ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

YÜCEL ÖZKAYA

Devlet otoritesinin zayıfladığı, merkezî idarenin Anadolu ve Rumeli’de hissedilir derecede azaldığı, hükümet yönetiminin taşradaki etkisini kaybettiği zamanlarda, özellikle Anadolu eyaletlerinin, sancak, kaza, kasaba ve hele köylerinde yol kesme, soygun, rüşvet, iltimas ve başka yolsuzluklar alabildiğine yaygın bir hale gelmiş bulunuyordu. XVIII inci yüzyılda bu tip hareketler, şehirlerden köylere kadar, aşiretler ve kabileler de dahil, heryerde görülmekte olup bu yüzden müslüman ve hıristiyan halk büyük bir tedirginlik içerisinde, yarınından ümitsiz bir ömür sürmekte bulunuyordu. Devlet memurlarına hazîneden maaş ve görev masrafı ödenmediği için gerek İstanbul’dan görev yerlerine giderken geçtikleri yerlerin halkından aldıkları paralar, gerekse atandıkları görev yerlerine yerleştikten sonra yönetim bölgelerine bağlı olan ve hattâ hiç ilgileri bulunmayan yerlere ya kendileri çıkarak, yahut bölükbaşılarını göndererek yaptıkları “devirler” reayanın fakir düşmesine ve perişan olmasına sebep olmaktaydı. Hele merkezden yollanan çok sayıda mübaşirlerin yaptıkları, çoğu kere de gereksiz olan teftişler bir işe yaramadığı, şikâyet konusu davaları halletmediği gibi, halkın daha da çok soyulmasına sebep oluyordu. Paşalar, âyânlar ve kapılarında “levend” besleyen diğer vilâyet idarecileri kendi güvenlikleri ve güçlerini artırmak için bunların sayılarını artırdıkça bu kalabalığın beslenmesi önemli bir sorun haline gelmekte, bu da halkı daha çok salma ödemeye zorlamakta idi. Öte yandan sözde yöneticiler ve mütegallibeler köy hayatından bıkan ve yerini yurdunu terkeden bu çift bozanlar sayesinde kapılarına adam bulmakta ve soygunlarını geliştirmekte hiç güçlük çekmiyorlardı. Bunları beslemek ve kendi gelirlerini artırmak için sık sık düzenledikleri “devirler” reaya için tahammül edilmez bir hal alınca, İstanbul’a ardı arkası kesilmeyen şikâyetler yağmakta idi.

Özellikle İstanbul’dan gönderilen paşalar kendilerine verilen görevi, ödedikleri rüşvetden başka, ayrıca, birçok da harç ödeyerek temin ettiklerinden, hem kaybettikleri parayı kazanmak, hem de kendi gelirlerini artırmak zorundaydılar ve bunu bir hak olarak görüyorlardı. Nevarki, bunların zengin olmak amaciyle giriştikleri kanunsuz hareketler ve soygunlar, reâyanın perişanlığına ve İstanbul’a bu hareketleri sık sık şikâyet etmelerine yol açmakta idi.

Bu devirde halkı soymak yönünden “ehl-i şer'”in de “ehl-i örf” den bir farkı yoktu. Kadılara ve öteki mahkeme hizmetlilerine hazînece ayrıca bir ödenti yapılmayıp, mahkeme harçları ve aidatlarla geçinmek zorunda bırakılmalarından başka, görev süreleri de bir kadılık da ancak iki yıl olduğu için, bunlar bu kısa zaman içersinde mümkün mertebe servet edinmeye çalışıyorlardı. Çünkü, kadılar için başka bir kadılığa tayin, yeniden sıraya girme, büyük bir ihtimalle senelerce mülazemette beklemek durumu vardı. Hele, XVIII inci yüzyılda, kadılar çoğu kez verildikleri kadılığa gitmeyip, yerlerine naip yollamak olanağına sahip olmuşlardı. Böyle bir naip hem kendi kazancını, hem de vekili olduğu kadının gelirini ziyadesiyle çıkarmak zorundaydı. Bu durumda çoğu pek cahil olan naiplerin halkı nasıl soyacakları belli idi. Kadılar ise, zengin olmak için uydurma adlarla para toplamaya başlamışlardı. Bunlardan birisi de “mahsul def’i” adını taşımaktaydı, l'lâm harçlarını kanunda gösterilenden çok fazla istemekteydiler. Bunlardan başka, paşa ve ayanlar ile anlaşarak vergi defterlerinde bulunmayan birçok akçeyi deftere yazmaktaydılar. Reayanın perişanlığına sebep olan bu gibi yolsuzluklarla devlet uzun süre mücadele etmiş, fakat, bir türlü önleyememiştir.

Hernekadar toprağın mülkiyeti devletin idi ise de, artık kişi mülkiyetinin fiilen yaygınlaştığını, özel kişilere ait çiftliklerin durmadan arttığını, incelediğimiz XVIII inci yüzyıl belgeleri açıkça göstermektedir[1]. Çiftlik sayısının artmasında ençok faizciliğin rol oynadığı görülüyor. Şöyle ki, bu yüzyılda vergisini zorlukla ödeyebilen, geçimini ise temin edemeyecek durumda olan köylüler, faizle para veren tefecilere borçlanmışlar ve borçlarını ödeyemeyince, yerlerini borçlandıkları bu kişilere devretmişlerdir[1]. Böylece, yersiz-yurtsuz kalan reaya selâmeti başka yere göç etmekte bulmuş, bu da reayanın eskiden sakin olduğu yerin tarım gelirini azalttığı için bundan hem devlet, hem de devlet görevlileri zarar etmişlerdir.

Paşaların ve diğer görevlilerin zulmü, eşkıyaların soygunları sonunda yerini-yurdunu terkeden müslüman ve hıristiyan halkın çoğu İstanbul’a yahut yaşama imkânı daha iyi olan veya öyle umduğu yerlere göç etti[2]. Reayanın, İstanbul’dan tayin edilen görevlilere güvensizliği o kadar artmıştı ki, halk görevinde tayini kısa süreli olmayan ve bu sebepden dolayı da kısa zamanda halkı soymayı amaç edinmeyen âyânları tercih eder oldu[3]. Tabii ki, bunda âyânların çok güçlü oluşları, özellikle savaş zamanlarında asker temini yönünden başarılı olmaları önemli rol oynamıştır. Devlet asker, zahire temini, hâzinenin salimen güney illerinden İstanbul’a ulaşması ve diğer ihtiyaçlarım sağlayabilmek ve işlerini yürütebilmek için nüfuz sahibi yerli ailelerden geniş ölçüde yararlanmaya çalıştı. Yalnız, bunlar da zamanla yerlerini garantilemek ve yörelerindeki diğer kuvvetli ailelerle mücadele etmek için çok sayıda levend beslemek zorunda kaldılar ki, bunların beslenmesi masrafı da halka yüklendiğinden, şikâyetler ortaya çıkmakta gecikmedi.

XVIII inci yüzyılda, devlet idaresi Anadolu sancak ve kazalarından köylerine kadar olan yerlerde kuvvetini ve etkisini kaybetmiş olduğundan, paşaların, âyânların ve diğer görevlilerin yaptıkları zulümler, soygunlar sonucu, İstanbul'a devamlı olarak halkın şikâyetini yansıtan dilekçeler yollanmaktaydı. Bu durum elinde yeterli kuvveti olmayan, biraz da Anadolu’da ve Rumeli’de iyice kuvvetlenmiş paşaları ve yerli hanedanları cezalandırmak amacı güden hükümet için, pek de kolay olmadığından, devlet “adalet fermânları”, “adalet-nameler” ve bu anlamda hatta hümâyunlar gönderip, gerek memurların gözlerini korkutmak, gerekse onları okşayıcı sözlerle suistimalden vazgeçirmek yollarına başvuruyordu ki, bu hiç de gerektiği kadar fayda sağlamıyordu. XVIII inci yüzyılda bu tür adalet fermanlarının sık sık yayınlanmış olması ve bunların ekseriya aynı konular üzerinde ısrar etmeleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Halkın huzur ve refahını ön plânda tutan adalet fermanları, devlet kuvvetinin zayıf olması nedeni ile memurlar üzerinde gereken etgenliği yapamamış, böylece de beklenen sonuç çıkmamıştır.

Adalet-nâmeler, devlet otoritesi temsilcilerinin görev ve yetkilerini kötüye kullanmamaları, kanun, adalet ve hak çerçevesi içersinde hareket etmeleri için çıkarılan padişah hükümleridir. Bunlar devletin vilâyet idarecileri ve memurları üzerindeki otoritesini tesis etmek, her yerde rahat ve huzuru sağlamak gayesiyle memleketin her yerine gönderilmekte, kuvvetlinin zayıfı ezmesini önlemek, adaletin yerleşmesini sağlamak amacında olan resmî genelgelerdir[1].

Devletin, fevkalâde zamanlarda reayadan aldığı “avarız-ı divâniye” gibi, beylerbeyleri ve sancakbeyleri de olağanüstü ihtiyaçları için “salma” adı altında kanunsuz vergiler toplayabiliyorlardı. Devlet görevlileri, daha XVI inci yüzyılda atlı gruplar halinde köyden köye giderek zorla para, koyun, davar, tavuk ve diğer hayvanları alır olmuşlardı. Bu tip şeyleri vermeyenlere ise dayak atma gibi kanunsuz yollarla cezalar tevcih etmekteydiler. Selâmlık, aylık, cerime adı ile aydan aya her köye salgun salıp para toplamaktaydılar. Padişah, bunları asî ve zalim diye adlandırmakta ve kullukdan çıkararak, idamlarına hükmetmekteydi[2].

Bizim incelediğimiz devirde, artık salğun adı pek kullanılmıyor. Bunun yerine daha çok “devir” adı kullanılıyor. Bu devirde tekâlif-i şakka adıyla toplanan kanunsuz vergiler, XVIII nci yüzyıldaki bid'atlar, XVI ncı yüzyılda sözü edilen bid'atlardan[3] çok farklıdır. Padişah, incelediğimiz yüzyılın adalet-nâmelerinde, daha çok ehl-i şer' ve ehl-i örf mensuplarının, kanunnamelerde mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan “tekâlif-i şakka” ile diğer kanunsuz vergileri almamaları, kapısız levendler ve diğer eşkıyaların yakalanması, halkın bunlardan korunması hususlarına değiniyordu. Bu yüzyılda paşaların çok sayıda levend besler olmaları, “tekâlîf-i şakka” nevinden vergilerin artması ve sık sık toplanır olmasına sebep olmuştu. Hernekadar bütün XVIII inci yüzyıl adalet-namelerinden “tekâlif-i şakka” türünden vergilerin kaldırılması konusunda ısrarla durulmuş ise de, bu tip kanunsuz vergilerin alınması önlenememiştir. Ayrıca, çoğu kez bunları alanları cezalandırılma sözde kalmış ve bir türlü uygulanması mümkün olmamıştır. Bu da devlet idaresinin ve otoritesinin, XVI ncı yüzyıla göre, çok daha zayıflamış ve paşaların, âyânların levendler sayesinde çok fazla kuvvetlenmiş olmalarından ileri gelmektedir. Paşalar ve âyânların emirlerinde, bu yüzyılda çok sayıda levend yahud devrin tabiri ile “saruca-sekban” bulunmaktaydı. Bu sarıca ve sekbanlar, paşalar görevden alındığında boşta kalmakta ve “biz paşa sekbanıyuz” diyerek sanki o paşanın adına hareket ediyormuş gibi “devre” devam etmekte ve tekâlif-i şakka türünden vergileri toplamaktaydılar. Paşalar ve âyânların, sarıca ve sekbanlarının boşta kalmaları, kapılanacak bir kapı bulamadıkları takdirde dağlara çıkıp eşkıyalık yapmalarını da doğurduğundan, devlet, sarıca ve sekbanların kaldırılması için, XVIII. yüzyıl boyunca çeşitli tarihlerde fermanlar çıkarmıştır. Bu yüzyılın adalet-namelerinde de levend sorunu büyük bir yer işgal etmektedir.

İncelcdiğimiz yüzyılda, eskiden görülmeyen yahut farkedilmeyen bir diğer suistimal de malzeme tedarikinde olmaktadır. Bu, araba, at, deve, katır ve diğer malzemelerin tedarikinde görev alan şahısın bunları istenilenleri iki misli toplayarak devlete eksik göndermesi meselesidir.

Çeşitli araçların ve gereçlerin temininde toplayanın suistimalinden başka, kadı, naip ve diğer görevliler de aralarında anlaşarak bu malzemenin toplanması esnasında ve toplanmasından sonra kazanç temin etmek yoluna gidiyorlardı. Bu, hem devlet gelirinin ve ihtiyacının eksik olmasına, dolayısiyle de savaşlarda sıkıntı çekilmesine, hem de halkın perişanlığına sebep teşkil etmekteydi.

Sözünü ettiğimiz adalet-namelerde, paşalardan başka, ehl-i şer’ mensupları ve âyânların da cezalandırılacakları ve bu cezalandırma şekillerinin neler olacağı bahis konusu edilmektedir ki bunu ileride göreceğiz. Adalet-nâmelerde belirtildiği üzere, suistimale devam ettikleri takdirde devlet memurları ilk plânda hemen görevlerinden alınacaklardır. Devlet görevlileri bizzat yolsuzluklara teşebbüs etmeseler, buna göz yumsalar ve yapanları korusalar bile aynı cezaya çarptırılacaklardı. Çünkü, çoğu kez yapılan suistimale bir kazanç elde etmek karşılığında göz yumuluyordu. Hemen hemen bütün XVIII. yüzyıl boyunca yazılan adalet-nâmelerde müşterek sorun, tekâlif-i şakka ve diğer suistimaller, eşkıyalıklar ve bu sebeplerden dolayı yerini terk edip başka yerde sığınak arayan reayanın ev göçünün önlenmesi olmuştur.

XVII. yüzyılda alınan tekâlif-i şakka türünden vergiler[1], XVIII. yüzyılda da alınageldiğine ve hattâ XIX. yüzyılda da alındığına göre, Padişahın gerek adalet-nâme tarzındaki hatt-ı hümâyûn, ferman, hüküm, emirleri, gerekse diğer yazıları tesirli olmuş sayılamaz. Yalnız devlet memurları değil, ayanlık peşinde koşanlar da “tekâlif-i şakka” türünden vergileri zorla alır olmuşlardır.

Rumeli ve Anadolu’ya, Tekâlif-i şakka türünden vergilerin alınmaması adalet fermanlarında yazılageldiğine göre, bu vergiler her iki tarafta da toplanıyordu: Tüfenkciyan akçesi, kaftan akçesi, zahire akçesi, şerbet akçesi, peşkeş, devir, konak akçesi, selamiye, nal akçesi, bayrak akçesi, öşr-i diyet, kapı harcı, post akçesi, matarağı akçesi, çizme baha, yemlik, tavuk baha, konak vc göcek akçesi, çubuk akçesi, ağalık, kethüdalık ve diğer adlar ile toplanan bu vergiler[2] halkı hayatından bezdirmişti. XVIII. yüzyılda devlet tekâlif-i şakka toplanmasının sebebini araştırmış ve paşalara ait değerli hasların zengin kişilere verilmesi, mukataa gelirlerinin haneden sahibi kimselerde toplanmasından dolayı paşaların gelirlerinin azaldığı sonucuna varmış, bundan böyle hasların paşalara verilmesi kararlaştırılmış ise de bu sözde kalmıştır.

XVIII. yüzyılda paşaların dışında zorbaların, ayanlık peşinde koşanların, bir yolunu bulup servet yığmak isteyenlerin de bu vergileri toplar olduklarını görüyoruz. Örneğin, Kayseri Kazasına bağlı Enderlik adlı köy halkının İstanbul’a gönderdikleri dilekçelerinden anlaşıldığına göre, köylerinin “divânisi” yani “avarız-ı divâniye” tımar ve malikânesi Köşk Mukataasına bağlı Ertena malı vakfı iken kazada oturan Zenneci-zade Ahmed ile oğulları Mustafa ve Osman[1] 1120 (1708) senesindenberi her sene harman döğmek için “izin akçesi” diye seksen ve “savurmak” için de gene “izin akçesi” diye ikiyüz kuruş aldıktan başka, her gerdekten de “resm-i gerdek” adiyle kanundan fazla olarak dört altın almaktaydılar. Gene bunların halka çeşitli zulümleri ve kaçanların kapılarını kırarak, gördüklerini hapsedip zincire vurmaları, haksız yere akçelerini almaları, zorla “fi’il-i şeni’” ye başvurmalarından, haftada bir kere yirmi-otuz kadar atlı ile köylerine gelip haksız yere pekçok kimseyi “kavga etmişsiniz diye teorim” etmelerinden ve çağrılmadan köylere gelip fermansız “salyanelerine” karışarak ücret adıyla dört yüz kuruş, yedi-sekiz beygir alarak bedava yemek, yiyecek yemeklerinden yakınılmaktaydı. Öyle ki, kadı ve âyân bile bunlara sahip çıkmadıklarından, halkın durumu günden güne daha kötüye gitmekteydi[2]. Bu örnekden ve daha ileride adalet fermanlarındaki örneklerden de göreceğimiz üzere tekâlif-i şakka türünden vergileri yerliden olan mütegallibeler de toplamaktadırlar. Üstelik kadılar da bunlara söz geçilememektedirler. Esasen, kadı, naip, ehl-i şer’in diğer mensupları, hattâ bazı sancak beyleri, mütegallibelerin büyük bir kuvvete sahip olmalarından dolayı onlar ile iyi geçinmek zorundaydılar. Bazen bunlarla anlaşarak reayayı soymayı ve böylcce kendilerine kazanç temin etmeyi daha yerinde bulurlar ve öyle hareket ederlerdi. Hele kadılar emirlerinde bir levend topluluğu da bulunmadığından ister istemez bunlara boyun eğiyorlardı. Bütün bunların sonucunda çiftini-çubuğunu terkeden “terk-i evtân” zorunda kalan reaya Kocaeli, İstanbul, Bursa, Rumeli yöresine, Edirne ve benzeri büyük şehirlere gidip ve oralarda yerleşmeyi âdet haline getirmişti. Hele vergiden kurtulmak için İstanbul’a göçenlerin sayısı bir hayli fazlaydı[3]. Bu şekilde zulümden ve vergiden kurtulmak için İstanbul ve çevresi ile diğer büyük şehirlere olan göçleri önlemek amaciyle, Anadolu’nun sağ, sol ve orta kollarındaki vezirler, beylerbeyleri, mütesellimler, voyvodalar, mukataa ve vakıf zâbitleri, kethüda yerleri, yeniçeri serdarları, vilâyet ileri gelenleri, âyânlar, iş, erleri, kadılar, naipler, subaşılar, yani bütün devlet görevlilerine hitap eden adalet yazıları olduğu gibi, yanlız ehl-i şer’ mensuplarına hitap eden adalet yazıları da vardı. Bunun sebebini, kadıların reayanın hakkını mahkemede savunacak, kanun yönünden adaletsizlikleri önleyecek yani “hâkimü’ş-şer’” olarak “şer’-i şerîf-i” taşrada temsil yeteneğine sahip olamamalarında aramak gerektir.

