Ondokuzuncu yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde hızlı gelişmelerin yaşandığı, sonuçları oldukça dramatik olan olayların meydana geldiği bir dönemi temsil etmektedir. Profesör İlber Ortaylı’nın imparatorluğun en uzun yüzyılı olarak nitelendirdiği bu dönemde, özellikle Balkanlarda siyasi istikrarsızlık artmış; bağımsızlık eğilimleri güçlenmiş, devlet otoritesi ancak yerel güçlerin (ayanların) vasıtasıyla belli ölçüde tesis edilebilir hale gelmiştir. Yerel unsurlardan siyasi istikrarın sağlanması amacıyla geniş ölçüde yararlanılmış olmasına rağmen II. Mahmut döneminde belirginleşen merkezileşme eğilimi, bu güçleri bertaraf etme çabalarını artırmıştı. İşte bu devlet politikasını söz konusu dönem için test edebileceğimiz ilginç bir örnek Tepedelenli Ali Paşa hadisesidir. Uzun yıllar Arnavutluk ve Yunanistan’ın bir bölümünde geniş bir toprak parçasının “tek yöneticisi” gibi faaliyet gösteren Ali Paşa devletçe de bilinen bir çok baskı ve zulmüne rağmen- İstanbul’a bağlılığını bildirme, düzenli hediye ve rüşvet gönderme ve zaman zaman Devlet adına seferlere katılma sayesinde hükümranlığını sürdürmüş, devletten sadece “uyarı ve tavsiyeler” almıştır. Ancak Ali Paşa’nın gücünün zirveye çıktığı ve İstanbul’dan gelen istekleri geri çevirmeye başladığı tarihlerde, imparatorlukta merkezileşmeyi tekrar artırma çabaları da hız kazanmış; böyle bir ortamda kendisine harekât düzenlenmesi kaçınılmaz olmuştu.
Tepedelenli Ali Paşa’nın hayatı Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki serüvenini anlama açısından olduğu kadar, bu bölgede özellikle imparatorluğun son dönemlerinde iyice artan yerel güçlerle halk kitleleri arasındaki mücadeleleri ortaya koyma yönünden de incelemeye değer bir konudur. Nitekim onun yaşamına dair özellikle yabancılar tarafından bir hayli çalışma yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı Paşanın zamanında yaşamış olup burada görev yapanların veya seyyahların yazılarından ibarettir. Bunlar arasında İngiliz T.S.Hughes’un “Travels in Grecee and Albania” (Londra 1830); ve Fransız Pouqueville’nin “Voyage on More” (Paris 1805)’i özellikle belirtmek gerekir. Onun hayatına dair dolaylı bilgi veren çalışmalar da çoktur. Bununla birlikte Paşanın hayatını Türkçe anlatan eserler sınırlıdır. Niyazi Ahmet Banoğlu’- nun ve Ahmet Müfit’in çalışmalarının yanında, A.Kemali Aksüt’ün Remerand’dan ve Murat Belge’nin William Palmer’dan yaptığı çeviriler ilk göze çarpan eserlerdir. Bu eserlerin bazılarında Paşanın hayatı romanımsı bir tarzda ele alınmış olmasına rağmen hepsinde de faydalı bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Tepedelenli Ali Paşa ve Mora isyanıyla ilgili arşiv belgelerinden yararlanılarak yapılmış bir doktora çalışması bulunmaktadır[1]. Söz konusu çalışmada Ali Paşa’nın hayatı, dış ülkelerle ilişkileri, ayaklanması ve Mora isyanına dair bilgiler verilmiştir. Yerli ve yabancı çalışmalarda Paşanın hayatı bir çok yönüyle ele alınmış olmasına rağmen onun gücünün kaynağını oluşturan mal varlığı, bunu nasıl edindiği ve öldürülmesinden sonra Devletin söz konusu mal varlığını ne şekilde kullandığı gibi konuların üzerinde pek durulmamıştır. İşte bu çalışmada Tepedelenli Ali Paşa’nın hayatı incelenirken bu konuların da ele alınmasına çalışılmıştır. Kullanılan temel malzeme Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde konuyla ilgili mevcut olan belge ve defterlerdir. Bunun yanında Paşanın hayatına dair diğer eserlerden de yararlanılmaya çalışılmıştır.
Ali Paşa’nın İlk Yılları ve Arnavutluk’ta Genel Durum
Doğum yılı hakkında farklı beyanlar bulunan Tepedelenli Ali Paşa’nın 1744 yılında doğduğu daha yaygın kabul edilmektedir. Anadolu’dan Rumeli- ’ye göçmüş ve Tepedelen’e yerleşmiş bir ailenin ferdi olması nedeniyle, onun Türk olduğu iddiaları vardır. Fakat bu iddianın Türklerin bir çeşit uydurması olduğu, gerçekte ise onun güney Arnavutlardan geldiği belirtilmektedir[2]. Kökeni ne olursa olsun Ali, Arnavut yerel güçlerin Sultana karşı yükümlülüklerini reddettiği, büyük miktarlarda toprakları ellerinde biriktirmeye başladığı, dolayısıyla çiftçilerin her geçen gün topraklarının ellerinden çıktığı ve yeni oluşmaya başlayan çiftliklerde birer serf konumuna düştüğü[3] bir zamanda doğmuş ve yetişmişti. Gerçekten de onyedinci yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlının gerilemeye başlaması ve Avrupa’da yeni güçlerin yükselmesiyle birlikte, Devletin Balkanlardaki hakimiyeti azalmış ve yerel güçler önemli bir yükseliş göstermişlerdi. Hatta Devlet kendisiyle işbirliği kuran Müslüman kabile şeşerine ve toprak sahiplerine paşa, bey ve ağa gibi feodal unvanlar vererek, kendi bölgelerinde sınırlı bir otorite kurmalarına izin vermeye başlamıştı[4]. Kuşkusuz yerel küçük birimlerin tam anlamıyla bağımsız oldukları söylenemezdi; sadece pratikte bir otonomiye sahiptiler. Aslında Balkanlarda bu çeşit bir yapılanma bir açıdan devletçe de destekleniyordu. Çünkü Devlet söz konusu kabile şeşeri ve feodal yöneticiler arasında rekabet koşulları yaratıyor, böylece güçlerini merkeze karşı birleştirmelerini engellemiş oluyordu. Devlet,“böl ve yönet” politikasını andıran bu uygulamayı uzun süre başarıyla yürütmesine rağmen Ali Paşa gibi rakiplerinin çoğunu bertaraf edip çok güçlü konuma gelen bir kişinin ortaya çıkmasına mani olamamıştı.
Onsekizinci yüzyılda başlayıp ondokuzuncu yüzyılda da devam eden bu süreç, Arnavutluk’ta önceki devirlerde tesis edilmiş olan tımar sisteminin çözülmesine, böylece askeri hizmetlere bağımlı olmaktan kurtulan bir feodal sınıfın doğmasına yol açmıştı[5]. Diğer bir deyimle feodalleşmeye başlayan yerel güçler, kendi kontrollerinde olan toprakları özel mülkiyetlerine geçirmeye başlamışlardı. Böylece devlet toprakları içerisinde “çiftlik” denilen özel feodal topraklar ortaya çıkmıştı[6]. Çiftlikler başlangıçta küçük ölçekliydiler. Ancak feodal yöneticiler, daha zayıf beylerin ve yoksul çiftçilerin topraklarını satın alarak her geçen zaman daha büyük mülklerin sahipleri olmuşlardır[7]. fiüphesiz ki, bu hızlı çiftlikleşme sürecinden en fazla çiftçiler zarar görmüştü. Çünkü yeni koşullarda çiftçiler kiracı veya serf konumuna düşmüşlerdi. Feodallerin rantları ise yükselmişti. Öyle ki bir çiftliğin sahibi bazen tüm çalışanların (serşerin) gelirlerinin üçte birini, hatta bazen yarısını alıyordu. Bu kazanç, sipahinin reayadan aldığıyla karşılaştırıldığında oldukça ayrıcalıklı bir gelir kaynağıydı[8].
Feodalleşme çabalarının yaygınlaşmasıyla birlikte bir çok büyük toprak sahibi kişi servetlerini artırmaya yönelik girişimlerini çoğaltmışlar; Arnavut beyleri birbirlerine siyasi ve ekonomik üstünlük kurmaya çalışmışlardı. Böylece hem anarşiye yol açan düşmanlıklar doğdu hem de çatışmalar ve kanunsuzluk ortamı yaygınlaştı. Birkaç on yıl süren böyle bir ortamda, feodal beyler kendi nüfuz alanını genişletmek amacıyla çiftlik ve kasabalarda yağma ve katliamlara giriştiler; her tarafı teröre iten silahlı birlikler kurdular. Çiftlikler ve kasabalar bunlara karşı sürekli mücadele etmesine rağmen topraklarını kaybetmekten kurtulamamışlar; kasabalarda yaşayanlar ise feodal beylere önemli aidatlar ödemek zorunda kalmışlardı[9]. Yerel güçlerin kendi aralarındaki nüfuz mücadelesi sonunda, onsekizinci yüzyılın son çeyreğinde iki güçlü “paşalık” ortaya çıktı: Bunlardan ilki Mehmet Buşhati’nin yönetimindeki İşkodra Paşalığı, diğeri ise Tepedelenli Ali Paşa’nın yönetiminde bulunan Yanya Paşalığı idi.
Paşalıklar Osmanlı idari sistemi dahilinde herhangi bir birime tekabül etmiyordu, ancak onların fiilen devlet içerisinde en geniş sınırlara sahip olan ve kendi içinde yarı bağımsız bir nitelik gösteren siyasi birimler olarak düşünülmesi mümkündür. Paşalıkların yöneticileri doğrudan Sultana bağımlı idi; çünkü paşalar konumlarını devletin ve padişahın sayesinde koruyorlardı[10]. Bununla birlikte İstanbul’a vergiler ve hediyeler aktıkça, ayrıca Sultanın otoritesi tanındıkça, onların kendi sınırları içerisinde bağımsız bir devlet yöneticisi gibi davranmaları olanaklıydı.
Tepedelenli Ali Paşa’nın ilk yılları yukarıda anlatılan kavga ve anarşi ortamında geçti. Kendisi dokuz yaşındayken babası ölmüş ve dolayısıyla hırslı ve kindar bir kadın olan annesi Hanko tarafından yetiştirilmişti. Ali, gençlik yıllarında bölgenin önde gelen paşalarının hizmetine girdi. Önce Eğriboz paşasının ardından da Beratlı Kurt Paşa’nın yanında hizmet etti. Bir süre sonra Kurt Paşa’yla arası açıldı ve bu kez Delvinyeli Kaplan Paşa’nın yanına gitti. 1768 yılında Kaplan’ın kızıyla evlendi. Kısa bir süre sonra Ali, kayınbabasının konumunu ve nüfuzunu ele geçirmek için çeşitli hileler yaptı ve bunda başarılı oldu. Kayınbabasının ölümünü sağlayarak onun yerine geçmeyi ümit etmiş, ancak Kaplan’ın oğlu Ali Delvinye mutasarrıfı tayin edilince beklentisi boşa çıkmıştı[11].
Ali Paşa’nın Yükselişi
Ali Paşa’nın Kurt ve Kaplan paşalar yanında yaptığı işler çevresinde giderek nüfuz kazanmasını sağlamıştı. Ali, feodal beyler arasında cereyan eden kavgalara sık sık katılmış, ancak genelde Sultanın tarafında yer aldığı için İstanbul’un dikkatini çekmişti. 1785 yılında Delvinye mutasarrıfı tayin edilerek paşa ünvanını aldı. Bir yıl sonra sancak mutasarrıfı oldu. Bu bölgede eşkıya ve çetelerle mücadele ederek düzeni çabucak sağladı ve Sultan ona Toskerya (Güney Arnavutluk) ve Epir’in derbentler başbuğluğunu verdi[12].
Ali Paşa’nın bu tarihlerde en önemli hedefi Yanya şehriydi. Önemli ve varlıklı bir şehir olan Yanya’da ekonomik faaliyetler oldukça gelişmişti. Tüccar ve zanaatkâr sayısı fazlaydı. Bir çok feodal yönetici bu şehri otorite altına almaya uğraşmasına rağmen şehrin kontrolü Ali Paşa tarafından 1788’de sağlandı. Ardından Bâbiâli bir fermanla yerini teyit etti[13]. Yanya mutasarrıflı- ğını ve derbentler başbuğluğunu aldıktan sonra Ali Paşa Devlet saşarında seferlere katılmış, 1787’de Rusya ve Avusturya’ya karşı yürütülen savaşta ve daha sonra 1804’de Sırbistan’da çıkan isyanın bastırılmasında yarar sağladığı gibi Rumeli valisi olarak dağlı isyanların bastırılmasında da önemli roller üstlenmişti[14].
