Ülkelerin çıkarları ve bu çıkarlarıyla ilgili hedefleri, onların diğer ülkelerle ilişkilerinde, özel birtakım politikaların geliştirilmesini gerekli kılar. Politikalar, bir ülkenin ulusal çıkarlarına ve içinde bulunduğu uluslararası ortama göre oluşturulur ve bu çerçevede yürütülür. Öyle ki, her politikanın bir doğuş sebebi, bir yaşam süresi, bir de sonu olduğu söylenebilir.Tarihçinin başlıca görevlerinden birisi de, belirli bir politikanın neden ve niçin doğduğunu tesbit etmek ve bu politika terk edilinceye, ya da başka bir politikaya dönüşünceye kadar gelişmesini takip etmektir. Bu görüşten hareketle, çalışmamızda belirlenen temel hedef, İngiltere'nin Türk Boğazlarına yönelik politikalarının, doğuşundan son bulduğu noktaya kadar geçen süredeki gelişmesini, -ki bu bütün bir ondokuzuncu yüzyılı ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğini kapsamaktadır- belirli etkenler ve değişkenler çerçevesinde incelemektir. Başka bir ifadeyle, çalışmanın amacı, bu stratejik su yollarına yönelik İngiliz tutumunun zamanın akışı içinde ‘nasıl’ ve ‘niçin’ değiştiği, bölgesel ve küresel gelişmelerin İngiliz politikalarını nasıl etkilediği konusunu analiz etmektir. Bu amaçla bağlantılı olarak, incelenen dönemin belli tarihsel gerçekleri ve olayları, Boğazlara yönelik İngiliz politikalarına muhtemel etkileri yönünden incelenecek ve kısaca özellenmeye çalışılacaktır.
Esas itibariyle İngiltere'nin Boğazlara yönelik politikaları çok özel bir takım gelişmeler sonucu vücuda gelmiş, zaman içinde farklı uygulamaları oldu ise de, temel mantığını uzun süre muhafaza edebilmiş; bu sayede de İngiltere’nin siyasi ve askeri çıkarlarının korunmasında stratejik bir öneme sahip olmuştur. Bu durum 1915 yılına kadar sürmüş ve bu yılda imzalanan İstanbul Antlaşması, İngiltere'nin Türk Boğazları ile ilgili olarak oluşturduğu ve 19. yüzyıl boyunca sürdürdüğü politikanın da sonunu belirlemiştir.
Konunun gelişme sürecine girmeden, öncelikli olarak, İngiltere’nin Boğazlara yönelik politikalarının oluşma nedenlerini irdelemekte fayda vardır. Bir nokta önemle vurgulanmalıdır ki, İngiltere ve Boğazlar politikası denilince, Osmanlı İmparatorluğunun onsekizinci yüzyılın sonu ve ondokuzuncu yüzyılın başındaki durumu ve konumu ile Rusya ve Hindistan faktörlerini bir arada düşünmek gerekir. Bunlar arasında belirli iç bağlantılar bulunmaktadır ve İngiliz çıkarlarını derinden etkilemiştir.
Aslında, 18. yüzyılın sonlarına kadar Türk Boğazları, İngiltere’nin dış politika hedeflerine yönelik çalışmaları içinde önemli bir yer tutmaz. Büyük Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu ilişkileri göz önüne alındığında, Türk Boğazları ile ilgili politikalar 19. yüzyıl ile birlikte başlamıştır denilebilir. Özellikle, iki önemli gelişme, gelecekte İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu'na ve Boğazlara yönelik politikalarına etkileri bakımından, temel unsurları oluşturmuşlardır. Bunlardan birincisi, ‘Yedi Yıl’ sa١aşlarımn sonunda imzalanan Paris Antlaşması’dır.(1763) [1] Bundan sonra İngiltere, sahip olduğu kazançlarla, en büyük deniz gücü ve Koloni İmparatorluğu olarak, 1870’lere değin varlığını sürdürecektir. Diğer kazançlarla birlikte, bu Anlaşma ile, Hindistan’ın hâkimiyeti de, Fransa’dan İngiltere’ye geçmiş ve Fransa, Hindistan’ın yerel yönetimleri ile ilgili bütün taleplerinden vaz geçmiştir. Bunu takip eden, bütün 19. yüzyıl boyunca Hindistan'ın güvenliği ve gerektiğinde müdafaası İngiliz dış politikasının en temel prensiplerinden birini oluşturmuştur. Bu nokta biraz daha ileri götürülerek denilebilir ki, geleneksel İngiliz stratejisi, Hindistan'a uzanan deniz ve kara yollarının güvenliği üzerine kurulmuştur[2]. Bu ise İngiltere için Akdeniz boyunca uzanan, Süveyş'i geçerek bir kara bağlantısıyla Hindistan'a ulaşan; aynı zamanda, Suriye ve Mezopotamya yolu ile İran Körfezi'ne ve oradan da Hindistan'a giden büyük bağlantı yollarının güvenliğini sağlamak anlamına gelmiştir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nun önemi, bu noktada kendini göstermektedir; çünkü bilindiği gibi, bu yolların büyük bir kısmı Osmanlı topraklarında ve onun hâkimiyet alanında bulunmaktadır. Bu nedenledir ki, İngiltere'nin Türk Boğazlan ve dolayısıyla Osmanlı ile ilgilenmeye başlaması, temelde Hindistan'a yönelik kaygıları nedeniyle ortaya çıkmıştır.
İngiltere’nin Boğazlar politikasını oluşturacak ikinci önemli gelişme, Rusya’nın önce Karadeniz’de daha sonra da Akdeniz’de, giderek artan bir tehdit haline gelmesidir. Bu bağlamda, Rusya faktörünü de incelemekte fayda vardır. Aslında İngiltere ve Boğazlar politikası denilince, Rusya'yı en belirleyici etken olarak ortaya koymak gerekir. İlginçtir, Rusya ve İngiltere sınırdaş ülkeler olmadıkları halde, bütün 19.yüzyıl boyunca her ikisi de bir diğerini, kendi varlığına yönelik gerçek bir tehlike olarak algılamışlardır. Bu durum belki biraz İngiltere'nin Hindistan ile ilgili kaygıları; biraz Rusya'nın yüzyıllar boyunca sürdürdüğü yayılmacı politikaları; belki de en çok, Rusya'nın coğrafi konumu ile ilgilidir. Rusya diğer Avrupa devletlerinden farklı olarak hem Asya, hem de Avrupa kıtasında topraklara sahiptir; bu anlamda Rusya için bir Avrasya imparatorluğu tanımını kullanmak çok da yanlış olmayacaktır. Bu özelliğinden dolayı Rusya, merkezi konumunu kaybetmeden her yöne doğru yayılma hareketleri sürdürebilen tek ülke olmuştur[3]. Rusya'nın sahip olduğu alternatif yayılma imkânları, sonuçta dönüp dolaşıp İngiltere'nin denizlerdeki, özellikle Akdeniz'deki varlığına; Hindistan'a ulaşan kara ve deniz yollarındaki en temel çıkarlarına[4] ve giderek bizzat Hindistan'ın kendisine karşı bir tehdit oluşturmuştur.
İşte İngiltere'nin bu en temel çıkarlarına yönelik tehlikeler ve Rusya ilişkisi içinde, Türk Boğazları'nın stratejik bağlamdaki konumu oldukça önemlidir. Genel itibariyle Türk Boğazları'nın her dönemde varlığını hissettiren iki temel rolü bulunmaktadır: Çanakkale ve İstanbul Boğazlan bir yandan Karadeniz ve Akdeniz arasındaki iletişimi sağlayan önemli, hatta tek su yohı olma özelliklerini korurken, öte yandan da, karadan karaya geçişi kolay- laşüran bağlantı yolları olarak hizmet vermişlerdir. Fakat, bu ikisinden daha da önemli bir stratejik özellik vardır ki, bu nokta İngiltere'yi çok yakından ilgilendirmektedir: Tarih boyunca Boğazlar konumları itibariyle, bu bölgeyi kontrol edebilen ve bu bölgede yoğunlaşabilen bir güç merkezine, Karadeniz'i, Akdeniz'i, Anadolu yaylalarını ve Balkanların büyük bir kısmını kontrol edebilme imkânına sahip olabilecek bir siyasi gücü de sağlamıştır[5]. Bu nedenle, özellikle, Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflamaya başladığı dönemlerde Boğazlar daha da bir değer kazanmıştır[6]. Osmanlı'nın varlığı ile birlikte. Boğazların korunması ve olası tehlikelere karşı müdafası, hem İngiltere'nin Hindistan'a yönelik kaygılarım bertaraf edebilecek bir önlem olarak, hem de Avrupa Güç Dengesinin devamım sağlayacak temel unsurlardan biri olarak görülmüştür. Bu çerçevede. Boğazların, İngiliz çıkarlarının korunmasına pek çok şekilde katkıda bulunduğu söylenebilir. Çimdi değişik dönemler dikkate alınarak bu durumun nasıl gerçekleştiğini inceleyelim.
1870'LERE DOĞRU İNGİLİZ BOĞAZLAR POLII İKASININ GELİŞİMİ
İngiltere'nin Türk Boğazlarıyla ilgilenmeye başlaması 19. yüzyılın başlarına rastlar. Bu döneme kadar Osmanlı karşısında ilerleyen Rusya, özellikle 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla[7] Karadeniz'deki varlığını bir dönüm noktasına getirmiştir. Bu tarihten sonra, özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren Rusya, Karadeniz Filosunu oluşturmaya ve Türk Boğazlarım zorlamaya başlamıştır. Türk Boğazlarındaki muhtemel bir Rus varlığı, ya da Rus savaş gemilerinin Boğazlardan geçerek Akdeniz'e açılması, elbette ki İngiltere İçin kabul edilebilir bir durum değildir. Tehlike görünüşte Osmanlı İmparatorlugu'na yöneliktir; fakat esas itibariyle bu durum Akdeniz'deki güç dengesini ve İngiltere'nin Hindistan'a yönelik en temel çıkarlarını etkileyebilecek niteliktedir.
