Bu araştırmada, Osmanlı Devletinde yaşamış olan Yahudilerin huku-ki, dini ve sosyal konumları hakkında çok kısa genel bilgi verildikten son-ra, 19 yy. da Yahudileri ve Osmanlı Devletini ilgilendiren bazı önemli so-runlar, İngiliz, Amerikan ve Alman Arşiv belgelerinden birkaç örnekle or-taya konulmuştur[1]. Önce, Yahudilerin Osmanlı hukuk sistemi içindeki yerleri Tanzimat öncesi ve sonrası Osmanlı Hukuku açısından ana hatları ile ele alınmıştır. Daha sonra, bu hukuksal çerçeve içerisinde, Osmanlı Devleti'nin Yahudi-lere karşı genel tutumu, kan iftirası nedeniyle diğer gayrimüslim Osmanlı uyruklanyla Yahudiler arasındaki çatışmalar ve nihayet, Siyonizm ve bu akımla ilgili Osmanlı Politikası başlıkları altında, ilgili konular bazı arşiv belgeleriyle kronolojik bir sırayla incelenmiştir.
Bu başlıklann her biri ayrı birer çalışmanın konusu olabilecek kadar kapsamlı ve önemlidir. Amacımız, bu inceleme ile Osmanlı Devleti'nin Yahudilere kucak açmasının 500. yılının kutlandığı 1992 yılında, Osmanlı Devletinin Yahudileri önce uyruğu olarak benimseyip topraklarına yerleştirmek, sonra da sorunlarına titizlikle eğilmek konusunda gösterdiği engin hoşgörüyü bir kez daha gündeme getirmektedir.
I — TANZIMAT ÖNCESI DÖNEMDE GENEL OLARAK 0S-MANLI YAHUDILERI
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti teokratik bir devletti ve Islam Hukuku-na dayanıyordu. Bu hukuka göre, İslam topraklarında yaşayan müslüman olan ve olmayan insanların hukuki statüleri farklıdır. Osmanlı Devletinde Müslümanlara İslam Kamu ve Özel Hukuku hükümleri uygulanırken, çe-şitli din ve mezheplere mensup gayrimüslimler ise -ki bunlara "Zimmi" adı verilirdi [2]- İslam Hukukunun "zimmet" adıyla düzenlendiği hukuksal çerçeve içinde yaşarlardı. Yahudiler ve çeşitli mezheplere mensup Hıristiyanlar Devlet'in insan unsurunun önemli bir bölümünü oluşturuyorlar ve din ve mezheplerine göre "Millet" [3] adı verilen gruplar halinde, kendi din ve kültürlerini koruyarak ve Devletin güvencesi altında yaşıyorlardı.
Her "millet", kendi içinde hiyerarşik olarak ve mensup olduktan dinin hükümlerine bağlı kalınarak düzenlenirken, dini başkanları aracılığıyla belli ölçüde devlet denetiminde ve devlete bağlı olarak yaşamaları sağlanmıştır. Her dini grubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri kendi cemaati tarafından ve o grubun şefi olarak seçilmiş ve Padişahın bir berat ile kendi topluluğunu düzenlemek ve yönetmekle görevlendirilmiştir. Böylece müslüman olmayan gruplar, Osmanlı egemenliğinde, ama devlet içinde devlet gibi, belirli, geniş bir özerldikten yararlanarak kendi din, hukuk, ve eğitim alanlarındalci geleneklerini sürdürdüler.
Millet sistemiyle, hem gayrimüslim gruplara kendi din, kültür ve özel hukuldannı koruma imkanı veriliyor, hem de Müslümanlardan belli ölçülerle ayrılarak "dini hassasiyet" korunmuş oluyordu.
Böylece müslüman olanlar ve olmayanlar aynı devlet yönetimi altında, yanyana ama farklı hukuk kurallarına tabi olarak yaşamışlardır. Millet grupları, bir müslüman devlette, müslümanlarla yanyana yaşamanın getirdiği bazı sosyal (kıyafette) ve dini (ibadet özgürlüğünde) lusıtlamalara uyruk tutulmuşlardı. Ayrıca askere alınmazlar, buna karşın devletin korumasından yararlandıkları için bir vergi (cizye) öderlerdi.
Fatih döneminde bir sistem şeklini alan "Millet" uygulaması Tanzimat'a kadar sürdü. Tanzimat'tan sonra din kıstasına dayanan "zimmet" statüsü kaldınlarak, müslüman olan-olmayan ayrımı yapılmaksızın "Osmanlı Vatandaşı" kavramı kondu ve Osmanlı uyruklan arasındaki hukuki statü farklılı klanna kısmen[4] son verildi.
Yahudiler de, diğer gayrimüslim guruplarla yukarda belirlediğimiz temel çerçeve içerisinde ve aynı hoşgörüden yararlanarak Osmanlı yönetiminde yüzyıllarca huzur içinde yaşadılar [5].
Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerin bir bölümü fetihlerle, Osmanlı yönetimine tâbi olurken, önemli bölümü ise, bulundukları ülkelerde dinleri yüzünden gördükleri zulüm ve baskıdan kaçarak kendilerine kucak açan Osmanlı Padişahlarınca bu topraklara yerleşmişlerdir.
Sultan Orhan (1326-136o) Yahudilere Bursa'da bir mahalle ve Sinagog inşa izni verirken, Sultan I. Murat (1360-1389) Edirne'yi aldığında Edirne Hahambaşısını Rumeli'deki tüm Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştı[6].
Hahambaşı İsak Sarafati, Ortaçağ Katolik Avrupasında zulüm gören Yahudileri "haçın gölgesinden hilâlin gölgesine çağırmıştı [7]. 1 376'da Macaristan'dan, ı 394.'de Fransa'dan göç eden Yahudiler Osmanlı topraklarına yerleştirildiler.
1415'de İspanya'dan göç eden yeni bir Yahudi grubu ise Bursa'ya yerleştirildi.
Fatih Sultan Mehmet, Rum ve Ermenilerden sonra, Yahudileri de Hahambaşının başkanlığında millet olarak düzenledi. Fatih Bizans Hahambaşısı Moşe Kapsali'yi Hahambaşılığa atadı.
Fatih döneminde, Almanyadan gelen bir grup Yahudi de Osmanlı topraklarına yerleştirildiler (1470).
