III. Selim devri yeni bir düzenin, Nizâm-ı Cedîd’in tahayyül edilerek tanımlandığı ve söz konusu projenin kısmen de olsa hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönem olarak bilinir. Osmanlı Devleti’nin yüzyıllardır mücadele ettiği düşmanlarının artık yavaş yavaş ideal modellere dönüşmeye başladığı Nizâm-ı Cedîd hareketinin siyasî ajandasını belirleyen en önemli argümanlar, III. Selim’in isteği doğrultusunda, devrin önde gelen devlet adamları tarafından kaleme alınmıştır. Siyasetnâme geleneğinin bir parçası olarak da görülebilecek III. Selim devri lâyiha literatürüne, XVIII. yüzyıl başlarından itibaren yaşanan acı tecrübeler damgasını vurmuştur. I. Abdülhamid devrinde başlayıp, III. Selim’in Osmanlı tahtına çıktığı sırada devam eden savaştan beklenen sonucun alınamamasının ise birbiriyle bağlantılı iki sonucu olduğu düşünülebilir. Nitekim Ziştovi ve Yaş antlaşmaları bir taraftan devrin hegemonyal elitini (Nizâm-ı Cedîd ekibi) siyaseten tahkim etmiş, diğer taraftan da yürürlüğe konulacak yeni ajanda için meşrû bir temel oluşturmuştu. Zira Karadeniz ve Balkanların güvenliği açısından büyük bir önem arz eden Kırım’ın kaybı sadece Osmanlı siyasî tarihi açısından değil, aynı zamanda Osmanlı düşünce tarihi bakımından da büyük bir kırılmaya işaret etmektedir[1] . Bu bağlamda Nizâm-ı Cedîd projesinin temel hedefi, düşmana her açıdan misliyle mukabele edebilecek standartlarda, en azından Kırım’ı yeniden fethedebilecek güçte bir devlet ve ordu organizasyonunu kurgulamaktı.
Şumnu’da toplanan meşveretin ardından, padişahın isteği doğrultusunda kaleme alınan lâyihalar[2] az önce tasvire çalışılan siyasî mülahazaları seslendirir. Devlet ve ordunun yeniden düzenlenmesi, içgüvenliğe ve adalete dair sorunlar, asker tahriri, muallem ve itaatkâr neferlere duyulan ihtiyaç, lojistik, ordu finansmanına ve nefer yevmiyelerine ilişkin problemler lâyiha müellifleri tarafından ele alınan en popüler konular arasındadır. Buna mukabil yaz ve kış için farklı asker gruplarının tahrir edilmesi gibi gerçekleştirilmesi imkânsız fikirlerin dışında, ordu organizasyonu, insan ve malî kaynakların seferber edilmesi ya da reayanın güvenliğinin sağlanması gibi meselelere gerçekçi ve uygulanabilir önerilerin lâyihalarda bulunmaması dikkat çekicidir[3] . Devletin yeniden yapılandırılması konusunda da lâyiha müelliflerinin kafası oldukça karışıktır. Nitekim lâyihalarda taşra idaresi, güvenliğin sağlanması ya da vergi tahsili gibi hayatî meseleler için, genellikle bilinenlerin tekrarından başka ciddi çözüm önerilerine rastlanmamaktadır.
Avrupa devletlerine gönderilen elçiler tarafından kaleme alınan rapor mahiyetindeki lâyihalar ise cedîd siyasî ajanda için açık önerilerden ziyade, Avrupa devletlerinin karşılaştıkları benzer sorunlara ürettikleri cevapları içermektedir. Azmî Efendi’nin sefaretnâmesinde[4] yer alan tezyil bölümü, Ebubekir Râtib Efendi’nin “Büyük Lâyiha”sı [5] , Rasih Efendi’nin Sefâret Arizası [6] bu yeni türün önde gelen örnekleri arasındadır. Devrin lâyihalarından ziyade sefâretnâmelerine benzeyen bu yeni yazın türünün müellifleri, dikkatlerini Osmanlı ülkesinden çok, Bâb-ı Âli’nin düşmanlarına yöneltmekte ve çözüm önerilerini doğrudan dile getirmek yerine, tekliflerini Avusturya ve Rusya’da inşâ edilen polis devleti[7] üzerinden yapmaktaydı. Az öncekiler gibi doğrudan padişahın isteğiyle yazıldıklarına dair elde bir delil bulunmasa da Râtib ve Rasih efendiler tarafından kaleme alınan metinlerin hacmi, müelliflerin benimsedikleri üslup ve nihayet sefâretleri esnasında bilgi toplayabilmek için sarf ettikleri çaba bunların da padişah emrine istinâden yazıldıkları izlenimini uyandırmaktadır.
Avrupa devletlerindeki nizâm-ı cedîdin Osmanlı başkentinde propagandasını [8] yapan lâyihalara benzer bir şekilde, fakat bu sefer Osmanlı nizâm-ı cedîdini Avrupa’ya tanıtmaya çalışan risaleler de devrin siyasî literatüründe önemli bir yere sahiptir. Mahmud Raif ve Seyyid Mustafa efendiler[9] tarafından kaleme alınan lâyihalar bu kabilden eserlerdir. Vasıf Efendi tarafından yazılmış olan Koca Sekbanbaşı Risalesi[10] ve İgnatius Mouradgea D’Ohsson’un lâyihası [11] ise “icâb-ı vakt û hâl”e uygun olarak devletin, ordunun ve en nihayetinde takip edilen siyasetin yenilenmesini vurgulayarak nizâm-ı cedîd ajandasını meşrû bir zemine oturtma çabasının birer ürünüydü. Değişimi, nizâm-ı kadimin en önemli hususiyeti ve askerî başarının ilk koşulu olarak gösteren söz konusu lâyihaların yanı sıra cedîd nizâmın meşruiyeti, Ubeydullah Kuşmanî tarafından yazılan risalenin[12] telifinde rol oynayan önemli faktörler arasındadır. Fakat bu sefer, devrin siyasî ihtiyacına binaen yeniden tanımlanarak idealize edilen nizâm-ı kadim değildir. Zira muhalefetin önünü, henüz metafizik alandayken kesmeye çalışan Ubeydullah Kuşmanî, İslâmî ideallere ulaşmanın bir aracı olarak tanımladığı izâm-ı cedîd siyasetinin, dinî temellerine referans vermekteydi. Ancak nizâm-ı cedîd, devrin bir başka kalem erbâbı, Ömer Faik Efendi[13], tarafından manevî tedbirlere yeterince yer verilmemesi sebebiyle eleştirilir.
A. Yeni Bir Lâyiha: Telif Tarihi ve Müellifi
Süleymaniye Kütüphânesi, Esad Efendi bölümünde “Nizâmnâme Mecmuası” ismiyle 3836 numarayla kataloglanan lâyiha müsveddesi[14] yukarıda kısaca tasvir edilen devrin siyasî literatüründen izler taşımaktadır. Nitekim lâyiha müsveddesinde teşhis edilen problemler, bu dönemde kaleme alınan diğer siyasî yazılarla neredeyse aynıdır. Ancak az sonra ayrıntısıyla tartışılmaya çalışılacak olan lâyiha müsveddesi, dili ve teklif ettiği çözüm önerileri bakımından söz konusu literatürden ayrılmaktadır. Düşmana mukabele edebilecek bir ordu ve devlet düzenini tasvir eden devrin siyasî literatürüyle aynı amaca hizmet eden lâyihanın, selâhiyetle yazılması diğer bir zikre değer ayrıntıdır[15].
Lâyihanın telif tarihi, açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli probleme işaret etmektedir. Her ne kadar metinde, telif tarihine dair açık bir ifade bulunmasa da bu konuda bazı ipuçları da yok değildir. Nitekim açıkça ifade edildiği üzere lâyiha kaleme alındığı sırada Nizâm-ı Cedîd neferleri, Levend Çiftliğinde talime başlamış [16] ve Küçük Hüseyin Paşa vezirlikle Kapdan-ı Derya olarak atanmıştır[17]. Lâyihada, 1794-1795 tarihlerindeki Mahmud Paşa isyanından bahsedilmesi[18] ve 1792-1794 senelerinde sadrıazam olarak görev yapan Melek Mehmed Paşa’ya[19] referans verilmesi de hesaba katıldığında metnin 1794-1795 tarihleri arasında kaleme alındığı tahmin edilebilir.
Müellifinin kimliği konusunda da lâyiha, açık bir bilgi vermemektedir. Fakat yazarın Bâb-ı Âli’yi yakından tanıyan, sefer bürokrasisini iyi bilen ve eğitimli bir kâtip olduğu kesindir. Zira müellif, XVIII. yüzyıl siyasî literatürüne ve vekâyinâmelerine yabancı değildir[20]. Bâb-ı Âli kalemlerine ve işleyişine dair dikkate değer bilgiler vermesi ve bu konuda yaptığı öneriler de müellifin Kalemiye mensubu olduğu izlenimini güçlendiren örnekler cümlesindendir. Lâyihada, ordu ve sefer organizasyonu konusundaki tespitlerin sıklıkla 1791-1792’de sonuçlanan savaştan örneklerle desteklenmesi ise yazarın söz konusu savaş esnasında cephede bulunduğunu düşündürmektedir. Savaş sonrası dönemde de müellifin nizâm-ı cedîd hareketinin dışında kalmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim lâyihada öne sürülen bazı görüşlerin, devrin nizâmnâmelerinden takip edilebilmesi, müellifin nizâm-ı cedîd siyasetinde belirleyici rol üstlenen kişilerden birisi olduğuna delalet eder. Özel olarak Osmanlı diplomasi örgütü ve daimi elçilikler, genelde dış ilişkiler konularında serdedilen görüşler ve modern kışlalar için Almanca “Kaserne” teriminin kullanılması, her ne kadar metinde sarih bir ifade bulunmasa da müellifin dış ilişkileri iyi bilen ve/veya elçilik tecrübesiyle Avrupa’da bulunmuş bir kâtip olduğuna işaret etmektedir.
Diplomasi konusunda lâyihada öne sürülen fikirler ve kullanılan Almanca kavram dikkate alındığında, III. Selim’e lâyiha sunanlar arasında yer almayan Ahmed Azmî Efendi ismi ön plana çıkmaktadır. Azmî Efendi’nin 1787 senesi sonlarında maddî yardım talebiyle Fas’a gönderilmesi[21] ve lâyihada bu konuya referans verilmesi, terfiler, lojistik, ordu organizasyonu gibi meselelerde lâyihada yapılan önerilerin Azmî Efendi’nin Prusya sefâretnâmesiyle aynı minvalde oluşu bu ihtimali güçlendirmektedir. Fakat Ahmed Azmî Efendi’nin, Prusya sefâreti dışında oldukça sönük geçen Bâb-ı Âli kariyeri ve sefâretnâmelerinden[22] başka önemli bir eser vermemesi böyle bir lâyihayı kaleme almış olma ihtimalini azaltmaktadır.
Lâyiha müellifinin kimliği konusunda, az önce çizilen çerçeve dahilinde akla gelen bir başka isim de Vasıf Efendi’dir. Zira lâyihada Arabistan ve Kürdistan’daki mezhepler konusunda verilen bilgiler pekala Bağdat’ta dünyaya gelen, Halep Valisi Süleyman Feyzi Paşa ile dost olan Vâsıf Efendi’ye atfolunabilir. Vasıf Efendi’nin 1787’de İspanya elçiliği yapması da burada önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkmaktadır. XVIII. yüzyıl siyasî literatürünü yakından tanıyan Vasıf Efendi, Küçük Kaynarca Antlaşması ile sonuçlanan Osmanlı-Rus harbi sırasında esir düşmüş ve 1788’de başlayan Osmanlı, Avusturya-Rusya harbinde cephede bulunmuş, hatta General Repnin ile Kalas’da yapılan barış görüşmelerini yürütmüştü. Ancak Ağustos 1791’de yapılan barış müzakerelerinde Turla’yı hudud olarak belirleyerek III. Selim’in infialine sebep olmuştu[23]. Bu durum, Vasıf Efendi gibi “çok diyâr gezmiş re’âyânın za’af hâlini görmüş… …serd rüzgârı müşâhede iderek rütbe kat’”[24] etmiş bir devlet adamından, Nizâm-ı Devlete Dair bir lâyiha istenmemesinde büyük bir etkiye sahip olmalıdır. Koca Sekbanbaşı risalesinde kullanılan sivri dil, Vâsıf Efendi’nin kaleme aldığı vekâyinâmelerde, ricâli çekinmeden sık sık tenkit etmesi ve nihayet ihtiraslı kişiliği [25], lâyihada devlet adamları ve ordu idarecileri hakkında kaleme alınan satırlarla uyum içerisindedir.
Ancak devrin sivri dilli ve ihtiraslı tek kâtibi Vâsıf Efendi değildir. Onunla aynı mizaca sahip olan Ebubekir Râtib Efendi de müellif adaylarından biri, belki de birincisidir. Nitekim tıpkı Vasıf Efendi gibi Yaş Antlaşması’yla sonuçlanan savaşta cephede bulunan Râtib Efendi daha sonra Viyana orta elçisi olarak Avusturya’ya gönderilmişti. 30 Eylül 1792’de İstanbul’a döndüğünde ise padişahın isteği üzerine derhal sefâretnâmesini ve Büyük Lâyihasını kaleme almaya başlamıştır[26]. Nizâm-ı Devlete Dair lâyihaların III. Selim’e sunulması bu döneme denk düşmektedir. Râtib Efendi’nin İmparatorluk dışında bulunması ve dönüşünde ağır bir iş yükü altına girmesi ve belki de kaleme almakta olduğu Büyük Lâyiha sebebiyle kendisinden bir başka lâyiha yazması istenmemiş olabilir. Ancak az önce tasvire çalışıldığı üzere Büyük Lâyiha, devrin siyasî literatürü dahilinde ayrı bir yazın türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı bürokrasisinin iç işleyişine dair bilgisi ve diplomatik alana vukufiyeti, çağdaşları arasında bilgisi ve görgüsüyle temâyüz eden Râtib Efendi’yi lâyihanın en kuvvetli müellif adayı yapmaktadır. Başarılı sayılabilecek bir Bâb-ı Âli kariyerine sahip olan Râtib Efendi’nin, vergiler ve reayanın siyânetine dair görüşleri, ordu idaresinde neferlerden çok askerî mühendislere ve mütefennin subaylara atfettiği önem, idam cezası konusundaki düşünceleri, menzillerin verimli hâle getirilmesi konusundaki fikirleri bu çalışmaya konu olan lâyihadaki görüşlerle büyük benzerlikler taşımaktadır[27]. Kaldı ki, Büyük Lâyiha’nın içeriği ve üslubu ele aldığımız lâyiha ile örtüşmektedir. Bunların yanı sıra Râtib Efendi’nin kariyeri de bu konuda bize önemli ipuçları sağlamaktadır. Elçiliği sırasında kendisinden yardım isteyen Viyana’daki Osmanlı tüccarlarına, daimi elçi olmaması sebebiyle yardım edememesi[28] ve ele aldığımız lâyihada bu konuya referans verilmesi bu bağlamda önemli bir ayrıntıdır. Râtib Efendi’nin İstanbul’a döndükten sonra meşveret meclisi zabıtlarını tutmakla görevli oluşu, vüzerâ kanunnâmesini kaleme almakta olan Abdullah Efendi’ye yardım etmesi ve ele aldığımız lâyiha ile vüzerâ kanunnâmesi arasındaki benzerlikler bir başka dikkat çekici noktadır[29]. Lâyiha müellifinin üzerinde önemle durduğu cizyenin tayini ve toplanması konusunda yapılan öneriler ise bu meseleyi yakından bilen ve takip eden bir kâtibin dikkatlerini yansıtmaktadır ki, Râtib Efendi 1793 tarihinde Cizye Muhasebeciliği görevinde bulunmuştur. İstanbul’un günlük zahire ihtiyacını karşılayabilecek büyük bir gemi filosu kurulması fikri ve nihayet Bâb-ı Âli’nin çalışma verimini artırmaya ve gizliliği sağlamaya dönük lâyihada dile getirilen projelerin Râtib Efendi’nin zahire nâzırlığı [30] ve reisülküttaplığı [31] sırasında gerçekleştirilmeye çalışılması bu konuda göz önünde bulundurulması gereken diğer ayrıntılardır.
B. Lâyihanın İçeriği
I. Giriş
Lâyiha yazarı söze, III. Selim devri siyasî metinlerinde karşılaştığımız bir söylemle, Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut yapısının, çağına uygun olmadığını belirterek başlıyor. Nizâm-ı Cedîd muhaliflerinin sıkça referans verdiği altın çağ kavramsallaştırmasına karşı bir argüman olarak geliştirilen bu söyleme göre “iktizâ-yı maslahat ve zamâna mutâbık tedâbire dest-res olunamadığından bir müddetden berû [Osmanlılara] â’dâsı üzerine galebe ve nusret müyesser” olamamaktaydı [32]. Bu bağlamda yazar, kanun-ı kadimden[33] saptığı iddiası üzerine inşa edilen bir söylemle cedîd nizâma karşı çıkan muhaliflerin aksine, tıpkı Râtib Efendi[34] gibi mevcut düzeni, değişime ayak uyduramadığı için eleştirmekteydi. Müellifin siyasî pozisyonunu ortaya koyan az önceki cümleler aynı zamanda III. Selim devri yeniden yapılanma hareketinin temel hedefini de okura göstermektedir. Yazarın da altını çizdiği üzere, çağına uygun olmayan, dolayısıyla düşmanlarına misliyle mukabele[35] etmekten aciz bir devlet yapısı ile zafer kazanmak, devrin siyasî ideologlarına göre imkânsızdır[36]. Takip eden satırlarda, İmparatorluğun İslamî geleneğine ve III. Selim’in yeniden yapılanma hususundaki isteğine referans verilmesi ise yazarın mevcut nizâmla örtüşen bir tarafı bulunmayan önerilerini meşrû bir zemine oturtma çabası olarak görülmelidir.
Lâyihanın giriş bölümünde Ziştovi ve Yaş antlaşmalarına da dikkat çeken müellif, bu iki antlaşmanın daimi bir barışı öngörmediğini, Osmanlı İmparatorluğu’nun er ya da geç yeniden savaşmak zorunda kalacağını belirtmekteydi[37]. Savaş hazırlıklarının kesintisiz sürdürülmesini salık veren yazarın, nüfusun daimi bir seferberlik hâlinde tutulmasına yaptığı vurgu, Avrupa’daki çağdaş stratejik algıyla da örtüşmektedir. Lâyiha müellifinin, söz konusu barış dönemini gelecekte çıkması muhtemel savaşa hazırlanmak için iyi bir fırsat olarak değerlendirmesi, bu yeni stratejik bakışın bir sonucudur[38]. Yazara göre memurlar, barışın rehavetine kapılmadan, hizip ve şahsî çatışmaları bir kenara bırakarak ittifak halinde savaş hazırlıklarını sürdürmeliydi. Sultan III. Selim’e düşen görev ise, tıpkı Avrupa’da devletin gündelik işlerinin dışında kalarak işleyişi gözetleyen ve devlet yapısına ruhunu veren krallar gibi, görevdeki memurların istiklallerini sağlayarak onları kontrol etmekten ve gerektiğinde cezalandırmaktan veya taltif etmekten ibaretti[39].