Bu nedenlerden dolayı, 1870'lere kadar İngiliz stratejisinin yoğunluk alanı Akdeniz'dir. Bu dönemde Akdeniz'deki güç dengesinin korunması ve bu dengeyi bozabilecek dolayısıyla, İngiliz güvenliğini tehlikeye sokabilecek herhangi bir unsurun engellenmesi önemli olmuştur, öncelikle Rusya sözkonusu olduğunda, İngiliz stratejistleri, Hindistan’ın savunmasının Türk Boğazlarında ve Osmanlı İmparatorluğunun kuzey sınırlarında başladığını varsaymışlardır. Daha genel bir ifadeyle, İngilizler için Asya’daki Türk İmparatorluğu, İngiliz Hindistan’ın ilk savunma hattını oluşturuyordu. Bunun devam ettirilmesi gereği, İngiltere’yi Kırım Savaşı’na sürükleyen sebeplerden belki de en önemlisidir. Bu nedenle bu yıllarda, Rusya'nın Boğazlarda durdurulmasını sağlayacak ve Akdeniz'e inmesini engelleyecek politikalar üretilmiştir.
İşte bu amacın mümkün olabilmesi için, iki önemli şartın gerçekleşmesi gerekmiştir: Bunlardan birincisi, Boğazların kontrolünde dost bir ülkenin varlığı; İkincisi ise, Boğazların gerçekten bir ‘bariyer’ olma özelliğini kazanabilmesidir. Fakat, her iki şartın da gerçekleşmesinde çok ciddi bir engel bulunmaktadır ki, o da giderek Osmanlı'nın daha güçsüz bir hale gelmesi ve varlığının herkes tarafından tartışılır olmasıdır. Bu durumun doğurabileceği sonuçlar, Osmanlı'nın daha hızlı bir biçimde parçalanması ve dolayısıyla, Boğazların kontrolünün bir başka devletin eline geçmesidir. Oysa ki İngiltere bu dönemde, Akdeniz’deki güç dengesini bozabilecek, yeni bir güç odağı istememektedir. O halde yapabileceği bir tek şey vardır: mümkün olduğunca Osmanlı'nın devamını desteklemek. Bu, İngiltere'nin Türk Boğazları ile ilgili politikalarının en temel prensiplerinden birisini oluşturmuştur, ki o da, ‘Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunması ve varlığının devamı’ prensibidir[8]. Sözü edilen prensip elbette ki her zaman tam olarak uygulamaya konulamamıştır; fakat Osmanlı'nın parçalanmasını bir süre daha geciktirmiş, İngiltere'ye Osmanlı'nın koruyucusu rolünü yüklemiş, bir dönem, geleneksel Türk-İngiliz dostluğu denilen bir olayın da temelini oluşturmuştur.
Osmanlı'nın gitgide zayıflayan durumu ve Rusya'nın artan hevesleri dü- şünüldüğünde, bu prensibin varlığı ve İngiltere tarafından savunulması önemlidir; fakat Rusya gibi bir ülkenin Akdeniz'de durdurulması İçin yeterli değildir. Bu nedenle İngiltere, Osmanlı'nın ancak güçlü olduğu dönemlerde uygulayabildiği Boğazların Kapalılığı[9] kuralım sadece savaş gemileri İçin ge
çerli olmak üzere, yeniden gündeme getirmeye çalışmıştır. İngiltere'nin bu dönemdeki en büyük hedefi, bu eski Osmanlı kuralını, bütün devletler İçin geçerli olacak uluslararası bir yaptırım gücü haline getirebilmek; ayni zamanda da, Türk Boğazlan üzerinde, gerektiğinde Rusya'ya karşı kullanılabilecek uluslararası bir dengeyi oluşturabilmektir. Bu ise ancak ve ancak, Avrupa Büyük Devletleri arasında bir ahengin ve görüş birliğinin oluşması ile mümkün olabilirdi. Gerçekten de, 1841 Londra Boğazlar Konvansiyonu'na[10] kadar İngiltere’nin bütün girişimleri bu yöndedir. Lord Palmerston'un[11] çabalarıyla İngiliz diplomasisi bu dönemde önemli bir başarı kazanmıştır. Barışçı yollar kullanılarak. Boğazlar meselesi, bir Rus-İngiliz ve Rus-Osmanlı sürtüşmesi olmaktan çıkarılıp, uluslararası bir sorun haline getirilmiş ve bu şekilde Boğazlar üzerinde kurulan uluslararası denge sayesinde: hem Osmanlı Sultanı'nın otoritesi desteklenmiş, hem de, Rusya'nın istediği zaman tek başına hareket etmesi engellenmiştir.
Sonuç itibariyle, 1841 Anlaşması ile uluslararası bir nitelik kazanan Boğazların savaş gemilerine kapalılığı kuralı, Osmanlı'nın Avrupa'daki topraklarını. Boğazları ve İstanbul'u olası bir Rus saldırısından korumayı mümkün kılmış ve aynı zamanda da Rusya'nın Karadeniz Filosu'nu Akdeniz dışında tutarak, İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan imparatorluk yollarında, güvenliği sağlamıştır.
Fakat tabii ki bu, zaman içinde İngiltere için yeterli olmamıştır. Anlaşılmıştır ki, önemli olan tehdidi oluşturan sebebi yok etmektir; bu sebep, Rusya'nın Karadeniz Filosu'dur. Bu nedenle, Kırım Savaşı sırasındaki savaş hedeflerinde[12] ve daha sonra imzalanan 1856 Paris Anlaşması'nda[13]İngiltere, Rusya’nın Karadeniz'deki deniz gücünü ve askeri varlığını yok etmeye ve dolayısıyla, Boğazların kapalılığı kuralını güçlendirmeye çalışmıştır.
1870'lere uzanan dönem içinde, İngiltere'nin Boğazlar, Rusya ve Hindistan bağlamı içinde oluşturduğu politikaların iki temel varsayımı, dolayısıyla yanılgısı olmuştur. Birinci olarak söylenebilir ki, İngiltere Boğazların kapalılığı kuralını uluslararası bir anlaşmayla sabitleştirmeye çalışırken, bunu ilk kabul eden ülke olmuş; fakat, Osmanlı-İngiliz dostluğunun daima devam edeceğini varsaydığı için, bu kuralın kendisi için bir engel teşkil edebileceği durumları düşünmemiştir. İkinci olarak İngiltere, Boğazlardan geçmesini gerektirecek durumların, sadece Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile savaş halinde iken doğabileceğini varsaymış, bunun tersi durumları düşünmemiştir. Dahası, bu dönemde İngiltere, Rusya’yı Karadeniz’de durdurarak ve Rus deniz gücünün gelişmesini büyük ölçüde sekteye uğratarak, Akdeniz’deki dengeyi koruyabileceğini ve Hindistan’a giden yollardaki çıkarlarıyla birlikte Hindistan’ı da güvenceye alabileceğini düşünmüştür. Oysa ki, bu durum, yayılma hevesleri içinde olan Rusya’yı başka yollar aramaya sevk etmiştir: Bu dönemde güneye doğru yayılması engellenen Rusya, bütün ilgisini ve girişimlerini, vargücüyle doğuya, Orta Asya’daki topraklara kaydırmıştır. Sonuç itibariyle bu, İngiltere’nin hiç beklemediği bir olasılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur: Daha önce Hindistan’ın stratejik sınırlarına yönelik Rus tehlikesi dolaylı iken, biraz daha doğrudan bir konuma yükselmiştir, şimdi artık tehlike karada, İngiltere’nin zayıf olduğu bir alanda kendini göstermektedir. Bütün bunlarla bağlantılı olan sonraki gelişmeler, İngiltere’nin belirli noktalarda yanıldığını; varsayımlarının ve stratejik hedeflerinin hatalı yönlerini gösterecektir.
1900'LERE DOĞRU İNGİLİZ BOĞAZLAR POLİTİKASI
1900’e uzanan dönemde, önemli bir takım uluslararası, bölgesel ve stratejik gelişmeler, İngiliz politikalarını büyük ölçüde etkilemiştir. Ortaya çıkakları zamanda bu gelişmeler, İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'na ve Boğazlara yönelik politikalarının temel prensiplerinde önemli değişiklikleri, ya da yeniden farklı bir yorumla ele alınmasını zorunlu kılmış, olaylarla bağlantılı olarak da Boğazların öneminde göreceli bir azalmaya sebep olmuştur. Denilebilir ki, bu dönemde, İngiliz stratejik odaklarında önemli bir kayma olmuştur.
Bu yıllarda İngiliz stratejisinin ilgi alanı doğu Akdeniz'de, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğudaki topraklarında ve doğrudan İran'a yönelebilecek tehlikeler üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Anadolu'nun doğu vilayetlerindeki Rus fetihleri, birçok yönden İngiltere'ye tehlike sinyalleri vermiştir. Osmanlı’nın Avrupa toprakları üzerindeki Rus tehdidi, İngiliz çıkarları için uzak ve dolaylı bir tehlike iken, Rusya’nın Kars ve Ardahan’daki fetihleri Suriye ve Mezopotamya üzerinde olası bir Rus tehdidini gündeme getirmiştir. Bu ülkenin Türk Boğazlarını kullanarak değil de, daha doğudan, Osmanlı’nın Doğu Anadolu'daki topraklarını kullanarak İran'a ve oradan da daha güneye, İran Körfezi’ne ilerlemek isteyişi; yeni bir stratejik gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan Ruslar aynı yolu kullanarak, fakat bu sefer Suriye üzerinden Süveyş Kanalı’nı da tehdit edebilirlerdi. Özellikle stratejik bir hedef olarak, Bağdat’tan geçerek Bombay’a uzanan yolun Rusya’nın kontrolüne geçmesi halinde, İngiltere’nin Hindistan ticareti ve Hindistan’daki güvenliği ciddi bir tehlike ile karşılaşabilirdi.
Bu sırada, İmparatorluğun merkezi durumundaki İstanbul’un Rusya tarafından işgal tehdidi ile karşı karşıya bulunması da İngiltere tarafından, bu dolaylı tehlikelerin oluşumunu çabuklaştırabilecek bir unsur olarak algılandı. Bu nedenledir ki, İstanbul’a yönelik olası bir Rus saldırısını engellemek ve Rusya karşısında caydırıcı bir güç oluşturmak için, dönemin başbakanı Disraeli, Kabinenin de onayını alarak, Akdeniz’de bulunan İngiliz Deniz Filosu’nun bir bölümünü Çanakkale Boğazı’ndan geçirmek suretiyle İstanbul önlerine kadar gönderdi (18 Şubat 1878). Bu Osmanlı Sultanı’nın onayı alınmadan gerçekleşen tek taraflı bir girişimdi, dolayısıyla bu hareket Osmanlılar tarafından ağır bir protesto ile karşılandı.
