GİRİŞ:
II. Viyana muhasarasının (1683) Osmanlı Devleti açısından başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, daha kuşatma öncesi birbirleriyle ittifaka girmiş olan Avusturya ve Lehistan devletlerinin yanına 1684’de Venedik de katılmış, daha sonra Rusya da bu gruba dahil olmuştur[1]. Dolayısıyla Osmanlı Devleti Macaristan’da Habsburglara, Ukrayna’da Polonya’ya, Dalmaçya’da Arnavutlara, Mora’da ve Ege’de Venedik’e ve 1695’ten itibaren de Rusya’ya karşı savaşmak zorunda kalmıştır[2].
Bu cepheler içinde devleti en fazla zarara uğratan Avusturya savaşı idi. Nitekim Uyvar (Érsekújvár) kalesi düşmüş (1685), yaklaşık bir buçuk asırdır Osmanlı idaresinde olan Budin (Buda) elden çıkmış (2 Eylül 1686), Budin’ in düşüşünün ardından ilerleyen Avusturya orduları Macaristan içlerine kadar sokulmuş, Segedin (Szeged) teslim olmuş, Şimontorna (Simontornya), Peçuy (Pécs), Kapoşvar (Kaposvár), Şikloş (Siklós) gibi kaleler elden çıkmıştı. Diğer yandan işgal edilen Erdel kaleleri de Avusturya askerleriyle doldurulmuş Belgrad’a (Beograd) doğru ilerleniyor, Venedik işgalleri de 1684-1688 seneleri arasında Mora’dan Atina’ya kadar uzanıyordu[3].
Savaşın bütün cephelerde birden yürütülmesi ve başarılı olunamaması hem dış hâzinenin hem Enderûn hâzinesinin boşalmasına sebep olmuştur. Kapıkulu askerlerinin ödenemeyen maaşları birikmiş, “imdâd-ı seferiye" adı altında memleketin zenginlerinden, tüccarlarından ve devlet memurlarından para tedarik edilmesine karar verilerek her tarafa fermanlar gönderilmiştir[4]. Ekonomik sıkıntının yanında ocaklıların isyanları devleti daha bir acze düşürmüştür. Nitekim Varadin (Petervaradin)'de isyan eden askerler Belgrad (Beograd)'dan ileri dönmemeleri emredilmesine rağmen söz dinlemeyip İstanbul’a gelerek Sultan IV. Mehmed’in (1648-1687) hallini gerçekleştirmişler, yerine II. Süleyman’ın (1687-1691) tahta geçmesini sağlamışlardır. Ancak yeniçeriler ile süvari kuvvetleri bununla da sükûn bulmayarak İstanbul’da zorbalıklarına devam etmişlerdir.
Osmanlı Devleti söz konusu kötü şartlar ve Avusturya cephesindeki sürekli gerileyiş dolayısıyla bir elçilik heyetini Avusturya’ya göndermeye karar vermiştir. Bu elçilik heyeti İmparator I. Leopold’a (d. 1640 - öl. 1705) hem II. Süleyman’ın cülûsunu bildirecek hem de sulh teklif edecekti. Sâbık ruznâme-i evvel Zülfikâr Paşa[5] Rumeli Beğlerbeğisi payesiyle bu göreve tayin olunmuş, divânı hümâyûn tercümanı İskerletzâde Aleksandr (Aléxandros Mavrocordátos)[6] ve yeğeni Mustafa Ağa da yanına verilmişlerdir.
Zülfikâr Paşa'nın “...Bu hakir-i pür-kusûr kulları ve Divân-ı Hümâyûn baş tercümanı olan İskerlet-zâde Aleksandıra kulları i'timâd-nâme-i şevketmakrûnları birle Roma İmparatorı Leopoldus canibine risâlet ile ferman olduğumuz mahall bindoksandokuz senesi Ramazân-ı şerifinin onikisinde vâki', mizâcımız 'alil ve hevâlar ıtı idi...” ifadesinden anlaşıldığı üzere o, elçilik ile görevlendirildiğini bildiren fermânı 12 Ramazan 1099 (11 Temmuz 1688)'da almıştır. Heyet, fermanı müteakiben Astâne-i saâdetten ayrılmış ve yirmi beş gün sonra Niş (Niš)’e varmıştır[7].
Zülfikâr Paşa çeşitli sıkıntılara maruz kalarak nihayet Belgrad’a ve ardından Viyana’ya ulaşmıştır. Elçilik, İmparator I. Leopold ile ilk defa 17 Rebiülâhir 1100’de (8 Şubat 1689) buluşturulmuştur. Zülfikâr Paşa bu buluşmayı şöyle tasvir etmektedir:
“...Tercüman vesâseti ile Pottendorf kalasından kalkılup, Bec’den berü vâki' Vözendorf karyesinde bir gice meks olundı. Ertesi, andan dahi kalkulup, Bec kurbunda Macar yolunda vâki' varoşda ta'yin olunan konağa gelindi. Anda dahi bir gün aram olunup, fi 17 Rebiülâhir sene 1100, altı at çeker, Çasâr kendü bindüğü bir mükemmel hintov ile tercüman yalnız konağa geldi, “Çasâr size bakar” deyü da'vet eyledi. Hıntova binilip varıldı. Sarayda içerüsü Çasâr’ın odasına varınca halk dolmuş idi. Çasâr’ın olduğı odaya girildikde Çasâr, odanın sol köşesinde vaki' ‘acem kalıçasıyla döşenmiş alçacık soffanm üstünde türperre (?) ta'bîr olunur sofranın önünde bir iskemlenin kurbunda ayak üzere durup, sol eli göğsünde olup, sağ elini aşağı uzatmış idi. Yanımızda olan ağalardan birâderzâdemiz Mustafa Ağa Nâme-i Hümâyûnı başımız beraberi iki el üstünde tutup, önümüzce gider idi. Kendüye mukaddemâ tasmîm olunduğı üzere üç yerde sağımızda bize bakarak durur idi. Biz dahi Nâme-i Hümâyün-ı şevket-makrüna ta'zîm ve tekrim birle eğilüp, bu vech üzere sofa kurbuna varıldıkta, anda Nâme-i Hümâyûnı kendi elimize alup öpdükten sonra sofra üstünde Çasâr’ın yanına koyduk. Üst esvâbmı tutup, göğsümüz beraber yine kaldırdık ve dönüp yerimizde durduk ve bu güne muâmele ile mukaddemâ tercümânın ibrâm eyledüğü ham tekliflerin def eyledik...”[8]
Zülfikâr Paşa bundan sonra Avusturyalılardan dört, Lehistanlılardan iki ve Venediklilerden bir murahhasın katıldığı sulh görüşmelerinde bulunmuştur. Ondört kez tekrarlanan bu toplantılar sonuçsuz kalınca Zülfikâr Paşa yanındakiler ile beraber bırakılmayarak göz hapsine alınmıştır[9]. Nihayet İstanbul’a avdeti için izin verilen elçilik heyeti, iznin hilafına olmak üzere yine bırakılmayarak Komorn ve Pottendof’ta hapsedilmiş; ancak II. Süleyman’ın (1687-1691) vefatı ve yerine II. Ahmed’in (1691-1695) tahta geçmesini müteakip görevlerinin bitmesi hasebiyle serbest bırakılmışlardır.
Zülfikâr Paşa memleketine vâsıl olduktan sonra II. Ahmed’e elçiliğini hâvi takririni sunmuştur. Bilindiği kadarıyla bu takrir biri Viyana[10] diğeri Münih’te olmak üzere iki nüshadır.
Bu makalemizde elçi Zülfikâr Paşanın Komorn ve Pottendorf ta yaşadığı hapis hayaundan kurtulma çabaları Zülfikâr Paşanın Mükâleme Takrîri’nin Münih nüshası esas alınarak yazılmışür. Bu nüsha Bayerische Staatsbibliothek Handschriftensammlung, signatur cod.turc. 117'de kayıtlıdır ve Joseph Aumer’in kataloğunda s. 36, nr. 117’de verilmiştir[11]. Makalemizde kaynak olarak kullandığımız bu nüsha toplam 105 varaktır. Ancak Sefaretnâme olan kısmı vr. 34 b’de “Cerîde-i takrîrât-ı merhûm Zülfikâr Efendi der Kal'a-i Beç”başlığı ile başlamakta, elyazmasının 34 b-105 b varakları arasını kapsamak-tadır. Başlıkta ki “merhûm” ifadesinden anlaşılacağı üzere Münih’teki bu nüsha Zülfikâr Paşanın ölümünden sonra yani 1696’dan sonra kopya edilmiştir. Dolayısıyla bu nüsha Sefaretnâmenin orijinali değildir ve istinsah bu tarihten sonra gerçekleşmiştir. Elyazmasının Sefaretnâmeden önceki kısmı, yani vr. 1-34 b arası ise Bâbıâlî’deki törenlerle ilgilidir. Burada çeşitli sivil ve askerî kadroların maaş ödemeleri ile ilgili bilgiler ve rakamlar kaydedilmiştir.