Ali Paşa, bir taraftan Bâbıâli’yle ilişkilerini iyi tutmaya çalışırken, diğer taraftan da fırsat buldukça çevre bölgelere karşı harekâtlar düzenliyordu. Nitekim 1789-91 yılları arasında Devletin Avusturya ve Rusya ile savaşmasını fırsat bilerek, Arnavutluk’un güneyine (Toskerya) ve diğer bazı yerlere saldırmış ve otoritesini kabul ettirmiştir. Ancak savaşın bitiminden sonra Padişahın tepkisini çekmemek için saldırılarını durdurmuştu[15]. Bununla birlikte Ali Paşa’nın yayılma, servet biriktirme ve düşmanlarından intikam almaya yönelik hırsı sürekli harekât fırsatı aramasına yol açıyordu. Onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru Fransa’nın Osmanlıyı tehdit etmesiyle birlikte, Paşa tekrar yayılmacı faaliyetlere başladı. Daha önceki dönemlerde kendisine karşı gelmiş olan Suli Ortodoks Hıristiyanlarıyla uzun süren kanlı çatışmalar yaptı. Suliyotların savaşçı ve ülkelerinin dağlık olması nedeniyle savaşlar uzun sürmüştü. Neticede Suliyotların önemli bir kısmı katliamdan geçirilmiş, bir kısmı ise Parga ve Korfu adasına sığınmıştır. Ali Paşa bu sırada Fransızlarca işgal edilen Preveze’yi almış (1798), bunun üzerine kendisine vezirlik rütbesi verilmiştir[16].
Ali’nin nüfuz ve otoritesi her geçen gün artıyordu. Ancak onun en önemli hedeflerinden birisi olan rakiplerini bertaraf etme işi henüz tamamlanmış değildi. Delvinyeli Mustafa Paşa ile Beratlı İbrahim Paşa gücünün yayılmasının önünde önemli engellerdi. Bâbıâli, yerel güçlerin birleşmelerini engellemek amacıyla her zaman birini diğerine karşı kullanma yoluna gittiği için[17], İbrahim Paşa’yı Ali’nin yayılmacılığının önünde bir engel görüyor ve destekliyordu. Ancak İbrahim Paşa’nın elindeki toprakların zengin ve verimli olması, bölgede ticari olanakların gelişmişliği Ali’yi daha da hırslandırıyordu. Neticede Ali, iki kızını kendi oğullarıyla evlendirip akrabalık tesis ettiği İbrahim Paşa üzerine askeri birlikler göndermiş ve ayrıca onun kuvvetlerini parayla satın alarak büyük ölçüde zayıflatmıştı. Bunun üzerine İbrahim Paşa Avlonya’ya çekildi. Fransızlardan yardım istedi ama alamadı. Ali Paşa, İbrahim Paşa’nın bu ilişkisini devlete ihanet söylentileriyle ortaya yayarak, onu bertaraf etmek için gerekçe olarak kullanmaya çalıştı. Ali Avlonya’ya saldırdı. İbrahim Paşa’yı Yanya’ya naklettirerek ölünceye kadar hapsettirdi. Böylece silahtan çok parayla kazanılmış olan Berat ve Avlonya yeni efendisine kavuşmuş oldu[18].
Ali Paşa’nın Bâbıâli’de itibar sahibi olan İbrahim’e yaptıkları Sultanı çok kızdırmış olmasına rağmen o tarihlerde Rusya ile savaş halinde bulunulduğu için meselenin üzerine fazla gidilmemişti. Ali Paşa, oğlu Muhtar’ı Avlonya mutasarrıfı tayin etti. Bu tarihlerde Ruslara karşı başlatılan harekâta katılmakla görevlendirilince yaşlılığını ve hastalığını bahane ederek bu isteği yerine getirmemiş, ancak Bâbıâli’yle iyi geçinmeye çalıştığı için oğulları Muhtar ve Veli’yi göndermiştir.
Ali Paşa diğer düşmanı Mustafa Paşa’yı da yok etmek için Delvinye’ye asker gönderdi. fiehir 1811’de teslim alınırken, Mustafa Paşa Ali’nin geleneksel düşmanlarının yaşadığı Gardiki’ye kaçmıştı. Bunun üzerine Ali Paşa Gardikilileri ağır bir katliamdan geçirerek her tarafı yağmalattı[19].
Ali Paşa artık bölgenin en önde gelen söz sahibi olmuştu. Hakimiyet alanı Parga hariç tüm Güney Arnavutluğu, Teselya’yı ve Epir’i kapsıyordu. Onun bu derece güçlenmesi Bâbıâli’yi oldukça kaygılandırıyor ve kendisine sık sık uyarı gönderiliyordu. Aslında Ali Paşa için daha sert tedbirlerin alınması beklenebilirdi, ancak Sırp isyanıyla uğraşan Devlet bu meseleyi daha sonraya bırakmış gözüküyordu.
Ali Paşa’nın Dış Ülkelerle İlişkileri
Ali Paşa nüfuzunu geniş bir bölgeye yayınca bağımsız bir dış siyaset izleme çabalarını artırmıştı. Dış siyaseti herhangi bir ilkeye dayanmıyordu, tüm ilişkilerini çıkar üzerine kurmuştu. Hedeferine hizmet etmesi halinde ani dönüşümler yapıyor ve genelde kazananın yanında olmaya çalışıyordu. Örneğin aynı vakitte bir yandan İngiliz General Oswald’ı yemeğe davet edip İngilizlere olan bağımlılığını dile getirirken, diğer taraftan da Fransız elçi Pouqueville ile birlikte Santa Maura’da işgal altında olanlara yardım gönderme planları yapıyordu[20]. Ali Paşa’nın bu tutumu yaygın bir durumdu. Kısaca temel özellikleri ikiyüzlülük, acımasızlık, ilkesizlik ve sınırsız bir hırs olan Ali Paşa’nın herhangi bir dış veya iç ilişkiye girmesi için “amaçlarına yaraması” yeterli bir sebepti [21].
Ali Paşa ilk yakın ilişkileri Mısır’ı işgali sırasında Fransa ile tesis etmişti. Aslında Fransa da Ali Paşa ile iyi ilişkiler kurmak istiyordu. Çünkü Fransa bu sayede hem Türklerin Balkanlarda barınmasını zorlaştırarak Mısır üzerindeki emellerine daha rahat ulaşmayı hem de diğer düşmanları Rusların işini zorlaştırmayı hedefliyordu. Nitekim Napolyon, generali Gentili’ye “tüm rakiplerini yenen bu (Ali) Paşa cumhuriyetin menfaatinedir, dolayısıyla Cumhuriyete hizmet etmeye yeterli bir prens olabilir” demişti[22]. Ali Paşa ise Fransa’nın işgal ettiği yerlere sahip olmayı, en azından Parga ve Korfu’yu savaşmadan ele geçirmeyi hesaplıyordu[23]. Bunun dışında her an Sultanın kendisine karşı harekâta kalkışabileceği korkusu da Ali Paşa’yı sürekli dış destek sağlama çabasına itiyordu. Fransa ile Rusya’nın savaşmaya başladığı 1806 yı- lına gelindiğinde Ali, Fransızlarla iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Napolyon, Ruslardan Korfu adasını alabilirse kendisine bırakacağı sözünü verdi. Ali Paşa bunun üzerine müttefiki Fransızlarla hareket edeceğini bildirerek Yedi Ada- ’ya saldırdı ve Ruslarla şiddetli çatışmalar yaptı. 1807’de Ali Paşa Napolyon’- dan Korfu hakkındaki sözünü tutmasını istedi. Ancak Napolyon bu talebi kabul etmedi ve Korfu ve diğer adalar Fransa’nın kontrolünde kaldı. Bunun üzerine Ali Paşa’nın Fransa ile ilişkileri bozuldu[24] ve isteklerine kavuşabilmek için İngiltere ile yakınlaşma girişimlerine başladı. Bu kez amacı Adalar ve Parga’yı İngilizler sayesinde ele geçirmekti. Uzun süren çabalardan sonra Ali Paşa’nın Parga’yı İngilizlerden teslim alması ancak 1819 yılında ve tazminat karşılığında mümkün olmuştu[25].
Ali Paşa’nın İstanbul ile İlişkileri
Ali Paşa’nın Bâbıâli’yle olan ilişkilerine yön veren düşünce, dış ilişkilerine yön veren düşünceden pek farklı değildi: Hükümetle ilişkilerini, gerçekleştirmek istediği hedeflerine zarar vermeden devam ettirmeye çalışıyordu. Çünkü Paşa, bölgedeki hedeflerini ancak Bâbıâli’yle iyi geçinerek gerçekleştireceğini düşünüyordu. Bâbıâli’yle iyi geçinmesi her şeyden önce Sultanın hakimiyetini tanımaya ve düzenli vergi ve hediye göndermeye bağlıydı. Bu görevi yerine getirdikten sonra bölgede son derece rahat hareket edebiliyor; asker topluyor veya terhis ediyor, savaş ve antlaşma yapıyor ve vergileri tespit ediyordu[26]. Kısaca paşalığının sınırları içerisinde otoritesini kesin bir şekilde kullanıyor, bunun bedelini ise İstanbul'a gönderdiği fahiş meblağlarla ödüyordu.
Tepedelenli Ali Paşa’nın ilk zamanlarda, bölgesinde otoritesini yaygınlaştırma amacıyla Bâbıâli’nin tarafını tutma hususunda daha gayretli davrandığını söyleyebiliriz. Nitekim feodal beyler arasındaki çatışmalarda daima devletin yanında görünerek ve derbentler teşkilatında önemli roller üstlenerek kısa sürede yükselmiş ve derbentler başbuğluğu ünvanını almıştı. Devlet kendisinden seferlere katılmasını talep edince, Ali Paşa bunu istemeyerek de olsa yerine getirmiş veya oğullarını göndermiştir. Devletin, Ali Paşa’dan zaman zaman daha farklı istekleri de olabiliyordu. Örneğin Yanya ve Tırhala sancakları mutasarrıflığına atanmasından sonra kendisinden, yönetimindeki bölgelerden İstanbul’un ihtiyacı için hububat satın alması ve nakil için gerekli gemileri temin ederek göndermesi istenmişti[27]. Şüphesiz, tüm bunlardan Ali Paşa’nın Devletin her isteğini yerine getirdiği anlaşılmamalıdır. Ali Paşa, Devletin isteklerini kendisine açıkça tavır almasını engelleyecek ve içeride yaptığı uygulamalara kayıtsız kalacak kadar yerine getiriyor; bunun dışında Bâbıâli’nin taleplerine aykırı olsa bile istediğini yapıyordu. Örneğin Derbentler Nezareti “himâyet ve sıyânet-i ahâli ve reâyâ” ve “kimsenin mal ve hazînesine zarar gelmemek üzere”[28] kendisine verilmesine rağmen, Ali Paşa’nın bu görevi halka baskı yapmak suretiyle daha çok servet biriktirmek için kullandığı açıktı. Kısaca onun göreve gelmesiyle birçok gayri resmi hırsızın yerini tek bir resmi hırsız almıştı[29].
Bâbıâli ise Ali Paşa’nın aşırı güç kazanmasına kesinlikle karşıydı. Bu amaçla “böl ve yönet” politikasına uygun olarak Bâbıâli’nin özellikle Avlonya mutasarrıfı İbrahim Paşa’yı Ali Paşa’ya karşı bir güç olarak kullanmaya çalıştığı görülmektedir. Her ne kadar resmi belgelerde Ali Paşa ile İbrahim Paşa arasındaki “münâkaşa-i kadîmenin def’ ve izâlesine taraf-ı Devlet-i Aliyye’den bi'd-defaât mübâşirler”[30] gönderildiği bildirilse bile, Devletin iki paşa arasındaki husumetin bitmesini istemediği açıktır. Dahası, Bâbıâli’nin tavrı İbrahim Paşa’dan yana görülüyordu. Çünkü Ali Paşa’nın her geçen gün daha saldırgan hale gelmesi, ekonomik ve askeri açıdan gücünü artırması İstanbul’u endişelendiriyor ve bu gücün kendisine karşı denenmesinden korkuyordu[31].
