Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895), bugün Bulgaristan'ın sınırları içinde kalan Lofça'da doğmuş ve Arabî ilimlere ilişkin ilk derslerini memleketinde aldıktan sonra, 1839 yılı başlarında daha geniş bir öğrenim görmek maksadıyla İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da bir yandan dönemin önemli bilginleri olan Hâfız Seyyid Efendi, Doyranlı Mehmed Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Kara Halil Efendi ve Birgivî Hoca Şâkir Efendi'nin naklî ilimlere ilişkin derslerini izlerken, diğer yandan da Miralay Nuri Bey ve Müneccimbaşı Osman Sâbit Efendi'den aritmetik, cebir ve geometri gibi aklî ilimlere ilişkin dersler almıştır. Mantık ilmini konu edinen Mi'yâr-ı Sedâd (1876) ve bu bildirinin konusu olan Takvimü'l-Edvâr incelendiğinde, Ahmed Cevdet Paşa'nın bilimsel donanımının oldukça derin ve kapsamlı olduğu ve tarih ilminin yanı sıra birkaç aklî ilmi de içine aldığı derhal anlaşılmaktadır.
1844 yılında Rumeli Kazaskerliği'ne bağlı Premedi kazası kadılığı ile devlet hizmetine giren Ahmed Cevdet Paşa, Meclis-i Maârif üyeliği, Dârü'l- Muallimîn müdürlüğü, Dârü'l-Fünûn'da okutulacak kitapların hazırlanması maksadıyla 18 Temmuz 1851 yılında kurulan ve ilk Türk akademisi olarak görülen Encümen-i Dâniş üyeliği, vakanüvislik, Halep valiliği ve adliye nazırlığı gibi çeşitli görevlerde bulunmuştur. 1890'da memuriyet hayatından çekilerek İlmî çalışmalarına dönmüş ve 1895 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa'nın kaleme almış olduğu eserlerin büyük bir kısmı tarih ve dil konularıyla ilgilidir ve bunlardan en önemli olanları Küçük Kaynarca Antlaşmasından (1774) Vakay-i Hayriyye'ye (1825) kadar Osmanlı Devleti'nin tarihini anlatan ve 12 ciltten oluşan Târih-İ Cevdet, vakanüvisliği zamanında (1855-1865) önemli olaylara ilişkin tutmuş olduğu notlardan oluşan Tezâkir-İ Cevdet, 1839-1876 yılları arasındaki siyasi olayları konu edinen Ma'nızât, Kısâs-1 Enbiyâ ve Tevârîh-i Hıılefâ, Kırım ve Kafkas Tarihçesi ile Medhal-i Kavaid, Kavâid-İ Osmaniyye, Belâgât-1 Osmaniyye ve Âdâb-1 Sedâd fi İlmi'I-Âdâb’dır: ayrıca Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanan ve ilk medeni kanunumuz olan Mecell-i Ahkâm-1 Adliyye de Osmanlı hukuk tarihinin çok değerli belgelerinden biridir.
II
Makalemizin konusu olan Takvimü'l-Edvâr ise, küçük bir yapıt olup (I. baskısı elli üç sayfadır), belirleyebildiğimiz kadarıyla 1870 ve 1882 yıllarında iki kez basılmıştır. Ebu'z-Ziya tarafından hazırlanan ikinci baskıya yeni bir takvim oluşturmak İçin kurulan komisyonun gerekçeli karan ile buna ilişkin 1871 tarihli ferman da eklenmiştir: ayrıca genişletilmiş olan bu ikinci baskıda (II. baskısı seksen sayfadır), Ebu'z-Ziyâ'nın çok sayıda dipnot düştüğü görülmektedir.
Türk astronomi tarihindeki ve Türk maliye talihindeki yerinin ve öneminin belirlenebilmesi için, bu yapıt, 1996 yılında. Remzi Demir ve Yavuz Unat tarafından sadeleştirilerek yeniden yayımlanmıştır[2].