a) Elçilik Heyetinin İmparator Leopold ile Buluşmasına Kadar Geçen Süreç
Elçilik heyeti 12 Ramazan 1099 (11 Temmuz 1688)’da Avusturya İmparatoru I. Leopold ile görüşmek üzere görevlendirilmiştir. Heyet önce Niş’e gelmiştir. Burada iki gün konakladıktan sonra Aleksince (Aleksinac)’ye varmış, oradan da Razina (Razanj)'ya yol alacak iken gelen Macaristan serdarı Yeğen Osman Paşa'nın bir ağası ile görüşmüştür. Bu görüşmede Osman Paşa'nın kaçtığı, Belgrad’ın kuşatıldığı öğrenilmiştir. Ancak heyet yolundan dönmeyerek Razina’dan hareketle Yagodina (Svetozarevo)’ya gelmiş, fakat buradan Niş’e geri döndürülmüş ve sekiz gün kadar burada tutulmuştur. Niş’ten 2 Zilkade 1099 (29 Ağustos 1688)’de hareket edilmiş, ayın 6’sında Hasan Paşa Palankası (Smederevska)’na varılmıştır. Burada iki gün konaklatıldıkdan sonra Hisarcık (Groçka)’a getirilmişler, 12 Zilkade 1099 (8 Eylül 1688)'da da Belgrad’a doğru hareket etmişlerdir. O esnalarda Belgrad, Avusturya askerine teslim olmuştur ve askerlerce top şenlikleri ile kutlamalar yapılmaktadır. Heyet için çadırlar Zemûn (Zemun) yakınında önceden hazırlanmıştır. Zülfikâr Paşa Zeınûn’da 14 Zilkade 1099 (10 Eylül 1688)’da çadırlarına gelen Kont Karaffa (Caraffa)[12] ile görüşmüştür[13]. Görüşmede Karaffa, Varadin’e gidecek heyete, kendisine katılabileceklerini ve kayıklarla gidebileceklerini söylemiş, ancak heyet kara yolunu tercih ettiklerini bildirerek üç günde Varadin’e varmıştır[14]. Zülfikâr Paşa'nın belirttiğine göre Varadin’de konaklan ildiği vakit her gün Kont Karaffa’dan bir asilzade gelip hal ve hatırlarını sormuştur. Ancak bu ilgileniş heyeti hoş tutmak için değil, elçilik maksatlarını ve yetkilerini öğrenmek içindir. Nitekim Zülfikâr Paşa yanlarına gönderilen kişilerle ilgili olarak “derûnumuzu bilmek için dürlü dürlü fen ile ağzımızı araşdırdı”[15] demektedir.
Elçilik heyeti 18 Zilkade 1099 (14 Eylül 1688) 'da Varadin’den ayrılmış[16], 6 gün sonra Keşkemet (Kecskemât)’e varmıştır. Burada Karaffa, heyeti tekrar ziyaret ederek maksatları hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmıştır. Fakat her defasında olduğu gibi heyet, Nâme-i Hümâyûnı İmparator’a teslim ile görevlendirildiklerini ve onun dışında kimse ile bu mesele hakkında görüşmeye yetkileri olmadığını belirtmek suretiyle buna izin vermemiş-lerdir[17]. Keşkemet’de 5 gün konaklayan heyet İmparator ile buluşmak üzere yola çıkmaları gerektiği haberini alınca harekete geçmiştir. Azak’a ve Vecse (Dunavesce)’ye gelmişler, Tuna’yı geçip, Cankurtaran (Andony)’a, ardından Erçin (Ercsi) )’e oradan Biçka (Tápióbicske) )’ya sonra Tata kalesine varmışlardır. Buradan Yanıkkale (Raab) )'ye gitmeyi düşündükleri vakit Viyana’dan Yanıkkale yakınındaki Sárvár Palankası (Szent Miklos) ) yolundan Raab köprüsünü geçerek Edembûrg (Ödenbug) )’a gitmelerini isteyen bir mektup gelmiştir. Ancak heyet söz konusu edilen yolun çok uzun ve mevsimin de kış olması dolayısıyla haberi getiren kaptana: “İstanbul’dan çıkalı üç ay olmuşdır. Yazın çıkdık kış oldı, kâh türbelerde dolaşdırıyorsız ve kâh beyhude meks itdiriyorsuz. Bizdemi yolumuzdan saparız. Ne âdemlerimizde tâkat ve ne davarlarımızda kuvvet kaldı. Yolumuzdan çıkmak ihtimâlimiz yokdır. Bilinmedik şey yokdır, kal’alarmızı görmeye gelmedik..." ) diyerek şikayette bulunmuşlardır. Bu ifadeler heyetin karşılaştıkları sıkıntılar hakkındaki ilk ciddî serzenişleridir denilebilir. Bu şikayet İmparator’a yazılmış ve İmparator’un yolu uzatmadan Yanıkkale’den doğruca gelinmesi şeklindeki cevabı üzerine 10 Zilhicce 1099 (6 Ekim 1688)’da Tata’dan kalkan heyet önce Igmând sonra Mezödeöröş (Mezóórs) karyesine gelmiş, Raab suyunu takiple Budûhel (Budahely) karyesi yakınında Raab köprüsünü geçerek Kapuvar (Kapuvár) karyesine, buradan da Çenk (Nagycenk) kalesine ulaşmıştır. Heyet Çenk kalesinden hareket ettikten sonra 15 Zilhicce 1099 (11 Ekim 1688)’da Edembûrg şehrine gelmiştir. Bu şehirde ayın 18’ine kadar yani 3 gün konaklamışlar ve ardından diğer bir konak olan Pottendorf’a geçmişlerdir.
Viyana’ya gitmek maksadı ile yola çıkan heyet hem Edembûrg’da hem Pottendorf ta adeta hapis hayatı yaşamışlardır. Nitekim Zülfikâr Paşa Pottendorf’ta 15 gün kadar ne gece ne gündüz hiçbir iş yapmadan boşa vakit geçirmelerinden büyük rahatsızlık duymuştur[18]. Bu kalede tutuldukları vakit, İmparator’un izni ile heyetle görüşmek daha doğrusu elçilik maksatlarının cülus bildirmenin ötesinde neyi kapsadığını öğrenmek üzere yine Kont Karaffa gelmiştir. Heyet İmparator’a Nâme-i Hümâyûnı teslim etmeden tek söz söylemeyeceklerini beyan edince Karaffa onları geri göndermekle tehdit etmiştir[19]. Ancak Zülfikâr Paşa'nın belirttiğine göre veziriâzamın sulh görüşmelerinin rahat yürümesi için İmparator’un başvekiline iletilmek üzere yazılmış mektubu Karaffa’ya verildikten sonra heyetin sulh maksadı anlaşılmış, Karaffa memnun olarak Viyana’ya dönmüştür. Karaffa’nın dönüşünden sonra bu kalede heyet hiçbir haber alamadan kırk elli gün kadar daha geçirmiştir. Bu arada birkaç kez yazdıkları mektuplar vasıtasıyla tehi tutulmalarından şikayet ve aciz duruma düşürüldüklerini beyân ile sitem etmişlerdir. Esasen bu kadar zamanın geçmesi İmparator’un, müttefikleri Venedik ve Lehistan ile ortak hareket etmek istemesinden kaynaklanmıştır. Nitekim İmparator, her iki devlete de haber göndererek sulh görüşmeleri için vekillerini yollamalarını bildirmiştir. Dolayısıyla Lehistan ve Venedik’in bu meseleyi kendi içlerinde müşavere edip vekiller tayin etmeleri epeyce zaman almıştır. Osmanlı heyeti de bu zamanı oturarak geçirmiştir. Nihayet Karaffa, 8 Rebiülevvel 1100 (31 Aralık 1688) tarihinde gönderdiği mektupla heyetin İmparator ile buluşturulmasma karar verildiğini belirtmiştir.
Heyet, 13 Rebiülâhir 1100 (4 Şubat 1689) senesinde Pottendorf kalesinden ayrılarak Vesendorof (Vösendorf) karyesine gelmiş, burada bir günlük moladan sonra Viyana yakınlarında kendilerine tahsis edilen konağa varmış, yine bir günlük dinlenmeden sonra 17 Rebiülâhir 1100’de (8 Şubat 1689) İmparator ile buluşturulmuştur.
