XI.-XIII. yüzyıllarda İslâm-Haçlı çatışmalarında pek çok olayın yaşandığı Güneydoğu Anadolu’nun Râvendân kalesi, bugün sadece yalnızlığa değil, kaderine de terkedilmiş bulunuyor. Râvendân kalesine, Gaziantep’ten Kilis’e Burç kasabası üzerinden giden yol ile ulaşılmaktadır. Yol, Gaziantep’ten Burç’a kadar asfalt olup geri kalan kısmı stabilizedir. Kalenin Gaziantep’e uzaklığı 40 km.’dir. Kilis ilçesinin ise 24 km. kuzeybatındadır.
Râvendân’ın adı şimdi Belenözü olmuştur ve Kilis ilçesine bağlıdır. Sadece kalesine Ravanda denilmektedir. 1990 Nüfus Sayımı’na göre, nüfusu 458 kişidir[1]. Tarım İl Müdürlüğü ve Antep Fıstığı Araştırma Enstitüsü’nün verdiği bilgilere göre, Belenözü köyünün sulu olan aşağı kısmında sebze ekiliyor ve kısmen meyvecilik yapılıyor. Meyve olarak nar ağaçlan çoğunlukta bulunuyor. Köyün taşlık ve kuru (susuz) olan bölgesinde buğday, arpa gibi tahıl ekilirken köyün daha yukan ve yine susuz arazisinde antep fıstığı ve üzüm bağları bulunmaktadır. İklim. Gaziantep’te olduğu gibi kuru kara iklimi şeklindedir. Yazlan sıcak, kışlan ise kuru soğuk görülür.
Râvendân kalesi Belenözü köyünün yanında, Afrin çayının doğusunda, çevreyi görüş açısı geniş, yüksek konik bir tepe üzerinde inşa edilmiştir. Tepenin yamaçları her yönden diktir, rahat bir çıkışa imkân vermez. Kale, zirvedeki düzlükte kurulmuş olup, bu düzlük bir sur ile kuşatılmıştır. Sur, birbirinden farklı uzaklıkta köşeli veya yarım yuvarlak burçlarla bölünmüştür. Surun büyük kısmı yıkılmış ve toprakla örtülmüş haldedir. Kalenin giriş kapısı güneyde olup bunun zaman zaman tamir gördüğü yapı tarzından ve kullanılan malzemenin farklılığından anlaşılıyor. Kalenin içinde, doğu kısmında, ön tarafında merdivenler bulunan iki büyük su sarnıcı vardır. Sarnıçlardan gizli yolla Afrin çayına inilebildiği sanılmaktadır. Kuzey kısmında saray olması muhtemel bina kalıntısı bulunmaktadır. Resmî kayıtlara göre[2], Râvendân kalesi ile ilgili olarak şimdiye kadar hiç bir arkeolojik kazı yapılmamıştır. Bu sebeple kale ve çevresinin tarihinin ne kadar eskiye dayandığını söylemek, bugün için mümkün olmuyor.
Râvendân kalesi hakkında kaynakların verdiği en eski tarih XI. yüzyıla aittir. Gerek İslâm gerekse Lâtin kaynaklar bu kalenin varlığından ilk defa Haçlı Seferleri sırasında bahsetmektedirler. Kalenin adı bu kaynak eserlerde muhtelif şekillerde geçiyor: İslâmî eserlerde er-Râvendân[3](اراونداد), Haçlı kroniklerinde Ravendel[4], Ravandel[5] Ravenel[6], ermenice yapıtlarda ise Aréventan[7] şeklinde kaydedilmiş bulunan bu kalenin kesin olarak hangi tarihte inşa edildiği belli değildir. Bununla beraber kalenin coğrafî konumu ve Afrin vadisine hâkimiyeti göz önüne alınacak olursa, burasının çok eski devirlerde de bölgede hâkimiyet kuranlar tara-fından kullanılmış olabileceği, her hangi benzer bir ismin kaynaklarda yokluğuna rağmen, akla yakın gelmektedir. Bilinen en eski zamanda bölgeye Hititler sahip olmuşlardı. Ancak kale ve çevresinde henüz arkeolojik bir çalışma yapılmadığı için, kalenin o tarihlerdeki varlığı hakkında her hangi bir iddiada bulunmak olanaksızdır. Nitekim The Lands of the Hittites adlı eserinde J.Garstang, Afrin vadisine ayırdığı bölümde, yüksek bir tepe üzerinde etrafı üzüm bağları ve dut ağaçlan ile çevrili bulunan Râvendân (Rovvanduz)’ın ortaçağda yapılmış bir kale olduğunu yazmaktadır[8]. Ortaçağda ise Islâm fethine kadar bölgeye Bizans imparatorluğu sahipti. Ancak Bizans kaynaklarında kalenin adına rastlanmamaktadır. Hiç değilse, VI. yüzyılda imparator Büyük lustinianus (527-565) zamanındaki büyük imar faaliyeti hakkında bir eser kaleme almış olan devrin tarihçisi Procopius’un De Aedificiis[9] adlı kitabında sınırlarda inşa olunan veya tamir edilen kaleler arasında Râvendân’ın da zikredilmesi gerekirdi. Fakat ne Procopius’un, ne de sonraki Bizans yazarlarının eserlerinde bu kaleden bahis vardır.
VII. yüzyıl ortalarına doğru başlayan ve hızla yayılan İslâm fütuhatı Suriye ve Elcezire’nin fethinden sonra Anadolu’da Toros dağlarına kadar ulaşmış, bu dağlar Bizans ile Islâm Devleti’nin sınırını oluşturmuştu. Bu sınırın güneyinde ve doğusunda kalan topraklar Avâsım ve Sugûr adı verilen askerî bölgeler olarak gelişmiş ve Bizans’a karşı taarruz ve müdafaa bakımından pek çok kale ile tahkim edilmişti. Ne var ki, bu kaleler arasında da Râvendân’a veya bu adı andıracak bir kayda rastlanmıyor[10].