Belgeleri incelediğimizde, XVIII. yüzyıla ait adalet-nâmelerle ilgili yazılar için “adalet emri”, “adalet için sâdır olan hatt-ı hümâyûn sûreti”, “adalet fermanının sûreti”, “adâlet fermanı”, “adalet içün olan emr-i hümâyûndur”, “adâlet-i mutazammın emr-i âlişân- dır”, “adalet-i mutazammın emr-i âlîdir”, “sûret-i adalet-nâme-i hümâyûn” ibareleri göze çarpar. Bazı adalet fermanlarının üstünde bizzat Padişahın hatt-ı hümâyûnları göze çarpmaktadır. Sicil defterlerine geçirilirken bunların hatt-ı hümâyûn sûreti olduğuna da değinilmektedir. Örneğin, “Sultan Selim Efendimizden adalet içün sâdır olan hatt-ı hümâyûn sûretidir”[1], “Mucebince amel oluna sûret-i hatt-ı hümâyûndur”[2], “mefhûm-u emr-i hümâyûnuma ale’d-devâm ri’ayet ve hilâfından hazer ve mücânebet oluna”[3], “Mucebince amel oluna[4]” gibi ibareler mevcuttur.

XVIII. yüzyılda beylerbeylerinin de yazılan adalet fermânlarının uygulanması ve memlekete huzur ve sükûnu temin edecek “adalet buyrulduları” yayınladıklarını görüyoruz. Örneğin “Kütahya Valisinin Adalet buyruldusudur”[5], yazılan ferman gereğince “vârid olan adâlet buyruldusu[6]” gibi. Şimdiye kadar XVIII. yüzyıla ait bulduğumuz adalet yazıları gerek Anadolu’nun, gerekse Rumeli’nin durumunu anlatması yönünden olduğu kadar, devletin içine düştüğü durumu göstermesi bakımından da büyük önem taşımaktadırlar.

Hemen hemen bütün adalet yazılarının giriş bölümünde, yazı nereye, hangi kola yazılmış ise, oradaki görevlilere hitap edildikten sonra, devlet görevlilerinin halkı koruması, halkın mesut, kendi halinde yerli yerinde oturarak kendi işiyle “kesb ü kâr ve harsı ile” meşgul olmasının temin edilmesi hususları yer alıyor. Çeşitli adalet yazıları ele aldıkları konular bakımından farklılık arzetmekteyse de maksad birdir, yani, memleketin düzen içersinde olması, işlerin adalet ve doğruluk çerçevesi içersinde yürümesi, halkın rahat ettirilmesidir.

Adalet yazılarının konuları kapısız levendlerin, çeşitli eşkıyaların yakalanması, az önce bahsettiğimiz devlet görevlilerinin yolsuzluklarının önlenmesi ve buna benzer değişik kanunsuz işlerin yapılmaması noktalarında toplanmaktadır. Ayrıca, beylerbeyleri de İstanbul’dan gönderilen adalet yazılarının ışığı altında, eşkıyaların yakalanması için buyruldular yazarak, hüküm sürdükleri bölgelerdeki görevlilere adalet fermanı hükümlerine göre hareket etmelerini hatırlatmaları, herhalde devlet hizmetlerinin daha çabuk görülmesini temin etmek için olsa gerektir.

Eyalet ve sancak merkezlerine ve kazalara yazılan ve sicil defterlerine işlenen adalet yazıları tabiî ki İstanbul’da tertiplenen yazıların suretleridir. Bu adalet yazıları, Anadolu’nun her yerine yollandıklarından, bunların suretlerini karşılaştırmak olanağı mevcuttur, incelememizde biz bunu yaptık. Bu karşılaştırma sonunda ferman ve hatt-ı hümâyunların hiçbir şekilde değişikliğe uğramadıklarını tespit ettik. Yani, bir kazaya gelen adalet yazısının sureti, diğer kazalara gönderilenin kelime kelime aynısıdır ve deftere de değişiklik ve ek yapılmadan geçirilmiştir. Adalet yazılarının bir kısmı da mühimine defterlerinde mevcuttur. Mühimme defterlerindeki hükümlerin de Anadolu’ya gönderilen yazıların aynısı olduğunu gördük. Bunu az sonra örneklerle de göstereceğiz. Şimdi bu adalet yazılarının incelenmesine geçelim.

İncelediğimiz yüzyılın başlarında, III. Ahmed (1703-1730) devrinde reayanın korunması için bütün Osmanlı ülkesindeki valiler ve hâkimlere, eski devirlerde olduğu gibi “adalet fermanlarının” yazılması ve bu şekilde zulmün önlenmesinin, reayaya adalet sağlanmasının, Padişahın hazînesinin çoğalmasının, mülk ve saltanat gelirinin artmasının sağlanması istenmişti[1]. Esasen her padişah gerek başa geçtiği tarihte, gerekse daha sonraki saltanat senelerinde bu tip adalet fermanlarını yazmağı âdeta bir âdet haline getirmiş bulunmaktaydı. Bu yazılar ile memleketteki suistimallerin engellenebileceği, memleketin bir düzene konabileceği, Padişah ve İstanbul’daki yöneticilerde akla uygun gelen bir tedbir olarak sık sık öne sürülmekte ve bu tip yazılar tekrarlanıp durmaktaydı.

EHL-İ ŞER' MENSUPLARI İLE İLGİLİ ADALET-NÂMELER :

Bu bölümdeki adalet yazılarını iki kısımda toplayabiliriz: 1—Doğrudan doğruya ehl-i şer' mensuplarına yazılan ve bunların yolsuzluk hareketlerini önlemeyi hedef tutan yazılar, 2—Bütün devlet görevlilerine hitap eden, vali, mübaşir, âyân ve diğerlerinin yolsuzluklarını, eşkıya, menzil sorununu ve bu arada ehl-i şer' mensuplarının kanunsuz hareketlerini önlemek için yazılan adalet yazıları. Görüldüğü üzere yalnızca kadıları hedef tutan yazıların yanında, bütün bozuklukları ve bu arada kadı ve diğer ehl-i şer' mensuplarının yolsuzluklarına değinen adalet yazıları mevcuttur. Birincisi yalnız ehl-i şer zümresini ilgilendirdiği halde, İkincisi geneldir, yani, bütün memurları bu arada kadıları da hedef alan adalet yazılarıdır. Biz burada önce yalnız ehl-i şer' zümresini hedef alan yazıları inceleyecek, daha sonra da genel adalet-nâmeleri incelerken kadıların durumuna gene değineceğiz. Şimdi yalnızca ehl-i şer' mensuplarına yazılan adalet yazılarını inceleyelim: Bunlardan, 1713 Martının sonlarında yazılan adalet fermanı, Anadolu’nun sol kolunun sonuna kadar olan yerlerdeki kadılara hitap etmekteydi. Bu fermanda sol kolda mevcut şehirler, kasabalar, çeşitli yollar ve yerlerde zulüm ve bid'atın kalkması, adaletin tesisi ve halkın refahının sağlanması isteniyordu. Burada görüldüğü üzere, XVI. yüzyıldaki bid'atların bir kısmı incelediğimiz yüzyılda da mevcuttur.

1713 tarihli adalet fermanında halktan hiçbir şekilde İslâm kanunlarına aykırı “hilâf-ı şer‘-i şerif” bir şey alınmaması, ayrıca, kimseye de aldırılmayıp, reayaya ait davaların “şer'-i şerîf”e göre uygulanması, bütün halkın refah içersinde yaşamasına çalışılması emredilmektedir. Bu emir hangi kazanın kadısına gelirse bir sureti mahkeme siciline işlenecek ve buna göre hareket edilecekti. Arz ve i'lâmlar, davaların doğruluğu hususunda belirli ve vasıflı kişilerin ihbar ve şahitliklerinden sonra edinilen fikre göre verilecek ve hakikat anlaşılmadıkça, İstanbul’a arz ve i'lâmla kimse gönderilmeyecekti. Şer'î hükümlerin uygulanmasında ağır davranma ve kusur ve diğer sebeplerle hak iddia edenlerin davalarına doğruluk üzere bakılarak karar verilecekti[1]. Aç gözlülük, kolay zengin olma, mal kazanmak isteği yahut rüşvet alma ya da aracılık ve rica sebebiyle, emrin aksine istek ve birbirine uymayan anlamda arzlar gönderildiği takdirde, yahut yerinde “icrâ-yı şer‘-i şerif” olmadığı anlaşılır, kadıların ağır davranmalarından dolayı fukaranın hakkı geriye bırakılır veya uygulamada kadıların hatası olursa hiçbir şekilde özür ve cevapları dinlenmeyecekti. Bu gibi işlemlere başvuran kadıların görevlerinden alınmaları ile kalınmayacak, ayrıca cezalandırılmaları yoluna da gidilecekti[2]. Görülüyor ki, devlet adına kazalarda adaletin tatbikçisi olarak görülen kadılara yazılan adalet fermanından da anlaşılacağı üzere, Anadolu’da adalet mekanizması iyi yürümemektedir. Kadılar şer'î hükümlerin dışında karar vermekte, servet edinmek için çeşitli yolsuzluklara başvurmaktadırlar. Hele bu yüzyılda ilerdeki adalet-nâmelerde de görüleceği üzere, eline haksız bile olsa bir i'lâm ve arz geçiren kişi İstanbul’a koşmakta, oradakileri meşgul ettikten başka, kendisi haksız çıkıp, dava aleyhine dönünce de, mübaşir masrafı ve diğer masraflar davalıya ait olduğundan karışıklıklar büyümektedir. Bu gibi yollara başvuran, yani, az önce sözünü ettiğimiz yolsuzluklara, haksız i'lâmlar vererek gelir artırma yoluna başvurulması halinde, kadı’nın azli veya kendisine bu tip hareketleri yapmaması için uyarıda bulunulmakta ve böylece İstanbul’a olan şikâyetlerin önü alınmak istenmekte ise de, bu şekilde kadı azli ile ilgili işlemlerin yapıldığını gösteren belge adedi yok denecek kadar azdır.

1783 senesinin Eylül ayı ortalarında yazılan adelet fermanı ehl-i şer'in kanunsuz hareketlerini konu etmektedir. Kadıların “mahsûl def'i” adıyla para almamaları bu fermanda da tekrarlanmaktadır. Bunun alınmaması için fetva gereğince çıkarılan fermanların mahkeme sicillerinde yazılı olduğu, bunların tersine hareket edilmemesi emredilmekteydi. Zaman ve durum gereğince asker ve zahire toplamak, kadıların ve naiplerin mühim malların ordu ve diğer ihtiyaçlar için temin etmeleri vazifeleri iken, ayan ve kadıların aralarında anlaştıkları, kadıların bunların tamamlanması ve şevki gibi önemli işlere sebep olacak, asker ve zahire afvı ve bunların miktarının düşürülmesi için i'lâmlar verdikleri, bunlarla da yetinmeyerek “harc-ı i’lâm” gibi ücretleri artırmak suretiyle kazanç temin etmek yoluna gittikleri bilinmektedir[1]. İleride göreceğimiz üzere, İstanbul’a ve orduya yiyecek ve diğer malzemelerin tedarikinde, âyân ve kadıların suistimali çok fazladır. Bunlar gerek kendi çıkarları, gerekse halk gözünde daha itibarlı bir yer edinmek bakımından bu tip hareketleri tercih etmekte olup, bu şekildeki hareketleri de gayet tabiî bulundukları yerlerde karışıklıklara sebep olmaktaydı.

XVIII. yüzyıl boyunca kadıların, naiplerin suistimalleri devam etmiştir. Elimizde, doğrudan doğruya ehl-i şer’ mensuplarına hitap eden adalet yazılarının sayısı pek azdır. Fakat, ehl-i örf ve ehl-i şer’ mensuplarının yolsuzluklarını birlikte mütalâa eden adalet yazılarının sayısı bir hayli fazladır.

Özellikle, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, kadı ve naiplerin suistimalleri ile ilgili yazıların çok arttığı ve özellikle “mahsul def'i” konusunda pek çok yazının yazıldığını görmekteyiz. Şimdi bu adalet yazılarını inceleyelim.

1796 senesinin temmuzu ortalarında, Anadolu’nun orta koluna yazılan adalet-nâmede, Rumeli ve Anadolu’da olan şehirlerin, kasabaların ve köylerinde olan bazı kişilerin kötülüklerini uygulatmak, intikam almak, bazı kişilere ceza verdirtmek için yalan söyleyerek dava gördürüp halkı rahatsız etmek yollarına başvurdukları açıklanıyor[2]. İstanbul’a gelen bu kişiler yalnız kendi çıkarları için arzlar temin etmekte ve dilekçeler yazarak “divân-ı hümâyûna” şikâyetler yağdırmaktaydılar. Bu kişilerin davalarını görmek için her kaza ve eyalet valisine ve hâkimine ferman yazılıp, mübaşirler yollanmıştı. Ne var ki bu çeşit uydurulmuş dava için çıkarılan fermanlar yerlerine ulaştığında davalının üzerinde kanunen birşey olmadığı yapılan araştırma sonucu ortaya çıkmakta ve davanın uydurma olduğu belli olmaktaydı. Bu yüzden davalı aleyhine zarar verebilecek harekette bulunulmaması, giden mübaşirin mübaşir ücretini bu durumlarda davacıdan alması için fetva çıkarılmıştı. Bundan böyle aslı ve doğruluğu olmayan uydurma davaların ortaya atılmaması, dava duruşmasında davacının hakkı sabit olmayıp zarar vermek, rahatsız etmek için dava açıldığı görülürse de, gerek İstanbul’a gidenlerin ve gerek vali, hâkim taraflarından tayin olunan mübaşirlerin mübaşir ücretlerini suçsuz davalıdan değil, davacıdan almaları ve bu hususlara uymayanların cezalandırılması cihetine gidilmesi uygun görülmüştü[1].

1796 Eylülünün ortalarında orta koldaki görevlilere, kadıların şer'i işleri gereği gibi görmeleri için bir “emr-i âlî” gönderilmişti. Bunda, hâkimlerin ülkedeki bütün şehir ve köylerde olan halktan fazla para almak için gerekli hususlardan başka “hüsn-ü hal üzere olanların sû-i hâlini ve sû-i hâl üzere olanların hüsn-ü hâlini i'lâm” etmek gibi yollara saptıkları, bu tip hareketlerin yapılmaması emredilmekteydi[2].

1797 senesinin Temmuzu ortalarında, aynı hususlara ve kadıların “mahsûl def’i” adıyla para almamaları hususları tekrarlanmıştır[3]. Anadolu ve Rumeli’de olan şehir ve köylerdeki reâyanın birbirlerine olan düşmanlıkları yahut haksız mal edinme düşüncesi ile uygunsuz şikâyetlere başvurmaları halinde, kadılar ve naipler de “mahsul def'i” adıyla akçe alarak suçsuz kişiyi zarara sokmaktaydılar. Bu tip hareketlerin yasaklandığı bu fermanda gene tekrarlanmıştır[4]. Daha önceki fermanlar da bu hususlara işaret olunduğuna göre, sorunu halletmek bir türlü mümkün olamamıştır.