Bâbıâli ile İlişkilerin Bozulması
Ali Paşa gücünü artırdıkça davranışlarında da Bâbıâli’den daha fazla bağımsızlaşıyordu. İstanbul’un onay vermediği çok şey yapmıştı ve hâlâ yapmaya devam ediyordu. Suliyotları katliamdan geçirmesi, Berat ve Avlonya’yı alıp İbrahim Paşa’yı hapsettirmesi, yabancı ülkelerle özel görüşme ve antlaşmalar yapması, istediği yerlere savaş açması, yağma ve talan faaliyetlerine girmesi, haksız yere zenginleşmesi, büyük bir servet biriktirmesi, Devletin düşmanlarına destek olması ve merkezin emirlerini “istediği zaman” yerine getirmesi, bunların dışında oğullarının halka yönelik baskı ve zulümleri Ali Paşa’nın Bâbıâli’yle ilişkilerini kopma noktasına getirmişti. İstanbul’un, Ali Paşa’nın sayısız haksızlığına sessiz kalması kısmen savaş ve isyanlarla sıkça uğraşmasına ve bundan dolayı onun gibi güçlü bir kişiyle uğraşmak istememesine bağlıydı. Ancak Ali Paşa’nın İstanbul’a karşı ikili tutumu da önemliydi. Diğer bir deyimle Ali Paşa Bâbıâli’yi dinler gözüküyor; ancak kendi istediğini yapıyordu. İstanbul’a ise yaptığı şeyleri çok farklı bildiriyordu. Örneğin İbrahim Paşa’yı hapsettirdikten sonra onu öldürdüğü şeklinde bir haberin İstanbul’a ulaşması üzerine durumun incelenmesi için hemen bir memur gönderilmiş; Ali Paşa ise konforlu bir odada Paşa ile memuru görüştürüp hediyeler verdikten ve Sultana bağlılığını açıkça ifade ettikten sonra geri göndermiştir[32].
Yaptıklarını farklı gösterme çabalarına rağmen Ali Paşa hakkında Bâbı- âli’ye yoğun şikâyetler gelmeye devam ediyordu. Ayrıca kendisi aleyhine Sultan nezdinde de olumsuz propagandalar yapılıyordu. Ali Paşa’nın eski düşmanlarından dergâh-ı âlî kapucubaşısı İsmail Paşo Bey de İstanbul’a gelip Ali Paşa hakkında olumsuz kamuoyu oluşturmaya başlamıştı. İsmail Paşo Bey bir süre sonra Sultan üzerinde önemli bir etkiye sahip Halet Efendi ile yakınlık kurmuş, bu sayede Sultan tarafından kabul edilerek Ali Paşa’nın uygulamaları hakkında bilgi sunmuştu.
Bu olaya seyirci kalamayan Tepedelenli, İsmail Paşo’yu öldürtmek amacıyla eğitimli iki adamını İstanbul’a gönderdi. 1820’lerin başlarında İsmail Bey’e suikast düzenlendi, ancak başarılı olunamadı. Suikastçilerden biri yakalanıp sorguyu çekilince, Ali Paşa tarafından gönderildiklerini itiraf etti. Bu olay bardağı taşıran son damla oldu[33]. Böylece kendisini uzun süredir cezalandırmayı tasarlayan Sultan harekete geçti ve ilk etapta Ali Paşa’yı derbentler nazırlığından azlederek bu görevi Tırhala sancağı mutasarrıfı Süleyman Paşa’ya verdi; Ohri ve Elbasan sancaklarını ise İskenderiye mutasarrıfı Mustafa Paşa’ya ve Veli Paşa’nın kontrolünde olan İnebahtı sancağını da Preveze’de ikamet etmekte olan Pehlivan Paşa’ya devretti. Ayrıca bölgedeki ayanlara merkezden “tahrirat” gönderilerek Ali Paşa’nın muhtemel ifsad girişimlerine karşı dikkatli olunması ve derbentler nazırlığına atanan Süleyman Paşa’nın, derbent muhafazası için ihtiyaç duyması halinde kendisine asker yardımı yapılması istenmiştir. Bunun dışında Arnavutluk ve Tırhala taraflarına ortamın incelenmesi için casuslar gönderilmiştir[34]. Bununla birlikte Sultan, Ali Paşa’nın üzerine hemen asker sevk ettirmeyerek kendisinden oğullarıyla birlikte Tepedelen’e gitmesini ve orada oturmasını istedi. Ali Paşa’ya Yanya sancağının kontrolünün bırakıldığı belirtilerek derbentlerden ve diğer yerlerden adamlarını çekmesi halinde can ve malına dokunulmayacağı bildirildi[35].
Bâbıâli, Ali Paşa’nın bu kararlara uymasını pek ummuyordu. Bu yüzden Ali Paşa’ya karşı yapılacak olası bir saldırı için çeşitli hazırlıklar başlatılmıştı. Ali Paşa ise kendisini savunmak için kapsamlı çalışmalar başlatmıştı. Ali Paşa oğullarıyla bir araya gelerek üç gün görüşme yapmış ve neticede Muhtar Paşa’nın çok sayıda askerle Berat’a, Veli’nin 15 bin askerle Preveze’ye gitmesi kararlaştırılmıştı. Ali Paşa ise Yanya varoşu etrafında büyük hendekler açtırmakta ve kale duvarı inşa ettirmekteydi. Ayrıca Merova yaylasında kuleler yaptırmıştı. Ali Paşa’nın Tırhala dağlarında, Ağrefe, İzdin ve Rivadiye taraflarında ve İnebahtı kalesinde çok miktarda askeri vardı[36]. Tepedelenli bunun dışında yoğun bir dış destek sağlama çabasına da girişmiştir. Ancak Paşa istediği dış desteği sağlayamamıştı. Rusya 1818’de Viyana Kongresi ile belirlenen esasları bozma niyetinde değildi. İngiltere ise Ali Paşa’ya Sultan ile barışmasını önermişti. Bunun üzerine Ali Paşa isyan etmeye hazır olan Rumlarla işbirliğine çalıştı. Yunan devrimci hareketini temsil eden “Filiki Eterya” örgütü üyeleriyle görüşmeye başladı ve bu örgüte siyasi ve maddi destek sağladı. Yunan ayaklanmasının önde gelen liderleri Ali Paşa’nın komutanlarıydı; Ali’nin adada bulunan filosu da isyana büyük destek sağlamıştı[37]. Ali Paşa’nın bununla Padişahın dikkatini üzerinden uzaklaştırıp Yunan isyanına yöneltmeyi veya Yunan isyanı başarılı olursa bundan yararlanarak kurtulmayı hedefliyordu. Yunanlılar ise Ali’ye desteğe hazırdı. Nitekim 1821 yılına gelinceye kadar 5.000-7.000 Yunan savaşçı Ali Paşa’nın saşarına geçmişti[38]. Ancak Rumların desteği Ali Paşa’ya olan sevgilerinden değil; hem Paşanın hem de Sultanın güçlerini Arnavutluk’ta hapsederek isyanın başarı şansını artırmak ve böylece Osmanlı hakimiyetinden kurtulma arzusundan kaynaklanıyordu[39].
Ali Paşa bir taraftan bu tür hazırlıklar yaparken, diğer taraftan da Bâbı- âli’ye yazılar göndererek gerekli emirleri yerine getirdiğini belirtiyor ve affını diliyordu. Bâbıâli’ye takdim olunan bir yazısında Padişahın isteği üzerine Elbasan, Selanik ve Eğriboz sancaklarındaki adamlarını kaldırdığını, Ohri sancağı ile Rumeli valisince idare edilen Paşa sancağında adamının bulunmadığını belirtmiş ve Tırhala sancağındaki adamlarının çoğunu daha önce geri çekmiş olduğunu ancak her sene Preveze kalesinde bulunan askerlerin ihtiyacı için Yenişehir kazasındaki Tırnova ve Büyükköy çiftliklerinde bir miktar adamın bekletildiğini ifade etmişti. Ali Paşa devamla “...öteden berü lâzıme-i sadâkat ve istikametim üzere min-el-kadîm beyn-el-emsâl ferde itâat ve inkıyâd ile müftehir ve mübâhî olan kullarından iken dünya ve ahirette mezmûmîyeti bedîhî olan harekât-ı reddiyyeye ne vechile mübâderet ederim Tırhala’dan adamlarımın kaldırılması şöyle dursun hâne-i fakîrânemden dahi olanca adamlarımın kaldırılması emr ü fermân buyrulsa bilâ-te’hîr inkı- yâda mübâderet akdem-i efkârımdır ve öteden berü hususen bu ihtiyarlıkta sebeb-i selâmet ve necâtim ancak şevket-meâb efendimizin emr-i hümâyûnlarına imtisâl ile hâsıl olacağı nezd-i âcizânemde bî-iştibâh olduğundan ba’de-lyevm dahi resm-i ubûdiyyete mugayir çâkerlerinden ednâ mertebe hareket vuku’u emre muhâldir hemân etrâf ve eknâfdan istimâ’ olunan gûn-a-gûn havâdis ve şâibelerden derc-i vesvese ve hücûm derkâr olmağla Allah aşkına çâkerlerine merhamet buyurup leyl ü nehâr dil-hâh-ı çâkeranem olan emniyyet-i kâmilenin husûlu ile dûçâr olduğum vesvesenin külliyyen de’fi içun...” affının kabulünü istiyordu[40].
Ali Paşa bu şekilde affını isterken savunma hazırlıklarını da devam ettiriyordu. Belirttiğinin aksine derbentlerden de askerlerini çekmiş değildi. Tüm bunlar açıkça isyan ettiği anlamına geliyordu. Bunun üzerine Sultan, Ali Paşa’nın tüm görevlerini ve ünvanlarını kaldırdı ve kırk gün içerisinde İstanbul’a gelip açıklama yapmasını istedi. Ali Paşa bunu da dinlemedi. Böylece Ali Paşa’nın idamı için fetva çıkarıldı ve “...ber-mûcib-i fetvâ-i şerîf paşayi mûmâ-ileyhin bir saat akdem ne vechile ve tarîk ile olur ise olsun idâm ve izâlesi esbâbını istihsâl ile vakit geçmeksizin bütün âilesinin def’i hususuna ikdâm ve mübâderete emr ü irâde-i şâhânenin husûlü ne makule tedbire mütevakkıf ise hemân icrâ’sına...” karar verildi[41].
Ali Paşa’ya Karşı Harekâtın Başlaması ve Pafşanın Öldürülmesi
Ali Paşa artık bir “fermanlı” olmuştu. Vücudunun rû-yi arzdan kaldırılması hususu için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Sultan bu meselelerin halledilmesi için ilk olarak İsmail Paşa komutasında 20.000 kişilik bir orduyu Yanya’ya gönderme kararı aldı. Ayrıca onları desteklemek için bir filo hazırlandı. İşkodra paşası Mustafa Buşhati’ye de yine destek vermesi için emir yazıldı. Bâbıâli, ayrıca Ali Paşa’nın çevresindeki insan gücünü zayıflatmak için tedbir alıyordu. Bunların en önemlisi Ali Paşa’nın tarafında olup da Devlet tarafına geçenlere aman verilmesi, aksi takdirde tüm mal varlıklarının tahrip edileceği kararıydı. Bu karar, özellikle Toska Arnavutlarını Ali Paşa’nın yanından uzaklaştırmak için alınmıştı. Kararın Toska Arnavutlarının akrabalarının bulunduğu bölgelere de duyurulması istenmişti[42]. Hemen belirtelim ki, “bu makule hâin-i merkumu terk ile Devlet-i Aliyye’ye ilticâ’ edenlerin” sadece mal varlığı garanti edilmiyor; aynı zamanda kendilerine çeşitli rütbeler veriliyor veya daha iyi görevler vadediliyordu. Hatta önemli miktarda para verilmesi de söz konusuydu[43]. Ali Paşa’nın yanında bulunanların çoğunun kendisini terketmesinde bu (para yardımı/rüşvet) faktörün çok etkili olduğunu düşünmemiz mümkündür.
Ali Paşa’ya karşı gönderilen bu ilk kuvvetler çeşitli başarılar kazandı. Pehlivan Paşa Teselya’yı, İnebahtı’yı ve Foniçe’yi ele geçirdi ve Veli’nin savunmasındaki Preveze’yi kuşattı. Ali’nin yanında yer alan Ömer Viproni Bey askerleriyle birlikte Devletin safına geçti ve kendisine mirimiranlık ünvanı verildi. Bu arada Avlonya ve Parga da teslim alındı. Ali Paşa, kontrolündeki yerlerin ve yanındaki güçlerin süratle elden çıktığını görünce şehrin varoş kısmını yaktıktan sonra bol miktarda asker, cephane, erzak ve top ile birlikte Yanya kalesine kapandı ve kendisini savunmaya başladı[44]. Böylece Yanya maddesinde uzun sürecek bir kuşatma devresine girilmiş oldu.
