Giriş
1. Grev Kavramı ve Unsurları
a. Grev Kavramı
İngilizce’de “strike”, Fransızca’da “greve” Arapça’da “şekil 1 ” olarak isimlendirilen “Grev” kelimesi mana olarak, işçilerin taleplerinin gerçekleştirilmesi amacıyla iş akdini geçici bir müddet ifa etmeme niyetini beyanla, topluca yahut da bir karara tabi olmak suretiyle ve tekrar işe geri dönmek üzere iş bırakmaları anlamına gelen bir iş mücadelesi vasıtasıdır[1] .
b. Grev Kavramının Unsurları
İşçilerin İşi Bırakması
Grevin ilk unsuru işçilerin işi bırakmasıdır. Ancak burada önemli olan ve dikkat edilmesi gereken husus, işi bırakan kişilerin hukuk düzenine göre işçi sayılması gerekmektedir[2] .
İşin Topluca Bırakılması
Grev kavramının özünde toplu halde ortaya konan bir tavır, bir eylem söz konusudur. Bireyin işi bırakması veya tek tek bireylerin birbirinden bağımsız iş bırakmaları grev olarak değerlendirilemez. Buna göre işçilerin toplu biçimde çalışmaktan imtina ederek işi bırakması, grev kavramının diğer unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır[3] .
İşçilerin İşi Bırakmak Hususunda Aralarında Anlaşması veya Yetkili Bir Kuruluşun Buna Dair Kararı
Grev kavramının ortaya çıkması için iş bırakma eyleminin dayanması gereken toplu hareket etme zarureti, ancak bir anlaşmaya dayanırsa veya bununla ilgili yetkili, meşru bir kuruluşun kararı ortaya çıkarsa meşruiyet zemini yakalayabilecektir[4] .
2. Grev Kavramının Tarihi Gelişimi
Grev, sanayi devriminin getirdiği bir terim olarak karşımıza çıksa da anlamına dair örneklere veya benzerlerine çok daha eski tarihlerde rastlamak mümkündür. Bu hususta en eski örnek olarak Mısır’da yaşanan bir olay anılmaktadır. Eski Mısır’da piramitlerin inşasında çalışanların yiyeceklerine getirilen sınırlama nedeniyle bir gün işlerinin başına gitmeyerek Seti Tapınağı’nın arkasında oturdukları ve dönemin Firavunu Ramses (III)’in bu kısıtlamayı kaldırttığı yönündeki rivayet tipik bir grevi ortaya koymaktadır.[5] Yine Babil’in son döneminde heykeltıraşların iş bırakma eylemlerinden söz edilmektedir.[6] Bu örneklerin yanında 1461’de Fransa Kralı Charles (IV)’in cenaze töreninde cenazeleri saray mezarlığına götürmekle görevli tuz taşıyıcıları cenazeyi yolda bırakıp ücretlerinin artırılması şartıyla cenazeyi kaldırabileceklerini ifade etmişler; akşama kadar da bunun müzakerelerini sürdürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nde ise 1473 yılında gerçekleşmiş grev tanımlamasına uyan bir hadise zikredilmektedir. Buna göre Kütahya’daki bir seramik işletmesinin çalışanlarının Saray’a çalışma koşullarının düzeltilmemesi halinde işe devam etmeyeceklerini bildirmişlerdir.[7]
Terim anlamıyla grevlerin ortaya çıkması ise endüstri devrimiyle beraber gerçekleşmiştir. Grev kavramı da ilk kez işçilerin topluca işi bırakmalarını ifade eden anlamıyla Fransa’da kullanılmıştır.[8] Avrupa’da tespit edilebilen ilk grev, 1539 yılında Paris ve Lyon’da parasını alamayan basımevi işçilerinin yaptıkları iş bırakma eylemidir. Bu ve takip eden ilk grevler, hiçbir kanuna dayanmamakta, bilakis grevleri yasaklayan kanunlara muhalefet etmekteydi.[9] 1791’de sendikal örgütlenme ve grev Fransa’da, “Chapelier Kanunu” ile yasaklanmıştır.[10] Grevin bir hak haline dönüşmesi, insanlar için çok pahalıya mâl olmuştur. Özellikle 1830 ve 1848 işçi isyanları çok kanlı biçimde düzenlenmiştir.[11] İlk grevler, uzun çalışma saatlerine, yetersiz ücret ve şartlara karşı bir ayaklanma şeklinde boy göstermiş, daha sonra nitelik itibarıyla değişikliklere uğramıştır.[12] İşçiler 1884 tarihinde çıkarılan bir yasayla ancak sendikal ve eylem hakları edinmeye başlamıştır.[13] 1845 yılında çıkardığı “Meslek Nizamnamesi” ile sendikal örgütlenme ve grev gibi çeşitli eylemleri yasaklamasına rağmen Almanya’da işçi ayaklanmaları daha da alevlenmiş, hadiselerde çok sayıda kişi hayatını kaybetmemiştir. 1869 yılına geldiğimizde özellikle Kuzey Almanya’da sendikal örgütlenme ve sair direnç süreci meşruiyet elde etmiştir. [14] İngiltere ise 1824 yılında General Combination Action kabul ederek, ilk defa sendika, grev vs kavramlara yasal zemin hazırlamıştır. İngilizlere işçi hakları konusunda en büyük hareket imkanı ise 1871 yılında kabul edilen Trade Union Act (Sendikalar Yasası) [15] ile sağlanmıştır.
3. İslam Hukuku’nda Grev
İslam dini, emeğe büyük değer yükleyen bir yaklaşım içerisindedir. Bu hususun altını çizen örnek referanslardan biri Hz. Peygamber (S.a.v)’in şu sözleridir:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyecek yememiştir. Allah’ın peygamberi Davut (a.s) da elinin emeğinden yerdi.”[16]
İşveren ve işçi hakları genel olarak sözleşmelere sadakate değinen ayet ve hadislerle vurgulanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“şekil 2”
“Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz.”[17]
Bununla beraber işverene göre daha güçsüz konumdaki işçilerin hakları konusunda hassasiyet çağrıları dikkat çeker. Örneğin Hz. Peygamber (S.a.v):
“Çalışana ücretini teri kurumadan verin.”[18] Bu konuda örnekleri artırmak mümkündür.[19]
İşçi, işveren, emek gibi kavramlara doğrudan veya dolaylı biçimde sık sık vurguda bulunulmakla beraber insanlık tarihinin son yüzyıllarında ortaya çıkmış grev kavramı, ne Kur’ân-ı Kerîm’de, ne hadislerde, ne de İslam hukuku eserlerinde ele alınmış bir kavram değildir. Bununla beraber grevlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması, kavramı İslam hukukunun gündemine ister istemez yerleştirmiştir.
İslam hukukçularının grevlerle ilgili yaklaşımlarının iki farklı bakış açısı altında şekillendiğini gözlemlemekteyiz. Buna göre bazı İslam hukukçuları insanın asıl yaratılış gayesinin kulluk olduğuna dair ayetten[20] yola çıkmakta, bunun için maddî ve manevî, hukukî ve ekonomik tam hürriyet, insanlar arasında eşitlik ve sosyal dayanışmayı vasıtalar olarak sıralamaktadır. Bu çerçevede kat’i sınırlarla belirlenmiş birbiriyle devamlı ve amansız biçimde mücadele içerisinde bulunan bir işçi ve işveren sınıfının İslam hukuku tarafından benimsenmediğinin, bu ayrımın modern çağlarda serpilmiş ideolojilerin resmettiği bir manzara olduğu dile getirilmektedir.[21] İslam hukuku klasik eserleri de hususi işçi – işveren münasebetleri bölümlerine sahip olmayıp, her türlü iş akdini bir bütün olarak ele alagelmiştir.[22] Örneğin zanaatkarlar gibi serbest meslek sahipleri de yerine göre işçi ve işveren olabilmektedir. Bu İslam’ın sınıflar arası bir çatışmaya zemin vermemesinin dayanaklarından biridir. Hz. Peygamber (S.a.v)’in şu sözü de sınıf karşıtlığı veya çatışmasının ortaya çıkmamasını sağlayan yaklaşımı yansıtan bir örnektir:
“Hizmetkârlarınız sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin eli altında böyle bir kardeşi bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara kaldıramayacakları işleri yüklemeyin, eğer yüklerseniz onlara yardım edin.”[23]
İşçi ve işveren anlaşmazlıklarının çözümü hususunda grevi İslam hukukuna uygun bir vasıta görmeyen İslam hukukçuları, grevi meşrulaştıran sebeplerin kapitalist sistemlerin üretimi olduğunu belirtmektedir. Buna göre İslam hukuku aldığı manevi, hukuki ve idari tedbirler sayesinde, sosyal ve ekonomik düzeninde greve yer bırakmamaktadır. Ücretinden memnun olmamak gibi durumlar ortaya çıktığında talepte bulunur, müspet cevap alamazsa sulh aracıları, hakemler, mahkemeler ve hisbe teşkilatı gibi tarafsız makamlara müracaat eder. Tatmin olmazsa kanuni şartlar altında işini bırakır. Yani işten ayrılmadan çalışmamak suretiyle hak talep etmek İslâm hukukuna uygun düşmez. Bu baskı tarzı karşılıklı rızayı esas alan akit teorisine de uymamaktadır.[24]
Öte yandan işçinin emeği gibi işverenin sermayesinin de değerli olduğu; bu duruma bağlı olarak işçinin hakları gibi ödevlerinin de bulunduğu, bunun başında da işverene karşı sadakat, işverenin işyeri ve mallarını korumanın yer aldığı, grevin de özellikle bu sorumlulukla çatıştığı ileri sürülmektedir.[25] Grev kavramı bu çerçevede doğrudan “zarar ve zarara zararla mukabele yoktur”[26] hadisinin –Mecelle kaidesi-[27] ışığında ele alınmaktadır. Grevin bir hak ihlali karşısında takınılan bir tutum dahi olsa yine de zararla mukabele olduğunu düşünen İslam hukukçuları, grevlerin meşruiyetini sorgulamaktadır.[28] Nitekim grev hem işçi, hem işveren ve hem de toplum için zararlı sonuçlar doğurma ihtimali yüksek bir süreci ifade etmektedir. İslam’ın ruhunda ise böyle bir haksızlıkla mücadele yöntemi bulunmamaktadır.
