Birinci Haçlı Seferi sonunda, 1099 yılında kurulmuş olan Kudüs Haçlı Krallığı’nın askerî savunmasında krallığın gücünü oluşturan ordunun yanı sıra şövalye tarikatlarının gücü de büyük rol oynamıştır. Bu yazımızda, Ortaçağ İslâm tarihçilerinin Dâviyye ve İsbitâriyye olarak adlandırdıkları iki önemli şövalye tarikatı olan Templier ve Hospitalier tarikatlarının kuruluşunu ele almaya çalışacağız.
Bu konuda bilgi veren iki ana kaynağa sahibiz. Bu iki önemli kaynaktan biri Lâtin tarihçisi Willermus Tyrensis’e[1] diğeri ise Antakya Yâkubi patriği Süryâni Mikhail’e[2] aittir. Bunların tarikatların kuruluşu ve öncesi döneme ait verdikleri bilgilere göre değerlendirme yaparsak, Kudüs’ün 638 yılında Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethinden sonra da Batı’dan pek çok kişi ibadet için kutsal yerleri ziyarete gelmeye devam etmişti. Aslında Hospitalier tarikatı daha 11. yüzyılda Kudüs’e gelen hasta ve fakir hacılara bakmak amacıyla tesis edilmiş bir hayır kuruluşuydu. O sıralarda Batı Akdeniz’in en önemli ticaret şehirlerinden biri olan Amalfi halkı Doğu’da ihtiyaç duyulan malları oraya götürüyordu. Amalfili İtalyan tacirler, İslâm ülkesinin her yerinde serbestçe ve emniyet içinde seyahat edebiliyor, fırsat buldukça da kutsal yerleri ziyaret ediyorlardı. Fakat, Willermus’un kaydına göre, sahil şehirlerinde sahip oldukları gibi Kudüs’te bir süre kalıp dinlenebilecekleri kendilerine ait yerleri yoktu. Bu yüzden, şehirlerinden mümkün olduğu kadar çok insan toplayarak Mısır Fâtımî Halifesi Mustansır-Billah (1036-1094)’ı ziyaret edip ricalarını yazılı olarak takdim ettiler. Amalfililerin ricasını kabul eden halife, Kudüs valisine şehrin yerli Hıristiyanlarının yaşadığı kısmında[3] arzu ettikleri gibi bir bina inşa edebilmeleri için uygun bir alanın tahsîs edilmesini bildiren yazılı bir emir gönderdi. Böylece tacirler gerekli izni aldıktan sonra kendilerine tahsis edilen yerde, aralarında topladıkları para ile önce Meryem Ana’nın şerefine bir manastır inşa ettiler. Manastırla bağlantılı olarak misafirhaneler yapıldı. Binanın yapımı tamamlanınca Amalfi’den bir başrahip ve keşişler getirilerek manastır idaresi tesis edildi. Bu manastırı kuranlar ve bakımını sağlayanlar Lâtin ırkından olduğu için burası o tarihten itibaren hep Lâtin Manastırı olarak anıldı[4].
Willermus rivayetinin devamında, o günlerde pek çok kadının da yol tehlikelerini göze alarak kutsal yerlerde ibadet etmek amacıyla Kudüs’e geldiğini, Lâtin Manastırı’nın içinde kadın hacı adaylarının kabul edilebileceği bir yer olmadığından Amalfili tacirler tarafından orada bir de küçük bir rahibe manastırı kurulduğunu ve burada kadın hacılara hizmet etmek için belirli sayıda rahibelerin görevlendirildiğini söyler[5].
Ancak Willermus’un kaydından çıkan sonuca göre, tacirlerin başlangıçta kendileri için yaptırdıkları manastır ile kadın hacı adaylarının barınması için kurulan rahibe manastırının sonraları sayıları gittikçe artan hacılar için yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Willermus rivayetinin devamında, fakir hacı adaylarının genellikle Kudüs’e ulaşıncaya kadar seyahat paralarını tükettiklerini; aç, susuz ve bitkin bir vaziyette şehre girip kutsal yerleri ziyaret ettikten sonra barınacak yerleri olmadığını kaydetmiştir. Bu sebeple Lâtin Manastırı tarafından Kudüs’te kendilerine tahsis edilmiş alan içinde fakir ve hasta hacılara yardım etmek amacıyla bir darülaceze de (Hospital) kuruldu. Böylece burada hasta olsun veya olmasın muhtaç hacılara barınma imkânı sağlanmış oluyordu. Ayrıca her iki manastırda, yani erkek ve kadın manastırlarında artan yiyecek maddeleriyle, darülacezede misafir edilen hacıların günlük yiyecek ihtiyacının karşılanmasını sağlayan bir düzenleme de yapıldı. Bu kuruluş, İskenderiye’de patriklik yapmış olan Aziz Ioannes’in adına takdis edildi[6].
