Aşık Paşa-Zade (886/1481) “Tarih-i Ali Osman” adlı eserinde Anadolu Selçukluları devrinde Türkmenler arasındaki sosyal zümreleri “Gaziyan-i Rum” (Anadolu Gazileri), “Ahiyan-i Rum” (Anadolu Ahileri), “Abdalan-i Rum” (Anadolu abdalları) ve “Baciyan-i Rum” (Anadolu Bacıları) diye dörde ayırmıştır[1]. Burada üzerinde duracağımız “Baciyan-i Rum” tabirinden Anadolu Selçukluları devrinde Türkmen erkeklerin mensup olduğu, Ahi Teşkilâtı diye bilinen ve Aşık Paşa-Zade ’nin “Ahiyan-i Rum”[2] olarak adlandırdığı teşkilâtın yanında gene Aşık Paşa-Zade’nin “Baciyan-i Rum” diye adlandırdığı, o günün toplumunda Türkmen kadınların kurduğu bir başka teşkilâtın bulunduğu anlaşılmaktadır.
Aşık Paşa-Zade’nin “Baciyan-i Rum” diye adlandırdığı bu zümre üzerinde ilk defa Alman müsteşrik Franz Taecshner durmuştur. Franz Taeschncr o günün toplumunda kadınların bir teşkilât kurmuş olmalarını o kadar imkânsız görmüştür ki, bunun bir istinsah hatası veya bir yanlış anlama sonucu Aşık Paşa-Zade tarafından ortaya atılmış olduğunu kabul etmiştir. Ona göre “Haciyan-i Rum(Anadolu Hacıları) veya “Bahşiyan-i Rum” (Anadolu Sihir-bazlan veya Ruhanîleri) tabirleri[3] bir istihnsah hatası sonucu “Baciyan-i Rum” olarak yazılmış olabilir.[4] Böyle olunca o devirde Anadolu da hacı olmuş Türkmenlerin bir örgüt kurmuş olmaları ve bunlara Haciyan-i Rum” denmiş olması veya çok eskiden beri Türkler arasında Sihirbazlıkla meşgul olan ve kendilerine “bahşı” [5] denilen kimselerin Anadolu’da faaliyet göstermiş ve bir örgüt oluşturmuş olmaları imkân dahilinde görülmüş oluyor. Zeki Velidi Togan da F. Tacschner in bu iki görüşünden İkincisini benimsemiştir[6].
İlk defa Fuad Köprülü Aşık Paşa-Zade’nin “Baciyan-i Rum diye adlandırdığı zümre hakkında verdiği bilgileri Bektaşi rivayetlerle ve başka kaynaklarla da te’yid ederek F. Taeschner’in öne sürdüğü iddiaların hiçbir suretle varid olmayacağını ve gerçekten Anadolu Selçukluları devrinde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu döneminde Türkmen kadınların mensup oldukları bir teşkilâtın mevcudiyetine dikkatleri çekmiştir[7]. Ancak Fuat Köprülü bu teşkilâtın mahiyeti ve faaliyetleri hakkında açık bir görüş ortaya atmamıştır. Bu ismin üyeleri kadınlardan müteşekkil olan bir sofî zümresinin (Kadınlara mahsus bir tarikat) adı olabileceği ihtimali üzerinde de durmakla beraber bu konuda daha kuvvetli bir ihtimal olarak da şöyle demektedir: “Acaba Aşık Paşa-Zade Baciyan-i Rum ismi altında Uc Beyliklerindeki Türkmen kabilelelerin müsellah ve cengâver kadınlarını mı kasdediyor? Şimdilik akla en yakın gelen te’vil bu görünüyor” [8].
