Göçebelerin hâkimiyetini esas alan tarihçiler, M. S. 1000-1500 arasını "göçebe imparatorluklar çağı" olarak nitelendirir [1] . Gerçekten bu dönemde göçebeler o kadar geniş bir coğrafyaya yayıldı ki, meskûn dünyada neredeyse ayak basmadık yer bırakmadılar. Batı Asya[2] ve Batı Asya'nın en uç uzantısı olan yarımada da bundan yoğun olarak etkilendi. Burada yaşanan değişim öylesine dikkat çekiciydi ki, bir süre sonra yarımada Latinler tarafından Turkia (Turcia ) olarak adlandırıldı[3]. Dolayısıyla bu coğrafyanın tarihinde, göçebe ve yarıgöçebe hayat süren Türkmenler ve onların oluşturdukları siyasî birlikler gözardı edilemeyecek kadar önemli bir yere sahiptir.
Hâlbuki alışılagelmiş (conventional) tarih yazımında göçebelere yer yoktur, bu yüzden onlar tarih dışıdır. Yerleşik zihniyetin mensupları onlardan söz etmek zorunda kaldıklarında hoşnutsuzluklarını, kullandıkları küçümseyici ifadelerle her fırsatta dile getirirler. Bu tavır klâsik geleneğin takipçisi bazı Modern tarihçilerde de görülmektedir. Selefleri gibi onlar da "medenîlik" ve "terakki"yi asıl, göçebeliği ise bir zamanlar yaşanmış, pek de önemsenmeyecek, dolayısıyla fazla da üzerinde durulmaması gereken bir "evre" olarak görmektedir. Fakat alışılagelen (convention )'in hilâfına, döneminde cereyan eden bu oldukça önemli siyasî ve içtimaî değişimi fark eden İbn Haldun, göçebeleri ve göçebeliği nazariyesinin tam ortasına yerleştirmiştir [4] . Klâsik geleneğin bir mensubunun tefekküründe göçebelerin bu denli önemli bir yeri işgal etmesi, ancak onları yakından gözlemleme imkânı bulduğu "göçebe imparatorluklar çağı"nda yaşamış olmasıyla açıklanabilir. Yerleşiklerin burun kıvırdığı göçebeleri tarihin konusu yapan İbn Haldun'un, onlarla ilgili gözlem ve tespitleri Türkmen tarihi çalışmaları için de eşsiz bir bilgi hazinesidir.
Günümüzde ise tarih yazımındaki yeni açılımlarla birlikte, kitabî gelenek tarafından "iptidaî varlıklar" olarak tanımlanmış göçebelere, onların zaviyesinden yaklaşan ve yerleşik toplumlarla ilişkiye girdiklerinde büyük medeniyetler kurabildiklerini ortaya koyan oldukça önemli çalışmalar yapılmaktadır [5] . Türk tarihçiliğinin ise bu değişim rüzgarından etkilendiğini şimdilik söyleyemiyoruz. Bu yüzden Fuad Köprülü, göçebeleri Türk tarihinin ayrılmaz bir "parçası" olarak gören ilk ve tek Türk tarihçisi olarak kaldı[6]. Onun bu "dikkat çekme"sine rağmen her nedense, göçebeliğin en yoğun olarak yaşandığı Osmanlı öncesi Türkiye tarihi ile ilgili yazılmış ve daha sonraki tarihçilere yön vermiş önemli eserlerin birçoğunda göçebelik üzerinde yeterince durulmamış, göçebeler yerleşiklerin dünyası içinde kaybolup gitmiştir[7]. Türkmen tarihiyle müstakil olarak ilgilenen Faruk Sümer ise kaynak yönelimli çalışmasında klâsik anlatı (narrative )'nın dışına hiç çıkmamıştır [8] . Köprülü ve Sümer'den sonra, tasvirî (descriptive ) çalışmalarıyla Küçük Asya'daki göçebeleşme (nomadization )'ye dikkat çeken Vryonis, seleflerinin geleneğine uyarak göçebeleri "medenî yapıyı tahrip eden" unsur olarak göstermeye devam etmiş ve bunu yaparken de göçebe ve göçebeliğin ne olduğu üzerinde hiç durmamıştır[9].
İhtisas tartışmaları bir kenara bırakılacak olursa, alışılagelmiş tarih yazımında Osmanlı-öncesi Türkiye tarihi denilince ilk önce "Selçuklu Devleti Tarihi" akla gelmektedir: 1071 yılı Türklerin yarımadaya girişi, 1075 Türkiye Selçuklu Devleti'nin "kuruluşu",[10] Sultan Keykubâd ile başlayan "ikbal devri" ve onun ölümünden sonra gelen "duraklama" ve daha sonra "çöküş devri". Bilhassa, çok önemli olmasına karşın, bugüne kadar kaynakların yetersizliği mazeret gösterilerek, 1071-1175 tarihleri arası, özel birkaç çalışma dışında henüz etraflı bir şekilde incelenmemiştir. Nitekim uzun ömürlü olmamakla birlikte, en az Selçuklular kadar önemli bir siyasî birlik olan Danişmendliler ile ilgili Türkçe müstakil bir çalışma hâlâ yapılabilmiş değildir. Söz konusu döneme ilişkin çalışmalarda, Türkmenlerin yarımadada oluşturduğu siyasî birliklerin her biri, yeterince bilinemediği için toplumsal yapıdan tecrit edilerek ele alınmıştır [11]. Amaçları sadece yüzey dalgalarını resmetmek olan müelliflerin kaleme aldığı eserleri tek dayanak kabul eden kaynak yönelimli bu çalışmalar, öncekiler gibi sadece yüzey dalgalarını resmetmekle yetinmişlerdir. Meseleler her defasında farklı açılardan yeniden ele alınmadığı, beşer bilgisindeki açılımlardan yeterince yararlanılmadığı sürece, hep bir öncekinin tekrarı geleneği, genç nesil tarihçilerin elini kolunu bağlayarak yeni sorular sorup, cevaplar önermelerine engel olmakla kalmayacak, geçmiş tasavvurumuz anlamsız malûmat yığınının cenderesinden hiçbir zaman kurtulamayacaktır.
Osmanlı-öncesi Türkiye tarihinin ilk dönemleriyle, yani Türkmenlerin göçünden hemen sonraki dönemle ilgili çalışmalara genel olarak bakıldığında, bu coğrafyada ortaya çıkmış siyasî birlikler ve bunların yapılanmaları üzerinde yeterince durulmadığı görülecektir. Bu yüzden çalışmamızla, sözkonusu meselelerle ilgili yeni sorular sorup cevaplar önererek, mevcut görüşlere mütevazı bir katkı amaçlanmaktadır.