Ahmed Cevdet Paşa, Takvimli 'l-EdvâıJın yazılış gerekçesini Tezakir'inde ayrıntılı olarak bildirmiştir[3]. Buna göre, Âli Paşa zamanında, Fransa'da kullanılmakta olan uzunluk ve ağırlık ölçütlerinin Osmanlı ülkelerinde de kullanılması Devlet Şûrasında müzakere edilirken, takvim sorunu da gündeme getirilmiş ve yapılan tartışmalar sonucunda şemsî senenin tercih edilmesi uygun görülmüştür, ancak maliye tarafından kullanılmakta olan şemsî senenin, geleneksel kameri seneyle uygun bir biçimde uzlaş tınlamadığı görülünce, Hicri Takvim’i bırakmaksızın yeni bir şemsî senenin oluşturulup oluşturulamayacağı araştırılmış ve bu arada Ahmed Cevdet Paşa'nın da görüşü sorulmuştur. Ahmed Cevdet Paşa, sorunu inceledikten sonra, en uygun takvimin şemsi ve hicri sene esasına dayanması gerektiğine karar vererek, inceleme sonuçlarını Takvimü'1-Edvâr adlı yapıtıyla ilgililere duyurmuştur.
Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, Takvimü'l-Edvâr’ın yazılış gerekçelerinden birisi de, yeni bir şemsî sene düzenlenmediği taktirde, "siviş senesi'nin yaklaşması nedeniyle mâlî senemizin alışılageldiği biçimde düzeltilmesinin gerekli olduğu konusunda uyarıda bulunmaktır. Çünkü bugüne değin, mâlî senenin aylan şemsî ve seneleri ise kameri olduğundan, her otuz üç senede bir sene atlanarak düzeltme yoluna gidilmiş ve buna maliyeciler tarafından "siviş senesi" denilmiştir. Meselâ Sultan Abdülmecid Hân'ın cülûsu siviş senesine rastlamış ve o dönemde bir sene adanmıştır. 1288 (1871-1872) senesi de siviş senesi olacağından bu yolla düzeltilmesi gerekmektedir[4].
Ayrıca Ahmed Cevdet Paşa, Türkçe'ye karşı da çok duyarlıdır ve Takvim ü'l-Edvâr't Türkçe yazarak Türk dilinin bilim dili olamayacağını savunanların yanıldığını da göstermek istemektedir. Bu konuda Tezâkir’de şunları söylemiştir:
- "Binâen-aleyh bir sene-i şemsiyye-i hicriyye ittihâzının münâsib olacağına dâir lisanımızda zebân-zed olan ta'birât ile herkesin anlayacağı sûrette bir risâle yazıp Takvimü'1-Edvâr tesmiye ettim ve lisân-ı türkî ilim lisânı olamaz diyenlere lisânımızın her şeye kabil olduğunu ve bu lisân ile her fenden güzel eserler yazılabileceğini tasdik ettirdim"[5].