Merhum Fuad Köprülü’nün bu incelemesinin üzerinden 40 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen[9] “Baciyan-i Rum” hakkında bugüne kadar hiçbir araştırma yapılamamış ve F. Köprülü’nün bu konuda yazdıklarına hiçbir şey ilâve edilememiştir. Anadolu Ahi Teşkilâtı’nın kurucusu olarak bilinen ve tam adının Şeyh Naşir ud-Din Ebu’l-Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyi (659/1261) olduğunu tesbit ettiğimiz Ahi Evren üzerinde yaptığımız araştırma ile hakkında efsanevî ve menkibevî bilgilerin dışında hiçbir şey bilinmemesine rağmen gerçek şahsiyetini ve 20 kadar Farsça eserini ortaya çıkarmış bulunuyoruz[10]. İşte bu çalışmamız esnasında Anadolu Bacıları Teşkilâtı’nın Ahi Evren’in zevcesi ve hocası Evhad ud-Din Hamid el-Kirmani’nin (635/1238) kızı Fatma tarafından kurulduğunu ve bu teşkilâtın mahiyetini büyük ölçüde vuzuha kavuşturduğumuz gibi, bazı sınai, askeri, sosyal ve kültürel faaliyetlerini de aydınlatmış bulunuyoruz. Ancak burada bu teşkilâtın kurucusu olduğunu tesbit ettiğimiz Fatma Bacı’yı tanıtmayı hedef edindik.
FATMA BACI
Aşık Paşa-Zade Anadolu Selçukluları devrinde Anadolu’daki sosyal zümrelerden birinin de kendi tabiriyle “Baciyan-i Rum”, yani Anadolu Bacıları olduğunu haber verdikten sonra Hacı Bektaş’ın (669/1271) Bacılara yakınlığından ve bu bacıların ileri gelenlerinden olduğu anlaşılan “Hatun Ana”ya bağlılığından da söz etmektedir. Eczcümle Hacı Bektaş’ın gizli ilim ve kerametlerini bu Hatun Ana’ya gösterdiğini, nesi varsa ona emanet ettiğini bildirmektedir. Abdal Musa ile de ilgisi bulunduğunu belirttiği Hatun Ana’nın Hacı Bektaş’ın ölümünden sonra mezarını yaptırdığını da yazmaktadır[11]. Hacı Bektaş’ın Menakıb-name’si olan “Velayet-name”de de bu Bacı’nın adı “Fatma Bacı”, “Fatma Ana”, “Kadıncık Ana ve “Kadıncık” olarak sık sık geçmiştir.[12] Vilayet-name’de Fatma Bacı veya Kadıncık Ana hakkında Aşık Paşa-Zade’nin söyledikleri aynen geçmekte, fazla olarak şu bilgiler de bulunmaktadır: Fatma Bacı erenler ve dervişlerin saygı gösterdiği, Hacı Bektaş’ın sık sık ziyaret ettiği ve saygı duyduğu yaşlı bir kadındır. Bu yüzden de kendisine Kadın Ana dendiği muhakkaktır. Bu yaşlı Ana’nın Erenler meclisine girdiği, Bazen Erenlere sofra düzdüğü, misafirleri ağırladığı, Sivrihisar'lı Nur ud-Din’in kızı olup, bilahare Sulucakarahöyük’e yerleştiği, babasından kalan servetini Erenler yolunda harcadığı, fakir düşünce de Hacı Bektaş’ın kendisine para mal verdiği, sonradan İdris adında biriyle evlenerek bu evlilikten yedi oğlunun dünyaya geldiği anlatılmaktadır. Ayrıca Kırşehir Emiri Nur ud-Din Caca ile siyasî mücadelesi de -mahiyeti açıklanmaksızın- hikâye edilmektedir.