Meselâ, "Nâvekiyye Türkmenleri"nden Kutalmış oğlu Süleyman,[12] "devlet kurarken" nasıl bir zihniyete sahipti? "Selçuk soyundan gelmek" bir "devlet kurmak" için yeterli miydi? Yarımadada ortaya çıkan siyasî birlikler gerçekten batıasya geleneği'ne göre mi teşkilâtlanmıştı? Göçebe Türkmenlerin yoğunlukta olduğu ve beg 'ler hiyerarşisinin hüküm sürdüğü bir topluluğa aldırmadan, batıasya geleneği'ne göre bir "devlet kurmak" mümkün müydü? Meşruiyetini göçebe Türkmenlerden mi yoksa yerleşik ahaliden mi alıyordu? Eğer batıasya geleneği'ne göre teşkilâtlanmış ve meşruiyetini yerleşiklerden alan bir devlet idiyse, Türkmenlerin buna karşı tepkisi ne olmuştu? Şayet bu yapı batıasya geleneği 'ne uymuyorsa Süleyman ve haleflerinin sultan unvanını kullanmasını nasıl değerlendirmek gerekir? Ayrıca yeni teşekkül etmiş bu siyasî yapıya hangi zihniyet hâkimdi? Yerleşik zihniyet mi yoksa göçebe zihniyet mi? Göçebe zihniyet hâkim idiyse, bu hâkimiyet ne zamana kadar devam etti ve ne gibi değişimler geçirdi? Selçuknâme yazarı İbn Bîbî (öl. 696/1296'dan sonra) eserinde 588/1192 öncesi olaylarına neden yer vermemişti? Gerçekten söylediği gibi daha önceki döneme dair yeterince bilgi bulamamış mi, yoksa o dönemdeki göçebe zihniyetin hâkimiyetini farketmiş, fakat yerleşik zihniyetin katı bir mensubu olduğu için kendine ulaşan bilgileri kayda değer bulmayarak eserine almamış mıydı? Bu ve bunun gibi daha cevaplanamamış pek çok soruyu sıralamak mümkündür. Bu çalışmada, 1071'in hemen akabinde oluşan siyasî birliklere genel olarak değinildikten sonra, diğerlerine nazaran uzun ömürlü olduğu, üzerinde daha çok durulduğu için, tipik hususiyetlerini de resmetmek maksadıyla, ağırlıklı olarak Selçuklu örneği üzerinde durulacak ve yeri geldikçe bu sorulara da cevap verilmeye çalışılacaktır.
İl tutmak için sürekli batıya doğru hareket eden Türkmenler, XI. yüzyılın başından itibaren de Küçük Asya'ya akınlar düzenlemeye başladı [13]. Keşif mahiyetindeki akınlar 1071 yılına kadar artarak devam etti. Bu akınlarla birlikte yarımadaya Türkmen ailelerden sızmalar da oldu[14]. Bu sızmalar 1071 Malazgirt Savaşının kazanılmasından sonra büyük bir göç dalgalasına dönüştü. 1080 yılına gelindiğinde ise başınabuyruk begler idaresindeki Türkmenler yarımadanın neredeyse tamamını ele geçirmişti[15].
Yerleşik ve gelenekçi ziraî bir topluma, töre 'ci ve pragmatist büyük bir göçebe kitlesinin dahil olmasıyla birlikte, yarımadanın göçebeleşme süreci tamamlanmış oldu. Eğer bu gelenler sayıca az olmuş olsaydı, kendi dünyalarına çekilecekler, belki de zaman içersinde yerleşiklerin arasında eriyip gideceklerdi, fakat böyle olmadı. Çünkü yarımada, yerleşik nüfusun eritebileceğinin çok üzerinde bir Türkmen kitlesinin göçüne maruz kalmıştı. Mevcut yapılar çok geçmeden altüst oldu[16]. İlk önce gayrimüslim ahali sindirildi. Küçük çaplı direnmelerle karşılaşsalar da güçsüz, itaate dünden razı ve her istediklerini yaptırabilecekleri bir toplum ile karşı karşıya olan Türkmenler, kendilerini bu toprakların tek hâkimi olarak görmeye, yıllarca cendere içinde yaşamanın öfkesini çıkarmaya başladılar. Bu zihniyet yarımadanın neredeyse her yerine hâkim oldu. Bizans'ın ayakta tutmaya çalıştığı merkezî, katı bürokratik yapı buna uzun süre dayanamadı ve kendiliğinden çözüldü. Kısa sürede yeni yapıların neşvünema bulabileceği uygun bir zemin oluştu. İşte bu toplumsal ve siyasî değişim dönemi, yani 1071-1175 arası, Türkiye Tarihi açısından yerleşiklerin sindiği, yerleşik zihniyetin hâkim konumdan mahkûm konuma geçtiği, buna karşın göçebe zihniyetin hâkim olduğu, İbn Haldun'un tabiriyle "bedevîlik/bedâvet", başka bir ifadeyle de "kabilecilik/tribalism" devri olarak adlandırabilir.
Bu dönemin en belirgin hususiyeti göçebeler ve göçebelik gözden kaçtığı için, Küçük Asya'ya ilk göçlerde gelen Türklerin yerleşik mi göçebe mi olduğu meselesi tarihçiler arasında uzun süre polemik konusu olmuştur. Bazı tarihçiler, bunların hemen hepsinin göçebe olduğunu savunurken, buna karşın bazıları da yerleşiklerin çoğunlukta olduğunu iddia etmiştir[17]. Daha önce de belirtildiği gibi bu tartışmaların temelinde, göçebeler hakkındaki bilgi eksikliği ve yerleşiklerin onları "tekâmül etmemiş" insanlar olarak tanımlaması yatmaktadır. Çok iddialı olmamak kaydıyla, ufkumuzu genişletebilecek yeni hipotetik değerlendirmeler eksik bilgilerimizi ve peşin hükümlerimizi bir daha gözden geçirmemize vesile olabilir. Bunun için önce göçün niteliğine kısaca temas etmek gerekiyor: Yerleşikler gönüllü göçe hiçbir zaman meyilli değildir, yerlerini yurtlarını ancak baskıya maruz kaldıklarında terkederler. Göçebelerle yerleşiklerin birlikte göç etmeleri ise hayat tarzlarının farklılığı sebebiyle neredeyse imkânsızdır. Daha önce göçebe iken yerleşikliğe geçmiş ve baskılar karşısında tekrar göçebe hayata dönmüş aileler ancak göçebelerin göçüne katılabilirler. İç Asya'dan çıkıp batıya doğru hareket eden göçebe Türkler, uygun yerlerde konaklaya konaklaya yollarına devam etmişlerdir. Hatta bazı önemli şehirleri hâkimiyetleri altına alarak civarında uzun süre konuçlandıklarından yerleşikliğe meyilli unsurları, bilhassa elit'i yerli ahali ile kaynaşarak göçten kopmuştur. Yerleşiklerin kabul etmediği, fakir ve güçsüz büyük kitleler ise nevzuhur liderlerin peşinde göçe devam etmişlerdir. Böylece göçebeler her konuçlanmada, bünyelerindeki yerleşik hayata yatkın unsurları kaybetmiştir. Bunun en yoğun yaşandığı yer de İran coğrafyası olmuştur. Türkmen elit 'inin önemli bir kısmı burada yerleşmiş ve ilk kabilevî siyasî birlik de burada teşekkül etmiştir. Yerleşikleri rahatsız eden, çoğunluğu fakir ve güçsüz zümreler ise Küçük Asya'ya sevkedilmiştir. Fakat ıssız, geniş otlakların sunduğu zenginlikler ve ilk akınlar sırasında yapılan yağma [18] sayesinde bu fakir ve güçsüz Türkmenlerin çoğu kısa sürede zengin oldu. Göçebeler için cazibe merkezi haline gelen yarımada, bu büyük göç dalgasından sonrada, yerleşik hâkimiyetindeki yerlerde tutunamayan Türkmen kabilelerini kendine çekmeye devam etti[19].