Takvimü'1-Edvâr bir metin ile bir ekten oluşmuştur; metinde, İslâmiyetten önce ve sonra muhtelif milletler tarafından kullanılmış olan takvimler ayrıntılı bir biçimde tanıtılmış ve bunlar arasında gerçeğe en yakın ve astronomi bilimine en uygun takvimin, Selçuklu Sultanı Celâleddin Melikşah döneminde, Ömer Hayyâm'ın başkanlığını yürüttüğü bir bilginler kurulunca düzenlenmiş olan Celâli Takvimi olduğu sonucuna varılmıştır; öyleyse Osmanlı mâliyesinde karşılaşılan sorunları çözebilmek için şemsî seneye göre düzenlenen Celâli Takvimi kullanılmalı, fakat takvim başlangıcı, Celâli Takvimi'nin kullanılmaya başlandığı sene (15 Mart 1079) değil, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sene (20 Eylül 622) olmalıdır, çünkü geleneksel kamerî takvimin başlangıcı da hicret senesidir. Metinin arkasında bulunan ekte ise, Batlamyus’un Yermerkezli gök sistemi ile Kopemik'in Güneşmerkezli gök sistemi tanıtılmış ve sistem farklılığının, takvim hesabını etkilemeyeceğine temas edilmiştir. Aslında Ahmed Cevdet Paşa'nın,
- "Gördüğü şeylerde (meşhûdât) böyle ihtilâfa düşen insanın, düşündüğü şeylerde (makûlât) ne kadar ihtilafa düşeceği biraz düşünmekle anlaşılır. İşte bunun içindir ki hikemî konuların çoğunda akıl sahiplerinin görüşleri birbirlerine karşıt, bir adamın bir zamandaki görüşü, diğer zamandaki görüşüne ters olur. Her fende bu gibi ihtilâflar çoktur. Fakat açıklandığı üzere, eski ve yeni astronomi ihtilâfının zic ve takvim ilmi hesaplarına tesiri yoktur. Zira devreden gerek Güneş olsun ve gerekse Yer olsun, iki durumda dahi günlük hareketin miktarı birdir. Şu kadar ki Güneş'in bir günlük dolanımı denilecek yerde, Güneş'in etrafında Yer'in bir günlük dolanımı denilmesi lâzım gelip, gerçek durum malum olduktan sonra, böyle bazı ibârelerin değiştirilmesiyle, ibâreler arasındaki ihtilafın düzeltilmesi kolay bir şey olduğundan, yukarıda görülen zic ve takvim meselelerinin yeni astronomi hükümlerine zıt düşmeyeceği açık bir şeydir '[6].
IV
Şimdi Takvîmü'l-Edvâr'ı biraz daha yakından tanıyalım. Ahmed Cevdet Paşa, yapıtının başlarında, eski milletlerden Nabatîler ile Keldânilerin takvim konusundaki çalışmalarını, muhtelif İslâmî kaynaklara dayanarak tanıttıktan sonra, takvim hesaplarının kuramsal yönünü anlatmaya girişir. Sene ve ayların kolayca gözlemlenebilen Güneş ve Ay'ın dolanmalarına göre belirlendiğini söyleyerek, şemsî sene, kamerî sene, şemsî ay, kamerî ay gibi terim-
leri tanımlar ve bir şemsî sene (365 1/4 gün) ile bir kamerî sene (354 1/3 gün) arasındaki fark yaklaşık 11 gün olduğundan, 65 şemsî senenin 67 kamerî seneye eşit olduğunu belirtir[7]. Gerek şemsî ve gerekse kamerî olsun, sene ve ayların hakikî ve ıstılâhî olmak üzere iki kısma ayrıldığını, şayet Güneş ve Ay'ın dolanımlarına itibar olunursa, senelerin ve ayların hakikî, günlerin sayısına itibar olunursa, ıstılâhî olacağını söyler[8], daha sonra da bir takvim için gerekli olan diğer kuramsal bilgileri verir. Burada oldukça ayrın- uya indiği görülür.
Kuramsal bilgileri düzenli bir biçimde aktardıktan sonra, Ahmed Cevdet Paşa, muhtelif dönemlerde muhtelif milletler tarafından kullanılmış olan takvimleri tanıtmaya başlar ve İbrânî, Eski Fars, Eski Yunan, Rûmî, Kıptî ve Frenk takvimlerinin ilkeleri ve gelişim süreçleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Bu tarihî değerlendirme göz önünde bulundurularak, takvimlerin hakikî sene ve aylara göre düzenlenmesi gerektiği, günlerin sayısına göre düzenlenmiş olan takvimlerin yanlışlardan kurtarılmasının olanaksız olduğu sonucuna ulaşılır[9].