Şüphesiz burada Fatma Bacı hakkında verilen bilgilerin bazıları hayal mahsulü şeylerdir. Ezcümle babasının Sivrihisar’lı Nurud- Din olması, son evliliğinden yedi erkek çocuğunun olması gibi... Fakat gerçek olan şu ki, Hacı Bektaş’ın Menakıb-name’si, Hacı Bektaş’tan 200 küsur yıl sonra derlenmiş olmasına rağmen[13 ]Fatma Bacı’nın hatırası Bektaşi menkibelerinde yaşamış ve hürmetle yadedilmiştir. Hacı Bektaş ve çevresi ile ilgisi anlatılan bu Fatma Bacı’nın —Fuat Köprülü’nün de anlattığı gibi[14]— Aşık Paşa-Zade’nin bahsettiği “Hatun Ana” olduğu gayet açıktır. Bektaşi geleneklerinde daha çok “Kadıncık Ana ”diye anılan ve esas adının Fatma olduğu anlaşılan bu Bacı kimdir? Burada bu Bacı’nın hayatı ve kurmuş olduğu Bacılar Teşkilâtı üzerinde durmamız imkânsızdır. Bu bakımdan burada sadece bu Fatma Bacı’nın Ahi Teşkilâtı’nın kurucusu Ahi
Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud el-Hoyi’nin zevcesi olduğunun isbatına çalışılacaktır.
FATMA BACI KİMDİR?
Şeyh Evhad ud-Din Hamid el-Kirmani’nin (635/1238) VII (XIII). asrın son çeyreği içinde te’lif edilen “Menakıb-name”sinden de[15] öğrendiğimize göre, bu Türk asıllı seyyah sofinin küçükken
çok yaramaz olan, bu yaramazlığı ile babasına sabır riyazeti yaptıran Fatma adında bir kızı vardır[16]. 640(1243) Kösedağ yenilgisinden sonra Sivas Moğol Ordusuna teslim edilmişti[17]. Sivas’ı aldıktan sonra Kayseri’yi kuşatan Moğollar’a karşı Kayseri deki Ahiler (Futuvvet ehli) şehri müdafaaya karar vermişlerdi. İbn Bibi’nin anlattığına göre, şehri, sur içinde bulunan Dabbağlar çarşısındaki Ahiler koruyordu. Bu yüzden savaşın şiddeti Dabbağlar çarşısı tarafındaki sur çevresinde toplanmıştı. Bir kısım Ahiler de Erciyes Dağı eteğindeki Battal mescidi civarında pusu kurmuş, sur çevresine yerleştirdikleri mancınıklarla surlarda gedik açmaya çalışan Moğol Askerlerine akınlar düzenliyorlardı 15 gün kahramanca şehri müdafaa ettiler. Moğolların kuşatmayı kaldıracakları bir sırada, Kayseri İğdişbaşı’sı (Muhafız) Ermeni asıllı mühtedinin Moğol Ordusu komutanı Baycu ile gizlice anlaşması ve şehrin durumu ve müdafaa taktiğini düşman tarafına bildirmesi sonucu Moğollar şehre girmeği başardılar. Kayseri'yi koruyan Ahileri kamilen kılıçtan geçirdiler. Çok sayıda genç kız ve kadınları tutsak edip götürmüşler, şehri de yakıp yıkmışlardı[18]. İste bu olay Anadolu Ahiliği için bir felâket olmuştur.
Yukarıda bahsi geçen “Menakıb-i Şeyh Evhad ud-Din-i Kirmani den öğrendiğimize göre, Evhad ud-Din-i Kirmani nin kızı Fatma bu savaşta Moğollar’a esir düşmüştür[19]. Evhad ud-Din-i Kirmani nin ölümünden beş sene sonra vuku bulan bu olay esnasında Kayseri de ikamet etmekte olduğu anlaşılan bu Fatma’nın, Anadolu’da Dabbağların piri olarak bilinen Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud un zevcesi olduğu bazı karinelerle ortaya çıkmaktadır. Şöle ki:
Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud’un 602(1205) yılında Hocası Evhad ud-Din-i Kirmanı ile birlikte Anadolu’ya geldiğini tesbit etmekteyiz[20]. Gene bazı kayıtlar onun 603 (1206) yılında da Kayseri’ye yerleşerek burada bir Dabbağ (Dericilik) atölyesi kurduğunu ortaya çıkarmaktadır[21]. Yukarıda îbn Bibi’nin, Kayseri’nin Moğollar tarafından muhasara edilmesi sırasında şehrin, surlar içinde bulunan Dabbağlar çarşısındaki Ahilerle, Erciyes Dağı eteğindeki Battal Mescidi civarında pusu kuran Ahiler tarafından müdafaa edildiğini haber verdiğini kaydetmiştik, işte “Menakıb-i Şeyh Evhad
ud-Din-i Kirmani”den de öğrendiğimize göre, Evhad ud-Din-i Kirmani, Anadolu’da bulunduğu dönemlerde çoğunlukla Kayseri’de bulunur ve sık sık Erciyes Dağı eteğindeki Battal Mescidi’ne[22] gider, Külah-duzlar Mahallesi’nde Dabbağlar Çaşısındaki mescid ve zaviyeye bitişik; bir kapısı mescide, bir kapısı da dışarıya açılan evde (ehl-i haremi bulunduğundan) ikamet ederdi[23].
