumlarının görev ve sorumluluklarına ek olarak, vakıf sınırları dâhilindeki yerlerin imar ve inşasında vakıflar da yine bu süreçte önemli görevler icra etmişlerdir[2] .
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat öncesinde imar ve inşa faaliyetlerinin finansman ve organizasyonunda devlet ve vakıf iş birliği önemli görevleri ifa etmiş olsa da Tanzimat’a giden süreçte merkezileşme çabalarıyla birlikte devletin rolü, daha belirgin bir hâl almaya başlamıştır[3] . Bu çerçevede Tanzimat sürecinde imar ve inşa faaliyetlerini organize etmek üzere önce “Umûr-ı Nâfıa Meclisi”nin oluşturulması, bayındırlık hizmetlerinde önemli bir aşamayı teşkil etmiştir. Nitekim bina, yol, köprü inşası ve koruların muhafazası için yetkilendirilen bu meclis, daha sonra 1848 yılında yapılan bir düzenleme ile nezarete dönüştürülerek “Umûr-ı Nâfia Nezâreti” adını almıştır.[4] Nezaretin teşkilatlanması, ülke genelinde bayındırlık hizmetlerine ve bu hizmetlerin organizasyonuna duyulan ihtiyacı da arttırmıştır.[5] Yine bunun yanı sıra 1854 tarihinde İstanbul Şehremânetinin kurulması ve bundan on yıl sonra vilayet nizamnamesi doğrultusunda taşra belediyelerinin faaliyete geçmesiyle, şehirlerin imar ve inşasında yerel yönetimler de rol almaya başlamışlardır[6] . Ancak başta merkezi idare olmak üzere yerel yönetimler organizasyon sürecine dâhil edilmiş olsa da burada en önemli sorunu, geçmişten beri devam eden iş gücü arz yetersizliği oluşturmuştur[7] .
Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılda genel anlamda nüfus yetersizliğiyle de ilişkili olan iş gücü arz sorunu, ekonomik faaliyet kolları ile kamu hizmeti niteliğindeki işlerin yerine getirilmesi esnasında kendisini açıkça hissettirmiştir[8] . Bu noktada kıt bir kaynak olan emeğin ihtiyaç duyulan alanlara yönlendirilmesi, devletin iş gücü piyasası üzerindeki rolünü önemli hâle getirmiş ve devlet, iş gücü piyasasına müdahale ederek ekonomik faaliyetlerin ve kamu hizmetlerinin eksiksiz şekilde yerine getirilmesini sağlamaya çalışmıştır[9] . İşte bu noktada başlıca iki istihdam politikasından söz etmek gerekmektedir: Birincisi ve öncelikli olanı, piyasa koşullarında serbest olarak çalışanlar ile loncalar etrafında teşkilatlanmış olan gönüllü çalışma; ikincisi ise zorunlu çalışma politikasıdır[10].
Osmanlı Devleti’nde zorunlu çalışma birçok alanda karşımıza çıkmış olup bunlar içerisinde en dikkat çekici olanlardan birisini ulaşım, alt yapı ve inşa faaliyetleri oluşturmuştur[11]. Bu kapsamda özellikle Tanzimat ve sonrasında yeniden yapılanma sürecinin bir yansıması olarak kamu yatırımlarının artmasıyla bayındırlık hizmetlerinde ortaya çıkan iş gücü yetersizliği, daha önceki dönemlerde zaman zaman başvurulduğu gibi zorunlu çalışma kapsamında giderilmeye çalışılmış ve bunun sonucunda alternatif iş gücü kaynaklarına müracaat daha önemli hâle gelmiştir.
Osmanlı çalışma hayatında alternatif iş gücü kaynakları arasında yer alan askerler, savaş esirleri ve köleler dışında başka bir kaynağı da mahkûmlar teşkil etmiştir. Devletin kontrolü altında hazır bir iş gücü kaynağı olarak dikkati çeken mahkûmlar, özellikle klasik dönemde gönüllülük esasına göre iş gücünün yeterli olmadığı zamanlarda donanmaya ait gemilerde kürekçi olarak;[12] donanma gemilerinde kürekçi ihtiyacının azaldığı zamanlarda ise Tersâne-i Âmire’nin gemi inşa tezgâhlarında istihdam edilmişlerdir[13]. Ancak daha sonra Tanzimat Dönemi ceza kanunnâmelerinde yapılan düzenlemeler, kürek cezasının usulünde ve uygulama alanında bazı değişiklikleri beraberinde getirmiş,[14] bu da mahkemeler tarafından verilen kürek cezalarının artmasını sağlamıştır[15]. Böylece Tanzimat ile başlayan süreçte kürek cezalarının artışı, uygulama alanının da genişlemesine yol açmıştır. Bu kapsamda kanunnâmelerde yapılan düzenlemeler doğrultusunda kürek cezasına çarptırılanlar artık, “hidemât-ı şâkka” adı altında madenler ve kamu inşaatları gibi ağır ve zahmetli işlerde istihdam edilmeye başlamışlardır[16]. Yine bunun yanı sıra kürek cezasına göre daha hafif kabul edilen pranga cezasının da bu dönemde kanunnâmelerde yer almasıyla mahkûmlar, “hidemât-ı süfli” adı altında yolların ve kaldırımların bakım ve onarımı ile beledi hizmetler kapsamındaki temizlik gibi nispeten daha az meşakkatli işlerde istihdam edilmişlerdir[17].
Tanzimat Dönemi’nde mahkûmların istihdamına yönelik yeni faaliyet alanları olarak madencilik, imar-inşa ve temizlik hizmetlerinin ön plana çıkmasında, ilgili alanların niteliksiz iş gücü talebinin giderek artış göstermesi önemli bir gerekçe olarak kabul edilmektedir. Bu alanlar içerisinde devlet kurumlarının yeniden yapılanma sürecine girmesi sonucunda mevcut kamu binalarının ihtiyacı karşılamakta zorlanması, yeni bazı kamu kurumlarının ihdas edilmesi ve belediye teşkilatının hayata geçmesi gibi faktörler, özellikle büyük şehirlerde imar ve inşa faaliyetlerinin giderek önem kazanmasını sağlamıştır. Yine bunun yanı sıra adli makamlar tarafından verilen kürek ve pranga cezalarının hangi hizmet alanlarında uygulanacağı hususunda mevzuat doğrultusunda idari birimlere yetki tanınmış olması da imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm emeğinin gelişimine yardımcı olmuştur. Bu kapsamda kürek mahkûmlarının istihdamı için belirlenen iki yeni alandan birisi olarak dikkati çeken madencilik faaliyetlerinde istihdam edileceklerin Ergani kürek hapishanesine gönderilmesi ve burasının da başkent ile diğer büyük şehir merkezlerine uzak olması, idari birimlerin süreci sevk ve idaresini zorlaştırmıştır. Ayrıca madencilik sektörünün doğası gereği imar ve inşa faaliyetlerine göre daha ağır çalışma koşullarını bünyesinde barındırması, mahkûmların çeşitli yakınmalarına ve bazı firar hadiselerine yol açmıştır. Buna karşı imar ve inşa faaliyetlerinin başkent İstanbul ve diğer büyük şehirlerde yoğunlaşması ve çalışma koşullarının madenlere nazaran daha esnek olması gibi faktörler, idari birimlerin imar ve inşa faaliyetlerini tercih etmesinde önemli nedenler olarak sayılmıştır. Diğer taraftan bu dönemde kürek mahkûmlarının çalışma koşulları yanında pranga mahkûmları açısından istihdam durumu ele alındığında ise işin ağırlık derecesi bakımından, yolların ve kaldırımların bakım ve onarım faaliyetleri ile beledî temizlik hizmetleri arasında yetkililer tarafından önemli bir fark görülmediği dikkati çekmektedir.