Bazı İslam hukukçuları ise grev kavramına zulmün karşısında direnme hakkı etrafında yaklaşmaktadır. İlk olarak eşyada ibahanın (serbestinin) esas olduğu, haramların da, hellalerin de Şâri’ tarafından belirlendiği, buna göre grevi doğrudan veya dolaylı yasaklayan bir nass bulunmadığı ileri sürülmektedir. Bilakis İslam’ın ruhu güçlünün zayıf üzerindeki tahakkümüne karşı mücadele ve direnci gerektirmektedir. Bu manada işçinin işverenle arasındaki akde istinaden gerçekleştirdiği bir itiraz, direnç ise grevin meşruiyeti aleyhine mütalaa edilemez.[29]
İslam hukuku, işçinin de işverenin de hakları olduğunu vurgulamaktadır. İşçinin en önemli haklarından birisi, ücretinin hakkıyla verilmesidir. Ücret kelimesi ise zımnında adaleti barındırmaktadır. Buna göre ücretin verilmemesi veya verilirken adaletten sapılması işçiye bir meşru müdafaa hakkını doğurmaktadır.[30]
İslam hukukunda gabin kesinlikle yasaklanmıştır. Gabin, akidlerde karşılıklar arasındaki farklılık ve denksizliği, aldanmayı ve aldatılmayı ifade eden bir kavramdır.[31] Dolayısıyla gabin ihtiva eden ve işçinin aleyhine işleyen iş ilişkileri de işçiyi meşru tepki koymaya itekleyecektir. Bu manada “zarar ve zarara zararla mukabele yoktur”[32] hadisi, grevin karşısında değil greve dayanak olarak görülmesi gereken bir ifade derinliğine sahiptir.
Ayrıca “def ’i mefâsid celbi menâfi ’den evlâdır[33]” ilkesi de grev için delil olarak gösterilmektedir. Yani işçinin zarara girmemesi gibi bir yararın gözetilmesi karşısında zulmün bertarafı için direnç göstermenin öncelik taşıdığı ifade edilmektedir.[34] Kezâ “zarar-ı âmmı def ’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur” [35] ilkesi ışığında grevin daha umumi bir zararın kaldırılmasına mütaalık olduğu ve bu nedenle işverenin uğrayabileceği zarar karşısında tercihe daha çok layık olduğu belirtilmektedir.
Bu düşünceyi savunan İslam hukukçuları nihayetinde zulmün haram ve zulmün kaldırılmasının ise vacip olduğunu, dolayısıyla işçilerin maruz kaldıkları zulmün yok edilmesi yolunda meşru otoritenin kendilerine tanıdığı salahiyet çerçevesinde ve hak taleplerine olumsuz cevap verilmesi üzerine işçilerin iş bırakarak tepki koymasının İslam hukukuna aykırı olmayan, bilakis İslam’ın ruhuna uygun bir çözüm yolu olduğunu savunmaktadır.[36] Meşru otoritenin çizdiği sınırlar burada büyük önem taşımaktadır.[37] Zaten sınırsız bir grev hakkının hiçbir sistemde söz konusu olmadığı bilinmektedir. Örneğin mer’î hukukumuzda can ve mal kurtarma işleri, cenaze işleri, şehir şebeke suyu, elektrik, doğalgaz, petrol üretimi vs işleri, bankacılık hizmetleri, itfaiye ve belli ulaşım faaliyetlerinde grev hakkı yok veya yok denecek kadar sınırlıdır[38]. Ayrıca felaket durumu, diğer olağanüstü hal ve sıkıyönetim halleri, ulaşım araçlarının seyir hali gibi geçici grev engelleri bulunmaktadır. Keza grevin idari karar ve yargı kararı ile sınırlanması, durdurulması veya ertelenmesi söz konusudur[39]. Bu durum her hukuk sisteminde otoritenin koyması muhtemel ölçü ve sınırlar olarak değerlendirilebilir.
4. Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu
23Temmuz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyetin ilk aylarında ekonominin çeşitli kesimlerinde özellikle Anadolu ve Rumeli demiryollarında grevler baş göstermiştir. Buna karşın Osmanlı Hükümeti, iş uyuşmazlıklarının çözümü, grevler ve sendikalar gibi önemli toplumsal politikalar konularında belirli yasal düzenlemeler getirmiş ve bir takım yasaklar koymuştur. Osmanlı Hükümeti, Meşrutiyetin ilanından iki buçuk ay sonra, 8 Ekim 1908’de, Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’ı çıkarmıştır. 1909 yılı içerisinde Meclis-i Mebûsân ve Meclis-i A’yân’da yapılan görüşmeler sonunda, gerçekleşen değişikliklerle Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu kabul edilmiştir[40]. Bu kanun, 8 Haziran 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 148 maddelik “İş Kanunu”na kadar yürürlükte kalmıştır[41].
Kuşkusuz Osmanlı Hükümeti’nin Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nu kabul edene kadar yaşadığı sürecin etraflıca analiz edilmesi gerekmektedir. Osmanlı’da II. Meşrutiyet öncesi yıllarda da işçilerin örgütlenmesi ve grevler yaşanmış olsa da bu durum yaygın olarak görülen bir gelişme arz etmemektedir. Bu kapsamda Türkiye’de işçi hareketleri, sendikalaşma ve grevlerin başlangıcı olarak II. Meşrutiyet yıllarına veya biraz öncesine gitmemiz daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıl sonlarına kadar sınai faaliyetler gelişmemiş, hatta yok denecek kadar az olduğundan, toplu iş hukuku sorunları gündeme gelmemiş ve buna bağlı olarak toplu iş uyuşmazlığının ortaya çıkmasını gerektiren bir ortam da oluşmamıştır[42]. Osmanlı Devleti, 1838’de İngiltere ile yaptığı ticaret anlaşmasını müteakiben 1839’da ilan ettiği Tanzimat Fermanı ile yüzünü batıya çevirmiştir. Ardından batı ülkeleri ile yapılan bir dizi ticaret anlaşmaları ile ithal malların etkisi artmış, zaten cılız durumda olan Osmanlı sanayisi başta dokumacılık olmak üzere yok olmaya yüz tutmuştur[43].
1908 öncesi dönemde iki işçi örgütünden söz edilebilir. Birincisi 1871’de işçilere yardım etmek üzere kurulan Ameleperver Cemiyeti, ikincisi ise 1894’de Tophane fabrika işçilerinden bir grubun kötü çalışma koşullarına karşı kurduğu Osmanlı Amele Cemiyeti’dir[44]. Bunların ömürleri de oldukça kısa sürmüştür. Nitekim kuruluşundan bir yıl sonra Kanun-ı Esâsî’nin 113. Maddesi hükmüne göre Osmanlı Amele Cemiyeti’nin yöneticileri tutuklanmış ve kuruluş ortadan kaldırılmıştır[45].
a. Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu Öncesi Grevler ve Alınan Tedbirler
Osmanlı Devleti’nde işçi hareketleri, 1870’lerde ortaya çıkmasına rağmen, bu tarihten önce de bu konulara ait yasal düzenlemeler yapılmıştır. 1845 tarihli Polis Nizamnamesinde “işini bırakarak, greve gitmeyi amaçlayan işçilerin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozuc0u fitne, fesat derneklerini ortadan kaldırmak ve yok etmek böylelikle ihtilalin önünü almak için devamlı suretle uğraşmak ve çaba harcamak” polisin görevleri arasında sayılmaktadır. Böylelikle hükümet, Avrupa ülkelerinde yoğunlaşan ancak henüz ülkede başlamayan işçi hareketlerine karşı önleyici tedbirler alma yoluna gitmiştir[46].