Bu bilgileri veren adı geçen menakıb-namenin yazarı ya o dönemde (VII/XIII. asrın sonları) Türkmenlere karşı sürdürülen siyasî baskılardan dolayı veya bilemediğimiz başka sebeplerden ötürü eserinde Türkmen Şeyhlerin adını zikretmemiştir[24]. Bu sebeple Debbağlar çarşısındaki bu ev ve zaviyenin kime ait olduğunu da belirtmemiştir[25]. Yazarın bu tutumundan adı geçen ev ve zaviyenin bir Türkmen şeyh’e ait olduğu ortaya çıkıyor. Evin, Debbağlar çarşısındaki tekkeye bitişik olması (ki bir kapısı da mescid ve tekkeye açılmaktadır) ev ve zaviyenin asırlarca Debbağların pîri ve Anadolu Ahîliği’nin kurucusu olarak bilinen, esas adı şeyh Nasîr-ud-Din Mahmûd b. Ahmed el-Hoyî olan Ahî Evren’e ait; evde bulunan
Evhad-ud-Din Hâmid el-Kirmânî’nin ehl-i haremi ise, kızı Fatma olup, Ahi Evren’in karısı olduğunda şüpheye mahal kalmamaktadır[26]. Hele Ahi Evren’in -yukarıda belirttiğimiz gibi- Debbağ olduğu ve debbağların piri kabul edildiğine dair tevatür derecesine varan haberler yanında 603 (1206) yılında Kayseri’ye yerleştiğine dair bazı belirtilerin bulunuşu bu iddiamızı kuvvetlendirmektedir. Moğollar Kayseri’yi işgal ettikleri zaman Fatma bu evde bulunuyordu ve bu evde Moğollar’a esir düşmüş olmalıdır[27]. Ahi Evren ise, 637 (1240) de vuku bulan Sa’d ud-Din Köpek olayı ile, II. Giyas ud-Din Keyhüsrev’in ölüm tarihi olan 642 (1245) yılları arasında beş sene müddetle Konya’da tutuklu bulunuyordu[28]. Bu yüzden Moğollar’ın Kayseri’ye girdikleri tarih olan 640 (1243) yılında Kayseri’de değildi. Böylelikle Moğollar’ın kılıcından kurtulmuştur. Şüphe yok ki, Debbağlar Çarşısında kılıçtan geçirilen ve esir edilen Ahiler, Ahi Evren’in müritleri ve arkadaşları, esir düşen genç kız ve kadınlar, kendi karısıyla arkadaşlarının kız ve karıları, yıkılan ve yakılan yerler Ahilerin evleri ve imalat atölyeleri, yağma edilen mallar onların malları idi.