Bütün bu göstergelerin dışında, yarımadada bir süre sonra teşekkül edecek toplumsal ve kültürel yapıya bakıldığında da ilk göçlerde Küçük Asya'ya göçebe ve yarıgöçebe hayat süren Türkmenlerin göç ettiği görüşünün daha kabul edilebilir olduğu görülecektir. Yerleşikler, bilhassa modern-öncesi dönemde, etnik kimliklerinden bugünküne nazaran daha çabuk sıyrıldıkları, bulundukları yerlerin hayat tarzına daha kolay uyum sağladıkları için farklılıklarını da aynı hızda kaybediyorlardı. Hâlbuki göçebeler, hayat tarzları yerleşiklerle iç içe yaşamaya müsait olmadığı için, farklılıklarını koruyabilmekte ve bunu bir yerden başka bir yere büyük çaplı etkileşim ve değişime maruz kalmadan taşıyabilmekteydi. Nitekim yarımadaya otantik Türk dilini ve kültürünü de yerleşiklerin burun kıvırdığı, Halifenin "kafir" olarak vasıflandırdığı, [20] şehir dini İslâmın inanç formlarını özümseyememiş bu fakir "göçebe" zümreler taşımıştır. Türkiye ve Azarbeycan havalisinde Türkçeyi, dilcileri bile hayrete düşürecek şekilde iyi koruyanlar da yine bu ilk göçlerde gelen kesif göçebe Türkmen topluluklarıydı. Dolayısıyla İslâmlaşma 'dan öte bir Türkleşme olarak nitelendirebileceğimiz bu kültürel ve siyasî yapı, XIII. yüzyıl öncesinde şekillenmiş ve bu şekli verenler de göçebe ve yarıgöçebe hayat süren Türkmenler olmuştur.
Türkmenler yarımadaya, sadece katı âdet ve töre anlayışıyla muhafaza edilmiş farklı bir kültürü taşımadı, aynı zamanda kendi yönetim anlayışlarını da getirdiler. Bu yüzden yarımadadaki siyasî oluşumların tamamı da ilk başlarda kabilevî niteliğini korudu. Uzun süren buhran ve mücadele döneminde askerîleşmiş (militarization ) Türkmen kabileleri içinden yeni yeni "kahraman"lar (beg 'ler) çıkarmış, [21] çevresini kollayan, alp 'lik saikiyle mücadele edip hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bu "kahraman"lar, ele geçirdikleri yerlerde bağımlı, bağımsız hâkimiyet alanları oluşturmuştu[22]. Bir süre sonra da bu hâkimiyet alanlarında, gücü göçebe ve yarıgöçebe hayat süren, askerîleşmiş Türkmenlere dayanan beglik 'ler oluştu. Mükrimin Halil Yinanç bunlardan ondokuz tanesini tespit edebilmiş, fakat bazılarının hâkimiyet alanlarını tespit etmekle birlikte beg 'lerinin adını verememiştir. Yinanç ve daha sonraki tarihçilerin çalışmaları sonucunda, beg 'leri ve bugünkü yer adlarıyla hâkimiyet alanları tespit edilmiş beglik 'ler şunlardı: Üssü Erzurum olmak üzere, Kars, Ardahan, Bayburt ve bütün Çoruh havzasına Ebu'l-Kasım , üssü Erzincan olmak üzere Gümüşhane ve Divriği bölgesine Mengücek , üssü Sivas olmak üzere Niksar, Tokat, Amasya, Çorum havalisine Danişmend , Sinop, Kastamonu ve Çankırı'ya Karatekin , Elbistan ve Maraş havzasına Buldacı , İzmir havalisine Çaka , Efes ve civarına Tanrıbermiş, üssü Harput olmak üzere Dersim, Genç ve Pötürge mıntıkasına Çubuk , eski Bitinya havalisine Kutalmış oğlu Süleyman , Diyarbakır'a Yinaloğlu İbrahim, Siirt'e Kızıl Aslan, Erzen'e Alptekin, Ahlat ve civarına Sökman el-Kutbî hâkimdi[23].
Görgü şahitleri 1071 sonrasını, büyük karışıklıkların, baskı ve buhranın birlikte yaşandığı bir musibetler devri olarak kaydetmiştir. Bu durum bütün bunların müsebbibi Türkmenlerin de aslında büyük bir buhran içinde olduğunu gösteriyor. Çünkü göçebe topluluklarda yaşanan iç buhran, dışarıya daima yağma ve tedhiş olarak yansımaktadır[24]. Türkmenler fakirleşmenin ve uzun zamandan beri yarımadanın sınırında sıkışıp kalmanın verdiği öfkeyle hareket ediyorlardı[25]. Yerleşik ahaliden harac (tribute ) verenler itaat etmiş kabul edilirek yağmadan kurtulurken,[26] direnenlerin malları alınıyor, çocukları ve kadınları esir pazarlarına sevkediliyordu[27]. Dışarıda böyle bir mücadele içindeyken, hâkimiyet mıntıkalarını ellerinde tutabilmek kaygısıyla kendi aralarında da acımasız bir mücadele başlatmışlardı. Aslında yarımadaya hâkim olan bu yarıhukuksuzluk (semilawlessness) olağandışı bir gelişme değil, bütün göçebe topluluklarda siyasî oluşumlar arefesinde sıkça görülen bir durumdu[28]. Kargaşa ve buhranın sebep olduğu hercümerç ortamı Türkmenleri bir başka beklenti, başına buyruk hareket eden "kahraman"lar (beg 'ler) içinden, parçalı ve birbirine düşmüş topluluğu derleyip toparlayacak, güçlü ve karizmatik lider beklentisi içine de sokmuştu. Nitekim çok geçmeden bu beklenti gerçekleşti ve Bitinya havalisinin hâkimi (beg 'i, tıpkı Tuğrul beg gibi), Türkmenler arasında şöhret bulmuş Selçuk soyundan gelen Kutalmış oğlu Süleyman, yarımadada beg 'ler hâkimiyetinin en zayıf olduğu bir bölgede cazibe alanı oluşturup diğer beg 'leri de pirumus interpares olarak etrafında toplamayı başardı. Böylece Batı Asya'da bir kabilevî siyasî birlik daha teşekkül etmiş oldu[29].
Bu, gücünü İran'daki siyasî birliğe muhalif Türkmenlerden alan ilk kabilevî siyasî birlik idi. Göçebeleşme 'nin yoğun olarak yaşandığı bölgelerde, bir kabilevî siyasî birlik'in teşekküllünden sonra, bünyedeki gayrimemnun göçebelerin tepki olarak hâkimiyet alanının hemen dışında, başka bir kabilevî siyasî birlik oluşturması sıkca görülen bir durumdu ve bu kez buna Bithinya havalisinde şahit olunuyordu[30]. Teşekkülün, Selçuklu hâkimiyetinin en zayıf olduğu batı uc'unda bir yerde ortaya çıkmış olması da bu görüşü destekler mahiyettedir.
Konjönktür de bu siyasî birlik'in oluşum ve gelişmesine uygundu. Nitekim Bizans imparatoru VII. Mikhail (1071-1078), hemen yanı başında cereyan bu hadiselere seyirci kalmayıp, Süleyman'ın en büyük hasmı sultan Melikşâh (1072-1092) ile birlik olup, onu daha palazlanmadan ortadan kaldırabilirdi. Fakat hadiseler çok farklı gelişti. Şimdi Bizans'ın içine düştüğü karışıklıkları bir yana bırakarak, gelişmeler ve bunu hazırlayan şartlar üzerinde de biraz durmak gerekiyor.