Osmanlı imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm istihdamı, devletin çeşitli açılardan sürece dâhil olduğu kapsamlı bir mesele olarak kabul edilmekte olup bunlardan birincisini, hukuki boyut meydana getirmektedir. Buna göre öncelikli olarak suçlunun yargılama safahatının tamamlanarak hakkında mahkûmiyet hükmü kurulması gerekmektedir. Kurulan hükümden sonra dikkate alınması gereken asıl nokta, suçlunun cezasını toplumum bir ihtiyacına cevap verebilecek alanda çalışarak ifa etmesidir ki, bu da kamu vicdanının rahatlatılmasına ve adalet sistemine güvenin tesis edilmesine yardımcı olmaktadır. Diğer taraftan suçun faili açısından durum ele alındığında ise verilen cezanın mahkeme kararlarında sıkça ifade edildiği gibi suçlunun “ıslâh-ı nefs”ine katkı sağlaması amaçlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde mahkûm istihdamının ikinci önemli noktasını ise iktisadi boyut oluşturmakta ve burada öne çıkan hususu ise devletin iş gücü talebi meydana getirmektedir. Bu kapsamda kamu yararı amacı taşıyan imar ve inşa faaliyetlerine yönelik önce bir ihtiyacın belirlenmesi, ihtiyaç belirlendikten sonra işin yapılabilmesi için bütçeden kaynak tahsisatı yapılması, belirlenen işte çalıştırılacak iş gücünün belirlenmesi ve sonra da bir organizasyon çerçevesinde mahkûmların iş mahalline ulaştırılarak istihdam edilmesi, iktisadi boyut dâhilindedir. Ayrıca istihdam edilenlerin belli bir nizam çerçevesinde emeklerini sarf etmelerine yönelik güvenlik önlemlerinin alınması, iaşelerinin temin edilmesi ve ücretlerinin ödenmesi gibi birçok husus, yine bu sürecin bir parçasıdır.
Osmanlı Devleti’nde farklı boyutları bünyesinde barındıran mahkûm istihdamı meselesi, Klasik Dönem’den başlamak üzere Tanzimat ve bilhassa II. Meşrutiyet Dönemi’nde daha dikkat çekici bir görünüm arz etmeye başlamıştır. Özellikle bu dönemde kurumsallaşma çabaları çerçevesinde ülke genelindeki hapishanelerin idari bir merkez etrafında toplanması, hapishanelere yönelik politikaların tesis edilmesinde önemli bir aşama olarak kabul edilmektedir[18]. Bu çerçevede hapishanelerin mevcut durumunu tespit etmeye yönelik ayrıntılı sayım cetvellerinin merkezî idare tarafından tutulmaya başlaması, döneme ait istatistiksel bilgiler elde edilmesi açısından dikkate değer bir gelişme olarak kaydedilmelidir. Buna göre suçlulara ait cinsiyet dağılımı, suç türü ve ceza süresi gibi birçok veriye ulaşmak artık mümkün hâle gelmiştir. Ancak ulaşılan bütün bu demografik verilere rağmen kürek ve pranga cezasına tabi tutulan mahkûmlar özelinde kimlerin imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edildiği ya da edileceği hususunda Osmanlı genelini yansıtan niceliksel verilere ulaşılamaması, mahkûm istihdamı meselesinde önemli bir sınırlılık olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselenin bu sınırlılığına rağmen mahkûmların imar ve inşa faaliyetlerinde hangi koşullar altında ve nasıl istihdam edileceğine yönelik yasal düzenlemelerin yapılmış olması ve istihdam edilenlere yönelik mikro düzeyli bazı kayıtların tutulması, mahkûmların istihdam süreci ve çalışma koşulları hakkında niteliksel çalışmalar yapılmasını olanaklı hâle getirmiştir. Nihayetinde imar ve inşa faaliyetlerinde tesis edilen bütün hukuki ve iktisadi altyapıya ve çeşitli mikro verilere rağmen mahkûmların bu rolünün, şu ana kadar müstakil bir çalışmaya konu olmadığı görülmüştür.
Bu araştırmada, Osmanlı ceza adalet sisteminde değişim ve aynı zamanda imar ve inşa faaliyetlerinde iş gücü talebinin fazlaca hissedildiği zamanlardan birisi olan Tanzimat’la başlayıp II. Meşrutiyet’le devam eden dönemde, alternatif bir kaynak olarak ön plana çıkan mahkûm emeği ele alınmaya çalışılmaktadır. Yapılan araştırmayla, mahkûm emeğinin imar ve inşa faaliyetlerinde ortaya çıkışı ve gelişim süreci ile mahkûmların iş gücü piyasasına katkısı, Osmanlı arşiv belgeleri ışığında tahlil edilmektedir. Ayrıca istihdam edilen mahkûmların çalışma koşulları çerçevesinde iaşelerinin temin edilmesi, zorunlu çalışma kapsamında almış oldukları ücretler ve bunlara karşı alınan güvenlik önlemleri de yine bu dönem çerçevesinde incelenmektedir. İmar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilen mahkûmlar özelinden hareketle de devletin iş gücüne bakış açısı ve kamuya yararlı hizmetlere gösterdiği ehemmiyet, Osmanlı bütüncül perspektifi doğrultusunda değerlendirilmeye çalışılacaktır.
1. Mahkûm Emeğinin İmar ve İnşa Faaliyetlerinde Ortaya Çıkış Süreci
Osmanlı Devleti’nde imar ve inşa faaliyetleri, toplumun genelini ilgilendiren önemli kamu hizmet alanlarından birisi olarak dikkati çekmiştir. Bu alana yönelik kamu yatırımları, toplumun refahının arttırılmasına katkı sağladığı için devleti yönetenler tarafından imar ve inşa faaliyetlerine gereken hassasiyet gösterilmeye çalışılmış, ancak gösterilen hassasiyete rağmen devletin mali ve iş gücü sorunları, burada aşılması gereken önemli bir problem olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlılarda XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mali sorunlar, ülkenin mevcut durumuyla doğrudan ilgili olduğu için kısa sürede çözüme kavuşturulamamıştır. Buna karşı iş gücü sorununun çözümüne yönelik birtakım arayışlar ise gözlerden kaçmamıştır. Bunlar arasında, bir bölge halkının vergi muafiyeti karşılığında emeğinden istifade edilmesi[19] ile devlet tarafından takdir edilen bir ücret mukabilinde alternatif iş gücü kaynaklarına başvurulması,[20] en sık karşılaşılan uygulamalar arasında yer almıştır.
Osmanlılarda alternatif iş gücü kaynakları içerinde yer alan mahkûmlar, Tanzimat öncesindeki süreçte Tersâne-i Âmire içindeki gemi inşa faaliyetleri ve tersane içindeki bakım, onarım ve tamir işlerinde istihdam edilmişler, bunun dışında diğer imar ve inşa hizmetlerinde dikkati çekecek düzeyde yer bulamamışlardır[21]. Nihayetinde Osmanlılarda mahkûmların imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmesinin önünü açan düzenlemelerin Tanzimat’la ortaya çıktığı görülmektedir. Bu kapsamda başta 1840 ve devamında 1851 ile 1858 tarihli ceza kanunnâmelerinin yürürlüğe girmesiyle kürek cezaları, mevzuatta açıkça yerini almıştır[22]. Özellikle 1858 tarihli ceza kanunnâmesinin 19. maddesi, kürek cezasını “hidemât-ı şâkkada kullanılmaktır” şeklinde tarif ederek, bu cezanın inşaat sektörünü kapsayacak şekilde kamuya yararlı hizmetlerde uygulanmasının önünü daha da açtığı görülmektedir[23].