Bu acıklı tablo Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud’u derin bir üzüntüye gark etmiştir. Bunun sonucu olarak karamsar, insanlardan özellikle zamanın insanlarından küskün, canından bezgin bir bilgin haline getirmiştir. I. Ala ud-Din Keykubad’a (618-634/ 1221-1237) sunduğu eserlerde gayet itibarlı, müreffeh, Sultan’ın ihsan ve iltifatlarına mazhar iken [29] hapisten çıktıktan hemen sonra Celâlud-Din Karatay’m isteği üzerine yazdığı “Medh-i fakr ve zemm-i dünya”[30] adlı eserinin önsözünde şöyle demektedir: “Onun (Karatay’ın) bu emrini uyulması gerekli bir vecibe olarak kabul ettim. Fakat düşündüm ki, beş seneden beri bir günah ve hatam olmaksızın feleğin okundan almış olduğum yara ve zamanın insanlarından gördüğüm zulüm ile iradem elden çıkmış, fikir hayatım yıkılmış, perişan bir gönül ve dağınık bir düşünce ile gönül sahipleri tarafından sevilen bir zorlukta ve zevk-i selimi olanların beğeneceği bir üslupta bir eser yazmayı imkânsız gördüm. Az kalsın azmim yıkılacak ve teşebbüsüm neticesiz kalacakken Allah’a yalvarmam ile İlâhî inâyet imdâdıma yetişti. Onun yardımına nail olunca bu işi başardım”[31]. Öteki eserlerinde de bazan insanların dedikodusundan çekinmekte[32] ve Allah’a sığınmakta[33] bazan sabırsızlıkla Mehdi’yi beklemekte[34] bazan da devrinin yöneticilerinin zulüm ve adaletsizliklerini dile getirmektedir[35]. Bu yüzden ölünceye kadar Moğol Emperyalizmi ve Moğol yanlısı yönetimle mücâdele etmiştir. Karaman, Denizli, Niğde, Kırşehir’deki Türkmen hareketlerinin, hatta Osmanlı devletinin ortaya çıkışının temelinde Ahî Evren Şeyh Nasîr ud-Din Mahmud’un mücâdele azmi ve ihlası bulunmaktadır. Konuyu dağıtmamak için bu meseleyi kısa kesiyor ve gene Fatma Bacı’ya dönüyoruz.
Ahî Evren ile Evhad ud-Din Kirmânî arasında şeyh ve mürid ilgisini aşan bir yakınlık—ki, bir dâmâd ve kayınpeder ilgisidir—bulunduğu şundan da bellidir. Evhad ud-Din-i Kirmânî’nin vefatından sonra yakınlarından biri onun dağınık halde bulunan nihâîlerini toplayıp, “Fevâid-i Şeyh Evhad ud-Din-i Kirmânî” adı altında konularına göre tasnif ederek bölümlere ayırmış olduğu (12 bab) adı geçen eserin 11 Şevval 730 (28 Temmuz 1330) tarihinde Burhan b. Ömer el-Hâfız tarafından Aksaray’da istinsah edilen nüshasındaki önsözden öğrenilmektedir[36]. Bu uzun önsöz dil ve üslûb bakımından Ahî Evren’in eserlerini okşadığı gayet rahat farkedilmekle beraber, Evhad ud-Din’in rubaileri “Fevaid” adıyla maruf ve mütedavil olmadığı halde Ahî Evren “Menahic-i Seyfî” adlı eserinde: “şu iki beyit Fevaid-i Şeyh Evhad ud-Din-i Kirmânî’den alınmıştır”[37] diyerek Kirmânî’nin rubailerini, Fevaid şeklinde adlandırmıştır. Bu durum da Evhad ud-Din’in ölümünden sonra onun rubailerini toplayıp tasnifederek bir önsözle neşreden zatın Ahî Evren şeyh Naşir ud-Din olduğunu ortaya koymakta ve bu iki zat arasında Şeyh ve mürid veya talebe ve hoca münasebetini aşan bir yakınlık bulunduğunu göstermektedir. Bu yakınlık da - yukarıda belirttiğimiz gibi - ancak damad ve kayınpeder akrabalığı olabilir.
Ayrıca Ahi Evren eserlerinde bazan Evhad ud-Din’i “tek şeyh” [38], “yegâne şeyh”[39] şeklinde anarak ona aşırı bağlılığını göstermesi yanında, muhtelif eserlerinde Evhad ud-Din’den şahid olarak kullandığı şiirlerin miktarı yüzleri aşmaktadır. Bu da onlar arasındaki yakınlığı gösteren başka bir delildir.