Ayrıca, X. yüzyılın ikinci yarısında Bizans’ın müslüman dünyasına karşı Doğu sınırında giriştiği büyük askerî harekât —imparator Nikephoros Phokas (963-969) ve imparator loannes Çimiskes (969-976)’in seferleri— dolayısıyla kaynaklarda hemen bütün sınır kaleleri ve müstahkem mevkilerden bahsolunurken de, Râvendân’a benzer bir isim geçmemektedir. Hatta XI. yüzyıl boyunca iki taraf arasında devam eden sınır savaşlarında da zikrolunmaz. Bununla beraber, kalıntıları günümüze kadar gelmiş olan bu kalenin en geç XI. yüzyıl sonlarında inşa edilmiş bir Bizans yapısı olduğu düşünülebilir[11]. Burada kesin olan husus, Haçlı Seferleri başlamadan önce, kalenin varlığını kabul etmek zorunluğudur. Çünkü 1097 yılı sonlarında kale Haçlılar tarafından Türklerin elinden alınmıştı.
Buna göre Râvendân, Birinci Haçlı Seferi orduları 1097 yılı sonbaharında Antakya surlan önüne geldiği ve şehri kuşattığı sırada henüz Türklerin elinde ve İbn el-Adîm’in kaydına göre de[12], Haleb meliki Rıdvan b. Tutuş’a ait bulunmaktaydı. Fakat kalenin Türklerin eline ne zaman geçtiği hakkında kaynaklarda her hangi bir kayıt bulamadık. Ancak burada gerçek ve önemli olan husus, Râvendân kalesinin 1097 yılının sonlarında varlığının ve Türklerin elinde bulunduğunun bilinmesidir.
Râvendân hakkındaki ilk bilgiler Haçlı Seferlerini konu alan Lâtin kaynaklan tarafından verilmiştir. Birinci Haçlı Seferi’nin en önemli kaynaklarından biri olan Liber Chris lıanae Expeditions pro Ereptwne, Emundatione et Restitutione Sanctae Hierosotymitanae Ecclesiae adını taşıyan eserinde Albertus Aquensis, Râvendân kalesinin Baudouin de Boulogne tarafından Türklerin elinden alındığını yazmaktadır[13]. Baudouin[14], Birinci Haçlı Seferi’ne ağabeyi Aşağı Lorraine dükü Godefroi de Bouillon’un yanında katılmıştı. Ailenin en küçük çocuğu olduğu için yurdunda malı mülkü, arazisi yoktu. Sefere dinî duygulardan ziyade Doğu’da kendisine bağımsız bir hâkimiyet kurmak gayesiyle çıkmıştı. Bu sebeple Anadolu’ya gelir gelmez bu konuda kendisine yardımcı olabilecek kimselerle ilişki kurmaya başlamış ve Haçh ordusunun henüz İznik (Nicaea) önünde bulunduğu sırada tanıştığı ermeni Bagrat’ın[15] tesiriyle Güneydoğu Anadolu’da, Urfa (Edessa)’da böyle bir imkânın gerçekleşebileceğini düşünmüştü. Bu düşünceyle Baudouin, Maraş (Germanikeia)’ta ana haçlı ordusundan 700 kişilik bir kuvvetle Urfa’ya gitmek üzere ayrılmış ve önce Fırat nehrinin batısında kalan bölgede Türklerin elinde bulunan kaleleri zaptetmeye başlamıştı. Fakat onun bu küçük kaleleri ele geçirmek için üç ay uğraşmak zorunda kaldığı anlaşılıyor[16]. Çünkü Türkler sayıca az olmalarına ve hristiyan halkın ihanetine rağmen, yurt edinmeye çalıştıkları bu topraklardan kolayca uzaklaştırılamıyorlardı. Nihayet Baudouin, Bagrat ile yine Lâtin kaynaklarında adları Fer ve Nicusus olarak geçen[17] diğer ermeni reislerinin yardımlarıyla önce Tell-Bâşir (Turbessel)’i sonra Râvendân’ı zaptedebildi; Tell-Bâşir’i Fer’e, Râvendân kalesinin kumandanlığını da Bagrat’a vererek onların yardımlarını mükâfatlandırdı.
Ne var ki, kısa bir süre sonra Baudouin’in Bagrat ile arası bozuldu. Bagrat askerî idaresi kendisine verilen Râvendân’a oğlunu vekil bırakmış ve ona, buraya haçlıları sokmamasını tembih etmişti. Bagrat’ın bu davranışı, Râvendân kalesinin çok sarp olmasına güvenerek burada kendisine bağımsız bir hâkimeyet kurmak istediğini gösterir. Herhalde Bagrat Baudouin’in Türklerden alınan araziyi ermenilere bırakmak yerine kesinlikle kendi hâkimiyeti altına almak arzusunda olduğunu anlamış olmalıdır. Bu sebeple, belki de Baudouin’den kurtulmak için Râvendân’ın güvenilir bir sığınak olacağını düşünmüştü. Albertus Aquensis’in ifadesine göre, Baudouin, Bagrat’ın bu niyetini öğrenince onu derhal tutuklatmış ve Râvendân’a bir haçlı birliği sokmasını istemişti. Bagrat bu isteğe önce inatla karşı koymuş, hatta yapılan işkencelere bile dayanmıştı. Ama sonunda ölümle tehdit edilince boyun eğmiş ve oğluna ermeni reisi Fer ile bir mektup göndererek kaleyi haçlılara teslim etmesini bildirmişti. Sonuçta Râvendân’a bir haçlı garnizonu yerleştiren Baudouin,kalenin hâkimiyetini eline almış, Bagrat da haçlı karargâhından kovulmuştu.