b) Heyetin Komorn’da Hapsedilmesi ve Geri Dönme Çabaları
Heyet, İmparator ile buluşmasından sonra Venedik, Lehistan ve Avusturya vekilleri ile on dört kez bir araya gelerek sulh imkânı aramıştır. Ancak birinci, ikinci ve üçüncü görüşmeler Lehistan elçisinin mükâlemeye ve sulha dair ruhsatnâmesinin bulunmayışı dolayısıyla kesintiye uğramıştır. Hatta 24 Rebiülâhir 1100 (15 Şubat 1689) tarihli üçüncü toplantının sonunda, heyetin, Lehistan’dan yetkili kişiler gelinceye değin ikâmet etmek üzere tekrar Pottendorf’a gönderilmesi kararı alınmıştır[20]. Diğer görüşmelerde de Macar Tököli’nin teslimi, katli ve savaş tazminatı gibi heyetin kabul edemeyeceği istekler sunularak oyalama taktiği uygulanmıştır. Nitekim heyetin üçüncü görüşme esnasında “...Hayli zaman oldı bu tarafa geldik. Bu kadar eğlendüğümüzün sebebi bilinmez. Bahar faslı geldi, mükâleme ve müsâlehe emrinde hatıra gelmeyen müşkülât zuhür ider...[21]” ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan İstanbul’dan ayrılalı uzun bir zaman geçtiği için heyet, orada olan değişmelerden haberdar olamadığı gibi sulh gelişmelerinden de Pâdişâh’ı haberdâr edip fikir alamamaktadır. Zira bu maksadı İstanbul’a bir ulak gönderme talepleri Avusturya tarafınca 24 Şaban 1100 (13 Haziran 1689) tarihine dek kabul edilmemiş, ancak bu tarihli toplantıda Zülfikâr Paşa'ya İmparator’un İstanbul’a bir adam göndermesine izin verdiği bildirilmiştir[22]. Ancak gönderilen Mustafa Ağa güvenli bir şekilde yol alması için yanında İmparator’un onaylı kağıdan bulunmasına rağmen Semendire (Smedereve) kalesinde 70 gün kadar alıkonulmuştur[23]. Bu esnada İmparator Fransa’da savaş halinde bulunan askerine destek olmak için gittiğinden Viyana’da bulunmuyordu. Zülfikâr Paşa, Mustafa Ağa'nın bir an önce serbest bırakılması ve yoluna devam edebilmesi için Viyana kaymakamına pekçok defa adamlar göndererek ricada bulunmuş, netice ala-mayınca yazılan bir mektup[24] ile talebini yenilemiştir. Zülfikâr Paşa içinde bulundukları durumu ve ricalarının dikkate alınmadığı zamanı “...elem ve ‘acz hadden birûn iken..." diye ifade etmektedir. Serbest bırakılan ve İstanbul’a varan Mustafa Ağa yedine verilen mektuplar ile Viyana’ya tekrar 12 Muharrem 1101 (26 Ekim 1689) tarihinde dönebilmiştir.
Osmanlı heyeti sulh olunması için gayret sarfetmekle beraber ilgili devlet vekillerinin ileri sürdükleri şartların kabulünün imkânsızlığını görünce boşa tutulmayıp geri gönderilmeleri için kendilerine dönüş izninin verilmesinin peşine düşmüşler, dönüş izinlerinin çıkması ile pasaport kağıtlarını alarak yola koyulmuşlardır. Zülfikâr Paşa'nın “Eğerçe yollarda konup göçmede çekilen zahmet ve cefa hadden birûn olup, lâkin halâsımız serveri meşakkatimize gâlib olup...[25]” ifâdesinden heyetin dönüş yolculuğuna büyük zorluklar ile başladıkları, ancak kurtuluş sevinçlerinin yoğunluğu ile sıkmaları hiçe saydıkları anlaşılmakadır.
Osmanlı heyeti kendilerini götürecek gemilerin Komorn adasında olduğu söylenerek buraya getirilip kapatılmış yanlarında bulunan tercüman, komiser ve kaptan, kendi neferatlarıyla gizlice kaçmışlardır. Heyetin konakladıkları hane askerler tarafından sarılarak sıkı bir kontrol başlamıştır. Zülfikâr Paşa Komorn’da bu hapsedilişi şöyle ifâde eder: “Ne gemilerin haberi var ne gayri bir sit ü seda var idi. Habsimiz mukarrer ve ta'yînâtdan bir nesne virilmez idi"[26]. Zülfikâr Paşa'nın birkaç gün dediği ancak kaç gün olduğunu bilemediğimiz bir bekleyişin ardından Viyana tarafından mükâlemelerde baş vekil olan Kont Kinsky'nin ve İmparator’un yanında bulunan Kardinal’ın[27] mektuplarını ulaştırmakla görevli bir tercüman gelmiştir. Gelen mektuplarda yine sulhu sağlamak üzere İmparator’un yanından bir kişinin gönderileceği bildiriliyordu. Barış yapmak maksadıyla Viyana’ya gelen heyet bu yönlü gayretlerini sonuna kadar devam ettirmiştir. Nitekim uzun ve neticesiz geçen müzakerelerin ve oyalamaların ardından, zorla dönüş iznini almış iken gelen bu mektupları değerlendirmeye alarak görüşmeye olumlu yaklaşmışlar ve Avusturya’nın Osmanlı Devleti’nin itibarını zedelemeyecek, halklarını mağdur etmeyecek ve kendilerinin sulh mevaddı hakkında Devlet-i aliyyeye akıl danışmalarına müsaade edilecek ol-ması şartıyla güvenilir bir adamını göndermesini veya mektup ile bildirmesini istemişlerdir.
Osmanlı heyetinin bu cevabı vermesinden birkaç gün sonra İmparator’un sırdaşı olan senyör gelmiştir. Kendisiyle yapılan görüşmeler neticesinde sulh maddeleri belirlenmiştir. Bu maddelerin yani sulhun onay alıp almayacağına dair İmparator’dan ongün içinde kati bir cevabın geleceği heyete bildirilmiş, heyet de sulh maddelerini Padişah’ın fikrine sunmadan onaylamayacaklarını ifade etmişlerdir. Ancak on gün içinde İmparator tarafından gelmesi beklenilen kati cevap gelmeyip birkaç ay geçince, heyet şikayetlerini içeren ve geri gönderilmelerini isteyen bir mektubu[28] yazarak vekillere göndermiştir. 5 Ramazan 1101 (12 Haziran 1690) tarihli bu mektuptan anlaşıldığına göre heyettekiler kendilerine yapılan muameleyi ne dostluğa ne de düşmanlığa sığdıramamakta, oyalanmaya çalışmalarını ise yine kendilerinin ahmak yerine konulması olarak algılamaktadırlar. Nitekim mektupta bu konuda yer alan ifade şöyledir:
Bu makûle muameleniz maslahat bütürür(?) dost işidir dirseniz dostlukda bu mertebe san’atlar olmaz, düşman-ı evzâ‘ böyle olur dirseniz düşman dahi işinde ve sözünde merdâne hareket itmek lâzımdır. Bu cins mu’âmelât ile bizi ahmak yerine koyup cevâb-ı hargûş virmekle vakit geçürmek mülâhazasında olursanız, bu güne mülahaza kimin hatırına gelmez inşa’-Allah ü teâlâ bu makûle mülâhazalar âşikâre müşaverem izdir. Her an lisâne geldüğü şöyle dursun kat kat istimâ' olunması sebebiyle rüyamızda bile görür mertebesine varmışızdır..."[29]
Mektuptan yine anlaşıldığına göre heyetin Komorn’daki vaziyederi hiç iç açıcı değildir ve şikayetleri dikkate alınmadığı gibi sözleri duymamazlıktan gelinmektedir. Şikayetlerine baktığımızda heyet, iki yıldan beri zamanlarının boşa heba edilmesinden, haksız yere maddî ve manevî zarara uğratılmalarından, Komorn gibi ıssız bir yerde bilâ-sebep haps olunmalarından kederlenmekte ve ümitsizliğe kapılmaktadır. Öyleki heyet kendilerine çektirilen bu eziyetin, sıkıntının aşırılığından dolayı karşı tarafın bundan haz duyduğu ve haz duyduğu içinde kasden yaptığı ihtimalini düşünmeye başlamıştır.
Heyet mektubu gönderdikten sonra Graf Kinsky’den[30] 20 Ramazan 1101 (27 Haziran 1690) tarihli cevabî mektup[31] gelmiştir. Bu mektupta Kinsky, heyetin şikayetlerine açıklık getirmeye çalışmıştır. Buna göre barış görüşmeleri sadece Avusturya ile değil müttefikleri olan Venedik ve Lehistan’ın da katılımı ile olmalıdır. Bu nedenle müttefik vekillerinin birarada müşaverelerde bulunması gereklidir. Ancak müttefik devletler arasında ki uzaklık dolayısıyla biraraya gelmek ve görüşme neticelerini ilgili ülkelere bildirip tekrar cevap almak epey zaman almıştır. Bunun için sabır gereklidir ve asla akla bu geçen zamandan ve çektirilen sıkıntılardan haz duyulduğu fikri gelmemelidir. Diğer yandan Kinsky şikayete mucib olan aksaklıklar ve sebep olan kişiler kendisine bildirilecek olursa meselenin halli için gayret sarfedeceğini de belirtmiştir.
Kinsky bu mektubunda anlaşmaya varılamamasından Osmanlı heyetini sorumlu tutmuştur. Ona göre heyet, elçilik yetkilerinin bir yıl okluğunu belirtmiş ve Mustafa Ağa İstanbul’a gidip döndükten sonra görevlerinin yenilenip yenilenmediğinden bahsetmemişlerdir. Dolayısıyla geçen zaman zarfında görev yetkisi yenilenmeyen heyetin barış görüşmelerine dair olan ruhsan tartışılır haldedir. Nitekim mektupta yer alan “...Ruhsatınızın tecdidi hususunda bir söz söylemediniz ve hakikat hâlde bu esnada ruhsatınız ne mertebe idü ki ve lisâne gelen cevâblar ruhsatınız hasbi ilemidir...[32]” ifadesi, Avusturya'nın, heyetin yetkisini sorgulamaya çalıştığını ortaya koymaktadır. Ancak bu sorgulayış Avusturya’nın zaman kazanma arzusundan başka bir şey değildir. Nitekim hem Fransa ile hem Osmanlı Devleti ile aynı anda savaş ha-linde bulunan Avusturya, cephelerdeki durumunun netleşmesini beklemektedir ve bu türden gerekçeler ile heyeti tutmak çıkarlarına uygun düşmektedir.