Karizmatik bir lider olan Süleyman'ın, çevresinde olup bitenlere süratle intibak edip, önemli çıkışlar yapması onun aynı zamanda kıvrak bir zekâya da sahip olduğunu gösteriyor. Fakat sultan ünvanını alışından tutun da, Batı Asya'da cereyan eden siyasî ve dinî araçları ustaca kullanmasına kadar pek çok karmaşık hadisenin arasından sadece zekâsıyla sıyrılmış olduğunu düşünmek de oldukça güç. O hâlde hadiselerin iç yüzünü anlayabilmek için öncelikle siyasî konjönktür' e göz atmak gerekiyor. Biraz geriye gidip, Hasan-kale savaşının sonucunda, 1049'da İran Selçukluları ile Bizans arasında yapılmış bir antlaşmaya bakılacak olursa, bu antlaşmanın oldukça önemli ipuçları ihtiva ettiği görülecektir. Savaştan yenik çıkan imparator, Bizans'ın merkezinde daha önceleri inşa edilmiş, fakat o sırada harap durumda olan camiin tamir edilmesi, Fatimî Devleti adına okunan hutbenin Bağdat Abbasi Halifesi ve Tuğrul beg adına okutulması şartlarını kabul etmiş, Selçukluların talep ettiği yıllık vergiyi ödemeyi ise reddetmişti[31]. Antlaşma şartları dikkatle incelendiğinde ise olayların seyrinde iki şeyin; iki büyük dinin temsilcileri, yani İslâmı temsil ettiğini iddia eden Bağdat Halifeliği ile Hristiyanlığı temsil ettiğini iddia eden Bizans imparatoru arasındaki gizli çekişmeyle, Bağdat Halifeliğine karşı Şiî Fatimî Halifeliği'nin Bizans ile yapmış olduğu ittifakın ne kadar etkin olduğu hemen farkedilecektir. Halife, müttefiki Tuğrul beg 'e güvenerek Bizans'a, en büyük hasmı Fatimîlerin aleyhine olan şartları dayatırken, hem güç gösterisinde bulunuyor hem de Fatimîleri zayıflatmaya çalışıyordu. Aslında Tuğrul beg bu mücadelenin baş aktörü değildi. Çünkü Türkmenler Batı Asya'ya sadece il tutmak gayesiyle göçetmişler, fakat kendilerini bir anda bu karmaşık siyasî ve dinî çekişmelerin ortasında bulmuşlardı. Oldukça önemli haraç şartının kabul edilmiş olmamasına rağmen, Tuğrul beg 'in o anda elle tutulur bir getirisi olmayan şartlar üzerinde antlaşmaya varmış olması, onun bu antlaşmayı kendi adına değil de Halife adına yürütmüş olduğunu ortaya koyuyor. Fakat antlaşmanın Halife adına yürütülmüş olması, Tuğrul beg 'in bu antlaşmadan hiçbir şey elde etmediği anlamına gelmiyordu. Zira maddî bir çıkarı olmasa dahi Halifelik ile Bizans arasındaki bu ince siyasî manevralara uygun davranmak onun yerleşikler nazarındaki itibarını ve gücünü artırdı. Bu başlı başına önemli bir gelişmedir. Yerleşiklerin, soyut bir zemine oturttukları ilişkiler dünyasına artık Selçuklu elit'i de intibak etmiştir.
Buraya kadar anlatılan hadiselerin asıl ilgi çekici yönü, benzer bir ilişkinin bir süre sonra Bizans imparatoru ile Kutalmış oğlu Süleyman arasında kurulacak olmasıdır. Nitekim XI. yüzyılın son çeyreğine girildiğinde Kutalmış oğlu Süleyman, Bizans merkezinin oldukça yakınındaki bölgelerde bağımsızca hareket etmeye başladı. Muhtemelen Bizans merkezinden de dikkatle izlenen, ilk bakışta aleyhte gibi görünen bu gelişmelere Bizans büyük bir tepki göstermedi. Bunu iki sebebe bağlamak mümkün, ya İran Selçuklu Devleti'ne karşı yeni bir gücün teşekkülü Bizans'ın işine geldi ve bu yüzden bir tepki göstermedi ya da iç ve dış meselelerle boğuşmaktan tepki gösterme fırsatı bulamadı. Sebep ne olursa olsun gelişmeler Kutalmış oğlu Süleyman'ın bölgedeki gücünü daha da artıracak şekilde seyretti. Doğudan Nikephoros Botaneiates, imparator VII. Mikhail'e isyan başlattı. Bunun üzerine Mikhail Kutalmış'ın oğullarından yardım istedi. Botaneiates, Süleyman ve adamlarının elinden zor kurtuldu. Fakat Er-basgan'ın[32] devreye girmesiyle bu defa Botaneiates'e destek verdiler. Çok geçmeden Nikephoros Botaneiates (1078-1081) istediğini elde etti ve imparator ilân edildi [33]. Süleyman ile Bizans imparatorları arasındaki dostane ilişkiler böylece başlamış oldu. Bizans'ın merkezindeki taht mücadeleleri hem Süleyman'ın konumunu hem de Bizans Devleti ile olan ilişkilerini güçlendiriyordu. Çok geçmeden doğudan bu defa Nikephoros Melissenos isyan başlattı ve 1080 yılı sonunda İznik (Nikaia)'de imparatorluğunu ilân etti. Süleyman bu kez Melissenos'u destekledi. Melissenos bu iyiliğin karşılığı olarak ona muhkem surlarla çevrili önemli şehirlerin kapılarını açtı[34]. Bunların arasında siyasî birliğin üs'sü hâline gelecek İznik de vardı[35]. Bu başarıları onun Türkmenler nazarındaki itibarını daha da artırdı, öyle ki yeni katılım ve ilhaklarla birlikte kısa bir süre içinde Kilikya'dan Marmara denizine kadar geniş bir bölgenin tamamını hâkimiyeti altına aldı. Böylece o Bizans'ın geleneksel siyaseti içinde yerini almakla kalmadı, yarımadada önemli bir güç hâline de geldi.
Selçuklu-Bizans ilişkilerinin dostluk zemininde yürümesinde Bizans imparatorlarının payı büyüktü. Göçebe Türklerin liderleriyle uzun zamandan beri içli dışlı olan imparatorlar, Türkmen beg 'leriyle iyi ilişkiler kurarken hiç zorlanmadılar. Süleyman ve haleflerinin asıl hedefinin Bizans olmaması da bu ilişkinin ömrünü uzattı. İlk Selçuklu sultan'ları Bizans'a hiçbir zaman gerçek bir hasım gibi yaklaşmadılar. Kutalmış oğlu Süleyman gibi I. Kılıç Arslan'ın da Bizans ile değil de doğudaki ildaş'ları ile mücadele ederken ölmesi (1107) bunu açıkça ortaya koyuyor. Bizans'ın doğu siyaseti ile Süleyman'ın hâkimiyet telâkkisi örtüştüğünden, onu sultan olarak tanıyan ilk devletin Bizans olmasına da şaşırmamak gerekir. Tuğrul beg ile Halife arasında kurulmuş olan çıkar ilişkisinin bir benzeri Süleyman ile Bizans arasında kuruldu. Fakat Süleyman bununla da yetinmeyip bir adım daha atarak, Bağdat'a karşı Mısır'daki Şiî Fatimî Halifesi, İran Selçuklularına karşı da Şiî Trablusşam Emiri ile ittifak edip sultan ünvanıyla, yanına vezir'ini de alarak hasımlarıyla mücade etmek için doğuya doğru hareket edecektir[36].