Bu dönemde uluslararası ilişkiler yönünden ve konumuzla ilgili olarak önemli bir gelişme, giderek bozulan Osmanlı İngiliz dostluğudur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Her ne kadar teorik olarak, İngiltere "Osmanlı İmparatorluğu'nun bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün korunması" prensibini savunuyorsa da, Avrupa'daki gelişmelerden bir süre için kendisini uzak tuttuğu ve ülke içinde Osmanlılar aleyhine gelişen karşı eğilimler olduğu için, pratikte bu pozisyonu uzun süre sürdürmesi oldukça güçtür. Bunun dışında, özellikle Avrupa kıtasındaki yeni gelişmeler[14]٠. Balkan uluslarının giderek artan hırsları ve dolayısıyla Osmanlı'ya yönelen toprak talepleri, bu prensibin İngiltere tarafından korunmasını biraz daha zorlaştırmıştır. Bu nedenlerden dolayıdır ki, bu dönemde, sözü edilen prensibin uygulanmasında, Osmanlı toprak bütünlüğü iki farklı alana bölünmüş ve Asya'daki Osmanlı toprakları; Balkanlardaki Osmanlı memleketleri şeklinde ifadesini bulan yeni bir yoruma gidilmiştir. Bir mukayese yapıldığında, Asya'daki Osmanlı topraklarının durumu daha farklıdır ve Balkanlardakinden daha önemlidir İngiltere için[15]. Bu nedenle, Asya'da geriye kalan toprakları korumak için Balkanlar'daki kayıplara göz yumulmuş, hatta bizzat onaylanmıştır[16]. Sonuç itibariyle bu durum, Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin bir derece daha bozulmasına neden olmuştur. Fakat bütün bunların içinde Osmanlı için en can alıcı noktayı, düşmanlarından daha çok, geleneksel dostluğun olduğu, ya da dost namzedi bir ülkeye verdiği toprak kayıpları oluşturmuştur. Öncelikle 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında İngiltere yardımları karşılığında Kıbrıs'ı ve daha sonra da 1882 yılında Mısır'ı işgal etmiştir. Bu iki işgal, gerçekten de İngiltere için çok büyük bir kazanç olmuştur. Boğazlar yerine, Kıbrıs, Mısır ve 1869 yılında açılan Süveyş kanalı, Akdeniz'e çıkabilecek Rus filosunun kontrolunda kullanılacak yeni alternatifler olarak belirerek, İngiliz stratejisinin odak noktalarının bu alanlara yönelmesini sağlamıştır. Bundan da öte, bu durum Akdeniz'deki güç dengesini İngiltere lehine bozarak, hem Hindistan'a uzanan deniz yollarındaki güvenliği daha belirgin bir hale getirmiş, hem de bu ülkeyi Doğu Akdeniz'in hâkimi kılmıştır[17].
Bütün bunlar önemli kazançlardır, fakat kayıpları da beraberinde getirmiştir. Kaybedilen Osmanlı dostluğudur; Sultan'ın güveninin yitirilmesiyle birlikte İngiltere, Asya'daki İmparatorluğu'nu tehlikeye sokmuştur. Çünkü Osmanlı Devleti, bu gelişmeler sonunda Çanakkale Boğazı'nın girişini, herhangi bir İngiliz hareketi ihtimaline karşı güçlendirecektir. Orta Asya'da yaşanan kriz sırasında bu gelişme ve buna ek olarak oluşan bağlaşık sistemi İngiliz stratejisini oldukça zor bir durumda bırakmıştır.
Bilindiği gibi, bu zamana kadar Boğazlar, daha çok Karadeniz'den çıkışı sağlayan noktalar olarak önem taşıdıkları ve Rus ilerlemelerini engelleyebilecek faktörler olarak görüldükleri için, Boğazların Kapalılığı kuralı İngiltere tarafından şiddetle savunulmuştur. Çok doğal olarak bu İngiltere'nin avantajınadır. Fakat daha sonraki, özellikle Orta Asya’daki önemli bir takım gelişmeler, bu durumu tersine çevirerek, bu defa Boğazları Karadeniz'e bir giriş olarak gündeme getirmiş ve bu konudaki İngiliz politikalarım büyük ölçüde etkilemiştir.
Gerçekten de 1830'lardan itibaren Türkistan üzerindeki Rus ilerlemeleri, bu ülkeyi çoktan İran sınırlarına getirmişti, özellikle 1870'lerden sonra, Hindistan'ın stratejik sınırları (İran, Afganistan, dalla sonraki yıllarda Tibet) üzerindeki Rus zorlamaları, Rusya ile Asya topraklarında, olası bir çatışma tehlikesini ortaya çıkarmıştı[18]. Böylesi bir olasılık kar ısında, gerçekten güç bir durumda kalabilecek tek ülke vardı, o da İngiltere’ydi. Bilindiği gibi. Kolonyal bir imparatorluk ve ayni zamanda da ada devleti olmanın gereği olarak, İngiltere denizlerde güçlüdür ve bütün savunma stratejisini bu alanda yoğunlaştırmıştır. Halbuki, Asya'da yeni yeni oluşmaya başlayan Rus tehlikesi, ihtiyaç halinde, bu ülke ile karada da rekabet edebilme zorunluluğunu doğurmuştu. Fakat karada Rusya'nın güçlü ordularına kar 1, İngiltere'nin Hindistan'daki mevcut potansiyeli, böylesi bir güçle baş edebilecek şekilde organize edilmemişti[19] . Bu dönemde hazırlanan askeri raporlarda, İngiltere'nin Rusya'ya karşı başarılı olabileceği tek yerin Karadeniz olduğu belirlenmiştir[20].
İşte Orta Asya'daki bu gelişmelerle daha önce hiç öngörülmeyen bir durum kendini gösterir olmuş ve bu Palmerston'un üzerinde önemle durduğu Boğazların savaş gemilerine kapalılığı prensibini altüst etmiştir. Hindistan'ın stratejik sınırlarındaki mevcut zorlamalar ve Hindistan'a yönelen tehlikeler,olası bir kriz durumunda, Boğazlar yolu ile Rusya'nın Karadeniz'de sıkıştırılmasını zorunlu kılıyordu. Fakat, Osmanlı Devleti Rusya ile barış halindeyken ve Osmanlı'nın desteği ve izni olmadan bu olayı gerçekleştirmek oldukça zor görünüyordu. Bu nedenledir ki, Palmerston'dan farklı olarak, bu döneme imzasını atan, Lord Salisbury[21], bütün ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş hakkının olması gerektiğini savunmaya başlamıştır. Fakat hem Osmanlı Devleti'nden, hem de diğer Avrupa devletlerinden destek alamadığı için, Berlin Kongresi sırasında Salisbury, ،İngiltere açısından Boğazların kapalılığı prensibinin, artık bağlayıcı olarak görülmediği ve bunun, olası bir kriz esnasında Osmanlı Sultanı'nın kararlarını kendi özgür iradesine göre verip veremeyeceği şartına göre değerlendirileceği‘ yolunda bir beyanatta bulunmuştur[22]. Aslında bu sözler, bundan sonra İngiltere'nin yorumlarında serbest olacağı ve gerektiğinde tek taraflı kararlar alabileceği anlamını taşıyordu. Gerçekten ilginçtir, bu dönemde İngiltere legal ya da illegal olsun, gerekli gördüğü zaman Türk Boğazlarından geçebilmenin yollarını aramıştır. Fakat İngiltere’nin bu çabaları sonuçsuz kalmış, 1878-1896 yılları arasında ortaya çıkan önemli uluslararası ve stratejik gelişmeler, İngiliz Donanmasının Karadeniz'e girmesini engellediği gibi, Türk Boğazlarındaki geleneksel hareket serbestisini de büsbütün yok etmiştir. Boğazların Kapalılığı prensibi bu kez, kendi aleyhine işlemiştir.
Özellikle, Rusya'nın diğer iki Büyük Avrupa Devleti Avusturya-Macaristan ve Almanya ile yapmış olduğu 1881 Antlaşması[23]. Boğazların kapalılığı kuralını İngiltere aleyhine güçlendirmiş ve ilk defa olarak, bu ülkenin Boğazlardaki hareket serbestisini büyük ölçüde kısıtlamıştır. Bu nedenledir ki, 1885 Penjdeh krizi esnasında çok gerekli olduğu halde, İngiltere Boğazlardan Karadeniz'e geçerek Rusya'yı tehdit etmeye cesaret edememiştir[24]. İlk olarak burada ortaya çıkan ve İngiltere'nin Türk Boğazları'ndaki hareket serbestisini sınırlayan bu gelişmeye karşı İngiltere ilgisiz kalmamıştır ve bundan kurtulmanın yollarını aramıştır.