Kinsky’nin mektubu Osmanlı heyetini hem üzmüş hem de sinirlendirmiştir. Nitekim Avusturyalıların hilekâr davrandıklarını ve barışa niyetleri olmadığını müşahede eden heyet, yine onların kendilerini yollarından alıkoyup hapsetmelerinden dolap utandıklarını ve bu nedenle bazen sessiz kaldıklarını ve bazen de gerçek dışı ithamlar ile kendilerini oyalamaya çalıştıklarını düşünmektedir. Bundan dolap da gelen mektuba cevap yazıp yazmamakta hayli tereddüt etmişler, ancak onları susturmak ve cevap veremeyecek duruma getirmek amacıyla bir mektup kaleme almaya karar vermişlerdir. Heyet, gönderdikleri bu mektupta kendilerine yöneltilen ithamlara cevap vermiştir. İlk önce maslahat ruhsatlarının bir yıl için geçerli olduğu yönünde kendilerinin bir beyanlarının olmadığını, ellerinde padişah fermanı olduğunu, bu fermanın maslahat işini halledip boşa zaman harcamadan dönülmesini emrettiğini ve kendilerinin onu icra ile görevli olduk-larını, ikinci olarak Devlet-i aliyye tarafına gönderilen Mustafa Ağa'nın görevinin ruhsatnameleri yenilemek değil, tarafların sulh konusundaki tekliflerini iletmek ve fikir danışmak olduğunu belirtmişlerdir. Kaldı ki sadrazamın Avusturya yetkililerine ulaştırılmak üzere Mustafa Ağa'ya verdiği mektupta heyetin sulha ruhsatlı oldukları dile getirilmiştir.
Heyet Komorn’da tutuklu bulundukları bu zaman zarfında tekrar İstanbul’a bir adam gönderme ve danışma teklifinde bulunmuşlarsa da kabul edilmemiştir. Mektupta yer alan şu ifadeler heyetin beklentilerini ve şaşkınlıklarını dile getirmektedir:
“...Fi’l-hakîka sizin bizim ile ittüğünüz mu’âmele bir târihde bir sulhda ve bir devletde olmamışdır. Güya i’timâd var imiş sözlerimizi alursanız bu kadar zamandan sonra râzı olduğunuzı aşikâre beyân itmeyüp dönüp, yeniden ruhsatımızı suâl idersiniz ve iki sene hep tarafınızdan suâl ile mürıir eyleyüb hiç ma'kûle uyar bir cevâb virdüğünüz yokdur. Ve dahi pek istiğrâb olunan budur ki hem efendilerimiz ile cevâblaşmağa koymazsınız ve hem bizden taze ruhsat istersiniz. Lâkin böyle olmuş iken de yine hulûs ve sadâkati elden komazız. Ve fesh-i maslahatın vebalin boynumuza almazız, tek bir hayırlu iş lûtf-ı Hakk ile olabilsün, sizi muhayyer ideriz ve mevâdd mabeynimizde karar-dâde ise 'akd-i maslahata süret buldurmasında muvafakat ideriz ve böyle 'ibâdu’l-laha nâfi’ işde mümkin olan tarîk-i mülâyemet ve câdde-i i’tidâlden çıkmazız. Sözlerimiz kabul olundı ise bizim ruhsatımız ha’z-ı mevâddı tasrîh ve tahkik ile olmayup, mutlak hayırlu işin mükâleme ve ‘akdine me’müruz, itimâdınız var ise inşâ-Allah ü teâlâ temessükleşeliın. Şevketlü Pâdişâh efendimiz ve a’zam-ı mülûk-i nasara Roma İmparatoru efendiniz kırk gün müddetine değin işin istihkâmı ve redd [ü] kabülüne muhtar olsunlar. Dilerseniz bize işin neticesin inandurun bir şübheniz var ise temessükleşmeden âdem gönderelim, lâyık görülen hususları istizan idelim, maslahat maksûd ve murád oldukda böyle bir semte yapışmak lâzımdır ve illâ murâdınız değil ise çünki işe yaramazız bizi ne tutup bilâ-lâide ta’zîb idersiniz. Nâmelerin cevâbı elimizdedir. Bir gün evvel yollanmamız dileriz. Ba ‘de-l-yevm Devlet-i ‘aliyye tarafından gayrî âdem gelür veyâhûd siz gönderesiz ve re’y-i perde-i takdirde olan kimesnenin ma’lûmı değildir, fi 28 Ramazan sene 1101 [33]”
Komorn’da bulunan heyet, Avusturya ve müttefiklerinin sulh taraftarı olmadıklarına ve sulhun yapılamamasının suçunu kendilerine yüklemek gayreti içinde bulunduklarına kanaat getirdikten sonra barışa ait ümitleri tamamen kaybolduğundan Viyana’ya iki ayda dört defa mektup göndererek aruk İstanbul’a gönderilmelerini istemişlerdir.
Birinci mektup 11 Zilhicce 1101 (15 Eylül 1690) tarihinde yazılmıştır. Bu mektupta heyet, sulhun olmamasından kendilerinin sorumlu tutulamayacağını, görüşmelerde verdikleri cevapların, dünya ve ahirette kendilerini utandıracak hiçbir yanının bulunmadığını ve tarafların da bunu bildiklerini ifade etmişlerdir. Heyet kendilerine göre Komorn’da alıkonulmalarının gerekçesini ve isteklerini şu cümleleri ile açık ve net bir şekilde ortaya koymaya çalışmışlardır:
“...Ancak muradınız semtine yapışmayup, vakit geçürmeğe kendünüze ruhsat olmak içün ruhsatımız talebinden maksûdunuz ne olduğu bellii olmuşdur. işte bu sene dahi devretti. Şimden sonra kış gelüp insaf idesiz, emn ü âmân ile gelen resuller cemi’ zamanda ta ’ciz olunmaz iken bize olan ta’ciz ve tağdib bir derecede nihayet bulmuşdur ki ba’de-l-yevm zuhûr iden elçilerin katı bir çoğuna numûne-i târih olmuşdur, bize oldı. Nâme-i Hümâyûnun cevâbları bir seneye karib olur elimizdedir ve pasaportanız dahi yedimize teslim olmuşdur. Eğer evvel geldüğüınüzde ve sonra Beç'den kalkduğumuzda virdüğünüz aman kâğıdınız mûcibince bir gün evvel ser- hadd başına emin ve sâlim ulaşdırılmamız iltimas olur. Bundan böyle bir[z]i cebren akkorsanız resm-i mu’tâd-ı nâsa mugayir ve şurût-ı insafa muhalif ve imânınıza muhtell bir iş ittüğünüzü melhûzunuz ola. Tahriren fi 11 Zilhicce sene 1101.[34]”
Heyet gönderilmelerini isteyen birinci mektubun hemen sonrasında 20 Zilhicce 1101 (24 Eylül 1690) tarihli ikinci mektubu[35] göndermiştir. Bu ikinci mektupta da heyet, birinci mektuba gönderme yaparak kış gelmeden ve yollar ulaşıma elverişsiz olmadan, bir an evvel sağ ve salim olarak Osmanlı Devleti sınırına gönderilmelerini tekrar rica etmişlerdir.
Üçüncü mektup[36] 3 Muharrem 1102 (7 Ekim 1690) tarihlidir. Bu mektupta heyet daha önce gönderdikleri iki mektuptan ve çok sayıdaki görüşmelerinden geri gönderilmelerine ilişkin bir sonuç çıkmamasından kederle, hayretle ve sitemle bahsetmektedirler. Nitekim kar yağmasının yakın, ancak gidecekleri yolun 80-90 günlük uzak mesafede olmasından tedirgin olan heyet, çektikleri elemi ve beklentilerini “...Bizi kışa komayasız, çekilen zahmetler sebebiyle ‘alil olduk, insafda yerin bulsun, iki âdemi eziyyet ile vallah-ül-azim bir nesne hâsıl olmaz. Cümlenizden iltimâs olunan budur ki, salimen gerü gitmemiz içün bir an evvel izn alıvirmeniz ile bizi mahzûz idesiz memnûn oluruz...”[37] ifadeleri ile dile getirmektedir.