II. Sosyal Nizâmın Kurucu İlkesi Şeriat ve Devlet
Şeriat’ın, sosyal düzenin kurucu ilkelerini vazettiğini belirten müellif bundan sonraki satırlarda, “esâs-ı şer’ olan nass-ı Kurân-ı Kerîm’e her husûsda mürâc’at” olunması hâlinde alemde zuhur eden fesadın tamamen ortadan kalkacağı üzerinde durmaktadır[40]. Dolayısıyla hangi sosyal zümreden/sınıftan olursa olsun herkesin vakit namazlarını kılarak ve âhireti düşünerek Allâh’ın emirlerini yerine getirmesi gerekmekteydi[41]. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda öyle bölgeler vardı ki, buralarda hayatlarını sürdüren kişiler namaz kılmak bir tarafa kelime-i şehâdeti bile bir kez olsun dile getirmiyordu. Rumeli’de Dobruca, Deliorman, Kırca Ali ve Arnavutluk taşrasını [42] örnek gösteren lâyiha müellifi, devamla Anadolu’da Kürdistan ve Arabistan gibi bölgelerde yaşayanların “türlü türlü mezheblere” girmesinden şikâyet etmekteydi. Hatta, dört evli bir gayr-ı müslîm köyünde bile kilisenin mevcut olmasına rağmen, müslümanlar yeni camiler inşâ etmiyor ve varolanlar da kullanılmamaktan ötürü “buzağı damına” dönüştürülüyordu. Varolan sosyal nizâmı altüst ederek insanların çiftçilik ya da zanaatkârlık gibi meslekleri bir kenara bırakmasına ve eşkiyalığı mübah saymasına yol açan bu durum bir başka soruna da sebebiyet veriyordu. Sefer esnasında Osmanlı ordusundaki nefer açığı “o misüllû din ve İslâmı’nı bilmezler” tarafından kapatılmakta[43] ve bunların itaatsizlikleri “İslâm gayretini bilenlerin dahi” dağılmasına/firar etmesine[44] sebep olmaktaydı [45]. Dolayısıyla devlet, bir taraftan sosyal nizâmı koruyabilmek, diğer taraftan da seferberliği sağlayabilmek için, herkesin sancak-ı şerif altında toplamasına imkan veren, İslâmî motiflerle süslü yeni bir ideolojik indoktrinizasyon projesine ihtiyaç duyuyordu.
Bu ihtiyaca yönelik olarak lâyiha yazarının önerisi, padişahı/halifeyi ve devleti kutsayan ortodoks sünnî ideolojinin sadece Nizâm-ı Cedîd kışlalarına değil, sosyal hayatın her alanına hakim olmasının sağlanmasıdır[46]. Nitekim talebe-i ulûmdan “telkîn-i îmâna ve ifâde-i şerâ'it-i İslâma kâdir” olanlar südûr-ı kirâm efendiler tarafından seçilerek, ilmihâl kitapları ve Birgivî risâlesiyle birlikte İmparatorluk taşrasına gönderilmeliydi. Her kazada bir öğrencinin istihdam edilmesinin mümkün olmadığını belirten yazar, talebe gönderilemeyen kaza kadılarının, vakit namazlarının takibine dikkat etmeleri konusunda İstanbul’dan uyarılmasını öneriyordu. Kazada bulunan köylerde münavebeyle kalacak olan talebeler genel olarak ahaliye İslâmî kuralları ve özel olarak “kâbiliyeti olanlara fezâ'il-i cihâd”ı anlatmakla yükümlü olacaktı [47]. Vakit namazlarına devam etmeyenlerin ve İslâmî kurallar haricine çıkanların kadıya bildirilmesi de softaların görevleri arasındadır. Günahkarların cezası ise ahaliye ibret teşkil edecek şekilde, tarlalarından ve hayvanlarından bir ayda sağladıkları hasılata el konmasıydı. Ulema zümresi içindeki istihdam sorununa[48] da bir çözüm teşkil edebilecek bu öneriye nazaran, bölge kadısı tarafından toplanacak cezalarla öncelikle talebelerin maaşları ödenecekti. Artan para, kaza ayanı marifetiyle, bölgenin vakfı olmayan mescidlerine, su yollarına ve kaldırımlarına harcanacaktı. Bu tür masrafları karşılayacak vakıfların bulunduğu bölgelerde, cezalardan elde edilecek gelirler, kazadan toplanacak vergiler için kullanılacaktı. Talebelerin, daha fazla para kazanmak için köylüye yersiz isnâdlarda bulunmasının önünü alabilmek için getirilen öneri ise müfteri talebelerin yarım yıllık gelirlerine el konmasıydı.
Sünni/kitâbî İslâm’ın ideallerini ve akidelerini, mutlakiyet zemininde tebellür eden muhayyel nizâm-ı cedîdin hayata geçirilmesinde bir enstruman olarak kullanılmasına ve kadim zarflar içinde takdim edilen mazruflarla meşruiyetin sağlanmaya çalışılmasına, III. Selim devrinde kaleme alınan lâyihalarda sıkça rastlanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sosyal nizâmı, İslâmî akideler zemininde yeniden düzenlemeyi ve kitleden kışlaya intikal edecek müstakbel neferlerin kalitesini yükseltmeyi amaçlayan lâyiha müellifi, Yaş Antlaşması’ndan sonra İstanbul’un siyasî mahfillerinde yapılan tartışmalara tercüman olmaktadır. Nitekim yazar softaların İmparatorluk genelinde istihdamından muradını şu şekilde özetlemektedir: “…nûr-ı İslâm ile her tarafda ümmet-i Muhammed’in kulûbı[nun] tenvîr…” olması. Böylece “…cümleye salâh ve haşyet ve gazâ ve cihâda hâhiş ve ra’ğbet hâsıl olarak bu râbıta her maddenin tabî’atıyla indifâ’-ı fesâdına ve ’âlemin tezâyüd ve ’izzet ve şerefine ve şevket-i İslâm’ın istibdâdına vesile-i kaviyye…” olacaktı. Öyle ki, bu önerinin İstanbul’da dahi uygulanmasını isteyen müellif, İstanbul kadısının nezaretindeki mahalle imamlarının, bu hususlarda Rumeli Kazaskeri tarafından uyarılmasını istemekteydi[49].
III. Haddini Bilmek: Kıyafet ve Devlet
Lâyiha yazarının dikkat çektiği bir diğer problem “’âlemin mübtelâ olduğu isrâf ve sefâhat”ti. III. Selim devrinde kaleme alınan lâyihalarda önemli bir yer işgal eden lüks tüketimin kontrol altına alınması [50], sadece iktisadî açıdan değil, hiç şüphesiz sosyal nizâmın korunması [51] için de büyük bir önem taşımaktadır. İnsanların hadlerini aşarak lüks tüketime yönelmesine hassa hasekilerinin şal kuşanmasına izin verilmesini örnek gösteren yazar, divan üyelerinin, üst düzey ulema ve ricalin, Enderun ağalarının dışında kalan devlet görevlilerinin ve diğer sosyal zümrelere mensup kişilerin samur kürk giymesinin yasaklanmasını istiyordu[52]. Haddini aşarak üst düzey devlet görevlilerine özgü kıyafet giyenlerin ya da mücevher sayılacak taşlarla müzeyyen bıçak ve hançerlerle dolaşanların kontrolü, başkentte tebdil çuhadarlar, taşrada ise valinin görevlendireceği tebdiller aracılığı ile sağlanabilirdi[53]. Lüks tüketimle ilgili çıkartılan fermanlara muhalefet eden kişilerin kıyafetlerine, görüldüğü yerde elkonulmalıydı. Kıyafetlerle birlikte bunları giyenlerin hazinedâr huzuruna çıkartılmasını öneren müellif, el konulan kıyafet ya da mücevherden elde edilecek gelirin belirli miktarının suçluyu yakalayan tebdile verilmesini, geri kalanının Başmuhasebe Kalemi’ne kayd olunmasını istiyordu. Burada toplanacak irâd, askerlerin savaş esnasında ihtiyaç duydukları üniforma ve yağmurluklar için kullanılabilirdi[54].
IV. Taşra İdaresi ve Ayanlar
Kaleme aldığı metne taşra idaresine dair önerileriyle devam eden yazar, İmparatorluğun idaresi açısından kadılara büyük bir önem atfetmektedir. Nitekim yazarın sözleriyle ifade edecek olursak, “her maddenin nizâmı ahkâm-ı şer‘iyye icrâsına me'mûr olanların tasfiye-i hâllerine mevkûf olub, hükkâm-ı şer‘ Emruallâh’a muvâfık hareketden inhirâf eylediği sûretde, hâkim-i ‘örf olanlar dahî şer‘in icrâsına me'mûr olan zât bu hareketi irtikâb itdi” diyerek her türlü adaletsizliği yapabilmekteydi. Ancak kazaların önemli bir kısmının naiblerin elinde olması ve naiblerin de genellikle “âhkâm-ı şer‘-i şerîfe” göre değil, bölge ayanının isteğine göre karar vermesi, adlî mekanizmaya büyük bir zarar vermekteydi[55]. Bu sorunun çözümü için getirilen öneri, ehil olmayanlara mansıb verilmemesi ve lâyihanın kaleme alındığı dönemde yapılan düzenlemelerde de vurgulandığı üzere kadıların görev yerlerine gitmesinin sağlanmasıydı [56]. Bu bağlamda naib atamalarını zorlaştırmak için, naiblere mansıb sahipleri tarafından verilecek mürâseleyi, görev yerine bağlı olarak Anadolu ya da Rumeli kazaskerinin de imzalaması sağlanmalı ve kaza tevcihlerinde yapılacak imtihanla ehil olmayanlar ayırt edilmeliydi[57]. Hatta lâyiha müellifinin belirttiği üzere kadıların durumunu anlamak için sınava ya da teftişe gerek yoktu. Bâb-ı Âli’ye ulaşan ilâmlar dahi kadıların verdikleri hükümler ve yetkinlikleri hakkında zaten bir fikir vermekteydi[58]. Hâlen görev yapmakta olan kadılardan, kanunun dışına çıkanlar ya da çıkılmasına gözyumanlar ve “ziyâde harc-ı i’lâm ve sâ'ir hilâf-ı şer‘ bir nesne” alanlar ise azledilerek, rütbeleri tenzil olunmalıydı [59].
Taşradaki adaletsizliği önlemeye yönelik olarak yazarın bir diğer önerisi de kaza yönetiminde, zaten fiili olarak önemli bir rol üstlenen ayanların idarî açıdan daha da ön plana çıkartılmasıdır. Kazalarda ayan ve yeniçeri serdarlarının yanı sıra mukataa voyvodası, zeamet subaşısı, cizyedar ve sair pek çok idareci ve tahsildarın bulunması idarî ve malî açıdan pek çok sorunun ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Kaza idaresindeki çok başlılıktansa her kazada tek bir tahsildar ve söz sahibi olmasının önemini vurgulayan müellif, ayanların güçlenmesine izin verilmesinin, hem tebaayı rahatlatacağını hem de devlet işlerinin daha hızlı görülmesini sağlayacağını savunmaktadır. Örneğin Rumeli’de Tatarpazarı voyvodası Ahmed Ağa’nın ve Anadolu’da Aydın havalisinde hüküm süren Karaosmanzâde hanedanının veya sultana mutî diğer ayan ailelerinin kuvvetlenmesine izin verilmeliydi[60]. Bu şekilde lâyiha yazarı taşradaki idarî ve malî gücü çeşitli kişiler arasında paylaştırarak, merkezin hakimiyetini sağlamaya dönük “klasik” Osmanlı idare düşüncesine alternatif bir perspektifi gündeme getiriyordu.
Bu yeni bakış açısına nazaran, kazalarda bulunan köklü aileler/hanedanlar, ayan olarak atanmalı ve kazalarda ayan ve yeniçeri zâbitinden başka “’örfî sâhib-i rey ve tahsildâr” bulunmamalıydı. Lâyiha müellifine göre, mukataaların, tımar ve zeametlerin ve eğer mümkünse cizye, avarız, nüzûl gibi vergilerin tümünün ayanlara ihâle olunması onları güçlendirecek, ayanlar güçlendikçe devletin sağladığı imkanlardan daha fazla yararlanabilmek için ahaliye daha adil davranacak ve nihayet taşradaki zulm azalacaktı. Bu bağlamda ayanların “kazâlarında kendülerinden gayrı tahsîldâr olmayub mukâta’ât ve ze’âmet ve timâr ve tefrîki mümkîn olan cizye ve ’avârız ve sâ'ir vâridât-ı mîrîyye ’uhdelerine tefvîz olunduğunu bilmeleriçün âhâlînin ’arz ve mahzârlarına binâ'en cânib-i kethüdâ-yı sadr-ı ’âlîden bâ-fermân-ı ’âlî mektûb tahrîr ve î’tâ olun”malıydı. Cizye ve mukataa mültezimlerinin genellikle “müflis makûlesinden” olduğunu belirten müellif, mültezimlerin “hâmî şefâ’ati ile deruhde eylediği mukâta’âyı bahâne ittihâzıyla kazâya varub fukarâya itmediği zulm kalma”dığını yazmaktaydı. Kaza ayanları ise “emvâl-i mîrîyye mültezimidir veyâhûd falânın voyvodası mensûbudur” diyerek, zulme göz yummak zorunda kalıyordu[61]. Mültezimlerin, alacaklarını toplayamadıkları ya da gelirlerini artırmak için çeşitli yöntemlerle fazla para talep ettikleri veya köylünün, mültezimlerin yolsuzlukları sebebiyle vergisini ödeyemediği durumlarda ayanlar devreye girerek köylünün vergisini üstleniyordu. Ayan, mültezime ödediği parayı daha sonra yine köylüden bir şekilde tahsil ediyor ve sonuçta yine kaybeden köylü oluyordu[62]. Ayanların müdahil olmadığı hâllerde ise çaresiz “kurâ re’âyası der’uhdeci nâmıyla bir âlây insâfsızlara” borçlanıyordu. Verginin bir kere deruhdeci tarafından ödenmesi ise, köylünün borcuna uygulanan yüksek vergi oranı sebebiyle ahalinin “mallarıyla ve ’iyâl û evlâdları ve canlarıyla der’uhdecinin esîri” olması anlamına gelmekteydi[63].
Vergi tahsilinin kaza ayanları tarafından yapılmasını gündeme getiren yazar, buna benzer bir şekilde taşrada güvenliğin sağlanmasının da tamamıyla ayanlara ihâle edilmesini öneriyordu. Nitekim kaza ayanları birbirleriyle ittifak ederek eşkiyalığın önünü alabilir ve üretimin artmasıyla sonuçlanacak, güvenli bir ortam yaratabilirdi. Ancak lâyiha müellifi, içgüvenlik hususunda ayanlara yetki verilirken belirli sorumlulukların da yüklenmesini önermektedir. Buna göre ayanın sorumluluk alanındaki kazada ahalinin canına veya malına gelecek herhangi bir zarar, ayanlar tarafından tazmin edilmeliydi. Ancak bu şekilde “bir kazâdan âher kazâya tevâif-i nisvân ve bil’â-esliha kârbân gidüb geldikde kimesne gözün üzerinde kaşın var diyemeyûb emniyet-i kâmile hâsıl olabilür”[64].
Vergilerin toplanmasında ve güvenliğin sağlanmasında başrolün ayanlara verilmesi hiç şüphesiz imparatorluk taşrasında de facto hüküm süren ayanların statülerinin hukuken de tanınması anlamına gelmektedir[65]. Başkent ve taşradaki güç odaklarının işbirliğini imâ eden söz konusu öneri, bir taraftan ayanlara resmî bir statü tanınmasına işaret ederken, diğer taraftan da imparatorlukta yaşanan sosyo-ekonomik değişimin, idarî açıdan kabulü anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı taşra idaresine damgasını vuran ayanların, sahip oldukları statünün resmîleşmesi ve yukarıda tasvir edilmeye çalışılan öneriler çerçevesinde, bölge ahalisi nazarında daha da itibar kazanması, İmparatorluğun tek elden idare edilmesine olanak veren, dolayısıyla idarî verimliliği artıran unsurlar olarak takdim edilmektedir. Nitekim idarî dairenin resmen içine girerek İstanbul’a yaklaşan ayanlar “kethüda[-i sadr-ı âlî] beyin zîr-i nezâretinde olacak”tı. Lâyiha müellifinin iyimser tahminine göre bu şekilde, Bâb-ı Âli’nin kontrolüne giren ayanların her halleri merkezdeki idareciler tarafından takip edilecek ve ahali, bölgede tek söz sahibi olarak İstanbul’un denetimindeki ayanlara râm olacaktı.
Lâyiha müellifinin, Osmanlı idarî yapısında büyük bir değişimi gündeme getiren ayanlara hukukî statü tanınması önerisi aslında reayayı, mukataa, tımar ve zeamet sahiplerinin zulmünden korumaya yönelik bir önlemdi. Fakat bu durum taşrada güvenliğin sağlanmasında ve savaş organizasyonunda oynadıkları role istinaden resmî statü kazanan ayanların artık seferlere daha mutî askerlerle gelmesine de olanak sağlayacaktı. Daha da önemlisi Osmanlı ordusunun önemli bir parçası olan “kaza askeri (nefir-i âm)” kendilerini yakından tanıyan ayanlar tarafından toplanacağı için kolayca firar edemeyecekti. Bu bağlamda kaza ayanı olarak atanacak kişiler, atamaya mevzu olan kazanın yerlileri arasından seçilmeliydi[66]. Nitekim müellife göre taşra idarecilerinin atandıkları bölgeyi ve hükmettikleri nüfusu her açıdan tanımaları, verimliliğin sağlanması açısından büyük bir öneme sahipti[67].
Lâyiha müellifi, vergilerin toplanması ve güvenliğin sağlanmasının yanı sıra menzillerin de ayanlara havale edilmesini önerir. Mevcut durumda kazalardaki menzilhânelerde, menzil bargirlerinin tutulması verimliliği düşürerek, hem tebaaya hem de devlet hazinesine büyük zarar vermektedir. Mültezimlerin adamları ve hatta tüccarlar türlü bahanelerle menzilleri kullanarak, masraflarını ahaliye ve hazineye yüklemekte, ahaliden toplanan menzil imdâdiyyesi ve hazineden verilen in‘âm havalesi de ayan ve mütegallibe tarafından paylaşılmaktadır[68]. Bunun yerine ayanlar tarafından bargir ve sürücü tedarik edilmesini öneren müellif, bunların “kirâcı hânı” adı verilecek binalarda hazır bekletilmesini teklif etmektedir. Yeni uygulamada ulak, kazaya ulaştığında kiracı hanında, iaşesi kendi cebinden karşılanmak üzere, misafir edilecek ve gideceği yola göre kendisine makul ücretle at ve sürücü kiralanacaktı. Bu şekilde in‘âm ve ücret-i menzil fermanı verilmeyecek, fakat tatarlara, kethüda kâtibi tarafından gidecekleri mesafeye göre menzil ücreti ödenecekti. Dolayısıyla imdâd-ı menzil akçesi yerine, menzilhâne giderlerinin sadece yarısı kaza ahalisinden tahsil edilecekti. Tatar harcırahlarının da yine mîrî hazine tarafından ödenmesini öneren müellif, uygulamanın başarıyla hayata geçirilebilmesi için, sisteme nezaret edecek olan ayanların, başkentten sürekli kontrol edilmesinin önemine işaret etmektedir[69].