Burada, Ahmed Cevdet Paşa'nın modern bir yaklaşım içerisinde olduğu ve önündeki sorunun çözümünü ararken, tarihî perspektifin sağlayacağı olanaklardan yararlanma yoluna gittiği görülür. Mükemmel bir takvimin ilkelerini belirlerken, tarih boyunca tasarlanmış ve kullanılmış olan takvimlerin verimliliğinden ilham alma yoluna gitmesinin en önemli nedeni, kuşkusuz, iyi bir tarihçi olmasıdır.
Daha sonra Ahmed Cevdet Paşa, Müslümanlar tarafından bugün de kullanılmakta olan kameri ve hicri takvimi, tarihsel ve kuramsal açıdan tanıtır; kamerî sene ve aylara dayalı olan takvimlerin mâlî yönden bir takım sakıncalar doğurduğunu belirterek, Abbasîler döneminde yaşanan sıkıntıları hazırlatır. Ona göre, bilimlerin tanınması ve yayılması için önemli girişimlerde bulunan Abbasî halifeleri, başlangıçta kamerî seneyi benimseyerek, şemsî senelerin hesabını tutmamışlardı. Masraflar kamerî seneye göre yapılırken, araziden alman öşür ve haraç gibi gelirler, doğal olarak, şemsî seneye göre toplandığından, yaklaşık her otuz senede bir senelik masraf karşılıksız kalıyordu. Bu yüzden Hicrî 363 (Milâdî 973-974) yılında halife olan Tâyi'ullah (929-1003) döneminde hâzinede bir tek akçe kalmadığı halde, masraf kapılarının kapanmadığı görülünce, bu dengesizliğin giderilmesi için Halife, alimlere ve fakihlere danışmış ve sonuçta kebise itibarının gerekli olduğu anlaşılmıştır, her ne kadar dinî işlerde aylarca kebise itibarı yasak ise de, devlet işlerini yoluna sokmak için kaba ve yaklaşık bir hesapla her 31 kameri sene, 30 şemsî seneye eşlenmiştir[10].
Sonra bu sorun, Selçuklu Sultanı Melikşah döneminde kapsamlı bir biçimde ele alındığında, şemsî seneye dayalı yeni bir takvim düzenlemenin daha uygun olduğu görülmüştür. Hicrî 465 (Milâdî 1072-1073) tarihinde Selçuklu tahtına oturan Celâleddin Melikşah'ın (1055-1092) meşhur veziri Nizâmühnülk (1018-1092), Hicrî 467 (Milâdî 1074-1075) senesinde dönemin önde gelen astronomlarını toplayarak takvim sorununu görüşmüş ve bu görüşmenin sonucunda, Güneş'in Koç burcuna girdiği gün, "Nevrûz" (yani yeniğim) ve Hicrî 468 (Milâdî 1075-1076) senesi nevruzu ise yeni takvimin başlangıcı olarak benimsenmiştir. Ancak takvimin diğer ilkelerinin belirlenebilmesi düzenli gözlemlerin yapılmasını gerektirdiği için, bir kurul oluşturularak başına meşhur bilginlerden ve şairlerden Ömer Hayyâm getirilmiş ve yapılan gözlemlerin ardından Hicrî 471 (Milâdî 1079) senesi Ramazan ayının onuncu gününden itibaren geçerli olmak üzere yeni bir şemsî takvim icat edilip, Celâleddin Melikşâh'ın adına ithafen "Celâli Takvimi" diye adlandırılmıştır[11].
Seneleri hakikî ve şemsî olan bu takvimin ilk üç senesi 365 gün ve dördüncü senesi ise (yani kebise senesi ise) 366 gün olarak kabul edilmiş, fakat 130 senede oluşan bir günlük farkı yedirmek için, her yedinci kebise, beşinci seneye ertelenmiştir; böylece 130 senede oluşan 32 kebise, 31 kebiseye düşürülmüş olmaktadır. Celâlî Takvimi'nin aylarına gelince, Ahmed Cevdet Paşa'nın da bildirdiği gibi, bunlar, hakiki ve şemsî olabilecekleri gibi, ıstılâhî ve şemsî de olabilirler[12].