Fırat’ın batısındaki kaleleri ele geçirmek maksadıyla bu bölgede üç aydan fazla kalmış bulunan Baudouin, nihayet 6 Şubat logö’de Urfa’ya gidebilmiş ve kısa bir süre sonra şehrin ermeni hâkimi Thoros’un[18] tertiplenen bir suikast sonunda ortadan kaldırılmasıyla hâkimiyeti eline geçirerek burada ilk haçlı kontluğunu (10 Mart 1098) kurmuştu. Tabiatıyla Fırat’ın batısında zaptetmiş olduğu kaleler de kontluğa bağlanmıştı. Böylece Ravendin kalesi de Urfa kontluğunun batı bölgesindeki en uc ve en önemli savunma noktalarından biri durumuna gelmişti.
Bu tarihte kale, Urfa’yı Antakya’ya bağlayan yol üzerinde, Afrin vadisinde önemli bir geçit yeri durumundaydı. Urfa’dan Antakya’ya giden yol Fırat nehrinin batısında Sâcûr (bugün Sacir suyu) ırmağını aşarak Tell- Bâşir üzerinden Kuvayk (bugün Balık suyu) nehrinin batı kolu Sînâb (bugün Sinnep suyu)’a kadar uzayan oldukça düz ve yüksek bir havzadan geçmekteydi. Burada ulaşım kolaydı. Buna karşılık Sînâb suyunun batısındaki arazi Afrin nehri vadisine kadar, kuzeyden güneye doğru uzanan Cabri (bugün Hayberi) dağının yüksek tepeleriyle kesilmiş olduğundan, yol bu dağ tepelerini kuzeyde ve güneyde ancak iki geçit vasıtasıyla aşmaktaydı. Kuzeydeki geçit Burç er-Rassâs (Turris Plumbea) kalesi tarafından gözleniyordu. Güneydeki geçit ise, önceleri Hısn Sînâb adındaki bir Bizans kalesi ile korunmaktaydı. Fakat bu kalenin batısında inşa olunan Râvendân ile zaman içinde önemini kaybetmiş ve bundan sonra geçidin kontrolünü Râvendân üstlenmişti. Yol, buradan Afrin vadisi boyunca güneye inmekte ve Hârim’in kuzeyinden geçerek Antakya’ya ulaşmaktaydı[19].
Baudouin de Boulogne’un Urfa’da iki yıl (1098-1100) süren hâkimiyeti sırasında vuku bulan olaylar arasında Râvendân'ın adı kaynaklarda, Antakya’da çıkan salgın hastalık dolayısıyla bir defa daha geçmektedir. Antakya’nın haçlılar tarafından zaptından (3 Haziran 1098) sonra Temmuz ayında şehirde çıkan tifüs salgını pek çok kişinin ölümüne sebep olmuştu. Salgın hastalık şehre yayılınca, hemen bütün haçlı reisleri canlarını kurtarmak maksadıyla Antakya’yı terkederek civar bölgelere kaçmışlardı. Albertus’un kaydına göre[20], bu sebeple Godefroi de Bouillon da, Urfa kontu olmuş bulunan kardeşi Baudouin’in geçici olarak kendisine verdiği Tell- Bâşir ve Râvendân şehirlerine giderek bir süre bu bölgede kalmıştı.
Bundan sonra Râvendân hakkındaki ilk kayıt 1101/1102 yılına aittir. Baudouin de Boulogne ağabeyi Godefroi de Bouillon’un ölümünden (18 Temmuz 1100) sonra onun yerine kral olmak üzere 1100 yılı sonbaharında Kudüs’e giderken, Urfa kontluğunun idaresini kuzeni Baudouin du Bourg’a bırakmıştı[21]. Böylece kontluğun diğer kaleleri gibi Râvendân da Baudouin du Bourg’un hâkimiyetine geçmiş oldu. Baudouin du Bourg ise, 1101/1102 yılında doğuya gelen ve kahramanlığı ile tanınmış olan teyzesinin oğlu Joscelin de Courtenay’i[22] hizmetine alarak, ona kontluğunun Fırat’ın batısında kalan bölgesini iktâ olarak verince, merkez Tell-Bâşir olmak üzere bu bölgedeki Dülük, Ayntâb, Râvendân, Kûrus gibi önemli kalelerin idaresi de Joscelin’e geçti[23].
Tabiatıyla bu kaleler ayn ayrı kumandanların yönetimine verilerek idare olunmaktaydı. Albertus Aquensis[24] ve Urfalı Mateos’un[25] daha sonraki yıllar için verdikleri bilgilerden Râvendân kalesinin yönetimine yeniden Bagrat’ın sahip olmuş bulunduğunu anlıyoruz. Fakat onun Râven- dân’a kesin olarak hangi tarihte sahip olduğu kaynaklarda açık olarak belirtilmemiştir. Bununla beraber 1100 yılından sonra Baudouin du Bourg tarafından verilmiş olabilir. Belki de, ermenilerle daha yakın ilişki içinde bulunan Joscelin, kendi sorumluluğu altında bulunan bölgedeki Râvendân kalesinin idaresini Bagrat’a bırakmıştı. Bagrat’ın buradaki idaresinin 1117 yılına kadar devam ettiğini göreceğiz.