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’la başlayan süreçte imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm emeğini ilgilendiren diğer bir düzenleme de pranga cezasıdır[24]. Bu ceza; hırsızlık, gasp, yaralama, tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu işlenen cinayet, kalpazanlık, fahiş fiyata mal satma, dolandırıcılık, edep dışı davranışlarda bulunma gibi çeşitli suçlara verilmiştir[25]. Diğer taraftan pranga cezası, yeni kanunlara göre kürek cezasından bir derece hafif suçlara uygulanırken bazen de istihdam edilecek faaliyet alanı ve hapishanelerin fiziki koşullarından dolayı kürekle aynı kategoride de uygulanmıştır. Nitekim 1851 tarihli ceza kanununda birinci fasıl madde 13’te suçlu, “küreğe ve prangaya”; madde 11 ile ikinci fasıl madde 5’e göre suçlu, “İstanbul’da ise küreğe, taşrada ise prangaya vaz’ olunarak süflî hizmetlerde kullanıla” ifadesi dikkat çekicidir.[26]
Osmanlı Devleti’nde yürürlüğe giren ceza kanunnâmelerinden hareketle, 1860 tarihli “Mahbûsların Sûret-i İdâre ve Muhâfazaları Hakkında İşbu Merkezlerin Habshâne Me’mûrlarına Verilmek Üzere Ta’lîmât-nâme” adını taşıyan bir “ta’lîmât-ı umûmiyye” ise cezaların infazı açısından önemli bir düzenlemeyi içermektedir. İlgili talimatnamenin 3. maddesinde kürek cezasının; “şahs-ı mahkûmun ayaklarında demir olarak habsiyle müddet-i cezâ’iyyesinde hidemât-ı şâkkada kullanılması” şeklinde tarif edilmiştir[27]. Böylece yapılan yasal düzenlemeler sonucunda suçluların Tersâne-i Âmire içindeki inşaatlar ile yol yapımı, bakımı, inşası ve altyapı hizmetlerinde “hidemât-ı şâkka” adı altında prangalı olarak çalıştırılması, kısa süre içerisinde yaygınlık kazanmıştır[28]. Mahkûmların imar ve inşa faaliyetlerinde istihdamına yönelik yapılan bütün yasal hazırlıklar ise devletin istihdam sürecini hukuki bir temele dayandırdığını göstermektedir. Nihayetinde bu düzenlemelerden sonra kürek ve pranga cezasına hükmedilen mahkûmlar, devletin ilgili kurumlarının organizasyonu dâhilinde imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmeye başlamışlardır.
2. İmar ve İnşa Faaliyetlerinde Mahkûm Emeğinin Organizasyonu
Osmanlı Devleti’nde imar ve inşa faaliyetleri, Klasik Dönem’den beri devletin merkezî ve yerel kurumları arasında ciddi bir organizasyonu gerektiren geniş bir istihdam alanı olarak görülmüştür. Toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesine katkı sunması nedeniyle devlet tarafından yakından takip edilen bu alan, Osmanlı yenileşme sürecinde ulaşım, altyapı, kamu binası inşaatları ve şehirlerin imarı gibi kamu hizmeti yatırımlarıyla daha dikkat çekici hâl almaya başlamış ve burada iş gücünün organizasyonu, meselenin önemli kısmını oluşturmuştur.
Osmanlı imar ve inşa faaliyetlerinde iş gücünün organizasyonunda idari birimlerin kararları belirleyici olurken, iş gücü kaynağı olarak mahkûmlara başvurulması hâlinde ise sadece idari birimler değil, aynı zamanda hukuki süreç nedeniyle adli birimlerin de organizasyonda yer alması gerekmiştir. Bu çerçevede kadıların başında bulunduğu ilk derece mahkemeleri, vermiş oldukları kararlarla mahkûmların istihdam sürecini başlatmışlardır[29]. Daha sonra ise özellikle Tanzimat dönemi başında teşekkül ettirilen adli ve idari bakımdan bir nevi üst yargı makamı olarak işlev gören Meclis-i Vâlâ, kürek ve pranga cezalarının “hidemât-ı lâzıme” adı altında inşaat sektörünü de içine alacak şekilde ihtiyaç duyulan bir alanda uygulanmasında önemli bir işlev görmüştür[30]. Tanzimat döneminde kürek ve pranga cezasına hükmedilen kişilerin kararlarını onaylayan ve suçluların imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmesi hususunda adli bakımdan nihai karar verici makam olarak dikkati çeken Meclis-i Vâlâ, 1870 yılında Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Nezâretinin kurulmasına kadar görev ve yetkilerinde bir dizi değişikliğe uğramıştır[31]. Yaşanan bu değişiklik sonrası, imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilecek mahkûmların hangi alanlarda ve ne şekilde istihdam edileceği hususunda karar merci makam olarak önce Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye; daha sonra ise sırasıyla Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Reisliği ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Nezâreti belirleyici olmuştur[32]. Yine bu süreçte Adliye Nezâretinin teşkilatlanması ve Teşkîlât-ı Mehâkim Kanunu ile kamu hukukunu korumak adına padişah tarafından tayin edilen “Müdde-i Umumilik (Savcılık)” kurumu hayata geçirilmiştir[33]. İmar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm istihdamına yönelik alınan kararların bidayet mahkemeleri bünyesinde kurulan müdde-i umumilikler (savcılıklar) tarafından yakından takip edilmesi ise aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi adli organizasyon açısından önemli bir aşamayı teşkil etmiştir:
“Dersa‘âdet Bidâyet Mahkemesi Müdde‘î-i Umûmîliğine, Dersa‘âdet bidâyet mahkemesi ikinci cezâ dâiresinin me’mûriyet-i aliyyelerinden muhavvel 480 numero ve fî 9 Nisan sene 327 tarihli müzekkiresinde serseriliğine hükm olunduğu ve iki ay müddetle umûr-ı nâfi‘ada istihdâmına ve olamadığı sûretde iş bulacağı bir mahalle i‘zâmına karâr verildiği iş‘âr olunan Niko’nun burada çalışdırılacak işi olmamasına mebnî Rodos’a i‘zâmı tensîb kılınmış olmağla arz olunur efendim. İstanbul Polis Müdîri[34].”
İmar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilecekler için adli makamlar tarafından verilen hukuki kararların yerine getirilmesi ise bu organizasyonun en kapsamlı ve meşakkatli kısmını oluşturmaktadır. Devletin asayiş ve güvenlik birimlerini ilgilendiren bu kısımda, Tanzimat döneminde öne çıkan kurum ise Zaptiye Müşirliğidir[35]. Ülkenin güvenlik, asayiş ve zabıta işleriyle ilgili geniş yetkilere haiz olarak donatılan bu kurumun 1879 yılında nezarete dönüştürülmesinden sonra ise mahkûmların kamuya yararlı hizmetlerde istihdamındaki görevler, Zaptiye Nezareti tarafından yürütülmüştür[36]. Nezaret tarafından yerine getirilen başlıca görevler; kürek veya pranga cezasına hükmedilen suçluların en yakın kamuya yararlı inşaat işlerinde çalıştırılmak üzere sevk hazırlıklarının yapılması, görev mahalline ulaşmaları için onlara yönelik gerekli asayiş tedbirlerinin alınması ile suçluların çalıştırıldığı işle ilgili adlî makamlara bilgi verilmesi bunlar arasındadır[37]. Nihayetinde nezaretin mahkûmların istihdamı esnasındaki organizasyon görevi, 1909 yılına kadar devam etmiştir. 1909 yılında Zaptiye Nezareti ilga edilerek yerine Dâhiliye Nezaretine bağlı olarak Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti ihdas edilmiş ve ülkenin emniyet ve asayişi bu birime devredilmiştir[38]. Dolayısıyla hapishane dışındaki mahkûmların belirlenen kamuya yararlı inşaat işlerine sevk edilmesi, iş mahalline ulaştırılması, hapishane dışındaki açık alanlarda istihdam edilmeleri hâlinde gerekli güvenlik önlemleri altında çalıştırılmalarının sağlanması, bu müdüriyet tarafından takip edilmiştir[39].