1870’lerden II. Meşrutiyetin ilanına kadar geçen süreçte Osmanlı Devleti’nde başta demiryollarında olmak üzere birçok iş kolunda grevler yaşanmaya başlamış ve 1908’e kadar grev sayısı 90-100 civarında kalmıştır[47]. Osmanlı’da Tanzimat sonlarında bilinen ilk grevler, aylardır biriken ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle, Ocak 1872’de Hasköy Tersanesi’nde ve Şubat 1872’de İstanbul Beyoğlu Postahanesi’nin telgraf şubesinde çalışanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte 1908’e kadar gerçekleşen grevlerin çoğunluğu örgütlü değil kişisel iş bırakmalar şeklinde olmuştur[48].
II. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra, özellikle grevlerin yoğunlaştığı Ağustos-Ekim 1908 tarihlerinde, işçi sınıfının iş kanununun olmadığı şartlarda gerçekleştirdiği grev veya grev teşebbüslerinin öncelikle devlet tarafından güvenlik tedbirleri ile bastırıldığı görülmektedir. 1908 yılında vuku bulan grevlere karşı Osmanlı arşiv belgelerinde “zabıtaca takayyüdât-ı lâzime ittihâzı” ifadesiyle tedbirlerin kolluk kuvvetleri tarafından alınması gerektiği, her zaman Dâhiliye Nezâretinden Zabtiye Nezâreti’ne oradan da İl Zabtiye Müdürlüklerine yazılmıştır[49].
Bu cümleden olarak Dâhiliye Nezâreti tarafından 27 Eylül 1908 tarihinde Zabıta Müdürlüğüne yazılan yazı ile Yedikule Gazhanesinde çalışan işçilerin ücretlerinin artırılması maksadıyla greve teşebbüs ettikleri, dolayısıyla bu işçiler hakkında gereken tedbirlerin alınması gerekliliği ifade edilmiştir. Bunun üzerine Müdürlük aynı gün gerekli tedbirleri alarak greve meydan vermemiş ve vaziyeti bir gün sonra Dâhiliye Nezâreti’ne bildirmiştir[50]. Bu gelişme, Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’ın çıkarılmasından yaklaşık 10 gün önceye tekabül etmektedir.
1908 grevlerinin temelinde ekonomik sebepler ve özellikle ücret artırımı talebi yatmaktadır. Yapılan taleplere, çalışma saatlerinin azaltılması ve çalışma koşullarının hafifletilmesi de ilave edilebilir. Ancak bu tarihte meydana gelen grevlerin başat nedeni ücrettir[51].
Ağustos-Ekim 1908 tarihlerinde özellikle tütün işçilerinde Trakya’dan Samsun’a kadar geniş bir alanda işi bırakma eylemi gerçekleşmiş, grevler ciddi bir boyut kazanmıştır. Ağustos 1908’de İstanbul’da reji (regie=tütün) işçilerinin grev yolundaki teşebbüslerinin ciddiyet kazanmasından dolayı zabıta ve askerler tarafından fabrika civarında kollar gezdirilmesi, fabrika binası ve mallarına saldırıya meydan verilmemesi Dâhiliye Nezâreti tarafından İstanbul Zabıta Müdürlüğüne bildirilmiş ve Müdürlük tarafından gerekli tedbirler alınmıştır[52].
Osmanlı Hükümeti, grevlerde gerekli tedbirlerin alınmasını ve bu kapsamda kolluk kuvvetlerinin sayısının artırılmasını grevlerin yayılmasını engellemek adına sürdüre gelmiş, gerektiğinde idari yetkilileri de görevlerinden almıştır. Ekim 1908’de Samsun’da da tütün işçilerinin başlattığı grev, gerekli tedbirlerin alınmamasından dolayı geniş kitlelere yayılmıştır. 18 Ekim 1908’de tütün işçisi ve halktan bazı kişilerden oluşan 800 kişi, grevin ikinci aşamasında Rejî Nezâret dairesine saldırıda bulunmuşlar, binanın camlarını kırmışlardır. Rejî Müdürü Almanyalı Mösyö Marolis tarafından Almanya Konsolosluğuna müracaat edildiği gibi Fransız ve Rus diğer iki çalışanın da konsolosluklarına müracaat etmesi üzerine Mutasarrıf buraya birkaç jandarma sevk etmekle yetinmiştir. Bunun üzerine Dâhiliye Nezâreti’nden Trabzon Valiliğine gönderilen yazıda saldırıların durdurulması, sorumlular hakkında kanuni işlem yapılması talimatı verilmiştir[53]. 26 Ekim 1908 tarihinde Trabzon Vilayeti’nden alınan yazıda Samsun’da tütün idaresi ile işçiler arasındaki ihtilafın çözülemediği, meselenin gittikçe ciddi bir hal aldığı ve acilen tütün nazırının değiştirilmesi gerektiği ifade edilmiştir[54]. Bu görüşe katılmayan Dâhiliye Nezâretinden, Trabzon Vilayetine 9 Kasım 1908’de gönderilen talimatta; “Samsun Rejî Nezâreti aleyhine icrâ edilen nümayişten dolayı Nâzır Robelski Efendi’nin tebdili iş’âr olunmuş ise de ahvâl-i mezkûrenin sebeb-i hudûsu hükümet-i mahalliyye olduğu ve hâdisenin vukuu evvelce Mutasarrıflığı ihbâr olunduğu hâlde hiçbir tedbir-i mânî’ ittihâzı cihetine gidilmediğinin mahallinden mürsel raporda bildirildiği Rejî Müdîriyet-i Umûmiyyesinin komiserliğinden tevdî’ olunan tezkiresinde der-meyân olunmuş …” denilerek olayların durdurulamamasının ve karışıklıkların müsebbibi olarak gerekli tedbirleri almayan mahalli hükümet yani Mutasarrıf gösterilmiştir[55].
Özellikle II. Meşrutiyet’in ilanından sonra şirketlerde çalışan işçi ve ücretlilerin sık sık greve gitmeleri, Osmanlı hükümeti ve bürokrasisinin gündem maddelerinden olmuştur. Bu husus, 7 Ekim 1908 tarihinde, diğer bir ifadeyle Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kânûn-ı Muvakkat’in yayımlanmasından bir gün önce, Ticarêt ve Nâfi a Nezâreti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne yazılan bir iş’ârdan da açıkça anlaşılmaktadır. Yazıda özetle; kamu yararına hizmet eden şirketlerde görevli işçi ve müstahdemlerin bir süredir bazı kesimlerin ve dışarının tesirleri ile sık sık iş terk ettikleri, bazen de şiddete başvurarak devletin iç emniyeti ve asayişine, genel mali ve ticari itibarına halel getirdikleri üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu durumu düzeltmek adına hükümetin ciddi mesâî harcadığı, bu durumun düzeltilmesi için kalıcı bir tedbir vücuda getirilmesi, İstanbul ve vilayetlere gönderilen talimatta daha hızlı ve kat’î davranılması gerektiği hususları ifade edilmiştir. 4 gün sonra Dâhiliye Nezâretinden verilen cevapta; “her nerede olursa olsun grev durumundan haberdar olunur olunmaz ciddi tedbirlerin alındığı ve teblîgâtların hızlıca yapıldığı” belirtilmiştir[56].
Kanunun ilanından önceki tarihlerde grev yapan işçilere karşı bazen silah kullanılması yönünde izinlerin de çıkartıldığı bir vakıadır. 13 Ağustos 1908’de maaşlarının artırılması yönünde ayaklanmış olan rıhtım ve liman işçilerinin öncelikle nasihatle sakinleştirilmeleri sağlanmak istenmiştir. Ancak bu işçilerin söz anlar taifeden olmadıkları gibi ecnebi gemi ve hanelere de tecavüze yeltendikleri, bu durumun sefaretlere müracaatlara sebebiyet verdiği, dolayısıyla işçilerin bir tecavüzü durumunda asker tarafından silah kullanılmasından başka çare kalmadığı ve Aziziye Karakolu’nda 50 nefer süvari asker bulundurulması hususu Harbiye Nezâreti’ne emredilmiştir[57].