Osmanlı mâliyecileri de, Abbâsîler döneminde olduğu gibi, kamerî sene ile şemsî sene farkından kaynaklanan sıkmaları yaşamamak ve gelir-gider dengesini sağlayarak hâzinenin açık vermesini engellemek maksadıyla, Suriye'de kullanılan ve Rûmî Takvim olarak tanınan şemsî takvimi kullanmaya başlamışlar, ama ne hikmetse, şemsî aylan şemsî senenin kısımları olarak benimseyecekleri yerde, kamerî senenin kısımları olarak benimsemişlerdir. Daha önceki çağlarda seneleri şemsî aylan ise kamerî olarak kabul edenler görülmüştü; Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, böyle bir kabul, arşını, ondan küçük olan endâzenin kısım ve kesirleri ile takdir ve tayin anlamına geleceği için makûl bir işmiş gibi görünse de, kesirlerin paydaları uyuşmadığından, hesap sırasında büyük bir güçlüğün doğmasına neden olmuştur. Ancak seneleri kamerî ve aylan ise şemsî olan bir takvimin kabulü, endâzeyi ondan büyük olan arşının kısım ve kesirleriyle takdir ve tayin anlamına geldiği için makul bir iş değildir ve bu nedenle geçmiş milletlerden hiçbirinde, Osmanlının düşmüş oldukları bu hataya düşen ve böyle bir takvim tutan olmamıştır[13].
Ahmed Cevdet Paşa, böyle tuhaf bir şemsî takvimin benimsenmesinden sonra, karşılaşılan sorunlara iki güzel örnek verir:
- 1287 senesinin Mart'ı, Zilhicce'nin 21'ine tesadüf edeceğinden, yalnız 9 günü 1287'nin içinde kalacağı halde, diğer günleriyle ayları 1288 senesine gireceği için, meselâ 1287 senesi Nisan ayı denildiğinde, acaba 1287 senesinde giren Nisan ayı mı, yoksa 9 günü 1287'de kalıp, gerisi 1288'e giren senenin Nisan ayı mı kastedilmiş olacaktır? Anlaşılamaz.
- 1255 senesinde olduğu gibi, 1288 senesinde de Mart ayı asla girmeyeceğinden, 1288 senesi Mart ayı diye yazılan senetin hiçbir hükmü olmayacaktır[14].
Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, bu gibi sorunların giderilebilmesi için Osmanlıların kullanmış oldukları Rûmî Takvim'in terkedilerek, yerine akıl ve hikmete daha uygun olan başka bir şemsî takvimin, yani Celâli Takvimi'nin benimsenmesi gerekmektedir. Ancak XI. yüzyıldan beri Müslümanlar tarafından kullanılmakta olan bu takvimin sene ve aylarının nitelik ve niceliğine ilişkin özellikleri korunmalı, senebaşı ve takvim başlangıcı ise Osmanlı Devleti'nin gereksinimleri doğrultusunda değiştirilmelidir. Böylece ortaya çıkacak yeni şemsî takvimin ilkeleri şunlar olacaktır:
- Seneleri hakikî olmalıdır. Aylan ise hakikî veya ıstılâhî olabilir.
- Senebaşı, Koç burcunun birinci derecesi olan İlkbahar ılımı yerine, Terazi burcunun birinci derecesi olan Sonbahar ılımı olmalıdır, çünkü hazinenin bir senelik gelir ve giderleri ancak sonbahara doğru anlaşılmaktadır.
- Takvim başlangıcı, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sene olmalıdır. Böylece geleneksel hicrî-kamerî takvimin başlangıcı ile yeni şemsî takvimin başlangıcı birleştirilmiş olacaktır. Ayrıca, Müneccimbaşı Tâhir Efendi'nin yapmış olduğu araştırmalar, hicret hadisesinin sonbahar ılımına tesadüf ettiğini gösterdiği için, böyle bir kabul sonucunda senebaşı ile takvim başlangıcı da örtüşecektir.