Osmanlı Devleti’nde kürek ve pranga cezasına mahkûm edilen suçluların kamuya ait bina inşaatlarında istihdam edilme sürecinde önemli bir aşamayı da hapishane içindeki mahkûmların organizasyonu oluşturmuştur[40]. Bunlar içerisinde mahkûmları çalıştırmayı ve XIX. yüzyılın ikinci yarısında sayıları hızla artmaya başlayan hapishaneleri bir bütünlük içerisinde yönetmeyi amaçlayan ilki 1865, ikincisi de 1880 tarihli nizamnâme dikkat çekicidir[41]. Uygulamada fazla bir karşılık bulamayan 1865 tarihli nizamnâmenin aksine daha yaygın uygulama imkânına kavuşan 1880 tarihli “Memâlik-i Mahrûsa-yı Şâhânede Bulunan Tevkîfhâne ve Hapishânelerin İdâre-i Dâhiliyyelerine Dâir Nizamnâme Lâyihası”na bakıldığında, hapishane bünyesinde bu sürecin nasıl organize edileceği hususunda önemli ayrıntılar ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede nizamnâme layihasının 69. maddesi ile 16-19. maddeleri mahkûm istihdamının organizasyonunda hapishane müdürlerine önemli görev ve sorumluluk yüklemektedir[42].
Osmanlı Devleti’nde hapishane içindeki mahkûmların imar ve inşa faaliyetlerinde istihdamının organizasyonunda öne çıkan kurumlardan birisi de Dâhiliye Nezareti bünyesinde 1911 yılında kurulan “Hapishaneler İdare-i Umumiyesi”dir. Bu kurum, ülke genelindeki hapishanelerin tek bir merkezi yönetim altında toplanması açısından ilk olma vasfı taşımıştır. Ancak bir yıl sonra idarenin mevcut ihtiyaca yetersiz kaldığı anlaşıldığından, özellikle hapishane inşaatlarını da organize edebilmek adına Nisan 1912’de “Mebânî-i Emiriye ve Hapishaneler İdaresi Müdüriyeti” kurulmuştur[43]. Dâhiliye Nezaretine bağlı on bir müdürlükten birisi olarak faaliyete geçen bu müdüriyet, hapishanelerin korunmasını, idaresini, inşaat ve tamiratını gerçekleştirip, hesaplarını tutacak bir kurum olarak teşkilatlanmıştır[44]. Bunun yanı sıra II. Meşrutiyet döneminde hapishane inşaatlarının organizasyonuna yönelik özellikle “Dersa’âdet Hapishâne-i Umûmî Müdürlüğü” gibi büyük ceza infaz kurumlarında tesis edilen “Tevkifhane İnşaat Memurluğu” dikkat çekicidir[45]. Sonuç olarak, imar ve inşa faaliyetlerindeki organizasyonun tarihsel süreç boyunca adli ve idari birimler tarafından hiyerarşik bir yapılanma çerçevesinde en ince ayrıntısına kadar planlanması ve uygulanması, mahkûm istihdamının gelişimine önemli katkı sağlamıştır.
3. Osmanlı İmar ve İnşa Faaliyetlerinde Mahkûm İstihdamının Gelişimi
a. Tanzimat ve I. Meşrutiyet Dönemi
Tanzimat’la birlikte Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılanma sürecine girmesi, modern fiziki mekânlara ihtiyacı arttırmış ve bu durum kamu inşaat yatırımlarının giderek önem kazanmasını sağlamıştır[46]. Yine bu dönemde belediye teşkilatının hayata geçmesi, özellikle limana sahip büyük şehirlerde modern şehircilik uygulamalarının gelişimini hızlandırmıştır[47]. Böylece İstanbul başta olmak üzere birçok yerde artan inşaat yatırımları, aynı zamanda yeni iş gücü talebini ortaya çıkarmış ve ceza kanunnâmelerinin hayata geçmesi de bu süreci desteklemiştir[48].
Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmeye çalışılan mahkûmlar, kürek ve pranga adı altında farklı cezalara tabi tutulmuşlardır. Bunlar içerisinde kürek cezası daha ağır bir ceza olarak uygulandığı için kürek cezasına tabi olanların genellikle kamu inşaatlarında;[49] pranga cezasına tabi tutulanların ise daha çok yolların bakımında, tamirinde ve çeşitli temizlik işlerinde istihdam edilmeye çalışıldıkları görülmektedir[50]. Mahkûm istihdamında dikkati çeken hususlardan birisi de ceza kanunnâmelerinin yürürlüğe girmesiyle özellikle kürek mahkûmu sayısında artış yaşanması ve bu artışa karşı Tersâne-i Âmire’nin iş gücü kapasitesinin yetersiz kalmasıdır[51]. Bunun sonucunda suçluların Tersâne-i Âmire’ye gönderilmeyerek, taşrada inşa edilen kürek merkezlerine sevk edilmesi şeklinde yeni bir politika hayata geçirilmiştir[52]. Ceza infaz sürecinde yaşanan bu değişimle birlikte, Ege ve Akdeniz’deki kürek merkezlerinin dışında Anadolu’da Kütahya ve Karadeniz’de Ereğli gibi yerler, yeni kürek merkezleri olarak ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır[53]. Ancak kürek merkezlerinin yaygınlaştırılması çabalarına rağmen kürek mahkûmlarının prangalı olarak taşrada ihtiyaç duyulan inşaatlara zamanında sevklerinde aksaklıklar yaşanması, birkaç yıl sonra bunların tekrar Tersâne-i Âmire’ye gönderilmesinin en uygun seçenek olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır[54].
Osmanlılarda 1870’li yıllara doğru ceza infaz sisteminde değişimler kendisini daha somut şekilde hissettirmeye başlamış, Tersâne-i Âmire’nin günün ihtiyaçlarını karşılayamaması ve ceza adalet sisteminde ortaya çıkan yenileşme hareketleriyle birlikte artık modern hapishanelerin inşa edilme süreci başlamıştır. Bunların en önemlisi ise 1871 yılı başında İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda açılan Hapishane-i Umumi’dir[55]. Devletin merkez hapishanesi konumunda olan İstanbul Hapishanesi başka bir deyişle Hapishane-i Umumi, Osmanlı hapishanelerinde yapılacak olan üretimin merkezi olarak kabul edilmiş ve burada inşaat işleri de dâhil olmak üzere elde edilen başarılar, uygulamanın diğer hapishanelerde de yaygınlaşmasına imkân sağlamıştır[56]. Yine bu süreçte 1880 tarihli “Memâlik-i Mahrûsa-yı Şâhânede Bulunan Tevkîfhâne ve Hapishânelerin İdâre-i Dâhiliyyelerine Dâir Nizamnâme Lâyihası” da mahkûmların ceza süresince hapishane içindeki iktisadi faaliyetlerde istihdam edilmelerini ve bu sürenin bitiminde de serbest iş gücü piyasasına katılmalarına yönelik işlev görmüştür[57].
Osmanlı Devleti, Tanzimat sonrasındaki süreçte hapishanelerdeki kürek cezalılarının belirli bir nizam çerçevesinde çalıştırılmasına yönelik politikasını sürdürürken, işin bir başka boyutunu ise pranga cezalıları oluşturmuştur. Bu yönüyle bakıldığında XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ülkenin yol bakımı ve tamiri gibi ulaşım hizmetlerinde ortaya çıkan iş gücü eksikliğine bir çözüm yolu olarak pranga cezasına tabi mahkûmlara başvurma uygulamasının, bu yüzyılın sonunda da aynı şekilde devam ettiği görülmektedir[58].