1798 Aralığının ortalarında da aynı hususlar o tarihte yazılan adalet-nâmede mevcuttur. Fakat bu sefer daha etraflıca üzerinde durulmaktadır: Osmanlı topraklarındaki şehir ve köylerde suistimaller yüzünden halkın rahatı sağlanamamaktadır. Bu yüzden haklı, haksız pekçok kişi şikâyet için İstanbul’a gelmektedir. Devlet kazalarda cürümlere ve günahlara cesaret edenlerin, yerlerinde uygunsuz hareketleri görülenlerin durumuna değinmekte ve arz-ı i'lâmı gerektiren maddelerin hakkaniyet ve doğruluk esaslarına göre değerlendirilmesi, şikâyetlerin ve şahitlerin doğruluğu kesinleşmeden İstanbul’a arz ve i'lâmla başvurmak için gelmemeleri hususlarına değinmektedir. Haklı ve doğruluk ile ilgili hususların kadıların ve naiplerin tarafından ortaya çıkarılması gerekirken, yakın ve uzak yerlerden İstanbul’a pekçok i'lâm ve mahzarları gelmekte, bunların ekserisinin anlaşılmaz, kin güder tarzda düzenlendikleri duyurulmaktadır. Çok geçmeden, önce gelen aykırı ve ters arz ve mahzarların mesnetsiz ve haksız oldukları anlaşılıyordu. Bazı dava konuları hakkında da çıkan emirlerin cevabı olarak i'lâm gelmemekte ve i'lâm istendiğinde i'lâm almak için çok para istendiği, durumdan ve bununla ilgili iş sahiplerinin ifadelerinden ortaya çıkmaktadır. Bu konularla ilgili olarak, 1796 senesinin Eylül ayının ortalarında, Anadolu, Rumeli ve Akdenizdeki adalara başka başka “evâmir-i şerife” yollanmış ve gerekli uyarmalar yapılmış ise de, bu tarihe kadar bunun semeresi görülmemişti. Bundan böyle kazalardaki bazı kimselerin gerek İstanbul’a gönderilmeleri, gerek ele geçirilip hapsedilmeleri, başka yere sürülmeleri, cezalandırılmaları gereken hallerde, cürümlere cesaret edenlerin, kanunca haklarında ceza gereken durumları ve diğer arz ve i'lâmı gerektiren maddeler çıkdıkta dahi, yerinde doğruluk ve hakkaniyet ve sadakatle davaların görülmesi, aç gözlülükten ve mal kazanma yüzünden, yanlış arzlardan dolayı fermanın aksine yazı ve i'lâma cesaret olunduğunda, dava görülürken çıkan fermanın cevabı olarak i'lâm gerektiğinde maddelerde gösterilenden fazla para alınır, kötü durumdaki davalar iyi gösterilir tarzda arz ve i'lâm verilirse ehl-i şer' mensupları cezalandırılacaktı. Bu kişiler “mevâliden” ise azledildikten başka, ayrıca bir yere sürülecekler, kadı ve naipten iseler, özür ve cevaplarına bakılmayıp, azledilmeleri ile kalınmayacak, yerleri kadıasker ruz-namçesinden kazınacak, ayrıca haklarında şiddetli cezalar tertiplenecekti[1]. Böylece, ehl-i şer' zümresinin fazla kazanç için suistimallerinin önüne geçileceği ve halkın rahat, memleketin refah içersinde olacağı umulmaktaydı.

1800 Ağustosunun sonlarında yazılan adalet fermanı ise ölen askerlerin terekelerini kadı ve naiplerin yazması ve “resm-i kısmet” adıyla pek çok para toplamalarını konu etmektedir[2]. Bu XIX. yüzyıla ait olduğundan geniş olarak incelememekteyiz.

EV GÖÇLERİ, LEVEND-EŞKİYA SORUNU İLE İLGİLİ ADALET-NÂMELER

Osmanlı İmparatorluğunda, Anadolu ve Rumeli’ye doğrudan doğruya levend, ev göçleri ve eşkıyalıklar ile ilgili adalet yazıları olduğu gibi, devlet görevlilerin suistimalleri ile ilğili olarak yazılan adalet yazılarında da bu konular söz konusu edilmektedir. Biz burada yalnız bu konulan hedef alarak yazılmış adalet yazılarını söz konusu edeceğiz. Osmanlı ülkesindeki, halk devlet görevlilerinin aç gözlülüklerinden dolayı kendilerinden olmayacak taleplerle ödeyemeyeceklerinden fazla mal vergi istemelerinden, eşkıyaların zulümünden dolayı yerini-yurdunu terketmek zorunda kalmaktaydı. Eşkıyalar ve levendler ise büyük gruplar halinde, özellikle, Anadolu’da kol gezmekteydi. Bu yüzden devlet bu karışılıkları önlemek için adalet-nâmeler yayınlamak ve böylece halkın refahını temin etmek yoluna başvurmuştur. Önce ev göçleri ile ilgili adalet yazılarını inceleyelim.

a) Ev Göçleri İle İlgili Adalet-nâmeler :

XVIII. yüzyılın ilk yarısında devlet ev göçlerini önlemek, halkın refahını temin etmek için pek çok adalet yazısı yazmıştır. Bunlardan 1740 yılında Anadolunun sağ koluna yazılan adalet fermanında, Osmanlı ülkesindeki şehirlerin güzel ve bayındır olmasına çalışılması, bunun için de herkesin gelirine ve kuvvetine göre vergi vermesinin gerektiği hatırlatılmaktadır. Birkaç senedenberi olagelen seferler sebebiyle gerek asker ve gerekse reaya mal ve bedenen birçok zahmet ve sıkıntıya maruz kalmıştır. Bundan dolayı dirlikde ilgisi olmayan taşrada oturan bazı kişiler sık sık vergi ödemek zorunluğunda kalmışlar, bundan kurtulmak için de gelip İstanbul’a yerleşmişlerdi. Bu yüzden İstanbul'da yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, taşra eyaletlerinin durumu daha çok kötüleşmiş, pekçok şehir harap olmuş, vergileri ödemekte halk büyük zorluk çekmiştir. Barışın yapılması ve savaşların tamamen bertaraf olması sebebiyle, artık şeri'at hükümlerine aykırı ve fermansız olarak toplanmakta olan tekâlif-i şakkanın bütün halkın üzerinden kalkması, zulüm ile kimsenin rahatsız edilmemesi, herkesin kazancı, işi ile uğraşması istenmişti.

Anadolu ve Rumeli’nin üçer kollarına da yollanan 1740 tarihli bu “adalet - nâme-i hümayun” ile valiler, hâkimler, zabitler ve âyânlara bu bahsettiğimiz hususlar açıklanmış ve “bilâ-emr-i şerif” ev göçü olmaması, vilâyet işini görmek için gelenlerin arz ve mahzar ile gelseler dahi, toplu halde gelmeyip, bir-iki adam göndererek mümkün mertebe az kişinin gelmesi için tedbir alınması istenmişti. Bizzat kendi işlerini görmeye gelenlerin alaybeyi arzı, senedi, kadı’dan i'lâmları, yani iş için geldiklerini gösterir belgelerle gelmeleri bildirilmişti. İstanbul’a zahire ve eşya getiren tüccarlara ise her türlü kolaylık gösterilecekti. Bu tedbirler alındığı takdirde taşranın bayındır olacağı. İstanbulun da nüfusunun artmayacağı umuluyordu. Her adalet fermanında tekrarlandığı üzere, bunda da kadı, naip, yeniçeri serdarları, mütesellimler, voyvodalar, mukataa ve vakıf zabitleri, kethüda yerleri ve âyân bu emirlerin aksine hareket ederse veya karşı gelirse haklarında gereken ceza verilecekti[1].

Bu adalet fermanı yazılmadan önce yapılan (1736-1739) Avusturya ve Rusya savaşları ile bundan önce yapılan İran savaşları Osmanlı ülkesini maddî yönden büyük sıkıntılara sokmuştu. Fermanda da belirtildiği üzere halk sık sık vergi vermek zorunda kalmıştı. Savaş sıralarında tekâlif-i şakka türünden vergiler daha çok alınır olmuştu. Devlet bunu o zamanlar için uygun karşılamış, ama sulh zamanında sert tedbirler koymaktan da geri kalmamıştır. Gene savaş sebebiyle halkın sık sık vergi ödeyerek fakir düştüğü, İstanbul’da nüfus çokluğunun önlenmesi gerektiği üzerinde durularak, taşradan olacak göçler için o zaman geçerli olabilecek tedbirlerin alınması ile ev göçleri ve uygunsuz olarak toplanan tekâlif-i şakka türünden vergileri müsamaha ile karşılar vaziyette yazılmış ve savaşdan hemen sonra bunların önünün alınması için herhalde bu adalet fermanının yazılması zorunluluğu duyulmuştu.

1764 yılının Ocak ayının sonlarında Anadolu’nun orta koluna yazılan adalet fermanında, eşkıyaların zulmünün ve göçlerin önlenmesi konuları üzerinde durulmaktadır. Halkın korunması, levendlerin köy köy gezmemeleri, çeşitli bahanelerle halka zulüm olunmaması, vezirler ve beylerbeylerinin hazeriyeler ve haslarına ve diğer gelirlerine kanaat etmeleri ve bu gelirlerle daireleri halkını düzenlemeleri, bu konuda kusur edilmemesi istenmektedir. Eskiye göre zulümün kalkmış olması sebebiyle ziraat ve tarımı bırakıp, yerini-yurdunu terketmiş olan reayanın artık vatanlarına geri dönüp, ziraatle uğraşmaları gerekirken, bir müddettenberi kasabalar ve köylerde olan halkın da bir bahane bularak yurdlarını terkedip, İstanbul’a ve diğer yerlere gelmelerinden yakınılmaktadır. Bu yüzden araziler ziraatten yoksun olduğu gibi, geride kalan halka yüklenen vergi mikdarı da artmıştır. Geride kalanlar bunu ödeyemez hale geldiklerinden vatanlarını bırakıp, kiminin İstanbul’a ve kiminin diğer yerlere gittiğinin yakinen bilindiği açıklanmakta, zulümlerin toptan kalkması gerektiği, bunun için çeşitli tarihlerde çıkarılan “tenbihat-ı hümâyun” a uyulmadığından söz edilmektedir. Bundan sonra herkes kasabasından, köyünden kalkıp, diğer yerlere gelirse, eski yerlerine nakil ve iskân olunacakları, bundan böyle İstanbul ve diğer yerlere ev göçünün olmaması, kazanın kaza ahalilerinden kimseyi dışarıya bırakmamaları için “nezr”e bağlanmaları ve birbirlerine kefil olmaları ve “hüccet-i şer'iye” düzenlenip bunun Baş Muhasebeye kayd olunmak için İstanbul’a gönderilmesi bir tedbir olarak görülmüştü. Yerini terkedenler eski yerlerine gönderilecekler, her kaza halkı gücüne göre “nezr”e bağlanacak, birbirlerine kefil olacaklar ve böylece de memleketin düzeni sağlanacaktı[1].

b) Levend, Eşkıya Sorunu İle İlgili Adalet-nâmeler :

Göçlerin en önemli sebebi halkın emniyetinin olmayışı, eşkıyalardan kendilerini kurtaracak kuvvetli bir elin bulunmayışı idi. Bunu anlayan devlet eşkıyalığın ve levendliğin önlenmesi için sık sık adalet-nâmeler yayınlamıştı.

1740 senesinin kasım başlarında gene sağ koldaki görevlilere, eşkıyalık ile ilgili hususları kapsadığından, özellikle il erlerini hedef tutan bir adalet fermanı yazılmıştı. Bundan uzun süren seferler sebebiyle Osmanlı topraklarında yaşıyan vilâyet âyânı ve vilâyetin ileri gelenlerinin sefere yardımları sebebiyle sıkıntı içinde kaldıkları açıklanmaktadır. Seferler son bulduğundan artık sükûn ve rahatlığın tekrar geri gelmesi, zulmün önlenmesi için “adalet-nâme-i hümayun” çıkarıldığı söylenmektedir. Bu adalet fermanı kapısız levendleri konu edinmektedir. Özellikle, savaş bittikten sonra levendlerin bir kısmı ihtiyaç fazla olmadığı için serbest bırakılır, yani kapıdan çıkarılırlardı. Ferman, bu sıralarda kapılardan ayrılan bazı “başıboş levendât ve hademe”lerin herbirinin başka bir yere gittiklerini, yahut eski yerlerine gidip kâr ve kazançlarıyla meşgul olmayıp, serserilik, eşkıyalık yoluna saptıkları, halka zarar verdikleri duyulduğundan, bu şekilde gezenlerin yakalanması, bunların reayaya zarar vermelerinin önüne geçilmesini istemektedir. Eğer bu kapısız levendler bir yerde toplu halde bulunuyorlarsa, üzerlerine hâkimler, zabitler, savaşa yarar ileri gelen kuvvetli kişilerin birleşip yürümeleri icap etmekteydi. Eğer herhangi bir kişiye mal edinmek amaciyle kötü muamele yapılırsa, bu alınan mal veya para hâkimlerin, zabitlerin, âyânların mallarından zorla geri alındıkdan başka, bu şekilde gevşeklik veya itaatsizlik gösterenler ağır cezalara çarptırılacaklardı[1].

1740 tarihini taşıyan bu adalet fermanı savaşlardan sonra sayıları çok artmış bulunan kapısız levendlerin yakalanmaları, mal edinmek amaciyle kimsenin bu kişilerle anlaşıp yolsuz hareketlere girişmemesini konu aldığına göre, bu sıralarda böylesi hareketler çok yaygın olmalı ki, merkezden yani İstanbul’dan bunları önlemek için teşebbüse geçilmek zorunda kalınmıştır.

1743 senesinin Eylül ayının ortalarında sadrazam çuhadarı İbrahim Ağa eliyle gelen adalet-nâme sağ koldaki görevlilerin eşkıyaları yakalamalarını emretmektedir[2]. Daha etraflıca yazılan bir diğer adalet fermanı da, 1745 Temmuz ayının başlarında sol koldaki kadılar, naipler, mütesellimler, kethüda yerleri, yeniçeri serdarları, has ve vakıf zabitleri, aşiret ve kabilelerinin boy beyleri, vilâyet ileri gelenleri “âyân-ı vilâyet,” iş erleri, kaza ve nahiye, köy kethüdalarına hitap etmekte, özellikle eşkıyaların ortadan kaldırılmasını, yolcuların rahat etmesini, böylece herkesin işi ve gücüyle uğraşmasını hedef tutmaktadır[4].

Boş kalan kişiler (çiftini çubuğunu bırakmış olan levendler) ya bir kapıya girerler yahut “mîrî levendât tahrîrine me’mûr” olanların bayraklarına katılıp sefere giderlerse bu başıboş, serseri gurubu ortadan kalkacaktı. Fakat, bu mümkün olmadı. Adalet fermanında da belirtildiği üzere başıboş levend, haram-zade adları ile dolaşan eşkıyanın pek çoğunun başlarının kesilerek İstanbul’a gönderilmeleri gerekli iken, görevliler işe sıkı sarılmadıklarından başıboş levend eşkıyası ortalığı boş bulup eşkıyalık yapmış, sefere katılmamış, bölük- bölük serseri güruhu halinde sağda-solda dolaşmaya başlamışlardı. Adalet fermanında, bunlar eyâlet ve kazalardaki hangi kasaba, köy ve diğer yerlere inerlerse ve her nerede görülürlerse, fırsat ve zaman bırakmaksızın birlikte üzerlerine yürünüp, öldürülmeleri, yanlarında bulunan at, kilim, mal ve eşyalarının alınması, başlarının kesilerek İstanbul’a götürülmesi istenmekte, her zaman olduğu gibi reayâ’nın korunması üzerinde durulmaktadır.

1746 senesinin Ocak ayının sonlarında yazılan adalet fermanında eşkıyaların cezalandırılması ile ilgili aynı hususlar mevcuttur. Üsküdar’dan Anadolu’nun sağ ve soluyla, orta kolunun sonuna kadar olan yerlerdeki görevliler ile il erleri bu konuda görevlendirmektedir. Umumiyetle eşkıyaların cezalandırılmaları bahar mevsiminde “nevrûz”da başlamaktadır. Eşkıyalar bu mevsimde köşelerinden, yani gizlenmiş oldukları yerlerinden çıkmakta, yolculara, vilâyet halkına zulüm yapmakta, çeşitli soygunlarla geçtikleri yerlerde derin izler bırakmaktaydılar. Bu fermanda da, eşkıyaların ele geçirilmesinde ihmâl olunmaması, hangi hududda zarara sebep olmuşlar ise, o hududa dahil yerlerdeki hâkimler, zabitler, ve âyân zümresine bu zararın ödetileceği, mukataa sahiplerinin de mukataalarının ellerinden alınacağı, bununla da kalınmayarak muhakkak haklarından gelineceği yolunda tehdit ve korkutma yoluyla eşkıyanın ele geçirilebileceği umuluyordu. Bütün bunlara, bunca tedbire rağmen, başıboş gezen kapısız levend eşkıyalarının çoğu kez yakalanmadığı ve Anadoluyu bir karışıklık içine soktukları bilinen bir gerçektir.

1740 ile 1747 arasında eşkıyaların, özellikle kapısız eşkıyaların yakalanmalarını hedef tutan adalet fermanları, İran ve Avusturya savaşlarından sonra sayısı çok artan ve Anadolu’nun her tarafında karışıklık yaratan bu kişilerin ortadan kalkmasını temin edememiştir.

1747 Martında, Anadolu Valisi Süleyman Paşa’nın yazdığı adalet buyruldusu eşkıyaların yakalanması ile ilgilidir. Süleyman Paşa, Ankara Mutasarrıfına, sancakdaki kadılar ve naiplere, zabitler, âyân ve iş erlerine, Anadolu eyaletinin kendisine verildiğini, bu buyrulduya göre, herkesin birleşerek, ortaya çıkan yaramaz ve haram-zade eşkıyasının eziyet ve zorbalıklarından halkın korunmasını, bunun için özellikle bütün zabitlerin ve âyânın (ileri gelen yerli ailelerin) birleşerek eşkıyaları yakalayıp cezalandırmaları için “divân-ı Anadolu’ca gönderilmelerini istemiştir. Gene, Kütahya Valisinin buyruldusunda da belirtildiği üzere, valilerin geçmiş oldukları kasabalar ve köylerde kurban, bayrak, çavuş ve daha başka adlarla para toplamamaları üzerinde durulmaktadır[1].

1748 Martının başlarında, arpalık olarak kendisine Ankara Sancağının Mutasarrıflığı verilen Seyyid Halil Paşa’ya, kazalardaki kadılara, kethüda yerlerine, yeniçeri serdarlarına, malikâne mutasarrıflarına, voyvodalara, has ve vâkıf zabitlerine, savaşmağa yarar il erlerine, vilâyet ileri gelenlerine, iş erlerine yazılan adalet fermanının edindiği konu eşkıya tedibi ile ilgilidir[2]. Bu adalet fermanında da devlet görevlilerinin birleşerek eşkıyanın yakalanmasında, cezalarının verilmesinde birbirlerine yardım etmeleri üzerinde duruluyor. Fakat, bu bahane ile eşkıyalıkla ilgisi olmayanlara hücum edilmemesi, reâya’ya boşuna vergiler yüklenmemesi gibi işlemlere kalkılmaması üzerinde de durulmaktadır. Eşkıyanın yakalanmasında gevşek davrananlara verilecek cezaların türleri de bu adalet fermanında mevcuttur[3].