1104 yılına kadar Râvendân, çevredeki diğer kaleler gibi bölgenin sahibi Joscelin’e bağlı kaldı. Fakat bu yıl Urfa ve Antakya haçlı devletlerinin müslüman dünyası aleyhine sınırlarını doğuya doğru daha fazla genişletmek umuduyla giriştikleri sefer, Artuklu emîri Sökmen ve Musul valisi Çökürmüş’ün Türk birlikleri karşısında 7 Mayıs 1104 tarihinde yapılan Harran savaşında[26] uğradıkları kesin yenilgi ile son buldu. Bu savaşta özellikle Urfa ordusu mahvolmuş, Baudouin ve Joscelin de Türklere esir düşmüşlerdi. Bu durumda Antakya prinkepsi Bohemund Urfa kontluğunun idaresini geçici olarak üzerine almış ve yeğeni Tarihred’i bu iş ile görevlendirerek Urfa’da bırakmıştı. Fakat Bohemund Türk taarruzlarına karşı Antakya’nın da geleceğini tehlikede görerek yeni kuvvetler toplamak gayesiyle daha aynı yılın sonbaharında Avrupa’ya gidince, Tarihred Ur- fa’nın idaresini kuzeni Richard de Saleme’e devrederek Antakya’ya dönmüştü. Böylece 1108 yılında Joscelin ve Baudouin’in Türk esaretinden kurtuluşlarına kadar Râvendân’ın, gevşek bağlarla da olsa, Urfa kontluğunun bütün diğer mütahkem mevkileri gibi, 1104-1108 yıllan arasında Richard de Saleme’in hâkimiyetinde kaldığı düşünülebilir[27].
Bundan sonra Râvendân için kaynaklardaki kayıt 1108 yılına aittir. Urfalı Mateos[28], Fulcherius Camotensis[29] ve ona dayanarak Willermus Tyrensis’in[30] bu konuda verdikleri bilgiler tafsilâtlı ve hemen hemen birbirine uygundur. Bu kaynaklar Urfa kontu Baudouin du Bourg’un Türk esaretinden kurtulduktan sonra Antakya’ya gittiğini, fakat Tarihred’in ona Urfa’ya girmeyi yasakladığını, bunun üzerine Baudouin’in Joscelin ile birlikte Rabân ermeni reisi Goğ-Vasil’in[31] yanma giderek yardım aldığını, Tarihred ile aralarında çıkan anlaşmazlığın savaşla neticelendiğini ve Tell- Bâşir yakınında yapılan savaşta yenilen Baudouin’in kaçarak Râvendân’a sığındığını kaydetmektedirler. Onun bu şekildeki davranışı, kanaatimizce, yukarıda belirttiğimiz gibi, Râvendân’a yeniden sahip olmuş bulunduğunu ileri sürdüğümüz Bagrat ile Baudouin arasında iyi ilişkiler bulunduğunu gösteren bir kanıttır.
Râvendân ile ilgili bundan sonraki haber 1111 yılı olayları içinde geçmektedir. Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar (1105-1118)’m emriyle Musul valisi Mevdud[32] ikinci defa haçlılara karşı sefere çıkmıştı. Mevdud’un 1111 yılındaki bu seferi gerek İslâm, gerekse yerli ve haçlı kaynaklar tarafından geniş bir şekilde anlatılmaktadır[33]. Kaynakların kayıtlarını özetleyecek olursak, sefer bir yıl önceki gibi önce Urfa kontluğu arazisine yapılmış, Tell-Bâşir 28 Temmuz - 22 Ağustos tarihleri arasında 26 gün kuşatılmış[34] ve sonra hedef doğrudan doğruya Suriye olmuştu. Mevdud’un ordusuna burada Dımaşk birliklerinin başında atabek Tuğte- kin de katılmıştı. Elcezire ve Suriye müslüman kuvvetleri tarafından Şeyzer bölgesinde tehdit edilen Antakya prinkepsi Tarihred, bu durumda Kudüs kralını, Trablus ve Urfa kontlarını yardımına çağırmıştı. Lâtin tarih yazan Albertus Aquensis eserinde Tarihred’e yardıma gelenlerin uzun bir listesini vermektedir[35], özellikle Antakya bölgesindeki hemen her müstahkem mevki kumandanının adını kaydettiği listesinde Urfa bölgesinden kont Baudouin du Bourg, Tell-Bâşir senyörü Joscelin de Courtenay, Seruc kumandanı Paganus ve Râvendân sahibi Bagrat’ın da bu yardım çağnsına uyarak koşup gelenler arasında bulunduklarını kaydetmiştir. Bu kaydın ve olayın bizim için önemli olan tarafı, Râvendân’a hâlâ Bagrat’ın sahip olduğunu ve onun gerek Urfa kontu Baudouin du Bourg, gerekse Antakya prinkepsi Tarihred ile iyi ilişkiler içinde bulunduğunu göstermesidir.
Urfalı Mateos’un ifadesine göre[36], Râvendân 1117 yılma kadar Bag- rat’ın idaresinde kaldı. Fakat 1117 yılında Baudouin du Bourg, Musul valisi Mevdud’un arka arkaya yaptığı seferler sonunda kontluğunun doğu arazisinde uğradığı zaran, Fırat’ın batısında bağımsız veya yan bağımsız şekilde ermenilerin elinde bulunan arazi ve kaleleri zorla ele geçirmek[37] ve bunları doğrudan kontluğa bağlamak suretiyle telâfiye çalıştı. Böylece Fırat’ın batısındaki bölgede bulunan Rabân, Birecik, Râvendân gibi bir çok kale, mahalli ermeni hâkimiyetlerine son verilerek Urfa kontluğuna ilhak olundu.