Lâyihada, taşra idarecileri olarak ön plana çıkartılan ayanların isyan etmesi Osmanlı merkezî idaresinin sık karşılaştığı bir durumdu. Müellife göre, İstanbul’a karşı isyan bayrağını açan ayanlar, öncelikle kethüda bey ve sadrıazam tarafından uyarılmalı, yola gelmeyenler komşu kaza ayanları tarafından tedib olunmalıydı ki, III. Selim devrinde isyankâr ayanlarla, genel olarak bu şekilde mücadele edilmekteydi[70]. Ancak lâyiha müellifinin isyan sonrası süreçte izlenmesini önerdiği siyaset Osmanlı idare pratiklerinin tamamen dışında kalmaktadır. Zira idam edilen ayanın malları müsadere olunmamalı, eğer varsa mîrîye olan borcu tahsil edildikten sonra mirâsı, evlad ya da akrabasına verilmeliydi. Hatta yazar isyan ya da ahaliye zulm dışındaki durumlarda, ayanların azledilmemesini önermektedir. Bu yeni bakış açısı hiç şüphesiz imparatorluktaki tek meşrû hanedan olan Osmanlı ailesinin[71] yanı sıra meşrû hanedanların oluşumuna ve devamlılığına izin vermekteydi. Lâyiha yazarına göre ancak bu şekilde “âhâli ol hânedânı kendülere büyük bil”ir ve İstanbul kendisine mutî ayanlar aracılığıyla idarî ve malî siyasetini İmparatorluğun her köşesinde, daha verimli ve daha hızlı uygulayabilirdi. Varisin bulunmadığı durumlarda ise kaza ahalisinin “muhtarı” ayan olarak atanmalıydı [72].
Kadı ve ayanların yanı sıra kazalarda bulunan yeniçeri zabitleri de Osmanlı taşra idaresinde önemli bir rol üstlenmekteydi. Zabitlerin “yol ve erkân-ı ocağa vâkıf olanlardan te'yid suretiyle nasb” olunmasını öneren müellife göre yeniçeri zabitlerinin yolsuzluk ya da ahaliye zulm dışındaki sebeplerle değiştirilmesi uygun değildi. Bunun yanı sıra görevde bulunan yeniçeri zabitlerinden, üç ayda bir kere ödedikleri caizeler dışında hiç bir şey talep edilmemeliydi[73].
Müellif, Osmanlı taşra yönetiminde en önemli mevkileri işgal eden kadı, ayan ve yeniçeri zabitlerine lâyihasında hiç de küçümsenmeyecek bir yer ayırmasının ardında iki temel saik olduğunu belirtmektedir. Bunlardan ilki, yukarıda da belirtildiği üzere, barış döneminde ahalinin[74] ve emvâl-i mîrîyenin himaye edilmesiydi. Diğer faktörü ise, barışı savaşa hazırlık süreci olarak algılayan lâyiha müellifi şu şekilde dile getirmektedir. Söz konusu önerilerden murat, “sefer esnâsında mürettebât derhâl ihrâc olunmasında celb-i suhûlet ve umûr-ı ’ibâd ve mehâm-ı devlet ber vefk-i murâd rû'yet olunub sefer hengâmında ’askerî ve gayr-ı ’askerî ma’lum olarak yeniçeri zâbiti bi’l-cümle yeniçeri ’askeriyle bi’n-nefs kazâ ’askeri dahi â’yân veyâhûd matlûb buyurulduğu vechle kendüye mu’âdil oğlu veya akraba ve müte’allikâtı sahâbetiyle sefer-i hümâyûna gelüb hitâm-ı sefere kadar birisi firâr itmeyüb tekmîl-i hidmet ve icrâ-yı merdî ve recûliyyet eylemeleri maslahatıdır”[75].
V. Sosyo-Ekonomik Yapının Nizâmı: Vergiler ve Cezalar
Taşra idare örgütünde yapılmasını önerdiği değişikliklerden sonra lâyiha müellifi, sosyal nizâmın yeniden sağlanmasına dönük tedbirleri sıralamaya başlar. Medenî hayatın düzenlenmesinde cezanın önemli bir yere sahip olduğunu belirten yazar, cezaların şeriata uygun bir şekilde verilmesini ister. Öyle ki, kısas dışındaki durumlarda “‘örfî tertîb-i siyâset men‘” olunmalıdır[76]. Zira idam cezası ne mücrime ne de ahaliye ibret oluşturmamakta, idam edilen şahıs kısa sürede sosyal hafızadan silinmektedir. Oysa ki, suçlunun, örneğin eli kesilse “acısını bilür bir dahî kârı mekrûha cesâret idemez ’ala-farz-ı muhâl cesâret itse bile diğer eli dahî kat’ olunub bu cihetle emr-i Bârî yerine getürüldükde sa'iri bu hâlî görüb ’ibret alub o misüllü şenâyi’a cesâret idemez”. Firarî askerlere de benzer cezaların verilmesini öneren lâyiha yazarı, son savaşta Babadağı ve Maçin’den firar eden askerlerin idam edilmesinin, orduda hiçbir etki yaratmadığını, zira cephedeki askerlerin firarilerin idam edildiğine inanmadığını öne sürmektedir. Fakat firarî askerler, kadimde olduğu gibi burun ve kulakları kesilerek firar ettikleri bölgeye iade edilseler, neferât bu durumdan ibret alarak emre itaatsizlik ya da firar etmeyi düşünmezdi[77].
İmparatorluktaki sosyal düzeni bozan bir diğer önemli problem de gayr-ı müslimlerden toplanan cizye oranlarının yüksekliği ve cizyedarların yaptıkları yolsuzluklardı. Cizye dışında kalan diğer vergilere zam yapıldığı savaş dönemlerinde bu durum reaya açısından daha da dayanılmaz bir hâl almaktaydı [78]. Nitekim gayr-ı müslimlerin ödemek zorunda bırakıldıkları yüksek vergilerden kaçmak için hayatlarını sürdürdükleri bölgeleri terk ederek, kendilerine çeşitli muafiyetler sağlayan diğer memleketlere göç ettikleri ve bazen de isyan ettikleri bilinen bir gerçekti[79]. Uzun süredir savaşın bütün ağırlığını hisseden Sırbistan, Eflak ve Boğdan, Turla ve Tuna kıyısında yaşam mücadelesi veren gayr-ı müslimleri örnek gösteren müellif, bunların önemli bir kısmının firar ya da isyan ettiğini belirtmektedir. Hatta Anadolu ahalisinin perakende olarak, diğer vergilerden muaf oldukları İstanbul’a göç ettikleri ve son dönemlerde başkentteki gayr-ı müslim nüfusun arttığı bilinmektedir[80]. İmparatorluk nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan gayr-ı müslim ahali üzerindeki yükün hafifletilmesi konusunda yukarıda yaptığı öneriyi, cizyenin ayanlar tarafından toplanmasını, tekrarlayan müellife göre cizye vermekle yükümlü ahaliden “şer’-i şerîfin cevâzından ziyâde bir âkçe [ve] bir habbe” alınmamalıydı [81]. Ancak bu konuda lâyiha yazarının yaptığı ikinci öneri, nüfusun bilgi temelinde kontrolünü öngören modern devleti ya da kadîm Osmanlı idarî geleneği olan tahrîri akla getiren bir uygulamayı gündeme taşımaktadır. Müellifin önerisine göre on beş senede bir kez cizye kaleminden taşraya gönderilecek muharrirler, İmparatorluk sınırları dahilindeki gayr-ı müslimleri “isîm û şöhret ve eşkâliyle tahrîr” edecekti. On beş sene sonra ikinci kez bölgeye giden görevliler ise bir önceki tahriri kontrol ederek defterlerden ölenleri çıkartıp, doğanları ekleyecekti. Bu şekilde cizyedarların başta gelen yolsuzlukları arasında sayılan cizye vermekle yükümlü olmayan gayr-ı müslim çocuklarından vergi alınması önlenebilecek ve cizye gelirleri net bir şekilde, önceden tahmin edilebilecekti. İlk tahrirden ikinci tahrire kadar geçen süre zarfında müteveffaların yakınlarından vergi tahsil edilmesi ise aynı süre zarfında on beş yaşına basan çocuklardan vergi talep edilmemesiyle dengelenecekti. Cizyenin, idare ettikleri bölgeleri yakından tanıyan ayanlar tarafından deruhte edilmesi durumundaysa, vergi peşinen her yıl “ber-mûceb-i defter” ayanlardan alınabilir ve ayanlar daha sonra hazineye ödedikleri meblağı kazalarından tahsil edebilirdi. Ölen kişilerin cizyesini tahsile devam edilmesinin şerân caiz olmayacağı yönünde gelecek eleştirilere ise lâyiha müellifi hikmet-i hükümet zemininde cevap vermektedir. Zira yazara göre “bu sûret bir mahallin re’âyâsını âher mahalle hicretden men’ ve nice feva'idi celb ile memâlikin harâbından vikâyesine ’illet-i müstakile-i nizâm-ı devletden olduğuna binâ'en cevâzı kâbil olabilür”. Diğer taraftan lâyiha müellifi önerisinin kabul edilmemesi durumunda, bir başka ifadeyle “şer’-i şerîfe ri’âyet olunsa Hak Te’âla hazretlerinin kemâl-i kudretiyle fütühât müyesser” olacağından, komşu ülkelerden ahali celbedilebileceğini ve kazanılan ganimetin hazineye önemli miktarda gelir olarak yansıyacağını belirtmekten de geri durmaz[82].
XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun sosyo-ekonomik yapısında önemli bir yer işgal eden mukataa sistemi[83] de lâyiha yazarının ele aldığı konulardan birisidir. Öncelikle İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde cizyenin, mukataalara merbût olması sebebiyle, gerektiği şekilde tahsil edilemediğinden şikayet eden müellif, mukataa sahiplerinin, doğum ve ölümleri takip etmemesinden oluşan cizye gelirlerindeki açığın hazineyi olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedir. Burada da yukarıda yaptığı öneriyi tekrarlayan lâyiha yazarı bu sorunun, gayr-ı müslimlerin on beş senede bir kez tahrir edilmesiyle, hazine lehine çözüleceğini belirtmektedir. Öyle ki bu şekilde tahrire muhatap olan gayr-ı müslimlerin ekonomik durumları hakkında da fikir sahibi olunacak ve imdâd-ı seferiyye vergisi de tıpkı cizye gibi ahalinin ekonomik durumuna nazaran üç farklı sınıftan – ednâ, evsât, â’lâ- değişik oranlarda toplanabilecekti. Mukataa sahiplerinden savaş zamanı talep edilen cebelü bedeliyyeleri de lâyihada ele alınan bir diğer önemli konudur. Nitekim savaş başladıktan sonra cebelü bedeliyesi olarak mukataa sahiplerinden bir anda yüksek miktarda para talep edilmesi, reayayı malî açıdan içinden çıkılmaz bir duruma sokmakta ve büyük meblağlar tutan verginin toplanamamasına sebep olmaktaydı. Barışı, savaşa hazırlık dönemi olarak gören müellifin önerisine nazaran, mukataaların muaccelelerine göre belirlenen bedeller taksitler halinde barış zamanı tahsil edilmeliydi. Darbhâne ya da Enderûn-ı Hümâyûn hazinesinde saklanacak bu meblağa kesinlikle dokunulmamalı, ancak padişahın bilgisi dahilinde sefer masrafları için kullanılmalıydı [84].
Uzun süredir Osmanlı idaresinin bir gelir kaynağı olarak gördüğü müsadere uygulaması [85] da tebaanın hayat şartlarını doğrudan etkileyen önemli bir sorun olarak lâyihada ele alınmaktadır. Nitekim XVIII. yüzyıl sonlarına gelindiğinde İstanbul ve taşrada adı duyulmuş kişilerin öldükten sonra mallarının müsadere edilmesi “de’b-i devlet gibi olmuştu”. Hazineye borcu bulunmayan kişilerin mallarının müsadere edilmemesini öneren lâyiha müellifi, muhtaç duruma düşen ailelerin mallarıyla devletin idare edilemeyeceğinin ve düşman üzerine sefer yapılamayacağının altını çizmektedir[86]. Ölen kişilerin hazineye olan borçları tahsil edildikten sonra kalan malları varislerine dağıtılmalıydı. Borcu, mirasından fazla olan müteveffanın ise kalan mallarına el konulmalıydı. Varisin bulunmadığı durumlarda da miras beyt’ül-mâle/hazineye ait olacağından müteveffa hangi zümreden/sınıftan ise zâbiti tarafından mirasa el konarak savaş sırasında harcanmak üzere ortasındaki sandıkta, yeniçerilik dışındaki devlet görevlilerinden ise yine sefer zamanı kullanılmak için Başmuhasebe Kalemi’ne kaydettirilerek, Hâzine-i Âmire’de saklanmalıydı [87].
VI. Osmanlı Merkez Teşkilâtı
Taşra idaresi ve sosyal hayatla ilgili olarak lâyihada ele alınan problemlerin sonuncusu olarak göze çarpan müsaderelerin ardından müellif, devletin merkez teşkilatı ve idaresi konusundaki görüşlerini sıralamaya başlar. Lâyihanın bu bölümünde öncelikle padişahların hemen her konuda kaleme aldıkları hâtt-ı hümâyûnların yarattığı sorunlar üzerinde durulmaktadır. Devlet meselelerinin tamamında bilgi sahibi olması mümkün olmayan padişahların hiç kimseye danışmadan, bir hususta uygulanması imkansız ya da devlet gelenekleriyle örtüşmeyen bir hâtt-ı hümâyun kaleme alması ve bunun daha sonra uygulanmaması doğrudan padişaha ve devlete zarar vermektedir. Bu duruma lâyiha müellifinin ürettiği çözüm ise XVIII. yüzyıl Avrupa devletlerindeki danışma kurullarını ve kabinecikleri[88] akla getirmektedir. Padişaha, hâtt-ı hümâyûn yazacağı konuya göre, hattı yazmadan evvel reisülküttab, defterdar ve sadaret kethüdasıyla “istişâre” etmesini öneren müellif, daha önemli konularda sultanın şahsen sadrıazam ve südûr-ı kiramla görüşmesinin uygun olacağını belirtmektedir. Böylece padişahın emirlerinin yerine getirilmemesi gibi bir durum da söz konusu olmayacaktır. Padişahın her konuda hâtt-ı hümâyun yazmasına gerek de yoktur. Daha önce de belirtildiği üzere padişahın idarî dairenin dışına çıkarak, devlet mekanizmasını gözetlemesini öneren lâyiha müellifine göre, “zât-ı hümâyûna lâzım olan şefkât ve ’adâlet ve da'imâ şer’-i şerîfe ri’ayetdir umûr-ı devleti hâcetleri [ne] ise me'mûrlar vech-i lâyığı üzre görsünler aralıkda iktizâsına göre istiknâh-ı hâlleriyle emr-i me'mûrunda cidd û sa’y idenleri ve itmeyenleri taharrî olunarak taraf-ı hümâyûndan tahzîr ve taltîf olunmaları” yeterlidir[89].
Hâtt-ı hümâyunlara benzer bir şekilde, lâyiha müellifi ferman yazılması konusunda da devletin oldukça cömert davrandığından şikayet etmektedir. Her konuda ve ardarda ferman yazılması, fermanların etkisini ve itibarını azaltmaktaydı. Öyle ki, fermanların “etrâk hânelerinde pencerelerine yapışdırdıkları ve mehâkimde ve â’yân konaklarında raflar üzerlerinde ve çuvallar içlerinde memlû olduğu” yazarımız tarafından bilinen bir gerçekti. Dolayısıyla sadaretten taşraya yazılacak emirler için öncelikle ferman gönderilmek yerine buyûruldu, defterdarlık, kethüdalık, çavuşbaşılıktan giden yazılar için öncelikle mektub gönderilmelidir. Söz konusu mektuplarla sorun çözüme kavuşturulamaz ise “tuğrâ-yı fermân-ı ’âlî” yazılmalıdır. Bu şekilde fermanların itibarının yükseltilmesi, İstanbul’un taşradaki hakimiyetini de güçlendirecektir. Müellifin de altını çizdiği üzere halkın “tuğrâ-yı emr-i ’âlî gelecek geldi havflarından lerzân olarak infâz-ı emre bezl-i mâ-hasalı makdûr” eylemesi ülke idaresi açısından büyük bir öneme sahiptir[90].
Taşra ile merkez arasındaki yazışmalar konusundaki düşüncelerini takiben lâyiha müellifi, tahayyül ettiği ideal sadrıazamı okurlarıyla paylaşır. Nasihatnâmelerdeki ideal devlet adamı tanımının bir adım ötesine geçen yazarımız, sadrıazamların “çok diyâr gezmiş re’âyânın za’af hâlini görmüş âmmâ ecdâdı nân u ni’met-i Devlet-i ’Aliyye ile perverde olmuş… …serd rüzgârı müşâhede iderek rütbe kat’” etmiş kişiler arasından seçilmesini önerir. Nitekim müellif, ancak bu şekilde yükselen devlet adamlarına, diğer devlet görevlilerinin saygı göstereceğini belirtmektedir. Sadrıazamların, bizzat sultan tarafından taltif ve tahzîr edilmesini vurgulayan lâyiha müellifi, sadarette yapılan sık değişikliklerin devlete zarar verdiğinin altını çizmektedir. Vezirazamın vereceği emirlerin bizzat padişah tarafından zuhur etmiş gibi algılanacağına işaret eden yazarımız, eleştiri oklarını devrin yaşını almış sadrıazamına yönelterek sadaret mevkinin, “ne hâlde olan zâtın vücûduna muhtâc idüği”nin herkes tarafından düşünülmesi gerektiğini belirtir[91]. Zira vezirazamlar, padişahların vekili olmaları sebebiyle “hâ'iz oldukları rütbe-i celîle merâtib-i insâniyyenin nihâyeti”dir. Kaleme aldığı lâyihanın bu bölümünü müellif, müstehzi bir şekilde bitirmektedir. Zira ideal sadrıazamın özelliklerinin kaleme alınması her ne kadar “edebden hâric ise dahî el’hâletü-hazihi sâhib-i devlet efendimizin her hâlleri hülyâlara mutâbık olmağla binâ'en-’aleyh işârete cesâret olundu”[92].