İsmail Paşa komutasındaki Yanya ordusu kaleyi kuşatma altına almasına rağmen uzun süre başarılı bir sonuç elde edemedi. Bunun üzerine Preveze’de bulunan Veli Paşa’nın üzerine gidildi. Sultanın, Ali Paşa hakkında verilen fermanın oğullarını kapsamadığını; babalarını desteklemeyi bırakırlarsa affedileceklerini bildirmesi üzerine[45] Veli ve oğulları Mehmet ve Selim beyler teslim oldular. Ardından Muhtar ve Salih paşalar, daha sonra da Muhtar’ın oğlu Mahmut Bey Devlet safına geçtiler. Devlet, Muhtar Paşa ve oğlu Mahmut ile Salih Paşa’nın Ankara’da, Veli Paşa’nın ise Kütahya’da ikamet etmesini kararlaştırdı[46]. Bu kişilerin, yanlarında getirdikleri mal ve eşyaların deftere kaydedilip kendilerine verilmesi ve tutulan defterlerin merkeze iletilmesi istenmiştir[47].
Devlet, Veli ve Muhtar Paşaların dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunmasına özel bir önem veriyordu. Çünkü aynı tarihlerde devlet safına geçmiş olan bazı Ali Paşa taraftarları Yanya ordusundan kaçmışlardı ve aynı şeyin Veli ve Muhtar Paşalar için de yaşanabileceği düşünülüyordu[48]. Bu yüzden merkezden Anadolu valisine ve Ankara mutasarrıfına yazılar gönderilerek “Arnavut tâifesinin ayyâr ve mekkâr bir kavim olduğu”; dolayısıyla paşaların “yâr ve ayar olunmayacak ve hiç kimesne ser-rişte olup sezmeyecek usûl-u hasene” ile muhafazaları gerektiği belirtilmiştir[49]. Bu tedbirlere rağmen Devlet bir müddet sonra Ali’nin oğullarının idamına karar vermiştir. İdamın gerekçesi ise onların, babalarının kurtulması için Arnavutlara gizli yazılar göndererek isyan etmelerine çalışmalarıydı[50]. Böylece Veli Paşa ve oğlu Mahmut Paşa Kütahya’da; Muhtar Paşa ve Salih Paşa da Ankara’da idam edilmiş ve kesik başları İstanbul’a gönderilmiştir. Ardından bu idamların, gerekçesiyle birlikte Yanya ve çevresinde duyrulması istenmiştir. İdamın ardından paşaların yanlarında bulunan şahısların aynı yerde kalmaları, mal ve eşyalarının ise deftere geçirilmesi kararlaştırılmıştı[51].
Bu arada Yanya meselesinde hâlâ bir ilerleme sağlanamamıştı. Üstelik Ali Paşa zaman zaman başarılı çıkışlar yapıyor ve özel adamlar görevlendirerek çevredeki halkın isyan etmesini temine çalışıyordu. Ali’nin safında iken Devlet safına geçen bazı kişiler de firar ederek aynı amaçla çalışıyorlardı. “Kakosil” reayası ise isyan halindeydi. Yanya’da görevli memurlar bu durumu Bâbıâli’ye bildirerek, Yanya ordusuna serasker olarak atanan Hurşit Paşa’nın bir an önce büyük miktarda askerle gelmesini istemiştir. Bâbıâli ise bir taraftan Yanya, Delvine, Avlonya, Ohri ve Elbasan sancaklarındaki görevlilere yazılar göndererek isyan teşebbüslerine karşı mücadele edilmesini ve “magzubu merkuma uyanların pişman olacaklarının” bildirilmesini isterken; diğer taraftan da görevlerindeki başarısızlıklarından dolayı Yanya memurlarına sert uyarılar gönderiyor ve daha gayretli olmalarını istiyordu[52]. Gerçekten de Bâbıâli bu mesele için hiçbir masraftan kaçmıyor, Yanya ordusunun zahire ve mühimmat ihtiyacı için tüm tedbirleri alıyordu[53]. Ayrıca ihtiyaç duyuldukça değişik bölgelerden asker tertip ediliyordu. Örneğin Yanya ordusuna serasker olarak tayin edilen Hurşit Paşa’nın Yanya’ya varmak üzere olduğu sıralarda, Dukakin mutasarrıfı 1000, Üsküp sancağı mutasarrıfı 1000, İvranyalı Hüseyin Paşa 1000, Alacahisar mutasarrıfı 1000 piyade askerle bu iş için görevlendirilmişlerdi. Yakove kazasından ise 500 asker gönderilecekti. Bahsedilen kişilerden Pirizren mutasarrıfına (görevleri karşılığı) 30 bin, diğer memurlara ise 25’er bin guruş para verilecekti. Ayrıca Filibe köylerinden 2000, Pazarcık ve Eskizağra taraflarından 500’er piyade asker tertip edilmişti[54].
Hurşit Paşa bir süre sonra (1821 yılının Mart ayı sonlarında) Yanya’ya ulaşmıştı. Paşa orduyu teftiş edip eksiklerin tamamlanmasına çalıştı. Bu arada Ali Paşa çevre bölgelerin reayalarını isyana teşvik ediyordu. Nitekim Tepedelen kalesini zapteden Toska Arnavutları Yanya’ya saldırıp Ali Paşa’yı kurtarmayı planlıyorlardı. Bunun üzerine Bâbıâli takviye kuvvetler gönderme kararı aldı. Mora tarafına görevlendirilmiş olan Eğrıboz muhafızı Yanya’ya gönderilerek yol boyunca ‘aylıklı asker’ toplaması istendi ve 2000 guruş kaynak gönderildi[55]. Hurşit Paşa değişik halklardan oluşan Yanya ordusundan Rum ve Arnavutların firar etmekte olduklarını Bâbıâli’ye yazarak, Türklerden kurulu 8-10 bin kişilik bir ordunun hazırlanıp gönderilmesini istemişti[56]. Bâbıâli bu isteği yerine getirmeye çalışıyordu. Devlet, Karaman valisi Reşit Paşa’yı Eğrıboz muhafızıyla birlikte Yanya meselesi için görevlendirmişti[57]. Bu arada Hurşit Paşa’ya düzenli olarak para gönderiliyordu. Diğer görevli memurlara da teşvik amacıyla “şu vakitler iş görüp nam ve şan olacak zaman” olduğu hatırlatılıyordu[58].
Tüm bu çabalara rağmen Yanya meselesi uzadıkça uzuyordu. Ancak Hurşit Paşa, Ali’nin de kullandığı bir yolu yoğun bir şekilde uygulamaya koyunca sonuca giden adımlar atılmaya başlandı: Hurşit, Ali’nin yandaşlarına büyük paralar vererek kendi safına çekmişti. Nitekim Letriç kalesi muhtemelen bu yolla teslim alınmıştı. Ali Paşa’nın gücü yanındakilerin kendisini terketmesinden sonra iyice zayıflamış, elinde sadece göl kenarındaki kale kalmıştı. Bunun üzerine Hurşit Paşa Ali’ye teslim olmasını önerdi. Ali Paşa ise (sultan tarafından onaylanmış halde) bağışlandığını gösteren bir ferman getirilirse teslim olacağını bildirdi. Hurşit Paşa kendisine güvence verdi ve fermanın hazırlanmakta olduğunu söyledi. Ali Paşa daha sonra yanında bulunan birkaç adamı ile göl üzerinde bulunan bir adadaki manastıra çekildi. Ancak Hurşit Paşa Ali’yi öldürtmekte kararlıydı. Kendisi Ali’nin katline dair sahte bir ferman düzenledi ve kale hile ile teslim alındı[59]. Bir süre sonra ferman Mehmet Paşa ve yanındaki otuza yakın askerle birlikte adada kendisine ulaştırıldı. Tepedelenli affedilmediğini öğrenince yanındakilerle birlikte kendini savunmaya kalktı. Bu esnada çıkan çatışmada öldürüldü. Kesik başı ise İstanbul’a gönderildi ve teşhir edildi. Daha sonra çocukluk arkadaşı Derviş Süleyman tarafından satın alınarak Silivrikapı’ya yakın bir mezarlıkta oğullarının başlarının yanına gömüldü[60].
Tepedelenli Ali Paşa’nın ölümü İstanbul’da büyük sevinç yarattı. Hatta onun idam haberini getiren Hurşit Paşa’nın kapu kethüdasına ve yanındaki tatarlara (toplam sekiz kişi) 20 guruş faizli, 9 yıl vadeli ve 1000 guruş değerinde olan eshamlar verilmişti[61]. Bunun dışında bu meselede devlet safına geçenlerin güvenlikleri sağlanmış; görev yapmış ayanlara ve diğer kişilere ise çeşitli ünvanlar verilmiş veya maddi kaynak sağlanmıştır. Örneğin bir paşaya mirimiranlık rütbesi, bir başkasına 10-15 bin guruş getirisi olan bir mukataa verilmesi kararlaştırılmışken; Mahmut Paşa’ya Elbasan sancağı, Abbas Beye Ohri sancağı ve yine bir başka paşaya 15 bin guruşluk “atiye” verilmiştir[62]. Ayrıca Yanya meselesinde görev yapmış askerlerin ulufeleri için Tepedenli’nin mal varlığından 500’er kese ve İnebahtı kalesindeki askerlerin ulufeleri için de 650 kese para gönderilmesi kararlaştırılmıştı[63].
Harekât Esnasında Yapılan Masraflar
Tepedelenli Ali Paşa’nın üzerine idama mahkum edilmesinden hemen sonra kalabalık bir ordu gönderilmiş ve destek amacıyla Rumeli’deki ayanların kontrolünde bölgeye asker sevkedilmişti. Meydana gelen bazı çatışmalardan sonra Ali Paşa Yanya’da kuşatılmıştı. Kuşatma uzun sürdü. Çünkü Devlete bağlı kuvvetler yeterince hazır ve güçlü değildi. Ordudaki askerler değişik kökenlerden insanların yer aldığı bir kalabalık niteliğindeydi ve bunlar arasında sık sık firar ve isyanlar oluyordu. Dahası askerlere kumanda eden kişiler yeterince liyakatli değillerdi. Ayrıca Devlet, Rumeli’de bu tarihlerde başta 1821 Nisanında patlak veren Mora isyanı olmak üzere başka problemlerle de uğraşmak zorunda kalmıştı. Yerel nitelikteki isyanlar Devlet güçlerinin dağılmasına yol açmaktaydı[64]. Ayrıca Ali Paşa’nın kendisini savunmak için yaptığı hazırlık da oldukça kapsamlıydı ve uzun vadeli savunmaya uygun şekilde yapılmıştı. Tüm bunlar kuşatmanın bir buçuk yıl gibi bir süre devam etmesine yol açmıştı.
Kuşatmanın uzun sürmesi harekâtın maliyetini artıran en temel sebepti. Çünkü tertip edilen askerlerin ulufelerinden, iaşe ve mühimmat gereksinimlerinin karşılanmasına kadar oldukça geniş bir masraf dizisi vardı ve bunların tutarı gün geçtikçe kabarıyordu. Devlet ise Ali Paşa’nın ele geçirilecek hazinelerini düşünerek hiçbir masraftan kaçınmıyor ve merkeze iletilen talepler büyük ölçüde yerine getiriliyordu.
Harekâtın en önemli gider kalemleri arasında askerlerin ulufelerini, iaşe ve mühimmat alım ve nakil harcamalarını, çeşitli paşalara verilen maddi yardımları, haber işlerinde kullanılan tatarlara verilen paraları, Serasker Paşa’nın şahsi harcamalarını, aşçılara, hekimlere ve tercümanlara verilen maaşları ve Ali Paşa’nın etrafındaki adamları devlet safına çekmek için yapılan ödemeleri sayabiliriz. Hemen belirtelim ki, bunların dışında da bir çok önemli sayılabilecek harcama kalemi vardı[65]. Harcamaların önemli bir kısmının Serasker Paşa’nın kontrolünde yapıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre, iki yıla yakın süren harekâtın ilk yılında (1236/1820-21) 5.724.751 guruş, ikinci yılında ise (1237/1821-22) 23.673.738 guruş olmak üzere toplam 29.398.489 guruş harcama yapılmıştı. Harcamaların düzeyi harekâtın seyrine bağlı olarak aydan aya önemli farklılıklar göstermişti. En fazla harcama 1237/1821-22 yılının Cemaziyelevvel (1822 Ocak ayı) ayı içerisinde yapılmış olup 9.110.704 guruşa tekabül etmişti[66].