1118 yılında ise bu defa kont Baudouin du Bourg, Baudouin I.’in ölümünden sonra Kudüs krallığına seçilince, Urfa kontluğunun idaresini vekâleten Birecik hâkimi Galeran du Puiset’ye[38] bıraktı. Fakat gittikçe baskısını arttıran Türk hücumları —özellikle Mardin Artuklu emîri llgazi’nin Urfa ve Antakya’yı hedef alan seferleri— karşısında Urfa kontluğunun idaresi yeniden bölgeyi iyi tanıyan Joscelin de Courtenay’e verildi (1119)[39]. Böylece kontluğun bütün şehir ve kaleleri gibi Râvendân da tekrar Josce- lin’in hâkimiyetine geçti. Joscelin 1119’dan 1131 yılında ölümüne kadar Urfa kontluğunun arazisini önemli bir kayba uğramadan Türk taarruzlarına karşı savunabildi. Bu yıllar arasında vuku bulan olaylar içinde Râven- dân’ın adı sadece bir defa müslüman tarihçi İbn el-Adîm tarafından zikrolunmuştur. Onun kaydına göre[40], Joscelin Urfa’ya geldikten hemen sonra müslümanlara karşı iki akın tertiplemiş, etrafı yağmalayarak bir çok esir almıştı, İbn el-Adîm bundan sonra Joscelin’in Fırat’ı geçmiş olan bir Türkmen grubunu Râvendân’a kadar takip ettiğini, fakat bunlar tarafmdan bozguna uğratılarak franklardan bir kısmının öldürüldüğünü kaydetmiştir[41].
Joscelin de Courtenay’in 1131 sonbaharında ölümünden sonra yerini alan oğlu Joscelin II. (1131-1150) zamanında Musul valisi atabek îmâdeddin Zengi’nin yaptığı taarruzlar sonunda, kontluğun doğu bölgesindeki bir çok kale Türklerin eline geçti. Zengi’nin bir ay süren kuşatmadan sonra 24 Aralık 1144’de Urfa’yı fethi ise, Urfa kontluğuna fiilen son verdi. Bununla beraber Joscelin II. Fırat’ın batısında Tell-Bâşir merkez olmak üzere, aralarında Râvendân’m da bulunduğu birkaç kaleyi elinde tutabildi. Ancak onun bu bölgedeki hâkimiyeti de fazla sürmedi.
1146 yılında atabek İmâdeddin Zengi ölmüş, mirası iki oğlu arasında, Seyfeddin Gazi Musul’da, Nureddin Mahmud Haleb’de hüküm sürmek üzere, ikiye bölünmüştü. Nureddin Mahmud da babası gibi, haçlılara karşı mücadeleye devam ederek Joscelin II.’in elinde kalan arazi ve kaleleri ele geçirmek için savaşı sürdürdü. 1150 ilkbaharında Joscelin II. gittikçe zorlaşan durumunu görüşmek üzere Antakya’ya giderken, yolda bir Türkmen grubu tarafından yakalandı ve bunu haber alan Nureddin’in gönderdiği bir birliğe teslim edilerek Haleb’de zindana atıldı[42]. Böylece Urfa kontluğundan geriye kalmış bu arazi, şimdi sahipsiz duruma düşmüştü. Haçlılar için, Haleb hükümdarı Nureddin Mahmud’un ve Anadolu Selçuklu sultanı Mesud (1116-1155)’un taarruzlarına karşı bölgeyi savunmak hemen hemen imkânsız hale geldiğinden, Bizans imparatoru Manuel Komnenos (1143-1180)’un bu araziyi satın almak üzere yaptığı teklifi kabul ederek, imparatora satmaktan başka çareleri kalmamıştı. Sonuçta Tell-Bâşir, Samsat, Birecik, Ayntâb, Dülük ve Râvendân kaleleri Joscelin II.’in hanımı Beatrice tarafından miktarını bilemediğimiz torbalar dolusu altın karşılığında Bizans’ın Kilikya’daki valisi Thomas'a teslim edildi[43]. Ama bölgenin Bizans’a intikali, buraya yapılan Türk hücumlarını durdurmadı.
1151 ilkbaharında Haleb hükümdarı Nureddin Mahmud, Anadolu Selçuklu sultanı Mesud ve Mardin Artuklu emîri Hüsameddin Timurtaş Bizans garnizonlarına hücum ederek bu kaleleri ele geçirip paylaşırlarken, bölgedeki diğer küçük kaleleri de zaptettiler[44]. Sultan Mesud Ayntâb ve Dülük’e, Timurtaş Samsat ve Birecik’e sahip olurken, Nureddin Mahmud Râvendân, Kûrus, Burç er-Rassâs ve Tell-Bâşir’i eline geçirdi. Böylece 1097-1151 yıllan arasında 54 sene haçhların hâkimiyeti altında kalmış olan Râvendân kalesi yeniden Türk dünyasına kazanılmıştı.
İslâm kaynaklan bu tarihten itibaren Râvendân’ı Haleb vilâyetine bağlı bir kale olarak zikretmektedirler. Râvendân kalesinin yeri ve özellikleri hakkında en geniş bilgiyi îbn el-Adîm vermektedir, İbn el-Adîm Bug- yet'üt Taleb fi Tarih Haleb adlı eserinde Râvendân’ı “Tek ve yüksek bir dağın üzerinde mancınığın hükmedemiyeceği, okun işleyemiyeceği bir yerde metin bir kaledir. Dağın eteğinde küçük bir dış suru da vardır. Bu (Râvendân), kalelerin en sağlamlarından ve yeri en güzel olanlarındandır. Kuzey ve batı tarafından kaleyi hendek gibi bir vadi sarar, bir de nehir akar”[45] diye tarif ettikten sonra kendisinin buraya bizzat gittiğini, kaleye at üstünde çıktığını, fakat kalenin yüksekliği dolayısıyla yolun dar ve dik, bu sebeple de çıkışın çok zor olduğunu kaydetmiştir, İbn el-Adîm bundan sonra Müeyyedüddevle Usame b. Mürşîd b. Ali b. Munkiz’den naklen Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmet el-Kurtubî’den duyduğu Râven- dân’ın tarihi ile ilgili Haleb meliki Rıdvân b. Tâcüddevle (1095-1113) zamanına ait bir haberi aktarmaktadır. Ancak yukarıda verdiğimiz bilgiyi içeren metnin kenarına ilâve olarak yazılmış olan — Râvendân’da bulunan haçlılarla ilgili— bu haber, ne yazık ki birbiriyle uyum sağlamayan cümlelerden ibaret olup anlamı karışıktır. îzzeddin İbn Şeddâd, İbn el-Adîm’in Râvendân hakkında verdiği bu bilgiyi el-A 'lâk el-Hatire fi zikr ümera eş-Şam oe’l-Cezire adlı eserine aynen almıştır[46]. Ebu’l-Fidâ ise Takvim el-Buldânadlı coğrafya kitabında Râvendân için şöyle yazmaktadır[47]: "... Râvendân, Haleb’e bağlı ve Kmnesrîn sınırlan içindedir. Yüksek beyaz bir tepede bulunan sağlam yapılı bir kaledir. Kaynaklan, bahçeleri ve güzel bir vadide meyve ağaçlan vardır. Aşağı bölümünden Afrin nehri geçer.”