II. Beyazid döneminde, 1492'de İspanyadan (Sephardims) ve 1497'de Portekiz'den kaçan yüzbinlerce Yahudi Osmanlı topraklarına kabul edilerek yerleştirildi [8]. Yerel yöneticilere onların giriş ve yerleşmelerine karışıl-maması, iyi kaqılanmalan, tersine davrananların ölümle cezalandırılacak-ları bildirildi. Gelen Yahudiler İstanbul, Selanik, Edirne gibi şehirlere yerleştirildiler.
Birbirlerinden farklı kültürlere sahip çeşitli Yahudi guruplar[9] yüzyıl-larca Osmanlı hoşgörüsü ve koruması altında her türlü dinsel baskıdan uzak olarak yaşadılar[10].
Yahudiler, Osmanlı Devletindeki diğer Hıristiyan guruplarla hak ve mükellefiyetler bakımından eşit tutulmuşlar, onlar için daha farklı bir uy-gulama geliştirilmemiştir. Bu nedenle, Tanzimat'a kadar olan dönemde Osmanlı Devletinde yaşayan gayrimüslimler için getirilen hukuki ve sosyal düzenlemeler [11] Yahudiler için de geçerlidir ve onlara tanınan ayncalık ve getirilen sınırlamalann temelinde İslam Hukukunun zimmet kurumuna uygunluk yatmaktadır.
— TANİMAT'TAN SONRA OSMANLI YAHUDİLERİ
1839 Tanzimat Fermanı'nın kapsadığı ilkeleri gerçekleştirmek için hu-kuk alanında yapılan çalışmalarla zimmet kurumu yerini yeni kıstas ve kavramlara bıraktı.
Tanzimat sonrası dönem için diğer gayrimüslim gruplarla Yahudileri ayıran en önemli fark, diğer gurupların milliyetçilik bilinciyle Devletten ayrılma mücadelesine girmelerine karşın, Yahudilerin Devlet'e bağlı kal-maları, yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Siyonizmi de desteklememeleridir. Yahudilere ilişkin en önemli sorun ise, özellikle yeni göç eden Yahudile-rin Kutsal Topraklara yerleşmek istemelerinin doğurduğu "Filistin" soru-nudur. Bu nedenle biz bu başlık altında Osmanlı Yahudilerinin Tanzimat sonrası durumunu inceleyecek, sonra da ayrı bir başlıkla Filistin sorununa değineceğiz.
A— Genel Olarak Hukuki Durumlar:
Tanzimat'tan önce II. Mahmut'un "Ben tebaamın müslümanını ca-mide, Hıristiyanını kilisede, Musevisini de havrada fark ederim. Araların-da başka bir fark yoktur. Hepsi hakiki evlâdımdır"[12], şeklindeki sözlerini, Abdülmecit 1846'da "din ve mezhep ayrılığını tebaanın şahsi işidir. Vatan-daşlık hakları ile ilgisi yoktur. Aynı idarede, aynı ülkede yaşadığımız hal-de ayırım yapmak yanlıştır" diyerek teyit ediyordu [13]. Şu halde ilk kez teo-kratik bir ülkenin hükümdarları, siyasal haklarla din işlerinin ayrı olduğu-nu dile getiriyorlardı.
1853 yılında tüm cemaat şeflerine yollanan birer fermanla onların eski imtiyazlanna saygı gösterildiği de açıklanıyordu [14].
1856 Islahat Fermanıyla zimmileri "vatandaş" haline getiren haklar vurgulanırken, bir yandan da millet şeflerinin eski hakları teyit edilerek, müslüman olan ve olmayanlann eşitliği ilkesi konusunda yine çıkmaza sürükleniliyordu. Ancak, Millet Sisteminin yapısına getirilen bir değişiklikle, cemaat şeflerinin ellerinden dünyevi yetkileri alınarak, her cemaat için kurulacak meclislere din adamı olmayan cemaat üyelerinin katılımı da sağlanıyordu. Cemaat liderlerinin cemaatlerce hep şikayet konusu edilen vergi koyma yetkileri de ellerinden alınarak, onlara maaş bağlanıyordu.
Gayrimüslimlere, devlet hizmetine ve tüm askeri ve sivil okullara gire-bilme hakkı tanınıyordu. Gayrimüslimler üzerindeki zimmet statüsüne da-yanan diğer sosyal kısıtlamalar da giderek ortadan kalkıyordu [15].
Osmanlı Yahudileri diğer cemaatlerden farklı olarak, kendilerine tanı-nan geniş hürriyet ve imtiyazlardan memnun oldular ve bunlardan sessiz-ce yararlandılar. Diğer topluluklar Avrupa Devletlerince bağımsız birer ulus olma yolunda desteklenirken, Yahudiler dinsel bir gurup olarak yaşa-mayı sürdürdüler. Tanzimat sonrası reformlar, zimmet statüsünün kaldı-rılması ve müslüman gayrimüslim eşitliğini sağlarken,diğer gayrimüslim cemaatler bu yeniliklerden çeşitli nedenlerle [16] memnun kalmadılar. Patrik-teri Protokolde diğer cemaat liderlerinin önünde yer alan ve zimmiler içinde en imtiyazlı gurup olan Rumlar (tercümanlık, Eflak-Boğdan Beyliği gibi işler için seçimler Rumlar arasından yapılıyor ve böylece bir ölçüde devlet idaresine katılıyorlardı) "Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz is-lamın üstünlüğüne razı idik" diyerek ayrıcalıklarını kaybetmeye tepki göstediler[17].