Sadrıazamların haiz olmaları gereken nitelikleri sıraladıktan sonra lâyiha müellifi, vezir ve mirmirânların mevcud durumlarını tespit ve teşhise girişir. Savaşların süreklilik arzetmesi sebebiyle “olur olmaz” kişilere vezâret verilmesinden yakınan yazarımız[93], bunların savaş esnasında etmedikleri rezaletin kalmadığını, barış döneminde ise ahaliye zulm ettiklerini belirtir. Mirmirânların da yine aynı sebepten sayılarının artması, nüfûzlarının kalmamasına ve düşman üzerine sevkedildiklerinde maddî çıkarlar peşinde koşmalarına yol açmaktaydı. Bu iki makamda bulunan kişilerin sık sık azledilmesi[94] ise her atamada verdikleri caize[95] ve avaidleri çıkarmak için vali ve mirmirânların ahaliye zulm etmesine yol açıyordu. Oysa ki, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mevcut kadroların bu kadar çok vezir ve mirmirânı beslemeye yetmediği ortadadır. Lâyiha müellifinin önerisi ise vüzerâ kanunnâmesinin bir özeti niteliğindedir[96]. Bu bağlamda mevcut mansıbların her biri bir vezire tevcih olunarak, eyalet sayısından fazla vezir bulundurulmamasına dikkat edilmelidir. Livalar ise mirmirânlara tevcih olunmalıdır. Ancak müellif, eyaletlerden geliri daha yüksek olan bazı sancakların vezirlere tevcih olunmasında her hangi bir sakınca görmez. Geliri bir veziri ve kapıhalkını beslemeye yetmeyen eyaletlere ise çevre sancaklardan ilaveler yapılmalıdır. Vezir ve mirmirânların idare ettikleri bölgeleri kendi malikâneleri gibi görmeleri gerektiğini vurgulayan lâyiha müellifi, taşra idarecilerinden senede bir kere ödemeleri beklenen caizenin dışında her ne ad altında olursa olsun para istenmemesini önermektedir. Vüzerâ ve mirmirânların azilleri vukuunda ise mazullerin hesapları görülmeli, yeni atananlardan ise makamlarında bir sene geçirmeden caize talep edilmemelidir. Yine seleflerin borçları da haleflerden istenmemelidir. Barış dönemlerinde kapıhalklarını hafifletmesi gereken vezir ve mirmirânların ancak üç senede bir defa olmak üzere seferiyye tahsil etmesine olanak verilmelidir. Lâyiha müellifinin, taşra idarecilerinin ahaliye zulm etmesini engellemeye yönelik bir başka teklifi de toplanan vergilerin hazariyyesinin harcanmasına müsaade edilmesi fakat seferiyye vergilerini vezirlerin kendi hazinelerinde saklamasıdır. Vezir ve mirmirânların vefat etmeleri halinde tüm mal varlıkları mîrî hazineye aktarılmalı, müteveffanın hazineye borcu var ise yerine atanacak yeni vezir veya mirmirândan borcu ödeyeceğine dair taahhüt alınmalıdır. Ancak müteveffanın sadece borcunun değil, kapıhalkı ve kurulmuş düzeninin de yeni atanan vezire miras olarak verilmesini öneren müellife göre bu şekilde vezirliğe ilk kez atanan kişiler, daire ve malzeme tedariki gibi sorunlar yerine padişahın emirlerini yerine getirebilmek için çalışacaktır. Mansıblar ile vüzerâ ve mirmirânlar arasında yapılacak eşleştirme sonucunda açıkta kalan taşra idarecilerinin bir anda gözden çıkartılamayacağına işaret eden müellife göre bunların münâsib bölgelerde ikamet etmesi sağlanmalı ve geliri olmayanlara maaş bağlanmalıdır. Zira azil veya ölüm gibi oldukça sık karşılaşılan durumlarda, daha önce vezirlik yapmış olan paşalara ihtiyaç duyulabilir[97].
Vezir ve mirmirânlar konusundaki problemlerin benzerleri ocaklı ve diğer devlet görevlileri için de söz konusudur. Nitekim bunların da zamanla sayıları artmış, ancak makamlar niteliksiz kişiler tarafından doldurulmuştur. Bu bağlamda “defterdâr kapusu ricâli ve ocaklar kâtibleri dahî mansıbları hidmetini ve maslahâtını bilmeyüb bir senelik mansıbımdır diyü sarf-ı zihn itmediği ve kalem kisedârı ve halifeleri ve ocak ağaları ve ricâli dahî öyle bilüb ’adet budur diyü her ne virdilerse ânınla kanâ’at itmeğe mecbûr ve maslahât-ı me'mûresinden bîhaber olduğu” ortadadır[98]. Öyle ki, lâyihanın kaleme alındığı sırada kırkbeş, elli adet hacegân mansıbı bulunurken hacegân sayısı dört yüzü aşmış durumdadır[99]. Hacegân sayısının, tıpkı vüzerâ mansıblarında olduğu gibi, yüze indirilmesini teklif eden lâyiha müellifi, söz konusu kişilerin ellisinin Defterhâne’yi ve reisülküttablığı idare edebilecek bilgi ve yeteneğe sahip parlak kâtipler arasından seçilmesini[100] ve bunların aşağı takımının, “buyuruldu tahririne kâdir kanûn şinâs zevâtdan” atanmasını önerir[101]. Yüz hacegân mansıbından diğer ellisine atanacak kişilerden yirmibeşi ise taşra vüzerâsı ve eyalet valileri maiyyetlerine atanmalı, geriye kalanlar “DerSa’âdetde umûr-ı devleti tefekkûr ve mülahaza ile şu mansıba nasb olunurisem Devlet-i ’Aliyye’ye şu hidmeti ideyim ve eğer benden su'âl iderler ise bu vechle maslahât-ı mîrîyeye evliyâ-yı umûru sevk ideyim diyü mülâhaza ve mütâl’a-yı ’ilm ve tahsîl-i kemâle sarf-ı dikkat ve hakkında zuhûr idecek ’inâyete müterakkib ve mülâzemet itdirilme”liydi[102].
Devlet görevlilerinin sık sık azledilmeleriyse, onların devlet işlerinden çok kendilerini düşünmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla lâyiha müellifi Bâb-ı Âli kâtiplerinin, nâzırların, ocak ağalarının sebepsiz yere azledilmemesi gerektiğini düşünmektedir[103]. Katiplerin ve ocak ağalarının azledilmesini gerektiren durumlar ortaya çıktığında mazuller haps, sürgün ya da idam edilmek yerine, taşraya, bir vali maiyyetine gönderilmeliydi. Nitekim vüzerâ dairelerinde kethüda, divan kâtibi ve sair birkaç kişi dışında vezirlerin istişare edebileceği, devlet mizacını bilen hiç kimse bulunmamaktadır. Oysa ki yazarımız, ricâlden birinin müsteşâr-ı umûr” adıyla eyaletlerde bulunması durumunda, valinin önemli kararları, devlet tecrübesi bulunan bu kişiyle yapacağı istişareden sonra alacağını ve bu şekilde alınacak kararların sadece taşra ve İstanbul arasında değil, taşra ahalisi ve vali arasında da daha sağlıklı bir ilişkiye zemin hazırlayacağını belirtmektedir. Bu duruma Mısır, Bağdad ve Rakka eyaletlerini örnek gösteren müellif, söz konusu bölgelerde çıkan isyanları valilere karar alma sürecinde yardımcı olacak danışmanların eksikliği ile ilişkilendirmektedir. Zira acil karar alınması gereken meselelerde valiler, genellikle İstanbul’dan gelecek kararı bekleyerek vakit kaybetmektedir. Devletin tabiatını yakından tanıyan bir kişinin valinin yanında bulunması, onların daha hızlı karar almasına olanak verecektir[104].
Yazarın büyük bir önem atfettiği bir başka mesele de devlet sırlarının saklanmasıdır. Nitekim devlet sırrı olarak nitelendirilebilecek konular müzakereden sonra, karara varılmadan hemen yazıya geçirilmemeli, devlet sırrı/esrâr tahrir eden kâtipler, ketum ve mutemed kişiler arasından seçilmeli ve elçilik çalışanları “ve ânlar ile münâsebeti olan keferenin Enderûn-ı Hümâyûn ve ricâl dâ'irelerine hekimlik ve âher sûret ile kendüleri ve adamları amed şûdden men’ olun”malıydı [105].
VII. Cedîd Ordunun Organizasyonu
Müellifimiz, merkez ve taşra teşkilatına dair önerilerini takiben lâyihasında en geniş yeri ayırdığı Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılması konusuna geçer. Konuya Osmanlı ordusunda zaman içerisinde yaşanan değişimi ortaya koyarak başlayan yazar, kadimde padişah ve vezirazamların bizzat sefere katılarak düşmanı mağlup etmeden İstanbul’a geri dönmediklerini belirtir. Ancak çağdaş Osmanlı ordusuyla “sefere gelenlerin rencber ve çiftci makûlesi İslâmını bilmez itâ’at itmez bir âlây edebsiz oldukları ve rü'esâ dahî fenn-i harbi fark itmez t’ayin zammı ve ’ulûfe ihrâcı ve mühimmât telefi misüllü hıyânetkârâne hareketden gayrı şey mülahaza eyleme”dikleri herkesin bildiği gerçeklerdi. Padişahın bizzat sefere katılmasında da çeşitli sakıncaların bulunduğunu belirten yazarımız, vezirazamların ve tüm bürokrasinin orduyla birlikte cepheye gitmesinin sakıncaları üzerinde durur. Nitekim İstanbul’da, kalemlerde yapılan işlerin aynısının savaş zamanı orduda yapıldığına ve bunlardan sadrıazamların sorumlu olduğuna işaret eden lâyiha müellifi, “hiçbir şey mülâhaza ve sah itmese bu işleri su'âl idenlere cevâb virmeğe giceli gündüzlü yigirmi dört sâ’at sadr-ı â’zamlara” yetmediğini vurgular. Bu bağlamda sefer bürokrasisinin yeniden yapılandırılması üzerinde duran lâyiha yazarına göre, Avrupa ordularına “mukâbele-i bi’l-misl mu’âmele itmek muktezâ-yı vakt û hâlden”dir. Zira artık Avrupa ordularına krallar ya da başvekiller komuta etmemektedir[106]. Örneğin Avusturya kralının Şişi muharebesinde tebdil kıyafet bulunduğu rivayet edilse de kral ve başvekil, savaşın devam ettiği dönemde genel olarak, başkent Viyana’dan ayrılmamıştı [107]. Hatta Boze muharebesinde[108] Avusturya ordusunun başında bir feldmaraşal dahi bulunmamaktaydı. Osmanlıların bir diğer düşmanı olan Rusya’da da durum Avusturya’ dakinden farklı değildi. Rus kraliçesi seferlere katılmazken, 1788-1792 harbinin tayin edici muharebelerinden birisinin yaşandığı Maçin’de sadece feldmaraşal vekili Repnin ve iki üç general bulunmaktaydı. Bu örneklerin de gösterdiği üzere Avrupa’da ordular, savaşın dışında hiçbir devlet meselesiyle ilgilenmeyen generaller tarafından yönetilirken, devlet başkentte kalan başvekiller ve bürokratlar eliyle idare edilmekteydi. Bu bağlamda lâyiha müellifi, tıpkı Avrupa devletlerinde gözlemlendiği üzere Osmanlı İmparatorluğunda da savaş zamanında ordunun başına müstakil serdâr-ı ekrem unvanıyla bir vezir tayin edilmesi ve sadrıazam ve kâtiplerin savaş zamanı İstanbul’da kalarak[109] devletin günlük işlerini idare etmeye devam etmesini önerir[110].
Devletin, sivil ve askerî kanatlarının ayrışmasını öngören bu teklife nazaran daimi olarak istihdam edilecek neferâtın esas teşkil edeceği Anadolu ve Rumeli’de kurulacak orduların başına, vezir rütbesini haiz serdâr-ı ekremler atanmalıydı [111]. Kapılarında bulunması gereken bin iki yüz neferin yanı sıra, daireleri yeniçeri, cebeci, topçu, arabacı, sipah ve silahdar ocaklarından yapılacak takviye ile beş altı bin kişiye çıkartılması gereken serdar-ı ekremlerin karargahları, Anadolu’da Kütahya ve Rumeli’de Edirne’de kurulmalıydı. Ancak iç güvenliğin büyük bir önem arzettiği III. Selim devrinde kalem oynatan yazarımız, söz konusu orduların her kış şehir değiştirerek iç güvenliği sağlamasını ve neferâtın yaz, kış tâlim etmesini önermektedir. Zira “’asker tâ'ifesi tûl müddet akâmet ile istirahât” etmesi durumunda “â’dâ karşusunda ne yapacağını bilme”z hâle gelmekteydi. III. Selim devri lâyiha müelliflerinin neredeyse hiç birinin yer vermediği modern bir örgütsel yapı zemininde tezahür eden daimi bir orduyu tasvir eden müellif, vukubulacak saldırıları da yine ilk anda, coğrafî konumuna göre serdar-ı ekremlerin karşılamasını teklif etmektedir. Örneğin Rumeli tarafından gelen bir saldırıya öncelikle Rumeli serdar-ı ekremi cevap verecek ve Anadolu serdar-ı ekremi derhal çatışmanın vukubulduğu bölgeye doğru hareket edecekti. Diğer vezirler komutasındaki neferât ve ocaklılar, hatta silah, mühimmat ve zahire de yine bu iki serdar-ı ekremin buyruldularına istinâden cepheye, onların belirlediği mevzilere gönderilecekti. Serdar-ı ekremlerin yanı sıra, Rumeli’de Bosna ve Silistre, Anadolu’da Erzurum ve Ahıska gibi önemli bölgelerin idarecilerine de serasker unvanı tevcih edilmeliydi. Osmanlı belgelerinde sekban yatağı olarak sıkça atıfta bulunulan Rakka ve Tırhala valileri ise Anadolu ve Rumeli sürücüsü olarak tayin edilerek, cepheye gönderilecek neferâtın toplanmasından sorumlu tutulmalıydı [112].
Yazarımızın kurguladığı yeni ordu bürokrasisinin de mevcut yapıyla örtüşen bir tarafı yoktur. Nitekim müellif, serdar-ı ekremler maiyetine İstanbul’dan tayin edilecek müsteşarlardan başka, savaş zamanında cephede istişare edebileceği riyaset ve başmuhasebe rütbelerini haiz dört kişi ve kifayet miktarı kâtibin ordu idaresi için yeterli olduğunu düşünmektedir. Yeniçeri ağası, cebecibaşı, topçu ve arabacıbaşılar, sipah, silahdar ve bölükât-ı erba‘a[113] ağaları ise ordunun cephede bulunduğu sırada serdar-ı ekremin maiyetine tayin edilecekti. Cepheye giden yeniçeri ağasının yerine İstanbul’da sekbanbaşı ve diğer ocaklara da ocak başkethüdaları vekâlet etmeliydi[114].
Serdar-ı ekremlerin karargahlarından, kışlamak üzere bir başka şehire hareketleri sırasında gereken nefer tayinatlarının devlet tarafından kaza ayanları marifetiyle, tıpkı nüzûl emini ve kasabbaşıların yaptıkları gibi dağıtılmasını öneren müellifimiz, bu şekilde neferâtın, yol üzerinde reayadan “bir yumurta ve bir dane arpa” almayacağını belirtmektedir. Ancak neferlerin tayinatları sadece ordunun bir şehirden bir başka şehire hareketi esnasında mîrî hazine tarafından karşılanmalı, diğer zamanlarda neferâtın tüm giderleri serdâr-ı ekremler tarafından finanse edilmeliydi. Reayaya zulm etmemesi için de serdar-ı ekremlere ahaliden topladığı seferiyye akçesinin üçte birini, gerektiğinde harcama olanağı verilmeliydi[115].
İstanbul’daki mevcut ocakların dışında ve modern teşkilat yapısı zemininde örgütlenecek daimi bir ordunun ahali üzerindeki malî yükü artırması ve barış zamanı seferber hâlde tutulacak söz konusu iki ordunun taşrada karışıklık çıkartması olağan bir durum olarak göze çarpmaktadır. Bu türden bir muhalefete karşı lâyiha müellifi, serdar-ı ekremlerin, başkentten denetlenmesini ve sık sık uyarılmasını önerir. Belki neferler, disipline edilene kadar (“tabi’at-ı sânî idinceye dek”) ahaliye zulm edebilirler, ancak verecekleri zarar bir süredir dağlıların[116] verdikleri kadar olmayacaktır. Bu bağlamda müellifimizin Anadolu ve Rumeli’de kurulmasını önerdiği iki ordu sadece dışgüvenlik için değil, fakat aynı zamanda iç güvenlik sorunlarının çözülmesine yönelik bir teklifdir. Nitekim lâyiha yazarının da belirttiği üzere “işte böyle ayakda serdâr-ı ekremimiz olsa idi dağlı nâmıyla haşarât yollarda değil dağlarda bile” hüküm süremez, Mahmud Paşa isyanı [117] hiç çıkmazdı [118].
Taşrada daimi olarak seferî hâlde tutulacak iki ordunun denetlenmesi konusunda yazar sadece İstanbul’dan yapılacak uyarıların yeterli olacağını düşünmüyordu. Ancak bu konuda yapacağı ikinci öneri, Osmanlı saray geleneğinin tamamen dışında yeni bir uygulamayı gündeme getirmekteydi. Bu bağlamda müellifimiz, padişahın her sene sırayla Edirne ve Kütahya’da bulunan karargahları denetlemeye gitmesini tavsiye etmekteydi[119]. Osmanlı padişahının, geleneklere aykırı bir şekilde İstanbul’u terk etmesi anlamına gelen bu uygulamayla bir taraftan taşradaki ordular denetlenerek, başarılı nefer ve subaylar bizzat padişah tarafından ödüllendirilecek, diğer taraftan da yol üzerindeki “kazâların â’yânları ve sekene-i fukaranın ne hâlde oldukları” sultan tarafından gözlemlenebilecekti. Sultan senede bir defa denetleme gezisine çıkacağından, padişah tarafından ziyaret edilmeyen diğer ordu sadrıazam tarafından denetlenmeliydi. Padişahın, başkent dışına çıkışı iktidarın hassas dengeler zemininde şekillendiği III. Selim devrinde bazı önemli sorunları da beraberinde getirecekti. Bunların çözüm yolu ise sultanın İstanbul dışına çıkışının ahaliye duyurulmamasından geçmekteydi. Nitekim padişah cuma selamlığından hemen sonra tebdil-i kıyafet yola çıkabilir ve İstanbul dışına yapacağı gezinin ardından iki hafta sonra yeniden bir cuma günü, selamlıktan dönüyormuş gibi Topkapı Sarayı’na girebilirdi[120].