İş bırakma eyleminde silah kullanıldığı ve bu durumda ölümlü vakaların olduğu da görülmektedir. İzmir-Aydın şimendifer memurlarının grevi sırasında sükûnu ve asayişi sağlamak üzere bölgeye gönderilen asker tarafından açılan ateşte İtalyan Polikarpo Tito’nun öldürüldüğü kayda geçmiştir. İtalya Sefareti; Tito’nun olayı temaşa eden ahali arasında yer aldığını, grevcilerden uzak bir yerde bulunduğunu ve asla olayların içinde yer almadığını rapor etmiştir. Sefaret, Osmanlı hükümetinden Tito’nun annesi, eşi ve yetim kalan çocuğu için tazminat verilmesini talep etmiştir. Mevzu ile Sefaret, Dâhiliye ve Hariciye Nezâreti yazışmaları, 29 Temmuz 1909 tarihine kadar devam etmiş; adı geçen kişinin ailesine önce tazminat ödenmesi kararlaştırılmış ancak sonradan silah kullanan işçilerin yanında yer aldığı sırada öldürüldüğünden tazminat verilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir[58].
Bu tarihlerde grev başlamadan önce ve grevler sırasında tedbirler alındığı gibi grev sonrasında da güvenlik kuvvetlerinin denetiminin devam ettirilmesi usulü takip edilmiştir. Nitekim Eylül 1908 sonlarında Balya Karaaydın Madeni’nde greve giden işçilerin uygunsuz davranışlarından dolayı 1 Ekim 1908’de, hükümetin emri üzerine, Balıkesir taburundan bir yüzbaşı ve bir mülâzım kumandasında 40 nefer ihtiyat askeri gönderilmiştir[59]. Greve katılan işçilerin çok kalabalık olması ve yeniden greve başlamalarının muhtemel olmasından dolayı idarenin talebiyle 1 Kasım 1908’de yetersiz olduğu düşünülen mevcut 2 zabtiyeye yenilerinin eklenmesi Hüdâvendigâr Vilayeti Valiliğine emredilmiştir[60].
II. Meşrutiyet yıllarında Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu ilan edilmeden önce bazı işçilerin greve giderken devlete ve işletmeye ağır tehditler savurduğu da görülmüştür. Bu cümleden olarak 5 Ağustos 1908 tarihinde “Anadolu Demiryolu Umum Amele Komitesi” imzasıyla yayımlanan ve Anadolu Demiryolu Müdüriyeti’ne gönderilen bildiride 5 Ağustos’tan 12 Ağustosa kadar hat üzerinde çalışan bütün işçilerin Mühendis Keoleçi’nin görevden uzaklaştırılmasını istedikleri, aksi takdirde greve başlayacakları ifade edilmiştir. Grevciler bu konuda acilen cevap beklediklerini, şayet gereği yapılmazsa, 12 Ağustos’ta Bilecik ve Gebze köprülerini havaya uçuracaklarını, tüm hazırlıkları yaptıklarını, Mühendis Vohris’in ise idam edileceğini belirtmişlerdir[61]. Bu durum üzerine köprünün muhafazası ve asayişin sağlanması için Şehremâneti’ne ve Hüdâvendigâr Vilayetine tebliğ gönderilmiş, tehdidi yazanların kimler olduğunun tespiti ve mühendislerin emniyetinin sağlanması hususları emredilmiştir. Gereken tedbirlerin alınması üzerine grev sonlandırılmış ancak tehdidi gerçekleştirenler bir türlü yakalanamamıştır[62]. Dâhiliye Nezâreti, işçiler ile mühendisler arasındaki ihtilafın devam edip etmediğini ay sonuna kadar takip etmek durumunda kalmıştır[63].
Güvenlik tedbirlerinin alınmasının yanı sıra devlet tarafından, grev bölgesine nasihat heyetleri de gönderilerek işletmelerin devamlılığı ve sükûneti sağlanmak istenmiştir. 30 Ağustos 1908’de Rumeli şimendiferinin Yedikule fabrikasında Ayestefanos ve Makriköy arasındaki köprüde çalışan işçilerin greve gitmesinden dolayı bölgeye bir bölük asker yollanmış; bunların yanı sıra çalışanları ikna etmek amacıyla bazı nasihat memurları da gönderilmiştir. Grev yapan işçiler, memurlarla yaptıkları görüşmede işe başlamayacaklarını ancak iş yapanları da engellemeyeceklerini ifade etmişlerdir. İşyerinde ılımlı bir ortamın bulunmasından dolayı asker de olaya müdahil olmamıştır[64].
Nasihat heyetlerinin grevlerin sona erdirilmesinde genelde olumlu etkileri görülmüştür. Eylül 1908’de Aydın-Dinar şimendifer hattında işçilerin başlattığı bir grev üzerine hattın işçi çavuşları 4 Eylül 1908 tarihinde Geyikler Hükümet Dairesine çağrılmış, görüşmede yapılan nasihatler sonucunda emirleri altındaki işçileri tekrar işe başlattıkları görülmüştür. Her birinden alınan vaadler şirkete tebliğ edilerek bölgede asayiş ve güvenlik yeniden temin edilmiştir[65].
7 Eylül 1908 tarihli bir arşiv kaydından anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyetin ilanına rağmen çalışanların grev sorunlarının görüşüldüğü dernek ve konferanslara hükümetin hiçbir şekilde katılmaması talimatı verilmiştir. Bu talimat “Kânûn-ı Esâsî’nin ilânından sonra bazı şirketler müstahdemîninin ve erbâb-ı sanâyi’in ta’tîl-i eşgâl eylemesi gibi hâdisât vukû’ bulmuş ise de müsâra’atla i’tilâf husûle getirilmiş ve memalik-i Osmâniyye’de Avrupa’daki vüs’at ve mâhiyette amele olmayup şimdiki hâlde ameleye müte’allik konferanslara ve cem’iyyâta Hükümet-i seniyyenin iştirâki için mahal ve lüzum olmadığı der-kâr bulunmuş olduğundan… “ şeklinde ifade edilmiştir[66].
Osmanlı Devleti’nin II. Meşrutiyet yıllarında greve katılan veya grevde başı çeken bazı işçileri adli takibata tabi tuttuğu da görülmektedir. Örneğin Kasım 1908’de Zonguldak maden ocaklarında gerçekleşen grev üzerine, ocaklarda şimendiferde çalışan işçileri çalışmaktan men eden 10-15 kişinin şirket tarafından işten çıkartılırsa işlerin yolunda gideceği ifade edilmiştir. Şirket, bu kişilerin işle alakaları olmadığını ve amaçlarının şirketi zarara uğratmak olduğunu, bunların memleketlerine döndürülmek üzere İstanbul’a gönderilmeleri gerektiğini hükümetten talep etmiştir. Ancak bu işçilerin işledikleri isnad edilen suça göre İstanbul’a sevk edilmeleri kanuna aykırı bulunmuş, bulundukları mahalde mahkemece tahkikatının yapılmasının kanuni olduğunu devlet tarafından görevlendirilen memurlar bildirmiştir. Ardından 23 Kasım 1908’de müdde-i umûmîlik (savcılık) tarafından işçilerin tahliye edildikleri görülmektedir[67].
II. Meşrutiyet yıllarında ta’tîl-i eşgâl cürmünden dolayı ağır cezalar alan işçiler de bulunmaktadır. Kasım 1908’de grev suçundan dolayı 10 sene kürek cezasına çarptırılan Kartal Kazası Başıbüyük köyü ahalisinden Halil oğlu Emin’in cezasını çekmek üzere Sinop Hapishanesine gönderilmesi kararlaştırılmıştır[68].