V
Acaba Osmanlı maliyesinin gereksinimleri doğrultusunda tasarlanmış olan bu yeni hicri ve şemsî takvimin akıbeti ne olmuştur? Ahmed Cevdet Paşa'nın Tezâkir'de bildirdiğine göre, Takvîmü'l-Edvâr, konudan anlayanlarca takdir edilmiş olduğu halde, Mâliye Nezâreti'nce çok fazla önemsenmemiştir, oysa Hazine'de, Sultan Abdülmecid Hân'ın cülûsunda maliye senesinin düzeltilmesi için çalışan, ketebeden yetişme muhasebeciler mevcuttur[15].
Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, 1087 (1676-1677) senesindeki tedahülden, yani şemsi aylardan bir kısmının, içinde bulunulan kamerî senede, geriye kalan kısmının ise sonraki kameri senede yer alması nedeniyle oluşan karışıklıktan gaflet olunarak yanlış senetler verildiği ve durumun anlaşılmasından sonra bunların düzeltildiği Hâzine tarafından kaydedildiği halde ve ayrıca 1288 (1871-1872) senesi tedahülü de Takvîmü'l-Edvâr ile önceden bildirildiği halde, gerekli düzeltmeler yapılmamıştır. Ancak durum önde gelen bazı valiler tarafından Bâbiâlî'ye bildirilince ve defterlerin nasıl tutulacağı konusunda bilgi istenince, Ahmed Cevdet Paşa'nın başkanlığı altında, Müneccimbaşı Tâhir Efendi, Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye üyelerinden Vartan Bey, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne hocalarından olup matematikteki derin bilgisiyle tanınmış Miralay Vidinli Tevfık Bey ve Rassâd Kombari ile Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye memurlarından Şehbazyan Efendi'den oluşan bir komisyon kurulmuştur. Komisyonda Takvîmü'l-Edvâr Müneccimbaşı Tâhir Efendi tarafından düzenlenen zic cetvelleri, yani almanak tabloları göz önünde bulundurularak yapılan müzâkerelerin sonucunu kapsayan bir mazbata kaleme alınmış ve Sadaret'e takdim edilmiştir[16]. Bu mazbatada, mâliyede eski şemsî takvimden kaynaklanan aksaklıkların giderilebilmesi için Takvimü'l-Edvâr'da ayrıntılı bir biçimde tanıtılan hicri ve şemsî takvimin kullanılmasının önerildiği görülmektedir[17].
Ahmed Cevdet Paşa’nın söylediğine göre, bu mazbata uzun bir süre ortada dolaşıp durmuş ama kullanıma sokulmamıştır. Bir aralık İslâhât Komisyonu'na da uğramış olduğu halde, maaş indirimiyle ilgili olmadığı için hiçbir şey yapılamamıştır. Böylece yeni bir hicri ve şemsî takvim düzenlenmediği gibi, Abbâsîlerden miras alınan ve her otuz üç senede bir kere düzeltilen mâlî senemiz yanlış olarak yürümüş ve mâliyemizi mahvetmiştir[18]. Uzun bir süre sonra, Mekâtib-i Harbiyye Askerî Meclisi’nde, bu yeni takvimin İlmî ve fennî alanlarda kullanılması düşünülmüş ama bundan da bir sonuç çıkmamıştır.
VI
Bu makalede sunmuş olduğumuz bilgiler doğrultusunda, kısa bir süre içerisinde unutulmuş olan Takvîmü'l-Edvâr,ın ve burada önerilen yeni hicri ve şemsî takvimin Türk astronomi tarihinde ve dolayısıyla Türk bilim tarihinde önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Her ne kadar Mâliye Nezâreti tarafından uygulamaya sokulmamışsa da, yeni takvimin eskiden kullanılan şemsî ve kamerî taksimlere nisbetle İlmî ve mâlî yönden daha kullanışlı olduğu söylenebilir.