Râvendân, 1151 yılından sonra Haleb’e bağlı bir kale olarak Nureddin Mahmud’un hâkimiyetinde kaldı. Burada, bu devre ait ilgi çekici bir olaya dokunmadan geçemeyeceğiz. Olay, bütün haçlı saferlerinin en ünlü şahsiyetlerinden, ancak gerek müslüman ve gerekse hristiyan yazarlar tarafından yaptıklan büyük tepki ile kaydedilmiş olan Renaud de Châtillon’un esaretine aittir[48]. Müslüman, lâtin, yerli süryânî ve ermeni kaynaklara aksetmiş olan bu olay için verilen bilgilerde[49], her ne kadar Râvendân’ın adı doğrudan doğruya zikredilmemekte ise de, olayın —merkezi Râvendân olan— el-Cûma[50] bölgesinde cereyan etmiş olduğu kayd edilmiştir. Kaynakların hemen pek az fark gösteren birbirine uygun rivayetlerini özetleyecek olursak, Antakya prinkepsi Renaud de Châtillon 1160 yılı[51] sonbaharında müslümanların her yıl olduğu gibi hayvan sürülerini Antitoros dağlarından Fırat ovasına indirişleri sırasında Afrin vadisinde bunlara saldırarak pek çok deve, sığır ve at ele geçirmişti. Renaud’un gi-riştiği bu yağma akınından[52] zamanında haberdar olan Nureddin’in Haleb valisi Mecdeddin ed-Dâye onun dönüş yolunu kesmek üzere el-Cûma bölgesindeki bu vadide pusu kurmuş ve 23 Kasım günü yapılan çarpışmada Renaud’yu bütün maiyeti ile birlikte esir ederek[53] hayatının 16 yılını zindanında geçireceği Haleb’e götürmüştü. Bu olayın konumuzla ilgisi çarpışmanın ve Renaud’nun esir alınmasının Râvendân yakınında[54] vuku bulmuş olmasıdır. Çünkü coğrafi dağlık konumu bakımından Râvendân ve civarı tuzaklar kurarak, sayıca fazla da olsa, bir düşman birliğini pusuya düşürüp mağlup etmek için çok uygun bir bölgeydi. Bu sebeple, olayın el-Cûma bölgesinde, yukarı Afrin vadisinde ve Râvendân civarında cereyan ettiğini düşünmek, her halde yanlış olmayacaktır.
Nureddin Mahmud 15 Mayıs 1174’de ölünce, yerine henüz 11 yaşında bulunan oğlu el-Melik es-Salih İsmail (1174-1181) geçti ve Haleb hükümdarı sıfatıyla bütün ülkeye sahip oldu. Fakat kısa bir zaman içinde, babasının Mısır valisi olan Salaheddin Eyyubî ile arası bozuldu ve ülkesinin büyük kısmı Salaheddin’in eline geçti. 1176 yılında Salaheddin Bizâa, Menbic ve Azâz’ı aldıktan sonra Haleb’i kuşattı. Sonunda iki taraf arasında anlaşma yapılarak Haleb’in hâkimiyeti el-Melik es-Salih İsmail’de kalmak şartıyla bütün Suriye arazisi Salaheddin’e bırakıldı. Bu olayların konumuz bakımından önemi, Râvendân’ın da bu sırada Salaheddin’in hâkimiyetine geçmiş olmasıdır. Bunu, Ebû Şâme’nin bir kaydından öğreniyoruz. Ebû Şâme, “el-Melik es-Salih İsmail b. Nureddin ölünce, Haleblilerin Salaheddin’e ait bulunan Râvendân’a hücum ettikleri gibi, Bohemund da derhal Hârim’e saldırdı" diye yazmaktadır[55]. O halde Râvendân, el-Melik es-Salih İsmail’in 1181 yılında ölümünden Önce Salaheddin’in eline geçmiş bulunuyordu. Kalenin Salaheddin Eyyubî tarafından tamir ve tahkim olunduğu, bu münasebetle de giriş kapısının üzerinde bir kitabe bulunduğu günümüz tarihçilerince[56] kabul edilmektedir. Ancak 14 Kasım 1987 tarihinde kaleyi incelediğimiz sırada bu kitabeyi göremedik. Maalesef yerinden sökülmüştü. Bununla beraber bu kitabenin bir fotoğrafı avukat Kilisli Kadri (Timurtaş) bey tarafından yazılmış ve 1933 yılında yayınlanmış olan Kilis Tarihi adındaki kitabın 15. sayfasında bulunmaktadır[57]. Kitabenin sözleri şöyledir: “el-Melik en-Nâsır Yûsuf b. Eyyûb. Allah mülkünü daim etsin”. Kitabenin tarihi yoktur. Fakat Ebû Şâme’nin rivayetine dayanarak yukarıda yaptığımız açıklamaya göre bu kitabeyi 1176-1181 yıllan arasına tarihlemek, her halde doğru olacaktır.