Pendjeh krizi sırasında Üçlü Bağlaşık sistemiyle (1881) İngiltere’ye karşı başarı kazanan Rusya, Doğu Rumeli Krizi sırasında rövanşı İngiltere’ye kaptıracaktır[25]. Bu kriz sırasında Salisbury çok başarılı bir diplomatik manevra ile, Avusturya-Macaristan’ın Rusya’ya karşı (Balkanlar'da güç kazanma girişimlerinden dolayı) duyduğu güvensizliği ve doğal düşmanlığı iyi kullanarak, bu ülkeyi, Rusya ile oluşturduğu bağlaşıktan koparmıştır. Bu dönemde İtalya’nın da katılımıyla Mart 1887’de Akdeniz Anlaşmalarının ilki oluşur. İkincisi ise 12-16 Aralık 1887’de Bulgaristan Krizi’nin en yoğun bir biçimde yaşandığı bir noktada gerçekleşir[26]. Bu anlaşmaların amacı, Rusya’nın Bulgaristan’ı işgal etmesini önlemek, Akdeniz ve Karadeniz’deki statükonun korunmasına yardımcı olmaktı. Anlaşmaya katılan ülkeler, Yakın Doğu’daki illegal bir harekete karşı ortaklaşa hareket etmeyi öngörüyorlardı, doğal olarak bu İstanbul’un Rusya’ya karşı korunmasını da kapsıyordu. Buraya kadar problemli bir nokta bulunmamaktadır. Fakat Anlaşmanın Özellikle VIII. maddesi, gerektiğinde İngiltere’nin Osmanlı topraklarında ya da hâkimiyet alanını kapsayan bölgelerde, bir takım hareketlere girişmesini kolaylaştırıcı hükümler taşıyordu. Buna göre, Anlaşmayı imzalayan ülkeler kendi güvenlikleri açısından gerekli gördükleri taktirde, geçici olmak kaydıyla, Osmanlı topraklarının istedikleri bölümlerini işgal edebilirlerdi. Başka bir ifadeyle bu, ihtiyaç halinde İngiltere’ye Boğazlardan tek yanlı geçiş hakkı imkânını anlaşmaya katılan diğer devletlerin desteğiyle verebilirdi. Bu bir bakıma, İngiltere için, Üçlü Bağlaşıkla kaybedilen hareket serbestisinin, oluşturulan yeni dengeler sayesinde yeniden kazanımı anlamını taşıyordu. Fakat bu avantaj uzun sürmeyecektir, daha sonra ortaya çıkan yeni bir uluslararası bağlaşık, İngiltere’nin bütün çabalarını boşa çıkaracaktır. Bu durum İngiltere'nin Boğazlardaki özgürlüğünü yok edeceği ve bu yöndeki muhtemel girişimleri engelleyeceği gibi, bunun da ötesinde, İngiltere'nin Osmanlı ile ilişkilerinde üstlendiği geleneksel koruyuculuk rolünü de büsbütün imkânsız kılacaktır.
İngiltere'yi bu sonuca ulaştıran gelişme, çalışmaları daha önce (1891) başlayan ve 1894'de son aşamasına ulaşan, Fransız-Rus Anlaşması'dır. Bu anlaşma aynı zamanda bir bağlaşıktır; çünkü bu, her ikisinin de ortak ya da, ayrı ayrı çıkarlarına yönelebilecek tehlikelere karşı birlikte hareket etmesini taahhüt eden, askeri bir konvansiyonu da içermiştir. Her ne kadar hedefi Almanya’nın olası bir saldırısına yönelik idiyse de, bu İngiliz donanmasının hareketlerini kısıtlayıcı bir unsur da oluşturmuştur. Bu durum İngiltere'nin Akdeniz'deki konumunu zayıflattığı gibi, gelecekteki bir Rus saldırısına karşı İstanbul'un ve Boğazların savunulup savunulamayacağı sorusunu da gündeme getirmiştir. Bu konu ile ilgili, olumsuz yönde başka gelişmeler de ortaya çıkmıştır. Daha önce İngiliz Deniz Kuvvetleri ve Askeri İstihbarat Servisleri'nin hazırlamış olduğu bir rapora göre (18 Mart 1892) [27], Karadeniz'deki Rus Filosunun gücü ve kalitesi yükselmiştir. İngiltere, Rusya'nın İstanbul'a ve Boğazlara yönelebilecek bir oldu bitlisine karşı koyabilecek bir destekten yoksundur. Akdeniz'deki konumunu ve filosunu tehlikeye atmadan ve Fransa’nın izni olmadan bir engelleme girişiminde bulunması çok zordur, hatta imkânsızdır. Böyle bir durumda, kuzeyden Rusya'nın Karadeniz Filosu, güneyden de Fransa'nın Akdeniz Filosu tarafından sıkıştırılma tehlikesi vardır. Özede, bu raporla altı önemle çizilen gerçek şudur: İstanbul'un ve Boğazların elden gitmesi kaçınılmazdır, er ya da geç bu yaşanacaktır ve artık İngiltere bunu engelleyebilecek bir konumda değildir. Bu nedenle vakit geçirmeden, İngiltere'nin çıkarlarını koruyacak acil tedbirler alınmalıdır. Bu rapor ve Rus-Fransız Bağlaşığı, İngiltere'nin geneldeki dış politikasını ve özellikle de Osmanlı ve Boğazlar politikasını büyük ölçüde etkileyecektir. Nitekim daha sonra, İngiliz Kabinesi de değişen şartları ve onların getirdiği bir takım gerçekleri kabul ederek (1895), Salisbury'nin Ermeni Krizi sırasında[28], Boğazlara yönelik olarak hazırladığı, bir hareket planını[29] Fransız-Rus Anlaşması'nın doğurabileceği tehlikeler ve sınırlamalar nedeniyle veto etmiştir[30]. Böylelikle, İngiltere'nin herhangi bir politika hedefine yönelik olarak kullandığı Boğazlardaki hareket özgürlüğü'- nün artık mümkün olmadığı, resmi bir kararla ortaya konmuştur.
İngiliz Kabinesi’nin bu kararı, geleneksel İngiliz Boğazlar Politikası'nın en temel prensiplerinin aruk değişeceğinin ve yeni bir döneme girileceğinin ilk habercisi olmuştur.Bu kararın etkisiyle, onu takip eden dönemde başbakan olan Salisbury, İngiltere'nin Boğazlar ve İstanbul üzerindeki geleneksel koruyuculuk rolünü bir kenara bırakarak, Boğazların, Hindistan'ın müdafası için gerekli olmadığı sonucuna varmıştır. Onun düşüncesine göre, ‘Doğu Sorunu ٠ artık İngiltere için çok az bir öneme sahiptir[31]. Değişen şartlar İngiltere için, yeni politikaların üretilmesini gerekli kılmaktadır. Bu nedenle Salisbury diğer İngiliz devlet adamlarından farklı olarak Rusya ile iyi ilişkiler kurmayı isteyecek, İran ve Hindistan'daki sorunların ise görüşmeler yoluyla çözümlenebileceğini düşünecektir. Boğazların stratejik öneminin giderek azalması nedeniyle, bunlarla ilgili spekülasyonlara girmekten de geri kalmayacaktır[32]. Özellikle Rus Çarı ile yaptığı görüşmede, Avusturya, Fransa ve İtalya, Ruslar tarafından İstanbul'un işgalini onaylarlarsa, İngiltere'nin buna karşı çıkmayacağını belirtecek, bunun da ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı zaman Boğazların kontrolünün Rusya'ya verilmesinin oldukça mümkün olduğunu savunacaktır[33]. Her ne kadar Avrupa'daki mevcut dengeler, bu aşamada, böyle bir durumun gerçekleşmesini engelliyor ise de, bu girişim ve sözler teorik bir paylaşımı çağrıştırmakta[34] ve İngiliz politikasındaki önemli bir değişimin de ifadesi olmaktadır. Özellikle Rusya'ya yaptığı etki alanları önerisi, gelecekteki İngiliz stratejisinin ilgi alanlarını belirlemesi açısından önemlidir. Burada Salisbury, Rusların daha çok Karadeniz çevresi ile Bağdat'ın kuzeyindeki Fırat Nehri vadisi ile ilgilendiklerini, İngiltere'nin ise daha çok Türk Afrika'sı, Arabistan ve Bağdat'ın aşağısındaki Fırat Nehri vadisi ile ilgilendiğini ortaya koymuştur[35]. Her ne kadar İstanbul’un durumu ve Boğazlar, netlikle gündeme gelmediyse de, değişen İngiliz politikası ve gelecekteki yansımalarının ilk belirtileri burada kendisini göstermiştir.
20. YÜZYILIN BAŞLARINDA İNGİLİZ BOĞAZLAR POLİTİKASI
1900'lü yıllar, yeni bir yüzyılla birlikte önemli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu değişimler pek çok ülkeyi olduğu gibi, İngiltere'yi de derinden sarsmıştır[36]. Bu dönemde, yeni teknolojilerle desteklenmiş ve giderek artan silahlanma yarışı, Avrupa’yı şiddetle kasıp kavuracak savaş rüzgârlarının yaklaşmakta olduğunun da ilk habercisi olmuş; bunu, özellikle bazı Avrupa devletlerinin deniz güçlerindeki büyük artış izlemiştir[37]. Bütün bunlar İngiltere'nin savunma politikalarını yetersiz kılmış ve hassasiyetini arttırarak; hem Avrupa'da Almanya'ya karşı güç dengesini sürdürmedeki potansiyel rolünü, hem de, -belki de daha önemli olarak-, Rusya'nın tecavüzlerine karşı Hindistan'daki imparatorluğunu koruma imkânlarını büyük ölçüde etkilemiştir. Özellikle daha sonra Avrupa'da ortaya çıkan bloklaşmalar, İngiltere'nin diplomatic savunmasında önemli rolü olan ‘Güç Dengesi’ sisteminin alt üst olmasına yol açmıştır. Bütün bu gelişmeler sonuç itibariyle; hem İngiltere'nin Avrupa'daki konumunu, hem Rusya'ya karşı gelişen geleneksel İngiliz tutumunu, hem de Osmanlı ve Boğazlar üzerindeki politikalarını etkilemiştir. Şimdi bu durumun nasıl geliştiğine bir göz atalım.
1908 Bosna Krizi'ne kadar geçen süre zarfında, Avrupa problemleri İngiliz dış politikasındaki önemini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır. Özellikle Avrupa ‘Güç Dengesi’nin bozulması ve karşı blokların oluşmaya başlaması, İngiliz çıkarlarının ve dış politika hedeflerinin yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmıştır.
Bütün bunlarla birlikte yine de, Hindistan ve ona bağlı olarak gelişen olaylar İngiltere’nin gündemindeki önemini korumaktadır. Bu dönemde İngiliz kabinesinin en önemli imparatorluk problemi, İran'a, İran Körfezi'ne ve Hindistan'ın tampon devletlerine (İran, Afganistan, Tibet) karşı olan engellenemez Rus ilerlemesidir. Karadaki Rus ilerlemesinden başka, gelecekte İran Körfezi'nde ortaya çıkabilecek muhtemel bir Rus deniz gücünün varlığı, İngiliz deniz çıkarları için tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. Bu yüzden, Rusya’nın İran’da giderek artan nüfuzu, İran üzerindeki İngiliz-Rus rekabetini daha da kızıştıracak ve bu durum, İngiltere’yi sorunun daha da büyümeden çözülebilmesi için yeni yollar aramaya sevk edecektir[38].