Osmanlılarda XIX. yüzyılın sonlarında imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmeye çalışılanlar içerisinde başka bir grubu ise “serseri” olarak ifade edilenler teşkil etmektedir. Arşiv belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla bu gruptakiler, serseri nizamnâmesi hayata geçmeden önce ağırlıklı olarak memleketlerine gönderilmeye;[59] içlerinde topluma daha fazla tehdit oluşturanlar ise ağırlıklı olarak memleketin uzak bölgelerine sürgün edilmeye çalışılmışlardır[60]. Ancak zamanla bu kitleye yönelik sorunların artması üzerine, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren serserilerin bayındırlık ve temizlik gibi alanlarda istihdam edilmesine yönelik bir nizamname hazırlanması gerektiği ortaya çıkmıştır[61]. Devamında ise özellikle II. Meşrutiyet Dönemi ile “serseri” olarak ifade edilenlerin suçlu kategorisi içerisinde değerlendirilmesi, bu kitlenin de önemli bir iş gücü potansiyeli olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
b. II. Meşrutiyet Dönemi
Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet Dönemi, ceza infaz sisteminin kurumsal temellerinin atıldığı ve aynı zamanda Cumhuriyet’e aktarıldığı bir yapılanma süreci olarak bilinmektedir. Ayrıca mahkûmların gerek hapishane içindeki inşaat işlerinde gerekse hapishane dışındaki imar ve inşa faaliyetlerinde daha önemli bir rol oynamaya başlaması, yine bu döneme tekabül etmektedir.
Osmanlı’da hapishanelerle ilgili ayrıntılı ilk düzenlemeler, 1880 tarihli nizamnâme layihasında yer bulmuştur. Ancak bu süreçte hapishanelere yeterli ödenek ayrılamaması, hapishanelerin ülke genelinde yaygınlaşmasını engellemiş ve bu durum, II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar devam etmiştir[62]. Bu dönemden itibaren ceza infaz politikalarında yaşanan değişikliklerin yansıması olarak ülke genelinde modern sayılabilecek hapishanelerin inşası, mahkûm emeğinin daha aktif kullanımını sağlamış ve ağır cezayı gerektiren suçlara uygulanan kürek cezası, daha önceki dönemde olduğu gibi bu dönemde de “hidemât-ı şâkka” adı altında varlığını korumuştur[63]. Bunun yanı sıra başka suçlarından dolayı hapishanedeyken firar edenlerin yakalanarak idam cezasına hükmedilmesi, akabinde de bu cezanın süreli olarak zorunlu çalışmaya dönüştürülerek sıkı denetim altında yol inşası ve alt yapı hizmetlerinde istihdam edilmesi, bu dönemde başka bir uygulama olarak dikkati çekmiştir[64].
II. Meşrutiyet Dönemi’nde mahkûmlar, imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmek üzere ülkenin değişik hapishanelerinde toplanmışlardır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan birisi, cinayet ve cünha mahkûmlarının yoğun olarak bulunduğu ve bir kürek merkezi olarak inşa edilen Kütahya Hapishanesidir[65]. Yine bunun dışında aynı güzergâhta bulunan Karahisar ve Eskişehir Hapishaneleri de aynı işlevi görmüş ve İstanbul başta olmak üzere birçok yerdeki kamu inşaatına mahkûmlar, özellikle “amele” adı altında bu bölgeden sevk edilmişlerdir[66].
Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet Dönemi’nde önemli bir iş gücü kaynağını da “serseri” kategorisinde değerlendirilen mahkûmlar oluşturmaktadır. İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde güvenlik ve asayiş problemleriyle birlikte serseriler, büyük bir sosyal problem oluşturmaya başlamışlar ve devlet tarafından bunlara karşı somut önlemler alınması gündeme gelmiştir[67]. Bunun üzerine II. Meşrutiyet ile birlikte hükûmet ve meclis tarafından, çalışma eğilimi olmayan serseri ve dilencileri iş gücü ihtiyacı fazlaca hissedilen yol bakımı ve onarımı ile şehirlerin temizlik işlerinde istihdam etmeye yönelik hazırlıklar yapılmıştır[68].
II. Meşrutiyet Dönemi’nde iktisadi, sosyal ve hukuki amaçları bünyesinde barındıran 1909 tarihli “Serseri ve Mazanne-i Sû’ Eşhas Hakkında Kanun”, çalışabilecek güç ve kuvvette olmasına rağmen herhangi bir işte çalışmayan ve çalışma azmi de olmayan kişileri “serseri” olarak tanımlamakta ve bunlara kamuya yararlı işlerde zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmekteydi[69]. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte yapılan yargılama sonucunda serseriliği sabit görülenler, belediye ve devletin nâfıa hizmetlerinde çalışmak üzere görevlendirilmişlerdir[70]. Nihayetinde çalışabilir yaşta ve kuvvette olmasına rağmen çalışmak istemediği için iktisadi açıdan iş gücüne dâhil edilemeyen ve dolayısıyla istihdam dışında kalan, buna karşı yaş itibarıyla aktif nüfus içerisinde değerlendirilen bu kitleye yönelik yapılan düzenlemeler, kısa süre içerisinde uygulamaya geçmiştir.
Serseri ve Mazanne-i Sû’ Eşhas Hakkındaki Kanun kapsamında İstanbul’da bulunan serseriler, ilk önce bu kentteki ihtiyaç hissedilen kamuya ait yerlere sevk edilmişlerdir. İstanbul’da istihdam olanağının bulunmaması hâlinde zabıta tarafından uygun görülen diğer bölgelere,[71] buralarda da uygun yer temin edilememesi hâlinde memleketlerine gönderilmişlerdir[72]. Serseri nizamnâmesi kapsamında kamuya ait nâfıa işlerinde devletin ehemmiyet verdiği hususlardan birisi de bazı önemli inşaat işlerinde serseri mahkûmların çalıştırılmamasıdır ki dinî açıdan önem taşıyan Hicaz ve Bağdat demir yolu hattı bunlar arasındadır[73]. Ancak istisna sayılan bu tür alanlar dışında özellikle büyük şehirlerdeki nâfıa hizmetlerinde serserilerin kısa süreli olarak istihdamı, bu dönemin karakteristik özellikleri arasında yer almıştır. Böylece kürek ve pranga cezasına tabi tutulanların yanı sıra, II. Meşrutiyet Dönemi’nde serserilikten hüküm alanların da sisteme dâhil edilmesiyle imar ve inşa hizmetlerinde mahkûm istihdamı, zamanla daha da yaygınlaşmıştır. Devlet ise bu süreçte, mahkûmların belli bir çalışma düzeni içerisinde hareket etmesini sağlamaya yönelik güvenlik önlemleri almaya, mali koşullar çerçevesinde iaşe ve ücretlerini karşılamaya çalışmıştır.
4. İmar ve İnşa Faaliyetlerinde İstihdam Edilen Mahkûmların Çalışma Koşulları
a. Mahkûmlara Yönelik Güvenlik Önlemleri
Osmanlı Devleti’nde mahkûmların yol, altyapı ve kamu inşaatı gibi alanlarda istihdam edilme sürecinde en önemli hususlardan birisini güvenlik meselesi oluşturmuştur. Bu alan devletin bekasını doğrudan ilgilendirdiği için gerek hapishane içindeki gerek hapishane dışındaki istihdam sürecinde devlet birimleri tarafından alınan önlemler dikkat çekici olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde kürek ve pranga cezası adı altında kamu inşaatlarında istihdam edilen mahkûmlar, temelinde güvenlik kaygısıyla, ceza türlerine göre farklı hapishanelere yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan kürek cezasına hükmedilenler, eskiden beri olduğu üzere Tersâne-i Âmire zindanında;[74] pranga cezasına hükmedilenler ise genellikle Bâbıâli, Bâb-ı Seraskerî ve Bâb-ı Zabtiyye tomruklarında hapsedilmişlerdir[75]. Diğer taraftan kürek ve pranga mahkûmları, farklı hapishanelere yerleştirilmiş olsalar da her iki grup ortak bir noktada buluşmaktadır ki o da bir güvenlik önlemi olarak gruplara bölünmek suretiyle prangalı şekilde istihdam edilmeleridir[76]. Dolayısıyla bu tür güvenlik önlemlerinin arka planında, mahkûm firarlarının önüne geçmek ile onların çalışma disiplini içerisinde hareket etmelerini sağlamak yatmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde hapishane içinde veya hapishaneye bağlı açık alanlardaki inşaat işlerinde mahkûmların sıkı güvenlik önlemleri altında istihdam edilmesinde dikkati çeken başka bir husus ise yanlarına gardiyan tayinidir[77]. İdare tarafından mümkün olduğu kadar buna riayet edilmesine rağmen gardiyanın suçluya refakat etmediği durumlar da söz konusudur ve hapishanenin yetkisi dışındaki harici işler bunlar arasındadır. Böyle durumlarda ise suçluların güvenlik önlemleri altında çalıştırılması, Zaptiye Nezareti tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır[78].
Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılın ikinci yarısında kamu inşaatlarında zaptiye görevlileri tarafından alınan güvenlik önlemleri, hapishanelerde ciddi reformların yapıldığı II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurumsallaşma çabalarıyla birlikte daha da önemli hâle gelmiştir[79]. Bu dönemde alınan bütün önlemlere rağmen geçmişten beri devam eden firar hadiseleri güvenlikle ilgili en önemli sorunlar arasında yer almış, buna mâni olmak için de çeşitli tedbirler alınmaya çalışılmıştır[80]. Alınan başlıca tedbirler arasında; ceza süresi uzun olanların kamuya açık alanlarda istihdam edilmemesi, iş gücü sorunundan dolayı şayet istihdam edilecekse de yanlarına mutlaka sorumlu bir memur tayin edilmesi, memurun her türlü sorumluluğu üstlenmesinin sağlanması ve istihdam edileceklerin iyi ahlaklı oldukları yönünde genel bir kanaatin hâsıl olması bunlardan bazılarıdır[81]. Ayrıca bu dönemde dikkati çeken bazı ek önlemler de söz konusudur. Bunlardan birisi, inşaatlarda çalıştırılacak mahkûmların birbirlerine kefil yapılması;[82] bir diğeri, ağır cezaya çarptırılan suçluların yanına daha hafif suçluların yerleştirilmesidir[83]. Nihayetinde yetkililer tarafından alınan bütün güvenlik önlemlerine rağmen inşaat işlerindeki güvenlik zafiyetleri ve firar hadiselerinin önüne bir türlü geçilememiş ve bu sorun, ele alınan dönem sonuna kadar ilgili devlet kurumlarını meşgul etmeye devam etmiştir.
b. Mahkûmların İaşelerinin Temini Meselesi
Osmanlı Devleti’nde iaşe temini meselesi, merkez ve taşra bürokrasisinin yakından takip ettiği ve oldukça kapsamlı bir organizasyonu gerektiren bir alan olarak görülmüştür. Devletin titizlikle üzerinde durduğu bu alan, sadece ordu, saray ve İstanbul’un iaşesi ile sınırlı kalmayıp, ülkenin her bir köşesinin ve her bir sosyal grubun ihtiyaçlarının temin edilmesini kapsamıştır[84].
Osmanlı Devleti’nde diğer alanlarda olduğu gibi hapishanelerde kalan suçluların iaşesinin teminine de önem verilmeye çalışılmıştır[85]. Bu çerçevede XIX. yüzyılın ortasında Sadaret tarafından taşradaki yetkililere hitaben yazılan ve mahkûmların yiyecek, içecek, ısınma ve barınma ihtiyaçlarının aksatılmamasını içeren bir talimat, iaşeye verilen önem açısından dikkat çekicidir[86]. Bunun yanı sıra 1865 tarihli başka bir talimatname ve ayrıca 1880 tarihli hapishaneler nizamname layihası, mahkûmlara iaşe kapsamında verilecek yiyecekleri 53. maddede genel olarak şu şekilde düzenlemiştir:
“Mevkufîn ve mahbusîne devlet tarafından i‘tâ olunacak mekûlat-ı yevmiyye üçer yüz dirhem olmak üzere birer çift nân-ı azîzden ibaret olub yetişdikten yirmidört saat sonra tevzi olunacaktır… Bu erzakın mikdarı her nefer için 60 dirhem et ile 40 dirhem kuru fasulye ve 20 dirhem pirinç ve Ramanzan-ı şerîfe mahsus olmak üzere imsakiye olarak 50 dirhem pirinç ve 6 dirhem revgân-ı çerviş ve iftariye olarak lüzûmu kadar zeytin dairesini tecavüz etmeyecektir ve millet-i sairenin perhiz günlerinde dahi bu usule riayet olunacaktır[87].”
Osmanlı Devleti’nde 1880 tarihli nizamname layihasında dikkati çeken en önemli hususlardan birisi de 71. maddede, hapishanede kalan tutuklu ve hükümlülerin zorunlu çalışmaya tabi olduklarının vurgulanması ve bundan istisna tutulacakların, iaşe giderlerinin devlet tarafından karşılanmayanlar olduğunun ifade edilmesidir[88]. Dolayısıyla mahkûmların iaşe giderlerinin devlet tarafından karşılanıyor olması, onların kamu inşaat işlerinde çalıştırılabilmeleri anlamına da gelmektedir.
Osmanlı Devleti’nde XX. yüzyıla gelindiğinde, bilhassa II. Meşrutiyet ve sonrasında, hapishanelerde kalan ve aynı zamanda inşaat işlerinde çalıştırılan mahkûmların iaşelerinin 1880 tarihli hapishaneler nizamnâme layihası çerçevesinde verilmeye devam ettiği görülmektedir[89]. Ancak ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü savaş döneminde, mevzuat doğrultusunda verilmesi gereken iaşe maddelerinin tam olarak verilememesi üzerine hapishanelerde hoşnutsuzlukların yaşandığı da vakidir. Böyle sorunlar karşısında ise olay hakkında tahkikat başlatılarak, keyfi davranışlarda bulunanlar hakkında yasal işlem yapılması, sıklıkla müracaat edilen uygulamalar arasındadır [90].
Osmanlılarda inşaat işlerinde çalıştırılan mahkûmların iaşe kapsamında yaşanan sorunlarının bir başka boyutunu da içlerinde bazılarının verilen yemeği yetersiz bularak, nümayiş girişimlerine başvurmaları oluşturmaktadır. Böyle durumlarda ise yine bir soruşturma açılmakta ve bunun neticesine göre idareyi haksız yere güç durumu düşürdüğü tespit edilenler hakkında disiplin cezası verilmektedir[91]. İşte bütün bu önlemler, imar ve inşa faaliyetlerinde görevlendirilen mahkûmların iaşe meselesinin bir devlet politikası olarak benimsendiğini ortaya koymaktadır.
c. Mahkûmlara Ödenen Ücretler
Osmanlı Devleti’nde üretim faktörleri içerisinde toprak bol, buna karşı emek ise kıt bir üretim faktörü olarak dikkati çekmiş ve ikisi arasındaki bu dengesizlik, yüksek emek ücretlerine sahne olmuştur[92]. Ücretlerin yüksek seviyede seyretmesi ise yoğun emek gerektiren imar ve inşa faaliyetlerinde zorunlu çalışma kapsamında alternatif iş gücü kaynaklarını önemli hâle getirmiş ve mahkûmlar da bu kategori içerisinde değerlendirilmiştir.