Onun, asırlardır sürüp giden, artık kurumsal hâle gelmiş her türlü çıkar çatışmalarının arasından, siyaset araçlarını yerli yerinde kullanarak sıyrılmasında, kaynakların vezir olarak zikrettiği, yerleşik geleneğin mensubu, bölgedeki siyasî dengeleri çok iyi bilen danışman 'ı Hasan b. Tahir'in katkısını da unutmamak gerekir. Süleyman'ın Hasan b. Tahir ile ilişkiye nasıl geçtiği bilinmiyor. O, Süleyman ile iletişim kurabilmek maksadıyla Şiî Fatimi Halifesi ya da Şiî Trablusşam Emiri tarafından gönderilmiş olabileceği gibi, yerleşiklerle ve siyasî merkezlerle ilişkilerini düzenlemesi için bizzat Süleyman tarafından da görevlendirilmiş olabilir. Kesin olan şu ki sultan , siyasî birliğin en önemli üyesi bu sadık dostunu hayatının sonuna kadar yanından hiç ayırmamıştır[37].
Bir danışman 'ın öncelikli görevi, beg veya sultan ile dillerini bilmediği halkı arasında iletişimi sağlamaktı. Bu görevi en iyi şekilde yerine getirebilmesi için Türkçenin yanında yerleşik halkın konuştuğu dilleri de konuşabilmesi ve hatta yazabilmesi gerekiyordu. Bu yüzden görev genellikle, ahaliyi iyi tanıyan ve Türkçe konuşabilen yerli halktan birine veriliyordu. Süleyman'ın halefleri de yerleşiklerle daha iyi ilişki kurabilmek maksadıyla bu görevi onlardan birine vermişlerdir. Küçük Asya'nın yerlisi mühtedî İhtiyarüddîn Hasan b. Gavras, uzun bir süre (1146-1189) I. Mesud (1116-1155) ve II. Kılıç Arslan (1155-1192)'a danışmanlık yapmıştır[38]. Hasan b. Gavras'ın danışmanlık yapmaya başladığı dönemle, Selçuklularla yerli halk arasındaki yakınlaşmanın başladığı dönem neredeyse birebir örtüşmektedir. Yerleşik geleneğin mensubu bu danışmanlar, Türkmenlerin oluşturdukları siyasî birliklerin her zaman vazgeçilmez bir unsuru olmuşlardır. Türkmenler Batı Asya'nın siyasî dilini onlar vasıtasıyla tanımışlardır. Başlangıçta hâkimlerle halk arasında iletişimi sağlamakla görevli olan bu danışmanlar, zamanla siyasî birlik içinde daha da etkin hâle gelerek, göçebe geleneğin hakimiyetindeki kabilevî siyasî birlik'lere yerleşiklerin ve yerleşik zihniyetin nüfuz etmesine ve idare ile yerleşik halk arasındaki gerginliği yumuşatarak da siyasî yapıdaki değişmin başlamasına ön ayak olmuşlardır.
Bu genel bakıştan sonra tekrar Kutalmış oğlu Süleyman'ın başında bulunduğu siyasî birliği incelemeye dönmek, eğer bu siyasî yapı kabilevî nitelikte idiyse, öncelikle onun ve haleflerinin sultan ünvanını kullanmalarının nasıl yorumlanabileceği üzerinde durmak gerekiyor.
Bu unvana 1080'den sonra ilk kez bir Bizans kaynağında rastlanıyor. Anna Komnena, Süleyman'ın Antiokheia seferine çıkmasıyla ilgili haberleri naklederken ondan, "sultan san'ını takınmış Emir Süleyman" olarak bahseder [39]. Müellifin ifadeleri diğer gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, Süleyman'ın sultan unvanını kendiliğinden benimsediği, doğuya sefere çıkmadan önce kullanmaya başlamasının bir tesadüf olmadığı, çünkü onun bu unvanı bir meydan okuma aracı olarak gördüğü daha iyi anlaşılacaktır[40]. Bu meydan okumayı, bir başka unvanla değil de ısrarla sultan unvanıyla yapmış olması da oldukça manidardır. İçinden çıktığı toplumun dilini değil de Batı Asya'nın siyasî dilini seçmesi, Selçuklu elit'inin zahiren de olsa Batı Asya havâssı 'nın bir parçası olmaya daha baştan hazır olduğunu gösterir. Fakat bu hızlı uyum kabiliyetine, sultan ünvanını kullanmalarına, yanlarında vezir ünvanıyla yardımcılar bulundurmalarına ve kendi adlarına sikkeler darbettirmelerine bakarak, bu siyasî birlikleri, batıasya geleneği'ne göre teşkilâtlanmış birer "devlet" olarak görmek cevaplanamayacak yeni sorular gündeme getirir. Çünkü batıasya devlet geleneği'nde sultan , kurumsallaşmış, bürokratik bir siyasî yapı üzerinde oturur. Şayet 1175 öncesinde yarımadada böyle bir yapı var idiyse, buna dair hiçbir malûmatın bize ulaşmamış olmasını sadece kaynakların yetersizliğine bağlamak tatmin edici bir açıklama olamaz[41]. O hâlde Süleyman ve haleflerinin, batıasya geleneği'ne has ünvan ve simgeleri kullanmakta ısrarcı olmalarını, 1175'lere kadar dışa yönelik bir meydan okuma, güç gösterisi ve siyasî bir mesaj olarak yorumlamak daha uygun görünmektedir. I. Kılıç Arslan Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar ile savaşmaya karar verdiğinde sultan unvanını kullanmıştı[42]. I. Mesud, bir yüzünde tamamen geleneksel Bizans figürleri, diğer yüzünde ise sultan Sencer'in kullandığı "es-sultânu'l-muazzam" ibaresinin bulunduğu bir bakır sikke (fels) darbettirmişti [43]. Onun özellikle sultan Sencer'in kullandığı unvanın aynını kullanması bir tesadüf değildir ve meydan okuma zihniyetinin hâlâ devam ettiğini gösterir. Bu kadar heybetli bir mesajı diğer yüzünde Bizans figürleriyle bezeli basit bir bakır sikke yoluyla iletmeye çalışması, I. Mesud'un fiilî konumu ile olmak istediği konumun çelişkisini yansıtmakla kalmıyor, batıasya geleneği'ne has bu ünvanı henüz içselleştiremediğini de gösteriyor. II. Kılıç Arslan'a gelindiğinde ise durum biraz farklılaşmaktadır. O bu ünvanı, darbettirdiği gümüş ve altın sikkelerin dışında Konya Alâüddîn Camii minber kapısına hakkettirdiği bir kitabede de kullanmıştır[44]. Unvanın, II. Kılıç Arslan'ın hâkimiyeti altındaki bir mekânda, sabit bir zemin üzerine kazınmış olması, bu kullanımı öncekilerden ayırmakta ve mesajın dışarıdan çok içe, başka bir deyişle tebaaya yönelik olduğunu, kitabede geçen "...seyyidu selâtîni'l-Arap ve'l-Acem...." ifadesi ise II. Kılıç Arslan'dan itibaren Selçuklu sultanlarının "sultan" unvanını artık içselleştirdiğini ve Batı Asya'da kullanılan anlamında kullanmaya başladıklarını ortaya koymaktadır. II. Kılıç Arslan artık burada sadece Türkmenlerin beg 'i değil, göçebe ve yerleşik Arap ve Arap olmayan herkesin "sultan"ıdır. Ayrıca ifadeler kitabenin, kabilevî siyasî birlik'in en güçlü, fakat aynı zamanda büyük bir değişim geçirmeye başladığı 1175'den sonra yazılmış olma ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Bütün bunların dışında ayrıca 1086'da Süleyman'ın ölümünden sonraki gelişmeler de bu siyasî birliğin kabilevî esaslar üzerine oturmuş olduğunu gözler önüne serer. Çünkü herhangi bir kabilevî siyasî birlik'in başındaki karizmatik lider öldüğünde, yeri aynı soya mensup biri tarafından doldurulmaz ise çok kırılgan bir yapısı olan siyasî birlik hızla dağılma sürecine girer. Nitekim Süleyman'ın ölümünden sonra hemen onun yerini alacak biri çıkmadığından kabilevî siyasî birlik kısa sürede dağıldı ve beg'ler, hâkimi oldukları bölgelere çekilerek tekrar müstakil beglik 'ler oluşturdular[45]. Bu durumu çok iyi bilen Melikşâh dağılma sürecini hızlandırmak ve batı ucundaki hasımlarını birbirine düşürerek bertaraf etmek için bir süre Süleyman'ın oğullarını gözetim altında tuttu. Fakat I. Kılıç Arslan bir yolunu bulup, babasının hâkim olduğu bölgeye geçmeyi başardı ve dağılan beg'leri biraraya toplamak için tekrar mücadele etmeye başladı.