Şimdi gene devrin bazı siyasi olaylarını hatırlatarak Fatma Bacı’nın esaretten dönüşünü ve Kırşehir’e, yani Ahi Evren’in yanına gidişini görelim:
İkinci Giyas ud-Din Keyhüsrev’in ölümünden sonra yerine büyük oğlu ikinci İzz üd-Din Keykâvus geçti. İzz üd-Din tahta geçer geçmez babası zamanında tutuklanmış bulunan Ahileri ve Babâî’leri serbest bıraktı[40]. Nâib üs-Saltana olan büyük devlet adamı Celâl ud-Din Karatay, kardeşlerin taht kavgasını üçlü saltanat formülü ile giderdi. Ancak Karatay’ın 652 (1254) de ölümünden sonra IV. Rukn ud-Din Kılıçaslan Kayseri’ye çekildi ve
kardeşi II. İzz ud-Din Keykâvus ile taht mücadelesini başlattı. Türk- menler ve Ahiler Keykâvus’u[41] Mevlânâ ve çevresi ise, Kılıçaslan’ı destekliyorlardı[42]. Moğollar’dan destek ve yardım gören Kılıcaslan 658 (1260) de Konya’yı alarak tek başına tahta oturdu[43]. Keykâvus’ta önce Antalya’ya oradan da deniz yolu ile İstanbul’a gitmek zorunda kaldı[44].
“Menakıb-i Şeyh Evhad ud-Din-i Kirmani” de bildirildiğine göre, IV. Rukn ud-Din Kılıçaslan’ın saltanatı zamanında Vezir Muin ud-Din Pervane, Beylerbeği Hatıroğlu Şeref ud-Din ve Sahih Fahr ud-Din Ali sulh için Hulagû Han’a gittikleri zaman Moğollar nezdinde esir bulunan Evhad ud-Din’in kızı Fatma’nın serbest bırakılması hakkında teşebbüste bulunmuşlardır. Kendisini ve soyunu tanıtan Fatma’yı alıp Kayseri’ye getirmişlerdir. Kayseri’de kendisine nerede ikamet etmek isteği sorulmuş, o da: “babamın arkadaşlarının ikamet etmekte oldukları kulübede ikamet etmek isterim” demiş ve oraya gönderilmiştir[45].
Şimdi yukarıda adları geçen devlet adamlarının hayatta oldukları bir sırada bu bilgileri veren “Menakıb-ı Şeyh Evhad ud-Din’in yazarı olayları yakinen bilmekte ve verdiği bilgiler tarihi olaylara da uygun düşürmektedir. Buna göre 640 (i243)’de Moğollara esir düşen, Fatma’nın IV. Kılıçarslan’ın Moğollar’ın desteği ile tek başına Konya'da Selçuklu tahtına oturduğu tarih olan 658 (1260) da esaretten döndüğü anlaşılmaktadır. Adları geçen komutanlar da bu tarihte Moğollar’dan askerî yardım sağlamak için teşebbüste bulun-
muşlardı[46]. Ne gariptir ki, Fatma’yı esaretten kurtaranlar bir sene sonra onun kocasını öldüreceklerdir. Burada Şeyh Sa’dî’nin Kurdun pençesinden kurtardığı koyunu keserken bıçak altında inleyen koyunun hal lisani ile söylediği: “Seni kurtarıcım sanmıştım, meğer hakîkî kurdum sen imişsin” sözünü hatırlamamak mümkün değildir.