Reformlar sonrası kurulan eyalet ve liva meclislerine Yahudi temsilci-leri de alındı [18]. Ocak 184.9'da eyaletlerin yönetimine ilişkin çıkarılan yönetmelikle Eyalet Meclisleri kuruluyordu. Valinin bulunduğu yerlerde metropolit veya hahambaşı gibi ruhani reislerle 2 nefer kocabaşılar da, meclise girdiler[19]. Bu meclislerde bulunan müslüman ve gayrimüslim üye-lerin seçim usullerini ve reylerinin doğru olarak kullanılmasını sağlamak amacıyla bu meclislerin nizamnameleri Meclis-i Vâlâ'da tekrar gözden ge-çirilirken, her cemaat şefinin l'er yıl için seçeceği l'er memurun görüşmelere katılmasını sağlanması kararlaştırılmıştı. Gayrimüslimler, idari meclis-lerin yanısıra, Batıdan alınan yeni kanunları uygulamak üzere kurulan Ni-zamiye mahkemelerinde de üye olarak bulunmak hakkına kavuştular[20]. Batıdan alınan kanunların uygulanacağı bu mahkemelere eşit sayıda müslüman ve gayrimüslim üye seçilecekti.Gayrimüslimler dilerlerse kendi dini mahkemelerine gidebileceklerdi. Mahkeme ilâmları Türkçe yazılacak, ana metin, mahkemenin bulunduğu yerdeki halk çoğunluğunun konuştuğu dillere de tercüme edilecekti.
Ülkede uygulanacak kanun, tüzük tasarılarının hazırlayacak Şuray-ı Devlet (kur. 1868)'e de gayrimüslim üyeler alınarak onların da yasama iş-lerine katılması sağlandı. Şura-i Devletin açılış konuşmasını yapan Sultan Abdülaziz (lo Mayıs 1868), "Mezhep farkı gözetilmeksizin bütün uyrukla-rın aynı vatanın evlatları" olduğu belirtiyordu[21]. Gayrimüslimlerin müslümanlara karşı şahitlik edememeleri ve mirasta din ayrılığı= intikal manii olması gibi İslam Hukuku kuralları da artık uygulanmıyordu[22].
1865 Islahat Fermanının hazırlanışı sırasında İngiliz, Fransız ve Avus-turya Elçileri, "milletler"in yeniden organize edilmelerini savunmuşlardı. 1856 fermamyla her topluluktan kendi yönetimlerini düzenlemek amacıyla birer komisyon kurmaları istendi. Ali Paşa bu konuda cemaat şellerine yolladığı bir buyrultu ile kurulacak komisyonlarla kendi içişlerini yürütmek üzere birer nizamname hazırlamalarını istedi[23]. Her milletin ha-zırladığı nizamnameler Babı-ı Ali tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi[24].
Fuat Paşa düzenleme yapmak üzere lâiklerden ve din adamlarından oluşan bir komisyon kurmalannı Yahudilerden de bir mektupla istedi [25].
Yahudilerin hazıladığı Nizamname 1865 yılında Bab-ı Ali tarafından onaylandı [26]. 20 din adamı ve 6o laik kişiden oluşan Umumi Meclis'in seçtiği 9 üyeden oluşan Cismani Meclis, yine Umumi Meclis'in seçtiği 7 hahamdan oluşan Ruhani Meclis Yahudi topluluğunun dini ve dünyevi işlerini görecekti. Yerel Meclisler kendi hahamlannı seçeceklerdi. Bunlar Hahambaşına bağlı olmadıkları için eyaletlerdeki düzenleme de Nizamna-me'de gösterilmişti.
Böylece Yahudilere diğer müslüman olmayanlara olduğu gibi bir yan-dan müslümanlarla birlikte Batıdan kabul edilen yeni kanunlar uygulanı-yor, bir yandan da kendi sosyal ve dini kurallarına tabi olmakta devam ediyorlardı.
B. yahudilere Karşı Genel Tutum
Devletin müslüman olan ve olmayan diğer unsurları gibi çöküşten et-kilenen ve ortak sıkıntılar yaşayan Yahudilere karşı Osmanlı yönetimi hiç bir dönemde inanç veya kökenleri nedeniyle olumsuz bir yaklaşım sergile-memiş, onları diğer gayrimüslim unsurlardan farklı bir muameleye tabi tutmamıştır[27].
ABD'nin İstanbul Başkonsolosu H. Maynard 26 Haziran 1877 tarihli raporunda [28], "Türklerin Yahudilere Batı Avrupa ülkelerinin bazılarından çok daha iyi davrandıklarmı, İspanya'dan kovulduklarında Türkiye'de bir sığınak bulduklarını, ardgelenlerinin bugüne kadar geldiklerini, kullandık-ları İspanyolca ile diğer Yahudilerden ayrıldıklannı, Yahudilere Hıristiyanlardan daha iyi davranıldığı izlenimini edindiğini, Hahambaşının çok etkili olduğunu" yazmaktadır.
Devlet, tüm gayrimüslim uyruklanna eşit davranmakta, aralarında bir ayırım yapılmamaktadır [29]. Yukarıda da belirtildiği gibi, hukuk sistemi de bu şekilde düzenlenmiştir.
Dışişleri Bakanı Ali Paşa, Londra Büyükelçisi Musurus paşa'ya 30 Kasım 1865 tarihli mektubunda, "1856 fermanıyla cemaat şefierinin dini ve yargısal haklarının devam ettiğini, ancak bunun yanısıra, herbirine eşit hakların tanındığı, din hürriyetlerini engelleyen hiç bir yasa olmadığını, tüm kutsal kitaplarının imparatorluğun her tarafında basıldığını, Osmanlı Devletinde yaşayan tüm Hıristiyan ve Yahudilerin Avrupa'da sahip olmak-tan mutluluk duyacakları her haktan yararlandıklarını" yazmaktadır [30].
Yahudiler 1876 Anayasasının kabulü ile, diğer milletlerle birlikte [31] Meclis'te de temsil edilmeye başladılar.
1876 Anayasasına göre, Osmanlı tâblyetinde bulunan herkes hangi din ve mezhepten olursa olsun, istisnasız Osmanlı tabir olunacaktı (Md. 8). Anayasa'da müslüm olan ve olmayan uyruklann hak ve görevlerdeki eşitliğine değinilirken (Md. ı 7) [32],bir yandan da ıl. md. ile, "Milletlere verilmiş olan mezhep imtiyazlan" teyit ediliyordu. Aynı şekilde, 25 md. ile verginin tüm Osmanlı tebaasından din ve ırk farkı gözetilmeksizin alınaca-ğı belirtilirken, din ve mezhep imtiyazlan devam ettiği için millet gurupla-rından kendi şefleri çeşitli mezhep vergilerini toplamaya devam ediyorlar-dı[33]. Görülüyor ki, 1876 Anayasası da Millet sistemini sürdürmekte, re-formlara ve kanun önünde eşitlik çabalarına rağmen müslim olan ve olmayanlar ayrı guruplar halinde Osmanlı toplumunu oluşturmaya devam etmektedirler [34].