Bu arada, bir başka güçlü ve karizmatik beg (Danişmend?) öncülüğünde yeni bir kabilevî siyasî birlik'in teşekkülüne tanık oluyoruz. Danişmendlilerin ortaya çıkışı hakkında sarih bilgiler olmamakla birlikte, ailenin adı 1095'e doğru duyulmaya başlar[46]. Muhtemelen Danişmend, önceleri Süleyman'a tâbi bir beg iken, ölümünden sonra onun kabilevî siyasî birlik'inden koparak önce kendi beglik 'ini daha sonra da kabilevî siyasî birlik'ini oluşturdu. Böylece yarımadada bir kabilevî siyasî birlik bünyesinden ilk kez yeni bir kabilevî siyasî birlik çıkmış oldu.
Dikkatle bakıldığında Selçuklular ile Danişmendlilerin toplumsal, dolayısıyla siyasî yapılanmalarının tamamen birbirine benzediği görülecektir. Her iki siyasî birlik de gücünü göçebe ve yarıgöçebe hayat süren Türkmenlerden alıyordu. Yine her ikisi de hâkimiyetini, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde değil insanlar üzerine kurmuştu. Ayrıca sabit bir merkez (payitaht) fikri olmadığı için bütün kabilevî siyasî birlik'lerde olduğu gibi Selçuklular ve Danişmendliler de konjonktürel olarak uygun şehirleri hareket üs'sü olarak kullanmışlardır. Selçuklular ilk önce İznik'i daha sonra Konya (Ikonion)'yı ve hatta II. Kılıç Arslan Aksaray'ı, [47] benzer şekilde Danişmendliler ilk önce Sivas (Sebasteia)'ı, daha sonraları Niksar (Neokaisareia)'ı ve Malatya (Melitene)'yı üs olarak kullanmışlardır.
Danişmendliler Selçuklular tarafından mağlup edilinceye kadar, hâkimiyet mücadelesi bu iki siyasî birlik arasında devam etti. Öyleki Haçlılarla mücadele Selçukluları zayıf düşürünce hâkimiyet bir müddet Danişmendlilerin eline geçti. Hatta bir süre Selçuklular da onlara tâbi oldu[48]. I. Mesud bağımsızlığını, ancak 1134'te Emir Gazi'nin ölümünden sonra kazanabildi[49]. Selçukluların Haçlıların yerleşik düzendeki, Danişmendlilerin ise göçebe düzendeki ordusuna karşı yapmış olduğu mücadele kendine tâbi Türkmen topluluklarını askerîleştirmiş, böylece ihtiyaç anında büyük bir ordu teşkil edebilecek güce ulaşmışlardı. Askerî güçün iktidar anlamına geldiği bir dönemde bu güç sayesinde hasımlarına karşı peş peşe kesin başarılar kazandı ve 1175'de Danişmendlileri, 1176'da da Bizans'ı hezimete uğrattı[50].
1071-1175 arasında Selçuklu siyasî yapısının niteliği ile ilgili çözümlemelerde diğer bir önemli husus da yarımadadaki toplumsal yapı ile Süleyman'ın oluşturmuş olduğu siyasî birliğin yapısının uyum içinde olup olmadığıdır. Burada öncelikle Türkmen topluluklarının genel yapısına ve onların yerleşiklerle olan ilişkilerine bakmak gerekiyor.
Türkmenlerde, en küçük birim ailenin başındaki koca yani beg 'den, en büyük kabilevî siyasî birlik'in başındaki beg 'e kadar katı bir hiyerarşik yapı hâkimdir[51]. Bütün işler, sözlü olarak nesilden nesile aktarılan töre 'ye göre yürütülüyordu. En küçük göçebe birliği (aile)'nden en büyüğüne kadar töre 'nin gözetimi ve uygulanması beg 'lere aitti[52]. Onlar için töre her şeyden, hatta sonradan mensubu oldukları dinin şer'î hükümlerinden bile daha önemliydi[53]. Dış dünya ile ilişkilerini kuralsızlık ve anlık çıkarlar üzerine oturturken, kendi içlerinde ise töre 'nin belirlediği tavizsiz, katı kurallar geçerliydi. Düşman algılamaları da yerleşiklerinkine benzemiyordu. Aileler çocuklarına silâh kullanmasını öğretse de sanılanın aksine onları asla birer savaşçı olarak yetiştirmiyordu[54]. Bu yüzden de ne saldırı ne de savunma amaçlı daimî bir orduya sahip değillerdi. Zorlanmadıkça ve buhran içine düşmedikçe, çatışma yerine bulunduğu ortama hızla uyum sağlama eğilimindeydiler. Onlar bu geleneksel hayat tarzlarıyla birlikte âdet ve töre 'lerine sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Dolayısıyla yarımadadaki kaotik fakat kendi içinde anlamlı yapı ve zihniyet baskın olduğu için burada teşekkül eden siyasî yapılara da biçim verdi.
Bu uzlaşmacı insanlar zaman içersinde yerleşik ahaliyle de iyi ilişkiler kurdular. Ahali ilk akınların şokunu üzerinden atıp sular durulunca, bu kaotik yapının çok da kötü olmadığını, yeni hâkimlerin sandıkları gibi "tanrının bir cezası" değil, bilakis eski efendilerinin baskı ve zulmünü bertaraf eden "kurtarıcılar" olarak görmeye başladılar. Türkmenler ile kurdukları ticarî ve hısımlık ilişkileri sayesinde yarımadada bir ortakhayat (symbiosis ) teşekkül etti. Öyle ki Türkmenlerin en kesif olduğu Selçuklu-Bizans sınırı, yani uc bölgesinde yaşayan gayrimüslim ahaliyi imparator kendi topraklarına götürmek istediğinde, onlar hâllerinden memnun olduklarını iletmişler, imparator bunda israr edince de direnmişlerdir[55]. Bu sürecin ne zaman başladığını bilmek mümkün değil, fakat bir süre sonra, otorite boşluğunun bulunduğu uc 'lara sevkedilen asi Türkmenlerin baskıları dışında, şikâyetlerin genelde azaldığı dikkati çekmektedir. Bunun birçok sebebi vardı: Her şeyden önce ademimerkeziyetçi bir yapı oluşmuş ve ahaliden büyük paralar çeken mekanizma ortadan kalkmıştı. Muhtemelen daha önce ödedikleri vergilerle kıyaslandığında cüz'î denilebilecek bir haraç karşılığında hürriyetlerine kavuşmakla kalmıyor, aynı zamanda canlarını da güvence altına almış oluyorlardı. Yağma 'yı terkedip tabiî hayatlarına dönen beg 'ler ise, haraç kaynağı yerleşiklere "altın yumurtlayan tavuk" gözüyle baktıkları için, onlara zarar gelmemesi için ellerinden geleni yapıyor ve Türkmenlerin baskılarını önlemeye çalışıyorlardı. Çünkü sayesinde kısa sürede zenginleşip itibar ve güç kazandıkları bu kaynağın yok olması asla işlerine gelmiyordu. Gelen haraç 'ın bir kısmını âdete uyup kendi dünyasına dönmüş sıradan Türkmenlere üleştirirken bir taşla iki kuş vuruyorlardı. Bu yolla çevresindekilere, göstermelik de olsa, hâlâ hamisi olduğu mesajını verirken, öte yandan onlardan aldığı destekle de merkez ve yerleşik ahali karşısında konumunu güçlendiriyordu[56]. Merkeze karşı yükümlülüklerini, çağrıldıklarında maiyetindeki Türkmenlerin başına geçip orduya katılarak, yerleşiklere karşı ise aldığı haraç 'ın karşılığında onları içerden ve dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı koruyarak yerine getiriyorlardı.