İşte bütün bu olaylara paralel olarak, Rusya, Hindistan ve Boğazlar bağlantısı bir kere daha gündeme gelmiştir. Salisbury'nin politikalarının bir devamı olarak bu dönemde İngiltere, Orta Asya'daki problemlerin görüşmeler yoluyla çözümlenmesi yöntemini benimser. Fakat Rusya ile yapılacak görüşmeleri istenilen şartlarda sürdürebilmek ve İngiltere'nin çıkarları doğrultusunda yeni düzenlemelere gidebilmek için, Rusya'nın ihtiyacı olan ve İngiltere açısından da eski önemini yitiren bazı çıkarların bu ülkeye sağlanması gerekmektedir. İşte Rusya'ya sağlanması düşünülen çıkarlar, Türk Boğazlarında muhtemel bir rejim değişikliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle Boğazlarda Rusya’ya verilebilecek ödünlerin, Orta Asya'da İngiliz - Rus Anlaşması'na karşılık (quid pro quo) olarak verilebileceği İmparatorluk Sa١٦ınma Komitesi tarafından önerilmiştir. Bu konu ile ilgili olarak hazırlanan raporda (1903), daha da açık bir ifade kullanılarak: ،İstanbul'un ve Boğazların, Rusların ellerinde olmasının, İngiltere'nin Akdeniz'deki stratejik konumunu etkilemeyeceği’ belirtilmiştir[39]. Bütün bunların etkisiyle olsa gerek, 1908'e kadar olan dönemde İngiltere'nin belirgin tutumu, -Rusya'nın Türk Boğazları üzerindeki hassasiyetini bilerek-, Boğazlar üzerindeki muhtemel bir politika değişimini, bu ülke ile arasındaki mevcut problemlerin görüşülmesinde bir araç olarak kullanmak yönünde olmuştur. Bu dönemde Rusya'da İzvoltzky'nin Dışişleri Bakanı olmasıyla vücuda gelen yeni politika hedefleri de, bu türdeki görüşmeler için uygun zemini hazırlayacak niteliktedir. İzvoltsky'nin en önemli hedefi, Avrupa devletleriyle ve özellikle İngiltere ile iyi ilişkiler geliştirmek, görüşmeler yolunu açık tutarak, Boğazlar rejimi üzerinde Rus çıkarlarına uygun bir değişikliği, bu ülkelerin onayı ile gerçekleştirmektir[40].
Bununla birlikte, 1905 Rus-Japon Savaşı'nın sonuna kadar Rusya görüşmeler için hazır olmamıştır. Görüşme noktasına gelinebilmesi için uzak Doğu’da sonu savaşla son bulan bir maceranın yaşanması gerekmiştir. Rusya bu dönemde Uzak Doğu’da da, Mançurya ve Kore’ye doğru genişleme hareketlerine girişecek, bu ise İngiltere’yi çok tedirgin edecektir. Bu nedenledir ki, Uzak Doğu’daki maceranın, Rusya için hüsranla sonuçlanmasında İngiltere’nin de önemli katkıları olacaktır.
Aslında, 1907 yılına kadar geçen dönemde, Asya ve Uzak Doğu’daki rekabet, sadece Rusya ve Britanya arasında değil, aynı zamanda bu bölgede yeni yeni oluşmaya başlayan bir güç, Japonya ve Rusya arasında gerçekleşir. Bu yıllarda, Japon ve Rus çıkarları Kore’de çatışmıştır. Kendisine yakınlığı nedeniyle Kore Yarımadası Japonya için stratejik bir önem taşıyordu[41]. Benzer bir biçimde, Rusya için de Kore, güneye, daha sıcak denizlere bağlantıyı sağlaması ve deniz kuvvetlerinin etkili kullanımı açılarından stratejik bir değer taşıyordu[42]. Kore’de yoğunlaşan Japon-Rus rekabeti, ilginç bir gelişme olarak, düşmanımın düşmanı benim dostumdur mantığı ile, İngiltere ve Japonya’yı bu dönemde birbirine yaklaştırdı. Aslında, geniş açıdan bakıldığında, Japon-Rus rekabeti, İngiltere ve Rusya arasında uzun süreden beri hüküm süren daha büyük bir rekabetin, başka bir açıdan yeniden tezahürüydü. Rusya aleyhine ve onun yayılmasını engellemek amacına yönelik, İngiliz japon Anlaşması 30 Ocak 1902’de imzalandı[43]. Bunun akabinde (8-9 Şubat) Japon Savaş gemilerinin Port Arthur’a sürpriz bir saldırı yapması ile Japon-Rus Savaşı başladı.
Bu savaşın başlaması ile birlikte, Türk Boğazları’nın statükosu ve geçiş düzenlemelerine ilişkin sorunlar yeniden gündeme geldi. İngiltere bu dönemde, Boğazlarda var olan statükonun korunmasının en yılmaz savunucusuydu. Her ne kadar, İmparatorluk Savunma Komitesinin almış olduğu karar, Boğazlardaki statükonun devamının, İngiltere için artık önemli olmadığını belirtse de Uzak Doğu’daki savaş, Boğazların Savaş gemilerinin geçişine kapalı olması kuralını yeniden önemli hale getirmişti. Bu nedenle, bu dönemdeki İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Lansdown, Boğazların kapalılığı kuralını bir Avrupa prensibi gibi görmeye meylederek, ‘Rusya’nın Karadeniz filosunun Boğazlardan geçmesi halinde bunun, Rusya’nın kendileri ve diğer Avrupa devletleri ile girmiş olduğu anlaşmaların ihlali sayılacağını[44] belirtiyor ve daha da önemlisi, ‘bunun Uzak Doğu’da İngiltere’nin bağlaşığı olan devlete saldırı amacıyla gerçekleştirileceği için, İngiltere tarafından müsamaha ile karşılanamayacağını[45] önemle vurguluyordu. Bu nedenledir ki, başbakan Balfour ve Lord Lansdowne, Rusya’nın Bal tik Filosunun, Sari Deniz'e doğru yolculuğunda, onunla birleşmek üzere. Boğazlarda herhangi bir ihlal hareketine karşı, bu gücün Süveyş Kanalı'ndan geçişine izin verme- meyi ahlaki bir sorumluluk olarak görmüş ve güçlü bir İngiliz Deniz gücünün Levant'da bulundurulmasına karar vermiştir[46]. Rusya bu dönemde. Boğazlan kullanmak İçin çeşidi girişimlerde bulundu ise de[47], İngilizlerin kararlılığı karşısında bu düşünceden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ancak, bu savaş sırasında Boğazlardan istediği şekilde yararlanamadığı ve savaş sonunda imzalanan anlaşma ile de Uzak Doğu'da denize çıkışı engellendiği İçin, bunu takip eden dönemde Rusya, Boğazlarda kendi çıkarlarına uygun değişikliklere gidilmesi yönünde, bil' takım girişimlerde bulunacaktır. Bütün bu gelişmeler, 1907 Anlaşmasına kadar geçen dönem zarfında, İngiliz- Rus görüşmeleri İçin uygun bir ortam hazırlamıştır.
Yukarıda belirtilen gelişmelere ek olarak, her iki ülkenin Avrupa'daki dengeler içindeki durumu da, birbirlerine karşı daha yumuşak bir bakış açısı geliştirmelerini gerekli kılıyordu. Nispeten ılımlı liderlerin, Rusya'da İsvoltski, İngiltere’de de Grey’in, görevde bulunmasının bir sürece olumlu katkıda bulunduğu söylenebilir. İngiltere'de Dışişleri Bakanı olan Sir Edward Grey[48], Rusya'yı Britanya İmparatorluğu'na karşı potansiyel bir tehlike olarak gören, muhafazakar politikadan uzaklaşarak, bu ülkeyi, gelecekte Avrupa’da oluşabilecek kutuplaşmalar İçinde, muhtemel bir bağlaşık olarak değerlendi- ren bir anlayışa meylediyordu. Gitgide artan Alman tehlikesi karşısında, bu yeni anlayış önem kazanmıştır. Çünkü İngiltere Avrupa'da ve bir dereceye kadar da kolonilerde şiddetle sarsılabileceği bir duruma hızla sürükleniyordu. Daha açık bir ifadeyle, bu dönemde Büyük Britanya'nın hızlı bir sefer hareketi İçin kullanıma sunabileceği askerlerin gücü ve etkinliği önemli sorunlar oluşturabilecek niteliktedir[49]. Bir Fransız-Alman savaşı olasılığı düşünüldüğünde, İngiltere'nin mevcut potansiyeli, Fransa'ya, çok sınırlı ölçülerde yardım imkânı tanıyordu. Bu nedenledir ki, Rusya'yı, Fransa ve İngiltere'nin yanında yer alacak şekilde yeniden Avrupa politikalarının İçine çekmek, Grey’in Avrupa’daki güç dengesinin devamı hedefinin en temel dayanağını oluşturmaktadır. Bütün bunlardan daha da önemlisi, iki ülke arasında devam eden düşmanlığın ve güvensizliğin, sonunda savaşa yol açabile- ceği gerçeğiydi[50]. Bu ise, her iki ülkenin de yararına değildir.
Rusya açısından gelişmeler değerlendirildiğinde, bu ülkenin de İngiltere ile yakınlaşması İçin geçerli nedenleri vardır, öncelikle. Uzak Doğuda giriştiği macera, uluslararası gücünü ve prestijini sarsmakla kalmamış, Fransız- Rus bağlaşığının, oluşan diğer güç odağına karşı koyabilirliğini de etkilenmişti. Bu nedenle, dünyânın en büyük deniz gücü ile yakınlaşma, Rusya İçin de önemli bir kazanım olacaktır. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, fi- n an sal ve askeri zorluklar İçinde bulunan Rusya’nın bu sorunları aşabilmesi İçin, uzun süreli bir barış dönemine ihtiyacı vardı[51]. Bütün bu sebepler, iki ülkenin yakınlaşması İçin gerekli arka planı oluşturuyordu, fakat uzun yıllar süregelen bir güvensizliğin aşılabilmesi ve belli bir konuda anlaşmaya varılabilmesi oldukça güçtü. Avrupa'daki gelişmeler, iki ülkenin birbirlerine daha ılımlı bakmasını bir noktada zorluyordu, fakat Rusya’nın Hindistan'ın stratejik sınırlarındaki, özellikle İran'da giriştiği faaliyetler İngiltere'yi; İngiltere'nin Japonya ile yakınlığı ve savaş sırasında Boğazlarla ilgili takındığı tavır da Rusya'yı rahatsız ediyordu.