Râvendân kalesi hakkında Salaheddin zamanına ait başka bir haber Bahaeddin İbn Şeddâd[58] ve Ebû Şâme[59] tarafından verilmektedir. Bu habere göre, hicri 582 yılının başında (24 Mart/23 Nisan 1186) Râvendân sahibi Mu’îneddin Abdurrahman sultan Salaheddin’e isyan etmiş, fakat Alemeddin Süleyman idaresinde üzerine gönderilen Haleb kuvvetlerince kalede kuşatılmıştı. Nihayet Abdurrahman 2 Cemaziyelevvel (21 Temmuz) günü Râvendân’ı Alemeddin Süleyman’a teslim ederek, hizmetinde bulunmak üzere sultan Salaheddin’in yanına gitmişti. Bu kısa haber bize Râvendân’ın idaresini elinde bulundurmuş olan iki şahsın adını bilmek bakımından fayda sağlamaktadır.
Sultan Salaheddin Eyyubî 1193 yılında ölünce, ülkesi kardeşleri ve oğullan arasında bölüşüldü. Haleb bölgesinin hâkimiyeti oğlu el-Melik ez- Zâhir Gazi’nin payına düştü. Onun saltanatı (i 193-1216) döneminde kaynaklarda Râvendân ile ilgili iki rivayete sahip bulunuyoruz. Birinci rivayet sadece İbn el-Adîm tarafından kaydedilmiştir[60]. İbn el-Adîm, hicri 592 (1196) yılında el-Melik ez-Zâhir’in Mere Dâbık’tan güneye dönerken Râvendân’a geldiğini, burada üç gün kaldıktan sonra gece yola çıkarak emir Seyfeddin Ali b. Alemeddin Süleyman b. Candar’ın nâiblerinin elinde bulunan Azâz’a ve oradan da Haleb’e gittiğini yazmaktadır. Bu rivayetin bizim için önemli olan tarafı şudur: Râvendân haçlı döneminde taşıdığı geçit yeri olma özelliğini hâlâ korumaktaydı. Çünkü bu defa da kuzeyden Ayntâb ve Mere Dâbık’tan gelen yol, Râvendân’dan geçerek güneye Azâz ve Haleb’e ulaşmaktaydı.
Râvendân hakkında bu döneme ait ikinci rivayet ise, bir çok İslâmî kaynakta yer almıştır. Bu rivayet İbn el-Adîm, İbn Vâsıl, Ebu’l-Fidâ ve İbn el-Furât tarafından oldukça geniş ve birbirine uygun ifadelerle anlatılmaktadır[61]. Kaynakların rivayetinden çıkarılacak toplu bilgi şudur: hicri 598 (Ekim 1201/Eylül 1202) yılında Şemseddin İbn el-Mukaddem’in Afâmiye’deki nâibi Karakuş, el-Melik ez-Zâhir’e haber gönderip, Şemseddin’e başka bir yer iktâ etmesi şartıyla Afâmiye’yi kendisine teslim etmek istediğini bildirmişti. el-Melik ez-Zâhir bu teklifi kabul ederek, Râvendân, Kefertâb, Müfredü’l-Ma’arra’yı Şemseddin İbn el-Mukaddem’e iktâ etmiş ve Afâmiye’yi teslim almıştı. Fakat kaynaklarda açık olarak belirtilmeyen bir sebeple, Şemseddin aynı yıl Râvendân’a giderek isyan etmişti. Sadece İbn el-Adîm’de bu isyan hakkında, el-Melik ez-Zâhir’in arablan Dâbık’da topladığı, onlardan silâh ve erzak aldığı, bunun üzerine îbn el-Mukaddem’in isyan etmek için Râvendân’a kaçtığı kaydı vardır[62]. Ancak bu kayıt da isyanın sebebini tam olarak açıklamak için yeterli değildir. Bundan sonra kaynakların rivayetine göre, el-Melik ez-Zâhir ona fırsat tanımadan derhal ardından Râvendân’a gitmiş ve kalede sadece bir gece kalabilen Şemseddin İbn el-Mukaddem’i buradan çıkararak, kalede bulunan mal, silâh ve erzaka el koymuştu. Bu durum üzerine Şemseddin İbn el-Mukaddem, Tell-Bâşir hâkimi Bedreddin Duldurum’un[63] yanma giderek ondan arabulucu olmasını ve kendisinden alınan malların iadesini temin etmesini rica etmişse de, Bedreddin’in bu husustaki girişimi hiç bir fayda sağlamamıştı.
Râvendân için bundan sonra kaynaklara aksetmiş olan haber hicri 624 (Aralık 1226/Aralık 1227) yılına aittir. Haleb hükümdarı el-Melik ez- Zâhir 12 Ekim 1216’da ölmüş, yerine henüz üç yaşında bulunan küçük oğlu el-Melik el-Aziz Muhammed geçirilmiş ve bu çocuğa atabek tayin edilen Şihâbeddin Tuğrul idareyi eline almıştı. Anlaşıldığına göre sultanın büyük oğlu el-Melik es-Salih Ahmed sadece kendisine bırakılan Şugr, Bekas ve diğer bir kaç kale ile yetinmek zorunda kalmıştı. Çünkü İbn el- Adîm, tzzeddin îbn Şeddâd, İbn Vâsıl ve Ebu’l-Fidâ’nın kayıtlarından hicri 624 (Aralık 1226/Aralık 1227) yılında adı geçen bu yerlerin ondan alınarak yerine Ayntâb, Râvendân ve ez-Zevb’in verildiğini öğreniyoruz[64]. Aynca tzzeddin İbn Şeddâd, el-Melik es-Salih Ahmed’in 651 yılı Şaban (Eylül/Ekim I253)’ında ölümüne kadar Ayntâb ve Râvendân’ın sahibi olarak kaldığını kaydetmiştir[65].