II. Meşrutiyet yıllarına gelindiğinde Osmanlı maden işletmelerinde hatırı sayılır oranda yabancı sermayedar yer almaktaydı. Bazı yabancı sermaye ortaklıkları bağlı oldukları Sefaretler aracılığıyla hükümetle doğrudan temas kurarak grevlere karşı tedbir alınmasını istemekteydiler. Bu baskılar da, Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun çıkartılmasına etki eden unsurlardan biri olmuştur. Örneğin, Taşoz’da Almanyalı Mösyö Speidel’in madenlerinde çalışan ve grevden dolayı izin verilen bazı işçiler, madendeki ahşap malzemeleri yakarak madende çöküntüler oluşmasına ve yolların kapanmasına sebebiyet vermişlerdir. Alman şirketin haklarını korumak iddiasıyla Almanya Sefâreti devreye girerek mahalli hükümetin gevşek davrandığını bildirmiş bunun üzerine Dâhiliye Nezâreti, 2 Kasım 1908’de Selanik Vilayeti’ne gerekli tedbirlerin alınmasına dair telgraf çekmiştir. Talimatta “… îcâb ederse cihet-i askeriyeye dahî bi’l-mürâcaa mahalline bir müfreze sevkiyle veyâ kuvve-i zabıtanın tezyidiyle maden sahibinin ve adamlarının her türlü tecavüze karşı temini…” denilerek kolluk kuvvetlerinin sayısının artırılması ve işletme sahibi ve çalışanlarının güvenlik altına alınması emredilmiştir[69].
b. Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kânûn-ı Muvakkat (Geçici Kanun)
Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat adlı 8 Ekim 1908 tarihli beyân ile henüz Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu çıkmadan önce 13 maddelik geçici bir kanun çıkartılmıştır. Hükümet, 1876 Anayasasının kendisine vermiş olduğu muvakkat kanun çıkarma yetkisini kullanarak Ta’til-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat’i yayımlamıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra şirketlerde çalışan işçi ve ücretlilerin yoğun bir biçimde greve gitmeleri, Osmanlı hükümeti ve bürokrasisini çareler aramaya itmiştir. Bu husus, 7 Ekim 1908 tarihinde, Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kânûn-ı Muvakkat’in yayımlanmasından bir gün önce, Ticarêt ve Nâfi a Nezâreti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne yazılan bir iş’ârda da dikkat çekmektedir. Burada kamu yararına hizmet eden şirketlerde görevli işçi ve müstahdemlerin bir süredir sık sık iş terk ettikleri, bazen de şiddete başvurarak devletin itibarına halel getirdikleri, bu durumu düzeltmek adına kalıcı bir tedbirin alınması gerektiği ifade edilmiştir[70].
Ticarêt ve Nâfi a Nezâreti tarafından 7 Ekim 1908 (11 Ramazan 1326 / 24 Eylül 1324) tarihinde Şûrâ-yı Devlet’e sunulan layiha ile Şûrâ-yı Devlet Tanzîmât Dairesinde hazırlanan mazbata sonucunda bir gün sonra 8 Ekim 1908’de yayımlanan “Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kânûn-ı Muvakkat”, 13 maddeden oluşmaktadır:
Birinci madde: Cânib-i Hükümet-i Seniyyeden ruhsât veyâ imtiyâz istihsâl ederek demiryol ve tramvay ve liman mu’âmelâtıyla umûr-ı tenvîriyye (aydınlatma) gibi umûma müte’allik bir hizmet ile mükellef bulunan her nev’ şirketlerle müstahdemin ve amelesi beyninde şerâit-i istihdâmlarına dâir ihtilâfât vukuunda müstahdemin ve amele-i merkûme üç vekil intihabına mecbur olup bunlar Ticâret ve Nâfi a Nezâreti’ne nüshateyn olarak takdim edecekleri istid’âda ihtilâf-ı vâki’in mâhiyet ve esbâbını îzâh edeceklerdir[71].
İkinci madde: Müstahdemîn ve amelenin müsted῾ayâtı meyânında şirketin her ne suretle olursa olsun mu῾âmelâtına müdâhaleye ve umûr-ı idaresiyle nizâmâtını teftîşe dair hiçbir talep bulunmayacaktır[72].
Üçüncü madde: Nezâret istid῾ânamenin takdimi tarihinden itibaren nihayet sekiz gün zarfında alakadar olan şirkete tebliğ edecek ve şirket nihâyet bir hafta zarfında kendisi tarafından üç zât ta῾yin eyleyecekdir.Müddet-i mezkûre müktezî olup da şirketçe ihtiyâr-i sükût edildiği halde müstahdemîn ve amelenin metâlibi bilâ-kayd u şart kabul edilmiş addolunacaktır[73].
Dördüncü madde: Nezâret dahî mezkûr bir hafta zarfında kezâlik bir memur tayin edip memûr-ı mümâ-ileyh tarih-i ta’yîninden itibaren üç gün zarfında tarafeyn vekillerini kendi riyâseti altında bir heyet-i iʼtilâfi ye suretinde ictimâ’a davet edecektir[74].
Beşinci madde: Şerâit-i iʼtilâfi yenin takarruru halinde suret-i iʼtilâfı mübeyyin bir kıta zabıtname tanzim olunarak reis ile tarafeyn vekilleri canibinden imza edilecektir[75].
Altıncı madde: Tarafeyn iʼtilâf edemedikleri takdirde müstahdemîn ve amele terk-i hizmette muhtar olup fakat serbestî-i a’mâle mugâyir her bir fiil ve hareket îkâʻı ve nümâyiş icrâsı kat’iyyen memnudur[76].
Yedinci madde: Heyet-i iʼtilâfi yenin zabıtnâmesi gerek şirket ve gerek müstahdemîn ve amele hakkında mer’î ve mu’teber olup ma’a-haza şirket zabıtnâme ahkâmını hüsn-i niyetle icrâ ve tatbîkten imtinâ eylediği takdîrde taraf-ı nezâretten şirkete bir ihtârnâme tebliğ edilerek ahkâm-ı mezkûreyi icrâya davet edilecek ve işbû ihtârnâmenin teblîğinden sekiz gün sonra beher yevm teehhür için şirket kendi hesabına üç yüz lirâ-yı Osmânî i’tâsına mecbûr olacaktır. Meblâğ-ı mezkûr şirketin müstahdeminine mahsûs tekâüd ve iâne sandıklarına ait olacak ve bunlar olmadığı halde Dârülaceze’ye i’tâ olunacaktır[77].
Sekizinci madde: Umûma müte’allik hidemât îfâ eden müessesâtta teşvîkât ve tehdîdât icrasıyla ve cebr ve şiddet isti’mâliyle sendika teşkil eden ve hidmetin ta’tîline sebebiyet veren veyâ bunları tehiyye eden hey’etlere dâhil bulunan veyâhud diğerlerinin çalışmasını men’e tasaddî eyleyen kimse mahâkimce bir aydan bir seneye kadar hapis ve bir liradan elli liraya kadar cezâ-yı nakdî ahzı ile mücâzât olunacaktır. Bu yüzden emvâl ve emlâka zarar vukûunda zarâr-ı vâki’ mütecâsirlere tazmîn ettirilecek ve işbû cezalardan daha ağır bir cezayı müstelzim bir cürm îkâʻ edenler hakkında Cezâ Kanununda mu’ayyen olan cezâ ile mücâzât edilecektir[78].
Dokuzuncu madde: Umûma müte’allik bir hidmetin ta’tîline iştirâk edecek olan kimseler yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapis ve yirmi beş kuruştan yüz kuruşa kadar cezâ-yı nakdî ahzı ile dûçâr-ı mücâzât olacaklardır[79].
Onuncu madde: Hidmet-i umûmiyenin temîn ve istikrârı için hîn-i hacette kuvve-i umûmiye isti’mâl olunacak ve harb veya harb tehlikesi vukûunda hükûmet-i seniyye müstahdemîn ve amele metâlibinin tedkîkini teʼhîr ve ta’tîl hakkını hâiz bulunacaktır[80].
On birinci madde: Umuma müte’allik bir hidmet îfâ eden müessesâtta işbûkânunun neşrinden evvel teşekkül etmiş bulunan sendikalar kânûn-ı mezkûrun neşriyle mefsûhdurlar[81].
Muvakkat Kanunun bu maddesi sendikaların tamamen kaldırıldığını hükme bağlamıştır. Bununla birlikte bazı işyerlerinde oluşturulan sendikaların faaliyetlerine devam ettiği ya da etmek istediği görülmektedir. Bu kapsamda yasanın çıktığı tarihlerde siyasi durum düzelinceye kadar Şark Şimendiferleri memurlarının grev yapmayacaklarına dair ilgili sendika heyetinin Fransızca beyanname hazırladığı kaydedilmiştir. Konudan haber alınır alınmaz Ta’tîl-i Eşgâl Nizâmnâmesi’nin 11. Maddesi gereğince sendikaların feshedildiği ve herhangi bir evrakın kabul edilemeyeceği, sendika beyannamesinin iade edilmesi ve söz konusu kanunun işçiler tarafından da bilinmesi için kanun metninin Edirne Vilayet Gazetesi’nde de yayımlanmasına dair Dâhiliye Nezâreti’nden Edirne Vilayetine 2 Kasım 1908 tarihinde kat’î talimat verilmiştir[82].