C. — Filistin'de Yahudi Yerleşimi
19. yy.'ın bir özelliği de Balkanlardaki karışıklıktan etkilenen bazı Yahudilerin Selanik'e, Rusya'daki baskılardan kaçan pek çok Yahudinin ise Filistin'e göç etmeleridir[35]. İngiliz konsolosu J. Finn, Büyükelçi S. Canning'e yazdığı bir raporda[36], bu Yahudilerin Filistin'deki Yahudilerin önemli bir bölümünü oluşturduklarını ve İngiliz korumasında olduklarını yazmaktadır.
İngiltere'nin Rusya'dan Filistin'e göçeden Yahudileri korumaya başlaması 1839 yılında başlamıştır. 1839 Ocak ayında Kudüsteki İngiliz konsolos yardımcısına Londra'dan, "Yahudileri korumalannın artık görevlerinin bir gereği olduğu" direktifi verilmiştir[37]. ı84.1 'de istanburclaki İngiliz Büyükelçisi, kendi görev bölgesinde adaletsizlik ve kötü davranıştan acı çeken Yahudilere ilişkin rapor vermelerini konsoloslarından istemiştir [38].
20 Ocak 184. 'de Suriye'deki İngiliz başkonsolosuna (Hollanda konsolosluğu bulunmayan Suriye'de oturan) Hollanda vatandaşı Yahudileri koruma yetkisi verilmiştir[39]. 1837'de de Suriye'deki Rus konsolosu, Suriye'de oturan bazı Rus tabiyetli Yahudilere İngiliz koruması tanınması talebinde bulunmuştur[40]'. Uygulamada, Rusya'dan göç eden Yahudilerin pasaportla-nna Osmanlı hükümetince vurulan bir damga ile onlara Filistin'de t yıl kalma süresi tanınmaktadır[41]. İngiliz konsolosu, "Rus hükümetinin bu Yahudilere ters davranmak istemediğini ancak bir yandan da kendi düzenlemelerinin dışına çıkarak, gönüllü olarak bir başka ülkede yerleşen uyruklanna tam koruma vermediğini, Hıristiyanlann Yahudilere olan kar-şıtlığının çok güçlü olması nedeniyle Yahudilerin hep sıkıntı ve güçlükler içinde olduklarını, Yahudilerin avukatlığını üstlenmelerinin hep lehlerine çalıştıkları Rumlar üzerindeki etkileme zarar verebileceği için de bundan kaçındığını" yazmaktadır. Burada ilginç olan, Rusya'nın Rumlar' gücen-dirmemek gibi "dış", kanunlarına uymayan Yahudilere tam destek vermek istemeyişi gibi "iç" nedenlere dayanarak, kendi uyrukluğunu taşıyan Ya-hudileri İngiltere'nin koruyuculuğuna devredebilmesidir.Böylece, Osmanlı Yahudilerinden farklı hukuki konumda olan bir Yahudi grubu yaratıl-makta ve İngiltere kapitülasyonlara dayandırdığı koruma hakkı ile, Os-manlı iç hukuk düzenlemelerine müdahale etmekte, Osmanlı toprakların-da yaşam niyeti ile gelip yerleşen bu insanlara Osmanlı hukukunun dışın-da kalma fırsatını tek taraflı olarak tanıyabilmektedir[42]. Osmanlı Devleti ise tamamen insani amaçlarla, bu insanlara ülkede oturma hakkını tanı-maya devam etmektedir.
İngiliz Hükümeti, 1848 Kasım'ında, Rusya'nın Filistin'e yerleşmiş Rus Yahudilerini koruma isteğini kabul etmiştir[43]. Rus Yahudileri, İngiliz korumasına geçmek veya Osmanlı hükümetinin yönetimine bırakılmakta serbest bırakılıyorlardı. Yahudilerin pek çoğu İngiliz korumasına geçtiler[44]. İngiliz Hükümetri'nin bu kararı üzerine Londra'da oturan etkili Yahudiler Lord Palmerston'a sıcak şükranlarını sundular'[45]. Böylece Kutsal Topraklar'a yerleşen "İngiliz korumasındaki" Yahudi-ler'in sayısı giderek arttı.
D. Yahudilere rdnelik Saldırılar
Yahudilerin göçlerinden ve ekonomik hayatta oluşturdukları etkinlik-lerinden rahatsız olan Hıristiyanlarla aralarında büyük çatışmaların çıkma-sı da 19. yüzyılın özelliklerindendir. Yahudiler, haklarında çıkarılan bazı asılsız söylentiler[46] nedeniyle Hıristiyanlardan büyük baskılar gördüler ve saldırılara uğradılar[47]'. Bu konuda 184.0'a kadar pek az olay görülmüşken, 184.43 yılında Şam'da Hıristiyanlarm Yahudilere saldınlanyla ortaya çıkan ciddi olaylar üzerine Abdülmecid ı 84o'da bir ferman yayınladı[48]. İstanbul Kazaskerine yazılmış olan bu Ferman şöyledir: "Yahudiler Passover bay-ramlanndan kanlannı kullanmak üzere insan kurban etmekle suçlanmak-tadırlar. Bu düşünceyle Şam ve Rodos'ta, İmparatorluğumuz vatandaşı olan Yahudiler başka milletlerce öldürülmüşlerdir. Bu iftiralar tarafımız-dan duyulmuş, Rodos'tan getirilen Yahudiler yeni kanunlara göre yargı-lanmış ve suçsuzluklannı kanıtlamışlardır. Adalet ve eşitlik bunu gerektir-miştir. Bunun yanısıra, ulema, Yahudilerin dini kitaplarını kontrol etmiş, dini literatürlerini taramıştır. Sonuç, Yahudilerin kesinlikle insan kanı kul-lanmalannın yasaklandığı ve hayvan kanı kullandıklandır. Bu nedenle on-lara karşı yapılan suçlamalar iftiradır. Bu nedenle ve halkımıza duyduğu-muz sevgi için, Yahudi Halkına gerçekle ilgisi olmayan suçlamalar yöneltilmesine izin veremeyiz. Gülhane Hattında da belirtildiği gibi, Yahudi milletine de diğer milletler gibi aynı avantaj ve ayncalıklardan yararlanma hakkı bağışlanmıştır. Yahudi milleti korunacak ve müdafaa edilecektir".