el-Melik es-Salih Ahmed’in çağdaşı olan tarihçi İbn el-Adîm Bugyelü’t Taleb fi Tarih Haleb adlı eserinde Râvendân ile ilgili, bizzat yaşadığı bir olayı hikâye etmektedir[66]: "... el-Melik es-Salih Ahmed b. el-Melik ez-Zâhir b. el-Melik en-Nâsır Salaheddin Yûsuf’un yanında Râvendân’da bulunmuştum. Kaleden batı tarafındaki köyü işaret ederek bana dedi ki, söylediğim köy işte o taraftadır. Cuma geceleri o köyden bir nur parlar, bazen başka gecelerde de olur. Köyün dışında olanlar bunu görürler, yanma yaklaşınca hiç bir şey görünmez”. Hikâye, el-Melik es-Salih Ahmed’in her zaman olmasa da, Râvendân’da oturduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.
Râvendân’ın hicri 659 (Aralık 1260/Aralık 1261) yılına kadar Eyyubî ailesinin hâkimiyetinde kaldığı ve bu yıl Hülâgu’nun birlikleri tarafından zaptedilen Haleb ile birlikte, Haleb’e bağlı bütün bölge ve kaleler gibi Moğolların eline geçtiği anlaşılıyor. İzzeddin İbn Şeddâd’ın bildirdiğine göre, Râvendân, el-Melik el-Aziz’in oğlu el-Melik en-Nâsır’ın elinde bulunurken Moğolların hâkimiyeti altına girmişti. Onun ifadesinden, el-Melik en-Nâsır’ın Râvendân’ı Moğolların istilâsına kadar kimseye iktâ etmeden elinde tuttuğunu, Moğolların Râvendân’ı ilk defa kuşattıklarında kalenin direndiğini, içerdekilerin kaleyi teslim etmediklerini ve Moğolların buradan ayrıldıklarını ve Râvendân’ın Moğolların Haleb’e tekrar gelişlerinde, 659 (1260/61) yılında zaptedildiğini anlıyoruz[67]. Fakat daha aynı yıl Memlûklarla yaptıkları Ayn Câlût savaşını kaybeden Moğollar Suriye’den geri çekilmek zorunda kalmışlar, böylece Haleb ve civan yeniden müslümanların eline geçmişti. Bununla beraber Râvendân’ın Moğol hâkimiyetinden kurtulamadığı anlaşılıyor. Çünkü bu devrin diğer çağdaş bir tarihçisi olan İbn Abdüzzâhir’in verdiği bilgiye göre, 1264 yılı kışında Moğolların Birecik üzerine hücumda bulundukları sırada, Antakya frankları da ermenilerle birlikte el-Cûma, Cebel Leylûn ve Cizr’i yağmalamışlardı. Franklar Hama’daki Eyyubî hükümdarları tarafından geri püstürtülmüş, aynca Moğol saldırısı da durdurulmuştu. İbn Abdüzzâhir bu olayları hikâye ederken, ermeni-frank kuvvetlerine karşı yapılan mukabil taarruz sırasında bir müslüman birliğinin de Râvendân’a saldırdığını fakat kar yağışı yüzünden geri çekildiğini kaydetmiştir[68]. Bu hücum, hiç şüphesiz, Halehlilerin Râvendân’ı Moğolların elinden kurtarma teşebbüsü idi. Ama hava şartlarının kötü oluşu buna imkân vermemişti.
Bu bilgilere dayanarak Râvendân’ın ancak daha sonraki bir tarihte Moğolların elinden alındığı kabul edilmelidir. Fakat bu geri alınmanın kesin olarak hangi tarihte gerçekleştiğini bilemiyoruz. Bununla beraber, 1268 yılında Memlûk sultanı Baybars (1260-77)’ın Antakya’yı zaptından sonra bölgedeki diğer bütün kaleler gibi Râvendân’ın da Memlûklu hâkimiyetine girmiş olması mümkün görünüyor. Çünkü tzzeddin İbn Şeddâd’m Siret el-Melik ez-Zâhir Baybars adlı eserinde, sultan Baybars’ın hâkimiyetinde bulunan yerler sayılırken, Haleb vilâyeti içinde diğer kaleler arasında Râvendân’ın adı da zikredilmektedir[69]. Ayrıca, yine aynı eserde, sultan Baybars’ın Moğolların yıkmış oldukları Haleb’e bağlı Ayntâb ve Râvendân kalelerini tamir ve tahkim ettirdiği tarih verilmeden kaydedilmiştir[70]. Aynı müellif el-A’lâk el-Hatîre fi zikr ümera eş-Şam ve’l-Cezire adlı eserinde de “... kale devrimizde el-Melik ez-Zâhir (Baybars)’in hâkimiyetindedir” diye yazmaktadır[71].
Râvendân bundan sonra uzun süre Haleb vilâyetine bağlı bir kale olarak Memlûk hâkimiyetinde kalmış[72] ve 1516 yılında Osmanlı hükümdan Yavuz Sultan Selim’in Memlûklara karşı kazandığı Mere Dâbık zaferinden sonra, içinde bulunduğu bölge ile birlikte Osmanlı imparatorluğu topraklarına katılmıştır. Ne var ki, yüzyıllardan beri sınır kalesi ve geçit yeri olarak önem taşımış olan bu mevki, bundan sonraki devirlerde Osmanlı ülkesi içinde sınırların çok gerisinde kaldığı için artık bu özelliğini kaybetmiş ve ancak Haleb’e bağlı bir nahiye olarak varlığını sürdürmüştür[73].