Öte yandan Rusya İçin bu dönemde. Boğazların stratejik olarak gittikçe önem kazandığı da bil' gerçektir. Bu konuda İngiltere kilit ülke durumundadır. Fakat Rusya çok iyi biliyordu ki, İngiltere için asıl önemli olan nokta Hindistan’dı ve Rusya’nın İran’da giriştiği hareketlerdi. Bu nedenle Rusya bu konuda daha olumlu tavırlar içinde olmanın İngiltere ile yakınlaşmanın bir yolu olabileceğini düşünüyordu. Benzer bir biçimde, İngiltere de savaş sırasında ve sonunda yaşanılan tecrübeler nedeniyle, Rusya’nın Boğazlarda daha hassas olabileceğini ve belli taleplerle gelebileceğini düşünüyordu. İran konusunda bir anlaşmaya varabilmek için Boğazlar konusunda politika değişimine gidilmesi bu bakımdan gerekli görülmüştür.
Rusya ile görüşmeler öncesinde Grey, Fransa, Rusya ve İngiltere arasında kurulabilecek bir bağlaşığın oldukça güvenli olacağı, Almanya’yı durdurabilmek için bunun yapılması gerektiğini düşünmüştür[52]. Bununla birlikte, artan Alman tehlikesine rağmen, İran’la ilgili İngiliz-Rus Antlaşması'nın Almanya ile bir ilgisi yoktur. Bu antlaşma, 1904’deki İngiliz-Fransız Antlaşması[53] gibi nüfuz bölgelerini düzenlemiştir. Görüşmeler sırasında İngiltere’nin başlıca hedef noktası, Hindistan’ı tehdit eden Rus ilerlemelerine ve bu ülkenin İran’daki entrikalarına bir son verebilmekti. İşte bu hedeflerle bağlantılı olarak, Rusya, Hindistan ve Boğazlar bağlantısı bir kez daha gündeme gelmiştir. Burada belirtilmesi gereken ilginç bir nokta, görüşmeler öncesinde, İngiltere’nin, Türk Boğazlarındaki geçiş kuralları üzerinde değişikliğe gidilmesi yönünde tartışmaya hazır olduğudur. 6 Kasım 1906 tarihli mektubunda Grey, “Rusya’nın istediği doğrultuda bir değişikliğe gidilmesinin kabul edilebilir olduğunu, eğer Rusya bunu gündeme getirirse, bu konuyu tartışmak için hazırlık yapılması gerektiğini; bu konunun yeniden açılmasına, bundan birkaç yıl öncesinde olduğu gibi karşı konulamayacağını’ belirtir[54]. Başka bir mektupta ise, ‘Asya’daki sorunlar İngiltere’nin istediği şekilde çözülür ise, Rusya’nın Karadeniz’e giriş konusunda kendileri ile bir probleminin olmayacağı, ama bu konuda herhangi bir girişimde bulunmadan önce Fransa’nın göz önünde bulundurulması ve Rusya’nın Mısır ve Yakın Doğu’da, onlar için önem arzetmeyen fakat İngiltere için önemli bazı konularda , desteğinin alınması gerektiğini’ belirtir[55]. Bu sözler açıkça gösteriyor ki, gerektiği takdirde İngiltere Boğazlar konusunda yürütmüş olduğu politikalardan rahatlıkla ödünler verebilecekti. Boğazlarla ilgili rejim değişikliklerine yönelik Rus önerileri de oldukça ilginçti. Bu önerilerde, Rusların özellikle ilgi duydukları nokta İstanbul Boğazı'dır (Bosphorus). Buna göre, İstanbul Boğazı'ndan geçiş Rusya dışında bütün devletlere kapalı, fakat, Çanakkale (Dardanelles) Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne ve İstanbul’a geçiş, bütün ülkelerin savaş gemilerine aynı ölçüde açık olmalıdır[56]. Bu daha önceki Rus önerilerinden farklıydı, önceleri bu hakkın sadece kendilerine tanınması istenmişti.
Bazı tarihçilerin yorumlarına göre, İngiliz-Rus görüşmeleri sırasında ortaya çıkan Rus istekleri daha çok Rusya’nın prestijini kurtarmak amacına yöneliktir. Özellikle AJ.P Taylor’un belirttiği şekliyle ‘Isvolsky’nin Boğazlar rejimi üzerindeki temel istekleri, tamamiyle prestij meselesiydi. Rusya’nın Karadeniz Filosu yoktu ve Boğazların kapalılığı kuralı onların hali hazırdaki durumlarına yeterince uygundu. Fakat Isvolsky, Rus savaş gemileri için teorik bir izin girişiminde bulundu, bu şekilde ‘liberal’ bir dışişleri bakanının, reaksiyoner seleflerinden daha iyi olabileceğini göstermek istiyordu[57]. Şu nokta kabul edilebilir ki, Boğazlarda Rus isteklerine yönelik bir rejim değişikliği, bu ülke için artık bir prestij meselesidir. Fakat, bu yıllarda Rusya’nın Kara Deniz Filosu’nun olmadığını kabul etmek pek de mümkün değildir. Çünkü İngiliz istihbarat teşkilatı tarafından hazırlanan raporlara göre[58] Rusya’nın Karadeniz Filosu’ndaki gemilerin hem sayısı hem de kalitesi yükselmiştir. Buradan da anlaşılabileceği gibi, olmayan bir şey konusunda artıştan söz etmek mümkün değildir. Ayrıca Headlam-Morley’e göre, Rusya bu dönemde Karadeniz’de, dikkati çeken bir deniz gücüne sahipti ve özellikle Odessa, takviye kuvvetlerinin ve stokların harekete geçirilebileceği büyük ve bu işler için çok uygun bir liman görünümündeydi[59].
Öte yandan Anderson’a göre, 19. yüzyıl boyunca, İngiltere’nin yakın doğu’ya yönelik Rus tehlikesi endişeleri abartılı hatta gerçek olmaktan uzaktır. Daha da ileri giderek, Akdeniz’deki Rus Savaş gemilerinin varlığının, İngiltere’nin temel çıkarlarını hiçbir şekilde tehdit edemeyeceğini söylemektedir[60]. Bu konudaki gerçek ne olursa olsun, Rusya korkusu ve bu ülkenin gücü konusundaki algılamalar, İngiltere’nin bu ülke ile ilgili politikalarını etkilemiş ve yönlendirmiştir.
Tekrar görüşmelerle ilgili konuya dönecek olursak, yeni Rus önerilerine karşı, İngiltere’nin, Boğazların Rus savaş gemilerinin geçişine kapalılığını öngören politikanın terk edilmesine yönelik olumlu bir tavır aldığı söylenebilir[61]. Hatta İngiliz Kabinesi de bu konudaki politikanın değişmesi gerektiğini onaylayacaktır[62]. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, her ne kadar antlaşma metninde yer almasa da, Boğazlarda Rus taleplerine yönelik görüşmeler, 1907 İngiliz-Rus Antlaşması'nın zeminini oluşturmuştur[63]. Fakat İngiltere’deki beklentinin aksine İsvoltzky, görüşmeler süreci içinde, Boğazlardaki talepleri üzerinde fazlaca bir zorlamada bulunmayacaktır[64]. Izvoltzky’nin bu tutumundan hareketle taktik değiştiren Dışişleri Bakanı Grey, Boğazlarda somut sayılabilecek ödünler vermekten ziyade, gelecekte uygun bir zamanda Boğazların, Rus savaş gemilerine açılması konusundaki Rus girişimlerini destekleme sözünü vererek, kendi istekleri doğrultusunda bir anlaşma yapılmasını sağlayacaktır. Bu şekilde İngiltere hem Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasını bir süre daha geciktirmiş, hem de İran'da, -bu ülkeyi nüfuz bölgelerine ayırarak önemli sayılabilecek avantajlar elde etmiştir[65]. Bunun da ötesinde, bu anlaşma ilerde Fransa, İngiltere ve Rusya arasında kurulacak olan bloğun önemli bir adımını oluşturmuştur.
1907 Anlaşması'nı takiben İngiltere, genelde yürütmüş olduğu Osmanlı politikası ile İngiliz-Rus görüşmelerinde gelişen yeni anlayışı bağdaştırmaya çalışmıştır. Bu durum özellikle 1908 yılından sonra daha da önemli olmuştur. Çünkü bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nda gelişen Genç Türk Hareketi, Osmanlı sistemini iyileştirme yolunda önemli vaatlerle iktidara gelmişti. Ayrıca bu hareket, Kamil Paşa'nın başkanlığında İngiltere’ye karşı çok da hasmane bir tutum izlemeyen, en azından karşı olmayan bir hükümeti de başa getirmişti. Bütün bu gelişmeler bozulan Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin düzeltilmesi ve yeni çıkarların elde edilmesi için değerli bir fırsat olarak algılanmıştır. Fakat önemli bir problem vardır İngiltere'nin karşısında: Bir yanda yeni imkânlar tanıyan, ama Boğazların Rus savaş gemilerine açılmasına kesinlikle karşı olan bir Osmanlı yönetimi, öte yanda da gelişmekte olan ve İngiltere'nin Almanya'ya karşı oluşturmakta olduğu savunma sistemi içinde çok önemli bir yeri olan Rusya ve onun Boğazlardaki talepleri[66]. Bu iki konu
birbiriyle bağdaşamayacak özellikler taşımaktadır; ama İngiliz diplomasisinin hünerli ellerinde, her iki konu ile ilgili olarak oluşturulan politikalarda, zor da olsa, bir denge unsuru sağlanabilmiştir. Denge politikası çerçevesinde ve diplomatik yollarla İngiltere, ‘Boğazlar rejimi üzerinde gelecekte, uygun bir zamanda değişikliklere gidilmesini destekleme’ yolunda sözler vererek, Rusya'ya karşı, bir süre daha oyalama yöntemlerini kullanmıştır.