Ancak bu fermana rağmen saldırılar devam etti. Şam'daki Prusya Konsolosu 24 Eylül ı 86o tarihli raporunda [49],"Türk Dışişleri Bakanı Fuat Paşa ile olağanüstü adalet mahkemesi başkanı (Extraordenery Court of Justice) Hurşit Efendi'nin çıkan olaylar üzerine Hıristiyanlann katliamını soruşturmakla görevlendirilerek Suriye'ye yollandıklannı, yerel Yahudiler yaranna gerekli tedbirleri aldıklarını, Yahudilerin korku içinde olduklarını, bazı cinayetlerle suçlandıldannı, bazı Yahudilerin tutuklandıklannı, ara-nan bazılannın da isimlerini içeren listelerin çıkarıldığını, daha önce Hı-ristiyanlann katliam yaptıkları sırada olduğu gibi, sabah tekrar konsolos-luk binasını açarak 14 Yahudi'yi aldığını, onları, Istanbul'dan bir emir ge-lene ya da Fuat Paşa'nın, yerel hükümetin Yahudilere karşı hareketi dur-durmasını sağlamasına kadar koruyacağını" yazmaktadır. Bu arada, Osmanlı Devletinden ayrılmış ancak henüz bağımsızlığını tam olarak kazanmamış olan Sırbistan ve Romanya'daki hükümetlerin Yahudilere kötü davrandıklan [50] konusunda Osmanlı Devletine de şikayetler geliyordu [51].
Il! — SİYONİZM VE OSMANLI POLİTİKASI
Osmanlı Devletindeki Yahudilerin sayısı 1881, 1884, 1892 [52] ı go3'de Rus zülmünden kaçan ve Balkan ülkelerinden gelen binlerce Yahudi göçmenle birlikte giderek arttı; gelenler Osmanlı topraklarına yerleştirildiler [53].
Ancak, Filistin ve çevresinde bir Yahudi bir Devleti kurmayı amaçla-yan "Siyonizm"adlı Yahudi ulusal kurtuluş akımının Dr. Theodor Herzl'in (1860-1904) başkanlığında doğuşu, Osmanlı Devleti'ni, Yahudile-rin Filistin'de bir Devlet kurmalannı engellemek yolunda kararlar almaya itti. Devlet sürekli Osmanlı topraklarına akan Yahudilere kucak açmakta devam ediyor, onlara uyrukluğunu veriyor, ama Filistin'e yerleşmelerini yasaklıyordu [54].
Bu durum il Temmuz 1882 tarihli 1882 yılında bir Amerikan rapo-runda[55] şu şekilde teyit edilmektedir. "Osmanlı Dışişleri Bakanı, konunun Bakanlar kurulunda görüşüldüğünü, göç konusunda uyulması gerekli bir kanun olduğunu, her isteyenin Osmanlı topraklarına yerleşebileceğini ve Osmanlı uyruğu olabileceğini, gelenlerin Mezopotamya'ya, Halep civarı-na, 200, 250 ailelik guruplar halinde yerleştirilebileceğini, ama Filistin'e yerleşemeyeceklerini, gelenlerin yerleştirildilderi toprakların iyi olduğunu, kanunun liberal ve cesaretlendirici olduğunu, sonuç olarak tüm Yahudile-rin Türk topraklarına yerleşmelerini engelleyici hiç bir hüküm olmadığını, tek yasağın Filistin'e yerleşmemeleri olduğunu" bildirmiştir[56]. Ancak bu yasağa rağmen, kısmen yerel yetkililerin gözyumması ile, kısmen de büyük Devletlerin baskıları sonucu, diplomatları aracılığıyla Osmanlı Hükümetinin verdiği münferit izinlerle Yahudiler Filistin'e yerleşmeye de-vam ettiler[57]. Bu konuda tipik bir örnek olarak 1897 tarihli bir belge veri-lebilir[58]:Belgeye göre, Amerikan vatandaşı bir Yahudinin Kudüste arazi alma isteği yerel yetkillilerce 1309 tarihli yasağa [59]dayanılarak reddedilmiş-tir. Amerikan diplomat, Osmanlı Dışişleri Bakanına "Amerikan Hüküme-tinin Amerikan Vatandaşlarının dini inanışlanna göre ayırıma tabi top-lumlannı kabul edemiyeceklerini" söylediğini, bu yasağın Yahudilerin Kudüs'te bazı ciddi politik güçlüklere sebep olabileceği kaygusuyla çıkarıl-dığını, Osmanlı Dışişleri Bakanının bu Yahudi'yle ilgili bir memorandum istediğini [60]Sadrazam'ın dosyayı inceledikten sonra bu Yahudiye [61] Kudüs'te arazi alma izni verilmesi için emir verdiğini, Sadrazam'ın kendi-sine "bu yasağın büyük miktarlarda gelebilecek Rus Yahudileri için çıka-nldığını ve Amerikalılara uygulanma niyeti olmadığını" söylediğini yaz-maktadır. Görülüyor ki, aslen Osmanlı Vatandaşı olduklan halde ka-pitülasyonlardan yararlanmak için Amerikan vatandaşlığına geçen Yahudi-ler, Amerikan korunmasından yararlanarak Filistin'e ilişkin yasağı Sadra-zam izniyle delebiliyorlardı [62].
Bu arada Siyonizm akımı yeni yandaşlar anyordu. Osmanlı Yahudile-rinin benimsemedikleri ve bazı Yahudilere milliyetçilik akımının Yahudi dinine zarar verebileceği gerekçesiyle desteklenmeyen bu akım Osmanlı Yahudilerinden ziyade, Romen, Rus ve Avusturya, Macaristan Yahudileri-ni etkiledi [63].
Yahudiler amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli örgütler kurdular[64].