29 Eylül 1748’de Kütahya Valisi Çelik Mehmed Paşa’nın Sögüd, Yarhisar, Lefke, Torbalı, Taraklı, Gölbazarı, Bazarcık kadılarına, voyvodalarına, kethüda yerlerine yeniçeri serdarlarına, vilâyet ileri gelenleri ve iş erlerine hitaben yazdığı “adalet buyruldusunda” eşkıyalar ile ilgili hususlar üzerinde durulmaktadır. Buyruldu da, kasaba ve köylerde, başıboş, senedsiz gelip-geçen eşkıyaların, levendlerin ve haram-zadelerin bulunduğu haber alındığı, bunların birleşilerek üzerlerine gidilmesi, gereği gibi araştırılarak ölü veya diri yakalanıp “Divân-ı Anadolu’ya” getirilmesi, bu konuda bahaneler ileri sürülmemesi, bu buyruldunun da kadı defterlerine geçirilmesi bildirilmekteydi[4].

Anadolu eyaletlerine tayin olan şahıslar, görevlerine tayin oldukları anda ve daha sonraki tarihlerde, bölgeleri olan yerlerdeki halkın düzeni, refahı, yapılacak işlerin kanun ve düzen içerisinde yürümesi için adalet buyruldularını zaman zaman yayınlamışlardır. Bunların kendilerine yazılan adalet fermanları gereğine göre düzenlemekteydiler. XVIII. yüzyılın ilk yarısına ait olmak üzere, özellikle eşkıya yakalanması ile ilgili olan bu buyruldulardan birkaç tanesini daha önce mevzuubahis etmiştik. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında da bu tip adalet buyrulduları mevcuttur. 24 Ocak 1764’de Saruhan Sancağına dahil olan yerlerdeki reaya ve memlekete zarar veren eşkiya ve haram-zadelerin ortadan kaldırılması, Anadolu Valisinin kaymakamı olan Seyyid Abbas’m Saruhan’da mevcut kazalardaki görevlilere hitaben yazdığı buyrultu bunlara bir örnektir[1].

1768 Martının sonlarında Anadolu’nun orta koluna yazılan adalet-nâme de genel olarak eşkıyalık hareketleri ile ilgilidir. Tabiî ki, diğer yazılarda okluğu gibi, en başta halkın refahına çalışılmasına değinilmektedir. Sonra, şehir ve köylerde haksız yolla mal kazanmak sevdasında olanların “hilâf-ı inha” İstanbul’a, vali ve hâkimler taraflarına şikâyetlerde bulunduklarını, bunların davalarını tetkik için bazen İstanbul’dan ve bazen de valiler, hâkimler tarafından mübaşir tayin edilip yollandığında, duruşmada, kandilerine hasım olan kimsenin haklı olduğu şer’an ortaya çıktığı ve gerçekleştiği görülmektedir. Bundan sonra, duruşmadan sonra suçsuzluğu anlaşılanlardan mübaşiriye alınmaması öneriliyor. Ayrıca, bu gibi davalarda kadıların kendileri için de bir miktar para aldıkları ve böylece davalının zararının arttığının da anlaşıldığı açıklanmaktadır. Ferman bu arada eşkıyalığın önlenmesi konusunda da uzun uzadıya durmaktadır[2].

1774 Eylülü sonlarında yazılan ve Anadolu Beylerbeyini hedef tutan ve adalet konularını içine alan “emr-i âlî”ise eşkıyanın ortadan kaldırılması konusunda durmaktadır. Eskiden olduğu gibi, eşkıyanın ortaya çıkmasının sebebi olarak “sefer-i hümâyûn” gösterilmiştir. Sefer sebebiyle Anadolu’da vezirler, beylerbeyleri, zabitler bulunamamakta, yani Anadolu eşkıyanın ortaya çıkması için müsait bir durum arzetmekteydi. Anlaşıldığına göre, Anadolu’da eşkıyanın çeşitli yerlerdeki zararları devam etmekte ve valiler bunu zaman zaman kendileri için bîr kâr yolu olarak düşünmekte ve kazanç temin etmek için bunlarla anlaşma yollarına başvurmaktaydılar. Bunların yakalanarak halkın huzurunun geriye iadesi arzu edilmekte ve bu tîp hareketlere baş vurulmaması için gereken uyarmalarda bulunulmaktadır[3].

1775 senesinin aralık ayının sonlarında Anadolu Valisi, Kütahya Kadısı ve diğer görevlilere hitap eden adalet fermanında, gene eşkıyalıklarla ilgili pekçok olay konu edilmektedir. Arka arkaya eşkıyalıklarla ilğili adalet fermanlarının sıralanması bize Anadolu’da eşkıyaların yapmış olduğu hasar hakkında geniş bilgiyi verebilir sanırız. Devrin diliyle, yaramaz, haram-zade, haydut, kutta‘-i tarik diye adlandırılan başıboş levendlerin, ziraat ve kâr ve kazancı ile uğraşan halka verdikleri zarar çok büyüktü ve halkı tedirgin ediyordu. Bu kapısız levendlerin, Anadolu yakasında, Kütahya, Karaman, Adana, Sivas, Maraş, Erzurum eyaletlerinde ve çeşitli yerlerinde üç-beşyüz kişi toplayıp, etrafda bulunan reayanın mallarını zaptedip, kendi adlarına geçirdikleri, kervan ve yolcuların yollarını kesip, mal ve eşyalarını yağmaları, adam öldürmeleri, kan dökmeleri, namusa tecavüz etmeleri olağan olaylar olmuştu. Bunların ortadan kaldırılması için karar verilmiş, Şeyhülislamdan da fetva alınmış, fakat, levend zümresinden Rakka, Diyarbakır, Musul, Şehrizur, Anadolu, Sivas, Maraş, Karaman, Adana, Trabzon, Halep valilerinin, Malatya Mutasarrıfının, Bozok Voyvodasının kethüdası maiyetiyle Bağdat tarafına gidenler ve bu sefer sırasında vezirler ve beylerbeylerinin kapılarına sığınan şakilerden, tövbe edenlerden, ellerinde vezirler ve beylerbeylerinin tarihi üzerinde yazılı buyruldu ve senedi olanlardan başkaları, nerede serseri olarak dolaşırlarsa yakalanıp cezalandırılacaklardı[1]. Vali ve mutasarrıflar, âyân ve zabitler, etrafda olan diğer görevlilerden yardım istenir yahut haber gönderilir ise, yardım edecekler ve derhal eşkıyanın üzerine varılmakta hiç tereddüt gösterilmeyecekti[2].

1776 senesinin Ocak ayının sonlarında Anadolu Valisi Ali Paşa- başta olmak üzere, eyâlet içindeki sancak mutasarrıfları, Kütahya kadısı, kazaların diğer kadıları, naipleri, mütesellimler, voyvodalar, kethüda yerleri, yeniçeri serdarları, vilâyet ileri gelenleri, zabitler ve iş erlerine hitap eden ferman ise, Anadolu’nun durumunu ortaya koyan pekçok bilgiyi ihtiva etmektedir[3].

Anadolu’nun düzeni için çıkarılan “ahkâm-ı şerîf”lere uyulmadığı, eşkıyanın çeşitli zulümlerinden halkı korumak için pekçok adalet fermanının çıkarılarak memleketin düzeninin eskisi gibi korunmasına çalışıldığını izah eden fermanda, özellikle, kapısız eşkıyasının durumu ele alınıyor: Levendler bağlı oldukları kapılarda tayin edilen tayinat ve ulûfelerine kanaat etmemekde, yol kesmek, fukaraya zarar vermek, zulüm yapmağı âdet edinmekteydiler. Artık, güvenilir, sadık bölükbaşıların ve levendlerin bulunmadığı, Adana, Erzurum, Kütahya, Karaman, Sivas, Maraş, Aydın ve buralara yakın eyalet ve sancakların sağ ve solundaki aşiret ve kabile türkleri ve diğer vergi veren kişiler ve çiftlik halkının hisselerini ödemeyip bir at bulup, levendlik yoluna koyuldukları görülüyor. Bu kişiler, vezirlerin, beylerbeylerinin kapılarına gelip, baş ağa, bölükbaşı adına kayıt olmaktadırlar. Bölükbaşılar, baş ağalar ise, ayak takımı, yol ve erkân bilmez değersiz kişiler olduklarından bunları kabul etmektedirler. Böylece, üçyüz-beşyüzbin kişilik topluluklar halinde yol kesmek, adam öldürmek, zorla mal zaptetmek, namus bozmak, memlekette karışıklık yaratmak gibi kötülükleri âdet edindiklerinden, eyâlet ve sancak mutasarrıfları, mütesellinden ve voyvodalardan çıkarı olanlar, kapılarında baş ağa, bölükbaşılar ve neferleri beslemekte ve dolayısiyle karışıklıkların çıkmasında rol oynayan önemli sebeplerinden birinin başlıca âmili olmaktaydılar[1]. Levendlerin kabileler, aşiretler, kazalarda akraba ve yakınları olduğundan hizmet ettikleri vezirler, beylerbeyiler, mütesellimler, voyvodalar yerlerinden hareket etmeden, bu tanıdık eşkıyaya el altından haberler göndermekte, eşkıyaların üzerlerine varıldığı anda bile bunlarla çarpışmaktan kaçınmakta belki onlara yardım ile ele geçmelerine engel olduklarından başka, ekseriya, ufak bahanelerle yerlerini terkedip eşkıyaların ve erbaşlarının yanında toplanıp memleketin harap olmasına sebep teşkil eylemekteydiler.

Kasabalar, köyler, aşiret ve kabilelerin halkından bazı açgözlü fesatçı kişiler, kapısız levendlerin zorla yağma eylediği hayvanları, eşya ve malları gizlice kendilerinden satın almakta, satamadıkları şeylerin çoğunu kapılardaki baş ağalara verip, baş ağalar da bunları kendileri aldıkdan başka, ayrıca ulûfe ve bahşişlerini alarak sefere gittiklerinde işe yaramayıp, düşmanla karşılaştıklarında yüz çevirip, kaçmaktaydılar[2].

7 Mart 1776’da Ali Paşa’ya yazılan adalet fermanı gene levend hareketlerini konu yapmaktadır. Kaldırılmaları fetva ve fermanla kararlaştırılan vezirlerin, sancak beylerinin kapılarındaki levendlerin yerine, delil, gönüllü, tüfenkcinin düzenlendiği bunların başına sadık delil başı ve tüfekçi başı gerektiği, fakat bazı önemli işlere ve diğer hususlara memur olanların indikleri kasabalar ve köylerde kahveci, çavuş, bayrak, kurban, oğlan ve uşak akçesi adiyle zayıf ve fakir kişilerden ücret istenmeyip memleketin harap edilmemesine, kendi durumuyla ve dürüstlüğüyle belli olan bir delil başı ve tüfekçi başının aranması hususları üzerinde durulmaktadır[1]. Böylece, Anadolu eyaletinde mevcut olan levendlerin ve tüfenkçi başı ile delil başıların konu ettiğimiz suiistimallerinin önü alınmak isteniyor.

Eskidenberi tekâlif-i şakkaların toplanmaya devam ettiğini ve devam etmekte olduğunu 1777 Nisanında Karaman Valisine, Konya Kadısına, Kayseri Naibine ve diğer görevlilere gönderilen fermandan anlamak mümkündür. Kayseri halkının İstanbul’a gönderdikleri dilekçelerinde Karaman valilerine, kazalarından eskidenberi düzenlenen imdad-ı seferiye ve imdad-ı hazeriyeleri ödedikleri halde, valiler tarafından teftiş adıyla fermansız bölük ve mübaşir gönderilerek zulüm yapılmaması için 1152 (1739-1740)’da “emr-i şerif” gönderildiği halde, valilerin bunlara uymadığı, bölükbaşılar üç-dört yüz eşkıya toplayıp teftiş adı ve hazeriye toplamak bahanesiyle Kayseri’ye bağlı İç Köyüne gelip birçok zulümler yapıldığını yazmaktaydılar. Durumu tahkik eden mübaşirler olayların doğru olduğunu bildirmişlerdir. 1751 Ocağında daha geniş olarak yazılan fermanda, eyalet ve sancak mutasarrıfları kendilerine ayrılan seferiye ve hazeriye ve belirli haslara iltifat etmeyerek, etrafa buyruldular yazarak mübaşirler yollayıp, ahaliden “zahire baha ve kudumiye ve mübaşiriye” ve diğer adlarla pekçok para aldığı ve zulüm yaptıkları açıklanıyor. Ayanlar da halka zulüm yapmakdan geri kalmamaktaydılar. Adaleti kapsayan 1775 Nisan tarihli, Rumeli ve Anadolu’nun üç kolundaki eyalet ve sancak mutasarrıflarına hitaben bir fermanın yazıldığı belirtildikden sonra, Kayseri halkının Karaman valilerine fermanla belirtilen vergilerin dışında başka vergi ödenmemesi söyleniyor. Fakat köy köy gezen, her köye bir sürü levendle gelen bölükbaşılar konak harcı, kurban, baha ve daha başka paralar toplayarak halka zarar verdiklerini öğreniyoruz. 1776 senesinin aralık ayının başlarında ise, aynı hususlar tekrarlanmakta, belli olan hazeriyenin “ma'rifet-i şer’” ile memleket âyâm tarafından valiye teslimi, o da aldığına dair sened vermesi, kimseye zarar vermeyecek tarzda vergiler toplanması, adalet-nâmenin dışına çıkılmaması üzerinde dikkatle durulmaktadır[1].

Bu verdiğimiz bilgilerden de anlaşıldığı üzere, halk levendliği kolay bir yol olduğu için tercih eder olmuştur. Eski göçtükleri yerlerde bulunan akrabaları ve tanıdıkları da kendilerine soygunlarda yardımcı olmaktadırlar. Çıkarları olan devlet görevlileri, vilâyet âyâm yani ileri gelen yerli aileler de bu levend kalabalığından istifade etmek istiyor, bu da levendliğin daha çabuk gelişmesini temin etmektedir.

1777 senesinin Kasım ayının sonlarında Üsküdar’dan Anadolu’nun orta kolunun sağ ve soluyla, sonuna kadar olan yerlerdeki görevlilere hitap eden adalet fermanında, Anadolu taraflarından Bolu ve Kastamonu ile diğer sancaklardan İstanbul’a olan göçlerin sebepleri ve ev göçlerine sebep olanlara verilecek cevapları izah etmektedir[2].

Bu adalet fermanı da diğerleri gibi Anadoluda adaleti ve halkın rahatının teessüs etmesini hedef tutmaktadır. Vali, kadı, zabit olarak tayin edilen kimselerin görevleri halkı korumak olduğu halde bunlara riayet edilmemiştir.

İki sene önce, yani 1775 de Anadolu’nun ve Rumeli’nin her üç koluna yazılan “ahkâm-ı celîlede” bundan sonra vezirlerden, beyler-beylerinden, mütesellimlerden, voyvodalardan, âyânlardan ve zabitlerden herhangi birisi, korunamayacak kadar zayıf kişilere kanun dışında zulüm ederse, aman vermeden haklarından gelinecek ve herkes sahip olduğu eyalet ve sancak ve kazaların bayındırlığını gerektirecek dikkati göstereceklerdi. Zulüm yaptığı öğrenilen vezirlerden birkaç tanesinin tuğ ve sancakları kaldırıldığı söylendiği gibi, âyân olanlardan zulümleri bilinenlerin de cezalandırılacağı, zabitler için de ayni şekilde cezaî işlemin yapılacağı duyrulmuştu. Nevarki, ev göçleri devam etmiş, vatanlarını terk edenlere göç sebebi sorulduğunda, zulümden dolayı yerlerini terkettikleri öğrenildiğinden ilk anda herkese, her yere tekrar “evâmir-i aliyye” yazılmıştı. Sonra her tarafa gizlice casuslar yollanmış ve gizlice memleketin durumu sorulmuş, halka zulüm edenler, kim olurlarsa olsun, halka ibret olsun diye cezalandırılma yoluna gidileceği duyrulmuştu. Eğer bu kişiler, vezir yahud beylerbeyi iseler, derhal vezirlikleri ve beylerbeylikleri, diğer zabitlerden ve âyândan iseler dirlik ve geçim kaynakları kaldırılacak, bununla da kalınmayarak vakit geçirilmeden cezaları tertip olunacaktı[1].

1777 tarihinde yazılan bu ferman Anadolu’nun diğer sancak ve kazalarına da yollandığı için, aynı fermanın diğer suretlerinin Kayseri ve Sivas’a da gönderildiğini, Afyon, Kayseri ve Sivas sicillerinin karşılaştırılması sonunda tespit etmiş bulunuyoruz. Yalnız, bu adalet fermanının, suretlerdeki yazılış tarihleri aynı olmasına karşılık, İstanbul’a şehirlerin yakınlığı, uzaklığı sebebiyle, çeşitli tarihlerde sancak ve kazalara varması yüzünden, şehirlere varış ve sicillere işlenmiş tarihleri başka başkadır[2].

DEVLET GÖREVLİLERİNİN ÇEŞİTLİ SUİSTİMALLERİ İLE İLGİLİ ADALET-NÂMELER

Ehl-i örf ve ehl-i şer’ mensuplarının yaptıkları çeşitli suistimaller ve zulümlerden dolayı reaya yerini-yurdunu terketmekte ve İstanbul’a, bu zülümler ile ilgili olarak pekçok dilekçe yollanmaktaydı. Reâyayı ençok yıldıran ehl-i örf zümresinin sık sık tekâlif-i şakka toplamaya çıkması, imdad-ı seferiye ve imdad-ı hazeriyeyi gerekenden daha çok toplar olmasıydı. Bunlardan başka, ehl-i şer’ mensubu şahıslar ile ehl-i örfe ait kişilerin, aralarında anlaşarak yaptıkları suistimaller de devletin gözünden kaçmaktaydı. Bunları önlemek için pekçok adalet- nâme yazılmış ve devlet görevlilerine bu tip hareketlere tevessül etmemeleri duyrulmuştu.