Sade bir hayat sürmek, namuslu ve itaatkâr kalmak hususundaki manastır yeminini eden Amalfililer tarafından idare edilen kuruluşun, başlangıçta pek malı ve geliri yoktu. Ancak Willermus’a göre, her yıl Amalfi halkı aralarında bağış toplarlar ve bu parayı Kudüs’e gidenler vasıtasıyla manastır başrahibine gönderirlerdi. Şüphesiz, sadece Amalfi’den değil Avrupa’nın başka yerlerinden de bağışlar bu manastıra ulaşmaktaydı. Bu bağışlarla önce Lâtin Manastırı’nda hizmet eden rahip ve rahibelerin ihtiyaçları karşılanır, sonra geri kalan miktar darülacezeye gelen muhtaç hacılara yardım amacıyla kullanılırdı[7].
Bu teşkilât, Birinci Haçlı Seferi’nden sonra Kudüs’de kurulan Haçlı Krallığı’na kadar yıllarca bu koşullar altında bir hayır kurumu olarak varlığını sürdürdü. Bundan sonra ise kesin tarihi verilmemekle birlikte, Kudüs’te bu kuruluşun yerine içinde binden fazla hastanın tedavi edilebildiği büyük bir hastane ile bir katedral inşa edilerek Saint Jean Baptist (Aziz Vaftizci Yahya)’e adandı. Kuruluş, bu tarihten itibaren de Saint Jean adıyla anılmaya başlandı[8].
St. Jean kuruluşunun başındaki kişiye üstad (Magister) adı veriliyordu. Kudüs’ün 1099’da Haçlılar tarafından zaptı sırasında bu üstad Gerard adında birisiydi. Gerard, Fâtımî valisi İftihârüddevle tarafından Haçlı kuşatması başlamadan önce bütün Hıristiyanlarla beraber şehirden çıkarılmıştı. Gerard’ın, bölgenin şartları hakkındaki bilgisiyle şehri kuşatan Haçlılara büyük yardımı dokunmuştu. Kudüs’ün 15 Temmuz 1099’da zaptından sonra burada kurulan Kudüs Haçlı Krallığı da Gerard’ın St. Jean kuruluşunu destekledi ve pek çok hacı darülacezede görev aldı. Böylece yeni koşullar altında süratle gelişen kuruluş, kısa sürede bağımsız bir tarikat haline geldi. Bundan sonra karşımıza Hospitalier adıyla çıkan bu tarikat doğrudan doğruya Papa’ya itaatle mükellefti. Din adamları gelirlerinin onda birini bu tarikata veriyorlardı; ayrıca pek çok zengin, tarikata büyük arazi bağışlarında da bulunmaktaydı.
Kudüs Kralı II. Baudouin (1118-1131) zamanında ise Hospitalier tarikatı daha da gelişti. Hospitalier tarikatının ilk üstadı Gerard’ın ölümünden sonra onun yerini alan Raymond de Puy (1120-1160), tarikatın sadece hayır işleriyle değil, aynı zamanda askerî konularla da ilgilenmesi ve hac yollarını açık tutmak için savaşmaya hazır olması gerektiğini düşündü. Böylece Raymond Hospitalier tarikatını bir şövalye tarikatına dönüştürdü. Bundan sonra da tarikat hayır işleriyle uğraşan keşişleri yine bünyesinde barındırmaya devam etti; ancak manastır yemininin yanı sıra Müslümanlara karşı savaşmaya ant içmiş olan şövalyelerin Haçlı sınırlarını korumak için savaşmaları tarikatın asıl vazifesi haline geldi. Hospitalier şövalyelerinin alâmeti, zırhlarının üzerine giydikleri uzun mantolara işlenmiş beyaz bir haç idi. Artık St. Jean şövalyeleri adıyla bilinen bu tarikat daha sonraları Rodos ve Malta şövalyeleri olarak anılacaktı[9].