1897'de Basel'de Birinci Uluslararası Siyonist kongresi toplandı. 31 Ağustos 1897 tarihli Staatsbürger Zeitung "Kongrenin önce Münih'te ya-pılmasının düşünüldüğünü, ancak Almanya'daki hahambaşılann oybirli-ğiyle bir milli Yahudi hareketine ve bir Yahudi devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıkan bir açıklama yayınlamaları üzerine toplantının Basel'e alındığını" yazmaktadır[65]. Kongrede Yahudi devletinin ancak büyük dev-letlerin desteğiyle kurulabileceğini savunan Herzl, bu nedenle Büyük dev-letlerin kıral ve yöneticilerinden, özellikle de Alman kıralı Friedrich'den destek aradı. Dr. Theodor Herzl, 3 Mart 1899'da II. Wilhelm'e yazdığı mektupta[66], kıralın huzuruna çıkma izni isteyerek, bu ziyaret isteğinin se-beplerini şöyle özetlemektedir:
"Filistin ziyaretimden beri, önceden amaçlanan himayenin üstlenilme-si konusunda hiç bir haber almamam beni siyasi zorlukların çıktığı düşüncesine sevketti. Sanırım Sultan'ın güvensizliği ve diğer güçleri kıs-kançlığı kendini göstermiş olmalı.
Bu nedenle gelecek vaadeden bir planın uygulanmasından vaz mı ge-çilecek? Imparatorluk hükümetinin bizim yüzümüzden bir çıkmaza girme-yi göze almayacağını anlıyorum.Ancak, göze çarpmadan ama amacın mutlaka gerçeldeştirilebileceği bir formül bulunamaz mı?
Böyle bir formülü siz majestelerine sunma cesaretimi bağışlayınız. O da şudur: önce İngiltere'de Türk hükümetinden seyahat ve yerleşme izinlerini temin edecek ve gerekli adımları atacak bir tüzel kişilik oluşturaca-ğız. Bu düzenlemeye dayanılarak esas imtiyazlı şirket kurulacak, yani şart-lar elverirse, siz Majesteleri büyük dük (G. Herzog) Friedrich'in himayele-rinde merkezi Karlsruhe'de bulunan asıl yetkili dernek kurulur. Derneğin İmparatorlukla siyasi koruma ilişkisi kendiliğinden doğar ve buna karşı üçüncü kişiler itiraz edemez.
imparatorluk hükümetinin ise herhangi bir açıklama bulunma zorun-luluğu yoktur. Hatta biz, İngiliz Hükümetinin Cecil Rodhes ile yaptığı gi-bi, kendi kendimize iş yapabiliriz. Bir Cecil ile benim aramda kuşkusuz ki kişisel olarak benim aleyhime olan büyük farklar bulunmaktadır. Ancak, tüm Doğu Avrupa'daki insan malzemesi ve diğer sermayelerin elimizde bulunması maddi olarak hareketimizin çok lehine bir durumdur.
Haşmetmeablan Filistin'deki kolonistlerimizin mevcut faaliyetlerini maalesef görmediler. Kudüs'te bir araya sıkıştırılmış Yahudilerin durumu sevindirici değildir. Onlar, eğer Türk hükümeti tuhaf bir şekilde yasak koymasa, köylere yerleşip (kırsal kesime) toprağa işlemek istiyorlar.
Ayrıca bazı yanlış bilgilerin beni korkuttuğunu belirtmem gerekiyor. Majestelerinin benim görüşlerimi paylaşmayan Yahudi danışmanlannın hareketimizle ilgili aşağılayıcı bilgilere kulak verdiklerine inanıyorum. Bu-nun açıklaması zor değildir. Kimi zengin Yahudiler bizim onları alıp götüreceğimizden korkuyorlar, bu nedenle de bizi konuşmalannda ve ya-zılarında gülünç ve aşağılık duruma düşürmek istiyorlar.
Çabalarımız çok yönlüdür. Bunlardan birisi, her ülkedeki Yahudi un-surlarının (bir araya) toplanmasıdır. Bununla birlikte, onların halk haline dönüşmesinin zor kullanarak yapılması fikrinde değilim. Mutlak asimilas-yon kiliseler aracılığı ile sağlanabilir. Temel düşüncemiz şudur: Sadece şimdi oturdukları ülkeye uyum sağlayamamış ya da sağlamak istemeyen Yahudiler gelmelidir. Kalanlar ise, zorunlu olarak, gittikçe daha iyi yurt-taşlar olacaklardır. Çelik kasalarla petrol varilleri arasında doğal olmayan anlaşma (birlik) olmamalıdır.
Sayın Kral, hareketimizin koloni politikasında olduğu gibi, sosyopoli-tik değeri de gizlilik durumundan çıkmıştır. Gerçekte, hareketimiz sizden tek bir adam ya da Fenig destek olmasa da yeterince güçlü olabilcek du-rumdadır. Rusya, Romanya, Galiçya, İngiltere ve Güney Afrika'da kay-nalclarımız bulunmaktadır. Buna rağmen Almanya, şimdilik gizli tutula-cak, daha sonra da bağlayıcı olmayan bir etkiyi gelecek için garanti edebilir.Ve Kolonizasyonumuzun başlamasıyla birlikte birinci derecede önemli endüstriyel bir pazar kazanabilir. Bunun önkoşulu, bizim Almanya'da örgütlenmemizdir. Bu konu hakkında henüz yazılı açıklama beklenmemesi gerektiğini anlıyorum. Bu nedenle siz majestelerinin, döndükten sonra be-ni kabul etmesini istirham ediyorum. Böylesi bir cesaretlendirmeye, hele şimdi, çok acele ihtiyacım vardır.
Bundan sonra daha da ileri giderek Rus Çar'ına meseleyi kabul ettir-meye çalışacağım ve huzurunuza elimdeki işleri bitirmeden bir daha gel-meyeceğim. Huzurunuza kabul edilmemem, bana artık bu konuda bir şey ümit etmemem gerektiğinin de işareti olacaktır.
Uğrunda çalıştığım düşünce, bu yüzyılda bir büyük Monark'l sıyırdı: I. Napoleon. Yahudilerin ı8o6'daki Paris Synodrion'u bu düşüncenin za-yıf bir tezahürüydü. Hareket o zaman henüz olgunlaşmamışmıydı ve henüz Yahudilerin yeterli sayıda, hedefinin bilincinde olan temsilcisi yok muydu? Ulaşım araçları mı yetersizdi?
Ama zamanımızda ulaşım araçları sorun olmamaktadır. Tek cümley-le, çağımız artık kanatlandı. Yahudi sorunu bu anlamda değerlendirildi-ğinde çözümü mümkün olmaktadır. I. Napoleon'un hükümdarlığı altında mümkün olmayan, II. Wilhelm'in hükümdarlığında mümkündür".