Göçebe hâkimler ile yerleşikler arasındaki bu yakınlaşma yerleşiklerin önemini artırmakla kalmadı hem siyasî birliklerin içine yerleşiklerin sızmasını hem de Selçuklu eliti'nin değişimini ve böylece de ildaş'larına yabancılaşma sürecini hızlandırdı [57]. Siyasî birliğin sağlandığı, iç ve dış çekişmelerin sona erdiği dönemlerde bu yabancılaşma daha da keskinleşecektir. Bir dönüm noktası olan 1175'den sonra yerleşik zihniyetin siyasî merkezdeki etkinliği arttıkça, sıradan Türkmenlere eskisi gibi iltifat edilmeyecek ve hatta baskı altına alma süreci başlayacaktır. Fakat bu yabancılaşma ve baskı süreci kısa vadede merkezî otoriteyi rahatlatsa da Türkmen toplumunda buhrana ve aralarından, onların haklarını savunacak, bölünmüş topluluğu bir araya toplayacak yeni "kahraman"lar çıkmasına sebep olacaktır. İç ve dış şartların beslemesiyle de bu buhran, her şey yolunda gider gibi görünürken, anlaşılmaz şekilde, bir anda patlak veren ve önü alınamayacak hızda yayılan Türkmen destekli isyanlara dönüşecektir. Bu isyanları, kabilevî siyasî birlik dönemindeki Türkmen beg 'lerinin, liderine isyan ederek müstakil bir beglik oluşturması veya başka bir beg 'e veya kabilevî siyasî birlik'e tâbi olmasından ayırmak gerekir. Nitekim bu anlamda, bilinen en önemli isyan Babaî isyanıd ı r (638/1240) [58]. Bu isyan yerleşik zihniyetin, yabancılaştığı, içinde serazat göçebelerin çoğunlukta olduğu kırsalı cendereye almak istemesinden kaynaklanmıştır. Güçlükle ve uzun bir sürede bastırılabilen bu isyan ve sonuçları Türkmen toplumunda izleri silinmeyen derin yaralar açmıştır.
Göçebeleşme 'nin yoğun olarak yaşandığı yerlerde kabileler arası didişmeler olağandır. Siyasî birliklerin teşekkülünden sonra bu didişmeler acımasız kitallere dönüşür. Çünkü her siyasî oluşum bir süre sonra, güçlü veya güçsüz mutlaka bir muhalif zümre yaratır. Bu mücadeleler, bir siyasî birlik diğerlerini hâkimiyeti altına alabilecek kadar güçlendiğinde tavsar, zayıfladığında ise tekrar nükseder ve bu durum göçebe ve göçebelik önemini yitirinceye kadar sürüp gider. Mücadele dönemlerinde kabile içi asabiyyet güçlendiği için beg 'ler ile avanesi arasındaki dayanışma artar ve kendine tâbi olanları istediği gibi yönlendirir. Bu dönemlerde beg 'ler tarafından çıkarları doğrultusunda kullanılmak Türkmenleri asla rahatsız etmez. Fakat çalkantılı dönem sona erip bir zamanlar uğruna mücadele ettikleri beg 'lerin kendilerine yabancılaşmaya başladığını hissettiklerinde ise çok sert tepkiler gösterirler. Bu durum Selçuklu hâkimiyeti öncesinde ve sonrasında yarımadada yaşanmıştır. Türkmenlerle Selçuklu sultan 'ları arasındaki ciddî anlamda ilk ihtilafın ne zaman başladığı bilinmiyor, fakat ilk ihtilaflar 1162'den itibaren su yüzüne çıkmaya başlar. II. Kılıç Arslan'ın Bizans merkezini ziyareti ve imparatorla yakınlık tesis etmesi Türkmenleri rahatsız etmiş, sultan 'ın kendilerini temsil etmediğini göstermek maksadıyla İmparatora bir temsilci heyeti göndermişlerdi. Sultan 'a olan güvenleri büyük ölçüde sarsılmıştı ve onun imparatorla aleylerine olacak antlaşmalar yaptığını düşünüyorlardı [59]. Muhalif ve gayrimemnun Türkmenler otorite dışı uc bölgelere doğru çekilerek diledikleri gibi hareket edebildikleri için ilk başlarda bu ve benzer ihtilaflar büyük bir infiale dönüşmedi. Zira göçebeliğin yoğun olarak yaşandığı bölgelerde huzursuz göçebe ailelerin sığınabileceği, siyasî birliğin hâkimiyet alanları dışındaki yerler, iç gerginliklerin şiddetini büyük ölçüde hafifletiyordu. Bu bölgelerin varlığı ilk bakışta siyasî birlikler açısından bir zaaf görüntüsü verse de gayrimemnun Türkmenlerlerin baskılarını hafifletmesi bakımından oldukça önemliydi. Fakat Selçuklular ile Türkmenler arasındaki çekişmeler hiçbir zaman tam anlamıyla sona ermedi. Nitekim 1176'da Türkmenlerle sultan arasında gerilim tekrar yükseldi. Türkmenlerin desteğiyle Bizans'a karşı büyük bir zafer kazanan II. Kılıç Arslan, Türkmenlerin İmparatoru öldürme isteğine şiddetle karşı çıktı ve bununla da yetinmeyip görevlendirdiği bir muhafız birliği onu güven içinde payitahtına ulaştırdı. Onun bu tutumu uzun süredir varolan sultan ile Türkmenler arasındaki gerginlikte bardağı taşıran son damla oldu. Çileden çıkmış Türkmenler sultan'ın bu tavrına büyük tepki gösterdiler [60]. İldaş 'larından tek istedikleri eskiden olduğu gibi kendilerinden yana tavır almasıydı. Kimbilir belki de Çaka beg ile başlamış, fakat kısa sürede akamete uğramış bir hareketin tekrar canlanabileceğini, böylece önlerindeki son engeli de aşabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat II. Kılıç Arslan'ın da tıpkı selefleri gibi Bizans'ı, gerçek bir hasım olarak görmediğini savaştan sonraki tavırları çok iyi gösteriyordu[61]. Türkmenler eski beg 'lerinin her geçen gün biraz daha kendilerinden uzaklaşışını çaresizlik içinde seyrederken tepkileriyle de bunu hissettirmeye çalışıyorlardı. Fakat yine de 1176 ve öncesindeki tepkileri bundan sonra zuhur edecek tepkilerden ayırmak gerekir. Çünkü 1176 öncesinde büyük infiallere dönüşebilecek şartlar henüz tam anlamıyla oluşmamıştı. Türkmenler sultan'ın kendilerine hâlâ muhtaç olduğunu ve bu yüzden de istediklerini yaptırabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat siyasî birliğin başındakilere güvensizliği ifade eden ilk tepkiler, 1176'da hiç de yabana atılmayacak bir ihanet suçlamasına, 1189'da ise Selçuklu veziri Hasan b. Gavras'ın linç edilerek öldürülmesiyle sonuçlanacak küçük çaplı bir isyan denemesine dönüşecektir[62] .