Öte yandan Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din, 645 (1247) yılında Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesinden sonra Mevlâna’nın oğlu Alâ ud-Din Çelebi ile Kırşehir’e gidip, oraya yerleşmiştir[47]. Şems-i Tebrizî’nin Ahi Evren tarafından öldürüldüğünü veya en azından bu işte parmağı bulunduğunu tesbit etmekteyiz. Ayrıca Ahi Evren ile Mevlâna’nın oğlu Alâ üd-Din Çelebi’nin de 659 (1261) yılında Kırşehir Emiri Nureddin Caca tarafından öldürüldüklerini tesbit ettiğimizi burada kaydedelim. Bu konuyu ayrı bir makalede yazmış bulunuyoruz. Burada sadece Fatma Hatun’un esaretten döndükten iki sene kadar sonra eşi Ahî Evren’in Nur ud-Din Caca tarafından şehit edildiğini kaydetmiş oluyoruz. Böylece Velayet-nâme’de adı geçen Fatma Bacı’nın, Nureddin Caca ile mücadelesi ve Caca tarafından takibata uğraması ve bu baskılara dayanamayarak bugünkü adı Hacıbektaş olan Sulucakarahöyük’e göçmek zorunda kaldığına dair haberlerin[48] anlamı anlaşılmış oluyor. Yani Fatma Bacı eşi Ahi Evren’in Nureddin Caca ile mücadelesini sürdürdüğü görülmektedir.
Bu durum “Velâyet-nâme”de adı geçen Fatma Bacı’nın (Kadıncık ana) “Menâkıb-ı Evhad ud-Din”de Evhad ud-Din’in kızı olduğu belirtilen Fatma ile aynı kişiler olduğunu göstermektedir. Velâyet- nâme’de Fatma Bacı’nın Sivrihisar’lı Nur ud-Din’in kızı olarak gösterilmesi[49] ya yakıştırma veya manevî evladı olduğu kastedilmiştir. Nitekim Âşık Paşa-Zâde de Hacı Bektaş’ın Fatma Ana’yı kendine evlât edindiğini yazmaktadır. Gene Velâyet-nâme’de anlatıldığına göre, Hacı Bektaş Anadolu’ya geldiği zaman Fatma Bacı henüz genç kız imiş ve Hacı Bektaş’ın, Diyar-ı Rûm a kadem bastığını erenler meclisinde bulunanlara Fatma Bacı haber vermiştir[50]. Bu haberle hem Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya geldiği tarihi on senelik zaman içerisinde sınırlamamız mümkün olmakta[51] hem de Menakıb-i Evhad ud-Din-i Kirmani’de, Kayseri’de Evhad ud-Din’in hizmetinde bulunduğu belirtilen ve fakat adı açıklanmayan Türkmen şeyhin de Hacı Bektaş olduğunu anlamaktayız [52]. Ayrıca Hacı Bektaş ile Fatma Bacı arasındaki yakınlığın menşei de anlaşılmış oluyor.
Evhad ud-Din-i Kirmani’nin Menakıb-nâme’sinde belirtildiğine göre, esaret dönüşü nerede ikamet etmek istediği Fatma dan sorulmuş o da: “Babamın arkadaşlarının yaşadığı kulübede” diye cevap vermiş[53]. Babasının arkadaşı olan bu kulübenin sahibi Fatma Hatunun -kardeşi, dayı, amuca gibi- mahremlerinden olmadığına göre, kocası olmak lâzım gelir. Aksi takdirde Fatma Hatun’un bu kimse veya kimselerin yanında ikamet etmeyi istemesi dinen caiz de olmazdı. Dolayısıyla Evhad ud-Din-i Kirmani’nin kızı Fatma bu sözüyle kocası Ahî Evren’in Kırşehir’deki evini kastettiği birçok karinelerle anlaşılmaktadır. Burada enteresan olan bir durumu belirtmekte yarar görüyoruz. Yukarıda belirtildiği gibi Menakıb-i Şeyh Evhad ud-Din-i Kirmani’nin yazarı, devrin şiddetli siyasî baskılarından dolayı olacak Türkmen şeyhlerin adını zikretmemiştir. Yukarıda sunduğumuz cümlede de ketum davranarak Fatma’nın ikamet etmek istediği kulübenin nerede ve kime ait olduğunu açıklamaktan sarfı nazar etmiştir. Yani bir işaret zamiri ile kulübenin sahibi -ki iddiamıza göre Ahi Evren’dir- belirtmiş oluyor. Nitekim aynı mülahazalar sonucu devrin başka yazarları da Ahi Evren’in adını vermekten kaçınmışlardır[54]. Bunlardan biri de o devrin tarihçisi AksaraylI Kerim ud-Din Mahmud’dur. Bakınız Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud ve Mevlânâ’nın oğlu Ala ud-Din Çelebi’nin öldürülmeleri olayını [55]nasıl anlatılıyor: “Kırşehir Emirliği Nur ud-Din Caca’ya verildi. Ordu ile onun üzerine geldi. Bir süre muhasara edildi. Onu kaleden söküp attılar. Hariciler (Türkmenler) ki, ona uymuşlardı kâmilen öldürüldüler” [56].