Ali Paşa’nın Öldürülmesinden Sonra Arnavutluk’taki Gelişmeler
Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması Rum isyanının başarısını engellemediği gibi Arnavutluk sorununun da bitmesi anlamına gelmiyordu. Bu tecrübeden sonra Sultan, hâlâ fiilen varlığını devam ettiren İşkodra paşasının gücünün artmasına razı olamazdı. Nitekim 1829 yılında Türk-Rus savaşı sona erince Sultan, sürekli merkeze karşı itaatsizlik içerisinde olan ve yarı bağımsız niteliklere sahip Arnavut beylerinin yok edilmesini kararlaştırdı. Bu arada Arnavut beyleri bir araya gelerek güçlerini birleştirme kararı almışlardı. Devlet ise 1830 yılı Ağustos ayında tüm Güney Arnavutluk’taki beyleri Manastır’a yakın bir kasabaya çağırmış ve Padişaha bağlılıklarını bildirmeleri halinde ödüllendirileceklerini bildirmişti. Bununla birlikte beklenen olmamış ve gelen misafirler bandoyla karşılandıktan sonra kurşuna dizilmiştir. Rumeli kuvvetlerinin komutanı M.Reşit Paşa kontrolünde gerçekleştirilen bu olay esnasında 500 Arnavut beyinin öldürüldüğü belirtilmektedir[67]. Ardından Reşit Paşa 1831 yılında kuzeye yönelerek İşkodralı Mustafa Buşhati’nin üzerine gitmiş ve onu ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu olaydan sonra Buşhati teslim olup Sultanın hakimiyetini tanımış, böylece İşkodra Paşalığı da fiilen sona ermiştir.
Paşalıkların yok edilmesinden sonra Sultan, merkezileşme çabalarına hız vermiş ve Arnavutluk’ta kontrolü sağlamak için bir dizi siyasi, idari ve askeri tedbir almıştır. Ülke (Arnavutluk) önce üç, sonra dört vilayete (İşkodra, Manastır, Yanya ve Kosova), vilayetler de sancak ve kazalara ayrılmıştır. Bu yapılanmayla Arnavut bölgelerinin idari açıdan birbirinden kopması sağlanmıştı. Sultan ayrıca, feodal sistemi yeniden kurma yerine zaptedilen çiftliklerin reorganize edilmesine çalıştı. Vergi sisteminde de değişiklik yapılarak, vergilerin Arnavut beyler yerine devlet memurları vasıtasıyla toplanmasına başlandı. Askerlik hizmetleri ise 7-10 yıl arasında belirlendi[68].
Bu tedbirler, Arnavut halk kitlelerinin muhalefetini daha da artırmış; vergi yükü ağırlaşırken, devlet memurlarının vergi toplamadaki rüşvet ve suiistimalleri yaygınlaşmıştı. Neticede kuzeyden güneye kadar tüm Arnavutluk’ta reformlara karşı eş zamanlı isyanlar ortaya çıktı[69]. İsyanların hepsi bastırılmıştı, ancak bu, padişahın kırsal bölgelerdeki otoritesinden fiilen vazgeçmesi pahasına başarılmıştı. Bu da, isyanların daha az sık hale gelmesini sağlamıştı[70].
Tanzimattan sonra da Arnavutluk sorunu tüm ağırlığıyla devam etmişti. Padişah, genel bir isyanı engellemek amacıyla Tanzimat reformlarını aşamalı olarak uygulamıştı. Reformlar, 1843’te Kosova’da, 1844’te İşkodra’da, 1845’te ise Yanya’da uygulamaya konuldu. Fakat, ülkenin her yerinde toplum kesimlerinden büyük direniş ve isyanla karşılaşıldı. 1840-70 yılları arasında devam eden bu isyanların baş aktörü çoğu Müslüman olan dağlık bölgelerin çiftçileriydi. Ramadan Marmullaku isyanlarla ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “isyanlar daha çok eski rejim altında çiftçi ve feodal lordların elde ettiği lokal otonomiyi korumayı hedeflemiş olmasına rağmen onların aynı zamanda daha geniş bir ulusal ve Balkan ölçeğinde hedefi vardı. Çünkü onlar İmparatorluğun tüm idari sistemine karşıydı. Vergiler ve diğer yükler, 7-12 yıl arasında süren askerlik hizmetleri ve benzeri uygulamalar Arnavutluk’ta ve İmparatorluğun idaresi altındaki diğer bölgelerde tahrip edici ekonomik etkiler yapmıştı. Sistemin yarattığı ekonomik eşitsizlikler sosyal düşmanlıklara yol açmış ve Osmanlı yöneticilerine karşı ulusal bir hassasiyeti kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla Arnavut çiftçilerin isyanı, Türklerin yönettikleri toprakları birleştirmesine dayanan yeni merkezi sisteme ağır bir tepkiydi”[71]. Kısaca Ali Paşa’nın öldürülmesi Arnavutluk sorununun çözümü için ciddi bir fayda sağlamamış, Devlet tüm 19. yüzyıl boyunca bu meseleyle uğraşmak zorunda kalmıştır.
TEPEDELENLİ ALİ PAŞA’NIN MAL VARLIĞI
Acımasızlığı, kurnazlığı ve diplomatik bilgisiyle Yanya Aslanı olarak anılan Ali Paşa, servet edinme hususunda da benzer bir unvan alabilecek kabiliyetteydi. Babasından sadece iki çiftlik miras alan Paşa, zamanla yüzlerce çiftliğin ve binlerce gelir getiren gayrimenkulun sahibi olmuştu. Osmanlı Devleti gibi feodalleşme eğilimleriyle sürekli mücadele edilen, aşırı zenginleşmeler için müsadere uygulamasının gelenekselleştirildiği bir ülkede, bir ayanın bu derece serveti biriktirmesi ve idamına kadar koruması ilgi çekici bir husustur. Üstelik Ali Paşa servetinin neredeyse tamamını meşru olmayan yollarla elde etmişti. Bâbıâli onun devlet adına yaptığı bazı hizmetleri ve İstanbul’a gönderdiği paraları dikkate alarak, birçok gayri meşru faaliyetine göz yummuş veya yummak zorunda kalmıştı. Aslında, Ali Paşa da Devletin bölgedeki istikrar açısından kendisine ve kendisi gibilere muhtaç olduğunu biliyordu ve bu durumu amaçlarına ulaşmak için her zaman Bâbıâli’ye karşı bir koz olarak kullanmıştı. Devlet baskısı dışında Ali Paşa için büyük bir servet biriktirmenin önünde engel olabilecek ikinci bir unsur “halkın muhalefeti” idi. Ancak, Ali Paşa bunu, emrindeki çok sayıda askerle izole edebiliyordu. İşte Tepedelenli’nin mal varlığını incelerken, onun Devletle ve halkıyla olan kendine has ilişkilerini daima göz önünde bulundurmak gerekir.
Ali Paşa’nın Zenginliğinin Kaynakları
Ali Paşa’nın mal varlığı esas olarak devlet adına görevler üstlenmesinin ardından büyümeye başlamıştır. Ali Paşa devletin kendisine verdiği görevleri suiistimal ederek, daha çok iktidar ve servet biriktirmenin bir aracı olarak kullanmıştır. Örneğin Rumeli derbentler nazırlığı yardımcılığına atandığında, görevi eşkıyalığı önleme olmasına rağmen Ali Paşa bizzat eşkıyaların faaliyetlerini kolaylaştırmış ve karşılığında önemli meblağlar edinmiştir[72]. O, servet edinmek için meşru veya gayri meşru olduğuna bakmaksızın her yöntemden yararlanma yoluna gidiyordu. Servet edinmek için yapamayacağı bir iş, denemeyeceği bir yol olamazdı. Bu amaçla en sık kullandığı yöntemler ise şöyleydi[73]:
-Devlet adına 1/10 nisbetiyle alınması gereken vergiyi 1/5 ile toplayarak aradaki farkı ele geçiriyordu.
-Köy ve kasabalara kanunsuz veya keyfi vergi yüklüyordu.
-Erkek çocuğu olmayanların mirasına el koyuyor veya zenginlerin terekelerine sahip çıkıyor, mallarını haksız olarak gasbediyordu.
-Mahkemede görülen davalardan vergi alıyor ve ayrıca mülkiyeti dava konusu olan her malın değerinden %10 vergi topluyordu.
-İhracat ve ithalattan (keyfi) gümrük vergisi alıyordu.
-Ucuza aldığı malları zorla pahalıya satıyordu.
-Belirli amaçlar için yanına gelenlerden rüşvet ve hediye alıyordu.
-Devlet adına harekâta gidildiğinde, yol boyunca halktan ve yakalanan eşkıyalardan büyük miktarlarda haraç topluyordu.
-Özellikle mücadele halinde olduğu çevre bölgeleri yağmalıyordu.
Tepedelenli’nin zenginliğinin en önemli kaynağını çiftlikleri oluşturmaktaydı. Kendisi, oğullarıyla birlikte yüzlerce çiftliğin sahibi olmuştu. Ancak bu çiftliklerin tamamına yakını haksız yöntemlerle, bazen korkutma ve gasp ile ele geçirilmişti. Bizzat Ali Paşa’yla da görüşmüş olan İngiliz William Leake, toprakların köylülerden Paşanın eline nasıl geçtiğiyle ilgili şu örneği vermektedir: “Matzuki, buraları son ziyaretimden sonra Vezir Ali’nin çiftliği haline geldi. Mali yükümlülüklerini ödeyemeyen fakir köylüler Yanya’da ve diğer yerlerde %20 faizle borçlanmak zorunda kalıyorlardı. Bu zorunluluk zamanla artmış, dolayısıyla halkın bir kısmı Ağrefe’ye kaçmış geri kalanı da tüm kasaba ve topraklarını satma teklifiyle Vezire (Ali’ye) çıkmışlardı. Ali’den 12 kese para talep etmişlerdir, ancak kendilerine sadece 2 kese para verilmişti”[74].
Ali Paşa, toprakların kendi kontrolünde çiftlikleşmesini sağlayarak önemli bir gelir kaynağı yaratmıştı. Ayrıca birçok köyü çiftliğe dönüştürerek, buralardan düzenli gelir elde ediyordu. Mesela Alasonya’da 300 haneli bir köyü çiftliğe dönüştüren Ali Paşa buradan her yıl 21.500 guruş meblağ tahsil etmeye ve köylünün tarımsal üretiminin üçte birini kendine almaya başlamıştı. Aynı kazada bir başka köyü, reayasının 35.000 guruşluk borcunu ödemeyi üstlenmek suretiyle çiftliğe dönüştürmüş, üstlendiği borcu ise ödememişti. Ali Paşa Tırhala Sancağında ise 15 köyü çiftliğe çevirmiştir. Bu köylerdeki araziler reayanın elinde bulunurken, Ali Paşa tarafından korkutma ve baskı yöntemleriyle ele geçirilmiştir. Bu çiftliklerde üretilen ürünlerden de üçte bir hissesi Ali Paşa tarafına veriliyordu[75].
Tepedelenli’nin “çiftlikleştirme” için kullandığı benzer bir yöntem, değişik insanların mülkünde olan topraklara, ekilen toprak miktarına göre sahiplerine maktu bir ücret vermek suretiyle (mesela, dönüm başına 2 guruş) zaptetmekti. Bu yöntemle Alasonya’da dört çiftliği ele geçiren Ali Paşa, çoğu zaman ise herhangi bir bedel ödemeden köylülerin elindeki toprakları zaptediyor ve ardından çiftliğe dönüştürüyordu. Paşa, Dominik kazasında 5 çift arazisi olan bir çiftliği, Alasonya’da 3 çift arazisi olan bir çiftliği, Tırhala’da ise 5 çiftliği ve Çatalca’da 240 dönüm arazisi olan bir çiftliği bu şekilde ele geçirmişti. Çiftlikleri gerçek değerinin çok altında bir bedelle köylülerden satın almak, Paşanın başvurduğu bir başka yöntemdi. Tırhala’da Fatma Hatun isimli bir kadının değişik çiftliklerde bulunan 22 çift arazisini ve belirli sayıda dükkan, konak gibi emlâkını Paşanın 20 bin guruş bedelle zorla satın aldığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Ali Paşa, Tırhala’da üç çiftlikte değişik kişilerin mülkünde olan 23,5 çift araziyi 14.750 guruş bedelle; Lütfullah Ağa isimli bir şahsın değişik çiftliklerdeki 27 çift arazisini 22.000 guruş bedelle; dört çift arazisi olan bir çiftliği ise 1000 guruş bedelle tasarrufuna geçirmiştir. Ayrıca bir kısım toprağı Tepedelenli tarafından satın alınan bazı çiftliklerin kalan arazilerinin de zaman içerisinde Paşa tarafından haksız yöntemlerle ele geçirildiği görülmektedir. Son olarak Paşanın toprağı ve bir kısım geliri dini kurumlara veya vakıflara tahsis edilmiş bazı çiftlikleri de zaptettiği anlaşılmaktadır[76].