1714 Eylülünün ortalarında Anadolu’nun sol kolundaki görevlilere yazılan adalet fermanı, ehl-i örf suistimallerini ortaya koymaktadır. Fermanda, Osmanlı ülkesinin her tarafındaki halkın, bu neşredilen fermânda sözü edilen adalet ilkelerinin ışığı altında gözetilerek korunmaları isteniliyor. Bundan böyle, vezirler, beylerbeyleri, sancak beyleri, mütesellimler, has voyvodaları ve ehl-i örfe mensup diğer devlet memurları tarafından halkın hile yolu ile aldatılmaması, kaftan baha, zahire baha, nal baha, diğer zulüm ve bahanelerle kanun dışı vergiler yükleyerek, halkı rahatsız ettiklerinin öğrenildiği, Padişahın bu tip hareketlere “rızâ-yı hümayunu” olmadığı açıklanmaktaydı[1]. Bu tip hareket edenler şiddetle cezalandırılacaklardı.

Anadolu’daki sipah-silahdar ile bölükân-ı erba yâni, “sağ garipler, sol garipler, sağ ulûfeciler, sol ulûfecilere” ait neferlerden “eşkinci ve müteakidin ve kul oğullarından” birinin yakalanıp, getirilmesi gerektiğinde eski kanuna göre, yerlerindeki zabitleri olan kethüda yerleri bunu yapmakla görevli iken, kadılar, naipler, mütesellimler, voyvodalar, subaşılar tarafından zabitlerinin haberi olmadan bunlar yakalanıp hapsedilmeye başlanmışlardı. Bu durum, sipah ve silahdar ocakları zabiti tarafından şikâyet olunmuştu. Bunun üzerine, 1722 Aralıkı ortalarında, Anadolu’nun sağ koluna yazılan adalet fermanında, eski kanunlarda olduğu üzere, bunların, zabitleri olan kethüda yerleri vasıtasıyla yakalanıp, hapsedilmeleri, dışarıdan kanunsuz olarak kimsenin karışmaması konu edilmekteydi[2].

1740 Haziranı başlarında yazılan adalet fermanında valilerin ve görevlilerin suistimalinden bahsetmektedir. Valiler az önce bahsettiğimiz suistimalleri yapmaktadırlar. Valiler az önce bahsettiğimiz tekâlif-i şakka türünden vergileri toplamaktaydılar.

Kadılar ve naipler hüccet-i şer'iyeden verdikleri arzlar ve sicillere kaydolunan davalardan ve diğer işlerden, idare memurları, muhassıllar, has ve vakıf zabitleri, mütevelliler, câbîler, zeamet ve timar mütevellileri ellerine verilen beratlar ve “defatir-i hakaniye ve evamir-i aliyyede” bildirilenden fazla kolcu, yazıcı akçesi, sarrafiye, akçe başı, bedava yem-yiyecek ve diğer zulümlerle reâyadan akçe almaktaydılar. Adalet fermanı bu tip suistimalleri önlemek amacını gütmekteydi. Kethüda yerleri, yeniçeri serdarları ve vilâyet ileri gelenleri de buyruldularda istenilen verginin dağıtımı ve toplanmasında, herkesin tahammülüne göre, “ma'rifet-i şer‘” ile “tevzi'-i defter” edip, tekâlif-i şakka yüklemeyecekler, kendileri ve kadılar ve naiplerin çıkarları için çalışmayacaklardı.

Seferler sebebiyle bu hususlara dikkat olunamamış, fakat, savaş sona erdiğinden bahsi edilen bu hususlara devlet yükümlülerinin artık riayet etmeleri tenbih olunmuştu[3].

XVIII. yüzyılın ilk yarısında gördüğümüz, ehl-i şer' ve ehl-i örf mensuplarının yapmış oldukları yolsuz ve usulsüz hareketler ve soygunların daha sonra yayınlanan adalet-nâmelerde dc devam ettiğini görmekteyiz. Bu hareket tarzı, ehl-i şer' ve ehl-i örf mensuplarına kazanç temin ettiği gibi, şehir içerisinde olan yerli ailelere de kazanç sağlamaktaydı ki, bunun nasıl olduğu izah olunacaktır.

1740’dan sonra, Anadolu’dan tekâlif-i şakka’nın kalkması ve paşaların birçok usulsüz hareketlerini önlemek için, paşalara hitaben pekçok adalet fermanı ve adalet fermanlarının dışında diğer münferit fermanların yazılmasına devam olunmuştur. Bazı paşalar samimî olarak tekâlif-i şakka’nın toplanmamasını istemekte olduklarından yahut öyle görünmek icap ettiğinden “adalet buyruldular?’ yazmak suretiyle “tekâlif-i şakka”nın toplanmamasını eyaletlerine bağlı olan yerlere yazmışlardır. Örneğin, 28 Mart 1746’da Kütahya Valisinin Kütahya’dan Sivas’a kadar olan yerlerdeki valilere yazdığı “adalet buyruldusu”nda bayrak, kurban, çavuş, gel-geç akçesi adiyle akçe alınmaması, toplanacak zahirelerin satın alınarak toplanması, bu hususun halka bildirilmesi istenmişti[1]. Zahirelerin böyle satın alınarak toplanması ile bu konuda yapılan suistimalin önü alınmak istenmekteydi.

1742 Nisan sonlarında yazılan “adalet-nâme-i hümâyûn”da Anadolunun orta kolunun sonuna kadar olan yerlerdeki beylerbeyleri, kadılar, naipler, menzil mübaşirleri, mütesellimler, voyvodalar, zabitler ve vilâyet ileri gelenlerine hitap olunmaktadır. Bu fermanda, vilâyet valilerine tayin olunan imdâd-ı seferiyye ve imdad-ı hazeriyelerin toplanması, bunun dışında tekâlif-i şakka toplanmaması üzerinde durulmuştur. Bundan sonra menziller konusuna geçilmektedir. Menziller de maliye tarafından tertip olunan düzen gereğince ve menzil mübaşirleri tarafından, her kazanın güzelce düzene bağlanması, fakat, bu sebeple hazeriye adiyle akçe ve para alınmaması, halka hiçbir şekilde zarar verilmemesi ferman olunmuştu[2]. Bunların dışına çıkılırsa, valiler ve askerler tarafından bir kimsenin bedava yem ve yiyecek aldığı duyulursa, o kazanın hâkimleri, zabitleri ve âyânının cezalandırılacağı[3] ve böylece kazaların düzenlerinin sağlanacağı umuluyordu. Fakat, bunlara uyulmamıştır. İncelediğimiz yüzyıla ait belgelerden bu isteklere uyulmadığı açıkça görülmektedir.

Kayseri Kadısı Hacı Ahmed’e 1742 Haziranı ortalarında yazdan bir fermanda, Kayseri Kazasında ve köylerinde “ehl-i zimmet” reayasının İstanbul’a gönderdikleri dilekçelerinde Kayseri sancağı mutasarrıfları ve mütesellimlerinin Kayseri’ye geldiklerinde şeriat kanununa aykırı ve fermansız pekçok vergi topladıklarını yazdıklarını, oysa imdâd-ı seferiye ve hazeriyelerini ödediklerine göre başka vergi ödememeleri gerektiği, bunların adalet fermanında da belirtildiği, “adalet-nâme-i hümâyûn’un dışına çıkılmaması söylenmekteydi[1].

Kayseri Kadısına yazılan adalet-nâme’yi hümayuna göre hareket edilmesini[2] emreden fermanda bahis konusu olan hatt-ı hümayun, 1742 Mayısında yazılan ve bir sureti de Afyon’da bulunan belge olsa gerekdir. 1742 mayısında Anadolu’nun sağ kolundaki sancak beyleri, kadılar, naipler, mütesellimler, voyvodalar, kethüdayerleri, yeniçeri serdarları, zeamet ve tımar sahipleri, mirî mukata'a mültezimleri, has ve vakıf zabitleri, vakıf mütevellileri, câbîler, vilâyet ileri gelenlerine yazılan hatt-ı hümâyûnda bütün adalet fermanlarında görüldüğü üzere, re'ayanın korunması istenmekteydi. Valilerin İmdad-ı seferiye ve hazeriye ve haslarının mahsullerine kanaat ederek, devr, kaftan baha ve diğer şakka türüne dahil olan vergileri almamalarının üzerinde durulduktan sonra, kadıların hücec-i şer’iye (İslâm hukukuna göre düzenlenen senetler, vesikalar), arzlardan, çeşitli davalardan, harc-ı kitabet adiyle tayin olunandan fazla para almamaları konu edilmekteydi. Kadılara, ehl-i örfe tabi olarak fakir halka hiçbir şekilde zulüm yapmayacaklardı. Mukata'a voyvodaları, devletin has ve vakıflarında görevli zabitler, mütevelliler, câbîler, zeamet ve timar sahipleri de ellerine verilen beratlar, tapu-kadastro ile ilgili “defter-i hakanî” defterlerin suretleri ve fermanlarla toplanması belirtilenleri, kanun ve defter gereğince toplanması, yazıcı akçesi, sarrafiye, akçe başı ve bedava yem-yemek isteği ve diğer şekiller ile memleket halkından bir akçe alınmaması şöylendikden sonra, öşür ve kanunî vergileri defterden fazla istemeği yasaklandığı belirtiliyor. Bundan böyle, kethüdayeri, yeniçeri serdarları da “harc-ı hukuk” adiyle ve diğer zulümler ile bir ferdi rahatsız etmeyeceklerdi. Vilâyet âyânı denilen şehirlerin tanınmış ve zengin, sözü geçer kişileri de, “evamir-i aliyye ve irade” olan vergilerin dağıtılmasında, değişiklik ve ödeme işlemlerinde muamelelere uygun hareket edecek, herkesi gücüne göre “ma'rifet-i şer’” ile dağıtılmasına dikkat edeceklerdi. Bu ileri gelen kişiler, tahammüllerinden fazla olarak, kadılara ve naiplere menfeat temin etsin diye “tevzi' defteri”ne fazla bir şey yazmayacaklardı[1].

Vezirler ve beylerbeyleri gelirlerinin masraflarını karşılamağa yetmediklerini söyleyerek, bayraklarla köy köy gezip, bahaneler ile eskiye nazaran daha fazla zulme cesaret ettiklerinden, köylüler vatanlarını terk idip, herbiri bulundukları yerde olduklarından daha yaşanır yerlere gitmişler, bu arada geride kalan halk perişanlıklarını, yurdlarında durub, oturacak halleri kalmadığını İstanbul’a duyurmuştur. Bunların önünü almak için valiler ve hâkimlerin, dairelerinin halkını azaltmaları, bildirilenden fazla vergi toplayanlar kadı ve zabit iseler durumlarının İstanbul’a bildirilmesi, vezir iseler görevden alınmaları, beylerbeyleri iseler görevlerinin değiştirilmesi, kadı iseler “ceride-i kaza”dan isimlerinin kazınması gibi cezalar verileceği gibi, diğer memurlar ve vilâyet ileri gelenlerine de çeşitli cezalar verilecekti[2].

1742 tarihli bu adalet yazısında görüleceği üzere, bu tarihlerde de, bütün devlet görevlileri ve vilâyet ileri gelenleri çeşitli yolsuzluklara başvurmakta ve halkın perişan olmasına sebep olmaktaydılar, bu adalet-nâme ile bu tip hareketlerin önü alınmak istenmiştir.

Bu fermandan da anlaşılacağı üzere, vergilerin herkesin gücüne göre değil, vergileri dağıtanların kendi isteklerine göre vergi toplama işinin yapıldığı göze çarpıyor. Tabiî ki, burada vergi dağıtması yönünden vilâyet âyânı görevli olduğuna göre, bu kişilerin vergi dağıtımında âdil ölçüler içersinde hareket etmeleri gereklidir. Fakat, anlaşıldığına göre, bu böyle olmamıştır. Bunlar, kadılar ve naiplere de menfaat temin ederek re'âyadan fazla vergi toplar olmuşlardır. Bunun yanına, beylerbeyleri ve sancakbeylerinin de gelirlerinin kendilerine yetmediğini ileri sürerek, kanunsuz vergiler topladıkları ve diğer devlet görevlilerinin de bu tip hareketlere kalkıştıkları düşünülürse Anadolu’nun ve reâyanın perişanlığının sebepleri açıkça ortaya çıkar.

XIII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDAKİ SUİSTİMALLER, ÂYÂNLIK, MÜTEGALLİBELİK, MENZİL, MÜBAŞİR SORUNLARIYLA İLGİLİ ADALET-NÂMELER

1164 (1750-1751) senesinde yayınlanan bir diğer “adalet-nâme-i hümayun” suretinde[1], adalet-nâmelerin amacı ve istenilen hususların neler olduğu, İmparatorluğun hali açık açık ortaya konulmaktadır. Bu adalet fermanında bütün Osmanlı topraklarında yaşayan halkın yerlerinde-yurdlarında oturup, kendi kazançları ile uğraşıp, devlete hayırlı dualar etmeleri öneriliyor. Önceden verilen düzen gereğince, Paşaların alması kararlaştırılan, savaş sıralarında “imdad-ı seferiye”, sefersiz zamanlar da ise “imdâd-ı hazeriye”yi herkes adalet ölçüsü içerisinde verecektir. Eyalet ve sancak mutasarrıfları tarafından “devr”, kaftan baha, zahire baha, nal baha, öşr-i diyet ve diğer bahanelerle hiç bir şekilde para alınmayacaktır. Daha sonra mübaşir konusuna değiniliyor. Ferman ile mübaşir gönderilmesi, gerektiğinde davaya göre bir, yahut iki en fazla dört-beş kişiden fazla adam ile bir yere mübaşir gönderilmemesi ve giden mübaşirlerin de gittikleri yerlerde kimseden bedava yem-yiyecek almayıp, davaya taraf tutmadan halletmeleri, bir kazadan bir kazaya adam çağırılmaması hususları mübaşirlere tenbih olunmaktadır. Eğer bunun tersine hareket olunur ise o mübaşirin hakkından gelineceği de hatırlatılıyor.

Kadılar ve naiplerin yapacakları işler de ele alınıp incelenmektedir. Kadılar ve naipler verdikleri hüccetlerden, arzlardan, sicillere yazılan davalardan ve mahkemeye ait diğer maddelerden “harc-ı kitabet” adiyle kanun tarafından tayin olunandan fazla akçe almayacak ve “hilâf-ı şer'-i şerif” karar vermeyecek, rüşvet karşılığında bir tarafa zarar vermekten, suçlu kimseleri korumaktan sakınacaklardı. Diğer devlet görevlileri için de durum aynıydı. Mukata' at voyvodaları, has ve vakıf zabitleri, mütevellileri, câbîleri, ze'amet ve timar sahipleri, 1742 tarihinde yayınlanan az önce sözünü ettiğimiz hususlar içinde hareket edecek ve eskiden söz konusu ettiğimiz sarrafiye, yazıcı akçesi ve bu gibi suistimallerle fazla akçe almayacaklardı. Kethüda-yerleri, yeniçeri serdarları da “harc-ı ma'kul” diye diğer yollarla para isteyip re’âyayı incitmeyeceklerdi. Vilâyetin ileri gelen kişileri belli olan salyane ve vergilerden kendileri için re'âyaya akçe yüklemeyip, vergileri doğruluk esasları içerisinde toplayacaklardı. Cizye-dârlar ellerinde olan “berât-ı âlişân”dan fazla cizye almayacaklardı. Bundan önce de bu konuda adalet-nâme çıkarılmış, fakat, unutulduğundan valiler, hâkimler, naipler, voyvodalar, zabitler, âyânlar aç gözlülüklerinden dolayı bu kaidelere uymamışlar, re'âyaya el uzatmışlar, olur olmaz bahanelerle re'âyaya zarar verdikleri Anadolu ve Rumeli’den gelen ihbarlardan anlaşılmış, bunun üzerine yeniden bu ferman yazılmıştı[1]. Bu fermanın aksine hareket edenler olursa cezalandırılacaklardı. Bu eczalar, 1742 tarihinde yayınlanan adalet-nâmede aynı olduğundan burada söz konusu etmedik. Esasen, bu görülen cezaların konularla ilgili olarak adalet-nâmenin yayınlandığı da, konusunu ettiğimiz fermanda geçmektedir ki, bu olsa olsa 1742 tarihinde yayınlanan adalet-nâme olabilir. Belki bu arada başka bir adalet-nâme yayınlanmış olabilir. Fakat, 1750’de yayınlanan bu adalet-nâme ile, 1742’de yayınlanan adalet-nâme birbirlerine büyük benzerlik göstermekte olup, aşağı - yukarı aynı hususları kapsamaktadırlar. Yalnız, 1750-1751 de yayınlanan adalet-nâme daha etraflıdır. Göçler üzerinde daha fazla durmakta, Ayrıca, cizye-dârları da konu edinmektedir.

1751 senesinin Ağustosu ortalarında, Anadolu’nun sağ koluna yazılan adalet-nâme’de herkesin kendi işi ve kazancı ile uğraşması, rahat ve huzurun hüküm sürmesi, devlete dua edilecek bir duruma gelinmesi Padişahın arzusu olduğu bildirildikden sonra, gene valilerin suistimalleri konu ediliyor. Seferler sebebiyle paşalara verilmesi ferman olunan “imdad-ı seferiye” ve sefersiz vakitlerdeki “imdad-ı hazeriye”yi herkes ödediği halde eyalet ve sancak mutasarrıfları zahire baha ve daha önce konu ettiğimiz tekâlif-i şakka nevinden vergileri toplayarak kimseyi rahatsız etmemeleri, ferman ile mübaşir yollanması gerektiğinde fazla sayıda adam ile bir yere mübaşir gönderilmemesi, giden mübaşirlerin de gittikleri yerlerde kimseden bedava yem-yiyecek ve hiçbir şey almamaları üzerinde duruluyor[2].