On ikinci madde: Vilâyâtta icrâ-yı mu’âmele eden bu gibi şirketlerle müstahdemîni beynindeki iʼtilâfat lede’l-hâce mahallinde ber-minvâl-i meşrûh teşkîl olunacak heyet-i iʼtilâfi ye tarafından hall ve fasl ve bu bâbda Ticâret ve Nâfi a Nezareti’ne ait mu’âmelât vülât cânibinden îfâ olunur[83].
On üçüncü madde: Dâhiliye ve Ticâret ve Nâfia Nezaretleri işbû kânunun icrâsına memûrdur. Aslına mutâbıkdır[84].
Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’ın yürürlüğe girmesini müteakip Sadâret tarafından Dâhiliye Nezâreti’ne 13 Ekim 1908 tarihinde bir talimatla gerekli işlemlerin yapılması emredilmiştir. Dâhiliye Nezâreti, 15 Ekim 1908 tarihinde kanunun tasdikli suretini Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Mamûratülaziz, Sivas, Musul, Bağdat, Hicaz ve Yemen Vilayetleri ile ilgili mutasarrıflıklara göndermiştir[85].
Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’’in birinci maddesinden anlaşılacağı üzere bu kanun, demiryolu ve vapur gibi kamu hizmetlerine dair şirketleri kapsam dâhilinde tuttuğundan; özellikle madencilerin ve maden şirketlerinin de bu kapsama alınması gerektiği, bunun hazine ve sermayedarların haklarını koruyacağına dair Orman ve Maâdin ve Zirâat Nezâretinden talepler aynı hafta gelmeye başlamıştır[86]. Bu konu ilerleyen süreçte de gündemde tutulmuş olup nitekim 5 Şubat 1909 tarihli Şûrâ-yı Devlet Tanzîmât Dâiresi kararında işçilerin grev yapmalarına karşı alınması gereken tedbirleri içeren Ta’tîl-i Eşgâl Hakkında Kânûn-ı Muvakkat’a tüm şirketlerin işçilerinin dâhil edilmesini uygun görmüştür. Kararda ayrıca “… nezâret-i müşârün-ileyhâ (adı geçen nezâret = Orman ve Maâdin ve Zirâat Nezâreti) ile Ticâret ve Nâfia Nezâreti arasında bi’l-iştirâk bir kânun lâyihası kaleme alınmak üzere bir komisyon teşkili münasip olacağından” denilerek iki bakanlık arasında bir komisyon kurularak taslak metnin hazırlanması istenmiştir[87].
Şûrâ-yı Devlet Tanzîmât Dâiresi, bu kararını 11 Şubat 1909 (r. 29 Kânûn-ı Sânî 1324) tarihinde tebliğ ettikten sonra iki bakanlık arasında müştereken oluşturulan komisyona Maden Fen Heyeti üyelerinden Başmühendis Kolan Efendi ve Hukuk Müşaviri Sinabyan Efendi de dâhil edilmişti. Ticâret ve Nâfia Nezâreti Hukuk Müşâvirliği mütalaasında Ta’tîl-i Eşgâl Hakkında Kânûn-ı Muvakkat’a tüm şirketlerin işçilerinin dahil edilemeyeceğini ve ayrıca bir kanun layihası tanzimine dahi lüzum olmadığı ve yalnız halihazırda Meclis-i Mebûsân’da müzâkere olunan Tâtîl-i Eşgâl Kanununa bir madde; ilavesinin yeterli olacağı ifade edilmiş ve kanun maddesi layihası arz edilmiştir[88]. Önerilen ek madde şu şekildedir:
“Birinci maddede münderiç hidemât-ı umûmiyye ile mükellef olan şirketlerden mâ’adâ bi’l-umûm müessesât-ı sanâyia ve ticâriyye veyâ maâdin ashâbı ile müstahdemin ve amelesi meyânında şerâit-i istihdâmlarına dâir ihtilâf vukuunda müstahdemîn ve amele-i merkûme birinci Madde:mûcebince telîf-i beyn için Ticâret ve Nâfi a veyâ Orman ve Maâdin Nezâretine mürâcaatta muhtâr bulundukları gibi münferiden veyâ müctemi’an terk-i hidmette dahî muhayyer iseler de serbestî-i a’mâle mugâyir fi ’l ve hareket îkâ’ı ve tehdîdât icrasıyla cebr ve şiddet isti’mâli memnû’ olup ef ’âl-i mezkûreye mücâseret edenler mahâkimce bir haftadan bir aya kadar hapis veyâ bir lirâ-yı Osmânî’den yirmi beş liraya kadar cezâ-yı nakdî ahzıyla mücâzât olunur ve mezkûr cezadan daha ağır cezâyı müstelzim bir cürm îkâ’ edenler Cezâ Kanununda mu’ayyen cezâ ile mücâzât edilir. Emvâl ve emlâka zarar vukuunda zarar-ı vâki’ mütecasirlerine tazmîn ettirilecektir. Yedinci Madde: mûcebince hidemât-ı umûmiyye ile mükellef bulunan şirketler tarafından cezâ i’tâsı meşrût olan tazmînât işbu maddede mezkûr olan müessesât-ı sanâyia ve ticâriyye ve maâdin ashâbı için yirmi beş liradan yüz liraya kadar hükm olunacaktır. ”[89]
Tüm bu öneri ve yazışmalara rağmen 9 Ağustos 1909 tarihli Ta’tîl-i Eşgâl Kanununda da madencilerle ilgili bir hüküm yer almamıştır. Bu yüzden bu husus belirtilen tarihten sonra hükümetin ve meclisin gündeminde yer alacaktır[90].
c. Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun Kabulü (9 Ağustos 1909)
Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun Mebusan Meclisi’nde görüşülmesine başlandığı 26 Mayıs 1909 tarihli 80. Toplantıda, grevler konusunda genel bir yasa çıkarılmadan önce işçilerin haklarını koruyacak ve düzenleyecek “genel (umûmî) bir kanun” çıkarılması gerektiği fikri çeşitli üyelerce ifade edilmiştir. Bu kanun tasarısını Ticaret ve Nâfia Nezâreti adına savunan Nezâret Mektupçusu Ali Bey, önce “amele ve sermayedarın beynindeki hukuk ve vezâife dâir bir kanun yapmalı (idik)” diyerek genel kanun fikrine katıldığını ancak tasarının maddelerinin aciliyet kesbettiğini savunmuştur[91].
8 Ekim 1908 tarihli Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’in yayımlanmasından tam 10 ay sonra hayat bulan Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu, geçici kanunda yapılan ufak bazı değişikliklerle yürürlüğe girmiştir. Hükümet tarafından tanzim edilen layiha Meclis-i Mebûsân tarafından tadil edilmiş, Meclis-i A’yân tarafından 7 Ağustos’ta kaleme alınan kararnâme ile Sadâret’e arz edilmiştir. Padişahın 9 Ağustos 1909 (h. 22 Receb 1327 / r. 27 Temmuz 1325) tarihli irâdesi ile kanunlaşmıştır[92].
Geçici kanun üzerinde yapılan bazı tashihlerle hayata geçirilen Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu da 13 maddeden oluşturulmuştur. Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat’te kullanılan “şirket” yerine “müessese” ifadesinin tercihi gibi bazı kavramsal değişikliklerin yanı sıra sürelerle ilgili değişiklikler de göze çarpmaktadır. Tüm bunlara rağmen Kanun hazırlanırken Muvakkat Kanun metninin esas alındığı da bir gerçektir.
Makalemizde Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun tam metni Muvakkat Kanun ile mukayeseli olarak ele alınmıştır. Burada Kanunun hükümleri tahlil edilecektir:
Birinci madde; işletmeyi yürüten kurum-kuruluş ile işçiler arasında uyuşmazlık ortaya çıktığında gerçekleşecek ilk işlemi tespit etmektedir. Buna göre; hükümetten işletme hakkı almış kamu yararına çalışan her türlü kurum ve kuruluş ile işçiler arasında vuku bulan anlaşmazlık durumunda işçilerin üç vekil seçmeleri, bunların anlaşmazlığın içeriğini ve sebeplerini içeren dilekçeyi iki nüsha olarak Ticâret ve Nâfia Nezâreti’ne teslim etmeleri karara bağlanmıştır. Bu madde ile hükümetten işletme hakkı almış kamu yararına çalışan her türlü kurum ve kuruluşun yer aldığı ancak özel şirketlerin dâhil edilmediği ve uzlaşma sürecinin, işçilerin girişimi ile başlayacağı görülmektedir[93]. Diğer bir ifadeyle kapsama dâhil edilen kuruluşların ortak özellikleri arasında, çok sayıda işçi çalıştırıyor olmaları ve sermaye paylarının daha çok yabancı işverenlere ait olması bulunmaktadır[94].