Tüm bu anlatılanların ışığı altında Ali Paşa’nın büyük servetinin, baskı ve zulümle halktan topladığı aidatlara ve zorla veya düşük bedelle ya da benzer yöntemlerle köylülerin ellerindeki toprakları alarak gelir getiren çiftliklere dönüştürmesine dayandığı ortaya çıkmaktadır. Onun gücü oğullarının çeşitli devlet görevleri üstlenmesiyle daha da büyümüştü. Baskı ve zulüm hususunda baba ile oğullar arasında herhangi bir fark bulunmuyordu. Ali’nin oğullarından Veli Paşa’nın Mora’da görev yaptığı sıralarda halktan canavarca para sızdırdığı belirtilmekteydi[77]. Veli Paşa’nın Yenişehir ve Tırhala’da yaptığı baskı ve topladığı haksız aidatlar hakkında bölgedeki bir devlet görevlisinin yazdığı şikâyette yer alan şu ifadeler bu yargıyı doğrular niteliktedir: “Veli Paşa Yenişehir-i Fenar ve civârında onun bunun çiftlikâtını ve kuralarını zabtederek sekizbin kîse îrâd tedârük edüp zîr-i destinde ve zîr-i deste- ğinde olan çişikâtın üzerlerine edâsı lâzımgelen tekâlifat-ı pâdişahîden bir tekâlifi verdirmeyüp bi-z-zarûre âherlerıne tahmîl ve Yenişehir-i Fenar kazası ve ol-havâlî kazaları bu esbâb ile harâba yüz tutmuştur...”. Aynı görevli devamla “derbentlerin muhâfazalarına me’mûr olan bölükbaşılarınız hilâf-ı emr ü rızâ’ mürûr ü ubûr eden ebnâ-yi sebîlin ve hademin devletin her yerinden ne aldıklarından habersiz sâir eyledikleri mezâlim ve teâddîyât şöyle dursun bu kadar oğullarınızda ve etrâfınızda ferec vermeye Allah ve Padişah razı olur mu? Cenâb-ı devletleri oğullarınızı kendiniz gibi vezir ettiniz ve bölükbaşılarınızı dahi mîrimîrândan ziyâde ettiğiniz ve herbiri kendi başına hükm-i hükûmet eder zîr-i destinizde olan memâlik-i pâdişâhi ve fukarâ-ı raiyyet üç vezire ve yirmi mîrimîrâna tahmîl ve tâkat getürebilir mi?”[78] diyerek zulmün boyutlarının ne derece ilerlediğini anlatmaktadır.
Ali Paşa’nın Mal Varlığının Tesbiti ve Zaptedilmesi
Tepedelenli’nin fermanlı ilan edilmesinden sonra kendisinin ve oğullarının tüm servetlerinin devletçe zaptedilmesine karar verilmişti. Buna göre Ali Paşa ve aile bireyleriyle taraftarlığında ısrar edenlerin tüm menkul ve gayrimenkul varlıkları Darphane-i Âmire tarafından zaptedilecek ve yönetilecekti. Her sancakta tespit edilecek kaynakların (çiftliklerin) hem yeniden imarı ve yapılandırılması hem de lâyıkıyla yönetilmesi için “çiftlik-i hümâyûn nazırı” ismiyle birer memurun gönderilmesi, her memura kanuna göre Darphane-i Âmire’den uygun miktarda maaş bağlanması; maktu yöntemin cari olduğu kaynakların ise “emaneten” idaresi veya bu mümkün olmazsa iltizama verilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece bir yılın sonunda tüm bu çiftlik ve diğer kaynakların yıllık hasılatları tespit edilecek ve ona göre yeni uygulamalara gidilecekti. Tepedelenli’nin zaptedilecek han, dükkan, menzil ve benzeri gayri menkullerinin ise tayin olunacak çiftlik nazırları vasıtasıyla ve açık artırma yöntemiyle satılması, elde edilen gelirlerin Darphane-i Âmire’ye gönderilmesi benimsenmişti[79].
Kıymetli Maden/Eşya ve Alacak Şeklindeki Mal Varlığı
Ali Paşa ve oğullarının mal varlığı üç ana kalemden oluşuyordu. Bunlardan ilki yukarıda belirtildiği üzere kendisi hayattayken zaptedilmeye başlayan çok sayıdaki çiftlik ve çiftliklerin içinde veya başka bölgelerde bulunan çeşitli iltizam gelirleriydi. Diğer önemli bir kalem, ölümünden sonra Yanya kalesinde ele geçirilen hazineleriydi. Son olarak ise paşalığının sınırları içerisinde bulunan çeşitli kişilerden olan alacaklarıydı. Bu son iki kalemde yer alan alacaklar Paşanın ölümünden sonra ele geçirilen defterlerin tercümelerinden ve paşa ve oğullarının yakınları ile yazıcılığını yapan kişilerin ifadelerinden hareketle tespit edilmişti. Bu amaçla Paşanın ölümüyle birlikte söz konusu defterler ele geçirilmiş, ilgili kişiler de tek tek dinlenmişti[80].
Ali Paşa’nın Yanya’da ele geçirilen muhallefatının büyük olması beklendiğinden, bunun yazılması için Sofya nazırı Hasan Tahsin özel olarak görevlendirilmişti[81]. Ancak Paşanın ele geçen hazinesi beklenenden bir hayli düşük çıkmıştı. Bunun en önemli sebebi Ali’nin Mora isyanına yardım için Rumlara büyük meblağlar vermesiydi. W.Palmer’a göre hazinelerin değeri 40 milyon guruşu buluyordu[82]. Ancak Paşanın hazinesinin gerçek değerinin bu miktara ulaştığı şüphelidir. Çünkü onun öldürülmesinden sonra Yanya kalesinde tespit edilen altınların rayiç değerinin 23.275.288 guruş olduğu anlaşılmaktadır. Altınların dışında Ali’nin 181.675 adet “beşli altını”, 155.625 adet “ecnas-ı guruşu” ele geçirilmiş ve ayrıca 2.630.500 guruşa tekabül eden parasının olduğu tespit edilmişti[83]. Tüm bunlar dikkate alındığında Ali Paşa’nın Yanya kalesinde belirlenen hazinesinin 27 milyon guruş civarında olduğunu söylemek mümkündür.
Paşanın oğullarının çiftlik dışındaki mal varlıklarının bir kısmı Anadolu- ’ya geçişlerinde yazılmış ve kendilerine teslim edilmiş, öldürülmelerinden sonra ise bunlara el konulmuştur. Gerek Paşanın gerekse oğullarının, burada belirtilenler dışında da mücevher ve benzeri değerli varlıklarının bulunduğu tahmin edilebilir. Nitekim Muhtar Paşa’nın, mücevheratının bir kısmını gömdüğü belirtilmiş, Veli Paşa’nın ise teslim olmadan önce Preveze’de bulunan Miner isimli İngiliz konsolosuna kısa bir müddet için (muhtemelen içinde mücevher olan) iki sandık teslim ettiği yazıcısı Dimitri tarafından ifade edilmişti. Ancak konsolosun bu sandıklarla gizlice kaçtığının anlaşılması üzerine mesele incelenmiş ve sandıkların Ayamadere adasında olduğu yönünde bilgi edinilmiştir. Bunun üzerine İngiltere elçisi nezdinde sandıkların İstanbul’a getirtilmesi için çalışmalar başlatılmış olmasına rağmen olumlu bir sonuç alınıp alınmadığı kesin değildir[84]. Bunların haricinde Ali Paşa’nın Yanya’da kaleye kapanmazdan üç ay önce 10 milyon guruşluk bir meblağı Korfu adasına kaçırmaya çalıştığı, ancak bunun gerçekleşip gerçekleşmediğinin bilinmediği Veli’nin yazıcısı Dimitri tarafından ifade edilmiştir[85].
Ali Paşa ve oğullarının çeşitli vilayetlerin halkından olan alacakları da önemli bir yekûn oluşturuyordu. Devletin, söz konusu yekûnun tahsil edilebilmesi için öncelikle kimlerden veya nerelerden hangi miktarda alacak olduğunu tespit etmesi gerekiyordu. Bu amaçla ele geçirilmiş olan Rumca yazılı defter ve diğer evraklar tercüme ettirilerek alacak toplamına ulaşılmıştı. Halkın, Paşaya ve oğullarına olan borçları genellikle şu kalemlerden oluşuyordu: Çiftlik sakinlerinin borçlarından, köylülerin vergi borçlarından, nüzülve avarız zimmet bedellerinden, tımar cebelü zimmetlerinden, cizye evrakı zimmetlerinden, ağnam sayıcılığı borçlarından, köy âşar bedelinden, ispenç akçelerinden, çiftlik hasılatlarından, kışlak iltizamından, mandıraların iltizam bedellerinden, seferiye akçesinden, mukataa hesaplarından, gümrük hesaplarından, Paşanın çiftliklerini işleten kişilerin çiftlik hasılatından, memleket vergilerinden, çiftlik iltizam bedellerinden, ağnam resimlerinden vs. Bu borç kalemleri içerisinde en büyük meblağı ise çiftlik sakinlerinin borçları, köylünün vergi borçları, kışlak iltizam borçları, cizye zimmetleri ve zahire bahasından olan alacaklar teşkil ediyordu[86]. Alacakların miktarı ve vilayetlere göre dağılımı ise şöyleydi[87]:
Paşanın vilayetlerden olan yaklaşık 15 milyon guruşluk meblağ dışında Yenişehirli bir sarraftan 1.172.757 ve diğer iki şahıstan 8.138 guruş olmak üzere toplam 1.180.895 guruşluk daha alacağı vardı[88]. Bunlarla birlikte toplam alacak miktarı 16.316.186 guruşa ulaşmaktadır. Buradan hareketle, Ali Paşa ve oğullarından altın/kıymetli eşya ve alacak şeklinde ele geçirilen toplam meblağın 43 milyon guruşu aştığını belirtmek mümkündür.
Ali Paşa’nın Çiftlikleri ve İltizam Gelirleri
Ali Paşa’nın zenginliğinin temelinde tasarrufundaki yüzlerce çiftlikten elde ettiği gelirler yatıyordu. Paşanın tüm mal varlığının zaptedilmesi kararından sonra, çeşitli kazalarda bulunan çiftlikler merkezden görevlendirilen kişilerce tek tek incelenmiş ve gerekli bilgiler defterlere geçirilmiştir. Çiftliklerle ilgili hazırlanan ilk deftere göre, Paşanın tasarrufunda 450’ye yakın çiftlik bulunmaktaydı. Aşağıdaki tablodan ve tabloya ait notlardan da anlaşılacağı üzere Paşa, çiftliklerin önemli bir kısmında, reayaya hiçbir destek sağlamaksızın ürünün üçte birini kendisi için alıyordu. Bazen çiftliklerden aynî veya nakdî olarak maktu aidatlar topluyordu. Hissesinin olduğu çiftliklerden de üründen maktu bir pay almaktaydı. Çiftliklerde aylakçı olarak çalışanlardan maktu bir aidat ve ayrıca hane kirası alınırken; çiftlikte bulunan çayır, değirmen, menzil, dükkan vb. gibi yerler kiraya veya iltizama veriliyordu. Çiftlik bünyesindeki bağların mülkiyeti genellikle çiftlik sakinlerine aitti, ancak bunlardan da maktu bir bedel toplanıyordu. Çiftliklerden ayrıca ağalık varidatı adıyla bir bedelin alındığı da vaki olmaktaydı. Aşağıdaki tabloda Ali Paşa’nın çiftlikleriyle ilgili hazırlanan ilk defterlerden yararlanılarak hangi kazada kaç tane çiftliğin bulunduğu ve bunlara ait rakamlar verilmiştir[89]. Çiftliklerdeki ortak uygulamalar hakkındaki bazı bilgiler vermek için tabloya kısa notlar eklenmiştir.
Ali Paşa’nın, çiftlikleri dışında Tepedelen ve çevresinde yaklaşık 315 dönüm bağ ve bahçesi vardı. Bunlardan yıllık 31.582 guruş gelir sağlıyordu. Paşa, ayrıca değişik köylerde de yüzlerce dönüm arazi satın almıştı. Tepedelen kalesinde büyük bir konağı ve konakta çok sayıda özel eşyası vardı. Ayrıca yine kalede 1.200 kıyye pirinç, 4.500 kıyye buğday, 2.100 kıyye mısır buğdayı ve 1.800 kıyye saman ele geçirilmiştir.