Türkmenlerle sultan'lar arasındaki gerginliği sadece iç şartlar değil dış şartlar da artırıyordu. Çünkü başta Bizans merkezi olmak üzere yerleşik unsurlardan, özellikle de yarımadada hâlâ varlığını sürdüren mülk sahipleri ve din adamları sıradan Türkmenlerden nefret ediyordu. Meseleye kurulu düzenleri bozulan bu insanlar nazarından bakılacak olursa pek de haksız olmadıkları görülür. Çünkü bütün çıkarları alt üst olmuştu. Bu zümre önceki düzenlerine tekrar kavuşabilmek arzusuyla devamlı Bizans imparatorları üzerinden Selçuklu sultan'larına Türkmenleri kontrol altına almaları için baskı yapıyorlardı[63]. Onların dışındaki yerleşik ahali ile Türkmenler arasındaki ilişkiler kötü değildi, fakat hayat tarzlarındaki farklılıklar sebebiyle hayli kırılgan bir zemin üzerinde yürüyor, dostane ilişkilere zaman zaman gölge düşebiliyordu. Değişime pek alışık olmayan yerleşikler beklenmedik çıkışlar karşısında ne yapacaklarını bilemiyor, Türkmenlerle aralarındaki uzlaşmanın zaman zaman ihlâline bir türlü anlam veremiyorlardı. Çünkü kuraklık, sert ve uzun geçen kışlar göçebelerin fakirleşmesine, hayvanlarının telef olmasına sebep olduğundan, yiyecek temini için bir süre önce dostane ilişkiler içinde oldukları yerleşiklerin malını mülkünü yağma'lamak zorunda kalabiliyorlardı. Bazen aç kalan hayvanlar yerleşiklerin mülklerine zarar verebiliyordu. Bütün bunlar bir yana senede iki kez kesif göçebe kitlelerinin aynı güzergâhı takip eden göçleri yerleşiklerle olan ticareti canlandırsa da sürüleri ekili dikili alanları tahrip edebiliyordu. Bir de Türkmenlerin arasında yağma'yı terketmek isteyemeyen ve yeni göçlerle birlikte sayıları bir hayli artmış buhran içinde hatırı sayılır bir zümre bu alışkanlığını hâlâ sürdürüyordu. Muhtemelen bu sorunlu zümreler, Selçukluları zor duruma düşürmek isteyen Danişmendliler tarafından da himaye ediliyordu. Bütün bunlar siyasî ilişkilere damgasını vuruyordu. Bizans imparatorları Türkmenlerden duyduğu hoşnutsuzluğu her fırsatta dile getiriyordu. Şikâyetler dönüp dolaşıp Selçuklu sultan'larında toplanıyordu. Yarımadada siyasî yapıları zor durumda bırakan oldukça kırılgan bir toplumsal yapı teşekkül etmişti. Selçuklu sultan'ı II. Kılıç Arslan Bizans ile yapmış olduğu bir antlaşmada, "Türkmenlere sahip çıkacağı ve onların tecavüzlerine engel olacağı" sözünü vermesine rağmen meşruiyetini onlardan aldığı için bu vaadini bir türlü yerine getiremiyor, sürekli savsaklamak zorunda kalıyordu[64]. Türkmenlerin sağa sola saldırmasında Selçuklu sultan'larının tamamen masum olduğu da söylenemez. Çünkü onlar da çıkarları doğrultusunda ve yerine göre yerleşiklerin ve Bizans'ın aleyhine el altından Türkmenleri destekliyordu. Bu durum Bizans'ı bir hayli rahatsız ediyordu. Dönemin tarihçilerinden Niketas Selçuklu sultan'larını, "sözlerinde durmamakla, döneklikle ve hukuka riayet etmeden antlaşmaları bozmakla" suçlamaktadır [65]. Haçlı Seferleri ve Danişmendlilerle olan mücadeleler, kısacası iç ve dış tehlikeler karşısında Türkmenlere muhtaç olan siyasî birliğin tek mücadele aracı olan göçebelere sırt çevirmesi mümkün değildi. Bu yüzden sultan her iki tarafı da idare etmeye çalışıyordu. Fakat verdiği sözleri yerine getiremediğinden her geçen gün inandırıcılığını biraz daha yitiriyordu. II. Kılıç Arslan'ın bu tutumundan sadece imparator değil Türkmenler de rahatsızdı. Selçuklu elit'i büyük bir açmaz içine düşmüştü. Her geçen gün Selçuklu yönetimi ile Türkmenlerin ve Bizans'ın arası biraz daha açılıyordu. Gerilimin hat safhaya vardığı sırada II. Kılıç Arslan'ı içine düştüğü durumdan kurtaracak bazı gelişmeler oldu.
1174'te en güçlü hasımlarından biri olan Nûreddîn Mahmud (1146- 1174)'un ölümü hadiselerin seyrini bir anda değiştirerek onu doğu mücadelesinde avantajlı konuma yükseltti. Fırsatı ganimet bilerek Bizans'ın da desteğiyle 1174-75'te Danişmendlilerin üzerine yürüdü ve hâkimiyeti altındaki bölgelerin neredeyse tamamını ele geçirdi. Bu arada Yağıbasan'ın oğullarını da uc bölgesine sevketti. Bu girişimle hem onların ilerde tekrar tehlike olmalarını engelledi hem de Türkmenler tarafından sevilen bu beg 'ler vasıtasıyla uc 'larda başınabuyruk hareket eden grupları itaat altına aldı[66]. Böylece Selçuklular uzun yıllar süren kabilevî mücadelelerden başarıyla sıyrılırken dönüşüm sürecini geciktiren acımasız çekişmelerin körükleyicisi en büyük hasmından kurtuldu. Neticede Süleyman'ın kurduğu kabilevî siyasî birlik ilk merkezîleşme ve iç dönüşüm sürecini tamamladı, fakat çok geçmeden batıasya devleti'ne dönüşüm ve bu dönüşüm sürecinin sebep olacağı sancılar başlayacaktır.
Türkiye'de teşekkül eden ilk beglik 'lerden geriye, bu iki güçlü siyasî birliğin birbiriyle mücadelesinden istifade edip genelde bağımsız, zaman zaman da civarındaki siyasî merkezlere tâbi olarak varlığını devam ettiren birkaç beglik kaldı. Erzincan ve Divriği havalisinde Mengücek'in, Erzurum havalisinde Saltuk'un, Ahlat havalisinde Sökmen'in ve Hisn Keyfa ve Amid, Mardin, Harput'da üç ayrı kolu olan Artukoğulları'nın beglik 'i varlığını bir süre daha devam ettirdi. XIII. yüzyıldan sonra da Selçuklu Devleti bu beglik 'lerin bir kısmını ilhak edip bazılarını da kendine tâbi kılarak yarımadanın tamamen hâkimiyeti altına alacaktır.