Raymond de Puy’un, Hospitalier tarikatını şövalye tarikatına dönüştürdüğü sıralarda, Kudüs’te Templier adında yeni bir tarikat daha kurulmuş bulunuyordu. Willermus Tyrensis, 1118 yılı olaylarını anlatırken Templier tarikatının bu yılda Champagne şövalyelerinden Hugues de Payens ve arkadaşları tarafından Kral II. Baudouin’in izniyle kurulduğunu belirtmiştir[10]. Kral II. Baudouin, belirli bir oturma yerleri olmadığı için onlara kendi sarayında, yani Temple (tapınaklar) mahallesinde bir zamanki el-Aksâ camii olan krallık sarayında yer verdi[11]. Böylece bu yeni tarikat adını, bir kısmı kendilerine tahsis edilmiş olan ve Haçlılar tarafından krallık sarayı olarak kullanılan yerden (Temple, Templum Salomonis, Mescid-i Aksâ) aldı. Ortaçağ İslâm tarihçilerinin Templierler’e verdikleri Dâviyye isminin ise Süryânîce “fakir” anlamına gelen bir kelimeden veya Lâtince’deki “d∂v¨tus” (âbid-tapınan) sıfatından geldiği ileri sürülür[12].
Willermus ve Süryâni Mikhail’in ifadelerine göre, bu şövalyeler devamlı sadelik, saflık ve itaat içinde bir manastır hayatı yaşamayı ve kendilerini Tanrı’ya hizmete adamayı arzu ederek patriğin önünde bu hususta yemin etmişlerdi. Örgütün temel vazifesi, güçleri yettiği kadar sahilden Kudüs’e gelen yolu emniyet altına almak ve hacıların korunmasını sağlamaktı. Bu şekilde din adamları onların günahlardan arınacaklarını söylemişlerdi. Yeni örgütün dinî vecibelerini yerine getirebilmesi için onlara sarayın yakınında bir meydan tahsis edildi. Kral, asiller ve din adamları, bu şövalyelerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak için yardımlarda bulundular. Bu bağışların bir kısmı belirli bir zaman için, bir kısmı da sürekli idi. Kral onlara geçimleri için köyler tahsis etmiş, patrik de kiliseye ait olan bazı köyleri onlara vermişti[13].
Templier tarikatı 1128 yılında Fransa’da toplanan Troyes Konsili’nde resmen bir tarikat olarak tanındı ve teşkilât için bir yasa hazırlandı. Şövalyelerin sayısı bu dönemden sonra artmaya başladı[14]. Bu tarihe kadar halkın giydiği normal elbiseleri giymeyi tercih eden şövalyelerin, Troyes Konsili’nden kısa bir zaman sonra beyaz kıyafet giymelerine karar verildi. Bunlar ayırt edici bir işaret olarak pelerinlerinin üzerine kırmızı kumaştan Haç dikmeye başladılar. Bu işareti sadece şövalyeler değil, çavuş denilen daha küçük rütbedeki kişiler de kullanıyordu. Şövalyeler beyaz, uşaklar ise siyah pelerinleri üzerinde kırmızı Haç taşırlardı. Teşkilâtta, asalet sınıfına mensup şövalyeler ile halktan gelip at uşaklığı yapan ve silâh taşıyanlardan başka, Hospitalier tarikatındaki gibi, askerî olmayan işleri gören rûhanîler de bulunuyordu. Böylece tarikatta farklı görev yapan üç ayrı sınıf oluşmuştu[15]. Bunlar birbirlerine “Kardeş” diye hitap ediyor ve “Biraderler” adıyla biliniyorlardı[16].
Templierlerin her şeyi bir düzen altında olup âdet ve kuralları yazılıydı. Yukarıda belirttiğimiz gibi tarikatlar hakkında bilgi veren ikinci kaynağımız olan Süryâni Mikhail’in kayıtları Templier tarikatı açısından ilginçtir. Süryâni Mikhail’den Templierlerin yazılı olan âdet ve kurallarını öğreniyoruz. Bu kaynağa göre, tarikata girmek isteyen ve “Kardeş” olarak adlandırılacak herkes bir yıl deneme süresi geçirmekteydi. Yıl bitince kuralları kabul edenlerin üzerine dualar okunuyor ve tarikata has elbiseler giydiriliyordu. Cemaate girmeyi kabul edenler vaat ettikleri şekilde hayat boyunca tarikatta çalışmaya mecburdular. Daha sonra verdikleri söze uymazlarsa, kılıçla öldürülüyorlardı. Tarikat mensupları şahsî hiçbir şeye sahip olamazlar, reislerinin izni olmadan bir yere gidemezler, kendi evlerinden başka hiçbir yerde yatamazlar, halktan bir kimsenin sofrasında oturamazlar, sonunda ölüm tehlikesi olan bir işe gitmeleri emredildiği zaman gitmem diyemezlerdi. Templier tarikatı mensupları, içlerinden birisi öldüğü zaman onun ruhu için kırk defa âyin yaparlar, onun adına kırk gün boyunca her gün kırk fakire yemek verirlerdi. Savaşta ölenleri martyr (şehit) kabul ederlerdi. Herhangi birinin cemaatten bir şey gizlediği anlaşılır ve bir malı olduğu ortaya çıkarsa onu ölümünden sonra bile lânetlerlerdi.