Dördüncü mektup 3 Safer 1102 (6 Kasım 1690) tal ihinde yazılmıştır. Bu mektup da yine heyetin gitme arzusu ve sitemleri ile başlamaktadır. Üç aydan beri üç defa mektup gönderdiklerini ve asla kendilerine bir cevap verilmediğini kırgınlıkla dile getiren heyet, muhataplarından “cefayı men’ ve eziyyeti ref’ ’’ etmelerini ve avdetlerini istemektedir. Bu mektupta Osmanlı heyetinin sabrının tükendiğini ve sıkıntılarının arttığını görmek mümkündür. Nitekim şu cümleler heyetin manevî ve maddî durumlarının ne kadar bozulduğunu ortaya koymaktadır:
“...Bilinmez ne haldir ki konşuluğa ve dostluğa ve muhabbet-i sabıkaya muvafık iş ile gelmiş Devlet-i 'aliyye kulları bu kadar eziyyet ile nefiy ü habs olmamız güya icrâ-yı kalîl olup, ve eziyyet üzere eziyyet olmak ile bu ana değin ıtlak olunup halâs olmak ile mesrûr olmadık, ve tekrar âdemlerimizin ve davarlarımızın ekserin bu sovuklaıda meydanda yattır, görürüz. Rüseâ-yı devletiniz mâ-beyninde mu‘teber dosttunuz dahi 'akl ve feraset ve ihlâs-ı sadâkat babında mümtaz ve ser-efrâz olup, cibilliyetinizde merküz olan ihlâs- ı sadâkat ile mülâhaza-i tâmm idüp, huşu ü ihtiyar ile gelenlerin mu’tâd-ı nâs üzere hüsn-i rızâsı ile girü gitmeleri erzâni değilmidir. Bu takdirce Hakk-ı sa’y ve ihtimâmmız lâzıme-i zimmet hayr-hâhân devlet kelimmidir, ve tarafı hilâfdır. Bir netice haber-endâz melhüz olurmu. Bilürüz bize i’tiınâdınız yokdur. Amma bî-na’z ve bî-garez tevcîh-i’akl ve sarfı zihn olup, sözümüz Hakk olduğundan şekk ve şübheniz kalmaz ve’l-hâsıl cümlenizden ricâ idei iz bu gadr ve cefâyı itmeniz, eyillerin sebebi ile olaki cenâb-ı Bâri ibâdu’l-laha iyilikler ihsân eyleye amin. Fi 3 Safer sene 1102”[38].
Komorn’da alıkonulan heyet bu dört mektuptan istediği sonucu alamayınca bizzat İmparator’a iltimâsnâme yazarak isteklerini dile getirmeye çalışmışlardır, İmparator’a yazılan iltimâsnâme şöyledir:
“...A’zam-ı mülûk-ı nasârâ ve efham-ı havâkin-ı milletü’l-mesihiyye Roma Imparaton hazretlerinin şeref i iftihâr-ı çasârilerine iltimâs-nâmemiz budur ki, mu’tâd üzere girü refâh-ı hâl ile yollanmamız hususıçün bundan akdem i’lânı olunup, ricâ olunmuş idi. Lâkin bir seneye karib olur bu tarafda meks ittirilmek ile çekilen mihnet ve meşakkat nâzır-ı ibâdu’l-lah olan hazret-i mevtanın malûmudur. Bundan sonra eğlendirilmeyüp, ser-hadd başına emin ve salim ulaşdmhnaımz içün tenbîh buyurulmak niyaz olunur. Der-i Devlet-i 'aliyyeye cânîb-i iftihâr-ı çasârilerinden gönderilen elçiler girü gitmek murád eylediklerinde ne-mertebe refahiyyet ve emniyyet ve riâyet ile girü isâl olundukları ferâmûş buyurulmayup, ol mu’âmele bizim ile der-kâr olmak gerek idi ki hali değildir. Hakk sübhâne ve te'âlâ hazretleri huluk ve hûb-ı haslet olun mülûke dâima hayırlu olan ahvâli ilkâ eyleye, fî 3 Safer sene 1102.”[39]
Bu nâmenin ifâde ettiği mâna şudur: Devletlerarası ilişkilerde elçilik gidiş ve dönüşlerinde mutâd olan, heyetlerin refah içinde sağ ve salimen memleketlerine avdetlerinin sağlanmasıdır. Ancak kendileri bu geleneğin hilafına olarak Komorn’da haps olunmuşlardır ve yazdıkları dört mektup ile gereğinin bir an önce yapılmasını istedikleri halde sonuç alamamışlardır. Heyet yaklaşık bir yıldır bu bölgede boşuna bekletilmektedir ve çektikleri mihnet ve meşakkatin haddi hesabı sadece Allah’ın malumudur. Oysa ki Osmanlı Devleti’ne Avusturya’dan gelen elçilik heyeti refah ve saadet içinde misafir edilmişler, istedikleri zaman emin bir şekilde geri gönderilmişlerdir. Avusturya kendi elçilerine gösterilen bu hüsn-i muameleyi unutmamalı, kendileri de sağ ve salim avdet ettirilmelidirler.
Rebiülevvelin (Aralık) sonlarında 500 atlı ve üç kaptan gelerek heyeti Komorn’dan almakla görevli olduklarını söylemişlerdir. Osmanlı serhaddine ulaştırılacaklarını ümit eden heyet, yola çıkarılmışlardır ve nereye yol aldıklarını bilmemektedirler. Nitekim “...Nereye gideceğimizin haberin gelen kapudanlardan alınmak mümkün olmayup, adamalarıınız halkın ağzın yokladılar. Kimi, yolda sizi izâle ideceklerdir ve kimi bir kafaya habs ideceklerdir didiler...”[40] ifadeleri heyetin bilinmezlik yaşadığını göstermektedir. Başlarına gelen bu durumda ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiği hususunda aralarında istişare eden heyet, karşı koymaya muktedir olmadıklarını bildiklerinden şartlara uygun davranmak kararı almışlardır. Buz tutmuş Tuna nehri üzerinden dualar okuyarak geçen heyet, yolların bozuk olduğu söylenilerek on iki konak kadar dolaştırılıp Pottendorf kalesine getirilmiştir.
c) Heyetin Pottendorf Kalesinde Hapsedilmesi ve Geri Dönme Çabaları
Komorn’dan kaldırılarak Pottendorf kalesine getirilen heyet burada hapsedilmişlerdir. Bu defaki mahpuslukları Komorn’dan daha ağırdır. Çünkü dışarı çıkmak bir yana kale içindeki bahçeye dahi çıkışlarına müsaade edilmemiş ve onları getiren askerler dahi bu kalede hapsedilmişlerdir. Heyet daha Pottendorf kalesine varmadan Avusturya vekillerine bir mektup yazarak getirildikleri bu yerlerde kendilerinin bir işi olmadığını ve insâf edilerek geri gönderilmelerini ricâ etmişlerdir. Pottendorf kalesine vardıklarında ise bu mektuplarının cevabı gelmiştir. Cevaplarda, heyetin alıkonulmaları üç gerekçe ile sebeplendirilmiştir. Bunlar:
a) Maslahat yani sulh gibi hayırlı bir işin olabilme ihtimali hâlâ vardır.
b) Osmanlı Devleti de giden Avusturya elçilerine aynı muameleyi yapmıştır.
c) Osmanlı Devleti, heyetlerinin Avusturya tarafında bulunmalarından memnundur; çünkü onları kendilerinden talep etmemektedir.
Heyet bu mektubu aldıktan birkaç gün sonra, İmparator’un sekreteri Pottendorf kalesine gelmiştir. Gelen kişinin belirttiğine göre yanında İmparator’un hangi şartlar ile sulh istediğinin yazıldığı bir mektup vardır, kendisi onu vermek ve cevabını alıp İmparator’a iletmekle görevlidir. Heyet getirilen kağıtları alıp almamakta çok tereddüt etmiş, ancak “belki Devlet-i aliyye için uygun bir cevap vardır” beklentisiyle almıştır. Ancak bu mektupta belirtilen istekler, heyetin ilk görüşmelerde karşılarına getirilen ve kabulü imkansız saydıkları şartlardır. Bu şartların birkaçına göre bazı kaleler ile Tököli teslim edilmeli. Erdel kendilerine bırakılmalı, Dubrovnik Kalesinden ve haracından Osmanlı Devleti el çekmelidir.
İsteklerde bir değişiklik olmadığını ve Osmanlı Devleti’nin yararına hükümleri içermediğini müşahede eden heyet, İmparator’un sırdaşını yanlarına çağırarak cevaplarını vermişlerdir. Heyet şartların kabulünün imkansızlığına binaen mektubu alıp okumalarının bile bir hata olduğunu, abes yere alıkonulduklarım ve kendi arzularının avdet etmek iken eski bayatlamış sözlerin önlerine tekrar tekrar getirilmelerindeki maksadı anlayamadıklarını belirtmişlerdir. Ancak yine de kulluğun bir icâbı saydıklarından gelen kağıtlara cevap vermeye karar vermişlerdir. 7 Cemâziyelâhir 1102 ‘de (8 Mart 1691) heyetin şifahen verdikleri cevapları karşı taraf kaleme almıştır. Heyet cevaplarında alıkonulmalarında gerekçe gösterilen üç hususa açıklık getirmeye çalışmıştır. Bu hususlar:
1) Pottendorf’a getirildiklerinde heyetin aldıkları mektuba göre alıkonulma gerekçelerinden ilki belki sulh olur düşüncesiydi. Nitekim heyet Viyana’dan ayrılmak üzere iken İmparator’un yanındaki Kardinali gelerek barış konusunda görüşme yapmış, ancak Osmanlı Devleti açısından kârlı bulunmadığı için heyet bunu kabul etmemiş, sadece mübadele konusu Astâne’ye dönüldükten sonra bildirilir denilerek müphem bırakılmıştı. Dolayısıyla heyetin gösterdiği bu ılımlı tavır ile kendileri lehine sulh olabileceğini düşünen Avusturya, heyeti tutmaya devam kararı vermiştir.