Osmanlı tarihsel sürecinde bir işte çalışmakla mükellef kılınan mahkûmlara ücret ödenmesi meselesi klasik döneme kadar uzanmıştır[93]. Bu gelenek daha sonra yenileşme döneminde de aynı şekilde devam etmiş ve geleneğin arka planını da adalet prensibi meydana getirmiştir. Nitekim 1909 tarihinde Meclis-i Mebûsan üyeleri tarafından serseriler hakkında kanun metni üzerinde yapılan müzakereler esnasında, serseri mahkûmlara ücret verilmemesi halinde cezanın ıslah edici amacına hizmet etmeyeceği, buna karşı tam amele ücreti verilmesi hâlinde de toplumun adalete olan güveninin sarsılacağı ifade edilmiştir[94]. İşte Osmanlı’nın bu düşünce sisteminden dolayı mahkûmlara ödenecek ücretler, vasıfsız işçinin yarısı veya üçte bir oranına denk gelecek şekilde takdir edilmiş,[95] ücretlerin zamanında ve usulüne uygun şekilde ödenmesine de azami derecede özen gösterilmeye çalışılmıştır[96]. Ücret meselesine devlet tarafından ihtimam gösterilmesine rağmen zaman zaman buna aykırı hareket edenler de ortaya çıkmış ve buna tevessül edenler hakkında cezai işlemlere müracaat edilmiştir. Bu kapsamda çalıştırdıkları amelenin ücretlerini vermeyen yol müteahhitlerinin çok şiddetli şekilde cezalandırılacaklarına dair bir uyarı telgrafı, merkezi idarenin ücret meselesine göstermiş olduğu hassasiyete örnek teşkil etmektedir[97].
Osmanlı Devleti’nde mahkûmların istihdamına yönelik ayrıntılı düzenlemeler bilindiği üzere Tanzimat Dönemi ceza kanunnâmeleriyle karşımıza çıkmıştır. Bunun yanında fiili olarak çalıştırılan mahkûmlara ödenecek ücretlerle ilgili dikkati çeken düzenlemeler 1865 tarihli talimatnamede yer bulmuştur. İlgili talimatnameye göre üretimdeki masraflar düşüldükten sonra hak edilen ücretlerin üçe ayrılacağı ve ilki mahkûmlara yapılacak masrafa karşılık devlete, ikincisi kendilerine ve üçüncüsü ise tahliyelerinde kendilerine verilmek üzere idarede toplanacağı ifade edilmiştir[98]. Ayrıca 1880 tarihli Hapishaneler Nizamnâme Lâyihası, başka bir açıdan mahkûmların üretimden elde edecekleri gelirleri ayrıntılı şekilde düzenlemiştir. Yapılan düzenlemeyle, elde edilen gelirlerin yarısının devlete ve yarısının da emeklerinin karşılığı olarak tahliye sırasında mahkûmlara ödeneceği vurgulanmıştır[99]. Diğer taraftan Serseri Mazannai Sû’ Olan Eşhâs Hakkında Kanun da imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilecek serserilere ödenecek ücretleri 5. maddede şu şekilde düzenlemiştir:
“Maddei sâbıkada beyan olunan istihdam ücreti, mârufenin nısfı istihdam eden idare tarafından verilmek şartıyla o belde dâhilinde veya civarında serserinin çalıştırılmasından ibarettir. Ancak mahalli beytûteti olmayanlara idâre-i mezkûre tarafından yatacak bir mahal gösterilecek ve bu takdirde serseriye ücreti mârufenin yalnız sülüsü i‘ta olunacaktır[100].”
İlgili maddeden de anlaşılacağı üzere, yol bakım ve onarım faaliyetlerinde istihdam edilen serserilere normalde yarım yevmiye ücret verileceği belirtilmektedir. Ancak belirlenen yerde çalıştırılacak suçluların geceleri kalacak yeri olmaması hâlinde, ilgili kamu kurumu tarafından yatacak yer tahsisi sağlanacağı ve bu durumda ödenen yevmiye ücretinin üçte bir oranına indirileceği vurgulanmaktadır[101].
Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet Dönemi’nde hapishane reformlarıyla birlikte yeni hapishane ve tevkifhane inşaatlarının önem kazandığı ve bu süreçte özellikle kamu inşaatlarında çalıştırılan mahkûmların ağırlıklı kısmını serserilerden ziyade, pranga ve kürek cezasına çarptırılanların oluşturduğu görülmektedir. İnşaatlarda çalıştırılan bu kategorideki mahkûmlara ise Tanzimat Dönemi’nde olduğu gibi vasıfsız bir işçi olarak kabul edilen amele veya rençper ücretinin esas alınarak bir ödemede bulunulduğu dikkati çekmektedir[102]. Nihayetinde Osmanlılarda vasıflı işçi ile vasıfsız işçi arasında ciddi bir ücret farkı bulunmaktadır. Örneğin 1911 yılındaki inşaat işçilerinin ücretleri ele alındığında, bir ustabaşının ortalama aylık ücret geliri 550 kuruş iken, bir marangozun aylık ücret geliri 530 ve demir dökümhane ustasının aylık ücret geliri de 700 kuruşa kadar çıkmaktadır. Diğer taraftan vasıfsız bir işçinin bir aylık ücret geliri 330 kuruş, demiryolu inşaatında çalışan vasıfsız bir işçinin ortalama aylık ücret geliri de 270 kuruş düzeyine düşerek bir ustanın aldığı ücretin yarısına tekabül etmektedir[103]. Vasıflı ile vasıfsız iş gücü arasındaki ücret farkına benzer bir durum, 1913 yılında İstanbul’da inşa edilen bir tevkifhane inşaatında istihdam edilenler için de geçerlidir ve aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi vasıfsız iş gücü arasında mahkûmlar da yer almaktadır.
Tablo 1 incelendiğinde, tutukluların kalması için planlanan bir tevkifhane inşaatında farklı meslek gruplarının istihdam edildiği görülmektedir. Tabloya göre iş gücü nitelik açısından tasnif edildiğinde ise bunları vasıflı ve vasıfsızlar adı altında iki gruba ayırmak mümkündür. Bu iki grup, haftalık hak edilen yevmiye ücretlerine göre değerlendirildiğinde, vasıflı iş gücünün toplam istihdam edilenler içerisinde ağırlığının %20 seviyesinde kalmasına karşın haftalık toplam ücretlerin %52’sini hak ettiği görülmektedir. Buna karşılık toplam istihdam edilenlerin %80’ini vasıfsız iş gücünün teşkil ettiği ve ortalama her 10 vasıfsız iş gücünden 9’unun amele adı altında kaydedilen mahkûmlardan müteşekkil olduğu dikkati çekmektedir. Ayrıca ödenmesi kararlaştırılan haftalık toplam 4.996 kuruşun %39’luk kısmının mahkûmlara tahsis edildiği ve buna karşı toplam çalışan sayısı içerisinde mahkûm oranının %71 seviyesine çıktığı görülmektedir. Diğer taraftan tablodaki verilere göre mahkûmların fiili çalışmaları karşılığında her birine günlük üçer buçuk kuruş yevmiye ücreti tahsis edildiği ve bu rakamın inşaatta çalışan rençperlerle kıyaslandığında ise rençper günlük yevmiye ücretinin üçte bir oranına tekabül ettiği dikkati çekmektedir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde kamu inşaatlarında istihdam edilenlerle ilgili önemli bir husus da çalışanların işe devamlılığının sağlanmasına gösterilen hassasiyettir. Tablo 1’de yer alan veriler dikkate alındığında, iş gücünün çalışma süresinin haftanın yedi günü olacak şekilde planlandığı ve bunun titiz şekilde takip edildiği görülmektedir. Nitekim aşağıdaki tabloda çalıştırılması planlanan mahkûmlar ile fiilen çalışan mahkûmlara ait veriler karşılaştırıldığında bu durum rahatlıkla anlaşılabilmektedir
Osmanlı Devleti’nde 1913 yılında İstanbul’da inşa edilmeye çalışılan bir tevkifhanede en fazla ihtiyaç hissedilen grubun vasıfsız iş gücü olduğu ve bunun da mahkûmlar vasıtasıyla giderilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tablo 2’de yer alan veriler dikkate alındığında bu durum açıkça ortaya çıkmakta olup tabloya göre belirtilen haftada toplam 80 mahkûmun inşaatta görevlendirilmesi planlanmışken, sürenin sonuna bakıldığında toplam 79 mahkûmun fiilen çalışarak ödemeye esas ücreti hak etmiş olduğu dikkatlerden kaçmamıştır.