Ali Paşa, bir kısmı çiftlikler dahilinde olan çeşitli mukataa ve benzeri yerlerden de önemli gelir elde ediyordu. Paşanın çeşitli mukataalardan, gayrimenkul kiralarından ve kazaların maktu bedellerinden yıllık kazancı yaklaşık 1,5 milyon guruştu. Ali Paşa, Avlonya kazasında bulunan Avlonya gümrüğü ve çeşitli gayrimenkul ve vergilerin (geçit resmi, kantar resmi, dühan resmi, adet-i ağnam vs.) iltizamından ve diğer bazı yerlerin iltizamından da yıllık 450 bin guruş civarında gelir sağlıyordu. Paşanın ayrıca değişik kişilerin ellerinde bulunan 2.025 baş koyunu vardı[90].
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’inde Ali paşa ve oğullarının zaptedilen mal varlıklarını gösteren bir başka defterden ise Paşa ve oğullarının 500’den fazla çiftliğinin ve çok sayıda değişik mülklerinin olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu defterin, Paşanın Yanya kalesindeki konağında ele geçirilen defter ve evrakların tercümesinden, çiftliklerin yıllık hasılatları ve iltizam bedellerinin incelenmesinden ve diğer gelir kaynaklarının bilgi sahibi kişilerden sorulmasından hareketle hazırlandığı belirtilmekteydi. Ali Paşa’nın sahip olduğu çiftlikler ve 1237/1821-22 yılına ait tahmini hasılatları hususunda defterde yer alan bilgileri aşağıdaki gibi tablolaştırmak mümkündür[91].
Defterde yer alan bilgilere göre çiftlikler birkaç yöntemle işletilmekteydi. Çiftliğin hasılatından 2/3’ünün reayaya, 1/3‘ünün ise (sipahiye öşür veya maktu bir meblağ verildikten sonra) Paşaya verilmesi en yaygın yöntemlerden birisiydi. Hasılattan önce sipahiye verilen kısmın ayrılması, ardından kalan kısmın 2/3 ve 1/3 oranlarında paylaşılması diğer bir yöntemdi. Çiftliklerde hisse sahipliğinin söz konusu olduğu durumlarda, hasılattan hisseye göre pay alınması yoluna gidilmekteydi[92]. Veli Paşa’ya ait bazı çiftliklerde ise, çiftlik hasılatının öşrünün ayrılmasından sonra, kalan kısmın eşit şekilde paylaşıldığı anlaşılmaktadır[93].
Yukarıda belirtilen defterin incelenmesinden hareketle Ali Paşa ve oğullarının elinde, çiftliklerin dışında gelir getiren bir çok varlığın bulunduğunu söylemek mümkündür. Bunların bir kısmı Tablo 4’te gösterilmiştir[94]. Bunların dışında Paşa ve oğullarına ait çok sayıda arsa ve benzeri mülkhaneler, konaklar, dükkanlar, zeytinyağı değirmenleri, süt değirmenleri, menzilhaneler, kişisel eşyalar, kap-kacak ve benzeri alet ve edevat bulunmaktaydı. Ayrıca Ali Paşa’nın Parga kalesi içinde ve dışında da çok sayıda emlâk, bağ, bahçe ve benzeri varlığı mevcuttu. Buna göre Parga’da Paşanın 71.447 adet zeytin, 16.490 adet kavun, 2.156 adet portakal, 1.621 adet limon, 1.071 adet incir, 2.584 adet armut ağacının yanında; 741dönüm bağ, 261 dönüm tarla, bağ ve bostanı vardı[95].
Çiftliklerde Reorganizasyon Çalışmaları
Ali Paşa ve oğullarıyla, taraftarlığında ısrar edenlerin mal varlıklarının zaptedilmesinden sonra, Devlet buraları daha kazançlı yerler haline getirme çabalarına başlamıştı. Buna göre Paşadan alınan çiftlik ve mukataaların mevcut durumlarının korunması, diğer bir tabirle çiftlik ve mukataa şeklindeki yapılanmalarına dokunulmaması, ancak özellikle çiftliklerin içerisinde bulunduğu olumsuz koşulların iyileştirilerek hasılatlarının artırılması hedeflenmişti. Bu amaçla söz konusu emlâk ve çiftliklere öncelikle Darphane-i Âmire’den birer nazır gönderilerek emaneten idare edilmesi, sene sonunda ortaya çıkacak hasılatlara göre de iltizama geçilmesi veya daha farklı uygulamalara gidilmesi kararlaştırılmıştı. Aslında Devletin bu husustaki temel düşüncesi çiftliklerin hâlihazırdaki yapısını bozmadan, gönderilen memurlar vasıtasıyla hasılatlarının belirlenmesi ve ardından süratle buraların iltizama verilmesiydi. Çünkü çiftlik ve mukataaların hem gelir düzeylerinin dolayısıyla devletin buralardan alacağı vergilerin artırılması ve hem de çiftliklerdeki üretim koşullarının iyileştirilmesi için iltizama geçilmesi kaçınılmaz görülüyordu. Ancak Devlet bu isteğine kısa sürede ulaşamamıştı. Çünkü Rum isyanından dolayı çiftliklerin hasılatlarının çoğu tespit edilememiş olduğundan iltizam uygulamasına geçilmesi mümkün değildi. Bu yüzden Ali Paşa ve oğullarından zaptedilen çiftlik ve diğer emlâkın işletilmesinde, birçok yerde 1238/1822-23 yılına kadar çiftlik nazırları vasıtasıyla emaneten idare yöntemi devam ettirilmiştir. 1235/1819-20 yılından itibaren görevlendirilmeye başlanan bu kişiler, Rum isyanının doğurduğu anarşik ortamda çiftlik hasılatlarını lâyıkıyla tespit edememişlerdi. Nitekim 1237/1821-22 yılında hazırlanan defterde çiftliklerin hasılatları tahmini olarak belirtilmişti. Söz konusu yılda ulaşılması mümkün görülen hasılat seviyesinin ise tahmini (potansiyel) değerlerin oldukça gerisinde olduğu anlaşılmaktadır (bkz. Tablo 3).
Devletin, çiftliklerdeki üretim ve dolayısıyla vergi düzeyini artırmaya yönelik çabaları iki yönlüydü. Bunların ilki, işletim sisteminde değişiklikler yaparak, çiftlikleri daha rantabıl birimlere dönüştürmekti. Çiftlikler 1236/1820-21 ve 1237/1821-22 yıllarında Devletçe görevlendirilen kişilerce yönetilmişti. Manastır, Şorina, Cumapazarı, Çarşanba, Pirlepe ve Serviçe kazalarında olan çiftlik ve benzeri varlıklar hacegân-ı divan-ı hümayundan Hüseyin Şakir Efendi; Görüce, Behleşte, Horpeşte, Nasliç ve Gölkesdi kazalarındaki emlâk Maden Emini Mustafa Efendi; Tırhala’nın Ova ve Bayır kollarındaki varlıklar ise dergâh-ı âlî kapucubaşılarından Mesud Ağa tarafından emaneten idare edilmişti. 1237/1821-22 senesinde Hüseyin Şakir’in ihtiyarlığı gerekçesiyle İstanbul’a dönmesi üzerine, idaresinde olan çiftlikler Mustafa Efendi’ye devredilmişti. Devir işleminden sonra, H.Şakir’in görevi esnasında yaptığı tüm harcamaların, gelirlerin ve diğer hesapların incelenerek defter haline getirilmesi ve Mustafa Efendi’ye verilmesi, ayrıca durumun İstanbul’a bildirilmesi istenmiştir. Tırhala’nın Ova ve Bayır kollarındaki çiftlikler için görevlendirilen Mesut Ağa ise görevinde başarısız bulunduğu için azledilmiş ve yerine Salih Efendi atanmıştı. Başarısızlığa gerekçe olarak, Mesut Ağa’nın 1236/1820-21 yılında çiftliklerin hasılatları ile ilgili hazırladığı defterin itibâra şâyân görülmemesi, 1237/1821-22 yılında da söz konusu defteri hazırlamaması gösterilmiştir[96].
Çiftliklerin iltizama verilemediği yerlerde bu kez, çiftlik idaresinin “maktu” sistemle gerçekleştirilmeye başlandığı görülmektedir. Genellikle Rum isyanının yaygın olduğu bölgelerde uygulanmaya başlanan bu yönteme, Manastır tarafından çağrılan birkaç kocabaşıyla ve Tersane Eminiyle yapılan görüşmeler zemin hazırlamıştı. 1238/1822-23 yılının Mart ayından itibaren Tırhala sancağı Ova kolunda bulunan ve emaneten idare edilmekte olan 13 çiftlik, 120.500 guruş bedelle maktu yönteme bağlanmıştı[97]. Aynı şekilde Manastır, Şorina, Astarova, Görüce, Kolonya, Kesriye ve Nasliç kazalarında bulunan 25 çiftlik ve mezra da mevcut durumlarına ve önceki yıllar hasılatlarına bakılarak 196.000 guruş ile maktu surete çevrilmişti. Belirlenen maktu aidatlar Mayıs ve Eylül aylarında iki eşit taksitte emlâk nazırları ve kocabaşları tarafından tahsil edilip Darphane hazinesine gönderilecekti. Devlet, maktu yönteme çevrilen çiftliklerde ”reâyânın himâyet ve sıyânetine” dikkat etmek koşuluyla çiftlik nazırlarınca bir veya iki kişinin sürekli ikamet edecek şekilde görevlendirilmesini; bu kişilerden usulsüz davrananların derhal değiştirilmesini ve değiştirme işleminin emlâk nazırlarınca sadece kocabaşıların değil, aynı zamanda tüm çiftlik halkının isteklerinin dikkate alınarak yapılmasını kararlaştırmıştı. Ayrıca Devlet söz konusu çiftlik ve mülklere kaza ayanları ve benzeri kişiler tarafından kolcu ve tahsildar ismiyle gönderilen kişilerin engellenmesini, bunlara aidat toplama fırsatının verilmemesini, çiftlik sakinlerinden sadece “hisse-i tekâlîşerinin” alınmasını ve söz konusu verginin toplanmasında müsamaha gösterilmemesini istemişti[98].
Rum isyanının etkili olduğu Tırhala ve çevresindeki çiftliklerde 1238/1822-23 yılında maktu yönteme geçilmesine rağmen çok sayıda çiftlik ve benzeri mülk yine emaneten işletilmekteydi. Nitekim Tırhala sancağındaki 50’den fazla çiftlik ile çok sayıda dükkan, konak, arsa, daire, menzil, han ve bostan emlâk nazırlarınca emaneten idare edilecekti[99]. Tırhala’daki çiftlikler 1239/1823-24 senesinden itibaren peyderpey iltizama verilmeye başlanmıştı. Örneğin Yenişehir-i Fenar kazasının Ova kolunda bulunan 13 çiftlik, 1239/1823-24 yılında 145.000 guruş bedelle iltizama verilmişti. İltizam bedeli 1240/1824-25 yılında 145.200 guruş, 1241/1825-26 yılında ise 160.000 guruşa yükselmişti. Aynı şekilde Tırhala sancağında bulunan 48 çiftlik 1240/1824-25 yılında 120.000 guruş bedelle, Yenişehir kazasının Bayır kolundaki 35 çiftlik ise 105.000 guruşla iltizama verilmişti. Yine aynı kazada yer alan 25 çiftlik de 1241/1825-26 yılından itibaren ihale edilmiş ve söz konusu yılın ihale bedeli 90.000 guruş olarak gerçekleşmişti[100].
Ali Paşa ve oğullarının Tırhala dışındaki bölgelerde bulunan emlâk ve çiftlikleri 1238/1822-23 yılından itibaren iltizama verilmeye başlanmıştı. Çiftliklerin bir kısmının sancak mutasarrıflarına ihale edildiği görülmektedir. Örneğin Yanya sancağındaki çiftliklerin ve diğer emlâkın çoğu bu sancağın mutasarrıfı olan Ömer Paşa’ya ihale edilmişti. 1238/1822-23 yılında Yanya’da Ömer Paşa’ya 135 çiftlik, 1 han ve 2 kışlak 208.000 guruş bedelle ihale edilmişti. Ömer Paşa’ya aynı zamanda 9 adet mukataanın da iltizamı verilmişti. Söz konusu mukataalar, 1236/1820-21 ve 1237/1821-22 senelerinde emaneten emlâk-ı hümayun nazırlarınca idare edilmiş; ancak hasılatları tam anlamıyla tesbit edilmeyince iltizama dönüştürülmesine karar verilmişti[101]. İltizam bedeli 378.750 guruştu. 1238/1822-23 yılında mukataalar Yanya ve Avlonya’daki 233 çiftlikle birlikte ihale edilmiş; toplam ihale bedeli 777.250 guruş olarak gerçekleşmişti[102]. Bu meblağ 1239/1223-24 yılında 935.261 guruşa yükselmiş olup 1241/1825-26 yılında aynı düzeyde kalmıştı[103]. Aşağıdaki tabloda 1238/1822-23 yılında çeşitli sancaklarda Ali Paşa ve oğullarından zaptedilen emlâk ve iltizam bedelleriyle bunlarda takip eden senelerde görülen değişiklikler belirtilmiştir[104].