VIII. Kadim Ocakların Nizâmı
Barış döneminde taşrada iç güvenliği ve savaş zamanı düşmanla ilk teması sağlayacak, İstanbul dışında kurulmasını teklif ettiği seferî ordudan hemen sonra lâyiha müellifi, kadim ocakların yeniden yapılandırılmasıyla ilgili önerilerine geçer. Yeniçeriler bu bölümün ilk bahsidir. Müellif, Osmanlı Devleti’nin genişlemesinde yeniçerilerin en önemli rollerden birisini oynadığını belirterek söze başlar. Ancak zaman içerisinde “neferât-ı cedide[121]” yazılmasının ocağın bozulmasına ve kurumsal olarak ocağın itibarının azalmasına yol açtığını belirten yazarımız, “şöhret-i sâbıkaları” sebebiyle “yeniçeriye hiç dokunulmayub” itibarlarının artırılmasını önerir. Ocağın itibarı ise savaşlarda etkili olarak kullanılmasına bağlıdır. Ancak öncelikle eldeki yeniçeri miktarı ve dolayısıyla orduya yapacakları katkı ortaya konmalı, bunun için de yeniçeriler yeniden tahrîr edilmelidir. Lâyiha müellifinin sözleriyle, “dahil-i Memâlik-i Mahrûse’de vâk‘î kazâ ve kasabât ve kurâda yeniçerilik iddi‘âsı iden kul oğlu kul her ne mikdâr ise ocakdan yazıcılar ta‘yîn olunub peder ve kendü ismini ve mahalli ve eşkâli ile defter itdirilüb defterin bir sûreti neferât-ı merkûmenin bulunduğu mahallin yeniçeri zâbiti veyâhûd serdârına virile ve bir sûreti dahî Ocağ-ı ‘Âmire’ye celb ile kayd ve asl defteri Hazine-i ‘Âmire’de hıfz ve hîn-i hâcetde defter mûcebince cenk mahalline yeniçeri taleb itdirile”. Yine geleneksel uygulamaların dışına çıkan lâyiha müellifi, bu sayımların her on beş senede bir kez tekrarlanmasını teklif etmektedir. Böylece bu süre zarfında ölenler, bilinecek ve müteveffaların yerine oğulları deftere kaydedilebilecekti[122]. Yeniçerileri takiben müellifimiz, kadim askerî yapının bir diğer önemli unsuru olan cebeciler konusundaki görüşlerini lâyihasına derceder. Cebeciler muharebe sırasında metrise girerek düşmana mukabelede bulunmak gibi aslında görev alanları dahilinde olmayan emirler almaları sebebiyle asıl işleri olan cebehâneyi muhafaza edememektedir. Bu bakımdan lâyiha müellifine göre, cebeciler sadece aslî işleri olan cebehaneyi korumakla görevlendirilmelidir[123].
Topçular ve arabacılar da yine yeniçeri ve cebeciler gibi mevcut Osmanlı askerî yapısı içerisinde bulunmakla birlikte, Avrupa’da zamanla değişen taktik organizasyon dahilinde önemleri artan sınıflardır. Ancak lâyiha müellifinin 1788-1792 Osmanlı-Rusya, Avusturya Harbi sırasında yaptığı gözlemlere nazaran Osmanlı ordusu, neredeyse topçu ve arabacı neferâtı olmadan savaşmak zorunda kalmıştır. Öyle ki, müellifimiz neferâtın “cenk mahallinde derme çatma bulundukları hemân tob bârgirlerinin koşûm kayışlarını kesüb tobu bırağub bârgirlere süvâren firâr itdikleri”ne şahit olmuştur. Mevcut durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışan lâyiha yazarı Arabacı ve Topçu ocaklarının birbirlerini tamamlayan iki sınıf olması sebebiyle birleştirilmeleri gerektiğinin altını çizer[124]. Bu sırada yayımlanan nizâmnâmelerde de görüldüğü üzere neferlerin toplara rapt edilmesini ve her bir topa yeterli miktardan daha fazla asker tahsis edilmesini öneren lâyiha müellifi, söz konusu neferlerin gece gündüz toplarının başından ayrılmamaları gerektiğini savunur. Tıpkı neferler gibi topun ihtiyaç duyduğu araba ve cebehane de daima topun yanında tutularak top, sürekli atışa hazır halde bekletilmeliydi[125]. Bir topun düşman eline geçmesi durumunda ise o topa rabtolunmuş topçulardan hayatta kalanların derhal burun ve kulakları kesilerek, ocakdan tardedilmeli ve daha sonra hiçbir ocağa kabul edilmemeliydi[126]. Taşrada pek çok kişinin topçuluk iddiasında bulunması sebebiyle, söz konusu ocağın tüm taşra neferâtının, yeniçeriler gibi on beş senede bir kere tahrir edilmesi, lâyihadaki tekliflerden bir başkasıdır. Ocağın üç sınıfa bölünerek bunlardan birinin Anadolu, diğerinin Rumeli serdar-ı ekremleri maiyyetlerine verilmesini öneren müellif, üçüncü sınıfın da İstanbul’da tâlim ettirilmesini önermektedir[127].
Osmanlı ordusunun teknik sınıfları olarak da tavsif edilebilecek Humabaracı ve Lağımcı ocaklarının durumu da yazarımıza göre diğer ocaklardan farklı değildir. Nitekim ocak “ağaları nâmına olan müfsidler cenk mahallinde bile tımâr ref’ ve tevcîh dâ’iyesinde ve neferât didikleri eşhâs dahî fenlerinde bî-behre”dir. Bu bağlamda derhal mevcut neferâtın himaye edilmeden İstanbul’da sınava tâbî tutulmasını teklif eden müellif, başarısız neferâtın tenzîl-i rütbe ettirilerek, fenlerinde maharet kazanıncaya kadar mülazım olarak hizmet etmelerini önermektedir[128]. Ocakların kurumsal yapısında da, tıpkı topçu ve arabacılar gibi değişiklik yapılmalı ve humbaracı ve lağımcılar da üç sınıfa ayrılarak iki sınıfı Anadolu ve Rumeli serdar-ı ekremleri maiyyetine tayin olunmalı, üçüncü sınıf da başkentte tâlim ettirilmeliydi. Humbaracı ve lağımcı ocaklarındaki kadroların erbâb-ı fenne münhasır olduğunu belirten yazar, söz konusu ocaklar neferâtından herhangi birinin ölümü durumunda tımar ya da yevmiyeleri, doğrudan çocuklarına verilmemeliydi. Zira müteveffa neferâtın çocuklarının gerekli bilgiye sahip olup olmadıkları denetlenmeli, mahlûl tımar ve yevmiyyeler bilgisi yeterli olmayanlar yerine tahsil-i fen eden mülazımlara tevcih edilmeliydi[129]. Ancak müellife göre tevcihatlarda “yalnız ağalarının ’arzlarına i’timâd ile olmayub rütbelü ricâl-i Devlet-i ’Aliyye’den nâzır t’ayini ile râbıtaya bend olun”malıydı [130].
Merkez ordusu olarak da isimlendirilebilecek ocakların yeniden yapılandırılması konusundaki tekliflerinden hemen sonra yazarımız, eyalet askeri olarak tavsif ettiği tımar ve zeamet tasarruf eden neferâtla ilgili görüşlerini sıralamaya başlar. Tıpkı yeniçeriler gibi tımarlıların da Osmanlı Devleti’nin, imparatorluğa dönüşümünde başrollerden birisini oynadığını belirten lâyiha müellifi, tımar ve zeamet tevcihatlarına dikkat edilmesi ve ordu beylerinin tevcihatla ilgili arzlarını denetlemek üzere nâzır tayin edilmesi hâlinde eyalet askerinin kısa sürede eski gücünü yeniden kazanacağından emindir. Tevcihatlarda yapılan usulsüzlüklerin yanı sıra Cebeci ocağındakine benzer bir sorun, eyalet askerlerinin savaş performansını olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim tımar ve zeamet tasarruf eden taşra neferâtı, düşmana mukabelede bulunmak yerine kalelerin tahkiminde çalıştırılmaktadır. Kale inşasında ve tamirinde “yerlü re‘âyası ve rencber makûlesi”nin kullanılması, eyalet askerinin sadece düşmana mukabelede bulunması, lâyiha müellifine göre ordunun genel performansını olumlu yönde etkileyecektir[131]. Tıpkı yeniçeri ve cebeciler dışındaki ocaklar gibi eyalet askerlerinin kurumsal yapısında da köklü bir değişiklik yapılmasını teklif eden lâyiha müellifi, örneğin Anadolu eyaletindeki on dört sancakta bulunan neferâtın, üçe bölünerek her yıl bir bölüğünün serdâr-ı ekrem ve seraskerler maiyetinde tâlim etmesini önermektedir. Eyalet askerinin düzenli tâlim yapmasını öngören bu teklif, aynı zamanda üç senede bir kez karargaha gidecek neferâtın yoklanmasına[132] da olanak sağlayacaktı [133].
Lâyiha müellifinin yeniden yapılandırılması en zor ordu sınıfı olarak gördüğü ve bu sebeple en sona bıraktığı kurumlar sipâh, silahdâr ve bölükât-ı erba‘a ocaklarıydı. Bu bölüme de adı geçen ocakların kadim ordu yapısının bir parçası olduklarının ve Osmanlı Devleti’nin genişlemesinde büyük bir rol oynadıklarının altını çizerek başlayan müellif, zamanla nizâmlarının bozulmasından ve yevmiyyelerinin “çavuş nâmına kalem ketebesi ve bozmacı ta‘bîr etdikleri bir alây insafsız adamların ellerine geçm[esinden] ekser ağır yevmiyye dahî etbâ‘ üzerinde terk” olunmasından yakınmaktadır[134]. Üstelik savaş zamanında tek görevi, sancağı korumak olan bir sınıf askere maaş ödenmesi müellifimize göre gereksizdir. Zira “livâ-i sa‘adet cümle ordu ahâlisinin ruhudur”[135]. Dolayısıyla züemadan seçilecek on, on beş nefer bile söz konusu ocağın işini yapabilirdi. Bu bağlamda lâyiha müellifinin ifadesiyle söz konusu ocakların kaldırılması “ecdâdlarının bu kadar hizmetleri sebkât eylediğine hürmeten gayrı câ'iz ve bu hâletle terki dahî beyt’ül-mâl-ı müslimîne hıyânet derecesinde”dir. Yazarımızın önerisi ise ocaklıya sancak nöbeti tutturmak yerine, neferâtı ellişerli gruplara ayırarak, sayılarını yedi bin neferde sabitlemek ve sayım yapılarak esameleri “isimlere tashîh” etmekti. Fazla yevmiyelerin hazineye aktarılmasını teklif eden müellifimiz, mahlûllerin, evladlara geçmesine izin verilmesini ve evlad ve akrabası bulunmayan müteveffaların yevmiyyelerinin de hizmetinde isbât-ı vücûd edecek yeni neferâta tevcih edilmesini önermektedir. Lâyiha yazarı, diğer kadim ocaklarda olduğu gibi kurumsal açıdan bölükât-ı erba‘a halkının da yeniden örgütlenmesinin önemine işaret etmektedir. Nitekim taşrada kurulmasını önerdiği iki serdar-ı ekremliğin temel teşkil edeceği yeni askerî yapıda bölükât-ı erba‘a halkı da üç sınıfa ayrılarak barış dönemlerinde, her sene bir sınıfı serdar-ı ekremler maiyyetinde tâlim edecek, savaş zamanında ise ordunun diğer bütün sınıflarında olduğu gibi ocağın tamamı cepheye gidecekti[136].
IX. Neferin Yevmiyesi
Mevcut askerî yapıyla örtüşen bir tarafı bulunmayan, Anadolu ve Rumeli’de kurulacak iki ordunun temel teşkil edeceği yeni kurumsal yapı, kaçınılmaz olarak imparatorluk genelinde büyük bir dönüşüme yol açacaktı. Bu şekilde müellifin de belirttiği üzere, asker ve gayrı asker birbirinden tamamen ayrılarak harb erbabının sayısı net bir şekilde bilinecekti[137]. Kaldı ki, asker olanlar dahi, Avrupa’da örneklerine rastlandığı şekilde sadece üç senede bir defa serdâr-ı ekremler maiyyetinde tâlim yapacak, geri kalan vakitlerde ise memleketlerinde mesleklerini icraya devam edebilecekti138. Ancak kadim ocaklara mensup neferât, eyalet askerinden ve bölükât-ı erba‘a halkından farklı bir uygulamaya tâbii tutulmalıydı. Zira yeniçeri, cebeci, topçu ve arabacılar gibi meslekten asker olmaları beklenen ve bu sebeple isimleri defterlere kaydedilen neferâta, serdâr-ı ekremler on yedişer akçe ödemeliydi. Tüm neferâtın isbat-ı vücud etmesi beklenen savaş durumunda ise neferlere yine onyedişer akçe, onbaşılara yirmibeşer, aşcı ve vekilharc ve odabaşılara kırkar, çorbacılara yüz yirmişer akçe yevmiyye verilmeliydi. Yine savaşta yararlılık gösteren neferât, rütbelerine nazaran terakki almalıydı. Ocak ağaları marifetiyle ödenecek maaşlar, kıta görevindekilere dağıtılmak üzere serdâr-ı ekremlere, vilayetlerinde bulunanlarınkiler ise vilayetlerine gönderilmeli, ancak makbûz senedleri karşılığında dağıtılmalıydı. Makbûz senedi gelmeyen mahallere mevâcib gönderilmemeliydi. Esame yolsuzluklarına karşı müellifin bir başka önerisi de mürtekib ocak neferâtının rütbesinin düşürülerek, irtikab ettiği meblağın kendisinden tahsil edilmesidir. Mahlûl mevacibler ise on beş senede bir kez yapılacak olan tahrirlere kadar, müteveffanın evlad ve akrabasına verilmeye devam edilmeliydi. Maaşlar konusunda serhatları bekleyen kapıkullarına özel bir yer ayıran lâyiha müellifi bunların “dâ'ima seferber hükmünde” olması sebebiyle mevacib ödemelerinde aksama olmaması gerektiğine işaret eder. Yazarımızın neferât için uygun bulduğu mevâcib miktarının azlığı, günlük on yedi akçe, gerçekten de dikkate değerdir. Nitekim bir neferin bu maaşla hayatını idame ettirebilmesi pek de mümkün gözükmemektedir[139]. Lâyiha müellifi, bu zeminde oluşacak muhalefete neferâtın kayıt altına alınarak artık esamelerin elden ele dolaşmayacağına dair iyimser bir tahminle cevap verir. Zira “vuk‘u bulan seferlerde bu kadar ihrâc olunan mevâciblerin ‘askerin ekserine bir âkçe isâbet itmeyüb yevmiyye mutasarrıflarından seferde bulunanları dahî akalü kalîl olmağla hâsılı mevâcib padişâh uğruna can virenlerin ellerine girmeyüb böyle tertîb olunduğu [asker kayıt altına alındığı] sûretde ‘askerimiz muvâzzaf ve müretteb olmuş olarak ihsân-ı padişâhiden hissemend olûb vaktiyle ta‘limine ve cümlesi sefer-i hümâyûna gelüb cânlarını fedâ” edeceklerdi[140].
Ancak az sonra müellif tarafından ortaya konulacak görüşler, maaşların azlığından çok daha büyük bir infialin ortaya çıkmasına sebep olacak cinsdendi. Zira ulufelerin tevcihinde, III. Selim’e sunulan lâyihaların hiç birinde rastlanmayan ölçüde büyük bir değişimi gündeme getiren müellifimize göre “ibtidâ-yı emrde yeniçeri esâmesinin tevcihleri ocâkdan kaldırılub bu kadar yevmiyyeye tekâ‘üd i‘tibârı ref‘ olunub gerek yeniçeri ve cebeci ve tobcu ve ‘arabacı hâsılı ‘askerî i‘dâdından padişâh esâmesine mutasarrıf olanlar bi’lcümle eşkinci i‘tibâr olun”malıydı. Ocakların, kâtiplerin ya da Nizâm-ı Cedîd ekibinin kontrolüne girmesi anlamına gelen esame tevcihlerinin bir anda Ocak’dan alınarak Bâb-ı Âli’ye verilmesinin büyük bir muhalefetle, belki de bir isyanla sonuçlanabileceğinin farkında olan müellifimiz, öncelikle İstanbul dışındaki mütekaid yeniçerilerin esame defterlerinin Bâb-ı Âsafi’ye alınmasını önerir[141]. İstanbul’daki yeniçerilerin isimlerinin defterlerle karşılaştırılması bu konuda atılacak ikinci adımdır. Ulaşılmak istenen sonuç ise tüm yeniçerilerin ve ocaklının “eşkinci”/seferî itibar olunmasıdır. Serhat kalelerinde görev yapan yerli ve ocaklı neferâtın esamelerinin kontrol edilmesi de yazarımızın önem atfettiği bir başka problemdir. Sorunun çözümü ise tıpkı taşradaki diğer kapıkullarına yapılacak ödemeler konusundaki önerisi gibi, kale neferâtına mevaciblerin tevzînde makbuz senedlerinin İstanbul’a gönderilmesi, makbuz senedi gelmeyen kalelere, bir sonraki ulufenin gönderilmemesi ve nihayet neferâtın, başkentten gönderilecek yoklamacılar eliyle yoklanmasıdır[142]. Lâyiha müellifinin geleneksel yapıyı kökünden değiştirecek ve muhalifleri harekete geçirecek tek görüşü esame tevcihinin ocakların yetki alanından çıkartılması değildir. Nitekim lâyihada, daimi olarak orduda bulunmayan, bir başka ifadeyle ocaklar dışında kalan eyaletli neferâttan, savaş zamanında olmasa da, barış dönemlerinde sair reayanın ödediğinin yarısı kadar vergi alınması önerilmektedir. Bu bağlamda belki de ilk defa kadim Osmanlı idarî pratiklerinin tamamen dışında olmak üzere askerlerin de vergi vermesi gerektiği fikri, Osmanlı yönetici eliti tarafından dile getirilmektedir[143].
X. Orduda Mühendis İstihdamı
Ordunun yeniden yapılandırılması hususunda lâyiha müellifinin bir diğer önerisi de ilm-i hendeseye aşina mühendislerin istihdamıydı. Bilimsel metodlarla cephede metris ve tabya inşası, topların cephe hattına yerleştirilmesi, taktik formasyon çerçevesinde askerî sınıfların gereği gibi kullanılması ve nihayet piyadelerin modern taktik anlayışa uygun olarak muharebe meydanında saf bağlaması müellifin mühendislere yüklediği sorumluluklar arasındadır[144]. Dost devletlerden celb edilecek yabancı mühendisler eliyle bunların yapılması ise bazı problemlere yol açacağından serdâr-ı ekremler komutasında kurulması planlanan iki orduda da gereği kadar mühendis istihdam edilmeliydi. Metris inşasının ortaya çıkardığı bir diğer sorunsa Osmanlı askerlerinin savaş performansını etkileyecek niteliktedir. Zira muharib neferâtın, bilhassa yeniçerilerin metris inşasında kullanılması, askerleri yorgun düşürmekte ve ellerinin yaralanmasına yol açarak çatışma sırasında ateş etmelerine manî olmaktaydı. Dolayısıyla lâyiha müellifine göre metrisler, muharip askerler yerine, yevmiyye ile tutulan reaya ve “Türk uşağı”na kazdırılmalıydı [145].