Heyet bu gerekçeye verdikleri cevapta kendilerinin Viyana’dan memleketlerine avdet için ayrıldıktan sonra kimseyi mükaleme için davet etmediklerini, Kardinal gibi yanlarına gelen kişilere de sulh konusunda, ilk toplantılardaki sözlerinden farklı bir şey söylemediklerini, sadece tesadüfen akıllarına gelen mübadele konusunu söylediklerini ancak onun da imkânsız diye kabul edilmeyip görüşmenin kesildiğini belirtmişlerdir. Daha net bir ifade ile heyettekiler, Viyana’ya geldikleri ve ilk görüşmelerde dile getirdikleri şartlardan gayri bir şey kabul etmemek konusunda ısrarlıdırlar. Zira heyetin belirttiğine göre alıkonuldukları yaklaşık üç yıllık süreçte İmparator etraftan kendisine pey der pey ulaşan haberler ile değişen ve gelişen haller hakkında bilgi sahibi olur iken, heyet haber rüzgarlarından mahrum her şeyden bî-haberdir. Böyle bir durumda anlaşmanın çerçevesi nasıl belirlenebilirdi?
2) Heyetin alıkonulmalarında gösterilen ikinci gerekçe Osmanlı Devleti' nin de Avusturya elçilerine aynı muameleyi yaptığı iddiasıydı. Heyet bu iddialara karşı Osmanlı Devleti’nin Avusturya elçilerini küçük düşürecek tutumlardan kesinlikle kaçındığını, eskiden gelen elçiler bir yana, şimdi iki ülke arasında savaş durumu mevcut iken bile gönderilen elçilerin iyi ağırlandıklarını söylemişlerdir. Nitekim heyete göre gönderilen Kont Kaprara (Albert Caprara)[41] ve diğer elçi[42] istedikleri yerde konaklamışlar, elçi Kaprara İstanbul’dan Edirne’ye diğer elçi de Edirne’den İstanbul’a kendi istekleri ile göç etmişler ve kara yada deniz hangi yolu tercih etmişlerse o yoldan gitmişlerdir. Yollarına kimse engel olmamış, istedikleri elçiler ile görüşüp bütün haberlere vakıf olmuşlardır. İstedikleri yerleri gezmişler, nafakalarını daima almışlar, yanlarına tayin olunan paşalar, çavuş ağaları ve yeniçeriler tarafından itibar görmüşler, peşlerine de kimse düşmemiştir.
Heyet Osmanlı Devleti’nde olduğunu belirttiği uygulamayı kendilerine yapılan muamele ile karşılaştırdığında maruz kaldıkları muamelenin bir benzerinin olmadığını düşünmektedir. Nitekim “...Kangı elçi nâmenin cevâbın aldıktan sonra bir sene alıkonulmuştur ve söz külliyet ile geldikden sonra bir dürlü cevâba tâlib değil iken kangısı yoldan döndürülmüşdür ve habsden habse 'alel za'ife ile nakl olunmuşdur ve Devlet-i 'aliyye kullarından birisi kangısma bir dürlü acı cevâb söylemişdir...”[43] ifadeleri heyetin kendilerine yapılan muameleyi hak etmediklerini düşündüklerini ve geri gönderilmeleri konusundaki sabırlarının tükendiğini göstermektedir.
3) Heyete sunulan alıkonulma gerekçelerinin üçüncüsü Osmanlı Devleti’nin, elçilerin Avusturya tarafında bulunuşundan memnun olduğudur. Zira kendileri heyeti geri çağırmak için ne mektup ne de adam göndermişlerdir.
Heyetin buna verdiği cevap iddianın mesnetsiz olduğudur. Nitekim heyete göre Osmanlı Devleti’nin iç dünyasını kendilerinden daha iyi kimse bilemez. Dolayısıyla tatarları ve uygulamaları ile ilgili yorumu yapmak kendilerinden başka da kimseye düşmez. Sadrazamın[44] heyetin Avusturya’da kalmasından memnun olduğu düşünülemez, çünkü o, Avusturyalıların son savaşlarda kazandıkları başarılar dolayısıyla kendilerine yukarıdan bakacağını düşündüğünden heyetin yola çıkmasını bile istememiştir.
Heyet, kendilerinin mektupla ya da bir adamla geri çağrılmamalarının devletin bu halden hoşnut olduğuna delalet etmeyeceğini belirtir. Nitekim heyetin yanlarında getirdikleri Nâme-i Hümâyûnda bir an evvel geri gönderilmeleri istendiği gibi, Mustafa Ağa yediyle gelen mektuplarda da bir an önce avdet ettirilmeleri tembih olunmuştur. Öte yandan kendileri üç senedir Avusturya canibindedirler ve bu zaman zarfında Devlet-i aliyye tarafına sadece bir adam göndermelerine müsaade olunmuştur, o da yolda hapse-dilmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin de malumudur. Gönderecekleri adamın tutuklanacağını bilmektedirler. Dolayısıyla heyet şu soru ve cevabı ile muhataplarını ikna etmek istemektedir:
“...Yoksa bizim ile giriftâr-ı mihnet olmak içün bir âdem dahi mi göndersünler, vallahül-'azim bu edna kulların merhamet eyledikleri içün kimesneyi göndermediler ve bilâ-riyâ bizden pâk cevâb istenür ise biz on sene bunda böyle habs olsak kimesne gelmez, söyledüğümüz söz gerçekdir. Hâtırlarına bir nesne gelmesün. Adem varup, gelmek içün resm-i ecnâs gözedilmek ister. Emn ü aman kâğıdları me’mûlü’n-bih gerekdir. Herkesin irâdeti elinde durmak hakdır. Âteş-i harb ü kıtali söndürmek Allahü te'âlâ hazretlerinin yaratduğı çeşme mekşûf olmak lâzımdır. Ve mademki bu resm gözedilmeyüp biz bu hâldeyüz bir hayırlu iş bitmez... ”[45]
Anlaşılacağı üzere heyet bir adam yollanmasının gereksiz olduğuna ve gelmeyeceğine, çünkü gelecek kişinin de kendileri ile aynı kaderi paylaşacağına ve bunun Osmanlı Devleti’nin malumu olduğuna ve zor ve cebr ile tutulmalarının hiçbir yaran olmadığına dikkat çekmek istemektedir.
Elçilik heyeti bu cevaplarından sonra Viyana’dan haber beklemeye başlamıştır. Yaşadıkları ortam elverişsizdir. Dört duvar arasında hapsolunmuşlardır ve onların görüşüne göre zaten var olan sıkıntıları ve kederleri kemal mertebeye varmıştır. Heyet Pottendorf kalesine hapsedilişlerinin 142. gününde 8 Şevval 1102’de (5 Temmuz 1691) İmparator’un vekili Kont Kinsky’ye bir mektup[46] yazıp göndermiştir. Heyettekiler bu mektubu, Avusturya yetkililerinin suçu kendilerine yıkmalarından ve sıkıntılarını iletmediklerinden dolayı sorumlu tutulmaktan korktukları için yazmışlardır. Heyet buna benzer mektupları sıkıntılarını dile getirmek amacıyla zaman zaman göndermişti. Anlaşıldığına göre İmparator ve Avusturya yetkilileri heyetin çektiğini söylediği sıkıntılardan şikayet etmelerine şaşırmakta, şükretmelerini istemektedirler. Heyet ise gönderdikleri bu mektupta ilk bu hususa dikkati çekmektedirler. Nitekim bu ana değin Osmanlı Devleti’nde yiyecek, giyecek, içecek sıkıntısı çekmediklerini, hendek suyu içip, dört duvar arasında kimse ile görüştürülmeden hapis olmadıklarını ve eski durumları ile kıyaslandığında şükredilecek bir yanlarının bulunmadığını ifade etmişlerdir. Şöyle ki Zülfikâr Paşa'nın belirttiğine göre değerinden çok pahalı ahp yedikleri ekmek içine bir şeyler karıştırılmış çiğ hamur; et, kasaplarda satılmamış kalmış kokuşmuş et; davarlarına verilen ot, atların ayakları altında kalmış bayat ottur. Kendilerine verilen erzak akçeleri de ihtiyaçlarını karşılamakta yetersizdir. Heyete göre pey der pey bin minnet ile kendilerine gönülsüz olarak verilen erzak parasını Osmanlı Devleti Sultan Süleyman zamanından beri gelen Avusturya elçilerine peşin olarak vermiştir. Şu halde Avusturya kendilerini avdet ettirecek olursa hem bu şikayederinden hem de ödedikleri harçdan kurtulmuş olacakur. Heyet bunu istemekte ve beklemektedir. Her şeyin ötesinde kendilerinin şikayet ettikleri asıl nokta üç senedir efendile-rinden, ülkelerinden ayrı tutulmaları ve Nâme-i Hümâyûnlarının hilafına olarak ve hapsedilmeleridir.