1755 Şubatında, III. Osman’ın tahta geçtiği sırada[3] yayınlanan adalet-nâmede davalar konusu ele alınmaktadır. Önce, kanunla halledilemeyen ve kanuna aykırı kararlar alınan davaların duyulduğu, aslı olmayan birçok uydurma davalarla namuslu kişilere zûlümler yapıldığı, bazı edepsizlerin de intikam kasdiyle halka zarar verdikleri ve mültezim, kadı, voyvoda gibi memurların değişeceğini ileri sürerek türlü yalanlarla halk arasında karışıklıklar çıkardıkları anlatılıyor. Sonra, menzil idaresi, vilâyet işlerine gerekli olan masrafları icabet ettirecek vergiler, cizye, avarız, nüzul, mirî mukata'a malları ve hatta imdâd-ı hazeriye ve seferiye akçeleri, has ve vakıf, ze'amet ve timar mahsullerinin, bundan böyle kaldırılmış ve af olunmuş olunduğu yolunda uydurma haberlerle, bunun gibi çeşitli sözlerle karşılıklara sebep olunduğu söyleniyor[1].

Bu şekilde sözlerle düzeni bozan, re’âyayı devlete vc devlet memuruna karşı koymaya cesaretlendiren, valilerin, hâkimlerin halk ile olan ilişkilerini bozan kişiler, bunlardan başka memleket düzeninin karışmasına, devlet gelirlerinin eksik olmasına, önemli işlerin bozulmasına sebep olanlar cezalandırılacaklardı. Bu şekilde “beytülmâl-i müslimînin” eksikliğine, cizye vergisinin, devlet hazînesi için toplanması kararlaştırılan aidatlardan avarız, nüzul vergilerinin toplanmasına halkı kışkırtmak suretiyle mani olanlara, cebelu, mukata'alar gibi devlet malının, kanunlara göre has, vakıf, ze'amet ve timar taraflarına yöneltilen öşür ve diğer mahsuller ve vergilerin eksik olmasına sebep olanlar tabiî ki devlet tarafından hoş karşılanamazdı. Onun için bu tip hareketleri yapanlar cezalandırılacaklar ve böylece bu tip hareketlerin önü alınmak istenecekti[2].

Bu adalet fermanında da görüldüğü üzere, yerli mütegallibeler halkı kışkırtarak vergi ödetmeme gibi yollara başvurmaktadır. Eğer ortam müsait ise, bu gibi hareketler yani vergi yükünden kurtulmak re'âyanın da işine geldiğinden bu kişiler isteklerine erişebiliyorlardı. Nitekim, bu tip hareketlerin olduğu ve önlenmek için tedbirler alındığına göre, ortam bu işler için müsaitti. Sol koldaki görevlilere yazılan bu adalet fermanında da görüldüğü üzere davalarda haksızlıklar olunduğu kabul ediliyor. Zorba kişiler, o kadar sözü geçer hale gelmişlerdir ki, mütesellimin, kadının azl edildiğini ileri sürmekte, buna da halkı inandırabilmekteydiler. Tabiî ki bu kişilerin bu işlemlerde kendi çıkarları da olduğu muhakkaktı. Kendileri bulundukları yerlerde zorbalık yaparak kendi hesaplan için paralar toplamakta ve halkı bu gibi işlemlerle kendi taraflarına çekmek çabasında idiler.

1757’nin Kasım ortalarında sağ koldaki görevlilere yazılan adalet fermanı, daha önceleri konu ettiğimiz tekâlif-i şakka’nın alınmamasını, rüşvet alarak etrafa zarar verilmemesini, âyânın kendileri için salyane ve vergiler toplanırken deftere fazla akçe yazmamasını istemektedir. Bu adalet-nâme[1] Anadolu ve Rumeli’deki kadılar, naipler ve ayanların halkı korkutup yerlerinden kaldırmamaları, paşaların yukarıda belirttiğimiz zulümleri yapmamaları için Anadolu ve Rumeli’nin üç koluna da yazılmıştı. Sadrazam çukadarlarından Ömer ile gönderilen bu ferman, çeşitli yerlerde bulunan herkese duyurulmak amacını ve bir suretinin de mahkeme sicillerine konulması amacıyla yazılmıştı. Bunda, önceden tespit edilen “imdad-ı hazariye” den fazlasının alınmayacağı da söz konusu edilmekteydi. Az önce belirttiğimiz, rüşvet alma, salyane ve vergilere defter tertip edilirken zam yapılmasının kaldırılacağı umulmaktaydı. Bunun tersine hareket edenler cezalandırılacaklardı[2].

Beylerbeylerinin adalet buyrulduları bölgeleri dahilinde adaleti temin etmek, uygunsuz işleri önlemek amacını kapsamaktaydı. 5 Mart 1768’de[3]. Anadolu Valisi Ali Paşa’nın buyruldusu bunların içerisinde en önemli olanlarından biridir. Ali Paşa, 23 Şubat 1768’de hatt-ı hümayun ile yeniden Anadolu Valisi oldukdan sonra, Ankara Mutasarrıfı ve diğer görevlilere bu adalet buyruldusunu yazmak gereğini duymuştur. Ali Paşa, Ankara’daki kazalar ve etrafındaki yerlerde oturan yerli halkın işlerinin kanuna göre görülmesi ve refahları için Anadolu eyaletinin kendisine verildiğini anlatıyor. Bu durumun herkese anlatılmasından sonra, kimseye kanun dışı zulüm edilmemesini, bu konuda çok dikkatli davranılmasını istiyor. Ali Paşa’nın üzerinde durduğu diğer bir husus da mübaşirler sorunudur. Çok sayıda mübaşir dava konusu olan haksızlıkları yerinde görmek için hareket ettiklerinde, gittikleri yerlerde kanunsuz paralar topladıkları gibi, mübaşir olmayanlar bu şekilde ya bunlara katılmakta, yahut kendi başlarına başka yerlere gitmekte, teftiş yapmaktaydılar. Ali Paşa halkın rahatı için buyruldu ile tayin olunan mübaşirlere, konak (kalacakları yere), yem ve yiyecekden başka, eski zamanlarda olduğu gibi gel-geç akçesi,







çavuş, kurban ve “avaid” adiyle bir akçe verilmemesini, mübaşirlerin de böyle şeyler alacak şekilde hareket etmemeleri, bu tip hareketlerin yasak olduğunu açıklıyor. Bu şekilde harekete başvuranlar cezalandırılacaktır. Ayrıca mübaşirin elinde mühürlü senedi var mı,yok mu kontrol olunacaktı. Mübaşirlerin, yem ve yiyeceğine, ayrıca, bir gecelik misafirliklerine dikkat olunacak, üzerlerine adam gönderilerek karışıklık çıkmasına sebep olunmayacaktı.

Kötülüğü âdet haline getirenler, bazen davacıya ve bazen de davacının aleyhinde olana yardım sevdasiyle duruşma esnasında görevli olan mübaşire yalan sözler ve cevaplarla, hak iddia eden davacıyı korkutmayacak, hukuku aksi yolda tecelli ettirerek, mübaşiri boş göndermeyecekti. Şimdiye kadar bu tip hareketlere göz yumulmuş ve müsamaha gösterilmiş ise de, bundan sonra kazaların toplantı yerlerinde, kasaba ve köylerde kanuna aykırı harekete cesaret edenler olursa af edilmeyip haklarından gelinecekti. Zararlı kişilere gizli yahut açıkdan izin verip, işlerin çökmesine sebep olan zabitler ve ayanın dahi gereği görülecek ve durumlarına göre cezalar verilecekti[1]. Ali Paşa, bunları kapsayan buyruldunun yollandığını, geldiğinde Ankara kazalarındaki kadıların ve naiplerin daha önce gönderilen ferman ve bu buyruldu suretlerinin tam olarak kaza ileri gelenlerinin “ulemâ ve suleha ve âyân ve zabitan” ile bütün halkın önünde okunması, bundan sonra yukarıda berlitilen bütün bu hususlara herkesin uymasını istemektedir[2].

Anadolu Valisi Ali Paşa, buyruldu’da belirttiği üzere, İstanbul’dan daha önce gönderilmiş olan adalet fermanı üzerine bu adalet buyruldusunu yazmış olmalıdır. Buyruldu’da belirtildiği üzere, kaza içerisinde ve çevresinde, adaletsizlikler açık şekilde görülmektedir. Mübaşirlerin suistimalleri yanında, kaza içerisinde kanuna aykırı hareket edenler ya istenerek yahut korku yüzünden korunmakta, haklı davaların haksız gibi gösterilmek suretiyle kazanç edinme yollarına başvurulmaktadır. Mübaşirler bu bakımdan aldatılmaktadırlar. Görüldüğü üzere, bu hususların bir kısmı daha önceki adalet fermanlarında da mevcuttu. Fakat, bu buyruldu dava suiistimallerini, mübaşirlerin durumunun Anadolu’da ne biçimde olduğunu değişik ve çok etraflıca ortaya koymaktadır.

Anadolu ve Rumeli’deki halk birbirlerine olan düşmanlıklarından dolayı, ya da mal kazanmak için İstanbul’a ve vali ya da hâkimler tarafına gelip şikâyetlerde bulunmaktaydılar. Bunların halli için bazen İstanbul’dan, bazen de vali ve hakimler tarafından mübaşirler yollanmaktaydı. Yapılan duruşmalarda, şikâyetçinin haksız olduğu ortaya çıkmakta, fakat, suçsuz olan kişiden “mübaşiriye” ücreti alınmaktaydı. Bu bahane ile pekçok mazlum zarara uğramaktaydı.

Bunun için 1768 Martının sonlarında tedbir alınmıştı[1]. Bu tip şikâyetçilerin yalanları ortaya çıkdıkta, ya da önce şer' ile görülüp, adalet ve hak üzere tamamlandığında, intikam almak için tekrar şikâyete başvurduğunda, mübaşiriye ücretinin kendisinden alınmasına karar verilmişti. Ayrıca, bu tip davalarda, göz yummak karşılığında bazı vali ve kadıların rüşvet almamaları da tenbih olunmuştu[2]. Bununla ilgili olarak, daha sonraları 1796 Temmuzunun ortalarında yazılan “adalet emri”nde de aynı hususlar tekrarlanmaktaydı[3].

1779 Martının başlarında Anadolu’nun orta kolunda olan görevlilere hitap eden ferman bize, devlet görevlilerinin (kadı, naip, beylerbeyi, âyânın ne çeşit suistimallere başvurduklarını açık açık ortaya koyması ve Anadolu’daki devlet görevlilerinin Anadolu’yu ne tarzda harabeye çevirdiklerini göstermesi yönünden hayli ilginçtir. Bu fermandan da anladığımıza göre, devlet görevlileri gelirlerini arttırmak için birçok suistimaller yapmaktadırlar. Fermanda bunların önünün alınması için tedbirler ileri sürülüyor. Âyânlar vezirler, beylerbeyleri, dairelerinin halkının masraflarını şehirlerde oturanlara yüklemek ve haksız olarak halkın yerleşik olduğu yerlerden temin etmek yoluna baş vurmaları, uğradıkları yerlerden “zahire baha”, “müruriye”, “teftişiye” adiyle para almalarını önlemek için tedbirler alınmıştı. Valiler, yalnız halkın kudretine göre, hazeriyeler ve seferiyeler düzenliyeceklerdi. Vezirler, beylerbeyleri geçtikleri yerlerden sağa, sola sapmayacak, yem ve yiyeceklerin akçe karşılığı alacaklar, halkı rahatsız etmeyecekler, kadılar, naipler ve âyânların kanunsuz vergiler toplamayacak, kendi çıkarları için halka akçe yüklemekten kaçınacaklardı.

Kırım sorunu sebebiyle sınırlarda görevli olan, bu sebepten dolayı ister istemez rütbeleri değişen vezirleri kazalar ve diğer yerlerden geçerken, üç-dört saat uzaklıkdaki bir yere ayak sürüyerek gitmeyecekler, fakir halkdan bedava yiyecek, içecek almayacak, kaza ve nahiyelerden zorla onbeş-yirmi kese akçe toplamayacaklardı. Ayrıca, geçiş yolunun dışındaki kazalara girerek halka zarar vermek ve istedikleri kadar akçe isteyip, üç saat kadar uzaklıkdaki kazalar, eyalet ve sancakların içindeki yerlere zahire defterleriyle buyruldu verip, mübaşir göndermeleri ve “şu kadar kise zahire bahayı ya virirsiz veyahud kazanıza dahil olurum” cevabiyle ister istemez istedikleri ücreti toplayamayacaklardı[1]. Kadılar ve âyân bile bu şekilde akçe dağıtımına kendi çıkarları ve menfaatleri sebebiyle paşalara verilen ücretlerin üzerine “defter harcı ve vilâyet masrafı ve âyân ücreti ve dürlü dürlü bahaneler ile” ödenebilecekden fazla akçe yükleyip, devlet hazînesine ait maldan başka, senede bu çeşit üçer-dörder defa vergi tahsiliyle halkın takattan düşmesine sebep oluyorlardı. Durum bu sebeplerden dolayı daha endişe verici bir hal arz ediyor, vilâyetler harap oluyor, ziraat işleri duruyordu. Oysa ki, valilerin bir yerden diğer yere geçerken kaldıkları yerlerden gidecekleri yerlere hiçbir şekilde sapmadan, doğru yoldan çıkmadan, sağa-sola uğramadan, sekiz saatlik mesafe dolanmadan önce mola vermeden gitmeleri lazımdı. Yani sekiz saat dolmadan mola verme âdeti yasaktı. Halbuki bu düzene uyulmadığı, bu fermandan da anlaşıldığı üzere uyulmamıştır.

Adalet fermanında konu ettiğimiz hususlara riayet olunmadığı anlaşılmaktadır. Bunlara uyulması için yeni tedbirler alındı. Anadolu’nun düzenini bozanlar gizlice araştırılacak, eğer bu kişiler kadı ve naip iseler “ceride-i kuzât”dan isimleri kazınacak, ailesiyle uzak yerlere sürülecek, âyân iseler aman vermeksizin cezaları düzenlenecek, vezir ve beylerbeyi iseler bunlara benzer şekilde cezalandırılacaklardı[2]. Bu fermanın bir sureti de Sivas’a gönderilmiş olup, Sivas’da bulduğumuz ferman suretinin sicil defterine kayıt tarihi, Kayseri’dekine göre bir ay daha sonraya aittir[3]. Bu da yol farkından ileri gelmiş olabilir. Bu fermandan da anlaşılacağı üzere valiler ve diğer görevliler reâyaya zorla kanunsuz vergiler yüklemekte, eğer vermeyecek olurlarsa zorla almak olanağı ellerinde olduğu için kuvvet yoluyla alma yoluna başvurmaktadırlar. Fazla para edinmek ve mal sahibi olmak için sık sık mola vermekte, yollarının üzerinde olmayan yerlere gitmekte, sekiz saat olmayan mesafeleri konak yapmaktadırlar. İmdadiye türünün dışında vergi toplayan valilerin, bu vergilerin dışında kanınsuz vergileri toplamaya devam ettikleri ve ayanların da bu havaya uydukları hususları bu fermanda da tekrarlandığına göre, artık yaygın hale gelen bu usul adalet fermanları ile önlenemez bir duruma gelmiş demektir.

1780 Nisanı sonlarında yazılan, Kayseri Kadısına, Konya, Ankara, Tokat, Trabzon, Gümüşhane, Amasya kazalarının kadıları ve naipleri ile bütün bu yerlerdeki zabitlere hitap eden, memleketin düzeni ve adaletin tesisi ile ilgili fermanda, özellikle cizye konusunda ve diğer konularda olan suistimallerin önlenmesi konu edilmektedir[1].

Bilhassa, seferler sırasında mübaşirler kanunsuz vergiler toplamaktaydılar. Mübaşirlere beratları gereğince hareket etmeleri, “bilâ - emr-i şerif” tutuklamalar yapmamaları, çeşitli bahanelerle halkın rahatsız edilmemesi, kanunsuz hareket etmemeleri, devlet malının ve vergilerinin toplanmasında buyruldu ve mürasele dışında bir şey almamalan tenbih olunmaktaydı. Âyânın ve zorbalığı âdet edinen diğer kişilerin zorla bir akçe almamaları ve asla reâyayı rahatsız etmemeleri üzerinde durulmaktadır[2]. Aynı tarihlerde, Anadolu Valisi Mehmed Paşa’ya, Kütahya’daki kadı ve naiplere hitap eden adalet fermanında, vezirlerin, beylerbeylerinin, mültezimlerin, voyvodaların, ayanların, mütesellimlerin, zabitlerin reayayı nasıl soydukları izah olunmuş ve bu tip hareketleri önelemek için alınacak tedbirlerin neler olduğu tekrarlanmıştır. Fakir halka türlü türlü eziyetler yapılmakta ve canlarından bıkan bu kişiler maddî bakımdan büyük yük altında ezilmekteydiler. Devlet görevlilerinin fazla para kazanmak amacıyla hareket etmeleri, her adalet fermanında tekrarlandığı gibi halkın refahı için çalışmaları hususu görevlilere gene tekrarlanmaktadır[3].

1783 senesinin Eylül ayı ortasında yazılan adalet fermanı ise ehl-i şer'in ayanlarla anlaştıkları, kadıların önemli işlerin tehirine sebep olacak, asker ve zahire afvı gibi konularda i'lâmlar verdiği, harc-ı hüccet gibi ücretleri artırmak suretiyle kazanç temin ettiği ve bu tip hareketlere başvurulmaması tekrarlanmaktadır[1].