Türk astronomi tarihi açısından bakıldığında, Ahmed Cevdet Paşa’nın Takvîmü'l-Edvâr' mm üç bakımdan önemli ve değerli olduğunu vurgulamamız gerekir:
- Takvîmü'l-Edvâr'da yeni hicri ve şemsî taksim tanıtılmadan önce muhtelif milletlerin kullanmış oldukları taksimler ayrıntılı bir biçimde anlatılmış ve astronomi bilimi açısından üstün olan ve olmayan yönlerine temas edilerek ideal bir taksimin oluşturulabilmesi için gerekli olan ilkeler aydınlatılmaya çalışılmıştır. Esasen Müslüman astronomlar tarafından daha önceki çağlarda hazırlanmış olan orta ve büyük ölçekli ziclerde, gözlem tablolarının yanında, daha önce kullanılmış olan taksimlere ilişkin bilgiler de verilmiştir ve Ahmed Cevdet Paşa, yapıtını hazırlarken büyük bir olasılıkla bunlardan da yararlanmış olmalıdır; ancak Takvîmü'l-Edvâr sadece taksim konusuna tahsis edilmiş olduğu için, çok daha ayrıntıya inilmiş ve astronomların yanında, mesela maliye memurları gibi genel okuyucuların da konuyu kolaylıkla anlayabilmeleri için gerekli olan bilgilerin verilmesine özen gösterilmiştir. Sorunun, tarihî bir yöntemle incelenmiş olması ilginçtir; böylece araştırma sonucunda ulaşılacak çözümün doğruluğu büyük ölçüde garantiye alınmış olmaktadır.
- Takvîmü'l-Edvâr'da mâliyeciler tarafından kullanılan şemsî takvimden kaynaklanan sorunların çözülebilmesi için, Celâlî Takvimi'nden yararlanmanın daha doğru olacağı bildirilmektedir. Ancak burada önerilen takvimin senebaşı sonbahar ılımı, takvim başlangıcı ise hicret senesidir.
Uzun bir suskunluk döneminden sonra, XIX. yüzyılın ikinci yansında toplumsal gereksinimleri karşılamak için yeniden bilimden yararlanma yoluna gidilmesi, Türk Dünyası için önemli bir gelişmedir. Gerçi bu örnekte, bilimsel araştırmayı pragmatik kaygıların yönlendirmiş olduğu görülmektedir ama bunu büyük bir yanlışlık veya eksiklik olarak algılamamak gerekir; çünkü bilimi geliştiren kaygılardan birisi, kişisel merakı gidermek ise, diğeri de toplumsal gereksinimleri karşılamaktır ve bilim tarihini bu iki kaygı yönlendirmişken, birine olumlu ve diğerine ise olumsuz değerler atfetmenin fazlaca bir yararı yoktur. Önemli olan bilimin yapılmasıdır; hangi kaygılarla yapıldığı sorunu, daha çok bilim felsefecilerini, bilim psikologlarını ve bilim sosyologlarını ilgilendiren ikincil bir sorundur. Bu nedenle, yeni bir takvim düzenlemek maksadıyla araştırmalara girilmesi, bilimin değerinin, eski günlerde olduğu gibi, yeniden takdir edilmeye başlandığının göstergelerinden birisi olarak görülmelidir.
Ancak, yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, yeni hicri ve şemsî takvim, yöneticiler tarafından uygulamaya konulmamıştır veya konulamamıştır; bu gösterge ise, bizi hükümlerimizde daha temkinli olmaya davet etmektedir. Bir ülkede bilimin değerini anlayanlar ve bilimsel bilgi üretiminin önemini kavrayanlar, uygulamada her zaman başarılı olamayabilirler. - Takvîmü '1-Edvâr'ın burada hatırlatılması gereken diğer önemli bir yönü ise İlmî eserlerin Türk diliyle yazılabileceğini, Türkçe'nin böyle bir niyeti gerçekleştirmek için yeterli donanıma sahip olduğunu kanıtlamaya çalışmasıdır.