Heyet, İmparator’un vekili Kont Kinsky’den 29 Rebiülâhir 1103 (19 Ocak 1692) tarihli bir mektup almıştır. Mektup heyetin uzun zamandır beklediği geri dönüşlerine izin verildiği haberini içermektedir. Bu izin mektubu şöyledir:
"Fi 29 Rebiülâhir sene 1103, gıbbe-zâ inhâ-i muhlis-âne budur ki yolunuz sa’id ola. Bundan akdem mektubunuz vâsıl olmuşdur. Arzunuza muvâfakat eylememiz karar-dâdemiz olmağla bu ana dek gayrî cevâbımız virilmedi. Geçen kış eyyamında Tuna ile gidilmek mümkün olmayup, karadan ise bir yerden gönderilmeniz insâniyyete lâyık olmamağla bu vakitlerin güzelliği beğenilmişdir. Fasl-ı huceste bahâr olup Tuna suyu açılmak ile Çasâr efendimiz kalbinde merkûz olan mülâyemederi muktezâsmca sa’âdet ve meymenet ile girü gitmenize izin buyurdular. Ve sizi dahi agâh eylemek içün tenbîhler olmuşdur. Ve bundan evvel gelen mektubunuzda dört madde irâd eylemişsiniz. Birinde in ’ikâd-ı sulh olmaduğı sebebini üzerimize atmağa cehd eylediniz. İkincide bu kadar zaman bu tarafda alıkonduğunuzdan şikâyet itmişsiniz, üçüncüde bellii başlulannız ile mektûblaşmağa koy- maduğumuzı zikr itmişsiniz. Dördüncüde virile gelen nesne virilmedüğün 'add eylediniz. Bunlara ise cevâb virilmişdir. Tekrâren redd-i cevâba hacet kalmadı. Evvelâ habt eyledüğümüz mükâlemelerden ziyâdesiyle ısbât olundu ki bizim gayri dürlü kavlimiz olmuş idi. Siz ale’l-ıtlâk birkaç madde irâd ildiniz. Biz ise cevâb eyledik ki öyle mübhem söz ile sulh olmaz, cüzviyatâne inüb, ale’l-infırâd söyleşmelüdür ki, alıkonulacak ve kasr-ı yed olunacak yerler ma'him olup, düşülecek yerlerin mübâdelesi ve yıkılacak muhtell yirlerin hedmi dahi bellü olmağla sınur ta’yin-i tâmm ile kesile, hatta bu vech üzere tarafeynin emniyyeti ve reâyâ-yı 'ibâdu’l-lahın rahatı ba’de-l-yevm temkin üzere beka bula. Siz ise bu makule 'ale-l-ihtisâs müzâkereye râzı olmadınız ve Devlet-i 'aliyyeye danışınız deyü ilkâ olunmuş iken, “bizde olan söz-i ‘akd sulha kâfidir, an[la]şılmayacak şeyi niye danışuruz” deyü cevâb virdiniz. Bu söze musırr olmanız ile hayli zaman mürûr eyledi. 'Akıbet âdem gönderdiniz. Geldüğünde suâl eyledik. İş bitürmeğe ve sulh bağlamağa ulağınız cevâb getürdü mü, evvelki sözden gayri söz gelinmedi deyü kat kat cevâb eylediniz. Sonra gitmek üzere olduğunuzda mahremiyyet üzere Kardinal ile görüşülüb, ba’z söz lisâne gelmişdir. Ve ol sözleri tekrar müzâkere eylemek içün Çasâr efendimizin mahrem-i esrarı Senyör Deburtemberg(?) Komorn ceziresine gönderilmiş idi. Söz anda kaldı ki evvel lisâne gelen mevâdd makbül-ı tarafeyn olur ise istikamı içün biriniz Devlet-i 'aliyyeye gide. Der-devlet redd ve kabulüne muhayyer ola. Lâkin ol vakitde bizim zaruretimiz olmamağla ne iktizâ ider idi. Sizin kurduğunuz tarike zâhib olmak ve sulh mükâlemesi tekrar ele ahnup, söyleşmek içün görüşmeğe da ’vet olunduğunuzda râzı olmayup, aslâ bu bâbda cevâb eylemedüğünüzden bizde külliyet ile sükût eyledik. Zira bir hoşça mufassal her madde mukaddem mükâlemeleri ile söyleşilüb, fürâde fürâde karara konmadın maslahat eylemeye ol vakitde gâlib olan kılıcımızın tahammüli yoğidi. Pes ol vakitde sulh olmamanın suçı bizim üzerimize yıkılmazki. Biz tekrâr sizinle sulhı söyleşmeğe hâzır olmuş idik. Belki size hami olunurki olıgelen bir kâide-i maslahatın söyleşmesine kail olmadınız. Bu esnâda İngiliz Kralı elçisini der-i Osmâniyyeye gönderüp mûmâ-ileyh şehr-i Edirne'ye varup, vefat iden vezir-i â’zam Köprülü Oğlu Mustafa Paşa ile görüşdükden sonra sizde min-ba’d akd-i sulha ruhsat olmaduğın anlamışızdır. Lâkin sizin ‘avdetiniz içün ikdam eylemediler. Ve vezir-i â'zam-ı sabık tarafından Mustafa Ağa yediyle gelen mektubunda girü gitmeniz içün dere olunan cevâb maslahat görülmedüğüne meşrût ve merbût olmağla temşiyyet-i maslahata bir dürtü liyâkat kalmaduğından âşkâre olmuşdur ki, sizinle sulh maslahatını görmek arzusuyla sizi bunda ahkomadık. Ancak halk beyninde sulh olmanın zimmeti üzerimizden ref eylemek içün sizi bu kadar, bu kadar zaman bunda alıkoyduk. Zirâ tiz girü gönderilmiş olaydınız sulh olmamanın töhmeti ve beşer kanın döküldüğün ve döküleceğinin günâhını üzerine almak Çasâr’ın kendü merhametine lâyık iş değildir. Pes sizin bunda ahkonmanız bizden ne tarik ile ve ne niyyet ile ve ne mülâhaza ile olduğı âşikâre olup. Hakka muhalif işde olmaduğumuz bellü oldı ve düşmanlarımız olan efendileriniz ile mektüblaşmağa ve haberleşmeğe dahi mâni’ olduğumuza âkil olan kimesne ta’accüb eylemesün. Mabeynimizde cenk var iken kangı resinde ve kangı kânunda vardır ki birbirimize kılıç çeküp ve âteş-i harb bu mertebe şu’lelenmiş iken devlet tarafı ile siz istedüğünüz gibi mektûblaşasız ve bizim adamlarımız ile esnâ-yı cenkde ne güne mu’âmele olunduğı ma’lûm-ı ‘âmmedir. Ve ma’işetiniz içün liri legel en nesne virihnedüğüne müte’allık sözümüz budur ki her ahvâl ve ‘ale'l-husûs ruhsatınız kalkduğı mülâhaza
ohındukdan sonra yine de kayrılmışsınız. Şikâyet olunacak hâl yokdur. işte her ahvâl i’lâm ve beyân olunmuşdur. 'Alem-üs-sırr ve-l-hafiyyât olan Rabb-ül- 'âlemine ma'lümdurki siz sulhu fesli eyleyüp bizim üzerimize yürüdünüz. Ve biz kendi hıfzımız içün cenge mübaşeret eyledik. İrâde-i 'aliyyesine kalmışdn ki 'inayet ve merhamet eyleyüp, beşer kânın dökülmesin. Esr girü mükedderü’l-hâl olan tarafeynin reâyâsma asayiş ve istirahatı ihsân eylemeğe kendüsü kadirdir. Anın hıfz imânına sizi dahi ısmarladık ve's-selâm. ”[47]
Söz konusu ettiğimiz bu mektuptan anlaşıldığına göre Avusturya tarafı şu hususların kabul görmesini istemektedir:
a) Avusturya İmparatoru, heyetin İstanbul’a dönme arzularına kendileri de ortaktır; ancak geçen kış günlerinde Tuna nehri donduğu için çok sıkıntı çekebilecekleri düşüncesiyle bırakılmamışlar, dönüş izni için mevsimin uygun olmasını beklemişlerdir. Geri gönderilmeleri için alternatif olan kara yolu ise çok güvenli olmadığından tercih edilmemiştir. Dolayısıyla en uygun şartlar Tuna nehrinin buzlarının çözüldüğü vakittir, yani izin verdikleri bu anlardır.