XI. Mütefennin Zâbit
Lâyiha yazarı Osmanlı ordusunun cephedeki başarısızlığını askerlerin korkaklığından neşet ettiğini düşünmemektedir. Müellifimize göre askerler, tıpkı “çobanların güttüğü koyunlar gibi”, zabitan neye meylederse o tarafa teveccüh göstermektedir. Bu bağlamda zabitlerin mu‘allem ve çok sayıda olması ile ordunun savaş performansı arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Osmanlı ordusu gibi büyük bir yapı ancak çok sayıda mu‘allem/mütefennin zâbit aracılığıyla kontrol edilebilir ve neferât arasındaki içdisiplin sağlanabilirdi. Bu düşünceden hareket eden müellifimiz Osmanlı ordusu için, Avrupa ordularında uzun süredir uygulanmakta olan yeni bir organizasyon yapısı önermektedir. Buna göre her on nefere bir baş tayin olunması, bir başka ifadeyle modern bir emirkomuta zinciri oluşturulması, ordunun küçük dişlilerine kadar emirlerin kolayca iletilmesini ve neferâtın çok daha rahat kontrol edilmesini sağlayacaktır[146].
XII. Ordugâhların Nizâmı
Askerî mühendislerin istihdamı ve Osmanlı ordusunda uygulanmasını önerdiği yeni örgütsel yapıyı takiben müellif, bu iki önerisine istinâden Osmanlı ordugâhlarında yapılması gereken değişiklikleri sıralamaya başlar. Zira ordugâhlarda çadırların, hiçbir kurala uyulmadan, nizâmsız bir şekilde kurulması casus ve hırsızların ordugâhlara girişini ve hatta firarları kolaylaştırmaktadır. Oysa ki, geometri kuralları gözönüne alınarak mühendislerin hazırlayacağı planlara istinaden, çadırların belirli bir nizâm çerçevesinde kurulması ordugâhları çok daha güvenli bir hâle getirecekti[147]. Osmanlı ordusunda kullanılan asker çadırlarının yirmişer kişilik olduğunun altını çizen müellif, yeni organizasyon çerçevesinde her bir çadırda iki onbaşı ve neferâtının yerleştirilmesini önermektedir. İki askerin gece ve gündüz nöbetçi tayin edilmesiyle, her bir çadırdaki asker sayısı yirmi olarak sabitlenecek ve herkes kendi mangasında bulunan ve çadırında kalan neferi tanıyacaktı. Nitekim rasyonel örgütsel yapı zemininde şekillenen orduların, nizâmî planlara uygun bir şekilde kurulan ordugâhlarına giren casus ve hırsızların tespit edilmesi çok daha kolaydı [148]. Osmanlı ordugâhlarındaki nizâmı bozan bir diğer unsur da orducu esnafıydı. Zira esnaf olarak orduda bulunan Yahudi, Rum ve Ermenilerin, neferâtın tabiatlerine uygun olmayan, altın silah takımı, kehribar imâme, şal ve benzeri eşyaları ordu pazarında satmaları pek çok problemin çıkmasına sebep olmaktaydı. Dolayısıyla ordu pazarında sadece neferât için elzem olan sarraç, kundakçı, kılıççı, çadırcılar bulunmalı, ekmek, meyve, yağ, sabun, mum gibi temel tüketim maddelerinin satışına izin verilmeliydi. Öyle ki, ordu pazarında terzilerin bulunmasına dahi gerek yoktu. İhtiyaç hâlinde zanaatkârlar çevre şehir ve kasabalardan temin edilebilirdi[149]. Bunların yanı sıra sadece müslümanların orducu esnafı olarak istihdam edilmesini isteyen müellif, tüccarların askerlerden ayıtedilebilmesi için başlarına siyah poşu sarmalarını önermekteydi. Bu bağlamda orducu esnafının kâr amacıyla satış yapması kesinlikle yasaklanmalı ve ticaretle uğraşan neferât yetmiş değnek darb olunarak cezalandırılmalıydı [150].
XIII. Cedîd Organizasyon, Cedîd Üniforma
Osmanlı neferlerinin giydiği üniformalar müellifin lâyihasında yer verdiği bir diğer konu başlığıdır. Nitekim ocaklardaki üstdüzey ağaların taktıkları başlıkların kullanışsızlığından, ağırlığından, çirkinliğinden ve farklı sınıflarda yeralan neferâtın kıyafetlerinin birbirinden ayırt edilememesinden şikayetçi olan yazarımız, muharebe esnasında çeşitli sınıfların, komuta heyeti tarafından birbirine karıştırıldığının ve firarîlerin hangi sınıflardan olduğunun tespit edilemediğinin altını çizmektedir. Her bir ocağın farklı renk üniforma giymesini ve dayanıklı başlıklar takmasını öneren lâyiha müellifi, böylece askerlerin uzaktan hangi sınıfa mensup olduklarının belirlenebileceğini ve bu şekilde ordunun “esnâ-yı cenkde suhûletle idâre” edileceğini belirtmektedir. Neferlerin başlarına bakır tas (miğfer) giymesi ise emniyet hissini ve dolayısıyla neferâtın cesaretini artıracaktı. Yeni üniforma ve başlıkların hızla üretilerek serdâr-ı ekremler maiyetinde kurulacak ordulara gönderilmesini öneren lâyiha müellifine göre neferler, alışma sürecini kısaltmak için yeni kıyafetleriyle “çetin ta‘lime” tâbî tutulmalıydı [151].
XIV. Cedîd Neferlerin Üretimi ve Kışlalar
Her ne kadar devrin siyasî mahfillerinde Osmanlı ordusunun yenilgi sebebi olarak “‘askerin cebânet ve ‘adem-i sebâtı ve rü’esânın hamâkatı derpiş” olunuyorsa da, daha önce de belirtildiği üzere lâyiha müellifi konuya kişiler bağlamında değil, kurumsal perspektiften bakmaktadır[152]. Yenigileri birbiriyle bağlantılı pek çok faktörün sonuçları olarak ele alan ve orduyu çokunsurlu karmaşık bir sistem olarak düşünen lâyiha müellifine göre Osmanlı Devleti’nin düşmanları “eski işitdiğimiz düşman değil şimdi kuvvetleri kemâlde tob ve mühimmâtları ihtimâmlu ‘askerleri mu‘allem olmağla mukâbeleleri lâ-muhâle toblarına tob ve tobcularına tobcu ve ‘askerlerine uydurmağa tevakkuf” etmekteydi. Ordunun iki temel sınıfından birisi olan topçu neferlerinin kısa sürede Avrupa standardına çıkartılacağından emin olan lâyiha müellifi, mu‘allem asker olarak tavsif ettiği sınıfın tâlimlerine büyük bir önem atfetmektedir. Mu‘allem askerden kasdının hâlihazırda Levend Çiftliğinde tâlim ettirilen askerler olduğunu okurlarıyla paylaşan müellif, tâlimli nefer sayısının en kısa sürede on, on iki bine çıkartılmasını ve uygulamanın İmparatorluğun önemli kentlerine yaygınlaştırılmasını önermekteydi[153]. Nitekim Edirne, Kütahya, Bosna, Erzurum, Ahıska ve İstanbul’da bulunacak mu‘allem neferâtın savaş zamanı eksiksiz cepheye gelmesi ve daimi olarak tâlim etmelerinin sağlanması gerekiyordu. Müellifin bu konudaki önerisi ise gerçekten de dikkate değerdir. Bir kısmı Levend Çiftliğinde istihdam olunacak tâlimli askerlerin sayısı arttıkça İstanbul kıyılarına yakın ıssız adalara kârgir Kaserneler/kışlalar inşa edilmeliydi. Mevcut kışlalardan farkını vurgulamak üzere bilinçli olarak kavramın Almanca karşılığını kullanmış gibi görünen müellife göre, söz konusu kışlalar herkes ve herşeyden uzakta olmalıydı. Çağdaş Avrupa ordularında gözlemlendiği üzere neferler, varolan gerçekliğin dışında, nizâmnâmelerde tasvir edilen tarz-ı hayatın dayatıldığı modern kışlalarda ıslâh-ı nefs edebiliyor ve yeni bir tabiata (tabi‘at-ı sânî) [154] kavuşturulabiliyordu. Tıpkı manastırlar gibi şehre uzak mekanlarda inşa edilecek kışlalardaki askerlerin “yiyecekleri on, on beş günde bir kayıklar ile gönderilüb bulundukları adadan hârice gidemeyecek vech ile her gün ta’limlerine ihtimâm” olunabilirdi. Kış aylarında havalar müsait olduğunda, yazın ise haftada bir kez kayıklarla Fenerbahçe sahiline veya kışlalara yakın mahallere taşınacak neferlerin yapacağı tâlimin bizzat padişah ve üstdüzey devlet ricâli tarafından izlenmesi ve bahşiş dağıtılması, askerin şevkini artırarak tâlimin devamlılığının sağlayacaktı [155]. Tıpkı başkentte olduğu gibi serdâr-ı ekrem ordularının karargahlarının bulunacağı Edirne ve Kütahya’daki kasernelerde ikâmet eden askerlerin tâlimleri de haftada bir kez serdâr-ı ekrem tarafından, eğer serdâr-ı ekrem karargah dışındaysa bölge ayanı tarafından izlenerek, neferâta bahşiş dağıtılmalıydı. Bosna, Erzurum ve Ahıska’da istihdam edilecek mu‘allem askerler ise bölge valilerinin kontrolünde[156] bulunmalıydı [157].
Askerlerin tâlimi kadar önemli olan bir diğer konu da neferâtın, yaz ve kış, daimi olarak istihdamıydı [158]. Müellifin bizzat şahit olduğu savaşlarda askerler “kış geldi me'mûriyyetimiz temam oldu bundan sonra meştâ ‘askeri diyü fikr û niyeti ‘avdete hasr” etmişti. Hatta son savaşta, Avusturya cephesinde yaz aylarında büyük ilerleme sağlanmışsa da kışın bu bölgeler düşman kuvvetleri tarafından geri alınmıştı [159]. Lâyiha müellifine göre Osmanlı neferlerinin ideolojik açıdan seferber hâle getirilmeden muharebe alanına sürülmesi bu problemin başlangıç noktasını oluşturuyordu. Zira “‘askerî ve gayrı ‘askerî sefere ‘azimetde fezâ'il-i cihâdı bir hoşca bilüb ben ölmeğe gideyorum dönmek yokdur diyü vilâyetinden” çıkmalıydı. Ancak cihadın faziletini bilen neferler, düşman karşısında yaz ve kış kesintisiz olarak savaşabilir[160] ve barış antlaşması imzalanmadan geri çekilmezdi. Müellifimiz, kış aylarında cephede ordu tutmanın yaratacağı sorunlar üzerinde de durmaktadır. Ordu için gerekli zahirenin kışın bulunamayacağını veya kışa tahammül olunamayacağını öne sürenlere lâyihada gösterilen örnek Rusya’dır. Bu bağlamda 1788’de başlayan savaşta Rus birlikleri Eflak ve Boğdan’a girmiş ve şiddetli kışa rağmen Özi kalesini kuşatmaktan vazgeçmemişti. Özi kalesini işgal eden Rus birlikleriyse kışın bile geri çekilmemişti. Dolayısıyla askerin aklından “‘avdet fikrini silûb atdığımızda”, bir taraftan toprak kayıplarının önüne geçmek, hatta fetih yapmak diğer taraftan da daha iyi şartlarda mütareke imzalamak mümkün olacaktı [161].
Askerleri seferber hâle getirmenin, onların cesaretlerini artırmanın bir diğer yolu da hiç şüphesiz “yaralılarını evlâd” gibi tedavi etmekti. Oysa ki, son savaşta Osmanlı ordusunda yaralı askerleri tedavi edecek cerrah bulunmadığı, cerrahın bulunduğu durumlarda dahi yaralıların akrabaları ya da kaza voyvodaları tarafından tedavi edildiği görülmüştü. Buna rağmen mevcut durumda müellifin ifadeleriyle Osmanlı neferleri “çalı aralarında hendek köşelerinde su kenârında âh û zâr iderek helâk ol”maktaydı [162]. Avusturya ve Rusya ordularında durumun oldukça farklı olduğunu belirten müellif, söz konusu ordularda, gerekli tedavi araçları ve ilaçlarla birlikte cerrahlar istihdam edildiğinin altını çizmektedir. Bu bağlamda derhal “Âsitâne-i Sa‘adet’de sâhib-i dükkan ve ‘itibâr yevmiyyelü cerrâhlardan birkaç neferi [taşrada serdâr-ı ekremler maiyetinde] ta‘lim-i cenk” eden neferât için tayin edilmeli ve diğer cerrahlar üç sınıfa ayrılarak iki sınıfı “Devlet-i ‘Aliyye’nin her ne tarafa seferi olur ise tekmîl malzemesiyle cümlesi hamiyetgâh-ı ‘askere varub muhârebede yaralu olanlara mahsûs çadırlar kurulub ve muhâfaza olunacak mahaller bulunub tımârlarına dikkat” olunmalıydı [163]. Neferâtın daimi olarak seferber edildiği bir dönemde cerrahların, bu uygulamanın dışında kalması düşünülemezdi. Zira müellife göre sefere giden cerrahlar da tıpkı neferler gibi yaz ve kış, sefer bitene kadar cephede kalmalıydı [164].
Kışlanın steril ortamında geçirilen zaman ya da yaralıların tedavi edilmesi kadar askerlerin şevkini artıran bir diğer önemli faktör de ganimetti. Dolayısıyla sefer sırasında ele geçirilen, padişaha ait olan arazinin dışında, her ne var ise askere dağıtılmalı, neferlere sık sık bahşişler ve çelenkler verilmeli ve hatta savaş sırasında atı yaralanan veya ölen süvari neferâtına dağıtılmak üzere ordularda yedek at bulundurulmalıydı. Ganimet konusunda Avrupa’da yaşanan sınır değişiklikleri ve Rusya ve Avusturya’nın yeni fethettikleri arazileri imara ve nüfuslandırmaya dönük politikaları da Osmanlı ordusu için çeşitli imkanlar sağlamaktaydı [165]. Zira müellife göre XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın Turla nehri karşısına inşa ettiği şehirler ve buralarda iskan edilen tüccarlar Osmanlı neferleri açısından zengin birer hedef teşkil etmekteydi[166].
XV. Lojistik Sorunlar
Savaşın gidişatını etkileyen önemli saiklerden birisi olan lojistik konusunda Osmanlı ordusunun çektiği sıkıntılar, müellifin lâyihasında yer verdiği bir diğer önemli konu başlığıdır. Yazara göre Osmanlı Devleti barış dönemlerinde, en az iki sene süreyle yüz elli bin piyade ve elli bin süvari askerini besleyecek miktarda zahireyi depolamalıydı [167]. Zahirenin, askerî depolarda gerektiği şekilde saklanamayacağı yönündeki eleştirilere[168] müellif, yine oldukça iyimser bir perspektiften yaptığı değerlendirmeyle cevap vermektedir. Bu bağlamda orduda zahire arzının fazla olması malın değerini düşürecek, dolayısıyla neferât itibârî olarak değeri düşük zahireye zarar vermeyecekti. Zahirenin depolarda çürümesi ise her sene yenilenmesiyle önlenebilecek bir sorundu. Bunun yanı sıra lâyiha müellifi, devlet tarafından yapılacak böylesi büyük bir alımın başkentte ciddi bir zahire kıtlığına yolaçabileceğini, fakat seferde çekilecek sıkıntının buna tercih edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Yüklü miktarda zahirenin saklanması yeni anbarların inşa edilmesini gerektirdiğinden, müellifimiz İsakçı, Varna, Mora, Şumnu, Edirne, Silistre, İbrail, Vidin, Ruscuk, Sofya, Niş, Bosna ve Anadolu’da Sinob, Samsun, Erzurum, Ahıska, Aydın, İzmir ve Kütahya’da “gâyet metîn ve müstahkem su sızmaz anbarlar inşâ” olunmasını tavsiye etmekteydi. Saklanan zahirenin bozulma ihtimalinin az olduğu bölgelerde üç senede bir kez ve hava şartları sebebiyle daha çabuk bozulması muhtemel havalilerde daha kısa sürede yenilenmesini öneren müellife göre, değişim sırasında İstanbul’a uzak olan bölgelerdeki eski zahirenin bir kısmı saklandığı yerde, neferâta zahire-baha yerine dağıtılarak veya ahaliye tevzi edilerek tüketilmeli, kalanıysa İstanbul’a gönderilmeliydi[169].
Sefer esnasında orduya zahire gönderilmesi kadar, nakil imkanlarının kısıtlı olduğu bir çağda orduya para ihracı da büyük bir problem teşkil etmekteydi. Az miktarda para gönderilmesi, ordu hazinesinin çok kısa sürede boşalması anlamına gelmekte, gönderilen büyük meblağlar ise askerlerin “yağmaya meyl etmesine” sebep olmaktaydı. Savaş için gerekli mal ve hizmetlerin serbest pazar mekanizması dahilinde değil, daha çok vergi şeklinde aynî olarak tahsil edildiği [170] Osmanlı savaş organizasyonu çerçevesinde lâyiha müellifi ordunun günlük ihtiyaçlarının karşılanması için paraya ihtiyaç olmadığını öne sürmektedir. Bu bağlamda bahşişler için orduda az miktarda altın bulundurulması yeterliydi. Sadece serbest piyasadan nakdî olarak sağlanabilecek mal ve hizmetlerin alımı konusunda müellifin yaptığı öneri ise dikkate değerdir. Avrupa’da uygulanan iktisadî politikalar konusundaki bilgisini ortaya koyan satırlarda lâyiha yazarı ordunun ihtiyaçlarının, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi “mu‘teber kâğıd”/kağıt para ile karşılanmasını önermektedir[171].
Lâyiha müellifine göre, cepheye mühimmat sevki Osmanlı ordusunun sıkıntı çektiği bir diğer önemli alandı. Savaş başladıktan sonra sınırlara aceleyle mühimmat sevkedilmesi çeşitli sorunlara yol açmakta, özellikle serhadlerde bulundurulan mühimmat miktarının İstanbul’da bilinmemesi büyük problemlere sebep olmaktaydı. Nitekim 1792’de sonuçlanan savaşın hemen başında, “Nazâret muharebesi”nde[172] Adakale’de bulunan top ve yuvarlaklar kullanılmamış, bunun yerine İstanbul’dan cepheye mühimmat sevkedilmişti. Müellifin bu soruna ilişkin çözüm önerisi, lâyihanın genelinde gözlemlendiği üzere Avrupa devletlerindeki mevcut uygulamalara referans vermektedir. Zira serhat kalelerinde, barış zamanında gerektiği kadar mühimmat depolanmalı ve savaş başladığı anda ordunun ihtiyacı bu depolardan karşılanmalıydı. Böylece bir taraftan Bâb-ı Âli’nin savaşa refleksif tepkiler vermesi önlenirken, diğer taraftan da sevkiyat sırasında zaman kaybedilmeyecekti. Sınırlara yapılacak mühimmat yığınağının, düşmanın eline geçmesi ise müellifimize göre mümkün değildir. Zira önerileri kabul edildiği takdirde Osmanlı ordusu daimi olarak “ayakta” olacak ve düşman artık eskisi gibi Osmanlı sınırlarına tecavüz edemeyecekti[173].