1785 Kasımının ortalarında, Anadolu'nun orta kolundaki görevlilere yazılan adalet fermanı bize Anadolu’da kapısız levendlerin nasıl çoğaldığını ve şehir içerisinde zengin olma yolunu arayanların ne gibi yollarla bunu gerçekleştirdiklerini göstermesi bakımından epey ilgi çekici bilgiler vermektedir[2]. Fermanda halka zulüm ve eziyet olunmasına hiç bir şekilde rıza gösterilmediği halde, eskiden, imparatorlukta bazı halktan işitildiği üzere, olagelen karışıklık ve dağılmaların halka karşı levendlerin haydutça hareketlerinden doğduğu söyleniyor. Bundan dolayı, bunların ortadan kaldırılması için ferman çıkarılmıştır. Eyalet ve sancakların mutasarrıfları, mütesellimleri kendilerinin “âidât-ı mu'ayene ve mutâdeleri” ile yetinmeyip, etrafa mübaşirler yolladıkları, haksız yere halkı rahatsız ettikleri, mübaşirlerin de gittikleri yerlerde ve yol sırasında halkı soymaları, kadıların ve naiplerin de hüccetlerden ve arzlardan ve sicillere yazılan “kazayadan” ve mahkeme işlerine ait maddelerden “harc-ı kitabet” adıyla tayin olunandan fazla para almaları uygunsuz hareketlerdendi[3].

Kadılar ve naipler rüşvet alarak taraflardan bir kısmını korumaktaydılar. Ayrıca, mahkeme harcı ve diğer adlarla para toplamada, memleket âyânı ile anlaşarak kendileri için halka akçe yüklemekte, devlet tarafından istenen vergileri adalet düzeyinde toplamaktaydılar.

Kadıların ve naiplerin, kazada vali, mütesellim âyân voyvodalardan her kim varsa onlar ile anlaşıp rüşvetler almakta, birkaç kuruşluk mal için bir kimsenin diğer bir şahısla davası olsa bundan istifade etmek yoluna başvurmaktaydılar. Her kim fazla akçe verirse davayı onun lehine verirlerdi. Vezirler, mütesellimler, beylerbeyleri gelirleriyle bir türlü yetinmemekteydiler. Dava için gönderilen mübaşirler, bir, iki, dört kişiden fazla olmaması gerektiği halde eskiden olduğu gibi fazla sayıda gönderilmekteydiler. Diğer fermanlarda da görüldüğü üzere, giden mübaşirler, gittikleri yerlerde ve yol sırasında bedava yem-yiyecek almaktaydılar. Davada taraf tutarak hakkaniyet esaslarına ve adaletin tersine harekette bulunmaktaydılar, zengin kişilerle anlaşan zalim kişiler, şehir ayanının da isteği var ise çeşitli zulümlerle halkı rahatsız edebilmekte, her maddenin ortaya çıkmasında kendileri için “tevzi’ defterine” birçok akçe yüklemekte, mal ve servet yığmayı âdet edinmekteydiler. Vilâyet âyânı olan zalimler de kadılar ve naipler ile anlaşıp vilâyet masrafına birçok zam yüklediklerinden bu tip hareketlerin önlenmesi ve bundan böyle bu tip hareketlere cesaret edenler olursa cezalandırılacakları bahis konusu edilmektedir[1]. Görülüyor ki Anadolu’da başta adalet dağıtan, adlî konularda çok titiz olması gereken kadılar, kuvvet bakımından sancak içinde zulmü önleyecek olan “ehl-i örf”, şehrin içerisinden çıkıp, zenginleşen ve hatırı sayılır hale gelen vilayet ayanları halkı soyma konusunda müşterek hareket etmekte ve daha zengin olmak için çeşitli suistimallere başvurmaktan hiçbir şekilde kaçınmamaktaydılar.

Bahis konusu ettiğimiz, 1783 tarihli bu fermanın, bir diğer sureti başlardaki giriş ve sondaki bitiş kısımları farklı olmakla beraber, diğer tarafları aynı olmak üzere Anadolu’nun sol koluna da gönderilmişti. Tabiî ki, yazılış tarihi aynı, fakat, uzaklık farkı yönünden Kayseri ve Trabzon bu adalet fermanının gelmesi ve sicile kaydedilmesi, her ne kadar Trabzon’a gelenin kayıt ve deftere yazılış tarihi yoksa da diğerlerinde olduğu gibi farklı olmalıdır[2]. Aynı fermanın mühimme defterlerinde hüküm tarzında yazılmış sağ kola gönderilen suretini de tespit etmiş bulunuyoruz. Bu hükümün en altında belgenin nerelere gönderildiğine de işaret olunmakta ve bununla ilgili olarak Rumeli ve Anadolu’ya hatt-ı hümayunlar yazıldığına işaret olunmaktadır[3]. Her üç yazının yazılış tarihî aynı, yani 1785 senesinin Kasım ayının ortasıdır. Yalnız, yazılardaki girişlerde övgü ve hitap kısımları farklılık arzetmektedir.

1786 senesinin Nisan ayı başlarında Anadolu’nun orta koluna yazılan adalet fermanının kapsadığı konu âyân tayinleri, ayanlık temin etmek isteyenlerin bulundukları yerlerde çıkardıkları karışıklıkları, âyân tayini usulünde olan değişiklik ve bunun yerine şehir kethüdalığının yerleşmesidir[1].

Anadolu’daki âyânlarla halk münasebetleri ve âyân tayini konularında bize çok ilğinç bilgiler veren bu ferman, özellikle âyân tayini konusunda olan karışıklıkları bertaraf etmek amacını güdüyor.

Anadolu’da, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ve hatta daha önceki tarihlerde âyanlık yapmış ve sonradan âyân olanlar arasında mevki edinme yönünden anlaşmazlık vardır. Bu yüzdendir ki, bir şehirde ikişer, üçer âyân ortaya çıkmakta, herkes dilediği şekil üzere bazı köy halkını kendine çekmekte ve vergi defterine birçok zam ekleyip, birbirleriyle çekişmede olduklarından İstanbul’a şikâyetler ardı arkası kesilmeden yağmaktadır. Sultan Mustafa zamanında, Muhsin-zade Mehmed Paşa sadrazam iken verilen düzen üzere bir kazaya âyân olmak gerektiğinde vilâyet sakinleri kendi içlerinden kimi isterlerse onu seçecek, arz ve mahzarlarda bunu İstanbul’a yazacaktı. Bu istenilen şahıs İstanbul’da incclendikden sonra âyân tayini için gerekli izini kapsayan Sadrazam Mektubu verilecekti. Mektupsuz âyân olunmayacaktı. Eğer kaza halkı ikiye ayrılır, bir kısmı âyânlardan birini, diğerleri İkincisini isterlerse, iki taraftan hangisinin layık olduğu araştırılacak, yahut dışarıdan halka yararı dokunacak birisi âyân olacaktı. Fakat, vilâyet valisi yahut memleket hâkimi tarafından kaime ve mektup verilerek tayinler olmaya başlandığından, bütün bu usûller artık geçerliliğini kaybetmiştir. Rüşvet vererek, üstelik de bu rüşveti halkın sırtından çıkararak âyân olmalar artageldiği için, artık bütün ülkede âyân adının kaldırılması, halkın kendilerinin vergilerini toplayabilen, şehir işçilerini gören bir kimseyi aralarından “şehir kethüdası” şekliyle seçmeleri usulü konmuştu[1]. Görüldüğü üzere her konuda olduğu gibi, ayanlık düzeni de Anadolu'da büyük bir karışıklık arzetmektedîr. Âyânlar dışında bir de ayanlık peşinde koşanlar vardı. Bunlar da hâkimleri kandırarak her salyane toplanmasında kendileri için deftere birçok para ekliyorlardı[2].

Anadolu’dan malzeme temini sorunu da devleti uğraştırmaya devam etmekteydi, özellikle, savaşta araba, deve, katır ve bunların benzeri şeyler istendiğinde, bu isteklerin temini esnasında yapılan suiistimallerin önü bir türlü alınmamıştı. Düşmanla yapılan savaşda başarı kazanılınca bu gibi konulara devlet elini uzatmakta, ne var ki bir süre sonra suistimallerin devam ettiği gene görülmekteydi. Gerek 1789 Şubatı ortalarında yazılan[3], gerekse 1789 Haziranında yayınlanan[4] adalet fermanları bunu doğrulamaktadır. 1789 Şubat ortalarında yazılan adalet emri tamamiyle malzeme tayininde olan suistimalleri ihtiva ediyor, istenilen malzemenin her birisi için bir adam ve fiyat tayiniyle iltizam suretinde toplanmak cihetine gidildi. Tespit edilen fiyatın bir katını da halkın üzerine yükleyip, zorla fukaradan almakta ve eklenen akçeyi kadı, şehir kethüdası ve mübaşir aralarında paylaşmaktaydılar. Bundan başka kadılar, naipler defter harcı adıyla “tekâlîf-i seferiye”den akçe aldıkları gibi, istenilenleri toptan para vererek toplayan şahıs bile kendi kazancına bakmakta, veremeyecek olanlardan dahi istenenleri istemekteydi. Fakat, toplanılanları “ordu-yu hümayuna” noksan göndermekte, böylece hem fakir halkın durumu perişan olmada, hem de istenilen seferiyenin eksik olmasından dolayı karışıklık çıkmaktaydı. Bu şekildeki hareketlerin olmaması, olur ise afv ve göz yumulması gibi işlemlerin bu hareketleri yapanlar için geçerli olamayacağı, herkese ibret olsun diye cezalandırılmaları yoluna gidileceği duyurulmuştur. Bu şekilde hareket edenler, yani fazla akçe alındığı ve kendileri için deftere zam olunduğu ve harç yazıldığı duyulursa, buna cesaret eden kadı ve naip ise görevi defterden kazınacak ve herkese örnek olsun diye cezalandırılacaktı[5].

Bu iki adalet-nâmeden de anlaşıldığı üzere, başta mazleme temini işini üzerine alan kimse olmak üzere, kadı, mübaşir, şehir kethüdası gerek toplanma sırasında, gerekse daha sonra bu işten kazanç temin etmek için anlaşmakta ve yolsuz hareketlerle halkın soyulmasına göz yumdukları gibi, malzemenin eksik olarak istenilen yere gönderilmesine göz yummaktaydılar.

1789 senesinin haziran ayının ortalarında Anadolu’nun orta koluna yazılan III. Selim’in bir hatt-ı hümâyûnu hem memurların, hem de memleketin düzeni hakkında hayli ilginç bilgileri kapsamaktadır[1]. Vezirler, beylerbeyleri sık, sık görevden alınmamalı, değiştirilmemelidir. Kendilerine rütbe verilenler, yalnız kendilerine ait olan vergileri toplayacaklar, başka ad ile vergi toplamayacaklardı. Vezirlerin ve beylerbeylerinin haslarının ekserisi eskiden peşin olarak malikâne üzere bir takım zenginlere verildiğinden rütbelerinin gelirleri mutasarrıfların masraflarına yetmemektedir. Bu yüzden bu haslar gene mutasarrıflara verilecek ve böylece eski şekle dönülecektir. Mutasarrıflar seferiye ve hazeriye ve haslarının geliri dışında tasarlama ve diğer şekillerle vergiler toplamayacaklardı. Âyânlar da bunun gibi zulümleri yapmayacaklar, bundan böyle düzen verildiği üzere, halkın anlaşarak seçtiği ve “hüccet-i şer’iye” ile şehir kethüdası olarak tayin edilen kimselere, memleket valisi karışmayacak, buyruldu vermeyecek, akçe almayacaktı. Şehir Kethüdası seçiminde kadı ve naip bir tarafı tutmayacaktı.

Mukataa voyvodaları da halka pek çok zarar vermekteydiler. Bütün mukataalar onbeş-yirmi sene önce ne kadara iltizam olmuş ise, onun dışına çıkılmayacak, bunun dışında akçe alınmayacaktı. Voyvodalar, mültezimler, öşür ve kanunî vergilerden başka zorla akçe almayacak ve bu düzenden önce fazla fiyatla biz bu senedi aldık deseler ve bu düzen dolayısıyla ziyan ettiklerini ileri sürseler bile ziyanlarım reâyâdan çıkarmayacaklar, öşür ve vergi makbuzlarını, verdikleri iltizam ücretinden düşürecekler, mukataa sahibinden bunu isteyip, alabileceklerdi. Zeamet ve tımarlar için de bu durum aynı olacaktı.

Satın alınması istenen yerlerden mallar aynen satın alınacaktı. Halbuki bazı yerlerin gerek İstanbul’dan, gerek satın alıcılar taraflarından bir kısmının ücret olarak kesilmesi bir zamandenberi âdet olmuştu. Bu da halkı zarara sokan bir husustu. Satın alınması istenen maddeler aynen toplanacak, ayrıca bir akçe ücret alınmayacaktı. Satın alma ücretlerinde bazı mukataalara bağlı ve kayıtlı olan yerlerinde bağlılıkları kaydı eklenecek ve diğer satın almalar gibi düzenlenecekti. Bundan sonra ücret alındığı duyulmayacak, duyulduğu takdirde bu şekilde hareket edenler cezalandırılacaktı.

Bazı kazalar hizmet mukabili olmak üzere vergi vermekten muaf tutulmuştu. Fakat, bir vakittenberi hizmet karşılığı olmaksızın bazı köylerde bir yolunu bulup vergiden kurtulmuşlardı. Bunların vergileri de diğer kazalara yükleniyordu. Tabiî ki, bu diğer yerlerin halkına büyük bir yük teşkil etmekteydi. Hizmet mukabili ve eskiden olmayıp yeni tesis edilen yerlerin muafiyetleri kaldırılıyor, seferiyeden muaf ve muaf olmayan bütün yerler deftere işleniyordu.

Sefer için araba, deve, beygir, katır, zahire ve diğer malzemelerin teminini üzerine alan kimse az önceki fermanda da görüldüğü üzere halkdan iki misli para toplamada, âyân ve kadılar da bunlara ortak olduklarından, toptan ödemede onlar da kendi çıkarları için düşük fiatla bunların işe yaramaz olanlarını topladıkları ve bu yüzden hem sefer ihtiyaçlarına zarar, hem de fakir halka zulüm olduğu hususları ve bunlar ile ilgili tedbirler bu hatt-ı hümayunda da tekrarlanmaktaydı.

Arpalık ve dirlikler, iltizam usulü naiplere parası toptan alınarak verilmeyecekti. Halkın bir ızdırabı da cizyeden dolayı idi. 1204 (1789-1790) cizyeleri verilmiş olduğundan, 1205 (1790-1791) senesi için düzen konulacaktı. Başka bir emirle durum Anadolu ve Rumeli'ye duyurulacaktı. Aynı adalet-nâme Sivas'a da yollanmıştır. Sivas’daki de, III. Sultan Selimin hatt-ı hümayununun sureti olup[1] Ankaradakinden çok ufak farkları vardır[2]. Tabiî ki, bu üç vesikanında şehirlere geliş tarihleri başka başkadır[3].

Genel sonuç:

İncelediğimiz yüzyılın adalet yazıları, konuları itibarıyla, XVI. ve XVIII. yüzyılın adalet yazılarından farklıdır[1]. İncelediğimiz devirde, adaletnâmeleri kapsayan konuların pekçoğu yeni ortaya çıkmış ve farklı hususuları kapsamaktadırlar. Örnekleyin, menzil, mübaşir, ayan, mütegallibelik sorunları ve eskiden mevzuubahis edilmeyen ve bulunmayan pek çok suiistimaller, levendlik ve levendlerin kaldırılması gibi yeni hususlardır.

İncelediğimiz yüzyılın adalet yazıları da, devlet görevlilerinin görevlerini yapmalarını esas almaktadır.

XVI. ve XVII. yüzyıldaki adalet yazıları, sancakbeylerine, kadılara ve aynı zamanda kethüdayerlerine, yeniçeri serdarlarına ve diğer iş erlerine yazılmaktadır[2], incelediğimiz devirde ise, bu yazılar, yalnız, kadı ve naiplere yahut beylerbeyileri ve sancakbeylerine hitap ettikleri gibi, artık sayıları çok artmış ve yeni adlarla ortaya çıkmış diğer görevlileri de söz konusu etmektedir. Bunlar sancak voyvodaları, şehrin kethüdaları, mütesellimler, ayanlardır. Bunların dışında, mukataa voyvodaları, mültezimler, has ve vakıf zabitlerine, mütevellilerine, câbiler, zeamet ve timar sahiplerine, il erlerine, vilâyet ileri gelenlerine de hitap olunmaktadır. Yalnız Anadolu’da şer-‘î hususların başkanı olan hükkâm (kadılar ve naipler), elinde kuvvet bulunan, otoriteyi tesis etmekle görevli beylerbeyleri, sancakbeyleri ve zabitler adalet-nâmeyi uygulayacak kişiler olarak ön plândadırlar.

Halka ilân edilmiş bir beyanname niteliğindeki adalet-nâmeler halkın önünde okunup, sicile kaydolunmaktaydılar, incelediğimiz tarihlerde bu husus bütün adalet-nâmelerde söz konusu edilmemişse de, daha önce bahis konusu ettiğimiz üzere, bazı adalet fermanlarında açıkça belirtilmişti[3].

Gizli yahut açık olarak devlet görevlilerinin durumları incelenecek, casuslar gönderilerek suistimal yapanların ortaya çıkarılmasına çalışılacaktı. Bunun sebebi Padişahın Anadolu’dan habersiz olmasından ileri gelmekteydi. Esasen bu uygulanmamış ve bir tehditden öteye geçmemişti.