Burada dikkati çeken bir şey daha var. Menakıb-ı Şeyh Evhad ud-Din’in yazarı Evhad ud-Din-i Kirmani’nin kızı Fatma Hatun’un, esaretten döndükten bir müddet sonra Şeyh Emin ud-Din Ya’kub’un müritlerinden olan Bedr ud-Din ile evlendirildiğini[57], Menakıb-ı Hacı Bektaş-i VElî’de de Fatma Bacı’nın sonradan Molla İdris adlı biri ile evlendirildiğini yazmaktadır[58]. Görüldüğü gibi her iki Menakıb-nâme’nin yazarı Fatma’nın ikinci evliliğinde kocasının adını kaydettikleri halde, daha önce kiminle evli olduğu hakkında bir açıklamada bulunmuşlardır. Menakıb-ı Hacı Bektaş’ı yazan Firdevsi-i Rumî, bu eseri Fatma Bacı’dan 200 kusur yıl sonra Bektaşi rivayetlere dayanarak yazdığı için Fatma Bacı’nın ilk kocasını bile- meyebilir. Fakat Menakıb-i Şeyh Evhad ud-Din’in yazarı ki, eserini Fatma Hatun hayatta iken yazmıştır Fatma’nın ilk kocasını bilmemesi imkânsızdır. Üstelik Fatma esaretten dönünce falanca ile evlendirildi demiyor. Bir müddet sonra evlendirildi diyor. Bu demektir ki, bu yazar, Fatma Hatun esaretten döndüğü zaman kocasının sağ olduğunu, Fatma’nın dönüşünden bir yıl sonra kocası öldürülünce Bedr ud-Din îdris[59] ile evlendiğini biliyor. Dolayısıyla bu yazarın Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud’un adını anmayışı -yukarıda da belirttiğimiz gibi— tamamen Ahi Evren ve çevresindekiler üzerindeki siyasî ve fikrî baskılar sebebiyledir. Hatta bu yazarın eserinde kendi adını belirtmeyişi de gene bu siyasî ve fikrî baskı ile ilgilidir. Ahi Evren ve 20 kadar eserinin günümüze kadar meçhul kalması da tamamen bu siyasî terörün ve baskının eseridir. Tabiî bunda Şems-i Tebrizi’yi öldürtmesi ve devlete isyan esnasında (Yani bağı olarak) öldürülmüş olmasının payı da büyüktür.
Buraya kadar Anadolu Bacıları Teşkilâtı’nın kurucusu veya ilk lideri olduğunu tespit ettiğimiz Fatma Bacı ile, Şeyh Evhad ud- Din Hamid el-Kirmani’nin kızı Fatma Hatun’un aynı kişi olup, Ahi Teşkilâtı’nın kurucusu Ahi Evren Şeyh Naşir ud-Din Mahmud’un zevcesi olduğunu belirtmeye çalıştık. Asıl önemli olan bu kadınlar teşkilâtının tanıtılmasıdır. Sosyal, sınaî ve siysî faaliyetleri ile ilgili -çok az olmakla beraber- bazı önemli kayıtlar mevcuttur. Bu kayıtların değerlendirilmesi ile dünyada eşine pek az rastlanan, bu Kadınlar Teşkilâtı hakkında sağlam bir fikir edinilmektedir. Bu konuda Fatma Bacı’nın Hayatı ve Bacılar Teşkilâtı adlı bir makaleyi neşre hazırlamış bulunuyoruz.