1908 Bosna Krizi'nin patlak verdiği sıralarda Boğazlar meselesi bir kere daha gündeme gelmiştir. Bu sefer sorun daha çok meselenin teknik yönü ile ilgilidir. Yukarıda bahsedildiği gibi, Boğazlar rejimi üzerinde, gelecekte bir değişikliğe gidilmesi yönünde İngiliz onayı alınmıştı; ama bu değişikliğin teknik detayları üzerinde somut bir anlaşmaya varılamamıştı. İşte 1908'de Isvoltsky, Boğazlar konusunu bir çözüme kavuşturmak üzere Londra'ya geldiğinde bu konu ayrıntılı bir biçimde görüşülmüştür. Isvoltzky bu defa, Boğazların yalnız Rus savaş gemilerine açılması önerisiyle gelmiştir. Fakat bu, 1907 Anlaşması öncesinde, Grey'in söz verdiği şekilden daha ileri bir ödünü talep etmektedir[67]. Bu nedenle İngiltere bu öneriye soğuk bakmıştır. Daha sonra İsvoltzky ve Grey bir uzlaşma noktası bularak, barış zamanında Boğazların yalnız Rus savaş gemilerine; savaş zamanında ise (Osmanlı İmparatorluğu’nun da tarafsız olması şartıyla) bütün devletlerin gemilerine eşit bir biçimde açılması konusunda anlaşmaya varmışlardır[68]. Fakat bu defa da İngiliz Kabinesi Boğazlarla ilgili bu yeni önerileri red etmiştir ve bir memorandum ile Rusya'ya bildirilmiştir[69]. Burada özede, Boğazların açılmasının makul bir istek olduğu ve prensip olarak İngiltere'nin buna karşı olmadığı; fakat böyle bir düzenlemeye gidebilmek için Osmanlı İmparatorluğu'nun da onayının alınması gerektiği, Türkler üzerinde baskı uygulamak için ise, zamanın hiç de uygun olmadığı, nazik bir şekilde dile getirilmiştir.
Görüldüğü gibi, 1907’den bu yana İngiliz Kabinesi'nin Boğazlar politikasında önemli bir değişim olmuştur. Bu değişimin sebebi iki önemli olaya dayanmaktadır: Birincisi, daha önce de bahsedildiği gibi, Osmanlı'da yeni bir yönetimin işbaşı yapması ve ona bağlanan umutlardır. Bu yönetim sayesinde İngiltere, Osmanlı'nın kendisini toparlayabileceğim ve dolayısıyla bir süre daha varlığını sürdürebileceğini düşünmüştür. Bu da, İngiltere'nin henüz hazır olmadığı muhtemel bir savaşın ertelenmesi anlamını taşımıştır. İkincisi ise, Rusya'nın 1907 Anlaşması'ndaki taahhütlerinin büyük bir kısmını yerine getirmeyişidir. Bu zamana kadar Rusya İran'ın kuzey bölgelerinde askeri hareketlere girişmiş, bu ülkenin hamiliğine soyunmuş ve en nihayetinde de, Hindistan'ın sınırlarına kadar ulaşan entrikalara girişmiştir. Bütün bunlar İngiltere'nin büyük hassasiyet duyduğu konulardır ve Rusya’yı reddi için yeterli sebepleri oluşturmuştur.
Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönem zarfında, özellikle 1911-14 arası dönemde gelişen olayların etkisiyle (Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları), Balkan Yarımadası ile birlikte Boğazlar, bir süre için, uluslararası ilişkilerin ve problemlerin odak noktası haline gelecektir. Balkan Savaşları sırasında Bulgaristan'ın Boğazlara ve İstanbul'a yönelik girişimleri, İstanbul’un hâkimiyeti ve Boğazların kontrolü sorununu gündeme getirecektir. Bu olaylar süreci içinde İngiltere çeşitli ülkelerin (Balkan ülkeleri, Rusya, İtalya ve Almanya), değişik türdeki istek ve heveslerine set çekmeye çalışmıştır. Bu yoldaki en büyük yardımcısı ise, diplomatik becerisi ile birlikte, yıllar önce gündeme getirilmiş olan, ‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Bağımsızlığı ve Toprak Bütünlüğünün korunması’ ilkesi olmuştur.
Bu arada, özellikle de İtalya ve Balkan ülkeleri ile savaş sırasında, Osmanlılar Boğazları bütün devletlerin gemilerine (ticaret gemileri dahil) kapatmışa. Çok doğal olarak bu durumdan en çok etkilenen ülke Rusya olmuştu; çünkü, Güney Rusya'nın refahı için gereken ve gerçekten büyük önem arzeden ticaret, bu şekilde büyük sekteye uğramıştı[70]. Bu olay Boğazların değerini oldukça arttırarak, bu bağlantı yollarını Rusya için, asla vazgeçilemeyecek bir hedef haline getirmiştir. Bundan sonra Rusya, Boğazlar bölgesinin başka bir ülkenin kontrolü altına girmesini engellemek için elinden geleni yapacaktır[71].
Birinci Dünya Savaşı, Boğazlar konusunda İngiliz politikasının son aşamasına ulaştığı ve Rusya ile de, bu konudaki en sıkı diplomatik pazarlıkların yapıldığı bir dönemdir. İngiltere istese de istemese de, 1915'de yapılan İstanbul anlaşmasıyla o son noktayı koymak durumunda olacaktır. Şimdi bu noktaya nasıl gelindiğine bir bakalım.
Türk Boğazları ve İstanbul ile ilgili olayların tırmanışı, Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesini takiben, Osmanlı yönetiminin, 27 Eylül 1914'de Boğazları kapatmasıyla başlamıştır denilebilir. Bu, Türkiye'yi savaşa biraz daha yaklaştıran dikkat çekici bir karardır ve Rusya üzerinde de önemli ekonomik etkileri olmuştur[72]. Özellikle Ekim sonuna kadar geçen dönemdeki İngiliz çabası, Osmanlı'yı tarafsız kalmaya zorlamak ve bu ülke ile savaş ihtimalinden mümkün olduğunca uzak olmak; en azından, bunu ertelemek olmuştu[73]. Bu dönemde İngiltere'nin en büyük kaygısı, Osmanlı ile bir savaş durumunda, bunun, kendi yönetimi altında bulunan, özellikle Hindistan ve Mısır’daki Müslümanlar üzerinde dini ve siyasi açıdan ortaya çıkabilecek yansımalarıydı. İngiltere Osmanlı'ya karşı savaşı başlatan durumunda olmayı istemiyordu. Büyük ölçüde bu düşüncelerden hareketle, 18 Ağustos 1914'de İngiliz Kabinesi, İngiliz destroyerlerinin Çanakkale Boğazı'ndan geçerek, Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau'a saldırması planını red edecektir[74]. Fakat daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi devletlerin yanında savaşa girmesi, durumu önemli ölçüde değiştirecek, müttefikleriyle birlikte İngiltere'nin de, 5 Kasım 1914'e kadar Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesine sebep olacaktır. Bu kararın önemli yanlarından biri de, Asya, ya da Avrupa'daki topraklarında olsun, *Osmanlı İmparatorluğu'nun Bütünlüğü’ formülünün, en sonunda terk edilmesi gereğiydi[75].
Bundan sonra, Boğazlar diplomasisinin en yoğun ve tehlikeli dönemine girilecektir. İngiltere'yi, Boğazlar politikasındaki sona götürecek süreç, Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesiyle başlamıştır. Bunu takip eden dönemde İngiltere, Rusya'nın, Doğu cephesinden güçlerini çekerek, İstanbul ve Boğazları almak yönünde tek taraflı girişimlerde bulunacağından endişe duymuştur. Bunun belli sakıncaları vardır: Bir kere, Rusya'nın yardımı olmadan, İngiliz ve Fransız ordularının Almanya'ya karşı yetersiz olacağı kuşku götürmez bir gerçektir. Öte yandan, Osmanlı topraklarında tarihi emellerine ulaşan bir Rusya'nın, savaştan çekilmeyi düşünebileceği de akıllara uzak görünmemektedir. En az bunlar kadar önemli bir başka konu da, İngiliz stratejisi ve İmparatorluk çıkarlarıdır. Bu dönemde İngiltere'yi oldukça tedirgin eden bir nokta; devam eden savaştan istifade, Rusya'nın Boğazlarda tek taraflı bir tasarrufa girişerek, savaş sonunda Boğazlar ve İstanbul'a hâkimiyet ile birlikte, Orta Asya'da geniş nüfuz alanlarına sahip güçlü bir devlet olarak çıkması ihtimalidir. Bu belki de katlanılabilir bir durumdur; eğer ki İngiltere de buna karşılık olarak bazı çıkarlar elde ederse[76].
Bu arada Rusya, İngiltere'yi gittikçe sıkıştırmakta; Boğazlar bölgesindeki emellerini tatmin edecek garantiler konusunda ısrar etmekte; hatta, dolaylı yoldan da olsa, Türkiye ile Kafkasya'da olacak muhtemel bir savaş sırasında gerekirse İran'ın tarafsızlığını bozabileceği tehtidinde bulunmaktaydı[77]. Bütün bunların etkisiyle, Rusya'nın İngiltere'ye karşı güvensizliğini giderecek ve ittifakı ayakta tutacak bir yol olarak İngiltere: Boğazlar ve İstanbul konusunda geleceğe dönük bir takım sözler vermek durumunda kalacaktır. Buna göre, 'Almanya'nın yenilgisinden sonra Türkiye meselesinde. Boğazlar ve İstanbul da dahil olmak üzere, Rusya ile uyum İçinde tam bir çözüme gidilecektir[78]. Görüşmeler sırasında İngiltere'nin vereceği ödünlere karşılık, Mısır'ı ilhak etmesinin Rusya tarafından onaylanması da gündeme gelmiştir. Görünüş itibariyle, yazılı bir yaptırım olmasa da, her iki ülkenin de çıkarlarını koruyacak, ayni zamanda da, Osmanlı'nın parçalanması anlamına gelecek bir anlaşmaya varılmıştır, o dönemde bu sözlü anlaşma tamamiyle gizli tutulmuştur[79].