İncelediğimiz tarihlerde, suistimallerle ilgili olarak, devlet görevlilerine hitap eden adaletnameler, daha sonra, adaletle ilgili olarak aşağı-yukarı şu ibareyi kullanmaktadırlar: “îmâr-ı memalik ve fukarâyı raiyetin ve vücuhun mezalim ve te'addiyattan himâyet ve sıyânetlerine istihsal, esbâb-ı asayiş ve rahatlarına ınenût ve mevkûf olduğunda şübhe olmayıp bu emr-i mühimme vüzerâ ve mirmîrân ve hükkâm ve sair zabıtan taraflarından daima müstemirren i’tina ve nezâret ve hilâfına irâet ve ruhsat ve cevâzdan mübaadet vâcib ve müttehim iken” buna riayet edilmediği açıklanmaktadır. Daha sonra devlet görevlilerinin yaptıkları suiistimallerden bahsolunmaktadır. Bu gibi suistimallerin yapılmaması tenbih olundukdan sonra, bu gibi hareketlere devam edecek olan şahıslara verilecek cezalar açıklanmaktadır. Kanunsuz akçe alanlar olduğu kadar verenler de cezalandırılacaktı. Bu şekilde bir korkutma ile kanunsuz akçe alınmasının önleneceği umulmaktaydı. Cezalar kısmında daha çok ceza verileceği tekrarlanmakta, ama bu cezaların neler olacağı açıklanmamaktadır. Kadıların, naiplerin defterden isimleri kazınacağı gibi, bununla da yetinilmeyip haklarından gelinecekti. Tesis edilen bu düzenin aksine akçe alan, vali, beylerbeyleri, ayanların haklarından gelineceği de açıklanıyorsa da, bunun nasıl olacağı izah olunmamaktadır.

Suistimallerle ilgili olarak yazılan bu adalet-nâmeler bütün devlet görevlilerine hitap etmekte, böylece, bu kişilerin suistimallerini önlemek ve halkın refahını, memleketin düzenini sağlamak amacını gütmekteydi. Bunların dışında münferit konuları ele alan adalet yazıları da levendler ve eşkıyalarla, ev göçleri davalarını konu edinmekteydi. Bazı adalet fermanları ise birkaç konuya birden değinmekteydi. Örneğin, menziller, mübaşirler, mütegallibelik gibi birkaç konuyu birden kapsamaktaydı. Bütün adalet fermanlarının müşterek konusu haksızlıkların önlenmesi, memleketin düzeninin sağlanması halkın rahat ettirilmesi idi.

Adalet-nâmelerin neşredilmesi XIX. yüzyılda da devam etmiştir. Fakat, XVIII. yüzyıldaki kadar yaygın değildir. XVIII. yüzyılda olan hareketlerin çoğu XIX. yüzyılda da mevcuttu. Örneğin, memurların suistimalleri, eşkıyaların Anadolu’yu harabeye çevirmeleri, toprakla ilgili düzensizlikler, ev göçleri, suistimaller, malzeme temininde haksız kazanç temini ve XVIII. yüzyılda görülen pekçok bozukluklar, XIX. yüzyılda da mevcuttu. Sekbanların sorunu için 1808 Kasımında bir adalet-nâme yazılmıştı. Bu adalet-nâme sekbanların kaldırıldığını ve korunmamalarını konu edinmekteydi[1].

XVIII. yüzyılda görülen bozukluklar, 1839 da yayınlanan Tanzimat ve 1856 da yayınlanan Islahat Fermanları devresine kadar sürmüş ve hatta ondan sonraki tarihlerde de devam etmiştir. XIX. yüzyıl adalet fermanları, bazı değişiklikler ve konu itibarıyla halkın refahını hedef alarak devam etmiştir ki, bunlar ayrı ayrı bîr etüd olarak incelenmeye muhtaçdır.

Dipnotlar

  1. [1] Makalede Adalet-nâmelerle ilgili olarak yazılan adalet buyrulduları da söz konusu edilmektedir.
  2. [1] Bu devirde şahıslara ait çiftlikler olduğunu gösteren pekçok vesika vardır: Ankara. 169, Vs. 263., Ankara. 175, Vs. 219. v.b. Ayrıca, vergiden kurtulmak isteyenlerin mütegallibe ve ileri gelenlerin çiftliklerine sığındıklarına dair örnekler çoktur: Ankara. 153, Vs. 196., Ankara. 153, Vs. 173., Ankara. 156, Vs. 211, 351 v.b.
  3. [1] Ankara Şr. Sc. 189, Vs. 215.
  4. [2] V. Berard, La Revolution Turque, Paris, 1909, s. 36.
  5. [3] Stanford J. Shaw, Between Old and New, The Ottoman Empire Under Sultan Selim III (1789-1807), Massachusetts, 1971, s. 213.
  6. [1] 1637 senesine kadar olan adalet-nâmeler yayınlanmıştı. Bak: Prof. Dr. Halil İnalcık, .‘\dalet-nâmeler, Ankara, 1967, Türk Tarih Belgeler Dergisi, c. II, sayı: 3-4.
  7. [2] Aynı makale, s. 52, 70-71.
  8. [3] Bid‘at “şer‘a ve örfe ve emr-i Pâdişâhiye ve kanûn-i kadîme ve deftere” aykırı toplanan, yani kanun dışı toplanan vergilerdir. Aynı makale, s. 53, v.b..
  9. [1] Uluçay, Çağatay; 18. ve 19. yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İst., 1955, Akdağ, Mustafa; XVII. yüzyılda Genel Hatlariyle Türkiye Tarihi, Ankara, 1967, Tarih Araştırmaları D., c. IV, s. 6-7.
  10. [2] Bu vergiler hakkında geniş bilgi için bak : Sucéska, Avdo; Die Entwicklung der Bcsteerung durch die ‘Avârız-i Divâniye und die Tekâlif-i ‘Örfiye im Osmanischen Reich wahrend des. 17 und 18. Jahrhunderts, Sondedruck, 1968, Südost- Forschungen. Sucéska, Avdo; Promjene U Sistemu Izvanrednog Oporezivanja ü Turskoj U XVII Vnjeku I Pojav Namcta Tekâlif-i Şakka, Prılozı Za Onjentalnu Filologiju, Sv. X-XI, Sarejovo, 1961. Uluçay, Çağatay; 18 ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri.
  11. [1] Bu aile sonra Kayseri ayanlığını ele geçirecek olan Zenneci-zadelerdir.
  12. [2] Kayseri Şr. Sc. 120, s. 117.
  13. [3] Aktepe, Münir; İstanbul’un Nüfus Meselesine Dair Bazı Vesikalar, İst. 1958, Tarih Dergisi, sayı: 3.
  14. [1] Sivas Şr. Sc. 3, s. 136.
  15. [2] Afyon Şr. Sc. 45, Vs. 153.
  16. [3] Sivas Şr. Sc. 1, s. 182.
  17. [4] Topkapı Saray Arşivi, Trabzon Şr. Sc. 1938, s. 10, Fotokopi: 1-2-3.
  18. [5] Ankara Şr. Sc. 127, Vs. 73, s. 40.
  19. [6] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 172.
  20. [1] Tarih-i Raşit, Matbaa-i Amire, 1282, c. III, s. 149.
  21. [1] Çankırı Şr. Sc. 6, s. 143.
  22. [2] Çankırı Şr. Sc. 6, s. 143.
  23. [1] Trabzon Şr. Sc. 1938, Vr. 47, Fotokopi: 4.
  24. [2] Kayseri Şr, Sc. 173, s. 137.
  25. [1] Kayseri Şr, Sc. 173, s. 137, Sivas Şr. Sc. 4, s. 148.
  26. [2] Sivas Şr. Sc. 4, s. 133.
  27. [3] Kayseri Şr. Sc. 174, s. 74.
  28. [4] Kayseri Şr. Sc. 174, s. 74.
  29. [1] Ankara Şr. Sc. 191, Vs. 176 “Adalet için fukaranın rahat emridir”.
  30. [2] Kadılar, nafaka ve varislerin hüccetlerinden harç aldığı gibi, terekelerden eşya ve inal satın alma gibi yollara da sapmaktaydılar. Fermanda, ayrıca ölen askerlerin malının çocuklarına ve varsa varislerine pay işleminde bin kuruşta yirmibeş kuruştan fazlasının alınmaması üzerinde durulmaktaydı. Ankara Şr. Sc. 191, Vs. 176.
  31. [1] Isparta Şr. Sc. 173, s. 55.
  32. [1] Ankara Şr. Sc. 148, Vs. 243.
  33. [1] Konya Mevlâna Müzesi, İsparta Sc. 173, s. 82.
  34. [2] Ankara Şr. Sc. 125, Vs. 264.
  35. [3] Afyon Müzesi, Afyon Şr. Sc. 45, Vs. 229.
  36. [4] Ankara Şr. Sc. 127 Vs. 76 s. 41.
  37. [1] Ankara Şr. Sc. 127, Vs. 351, s. 200.
  38. [2] Ankara Şr. Sc. 130, Vs. 413.
  39. [3] Ankara Şr. Sc. 130, Vs. 413.
  40. [4] Topkapı Sarayı Saray Arşivi, Göynük Şr. Sc. 42/1379 “Varak numarası yazılmamış, ya da tarafımdan alınmamışdır. Tarih gelişinden buyruldu bulunabilir.
  41. [1] Uluçay, Çağatay; aynı eser, sh. 207-208.
  42. [2] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 215 “mahsûl def‘ ve hilâf-ı kanim resim namiyle bir akçe ve bir habbe taleb” olunmaması isteniyor.
  43. [3] Afyon Şr. Sc. 55, Vs. 21.
  44. [1] Ankara Şr. S. No. 164, Vs. 189.
  45. [2] Ankara Şr. Sc. No. 164, Vs. 189.
  46. [3] Ankara Şr. Sc. No. 164, Vs. 218.
  47. [1] Ankara Şr. Sc. No. 164, Vs. Vs. 218.
  48. [2] Ankara Şr. Sc. 164, Vs. 218.
  49. [1] Ankara Şr. Sc. 164, Vs. 219.
  50. [1] Kayseri Şr. Sc. 158, s. 32.
  51. [2] Afyon Müzesi, Afyon Şr. Sc. 55. Vs. 262.
  52. [1] Afyon Şr. Sc. 55, Vs. 262.
  53. [2] Afyon’a bu adalet fermanının varış ve sicil defterine işleniş tarihi 27 Aralık 1777 olmasına karşılık, Sivas için bu tarih 24 Mart 1778 olarak göze çarpıyor. Kayseri için ise bu tarih 19 Mart 1778 dir. Kayseri Şr. Sc. 159, s. 4.
  54. [1] Bolu Şr. Sc. 42/844, Vr. 88-B.
  55. [2] Afyon Şr. Sc. 38, Vs. 120.
  56. [3] Uluçay, Çağatay; 18. ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İst, 1955, s. 191-194.
  57. [1] Ankara Şr. Sc. 127, Vs. 78, s. 40.
  58. [2] Kayseri Şr. Sc. 133, s. 262.
  59. [3] Kayseri Şr. Sc. 133, s. 262.
  60. [1] Kayseri Şr. Sc. 133, s. 291.
  61. [2] “Bundan akdem hatt-ı hümâyûn ve şevket-makrûniyle mu'anven adelet-i mutazammın evâmir-i aliyye sâdır olduğuna binâen adalet-nâme-i hümâyûnumun mazmûn-u iltimaslarına muvafık” Kayseri. 133, s. 291.
  62. [1] Afyon. 45, Vs. 153.
  63. [2] Afyon. 45, Vs. 153.
  64. [1] Süleyman İzzi, İzzi Tarihi, c. II, Vr. 261. A-262.
  65. [1] Süleyman İzzi, İzzi Tarihi, c. II, Vr. 261.
  66. [2] Afyon Şr. Sc. 49, Vs. 215, Vr. 67-A.
  67. [3] III. Osman 13 Aralık 1754’de padişah olmuştu.
  68. [1] Bursa Şr. Sc. B. 79/280, Vr. 110.
  69. [2] Bursa B. 79/280, Vr. 110.
  70. [1] Bursa Şr. Sc. B. 175/319, Vr. 141-142. Afyon 51, Vs. 34.
  71. [2] Bursa Şr. Sc. B. 175/319, Vr. 141-142. Afyon 51, Vs. 34.
  72. [3] Bu tarihin yanında ayrıca 23 Şevval 1181 (13 Mart 1768) tarihi vardır. Bu belgenin kaydediliş tarihi olmalıdır.
  73. [1] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 172.
  74. [2] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 172.
  75. [1] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 215.
  76. [2] Ankara Şr. Sc. 153, Vs. 215.
  77. [3] Orta kola yazılmıştır. Kayseri Şr. Sc. 173, s. 137.
  78. [1] Ankara Etnografya Müzesi, Kayseri Şr. Sc. 160, s. 10, Müh. 175 s. 289-290, Fotokopi: 5-6.
  79. [2] Kayseri Şr. Sc. 160, s. 10. Müh. 175 s. 289-290 Fotokopi: 5-6.
  80. [3] Kayseri siciline kayıt tarihi 1779 Ağustos sonları olup, Sivas siciline kayıt tarihi ise 3 Ekim 1779 dur. Sivas Şr. Sc. 1, s. 182.
  81. [1] Sivas Şr. Sc. 1, s. 275 Müh. 175 s. 290.
  82. [2] Sivas Müzesi, Sivas Şr. sc. 1, s. 275, Mühimme. 175, s. 389.
  83. [3] Ankara Şr. Sc. 171, Vs. 159, s. 58.
  84. [1] Topkapı Sarayı Saray Arşivi, Trabzon Şr. Sc. 1937, Vr. 47.
  85. [2] Kayseri Şr. Sc. 164, s. 33, Kütahya Şr. Sc, 5, Vs. 216, Mühimme Def. 183, s. 183, Hük. 551 Mahsul def'i ile ilgili olarak 1212 Recebinin sonunda (1797 Aralık) “def'-i resin ve def'-i mahsul hâkimler almamak için emirdir”, Ankara. 190, Vs. 294, 1219 Safer (1804 Mayısı) başlarında “def'-i resm alınmamak için emir” Kayseri. 180, s. 27. Bu mealde yazılan ve başına “bâ-hatt-ı hümayun Anadolu’nun sağ koluna adalet emr-i şerîfdir” ibareli adalet-nâme: Kütahya Şr. Sc. 5, Vs. 216.
  86. [3] Kütahya Şr. Sc. 5, Vs. 216, Mühimme Defteri. 183, s. 183, Hüküm. 551.
  87. [1] Ankara Etnografya Müzesi, Kayseri Şr. Sc. 164, s. 33, Müh 183, S. Hük. 551, Fotokopi: 7.
  88. [2] Bunun örneklerini daha önce görmüştük. Kayseri’ye gelen fermanın sicile kayıt tarihi 11 Ocak 1786 olmasına karşılık, Trabzon’unki yazılmamıştır. Topkapı Sarayı Saray Arşivi, Trabzon Şr. Sc. 1938, s. 10 Fotokopi: 1-2-3.
  89. [3] Müh. 183, s. 183. altta “Anadolunun orta ve sol kollarına başka başka bervech-i muharrer”, “Rumeli’nin sağ ve sol ve orta kollarına başka başka bervech-i meşrûh” ibarelerinden başka, Anadolu’nun sağ koluna, Rumelinin başka yerlerine de yazıldığını gösteren ibareler vardır. Ayrıca “mucibince amel oluna deyu emr-i şerifi” kapsayan “hattı hümâyûn-u şevkct-makrûn keşide kılınmışdır” ibaresi vardır. Giriş kısmı, kollar farklı olduğundan, Trabzon’a yollanan sol kola, Kayseri’ye yollanan orta kola, mühimmedeki de sağ kola ait olduğundan farklı farklıdır. Fotokopi : 7.
  90. [1] Ankara Şr. Sc. 175, Vs. 140.
  91. [1] Ankara Şr. Sc. 175 Vs. 140.
  92. [2] Ankara Şr. Sc. 176, Vs. 311 (1787 Temmuz).
  93. [3] Ankara Şr. Sc. 179, Vs. 189.
  94. [4] Ankara Şr. Sc. 179, Vs. 241.
  95. [5] Ankara Şr. Sc. 179, Vs. 189.
  96. [1] Ankara Şr. Sc. 179, Vs. 241.
  97. [1] Sivas Şr. Sc. 3, s. 136 “Sultan Selim Efendimizden adalet için sadır olan hatt-ı hümayun suretidir” ibaresi vardır.
  98. [2] Ankara Şr. Sc. 179. Vs. 241. “Adalet emridir” ibaresi ile başlamakta, sonda mucibince Sadrazam Kaymakamı mektubu dahi vardır” denmektedir. Ankara’dakindeki başlangıçtan sonra “vüzerâ, mirmirân ve hükkâm ve ayan ve mültezimin ve voyvodegân ve cizyedâran ve sair ayan ve zabıtan makuleleri....”, Sivas. 3. s. 136 “vüzerâ ve mirmirân ve hükkâm ve sair zabıtan makuleleri....” denmektedir.
  99. [3] Ankara’nın ve Eğin’e gelenin sicile işleniş tarihi yoktur. Sivasınki 7 Eylül 1783 dür. Eğin Şr. Sc. 1, Vs. 173 ün başında “mucebince amel oluna”, “suret-i hatt-ı hümâyûn şevket-makrûndur” ibaresi mevcuttur.
  100. [1] İnalcık, Halil: Adaletnâmeler, Türk Tarih Belgeleri Dergisi, Ankara, 1967, c. 2, s. 3-4, sayfa: 63-91.
  101. [2] Aynı makale, s. 87.
  102. [3] “Siz ki kadılarsız işbu emr-i şerif vacibü’l-imtisâüm her kangınızın taht-ı kazasına varub dahil olur ise, bir suretin muhakemede sicillâta sebt ve da’ima mazmûn-u münîfi ile amel olunup…” Çankırı Şr. Sc. 6 S. 143.
  103. [1] Anadolu’nun orta kolundaki vezirlere, kadılara, hanedan sahibi ayanlara, serdarlara, şehrin ileri gelenlerine, iş erleri ile söz sahiplerine hitap eden fermanda, Rumeli ve Anadolu’daki hanedanlar vasıtasiyle kaldırılmaları istenen sekbanlar için ferman yayınlandığı, herkesin kendi işiyle uğraşacağı, halkın korunacağı açıklanmaktaydı. Kayseri Şr. Sc. 182, s. 136.

Şekil ve Tablolar