Mühimmatın yanı sıra ordu için gerekli olan arabaların temininde de sıkıntılar yaşanmaktaydı. Zira mübaşir ve ayanlar/işerleri tarafından temin edilen araba ve öküzler bir işe yaramamanın ötesinde cepheye gelen arabacılar da fırsat buldukları zaman firar etmekteydi. Mühimmat ve sair eşyanın telef olmasına, ahalinin zarar görmesine sebep olan bu durum için müellif çözümü, yine barış zamanında, savaş için yapılacak hazırlıklarda aramaktadır. Bu bağlamda barış döneminde, savaşta lazım olacak on bin civarında arabanın temini için gereken para, kaza ayanlarına gönderilmeliydi. Bulundukları kaza ahalisini yakından tanıyan ayanların seferberlik hâlinde derhal cepheye gelmeyi taahhüt eden arabacıları bulması çok daha kolaydı. Arabacı olmaya talip olan kişilerden taahhüt senetleri alınarak, sicile kaydedilmeli ve bunların bir sureti de İstanbul’da Başmuhasebe Kalemi’nde saklanmalıydı. Ayanların dağıtacağı para ile satın alacakları araba ve öküzleri, barış zamanında kendi işlerinde serbestce kullanabilecek olan arabacılar, emanet edilen arabaları cepheye eksiksiz ve sağlam bir şekilde getirmekle yükümlüydü. Arabacılardan her hangi birinin ölmesi durumunda tasarrufundaki araba ve öküzler önce oğluna, eğer yoksa talip ve muktedir akrabasına, o da bulunamaz ise hemşerilerinden birisine verilmeliydi. Savaşa gelmeyen ya da firar eden arabacılar ise kaza ayanları tarafından takip edilerek, yeniden cepheye sevk edilmeliydi. Savaş esnasında mühimmat ve sair eşya naklinde kullanılacak araba ve sürücüler cepheye ulaşmalarını takiben, ihtiyaç duyan ocaklara tevzi edilecekti. Cephede, araba ve öküzlerin ocak ağaları tarafından gözetilmesini öngören lâyiha müellifine göre, bunlardan her hangi birinin telef olması durumunda, zararın yarısı sorumlu ocak ağası tarafından, diğer yarısı da hazineden tazmin edilmeliydi. Lâyiha müellifi, araba ve öküzlerde her hangi bir eksiklik olmaması için, savaşın bitiminden hemen sonra taşraya “mu‘temed mübâşirler” gönderilerek arabacı, araba ve öküzlerin tahrir edilmesini ve yeniden bir sonraki savaşa hazır duruma getirilmelerini önermektedir[174].
Cephede bulundurulması elzem olan yük beygirlerinin ve develerin de savaş başlamadan önce tedarik edilmesini öneren lâyiha müellifine göre bunlardan da telef olanların maliyetlerinin yarısı, tıpkı öküz ve arabalarda olduğu gibi, mutasarrıflarından tahsil edilmelidir. At ve develerin barış zamanında, yine tedarikçiler tarafından, bakım giderlerine karşılık olarak şahsî işlerinde kullanılmalarına izin verilmesini öneren müellif, bu şekilde devletin, hayvanların bakım masrafından kurtulacağının altını çizmektedir. Savaş başladığı zaman aceleyle toplanan topkeşân bargirlerin de cephede kullanımında büyük sorunlar yaşanmaktaydı. Nitekim 1788’de başlayan savaş esnasında toplara, “dağlarda başı boş gezen hergele”lerden yakalanan bargirler koşulmuş, fakat top sesine alışık olmayan, hatta hiç arabaya koşulmamış söz konusu bargirler topun ateşlenmesiyle birlikte ürkerek, koşum takımlarını kırıp dağlara kaçmıştı [175]. Dolayısıyla topkeşân bargirler de, tıpkı topçular gibi, kurulması önerilen serdâr-ı ekrem ordularında barış zamanı tâlim ettirilerek savaşa hazırlanmalıydı. Savaş sırasında kolayca tedarik edilebilen, buna mukabil muharebe meydanına top sevk etmekten başka bir işe yaramayan topkeşân öküzlerin, barış zamanında beslenmelerine gerek yoktu. Ordunun bir diğer önemli ihtiyacı olarak göze çarpan kılıç, tüfek, süngü/harbe, kazma ve kürek de yine barış zamanında İstanbul’dan tayin edilecek mühimmat nâzırları tarafından, piyasa fiyatına nazaran tedarik olunmalı ve üzerlerine mîrî damgası vurularak sınır bölgelerinde depolanmalıydı. Nitekim müellif damgalamanın, devlete ait silah ve aletlerin alım-satımını önleyeceğini ya da en azından kaçakçılığı azaltacağını düşünmektedir. Savaş bitiminde mevcut mühimmat ve edevatın sayılmasını öneren müellif, devlete ait silah ve edevatın kayıp ya da telef olması halinde değerlerinin yarısının yine kullananlardan alınmasını önermektedir[176].
XVI. Donanma ve Gemi İnşâsı
Kara ordusunun yeniden yapılandırılması ve lojistik desteğin iyileştirilmesi konularındaki görüşlerini sıraladıktan sonra müellif, her ne kadar Kapdan-ı Derya (Küçük) Hüseyin Paşa’nın Tersâne-i Âmire’de yaptığı düzenlemelerden övgüyle bahsetse de Osmanlı donanmasının yeniden yapılandırılması konusundaki önerilerini sıralamaktan geri durmaz. Muharebelerin yoğunlaştığı Tuna ve Turla nehirlerinde ve Karadeniz’de yüz civarında Osmanlı savaş gemisinin bulundurulmasını öneren müellif, bunların ihtiyaç duyulduğunda değil, barış zamanında inşâsının önemine işaret eder. Bu bağlamda derhal Tuna ve Akdeniz kıyılarında, kereste bulunan bölgelerde savaş gemilerinin inşasına başlanmalıydı [177]. Barış zamanında söz konusu gemiler çürümeye terk edilmemeli, buna mukabil İstanbul’a zahire ve sair gerekli eşyanın sevkinde kullanılmalıydı. Zira savaş başladıktan sonra inşasına girişilen gemiler, ahalinin üzerine bir anda ciddi bir malî yük binmesine sebep olmakta, bunun ötesinde iki üç senede inşâ edilen gemiler savaşta kullanılamamakta ve çürümeye terk edilmekteydi. Bu bağlamda gemi inşasında kullanılacak kereste, kendir, demir ve sair malzeme, tıpkı mühimmat temininde olduğu gibi, piyasa fiyatı üzerinden ve ücreti peşin verilerek satın alınmalıydı. Gemi inşasında kullanılacak işçiler de yevmiyye ile tutulmalı ve Tersâne-i Âmire’de yüz adet geminin inşası için gerekli malzeme her zaman hazır bulundurulmalıydı. Gemiyi inşa edecek mimarlarınsa derya ilmini, savaşta yaşananları bilmesi ve ilm-i hendeseyi tâlim etmeleri, Osmanlı donanmasının çağdaş standartlara çıkartılması için önem arzeden hususlardı [178].
XVII. Kaleler ve Serhatlerin Güvenliği
Lâyiha müellifine göre kalelerin tamiri ve içindeki neferâtın devamlılığı bir diğer önemli problemdi. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilindeki kale ve palankaların, sürekli savaşa hazır halde tutulması, bir taşı düşmüş olsa bile derhal tamir edilmesi, devlet iktidarının bir göstergesi olmakla kalmayıp aynı zamanda her an başlayabilecek savaş için alınması gereken ihtiyat tedbirlerindendir. Dolayısıyla kalelere gösterilen ihtimam, camilere, medreselere hatta “nefs-i hümâyûna mahsûs saray”lara gösterilenden daha az olmamalıdır. Fakat mevcut durumda, tamir gerektiren kalelere genellikle “ricâlden malı müsâdere kendü te'dîb” olunacak, serhatleri veya kaleyi ve çevresini hiç tanımayan bir kişi bina emini olarak atanmaktaydı. Hazineden verilen “bir mikdar” parayla İstanbul’dan yola çıkan bina eminine gereken malzemeler ve işçiler ise kaleye uzak bölgelerden tertib olunmaktadır. Bütün bunlara bir de kale neferâtının bina eminine yardım etmemesi eklendiğinde, her hangi bir kalenin tamiri sadece göze görünen yerlerinin sıvanarak kapatılmasıyla son bulmaktaydı. Bu bağlamda bina eminleri, en çok tamir için gereken paranın temininde, işçi ve malzemenin tedariki sırasında sıkıntı çekmekteydi. Oysa ki, müellife göre tamire muhtaç kale içindeki ahaliden “ziyâde kudreti aşikâr” birisinin bina emini olarak atanması, yerli ağaların tamirde aktif görev alması ve nihayet işci ve malzemenin civar kazalardan tedarik edilmesi az önceki sorunların büyük ölçüde çözümlenmesi anlamına gelmekteydi. Tamire muhtaç kalelere yapılacak masrafın yarısının devlet tarafından, yarısının da civar kazalardaki ahali tarafından ödenmesi müellifin bu konuda yaptığı bir başka öneridir. Nitekim tıpkı devlete ait, mühimmat, at, araba ve sair malzemenin kullanımında sorumluluğu kullanıcılara yüklediği gibi müellifimiz burada da tamir edilen kaleyi koruma sorumluluğunu içinde ve çevresinde yaşayanlara yüklemektedir. Zira lâyiha müellifine göre yerli ağaların görevi sadece kaleyi dış etkenlerden korumakla sınırlı değildi. Kalenin hendeklerinin tanzim edilmesi, kaledeki araba, mühimmat ve topların korunarak daima atışa hazır durumda tutulması yerli ağaların, kaledeki ocaklı ve cebecilerin sorumluluğundadır. Bunlara nezâret etmek ise hiç şüphesiz kale muhafızlarının yetkisi dahilindedir. Kalenin dış etkenlerden korunması, silah ve mühimmatın savaşa hazır halde tutulması kadar, düşman karşısında savunulması da büyük bir öneme sahiptir. Müellifimiz, muhtemelen katıldığı savaşlarda, her hangi bir kalenin düşman tarafından kuşatıldığı durumlarda içeride bulunan neferâtın, savaşmak yerine genellikle aileleri için endişelendiğini, hatta kadın ve çocukların “amân esir olacağız diyü feryâd û figânları âdemi şaşırdub dünyâsından bîzâr olarak ‘iyâl ve evlâdlarının başları ucundan” ayrılmadığını gözlemlemiştir. Dolayısıyla kuşatma başlamadan önce kalede ikamet etmekte olan yaşlı, kadın ve çocuklar, değerli eşyalarıyla birlikte kaleden dışarıya, muharebe alanından uzak iç bölgelere nakledilmelidir[179].
Serhatlerin korunması konusunda lâyiha müellifi, sınır kalelerinin savaşa hazır tutulmasının ötesine geçen bazı önerileri de gündeme getirmektedir. Yazarın verdiği bilgilere nazaran Belgrad, Böğürdelen, Bosna, Vidin, Bender ve Hotin kaleleri civarında, Eflak ve Boğdan’da, Tuna’nın Karadeniz’e açılan bölümünde, Mora’da ve Akdeniz adalarında Sırp, Bulgar ve Rumların çoğunlukta olması savaş esnasında Osmanlı ordusuna büyük zarar vermekteydi. Zira savaş başladıktan sonra bu bölgelerde yaşayan gayr-ı müslim azınlık, derhal Avusturya ve Rus ordularıyla temas etmekte ve Osmanlı ordusunun kayıbını bir kat daha artırmaktaydı [180]. Öyle ki, Belgrad, Semendire, Böğürdelen ve Bosna’daki reayanın zaman zaman isyan ettiği bilinmektedir. Gayr-ı müslimlerin savaş esnasında yarattıkları sorunlara karşı son derece modern bir çözüm öneren müellife göre sınırlara yakın bölgelerde yaşayan reaya tehcir edilmeliydi. Bu bağlamda Bosna ve Belgrad’da yaşayan Sırplar daha iç bölgelerde iskan edilmeli ve “yerlerine ehl-i İslâm’dan Arnavud ve Boşnak”lar yerleştirilmeli, “Bender ve Hotin ve Kili ve Akkerman ve Sünne ve Mora kenar ve sahillerinde Moskovlunun gemileri mürûr ve ‘ubûr idecek mahallere [ise] Deliorman ve Dobruca semtlerinde misâfiren ihtiyâr iden Bucak muhâcirleri[181] ve çıtak t‘abir olunur Rumelinde[n] Türk uşağı nakl ve re‘âyâ-yı merkûmenin önlerinde sed” olunmalıydı [182].
XVIII. Kırım’ın Yeniden Fethi ve Göçmenler
Aslında müellifin, ordunun ve devletin yeniden yapılandırılması konularında yaptığı öneriler, III. Selim’in tahta çıktıktan sonra Osmanlı ordusuna yönelik hâtt-ı hümâyûnlarında hiç de azımsanmayacak bir yer tutan Kırım’ın alınması [183] için yapılması elzem olan değişikliklere dairdi. Nitekim Kırım’ın yeniden Osmanlı sınırlarına dahil edilmesi, padişahın ve lâyiha müellifinin de vurguladığı üzere devlet çıkarlarının bir gereğiydi. Bu bağlamda öncelikle Anapa’da, serasker rütbesini haiz vezir komutasına verilecek bir ordunun daima savaşa hazır hâlde bulundurulup[184], bölgedeki “kabâ'il ve akvâm” Osmanlı tarafına kazanılarak, tâlim yaptırılmalıydı [185]. Öyle ki, Anadolu ve Rumeli’de istihdam edilmesini önerdiği serdar-ı ekremler de gerektiğinde Anapa seraskerine yardımda bulunmalıydı. Ancak 1784-1787 tarihleri arasında Kırım’dan Osmanlı topraklarına göç eden Tatar aristokrasisine, 1792’de imzalanan Yaş Antlaşması’ndan sonra artık Dar’ül-islam’da yaşama ümitleri kalmayan köylülerin de eklenmesi[186] İstanbul idaresi açısından yeni bir probleme işaret etmektedir. Zira lâyiha müellifine göre göçmenlerin iskan edildiği Rumeli ahalisi, “mizâcen lesûs” olan “sülâle-i Cengiziyye”nin zulmü altındaydı [187]. Diğer taraftan MayısHaziran 1790’da gerçekleşen Yergöğü muharebesinde Tatar güçlerinin gösterdiği büyük başarı [188] da ortadadır. Dolayısıyla lâyiha müellifine göre, Tatarlar “işe yaramaz değillerdir”, fakat sürekli kontrol altında tutulmaları gerekmekte ve nihayet reayaya zulm ettikleri Balkanlar’dan başka bir yerde, örneğin Rusya serhatında, Anapa ya da Kuban’da iskan edilmeliydi[189]. Tatar aristokrasisinin, söz konusu bölgelerdeki kabâ'ile zulm etmesi ya da göçmenlerin Rusya ile anlaşarak Osmanlı Devleti’ne ihanet etmesi ise ihtimal dışıdır. Nitekim Tatarların, Bâb-ı Âli tarafında yeralmaya devam etmesi onlara “i‘tibâr-ı sâbıkalarını” yeniden kazandıracak, fakat ihanetleri “külliyen ref‘” olmalarına yol açacaktı [190].
XIX. Diplomasi ve Daimi Elçilikler
Lâyiha müellifi, ordudaki yeniden yapılanmanın diplomasi ile desteklenmediği sürece, Osmanlı Devleti’nin eski gücünü kazanamayacağını düşünmektedir. Bu bağlamda müellifimiz, 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra İstanbul’un siyasî mahfillerinde konuşulmaya başlanan ve 1790’ların başında artık Osmanlı vekayinâmelerinde de rastlayacağımız görüşleri gündeme getirmektedir[191]. İttihâd-ı İslâm[192] fikrini hatırlatan bir perspektiften uluslararası ilişkileri değerlendiren müellife göre, Avrupa devletlerinin tamamı Bâb-ı Âli’ye karşı takip edilen ortak siyasetin farklı aktörleriydi. Dolayısıyla lâyihada, çıkarları farklı devletlerden müteşekkil Avrupa’da, XVII. yüzyıldan itibaren şekillenen güç dengesi politikası yerine[193], Müslüman devletlerin halifenin/padişahın önderliğinde, “kâfir Avrupa”’ya karşı kuracağı ittifak ön plana çıkmaktadır. Zira birbirinin aynı olan Hıristiyan devletler -“el-küfru milletun vâhidetün”[194] - bir taraftan konjonktürel olarak Bâb-ı Âli ile dostane ilişkilerini devam ettirirken, diğer taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarına yardım etmektedir. Bu duruma Bâb-ı Âli tarafından verilmesi gereken tepki ise Afrika’da[195] Garb ocaklarını, Yemen ve Orta Asya’da bulunan Buhara, İran ve Hindistan gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri aynı ittifakta biraraya getirmekten ibarettir. Müellife nazaran aslında az önce zikredilen Müslüman topluluklar da böylesi bir ittifaka hazırdı [196]. Zira 1792’de sonuçlanan savaş esnasında Fas hakimi Molla elŞerif Mehmed İstanbul’a gühercile ve gümüş göndererek diplomatik ilişki tesisine çalışmıştı [197]. Bu ilişkinin daha da güçlendirilerek devam ettirilmesi, gelecekte Osmanlı Devleti’ni uluslararası ilişkiler sahasında daha etkili bir konuma getirecekti. Dolayısıyla Bâb-ı Âli bir an evvel, İran, Orta Asya hanlıkları ve Buhara gibi Rusya’nın Müslüman komşularıyla temas ederek, St. Petersburg’a karşı bir ittifak kurmalıydı. Ancak böylesi aktif bir politikanın önünde bazı engeller de yok değildir. Söz konusu hanlıklarda iktidarın çok sık el değiştirmesi ve bölünmüş siyasî yapı [198] bölgeye yönelik politikanın devamlılığına sekte vurmaktadır. Bunun yanı sıra kısa bir süre öncesine kadar Orta Asya hanlıklarıyla yakın bir ilişki tesis edilmemesi hanlıkların, İstanbul’a şüpheyle yaklaşmasına sebep olmaktaydı. Ancak Bâbı Âli’nin imparatorluğun doğusunda bulunan siyasî yapılara dönük yeni dışpolitikasının önünde duran en büyük engel kuşkusuz Orta Asya’nın sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısı hakkındaki bilgi eksikliğiydi. Nitekim Bâb-ı Âli’nin, hanlıklar arasındaki hiyerarşiyi gözönüne almadan, bölgeye fermanlar ve hediyeler göndermesi Orta Asya’daki siyasî yapıların İstanbul’a bakışını etkilemekteydi. Öyle ki, müellifin vurguladığı üzere Silahşör-i Hazret-i Şehriyârî Nûman Bey bölgeye sadrıazam tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe olarak kaleme alınan mektuplar ve hediyelerle gönderilmişse de bu ilk girişimden kayda değer bir sonuç alınamamıştır. Zira halifelik sebebiyle prestijli bir konumda olması gereken Osmanlı elçisinin gelişi hanlıklar tarafından, “Devlet-i ‘Aliyye gâlibâ düşmandan sıkılmış şimdiye dek bizi arayûb sormadı şimdi düşmanına tarafımızdan isâl-i hasar olunmasını yazmış” şeklinde değerlendirilmekteydi[199]. Bu bağlamda öncelikle hanlıkların “mizâc ve hâl û mişvârları anlâşulub içlerinde sâhib-i nüfûz ve kudret olanların kadr ve hâllerine ri'âyet olun”malıydı. Müellifin de belirttiği üzere Bâb-ı Âli, hanlıklara yaklaştıkça, onlar İstanbul’a daha çok yaklaşacak ve zamanla Rusya’ya karşı bir ittifak kurulabilecek, hatta bir Osmanlı vezirinin komutasında, hanlar Rusya’ya karşı kullanılabilecekti. Bölge hanlarının onayı alınmaksızın Anadolu’dan Rusya üzerine sefer açmanın imkansızlığı ve Anadolu’dan ikinci bir cephe açılmaksızın Rusya’nın yenilgiye uğratılmasının olanaksızlığı, lâyihada Orta Asya topluluklarına stratejik açıdan büyük bir önem atfedilmesinin başta gelen sebepleridir[200].