İkinci maddede; dilekçelerde işçilerin talepleri meyanında kurum-kuruluşun muamelatına müdahale veya idari işlerle nizamlarını teftiş etmeye dair herhangi bir talepte bulunulamayacağı ancak emeklilik ve iâne (yardım) sandıklarına ve kendi hukuklarına dair taleplerde bulunabilecekleri belirtilmiştir[95].
Üçüncü maddede; Nezâretin dilekçenin takdimini müteakip en fazla üç gün içerisinde bir nüshasını alakadar olan kurum-kuruluşa tebliğ edeceği, kurum-kuruluş idaresinin ise bir hafta içerisinde kendisi tarafından belirleyeceği üç kişinin isimlerini Nezârete bildireceği, belirlenen sürede gereken isimleri belirlemediği takdirde işçilerin talebinin bilâ-kayd u şart kabul edilmiş sayılacağı karara bağlanmıştır[96].
Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun dördüncü maddesine göre; Nezâret de bir hafta içerisinde bir memur tayin edip bu memur, Nezârete ihbâr geldiği tarihten itibaren üç gün zarfında iki taraf vekillerini, kendi başkanlığı altında, bir anlaşma heyeti (uzlaşma kurulu) suretinde toplantıya davet edecektir. İki tarafın vekilleri davete mazeretsiz icâbet etmedikleri takdirde vekilleri gelmeyen taraf, anlaşmaya talip olmamış kabul edilecektir[97].
Beşinci maddede; Anlaşma şartlarının ittifakla kabulü halinde anlaşma suretini gösteren bir adet zabıtnâme tanzîm edilmesi, her iki tarafın vekilleri tarafından bunun imza edilmesi ve imzaların altında memurun tasdikinin yer alması kararlaştırılmıştır. Altıncı Madde: ile de; tarafların anlaşmaya varamamaları durumunda işçilerin terk-i hizmette bulunabilecekleri (greve gidebilecekleri) belirtilmiş fakat bu arada işi engellemeleri ve nümâyiş yapmaları kesinlikle yasaklanmıştır[98]. Bu maddeden de anlaşılacağı üzere tarafların uzlaşma kurulunda oybirliği ile uzlaşamamaları durumunda hizmetli ve işçiler iş bırakımına gidip gitmemekte özgürdürler. Bu nedenle grev hakkını doğrudan doğruya ve kesinlikle yasaklandığı görüşü doğru değildir[99]. Altıncı maddede geçen işi terk etme eyleminin topluca olamayacağını ancak bireysel olarak çalışma koşullarından memnun olmayanların işi bırakmakta ve istifa etmekte serbest oldukları ifade edilmiştir[100].
Yedinci madde; ile de şu esaslar belirlenmiştir: Anlaşma heyetinin zabıtnâmesi gerek kurum-kuruluş ve gerek işçiler hakkında merî ve mu’teber olup bununla birlikte kurum-kuruluş idâresi, zabıtnâme hükümlerini yerine getirmekten imtina ederse nezâret tarafından kendilerine bir ihtârnâme tebliğ olunarak zikredilen hükümleri uygulamaya davet edilecek ve bu ihtârnâmenin tebliğ tarihinden sekiz gün sonra gecikme yaşanan her bir gün için üç yüz Osmanlı lirası vermeye mecbûr olacaktır. Zikredilen meblağ işçilerin emekli ve yardım sandıklarına aktarılacak; bunlar olmadığı takdirde işçilere maaş ve yevmiyeleri nispetinde dağıtılacaktır. Kurum-kuruluş idareleri bu tazminatı rızalarıyla vermedikleri takdirde hükmen tahsil olunacaktır[101].
1909 Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun sekizinci maddesi, bu kanunun en çok tartışılan ve gelecekte üzerinde en çok durulan hükmü olmuştur. Buna göre kamu yararına hizmet yapan kurum ve kuruluşlarda sendika teşkil etmek yasaklanmıştır. Bu tarz kurum kuruluşlarda sendika teşkil eden ve diğerlerinin çalışmasını engelleyerek greve sebep olanlardan 1 haftadan 6 aya kadar hapis veya kendilerinden 1 liradan 25 liraya kadar nakdi ceza alınması kararlaştırılmıştır. Tehditlerle, cebr ve şiddet kullanılmasıyla greve sebebiyet verenler ise 1 aydan 1 seneye kadar hapis ve 1 liradan 50 liraya kadar nakdi ceza ile cezalandırılmışlardır. Bu yüzden mal ve mülke zarar verilmesi durumunda tazmin yoluna gidilmiş ve bu cezalardan daha ağır bir cezayı gerektiren bir cürüm işleyenler hakkında Cezâ Kanunu’nda belirlenen ceza geçerli olmuştur. Aralarında sendika teşkil eden kamu kurum-kuruluşlarının her birinden 50 liradan 300 liraya kadar nakdi ceza alınması hükme bağlanmıştır[102]. Görüldüğü üzere bu madde ile II. Meşrutiyet döneminin başlarında devlet, sendikaları yasaklayarak işçilerin örgütlenmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Bu sınırlamaya gidilmesinin en önemli nedeni kuşkusuz yabancı sermayeyi işçi tehdidinden kurtarmak ve yatırımlarını yapmaları konusunda cesaretlendirmektir.
Hükümetin, sendikacılık hareketine girişenlere para cezası vermenin yanı sıra tehditlerle ya da cebr ve şiddet kullanılmasıyla greve sebebiyet verenlere ise 1 aydan 1 seneye kadar hapis cezası öngörmüş olması, grevin hayat bulmasına karşı ciddi anlamda önlem aldığını göstermektedir. Gerçekten o dönemde Alman kapitalist sınıfının devlet içerisindeki nüfuzuna ve hatta kanun tasarını hazırlayanlar arasında Adalet Bakanlığında müşavir olarak çalışan Alman uzman Kont Ostrog’a da işaret etmek gerekmektedir[103].
Dokuzuncu madde; ile de kanun dairesinde süreç tamamlanmadan veya beşinci madde gereğince bir anlaşma sureti kararlaştırılmış iken bir kamu hizmetinin durdurulmasına sebebiyet veren kişilerin24 saatten 1 haftaya kadar hapsi ve 25 kuruştan100 kuruşa kadar nakdî cezaya çarptırılması kararlaştırılmıştır[104].
Onuncu maddede kamu hizmetinin temîni ve istikrârı için gerektiğinde devlet kuvvetinin (askerî gücün) kullanılabileceği, harb ihtimali ve durumunda hükûmetin, işçi taleplerinin incelenmesini erteleyebileceği belirtilmiştir.
On birinci madde; ile de kamu yararına hizmet yürüten kurum-kuruluşlarda bu kânunun neşrinden önce gerek işçiler ve gerek sermâyedârlar tarafından teşkil edilmiş bulunan sendikaların kanunun neşrinden itibaren feshedildiği kanunlaştırılmıştır105. İttihat ve Terakki Hükümeti, sermayedarların kurmuş oldukları sendikaları da lağvederek işçilerden gelecek tepkileri savuşturmak amacını gütmüştür[106].
On ikinci maddede; vilayetlerde iş yürüten kurum-kuruluşlar ile işçiler arasındaki anlaşmaların gerektiğinde mahallinde teşkil olunacak anlaşma heyetleri tarafından gerçekleştirileceği ve bu konuda Ticâret ve Nâfia Nezareti’ne ait işlemlerin mahallinin en büyük mülkiye memuru tarafından yerine getirileceği ifade edilmiştir[107].
On üçüncü madde; ile kanunun icrasına memur olarak Dâhiliye, Adliyye, Ticâret ve Nâfi a Nezaretleri sayılmıştır[108].
1909 Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu ile işçiler ile kurum-kuruluşlar arasında, sendikalar devreden çıkartılarak, bir uzlaşma mekanizması oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu kanun, 8 Haziran 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 148 maddelik “İş Kanunu”na kadar bazı ufak değişikliklerle yürürlükte kalmıştır[109].