Daha önce belirtildiği gibi Devlet, zaptedilen emlâkın idaresinde değişik yöntemler kullanıyor; ancak iltizama geçilmesi için gerekli koşulları oluşturmaya çalışıyordu. Çünkü iltizam usulünün, çiftliklerde vergi gelirlerini artırma açısından olduğu kadar reayanın durumunu iyileştirme yönünden de uygun yöntem olduğu düşünülmekteydi. Nitekim iltizama verilen çiftliklerin hasılatlarında zamanla artış kaydedildiği görülmektedir. Örneğin 1238/1822-23 yılında Yanya, Avlonya ve çevresinde bulunan 233 çiftlik ve 9 mukataa 777.250 guruşa ihale edilmişken[105], söz konusu bedel takibeden yılda 935.261 guruşa yükselmişti[106]. İltizam gelirlerinde zamanla artışların olduğu tablodaki değerlerden de anlaşılmaktadır.
Devletin, çiftliklerin reorganizasyonuna yönelik çabalarının hedefi, daha önce var olan kargaşa ortamında topraklarını terk eden çiftlik sakinlerini eski yerlerine döndürmek ve içerisinde bulundukları olumsuz koşulları bertaraf etmekti. Bu amaç doğrultusunda Ali Paşa zamanında uygulanan ağır vergi yükünün düzeltilmesi istenmişti[107]. Çünkü çiftlik halkı normal vergilerini (öşür vs.) ödedikten sonra, ürünün 1/3’ünü Ali Paşa’ya vermek durumundaydı. Bu da çiftçilere hayli ağır geliyordu. Reayanın toprağını terk ettiği çiftliklerde, halkın geri dönmesini temin edecek koşulları oluşturmak çiftlik halkı için yapılması gereken önemli bir işti. Bu amaçla en başta harap olmuş hane ve benzeri yerlerin inşası ve hayvan tedarik edilmesi, dolayısıyla kaynak sağlanması gerekiyordu. Devlet, söz konusu kaynağı kendi hazinesinden karşılama imkanı bulamadığından; bu tip emlâkın uzun dönemli ihale edilmesine karar vermişti. Bu sayede doğrudan bir harcama yapılmaksızın çiftliklerin imar edilmesi amacına hizmet edilmiş olacaktı. 1238/1822-23 yılında Karakarye kazasında Paşa ve oğullarından alınan 16 çiftlik ve 4 köyün Selanik Mütesellimi Mustafa Ağa’ya ihale edilmesinde söz konusu hedef göz önünde bulundurulmuştur. İhale bedeli başlangıçta düşük tutulmuştu; çünkü idareyi alan kişinin bu avantajı değerlendirerek çiftlik imarı için çalışacağı, böylece izleyen senelerde hasılatın da yükseleceği düşünülüyordu. Dolayısıyla Karaferye kazasındaki çiftliklerin iltizam bedelleri de 1238- 41/1822-25 yılları arasında sırasıyla 50 bin, 60 bin, 75 bin ve 100 bin guruş olarak belirlenmişti. 1242/1826-27 de ise ortaya çıkacak duruma göre yeni bir tespit yapılacaktı[108]. Bu örnekten hareketle Devletin çiftlik sahiplerinin durumlarını iyileştirme hususunda aktif çaba gösterme yerine daha çok, idari mekanizmada değişiklikler yapmakla yetindiğini söylemek mümkündür.
Devlet, Ali Paşa ve oğullarından zaptedilen çiftliklerde üretim ve vergi hasılatının artmasını sağlamak amacıyla bu yerlerin yönetimini belli kaidelere oturtmaya çalışmıştı. Öncelikle idarede hangi yöntem benimsenmiş olursa olsun, tüm görevlilerin reayayı koruyup eski yerlerine nakledilmesine ve iskanına çalışması, çiftlik halkından belirlenmiş aidatların dışında herhangi bir şey talep edilmemesi ve dışardan bu tür girişimlerde bulunanların engellenmesi hususlarına büyük dikkat sarf etmeleri gerekiyordu. Bu esaslar dahilinde, çiftlik ve mukataaları daha fazla bedelle yönetmeye talip olanlar, gerekli sarraf taahhüdünü sağlamaları halinde görevlendiriliyorlardı. Bu şartları tam anlamıyla yerine getirmeyenler ise görevden alınıyordu. Örneğin Yanya ve Alasonya’da bulunan emlâkı işleten Yanya mutasarrıfı Ömer Paşa 1238/1822-23 yılında zam teklifinde bulunmamış ve sarraf taahhüdü sağlayamamış olduğundan, yerine Ali Cevad Paşa 125 bin guruş fazla taahhüd ile atanmıştı[109]. Aynı şekilde 1242/1826-27 yılında Yenişehir, Çatalca, Ermiye ve Valestin kazalarındaki çiftlikler, iltizam bedeline 100 bin guruş ilave etmeyi taahhüd eden Mehmet Ağa’ya verilmiştir. Bu zamla birlikte söz konusu kazalardaki çiftliklerin iltizam bedeli 841.500 guruşa ulaşmıştı[110]. Devletin, emlâk ve diğer varlıkların iltizam bedellerini her geçen yıl yükseltmesi çiftliklerdeki koşulların zamanla iyileştiği ve buna bağlı olarak da hasılatlarının arttığı düşüncesine dayanıyordu. Çiftliklerin yıllık iltizam süresi her senenin Mart ayı başından izleyen senenin Şubatı sonuna kadardı. Çiftliklerde arazinin sürülmesi, reayaya tohum ve sermaye verilmesi işlemi Kasım ayında yapıldığından, iltizam işleminin geciktirilmemesine çalışılıyordu. Ali Paşa ve oğullarından zaptedilen çiftlik ve mukataaların izleyen yıllarda aynı yöntemlerle idaresine devam edilmiştir.
Özet ve Sonuç
Onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki otoritesinin zayıflamasıyla birlikte yerel unsurlar önem kazanmaya başlamış ve zamanla bulundukları bölgelerin güçlü yöneticileri haline gelmişlerdir. Yerel güçler, merkeze ait otoriteyi belirli ölçüde ele geçirerek Sultana karşı olan sorumluluklarını da yerine getirmemeye başlamışlardı. Böyle bir ortamın belirgin olduğu bölgelerden birisi de Arnavutluk’tu. Arnavut sipahilerinin ve diğer yöneticilerin Bâbıâli’nin isteklerine kulak asmadan kendi görevlerini istismar ettikleri, böylece siyasi ve ekonomik nüfuzlarını daha da artırdıkları görülmekteydi. Devlet bu tip kişilerle sürekli mücadele etmeye çalışıyordu. Ancak mücadeleyi sınırlayan hususlar vardı. Öncelikle Devlet savaş zamanlarında kendilerinden yardım istemek zorunda kalıyordu. Ayrıca vergilerin toplanması ve genel asayişin sağlanması açısından da Devletin yerel güçlere ihtiyacı vardı. İşte böyle bir ortamda, Tepedelenli Ali Paşa gibi bulunduğu bölgede yarı bağımsız bir devlet yöneticisi şeklinde hareket eden bir ayanın yükselişine engel olunamamıştı.
Hırslı, kindar ve acımasız bir kişi olan Ali Paşa bölgesinde nüfuzunu arttırmak için her yolu denemiş; Sultanla ilişkilerini bozmadan amaçlarına ulaşmaya çalışmıştı. Sefer anlarında devlet adına giriştiği mücadeleler ve İstanbul’a gönderdiği düzenli hediye ve rüşvetler sayesinde merkezle ilişkilerinin uzun süre bozulmadan devamını sağlamıştı. Ancak Ali Paşa, bu sayede her fırsatta çevre bölgelere saldırarak geniş bir coğrafi alanın neredeyse tek yöneticisi haline gelmeyi de başarmıştı. Onun gücü sadece siyasal alanda değildi. Paşa aynı zamanda hayatı boyunca yüzlerce çiftliğin ve gelir getiren mülkün sahibi olmuştu. Oğullarını önemli mevkilere getirmesi gücünü daha da artırmıştı. Tepedelenli, mevcut konumunu ve gücünü her zaman çıkarları doğrultusunda kullanmış, bitmek tükenmek bilmeyen para hırsıyla çevresini her fırsatta yağmalamış, çiftliklerde çalışan insanlardan ağır vergiler ve aidatlar almış; benzer yöntemlerle oğulları da büyük meblağlara varan servetin sahibi olmuşlardı. Bu siyasi ve ekonomik güç sayesinde Ali Paşa, İstanbul’dan gelen emirleri neredeyse tamamen geri çevirmeye veya değişik bahanelerle savuşturmaya başlamıştı. Onun iyice artan nüfuzundan büyük kaygı duyan Sultan, yakınında bulunan bazı kişilerin de etkisiyle yok edilmesine karar vermiş ve kendisine harekât düzenlenmiştir.
Ali Paşa bu olaydan sonra sayıları 40.000’e varan tüm askerlerini alarma geçirdiyse de başarılı olamamıştı. Paşa, kısa bir süre içerisinde yanında bulunanların çoğu, hatta oğulları tarafından bile terkedilmişti. Aslında Paşanın gücü büyük ölçüde Arnavut nüfusa dayanıyordu; yönetici sınıfın tamamı Arnavuttu. Buna rağmen kendisi Arnavutlardan ciddi bir destek alamamış ve yalnız bırakılmıştı. Çünkü onun gücünün sosyal temeli oldukça zayıftı. Kendisi büyük mülklerin sahibi olarak yıllarca çiftlik çalışanlarını insafsızca sömürmüş ve halkla arasında büyük bir uçurum oluşmuştu. Bütün diktatör yapılı insanlar gibi o da paraya halkın desteğinden daha fazla güvenmişti. Ali Paşa zenginleşmişti, ancak bu geniş kitlelerin fakirleşmesi pahasına sağlanmıştı. Sınırsız bir iştahla büyük bir mal varlığı biriktiren Ali Paşa çevresindekilerin servet biriktirmesine fırsat vermemişti. Onun yanında çalışanlar sadece ücretli hizmetçilerdi. Kendi görevlileri ve danışmanları bile mülk edinme olanağı bulamamışlardı. Böyle bir ortamdan sonra geniş bir halk desteği bulması oldukça zordu. Sadece ayaklanma hazırlığında olan Rumlar Paşaya destek vermişlerdi. Nitekim Tepedelenli’ye yönelik harekât esnasında Rum isyanı da başlamıştı. Ali Paşa Rum isyanının başarıya ulaşacağı ve bu sayede kendisinin de kurtulacağı ümidiyle kapandığı kalede uzun süre kuşatmaya direnmesine rağmen 1822 yılında öldürülmüş ve mal varlığı devletçe zaptedilmiştir. Bu noktada Ali Paşa’nın direnişinin başarısızlığında, aşırı görünen gücünün gerçekte ciddi bir halk desteğine dayanmamasının önemli rol oynadığını düşünmek mümkündür.
Tepedelenli Ali Paşa hayatı boyunca büyük miktarlara varan servetlerin sahibi olmasına rağmen gerçekte bulunduğu bölgenin ekonomik gelişmesine katkı yapacak tutarlı ekonomik politikalar uygulamaya hiçbir zaman teşebbüs etmemişti. Onun zamanında Yanya ve çevresinde ticari faaliyetler gelişmiş olsa bile, Ali Paşa’nın ticarete verdiği desteğin tüccarlardan aldığı önemli aidatlarla ilişkisi olmalıdır. Yoksa Paşanın yönettiği bölgenin zenginleşmesine dair herhangi bir kaygı taşımadığı çevresini yağmalamasından ve diğer haksız uygulamalarından anlaşılmaktadır. Nitekim Ali Paşa, tüm toplumun çabalarını üretime kanalize edecek tedbirler alma, tarım, ticaret ve sınai faaliyetlerin gelişmesine öncülük etme yerine; bir çok köyü çiftliğe dönüştürerek ve buradaki insanları adeta serf konumuna düşürerek tarımda yaratılan artı değerden daha fazla alma yoluna gitmiştir. Yaptığı kapsamlı inşa faaliyetleri de kendi rahatlığı veya daha fazla rant geliri elde etme amacına yönelikti. Kısaca halka yönelik baskıcı tutumu yanında gelir sağlayan bir çok kaynağı kontrol altına alması ve yaratılan kazançtan hak etmediği büyük paylar alması bölgede verimli ekonomik faaliyetlerin önünde önemli bir engel teşkil etmişti.