b) Osmanlı heyetinin şikayetine sebep olan hususlardan kendileri sorumlu değildirler. Sulhun olmamasının vebali üzerlerine anlamaz. Çünkü Osmanlı heyeti sulh için sadece birkaç müphem madde ileri sürmüştür. Kendileri ise düşmekte olan kalelerin durumlarının belirlenmesi, yıkılacak yerlerin belli edilip sınır tayin edilmesi, kalelerin el değiştirmesi gibi önemli konuların ayrıntılı olarak görüşülüp karara bağlanmasını istemişlerdir. Teklifleri kabul edilmediği gibi, heyet bu istekleri “kabulü imkansız” bulduğundan İstanbul’a bildirmeye bile lüzum görmemiş, kendi maddelerinin kabulünde ısrarcı olmuştur. Bu gereksiz ısrar ile çok zaman kaybe-dilmiştir. Diğer yandan Osmanlı Devleti ile aralarında devam eden savaşta kendileri galip dununda iken, önerilen maddeleri ayrıntılı olarak incelemeden acele bir şekilde onaylamaları söz konusu olamazdı. Kaldı ki heyeti hemen geri göndermiş olsalardı anlaşma yapılmamasının töhmeti üzerlerinde kalacakü; beşer kanın dökülmesinden haksız yere sorumlu tutulacaklardı.
c) Heyetin maslahat ruhsatları geçerliliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla kendileri maişetleri için verilen malzemelerin eksikliklerinden şikayet etmekte haksızdırlar. Çünkü onlar yetkisiz kimseler olmalarına rağmen ihtiyaçları karşılanmak suretiyle yine de kayrılmış, gözetilmişlerdir.
d) Osmanlı heyeti kendi efendileri ile haberleşmelerinin engellenmesine şaşırmamalıdır. Zira hiçbir devlet savaş halinde bulunduğu bir devletle, ülkesinde bulunan kişilerin rahatça haber akışında bulunmasına müsaade etmez. Bu, devletlerarası kanun ve usulde olagelmiştir.
e) Savaşın başlatılması sorumluluğu Osmanlı Devleti’ndedir. Çünkü Osmanlı Devleti, Avusturya ile barış halinde olmasına rağmen bunu yok sayarak üzerine yürümüş, onlar da kendilerini savunmak zonında kalmıştır. Bu Allah’ın da malumudur.
Öncelikle Avusturya İmparatorunun heyetin can güvenliğine, sağlık ve sıhhatine bu kadar yakın alaka duyması söz konusu olamaz. Nitekim heyettekilerin hapis hayatları esnasında gördükleri muameleler bunu teyit etmektedir. Kaldı ki yine mektuptan anlaşıldığı üzere Avusturya Osmanlı heyetini maslahat ruhsatlarının artık geçerli olmadığı ve Osmanlı Devleti'nin iadelerini önemsemediği yetkisiz kişilerden ibaret bir ekip olarak kabul etmektedir. Bu yönü ile ele aldığımızda Avusturya'nın heyeti düşünerek en uygun mevsimi ve günleri beklediğine inanmak doğru olmaz.
Bunun gibi sulhun yapılamamasının sorumluluğunu heyetin üzerine yıkmakta doğru değildir. Avusturyalıların Macaristan’daki Temeşvar (Timişoara), Arad (Arad), Göle (Gyula) gibi henüz teslim olmamış Osmanlı kalelerini talep etmeleri, Venedik Cumhuriyeti’nin Ağriboz (Chalkis) adasıyla beraber Bosna (Bosna) ve Hersek’te (Hercegovina) bazı yerlerin kendilerine verilmesini öne sürmeleri, Lehistan’ın yine Osmanlıların elindeki Kamaniçe (Kamanec-Podolskij), Podolya ve Ukrayna’yı istemeleri heyetin anlaşmaya yanaşmamasına sebep olmuştur. Dolayısıyla uygun bir anlaşma zemini ohışsaydı, heyet sulhu kabul etmekte tereddüt etmezdi. Nitekim bir an önce ateşin kesilmesi birden fazla cephede zayiat veren Osmanlı Devleti’nin işine gelirdi. Oysa ki Avusturya aynı anda Fransa ile de savaş halinde bu-lunmasına rağmen Osmanlı cephesinde kazançlıdır, kuşatma halinde tuttuğu düşmesi muhtemel kaleler vardır, daha fazla kârlı çıkacak iken yapılacak bir sulh ile askerî başarılarının önünün kesilmesini istememektedir.
İki ülke ilişkilerinin bozulması ve savaşa dönüşmesi sorumluluğunun Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü Vasvar (Eisenburg) anlaşması (1664) devam ederken ve anlaşmanın bitmesine yaklaşık 20 yıllık bir zaman varken, ayrıca Avusturya, barışın devamı için elçi göndermiş iken sefer açılması Osmanlı Devleti’nin lüzumsuz ve sonucu iti-bariyle de başarısız -askerî, İktisadî ve siyasî açıdan- bir girişimidir. Hangi ithamlar ve savunmalar yer alırsa alsın Zülfikâr Paşa'nın kendilerine geldiğini belirttiği 29 Rebiülâhir 1103 (19 Ocak 1692) tarihli bu mektup, şüphesiz ülkelerine dönme mücadelesi veren ve akıbetlerinin ne olacağını kestiremeyen heyeti ziyadesiyle sevindirmiştir.
SONUÇ:
Zülfikâr Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyeti. Sultan II. Süleyman’ın cülûsunu bildirmek, gerçekte ise Avusturya ile sulh imkânı aramak için Viyana’ya gönderilmiştir. Heyet Avusturya, Venedik ve Lehistan temsilcileri ile on dört kez bir araya gelmesine rağmen müzakerelerden olumlu bir sonuç alamamıştır. Neticesiz görüşmelerin ardından avdet ettirileceklerini düşünen heyet, Komorn ve Pottendorf’ta göz hapsine alındıkları gibi, ulak gönderemediklerinden dolayı İstanbul ile olan bağlantılarını da kay-betmişlerdir. Ancak avdet ümitlerini yitirmediklerinden Avusturya vekil ve yetkililerine yazdıkları mektuplar ve İmparator’a yazdıkları iltimasnâme ile dönüş izinlerinin verilmesini rica etmişlerdir. Bu mektuplardan heyeün ne derece mağdur olduğunu, acz içinde bulunduğunu ve bu durumdan ne mertebe şikayetçi olduğunu anlamak mümkündür. Avusturya tarafına bakıldığında onlar, Osmanlı Devleti’nin kabul etmeyeceği anlaşma şardarı ileri sürerek zaman kazanma ve heyeti oyalama taktiği gütmektedirler.
Alıkonulmaları ve oyalanmalarındaki gerçek sebep, kanaatimizce 1686’da batıda Fransa ile olan anlaşmazlığının savaşa dönüşmesine ve iki cephede birden savaşmasına rağmen Avusturya'nın, Budin, Varadin, Eğri, Belgrad gibi kalelerin alınmasında başarı göstermesi ve cephelerdeki durumun netleşmesini beklemeyi uygun bulmuş olmasıdır. Nitekim Avustur-ya’nın Bosna’da Osmanlı askerinin durumunun ne hal alacağını ve kuşattıkları bazı kalelerin ellerine düşüp düşmeyeceğini beklemek istemesi mantıklıdır. İşte bu bekleyiş içinde durumun kötüye gitmesi ihtimaline karşılık heyetin alıkonulması gereklidir ve Avusturya bunu yapmıştır.
Bu bağlamda Avusturya'nın Osmanlı Devleti ile yapacağı bir barışı Fransa’nın arzu etmediği açıktır. Nitekim böyle bir durumda Fransa, Avusturya’nın bütün gücü ile kendine yöneleceğini düşünmektedir. Avusturya taraftarı olan İngiltere ve Hollanda ise bu hususta karşı oldukları Fransa aleyhine, var güçleri ile Avusturya ve Osmanlı Devleti’nin arasını bulmaya çalışıyorlardı. Özellikle de Hollanda, Osmanlı Devleti ile olan ticaretlerinin devamlılığı için barışın sağlanmasına, arabulucu sıfatıyla büyük gayret sarf ediyordu. Dolayısıyla bir yanda Fransa cephesi diğer yanda başarı kazandığı Osmanlı cephesi arasında kararsızlık yaşayan Avusturyalılar, başarılarına bağlı olarak sulh için isteklerini artırmışlar; ancak bu istekleri kabul olunmayınca heyeti alıkoymak suretiyle cephelerdeki gidişadarını takip etmeyi uygun bulmuşlardır. Heyettekiler ise gerek Viyana’da Avusturya ve müttefikleri Lehistan ve Venedik elçileri ile yaptıkları müzakerelerde, gerekse Komorn ve Pottendorf’ta alıkonulduklarında yanlarına gönderilen kişilerle yaptıkları görüşmeler ve yazdıkları sulha müteallik mektuplarda ilk söyledikleri şartlardan dönmemekte ısrarcı olmuşlardır.
Netice itibariyle heyet, Avusturya’nın çıkarları doğrultusunda Komorn ve Pottendorf’ta hapsedilmiştir. Bu hapis hayatı onların tahmininden uzun ve sıkıntılı geçmiştir. Ancak avdet ettirilmeleri hususunda ümitlerini yitirmediklerinden Avusturya yetkililerine sürekli yazdıkları mektuplar ile dönüş mücadelelerini sürdürmüşler, geç de olsa netice almayı başarmışlardır.
Osmanlı Elçilik Heyeti’nin İstanbul'a Avdetine Dair İzin Mektubunu İçeren Varaklar