Süryâni Mikhail’in belirttiğine göre, Templier şövalyelerinin kılık kıyafetleri ve yemeleri içmeleri de belirli bir düzen içindeydi. Templierler çok basit olan beyaz elbiseden başka bir şey giymezler, uyudukları zaman bile elbiselerini çıkarmazlardı. Pazartesi, Salı ve Perşembe günleri et, diğer günlerde ise süt, yumurta ve peynir yerlerdi. Yalnız papazlar ve askerler her gün ekmek yiyebilir, şarap içebilirlerdi[17].
Bu kaynakların verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, bu şövalye tarikatlarının mensupları sadece manastırlarda değil bir çok köylerde kasabalarda oturan ve değişik meslek gruplarında çalışan kişilerden oluşuyordu. Herkes bildiği işi manastır adına yapardı. İşçilerin her biri kendi mesleğinde çalışır, çiftçiler de tarlaları sürerlerdi. Bunların yaşadıkları kasaba veya köyde bir reisleri, bir de kâhyaları bulunur ve o bölgedeki bütün tarikat mensupları bunların emri altında olurdu. Tarikatın büyük üstadı ise Kudüs’te otururdu. Yine Süryânî Mikhail’in kaydına göre Templierler, hacılar için hastaneler de yapmışlardı. Hasta iyi olana kadar ona bakar, sonra da yol parasını vererek onu gideceği yere gönderirlerdi[18].
Böylece kısa sürede hızla gelişen gerek Templier gerekse Hospitalier askerî tarikatlarının, başlangıçtaki amacı Kutsal Ülke’ye gelen hacıları korumak ve yolları emniyet altına almak olduğu halde daha sonra dinî hizmetten ziyade krallık ordusunun önemli bir birliği haline geldiler ve Müslümanlara karşı yapılan bütün savaşlara katılarak onların en acımasız düşmanı oldular. Hıristiyanlara ait bölgelerde kaleler inşa ettiler[19]. Hospitalier tarikatı, Kral II. Baudouin’in ölümünden sonra Kudüs kralı olan damadı Foulque’un 1136’da Beyticibrin (Bethgibelin) kalesini tarikata vermesiyle askerî alanda önemli rol oynamaya başladı; Foulque’un 1143’te ölümünden sonra ise 1144’te Trablus Kontu II. Raymond’un Hısnülekrâd (Krak des Chevaliers)’ı Hospitaleir tarikatına vermesi onlara çok büyük güç kazandırdı. Hısnülekrâd ve Beyticibrin’in yanı sıra Arka, Markab, Sahyûn ve Kevkeb kaleleri Hospitalier tarikatının; Antartus, Bagras, Gaston, Safed ve Gazze kaleleri de Templier tarikatının kontrolüne verilmiş bulunuyordu.
Sonuç olarak, yukarıda kuruluş amacını belirtmeye çalıştığımız bu şövalye tarikatlarının zamanla kuruluş amaçlarından uzaklaştığını, daima sade bir hayat yaşamak, namuslu olmak ve herkese yardım etmek hususunda etmiş oldukları yemine aldırmayarak asıl amaçlarının dışına çıktığını görüyoruz. Bunlar sadece Doğu’da değil, gittikçe artan ünleri yoluyla Avrupa’da da pek çok mal, mülk sahibi olmuşlardı. Özellikle Templier şövalyeleri asıl görevlerini tamamen unutarak bankacılık ve ticaret işlerine bile girmişlerdi[20]. Bu bozulma neticesinde Templier şövalye tarikatı çeşitli suçlarla itham edildi ve Fransa Kralı IV. Philippe ile Papa V. Clemens’in uzun süren mücadeleleri sonunda 1312 yılında resmen ortadan kaldırıldı; 1314 yılında tarikatın son büyük üstadı Jacques de Molay’ın ölümüyle de Templier tarikatı kesin olarak son bulmuş oldu[21]. Hospitalier şövalye tarikatı ise daha uzun ömürlü oldu. 1291’de Akkâ’nın Memlûk Sultanı el-Melikü’l-Eşref Halil tarafından ele geçirilmesinden sonra bunlar önce Kıbrıs’a, sonra da Rodos ve Malta’ya giderek varlıklarını sürdürdüler[22].