Osmanlı Devleti’nde mahkûmların kamu inşaatlarında aktif olarak kullanıldığı 1913 yılına ait bu veriler dışında, örneğin 1915 yılında bir hapishane inşaatında çalışan iş gücünün almış olduğu ücretler de yine buna benzer bir durum ortaya koymaktadır. Bu çerçevede bakıldığında rençperler 10-13, ırgat başları 15, bekçi 8, ambar memuru 12, duvarcı 18-27, lağımcı 18-20, inşaat kâtibi 18 ve inşaat memuru 40 kuruş günlük ücret almışken; çalıştırılan 33 mahkûmun tamamı amele olarak kaydedilmek suretiyle günlük üçer buçuk kuruşla istihdam edilmişlerdir[104]. Böylece 1915 yılı verileri ile 1913 verileri karşılaştırıldığında gerek mahkûm gerekse de diğer iş gücünün almış oldukları ücretlerin 1913 verileri ile paralellik arz etmiş olduğu görülmektedir. Yine bunun yanı sıra mahkûmlara sadece inşaatlarda fiili çalışma karşılığında değil, hapishanelerde tamir, bakım ve onarım gibi alanlarda çalışmaları karşılığında da yine bu paralelde bir ücret politikası uygulandığı tespit edilmiştir[105]. İşte bütün bu uygulamalardan yola çıkıldığında, Osmanlı Devleti’nde imar ve inşa faaliyetlerinde fiilen çalışan mahkûmlara mevzuat doğrultusunda kısmi bir ücret ödendiği, ödenen bu ücretin de sağlanan barınma ve iaşe giderlerine göre vasıfsız bir işçinin yarısı veya üçte bir oranına göre değiştiği görülmektedir.
Sonuç
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat süreci, devlet ve toplum hayatında çeşitli değişim ve dönüşümler ortaya çıkarmış ve bu da toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere kamuya düşen rolün giderek artmasına yol açmıştır. Kamunun artan rolünün bir yansıması olarak, devletin daha bürokratik bir yapılanmaya geçmesiyle yeni nezaretlerin teşekkül ettirilmesi veya mevcutların kapasitelerinin geliştirilmesi, fiziki mekân ihtiyaçlarını da beraberinde getirmiştir. Ayrıca başta İstanbul olmak üzere ülkenin diğer şehirlerinde belediye teşkilatının hayata geçmesi, modern şehirciliğin gelişimine imkân sağlayacak şekilde bayındırlık hizmetlerinin daha da işlevselleşmesine katkıda bulunmuştur.
Osmanlı Devleti’nde yol, köprü, kaldırım, kamu binası, suyolu, kanalizasyon bakımı, onarımı ve inşası gibi çeşitli imar ve inşa hizmetleri, kamu yararı amacı taşıyan başlıca faaliyetler içerisinde yer almıştır. Bu faaliyetlerde iş gücü temini meselesi ise özellikle yeni nezaretlerin kurulması ve şehirlerin modern bir hüviyete kavuşturulması girişimleri neticesinde daha önemli hâle gelmiştir. Dolayısıyla Tanzimat ve sonrasındaki süreçte ortaya çıkan bu durum karşısında iş gücü talebi belirgin şekilde hissedilmeye başlamıştır. Buna karşı ülkenin demografik durumunun etkisiyle iş gücü piyasasında bir ücrete razı olup gönüllü şekilde emeğini piyasaya arz edenlerin sınırlı kalması ve gönüllü emek arzının talebe cevap vermekte zorlanması, iş gücü piyasasında sorunları da beraberinde getirmiştir. İşte vuku bulan bütün bu gelişmelerin etkisiyle genişleyen emek talebine cevap verebilmek için mahkûmların da içinde bulunduğu farklı iş gücü kaynaklarına müracaat edilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Dönemi’ndeki düzenlemelerle bir iş gücü kaynağı olarak yerini alan mahkûmlar, zorunlu çalışma kapsamında imar ve inşa hizmetlerinde istihdam edilmişlerdir. Bu dönemde çıkarılan ceza kanunnâmeleriyle öncelikli olarak kürek cezasının sınırları belirlenmiş ve kürek cezasına tabi tutulan mahkûmlar, önce Tersâne-i Âmire bünyesinde; daha sonra ise kamu inşaatlarında istihdam edilmişlerdir. Bunun yanı sıra kürek cezasına göre bir derece hafif sayılan pranga cezasının yine bu dönemde yerini alması, özellikle yolların ve kaldırımların bakımı, tamiri, onarımı ve temizliği gibi mesleki anlamda herhangi bir vasıf gerektirmeyen işlerde mahkûmların istihdam edilmesini olanaklı hâle getirmiştir. Ayrıca Tanzimat ve I. Meşrutiyet Dönemlerinde elde edilen tecrübeler, bu işin II. Meşrutiyet Dönemi’nde de devam etmesini sağlamış ve bu dönemde özellikle 1909 tarihli “Serseri Mazannai Sû’ Olan Eşhâs Hakkında Kanun” ile mahkûm istihdamı daha da genişlemiştir.
Osmanlı Devleti’nde temeli adli makamların vermiş olduğu hukuki kararlara dayanan imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm istihdamı, devlet birimlerinin sürece dâhil olduğu kapsamlı bir organizasyona sahne olmuştur. Bu çerçevede önce hukuki bir karar verilmesi ve arkasından bu kararının uygulanması, meselenin bir boyutunu oluştururken; diğer boyutunu da iş gücü ihtiyacının tespit edilmesi, istihdam edileceklerin iaşelerinin temin edilmesi ve buna uygun ödenek tahsis edilmesi gibi iktisadî süreçler meydana getirmiştir. Yine bunların yanı sıra istihdam edilecek olanlar hakkında güvenlik önlemlerinin alınması, bunların iş mahalline ulaştırılması, görevliler nezaretinde çalıştırılması ve iş tamamlandığında tekrar kaldıkları hapishanelere teslim edilmeleri de işin başka bir boyutunu oluşturmuştur. Dolayısıyla mahkûmların iş gücü piyasasında istihdam edilmesi, devletin çeşitli organlarının sürece dâhil olduğu ve birbirleri arasında entegrasyonu gerektiren çok boyutlu bir mesele olarak dikkati çekmiş olup incelenen dönem içerisinde devlet organlarının da bu süreci başarılı şekilde yürütmüş oldukları anlaşılmıştır.
Osmanlı imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm istihdamında ele alınan dönem boyunca dikkati çeken belki de en önemli hususlardan birisi de devletin meseleye kapsamlı bir yaklaşım sergilemesi ve işin merkezine de adalet prensibini koymasıdır. Bu bağlamda tutukluların mahkûmiyet kararı kesinleşmediği için haklarında kamu yararına çalışma cezası verilmemesi, bir mahkûmun istidam edileceği alanın belirlenmesinde iş gücü ihtiyacının yanında suçlunun almış olduğu cezanın ağırlık derecesinin dikkate alınması gibi birçok husus, bunun göstergeleri arasında yer almıştır. Ayrıca devletin istihdam sürecinde angarya olarak ifade edilen ücretsiz çalışma yerine, mahkûmları zorunlu çalışma kapsamında istihdam ederek onlara düşük düzeyde de olsa bir ücret takdir etmesi, mahkûm istihdamı meselesine devletin salt iktisadi rasyonalite çerçevesinde yaklaşmadığını göstermektedir. Nihayetinde imar ve inşa faaliyetlerinde iş gücü ihtiyacı önemli bir gerekçe olarak kabul edilse de buna yönelik politikaların tesis edilmesinde devletin iktisadi faktörler yanında, adalet prensibini merkeze alan bütüncül bir yaklaşım sergilediği ve mahkûmlar özelinde bu yaklaşımın Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar varlığını koruduğu görülmüştür.