1909’da kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren “kanunla yapılan düzenlemelere” madencilerin de dâhil edilmesi meselesi yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Orman ve Maâdin ve Zirâat Nezâreti, gerek 1908 Kânûn-ı Muvakkat ve gerekse 1909 Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu sonrasında, gerekçeleriyle birlikte bu durumu Sadârete sürekli arz etmiştir. 26 Ağustos 1909 tarihli yazısında; Ticâret ve Nâfi a Nezâretince hazırlanan kanun layihasında sadece demiryolları ve benzeri şirketlerin kapsama dâhil edildiğini, bunlar için kanunun elzem olduğunu, bununla birlikte maden imalatında görevli işçilerin de kapsama alınmasının zaruret olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca demiryollarında greve son verildiği anda işçilerin sevkiyle hemen işe başlanılabildiğini ancak birkaç ay tatile uğramış olan madenlerde tekrar işe başlamak için kuyuların yeniden temizlenmesi, bağlamaların tahkimi gibi birçok uygulamaya ihtiyaç duyulduğunu ve bunun dahi tatil süresi kadar belki daha fazla bir zaman aldığını ifade ederek kanuna olan ihtiyacın gerekçelerini sıralamıştır. Bu kapsamda Maden Fen Heyetince tanzim olunan “Madenlerdeki Tatîl-i Eşgâl Hakkında Kanun Layihası”nı Sadârete takdim etmiştir[110]. Bu kanun layihası, 11. madde olup Ta’tîl-i Eşgâl Hakkında Kânûn-ı Muvakkat’ın hükümlerinin adeta maden işçileri için uyarlanmasından ibarettir[111]. Tüm bu gelişmelere rağmen madenciler ve madenlerin bu kanun kapsamına dahil edilmesi konusu daha uzun yıllar tartışılacaktır.
d. Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu Sonrası Grevler ve Alınan Tedbirler
1908 Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanûn-ı Muvakkat ve 1909 Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu ile sendikalar feshedilmekle birlikte işçilere grev yapma hakkı tanınmıştır. Bu grevlerin ne şekilde olabileceği konusunda da sonradan talimâtlar yayımlanmıştır. Örneğin 11 Ocak 1909 tarihinde Dâhiliye Nezâretinden, Ticâret ve Nâfi a Nezâretine gönderilen bir yazı da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu kararda “zabıtaca tedâbîr ve takayyüdât-ı lâzime-i inzibâtiyyenin ittihâzı zımnında erbâb-ı eşgâlin grev yapacakları vakit, sebeb ve suret-i icrâsı ile nerede ve ne vakit ictimâ’ ve nümâyiş eyleyecekleri hakkında mensûb oldukları devâir-i zâbıtaya iki-üç gün evvel ma’lûmât vermeleri lüzumuna dâir Zabtiyye Nezâret-i Behiyyesinden alınan tezkire leffen irsâl kılınmağla …” denilmiştir. Böylece zabıta tarafından gerekli güvenliğin sağlanabilmesi için işçilerin grev yapacakları vakit neden, nasıl, nerede ve ne zaman toplanıp nümayiş yapacaklarını bağlı oldukları zâbıta dairesine 2-3 gün önceden bildirmeleri gerektiği ifade edilmiştir[112].
Osmanlı Arşivi belgelerinden anlaşılacağı üzere Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu öncesi olduğu gibi sonrasında da Hükümet’in grevlerin meydana gelmemesine karşı askerî tedbirler aldığı ve grev gerçekleştiğinde sorumlularının tahkik ve tedkîk için mahkemelere sevk edildiği görülmektedir. Özellikle arşiv kayıtlarında 1909 Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun sekizinci maddesinde hükme bağlanan “tehditlerle, cebr ve şiddet kullanılmasıyla greve sebebiyet verenler”in varlığından sıkça bahsedilmiştir. Kanunda bu tarz eylemde bulananlara 1 aydan 1 seneye kadar hapis ve 1 liradan 50 liraya kadar nakdi ceza verilmesi hükme bağlanmış idi.
Bu kapsamda Ocak 1909’da Hamurkâr Cemiyeti adıyla kurulan bir cemiyet mensupları tarafından İstanbul Beyoğlu ve Tatavla’da (Şişli) tek tek dolaşılarak fırınlarda çalışan hamur işçilerinin işi bırakmaya teşvik edildikleri, faaliyetin icbâr derecesine vardığı ve bu duruma Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu gereğince müdahale edilmesi gerektiği 18 Ocak 1909 tarihinde Şehremâneti tarafından Dâhiliye Nezâreti’ne bildirilmiştir. Nezâret, 19 Ocak tarihinde Zabtiye Nezâretine durumu bildirerek gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir[113].
Eylül 1910’da Aydın şimendifer işçilerinin işlerini terk ettikleri şirket yönetiminden gerekli tedbirlerin alınması ricasıyla ilgili mercilere bildirilmiştir. Sadaret bu duruma el koyarak grevin yerel halka zarar vereceği ve devlet itibarına halel getireceği düşüncesiyle ve olayın tahkiki ve tedkîki gayesiyle işçi ve memurlardan greve tahrik eden kişilerin cezalandırılmaları için mahkemeye sevk edilmeleri emredilmiştir. Bölgedeki otoriteyi sağlamlaştırmak amacıyla askerî kuvvetlerin artırılması için Harbiye Nezâreti’ne de 28 Eylül 1910 tarihinde bir yazı yazılmıştır[114].
Sonuç
Osmanlı çalışma hayatının değişime uğradığı 19. yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başları, bu alanda birçok yeni gelişmeye sahne olmuştur. İş hayatının en önemli parçalarından olan işçilerin haklarının geliştirilmesini istemesi, grev ve sendikal talepleri, işverenlerle olan tartışmaları, Osmanlı Devleti’nin çözmesi gereken bir mesele olmuştur. Nitekim zaman zaman işçilerin iş bırakma hatta ayaklanmaya yönelen eylemlerine kalıcı bir çözüm arayan hükümet, meseleyi hukuki bir zeminde çözmek için çalışmalara başlamıştır. Üstelik işverenlerin birçoğunun yabancı olması, konuyu dış politika bağlamında da etkilemiş ve devleti zor duruma düşürecek gelişmelere kapı aralamıştır. Tüm bu etkenler dikkate alınarak uzun süredir devam eden işçilerin hak arayışlarına karşı 1909 yılında Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu çıkartılmıştır.
13 maddelik bu kanunla işçi ve işverenin hakları, sorumlulukları ve görev sınırları belirtmiş, ihtilaflı durumların oluşması durumunda hukuki çözüm yolları da saptanmıştır. Böylece işçilerin haklarını, gayr-ı meşru bir şekil yerine hukuki bir zeminde aramasının sağlanması ve devletin işçilerin ve işverenlerin sorunlarıyla ciddi anlamda ilgilendiğinin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu’nun yayımlanması işçilere yasal grev hakkını teslim etmişse de kanunun yürürlüğünü müteakiben, sayıları azalmakla beraber, çok sayıda grevin Hükümet tarafından zorla bastırıldığı dikkat çekmektedir. Haddizatında bazı meslek kuruluşların, durumu istismar eden bu şekil girişimlerde bulunduğu görülmüştür. Kanunda belirtilen usul ve esaslara riayet edilmeyen grevlere karşı hükümetin eskiden olduğu gibi askeri tedbirler aldığı da bir gerçektir. Buna göre işçilere grev hakkının kanuni sınırlarda yapılma hakkının verilmesi ile birlikte devletin herhangi bir olumsuz gelişme ve gösteriye karşı asayiş ve güvenliği elden bırakmadığı takip edilmektedir.
Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu, hem İş Hukuku tarihi, hem de Türk Hukuk Tarihi için bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. İş Hukuku’nun dünya genelinde tarihi seyrine temas eden eserlerde yeterli iltifatı görmese de Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu, ülkemiz sınırlarının ötesinde bir vesika olarak algılanmalıdır. Ayrıca kanunun, Türk Hukuk Tarihi’nde katedilen merhaleler hususunda da önemli bir kilometre taşı olduğu kanaatini edinmekteyiz. Bununla beraber İslam hukukunun yürürlükte olduğu bir devlette halen üzerinde -yukarıda değindiğimiz- tartışmaların sürdüğü grev kavramının yasal zemine yerleşmesine imkan tanıması hasebiyle kanunun ayrı bir değeri bulunmaktadır. Greve hem ülkenin, hem de mevcut hukuki düzenin şartları altında meşruiyet kazandırılması sürecinde tam olarak nasıl bir tartışma atmosferi hissedildiğini tespit etmek mümkün görünmemektedir. Ancak belli ki dünyada yaşanan baş döndürücü gelişmeler ve işçi hareketlerinin harareti, sosyalist düşüncenin yükselişe geçmesi, yönetimi, işin felsefi , sosyal ve hukuki arka planına dair çok da hazırlık yapma fırsatı olmadan bir düzenlemeye gitmek mecburiyetinde bıraktığı izlenimi vermektedir. Anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı Devleti, tüm dünyayı saran işçi hareketlerini görmezden gelmenin bir fayda sağlamayacağını, istismara açık ve kamu düzeninin bozulması için fırsat görülebilecek sendika, grev gibi temel kavramları iş işten geçmeden evvel zaptu rapt altına almış ve bu kanunla sınırlarını çerçevelemiştir.
EKLER