14 Kasım 1914'ten Şubat ayının başlarına kadar geçen süre İçinde İngiltere, yavaş da olsa. Boğazlara yönelik bir deniz harekatının yapılması noktasına gelmiştir. Bu yöndeki İngiliz plânının, yukarıda sözü edilen 14 Kasım ödünlerine etki eden sebeplerin yani sıra, belli başka gerekçeleri de vardır: Bir kere Çanakkale'de girişilecek operasyon başarılı olursa, bu Osmanlı Devletini savaş dışı bırakacaktır. Bu durumda da, Osmanlı Devleti'nin savaştan çekilmesi İçin öngörülen, Arap ayaklanması planına gerek kalmayacaktır[80]. Bir başka acıdan bu, Rusya'nın güney sınırlarındaki baskıyı azaltarak, kaynaklarını tamamiyle Almanya ve Avusturya-Macaristan üzerinde yoğunlaştırmasını sağlayacaktır, öte yandan operasyonun başarısı, ittifak korvetleriyle Rusya arasında doğrudan bağlantının sağlanacağı bir yolu açacaktır. En nihayetinde bu operasyon, tarafsız Balkan ülkeleri ile İtalya'nın kendi saflarında savaşa girmelerini teşvik ederek, ittifak kuvvetlerinin ordu gücünü arttıracaktır[81]. Bütün bunlara ek olarak, çok açıkça görünmeyen; ama hiç değilse harekatı çabuklaştıran önemli bir sebep daha vardır: Bu, Rusya’daki Duma'nın, ülkenin gelecekteki çıkarları için hayati anlamı olan ve Boğazlarla ilgili radikal kararların alındığı birleşimidir. Özellikle milliyetçi duyguların önem kazandığı bu toplantıda Rusya, Boğazlarda tek taraflı bir çözüme ve kendisini yıllardır özlemini çektiği sonuca ulaştıracak bir tasarrufta bulunmaya, oldukça yakın görünmüştür[82]. Bu sebeplerin etkisiyle, 19 Şubat 1915'de Boğazlarda operasyon başlamıştır. Bu, İngiliz Boğazlar politikasındaki değişikliği bir adım daha ileri götürmüştür; artık bu korkutma gösterisi değildir, gerçek anlamda bir saldırıdır.
Çanakkale harekatı ile İngiliz Boğazlar politikasının, artık final aşamasına girilir. 4 Mart ile 10 Mayıs 1915 tarihleri arasında geçen süre, dönemin diplomatik tarihinde, İstanbul Anlaşması'nın ve dolayısıyla da, İngiliz boğazlar politikasındaki en radikal değişimin gerçekleştiği bir zamandır[83].
Çanakkale harekatı başladığı andan itibaren, gittikçe zorlaşmış, bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığı da artık anlaşılmıştır. Savaşın oldukça kritik bir anında Rusya, Savaş sonunda İstanbul ve Boğazların şartsız olarak Rusya'ya verilmesini isteyen resmi bir başvuru ile gelmiştir. Olayın ciddiyetini arttırmak için Sazanov, bu başvuru kabul edilmezse istifa edeceğini açıklamıştır[84]. Rusya’nın bu dönemde İttifaka karşı belli kuşkuları vardır[85]’ ve İngiltere'ye karşı olan geleneksel şüpheciliği yeniden gündemdedir; bu da İttifakın geleceğini ciddi bir biçimde tehlikeye sokmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Rusya'ya olumlu yanıt verilecektir. Fakat ilginç bir nokta, İngiliz kabinesinde bu konu ile ilgili görüşmeler sırasında esas konu, bu isteğin kabul edilip edilmeyeceği değildir. Daha çok, buna karşılık İngiltere'nin hangi talepte (desidera) bulunacağıdır. Aslında belirli zorunluluklar bir kenara bırakılırsa, İngiltere bu istekle birlikte, yıllar yılı ulaşmak için büyük çaba sarfettiği bir konuda önemli bir imkâna kavuşmuştur.
İngiltere'nin karşılık olarak ortaya koyduğu iki madde bu açıdan oldukça hayatidir. Birinci olarak, daha önce İran'da, 1907 Anlaşması ile tesbit edilen tarafsız bölge, İngiltere'nin nüfuzu altına verilecektir. Böylelikle, önceki kazançlarla birlikte, hem Hindistan sınırının güvenliği sağlanmış, hem de İran Körfezi'ne çıkış İngiltere'nin eline geçeceği için, bu bölgeyi, pek çok açıdan kontrol edebilme imkânına kavuşulmuştur. Bu sonuç olarak, Hindistan'daki İmparatorluğun güvenliğinin sağlanması demektir. İkinci olarak, Arabistan'ın ١'e Kutsal yerlerin Müslümanların yönetimi altında olması isteği ile İngiltere, ileride bu bölgeleri kendi etkisi altına almayı ummuştur. Bir süredir Araplarla yakın ilişkiler sürdürmektedir. Böylelikle, karşılıklı olarak isteklerin kabul edilmesiyle, İstanbul Anlaşması oluşmuş, kağıt üzerinde de olsa resmi bir paylaşım gerçekleştirilmiştir. Bu da sonuç itibariyle, İngiltere'nin Boğazlar politikasında yıllar yılı oluşturduğu prensiplerden sonuncusunun da, silinip gitmesi anlamını taşımıştır. Böylece, İngiliz Boğazlar politikasının da, -İngiltere açısından en avantajlı olacak şekilde- sonunu getirmiştir.
SONUÇ
Bütün 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk çeyreğini içine alan dönem içinde İngiltere'nin tek bir amacı vardır; o da Büyük Britanya İmparatorluğu'nun çıkarlarının korunması ve varlığının devamıdır. Bu İmparatorluğun belki de en temel parçası Hindistan’dır. Bu çalışmanın sonuçları da bunu doğrular niteliktedir: İncelenen dönem içinde Britanya’nın Boğazlar politikasındaki en önemli belirleyici faktörün, bu ülkenin Hindistan’daki güvenliği olduğu görülmektedir. Bu yıllardaki İngiliz hükümetleri Hindistan’ı muhtemel bütün saldırılardan korumayı hedeflemiştir. Bu nedenle de, Hindistan’a yönelen bütün yollan güvenlikleri altına almayı gerekli görmüşlerdir. Aslında, geleneksel olarak İngiliz stratejisi Hindistan’a giden deniz yollarının güvenliği üzerine dayanmıştır. Bu nedenle Boğazlar, Hindistan’ın müdafasını etkileyebilecek önemli su yolları olarak algılanmışlardır. Boğazların statüsü, örneğin açık ya da kapalı olmaları (özellikle Rusya’ya), Hindistan ile bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Benzer bir biçimde, tehdit algılamaları ve Hindistan’ın, stratejik sınırlarındaki güvenliğini etkileyebilecek gelişmeler de (İran, Afganistan, Tibet), Boğazlarla ilgili İngiliz politikalarını dikkati çeken bir ölçüde etkilemiştir.
Özetlemek gerekirse, bu çalışmanın temel sonucu, Britanya Adası’ndan Hindistan'a kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde, Türk Boğazlarının konumu (Rusya faktörü düşünüldüğünde) ve statüsü ile, İngiltere’nin Hindistan’ın güvenliğine yönelik değerlendirmelerinin, dolaylı da olsa, 1915’e kadar uzanan geniş dönem süresince, birbirlerini etkileyegelmiş olmalarıdır. Örneklemek gerekirse, bir süre Boğazlar, Rus ilerlemelerini ve bu ülkenin Akdeniz'e inmesini engelleyecek etkin bariyerler olarak; bir süre Hindistan'ın savunusunu yapmak yolunda kullanılabilecek stratejik saldırı noktaları; en nihayetinde de Hindistan'ın, Rus ilerlemeleri karşısındaki güvenliğini sağlamak ve Orta Asya'da belli kazançlar elde etmek hedefine yönelik pazarlık konusu, ya da pazarlık gücünü arttırıcı unsurlar olarak kullanılmıştır. İstanbul Anlaşması ile de, bir süre için, bu pazarlık başarıyla sonuçlanmış ve İngiltere'nin nihai hedefine ulaşılmıştır.
Olaya bu açıdan bakılırsa, ulaşılan sonuç hiç de sürpriz değildir. İngiltere bu sonuca adım adını gelmiş ve adeta Rusya'yı da sürüklemiştir. Rusya, Hindistan ve Boğazlar bağlamı, İngiltere'nin İmparatorluk çıkarlarındaki önemini daima korumuştur. Her ne kadar ‘Avrupa Güç Dengesi’ sisteminin varlığının devamı ve statükonun korunması gibi kaygılar İngiliz Boğazlar politikasını etkilediyse de, Rusya ve Hindistan faktörleri esas etkenler olarak önemlerini daima korumuşlardır.
Bu çalışmada belirtilmeye çalışıldığı gibi, İngiltere çok önceleri Osmanlı'nın yıkılacağını ve Boğazlarda Rusya'nın talepleri olacağını biliyordu; fakat bunu geciktirmeyi ve mümkün olduğunca, kendisi için en uygun olan zamanda ve kendi istediği şartlarda olmasını istemiştir. Bu durum görünüş itibariyle Osmanlı'nın devamına yardımcı olmuş ve parçalanmasını geciktirmiştir. Ama burada asıl olan, Osmanlı İmparatorluğu'nu korumak değildir; Büyük Britanya İmparatorluğu'nun çıkarlarına hizmet etmektir. Bu sebeple, her ne kadar İstanbul Anlaşması, geneldeki İngiliz Boğazlar politikasındaki radikal bir değişimi vurgulamakta ise de, bu olayın doğasında bile, politikanın temel mantığını formüle eden amaçta bir devamlılık vardır: o da Büyük Britanya İmparatorluğu'nun varlığının en iyi şekilde korunmasıdır.
Sonuç itibariyle vurgulanabilir ki, İstanbul Anlaşması ile ulaşılan son, Türk Boğazlarına yönelik, özel olarak ve belli prensipler çerçevesinde geliştirilen ve bütün 19. yüzyıl boyunca -belli inişler çıkışlar olsa da- izlenen bir politikadan artık vazgeçilmesi; fakat, farklı temel prensipleri olan, yeni bir politikanın da başlangıcıdır. Bu açıdan önemle belirtilmelidir ki, bunu takip eden dönemde de İngiltere'nin Boğazlarla ilgili politikaları olacaktır; fakat bunların temel prensipleri ve varsayımları farklıdır, en önemlisi de mevcut şartlar, uluslararası dengeler, olaylar ve aktörler değişmiştir.