Görüldüğü gibi, Herzl, yardımlarına karşılık, Almanya'ya Filistin'i bir pazar olarak sunmayı vaad ediyordu.
Filistin'e bir Yahudi Devleti kurmak amacıyla göçeden Yahudilerin yanı sıra, Osmanlı uyruğu olan Yahudilerin de bu bölgeye yerleşme arzu-ları üzerine sorunlar devam edince, 14 Cemaziyelahir 1318 (1900) de bir kararname çıkartılarak[67], Osmanlı uyruklu veya yabancı Filistin'e gidecek tüm Yahudilere Filistin'de en fazla üç ay kalma izni verildi. Bu kanunun 1. md. ile Filistin'e gidecek tüm Yahudilere mutlaka tâbliyetlerini, meslek-terimi ve seyahat maksatlarını içeren birer tezkere veya pasaporta sahip ol-ma şartı getirildi. Bu kişiler, Beyrut ya da Kudüs'de vardıkları iskelede bu belgeleri ilgili tezkere memuruna verecekler ve ondan ücret mukabilinde (I kuruş) Filistin'de 3 ay müddetle seyahat ve ikamet iznini içeren, diğer-lerinden farklı renkli bir geçici tezkere alacaklardı. Bu süreyi geçiren Os-manlı vatandaşları zabıta tarafından, yabancılar ise mensup olduklan dev-let konsolosu aracılığıyla Filistin'den cebren çıkanlacaklardı (md. 2). Tezkere memurları bu tezkere listelerini her ay bir cetvel tanzim ederek ince-leyecek, müddeti geçirenleri hükümet memuruna ve zabıtaya bildirecek, aksi halde sorumlu olacaklardı (md.3).
Bu kanun çeşitli tepki ve yorumlara yol açtı. 27 Aralık İ goo tarihli bir Avusturya gazetesi[68], "Paris anlaşmasına imza koyan yabancı devletlerin uyruklarının Türk topraklarının her yerinde serbestça yerleşme hakkına sahip olduklarını, Elçiliklerin bu kararı protesto etmelerine rağmen Türk Hükümetinin direndiğini, bunun nedeninin Bâblâli'nin Siyonizmin politik amacını engellemeye çalışması olduğunu" yazmaktadır.
31 Ocak ıoı tarihli bir Amerikan raporunda ise bu konuda şunlar yazılıdır[69]: "Kudüs konsolosu Merril'e Osmanlı İçişleri Bakanı, Kudüs Va-lisi aracılığıyla, yasağa ilişkin 15 Ocaktan itibaren geçerli bir mektup yol-lamıştır. Buna göre, tüm ülkelerden Filistin'e hac veya ziyaret için gelen Yahudiler Yaffa'da pasaportlarmı yetkililere verip Türkçe bir belge alacak-lar ve ayrılırken bu belgeyi ibraz ederek pasaportlarını geri alacaklardır. Üç ay geçmesine rağmen ülkeden ayrılmak isteyenlerin, ülkeden çıkarıl-malarının sağlanması, uyrukluklarında oldukları ülke konsolosundan iste-necektir [70].
Bu problemler sürerken, Herzl 'gol 'de II. Abdülhamit'le görüşerek [71] yabancı sermaye, teknoloji ve ek kalkınma vaadi karşılığı Filistinde özerk bir Yahudi devleti kurulmasına izin verilmesini istedi. Ancak bu teklif red-dedildi ve yabancı uyruklu Yahudilerin Filistin'de bir aydan fazla kalma-ları da yasaklandı. Bu karar, Kudüs valisine, bölgedeki konsoloslara da tebliğ edildi[72].
Ancak Sultanın bu ziyaret sırasında Dr. Herzl'e Mecidiye nişanı ver-mesi, bazı Alman gazetelerinde çeşitli yorumlara yol açtı [73]. Bu arada Ya-hudiler Almanya'dan destek arayışlarını sürdürüyor ve bu destekle amaç-ları gerçekleşirse, Suriye ve Filistin'de bir Alman çıkar bölgesi (Interressen-gebiet) yaratılacağinı vaadediyorlardı [74].
Yahudi milliyetçiliğini istemeyen Yahudiler, Filistinli Araplar ve Hıris-tiyanlar ise, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulmasına karşı çıkıyorlardı. Buna rağmen Filistindeki Yahudilerin sayısı giderek artıyordu. Bir İngiliz raporunda[75], "yüzyıl önce 500 Yahudinin bile bulunmadığı Kudüs'te, 1861 'de 13.000 nüfusun 6.000 inin Yahudi, gorde ise şehrin 80.000 kişi-lik nüfusunun 50.000 inin Yahudi olduğu yazılıdır. Hahambaşı Naum Efendi'nin Ittihat ve Teralad ile olan yakınlığı, Ya-hudilerin hükümetle ilişkilerini daha da düzeltti. II. Meşrutiyet'ten sonra[76]çalışan Meclislerde hep dörder Yahudi milletvekili bulunuyordu.
Ancak yine de Filistin'e yerleşme yasağını tam uygulamak için önlem-ler alınmaya devam edildi. Devlet, Yahudilerin Filistin'de yerleşmelerinin yasaklanmasına dair ve hariçten gelecekler hakkında daha önce aldığı ka-rarlara rağmen, bu kararların "layık-ı veçhile" tatbik ve icra edilmediği ge-rekçesiyle, gereken kanunların çıkarılmasına karar verdi[77].
II. Meşrutiyet'ten sonra bir ara Yahudilere de Filistin'de toprak satın alma serbestliği tanındı.İttihat ve Terakki'nin Yahudilerle ilişkilerinin düzelmesi, Meclis'te tenkitlere yol açtı ve Maliye Bakanı Cavit Bey bütçe görüşmeleri sırasında Siyonist olmakla ve Siyonistlerle işbirliği yapmakla suçlandı [78]. Gazetelerde Siyonizmin tehlikesi üzerine makaleler yayınlan-dı [79]
Siyonizmin devletin toprak bütünlüğüne karşı bir tehlike olarak görülmesi üzerine tekrar lusıtlamalara gidildi.