Bâb-ı Âli’nin, Avrupa devletleri ile kurduğu ilişkilere de lâyihada farklı bir açıdan yaklaşılmaktadır. Avrupa’daki çağdaş diplomasinin temel hususiyetlerini oldukça yakından tanıdığı anlaşılan müellife göre “düvel-i nasara” sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece Bâb-ı Âli ile ittifak kurmaktaydı. Bu duruma örnek olarak Osmanlı-İsveç[201] ve daha yakın tarihli Osmanlı-Prusya[202] ittifaklarını gösteren müellifin sözleriyle Hıristiyan devletlerin “dostumuz dimelerine dostluklarını icrâ itmedikce i‘tîmâd olunma”malı ve ittifak kurmak için Bâb-ı Âli’ye başvuran elçilere “devletiniz Devlet-i ‘Aliyye’ye dostluğunu icrâ itdikçe Devlet-i ‘Aliyye dahî icrâ-yı şerâ'it-i dostî ider” diyerek cevap verilmeliydi. İttifakların yanı sıra Bâb-ı Âli’nin Avrupa devletleri ile kurduğu iktisadî münasebetler de lâyihada ele alınan konular arasındadır. Ancak dış ticaret ve Avrupa’da XV. yüzyıldan itibaren varolan daimi elçilikler lâyiha müellifinin düşünce dünyasında birbiriyle bağlantılı iki kategoriyi oluşturmaktadır. Nitekim Osmanlı hakimiyetinde olan pek çok şehirde düvel-i nasaranın konsolos, balyos ve tüccarlarının bulunduğunu belirten müellif, bunlar aracılığıyla Avrupa devletlerinin Osmanlıların her hâline vakıf olduğunu ve ticaretin “kefere elinde” bulunduğunun altını çizmektedir. Buna mukabil Bâb-ı Âli’nin hiçbir Avrupa devletinde “mu‘in” adamı bulunmadığından şikayet eden müellife göre Bâb-ı Âli, üst düzey ricalden birer kişiyi Avrupa başkentlerine göndererek, Avrupa’da bulunan tüccarını korumalıydı. Üç beş senede bir değiştirilmesi önerilen daimi elçiler aracılığıyla bir taraftan dış ticarette Müslüman tüccarların ağırlığı artarken diğer taraftan da “düvel-i nasrâniyyenin hâl û hareket ve reftârlarına kesb-i ı‘ttılâ ve mehâretlerine tahsîl” olunabilecekti[203].
XX. Ekonomik Hayat ve İstanbul’a Göç
Lâyiha müellifine göre ticarî girişimlerin özendirilmesi, ithâlat ve ihracât yapan tüccarlara kolaylık sağlanması, daha çok zenginin ticarete meyletmesini beraberinde getirecekti. Zira zenginliğin siyasî merkeze yakınlık üzerinden elde edildiği bir sosyal yapıda ticaret hor görülmekteydi. Bu bağlamda sermayedarlara ve tüccarlara gemi inşa edebilmeleri ya da kiralayabilmeleri için ruhsat verilmesi[204], ticaret hacmini ve dolayısıyla gümrük gelirlerini artıracaktı. Gümrüklerdeki iş hacminin de artması anlamını taşıyan bu yeni iktisâdî politikanın hayata geçirilmesi durumunda, hâli hazırda bir kişinin idare etmekte zorlandığı başkentin “Büyük Gümrüğü” farklı kişilerce idare edilen üç parçaya ayrılmalıydı. Buna göre gıda maddeleri için ayrı bir gümrük oluşturulurken, demir, bakır, silah ve sairin alım satımı farklı bir gümrükden yapılmalıydı. Kumaş, kürk gibi emtianın başkente girişi için de bir başka gümrük ihdas edilmeliydi[205].
Kaleme aldığı lâyihanın son bölümünü devlet gelirlerinin artırılmasına yönelik önerilerine ayıran müellifimize göre ticarî faaliyetler ve gümrükler gibi vakıf gelirlerinin de yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilindeki vakıflar, devletin nezâret etmemesi sebebiyle “mütevellîleri ve b‘azı erbâb-ı mütegâllibe yedlerinde telef” olmaktaydı. Dolayısıyla her bir vakfın en az üç senede bir kez hesapları devlet tarafından denetlenmeli ve gelirleri kontrol edilmeliydi[206]. Zira vakıf gelirleri savaş gibi, olağanüstü hallerde devletin ordu finansmanında kullanabileceği bir enstrumandı [207]. Müellifin sözleriyle ifade edecek olursak, “Hakk te‘ala muhtac itmesün Saltanat-ı Seniyye bir vakt-i ihtiyâcda umûr-ı seferiyyesi zımnında yine karibü’l-‘ahdde yerine koymak şartıyla evkâf mütevellilerinden istidâne” edebilirdi. Ancak vakıf gelirlerinin düzenli kontrolü[208] sadece ekonomik açıdan değil, İstanbul güvenliği açısından da büyük bir önem arzetmekteydi. Bu bağlamda vakıflardan hak etmediği hâlde aylık alarak geçimlerini sağlayan işsizler/(câbî, du’âcı, softa?) İstanbul güvenliğini tehdit etmekteydi. Kahvehanelerde “galebelik” ederek, üzerlerine vazife olmayan devlet işleri konusunda fikir beyan edenler, genellikle işsizler arasından çıkmaktaydı. Avrupa siyaset felsefesinde gözlemlendiği üzere işsizlerin, suç işlemeye daha meyilli olduğu düşüncesinden hareket eden yazarımız, bunların bir şekilde istihdam edilmesinden yanadır[209]. Ancak müellife göre bu da yeterli değildir. İşsizler ve başıboş göçmenlerin istihdam edilmesi fikrinin bir adım ötesine geçen müellif, bunların en azından suriçinden tahliye edilerek, başkentin steril hâle getirilmesini teklif etmektedir[210].
C. Sonuç Yerine Kısa Bir Değerlendirme
Yukarıda bütün ayrıntısıyla tartışılmaya çalışılan metni hem içerik, hem de üslup bakımından III. Selim devrinde kaleme alınan diğer lâyihalardan ayırt etmek mümkündür. Önerilerin, mevcut yapıya yeni alternatifler getirmesinin yanı sıra bunların kimi zaman keskin ve korkusuz bir dille seslendirilmesi, hatta doğrudan sadrıazamın eleştirilmesi oldukça dikkat çekicidir. Metnin, padişahın bilgisi dışında selahiyetle kaleme alınması ve galip ihtimal arzedilmemiş olması böylesi bir üslubun benimsenmesinde büyük bir etkiye sahip olmalıdır. Nitekim eldeki metnin bir müsvedde oluşu, en azından III. Selim tarafından görülmediğine dair izlenimi güçlendirmektedir. Ancak lâyihanın, Nizâm-ı Cedîd ricaliyle ya da III. Selim’le paylaşılmamış olması, günümüz tarih yazımı açısından değerini azaltmamaktadır. Devrin düşünce iklimini, siyasî mahfillerde yapılan tartışmaları ve Nizâm-ı Cedîd hareketinin gündemindeki konuları oldukça açık bir dille göstermesi açısından lâyiha büyük bir öneme sahiptir. Bu dönemde kaleme alınan diğer lâyihalardan farklı olarak metnin kimi zaman kelime kelime, III. Selim devri kanunnâmelerinden takip edilmesi veya seslendirilen görüş ve düşüncelerin ilerleyen zaman zarfında gerçekleşmesi ise lâyihanın değerini daha da artırmaktadır.
Lâyihada, imparatorluğun sağlıklı bir şekilde idare edilmesi ve kaynakların en verimli şekilde kullanılması için yapılan teklifler, hiç şüphesiz Bâb-ı Âli kâtiplerinin perspektifini ve subjektif gerçekliğini yansıtmaktadır. Bu bağlamda padişahların, danışmanlarıyla istişare ettikten sonra hâtt-ı hümâyûn yazmasının önerilmesi ve sultanın sistemin dışında, nâzır pozisyonuna taşınması ya da yeniçeri ulufelerinin Bâb-ı Âli tarafından ödenmesi gibi teklifler, askerlerin devletinden, kâtiplerin devletine doğru evrimleşen Osmanlı İmparatorluğu’nda, Kalemiye’nin elde ettiği nüfûza işaret etmektedir.
Kalemiye’nin yeni nesil hegemonyal kâtipleri, elde ettikleri nüfûzu başkentle sınırlandırma eğiliminde değildi. Bu bağlamda ayanlara taşra idaresinde, menzillerde ve lâyihada ifade edilen yeni vergi sistemi dahilinde verilen sorumluluklar, ilk bakışta vergilerin toplanmasında daha etkili bir yol bulma arayışının sonucu olarak görülebilir. Ancak müellifin önerileri, sadece ayanların idarî açıdan nüfûz kazanmasına değil, onları kontrol altında tutması beklenen sadâret kethüdasının ya da genel olarak Bâb-ı Âli’nin imparatorluk geneline nüfûz etmesine olanak vermekteydi. Dolayısıyla söz konusu teklifler başkentin taşraya teslim olması anlamına gelmiyordu. Fakat tam aksine lâyihada öne sürülen görüşler, taşra ve merkez arasında II. Mahmud devrinin hemen başında, ittifak senediyle[211] kurulan kısa süreli koalisyonu hatırlatmaktadır.
Sosyo-politik düzenin yeniden inşâsında İslâmî ideallere verilen önem lâyihanın bir diğer dikkat çekici unsurudur. Bu durum hiç şüphesiz Müceddidî görüşlerin derin izlerini taşıyan bir siyasî hareket[212] için oldukça doğaldır. Ancak müellifin, kitabî İslam’ın seferberlik ideolojisi olarak oynadığı rolü ön plana çıkartması ve sosyal nizâmın kurucu ilkesi olarak altını çizmesi, akla yine II. Mahmud devrinin ideolojik mülahazalarını getirmektedir[213]. Buna rağmen lâyiha müellifi savaşın sadece seferberlikten ibaret olmadığının da farkındadır. Nitekim Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibaren savaşın değişen doğasına uygun cedîd bir ordunun inşâ edilerek Kırım’ın yeniden Osmanlı sınırlarına dahil edilmesi lâyihanın temel problematiğini oluşturmaktadır. Müellifin söz konusu problemin çözümü için teklifi, barış döneminde seferber halde tutularak her an savaşa hazır ve saldırılara anında tepki verebilen yapıda modern bir ordunun organize edilmesiydi. Zira savunma savaşı veren Osmanlılar artık çatışmaların yerini ve zamanını belirleyemiyor, hasımlar da eskisi gibi sadece sefer mevsiminde saldırmıyordu. Lojistik sorunların barış zamanında çözüme kavuşturulması, kalelerin daimi olarak saldırılara hazır hâlde tutulması ve nihayet donanmanın ihtiyaçlarının savaş başlamadan evvel karşılanması kabilinden öneriler hiç şüphesiz Osmanlı ordusunu bir sonraki savaşda daha avantajlı bir konuma getirecekti.
Lâyiha müellifinin iki serâskerlik çerçevesinde kurguladığı, barış döneminde de savaş hazırlığı yapan yeni ordu organizasyonunda neferler kışlalarında daimi olarak tâlim edecekti. Her yerden ve her şeyden uzak kışlaların gerçekliği içerisinde sürekli seferber hâlde tutulacak neferât aynı zamanda, İmparatorluğun yaşadığı içgüvenlik sorunlarına da bir cevap niteliğindedir[214]. Neferâtın ordu makinası içindeki sınıfını ve yerini daha rahat bir şekilde tayin etmeyi kolaylaştıran üniformaları giymesi, orduda mühendislerin istihdamı ve nihayet cedîd ordu için büyük bir önem arzeden mütefennin komuta heyeti, modern tâlimin ve organizasyon yapısının bir gereğiydi.
Düşmanlara misliyle mukabele edebilecek cedîd bir ordunun kurulmasının yanı sıra mevcut ordu düzeninin en önemli unsurları olarak göze çarpan kâdim ocakların yeniden düzenlenmesi de lâyihada ele alınan konular arasındadır. Lâyihanın bu bölümünde de Nizâm-ı Cedîd hareketinin kadim ocaklara yaklaşım tarzını gözlemlemek mümkündür[215]. Zira amaç, maaş ödemelerini yeniden düzenleyerek, esame yolsuzluklarını önlemek, dolayısıyla ulufeyi hakedenlere vermek ve kâdim ocak mensuplarını seferî hâle getirerek bunlardan azamî ölçüde faydalanmaktır.
III. Selim’in saltanatı sadece yeni bir ordunun kurulmasına şahitlik etmemiştir. Nizâm-ı Cedîd ordusunun finansmanı için yeni hazinelerin ihdası ve dolayısıyla Osmanlı malî düzeninde önemli değişikliklerin yapılması da bu döneme rastlar[216]. Nitekim cedîd ordu organizasyonunun ihtiyaçlarına göre düzenlenmemiş bir ekonomik yapı ile Nizâm-ı Cedîd ajandasının uygulanması imkansızdı. Her ne kadar lâyihada doğrudan malî yapı ve ordu organizasyonu arasında bir ilişki kurulmuyorsa da tıpkı III. Selim’in sofra meclisi gibi müellifin de bu ilişkinin farkında olduğuna dair bazı ipuçları bulunmaktadır. Lâyihada içgüvenliğin sağlanmasına ve bununla bağlantılı olarak ahali üzerindeki zulmün azaltılmasına, lüks tüketimin kontrol altına alınmasına, devletin alımlarını piyasa fiyatları üzerinden yapmasına yönelik öneriler üretimin artırılmasına yönelik tedbirlerdi. Muhtemelen devrin politik-ekonomi literatüründen haberdar olan müellif, sosyo-ekonomik sınırların kanunlarla belirlendiği ve bu şekilde tebaanın huzur içerisinde özgürce yaşadığı polis devletinde üretimin ve vergi gelirlerinin artacağının farkındaydı [217]. Müellifin iktisadî alanda Müslümanların etkinliğinin artırılmasına dönük teklifleri de devrin iktisat teorileri ve Nizâm-ı Cedîd’in malî ajandasıyla uyum içerisindedir. Nitekim Müslüman tüccarlar tarafından ülke dışına ihrac edilecek yerli ürünlerin dışticaret dengesini yeniden Osmanlı hazinesinin lehine çevirmesi bekleniyordu. Bunun yanı sıra yerli üretimin artışı ve yabancı tüccarların safdışı bırakılması, özelde gümrük ve genel olarak vergi gelirlerini yükseltecekti. Bu bağlamda III. Selim devrinde beratlı tüccarlarla yapılan mücadele[218] ya da yerli ticaret filosu kurma girişimi[219], müellifin lâyihada seslendirdiği görüşlerle uyum içerisindedir.
Ticarette Müslümanların etkin olduğu ekonomik yapının hayata geçirilmesi hiç şüphesiz Osmanlı tüccarının haklarını ülke dışında savunabilecek bir diplomatik teşkilatın, daimi elçiliklerin kurulmasıyla yakından alakalıydı. III. Selim devri siyasî literatüründe pek rastlanmayan bu yeni perspektif, Osmanlı daimi elçilerine siyasî vazifelerin yanı sıra iktisadî görevler de yüklemekteydi. Ancak müellifin Osmanlı diplomasisi konusundaki görüşleri, Nizâm-ı Cedîd hareketinin dışında değildir. Zira savaşın daimileşen doğasına ve barış döneminde yapılacak savaş hazırlıklarına yapılan vurgu, izlenecek diplomatik politikanın da aynı eksende düşünülmesini zorunlu kılıyordu. Bu bağlamda savaşın başka araçlar ve imkanlarla devam ettirilmesi olarak görülen diplomatik politika, Bâb-ı Âli’nin bir sonraki savaşta hasımlarının karşısına güçlü müttefiklerle çıkmasına hizmet etmeliydi. Halifelik sebebiyle İslam toplulukları üzerinde belirli bir prestije sahip olan Bâb-ı Âli’nin doğal müttefikleri olan Orta Asya hanlıkları ve Afrika’daki siyasî yapılarla ilişkilerini geliştirmesi, müellifin ısrarla altını çizdiği üzere Osmanlı ordusunun Rusya karşısındaki gücünü artıracak ve St. Petersburg’a karşı coğrafî üstünlüğü ele geçirmesine olanak tanıyacaktı.
Ülke güvenliğinin sağlanması konusunda lâyiha müellifi sadece yeni bir ordunun kurulmasını ve yeni bir diplomatik politikanın takip edilmesini yeterli bulmaz. Nitekim serhat kalelerinin tamiri ve güçlendirilmesi ve sınır bölgelerinde hayatlarını sürdüren gayr-ı müslim nüfusun, daha rahat kontrol edilebileceği, içbölgelerde iskanı da güvenlik açısından büyük bir öneme sahiptir. Nüfus kontrolü konusunda yapılan bu teklif de lâyihayı çağdaşı olan benzerlerinden ayırmaktadır. Zira müellifin İstanbul’a akın eden göçmen kitlelerinin istihdam edilerek bunların denetim altına alınmasını ve suriçinden tahliyesini önerdiği satırlar, yaklaşık on üç sene sonra çıkacak isyanın habercisi gibidir[220].