Ancak, Büyük Devletlerin Filistin'deki örgütleri (Alman Tempalar gi-bi) Yahudi göçünü kolaylaştırdılar ve Osmanlı Devletinin aldığı tedbirleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika izlediler"[80].
24 Nisan ıgı I tarihli bir İngiliz raporu, Büyük Devletlerin Yahudi lo-bilerinin de baskılarıyla Filistin'de Yahudi yerleşimini kolaylaştırmak ama-cıyla çeşitli faaliyetlerde bulunmalanna açık bir örnektin Raporda [81], Al-man Yahudilerinin bu meselede en aktif çalışanlar olduğu, P. Rothsc-hild'in Fransız hükümeti üzerindeki etkisiyle tüm yabancı misyonlann Bab-ı Ali'ye bir nota yollayarak Suriye ve Kudüs'teki yabancı Yahudilere ilişkin sınırlamalann kaldırılmasını istedikleri, Osmanlı hükümetinin cevap olarak "Devletin iç işlerinde hareket hürriyetini muhafaza etmek zorunda olduğunu" bildirdiği yazılmaktadır.
Raporda, ayrıca, "Gaza'daki İngiliz konsolosunun son üç aydır bölge ve Mısır sınırının Türk kesiminde Yahudi kolonizasyonu örgütü yararına faaliyetlerde bulunduğu belirtilerek, bunun Mısırlı Araplarla ve Osmanlı-larla ilişkileri etkileyebileceği, 7 Nisan igı 'de "Times"da bu konuda çı-kan bir yazının da aynı şekilde hoş olmadığı" belirtilmektedir. Rapora göre, Osmanlı İçişleri Bakanı Halil Bey, 24 Nisan 191 ı tarihli gazetelerde yayınlanan demeciyle "Siyonzimin Osmanlılığa karşı olduğunu, Osmanlı Hükümetinin siyonizme saygı gösteremeyeceğini ve bu tür propogandayı onaylamadığını" belirtmiştir.
I. Dünya savaşı başladığı sırada Filistin'deki nüfusun % 9 una yakın miktarını Yahudiler oluşturuyordu [82].
Aynı tarihlerde Osmanlı Hükümeti ülkenin müslüman, Hı ristiyan ve Yahudi uyruklarının aile hukuklarını içerecek ortak bir medeni kanun hazırlanması için komisyonlar kurmuştu [83]. Bu komisyonlann çalışmaları sonunda 1917 yı lında çıkartılan Hukuk-u Aile Kararnamesi'nin [84]. 2. faslında Yahudilerle ilgili evlenme manileri, nikâhlarmı n feshi, butlanı, evlenme, boşanma usulleri düzenlenmişti[85].
16 Mayıs 1916 Sykes-Picot gizli Anlaşması ile Osmanlı Devleti'nin Ortadoğu toprakları İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmış, kuzey Filistin bu Anlaşma ile Ingiltere'ye verilirken, Filistin'in geri kalan toprakları üzerinde uluslararası bir rejim ve sını rları belirsiz bir Arap Devleti kurulması kararlaştınlmıştı.
1917'de Filistin İngiliz ordusu tarafından işgal edildi. İ ngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist hareketin önderlerinden Lord Rothschild'a bir mektup yollayarak, İngiliz hükümetinin Yahudiler için Filistin'de bir ulusal yurt kurulması çabasını destekleyeceğini bildirdi. Böylece, Savaştaki İngiltere, çok sayıda Yahudi vatandaşı olan ABD'nin sempati ve savaşa katılmasını sağlamayı planlıyordu. Bu mektup, Osmanlı Devleti ve Almanya'nın da Siyonistlere bazı ödünler vermelerine yol açtı [86].
Ancak 30 Ekim 1918'de[87]Mondoros Ateşkesi sadece osmanlı Devleti için savaşı bitirmekle kalmayı p, Devletin de fiilen sona ermesine sebep oldu. Çünkü Ateşkesin 7. md.e dayanan galip devletler ülkenin her tarafına asker çıkardılar ve daha barış anlaşması imzalanmadan Arap topraklanyla birlikte Filistin de Osmanlı Devletinin sınırları dışında kaldı.
İngiltere, San Remo Konferansına dayanarak, Filistin'de 1920 Tem-muzu'nda mandat yönetimini başlattı. Bu yönetimle birlikte Yahudilerin, bölgede toprak alımı kolaylaştırıldı ve hızlandırıldı.
Milletler Cemiyeti, 1922 Temmuz'unda Filistin'in sorunlarının saptan-ması ve mandat altına konmasını onayladı.İngiltere ertesi yıl Mandat bel-gesinin 25. maddesinde verilen yetkiye dayanarak Yahudi Ulusal yurdu hükümlerinin uygulanacağı alanı saptadı.
Bu arada, yıkılan Osmanlı Devleti'nin yerine yeni bir Türk Devleti kurulması için yapılan Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştı. Lozan Barış görüşmeleri sırasında, Cenevre'deki Yahudiler ı o Aralık 1922'de İsmet Pa-şa'yı bir ziyafete davet ettiler. Hahambaşı burada yaptığı konuşmada, "dünyanın katliamından kurtulan Yahudilerin Türklerden gördüğü hüsnü kabul ve şükranlarını" belirtti[88]. Görüşmeler sürerken, İstanbul Yahudileri Filistin mandasının Türk Devletine verilmesi için BMM başkanlığına müracaat ettiler. Ancak bu müracaat, Misak-ı Milli kararları dışına çıkıl-mama kararı nedeniyle reddedildi[89].
Lozan Anlaşmasının 37-45. maddelerinde -henüz lâik bir Medeni Kanunumuz olmadığı için- "Azınlıkların Korunması" başlığı altında azınlıkla-rın siyasi, dini, medeni hakları düzenledi. 15 Eylül 1925'de Yahudiler Adliye Vekaletine artık aile hukuku ve şahsi hükümler bakımından ayrı bir muameleye tabi olmak ihtiyacı duymadıklarını bildirdiler[90]. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanununun Türkiye tarafından iktibasından (reception) beri, bu Kanun hiç bir ayırım yapılmaksızın, tüm Türk vatandaşlarına uygulanmaktadır. Türk vatandaşları, özel hukuk açısından olduğu gibi, kamu hukuku açısından da eşittirler. '