Kilikya; Akdeniz’e uzanan dağları, ovaları, vadileri, nehirleri, geçitleri ve yüksek platoları ile coğrafî bir çeşitliliğe sahiptir. Ayrıca, bölgenin Anadolu ve Suriye arasında bir köprü oluşturan konumu yanında, doğal zenginlik kaynakları da onun sosyal, ekonomik, kültürel, askerî ve siyasal gelişimine yön vermiştir. En eski çağlardan itibaren, Anadolu-Mezopotamya ilişkilerinde belirleyici bir rol oynadığı anlaşılan Kilikya, Asurluların Anadolu politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında da, vazgeçilmez bir yere sahip olmuştur. İşte bu çalışmamızda, M.Ö. I. bin yıl Asur-Anadolu ilişkilerinde, Kilikya’nın yerini ve önemini gözler önüne sermeye çalışacağız.
KİLİKYA’NIN JEOPOLİTİK KONUMU VE SOSYO-EKONOMİK DURUMUNA GENEL BİR BAKIŞ
Kilikya, Anadolu kökenli bir isim olup, ilk defa M.Ö. XVI. yüzyılda, yani Hitit İmparatorluğu döneminde, Chalaka (Hilakku) şeklinde ve Adaniya ile birlikte geçmektedir. Chalaka, Kilikia Tracheia (Dağlık Kilikya)’yı karşılarken; Adaniya, Cilicia Pedias (Ovalık Kilikya) yerine kullanılmıştır [1] .
Antik kaynaklarda ise Coracesium (Alanya)’dan Suriye geçitlerine kadar olan ve kuzeyden Toros dağları ile sınırlı sahaya, Kilikya denildiği anlaşılmaktadır [2] . Tarih boyunca Kilikya’nın dağlık ve ovalık bölümleri arasında kültürel farklılıkların ve karmaşık ilişkilerin yaşanmış olduğu dikkati çekmektedir. Hatta, Dağlık Kilikya’nın kendi içerisinde bile, kıyı kentleri ile onların hinterlandı arasındaki kültürel, sosyo-ekonomik ve dinî farklılıklar bütün açıklığı ile görülebilmiştir[3]. Bunun içindir ki, bölgenin çeşitli açılardan değişiklik arz eden bölümlerinin, tarihî gelişimleri ve devletler arası ilişkilerdeki rolleri de farklılıklar göstermiştir.
Kilikya, en eski devirlerden itibaren, İran, Mezopotamya, Mısır, Ege, Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Anadolu dünyalarını yaklaştıran stratejik konumu ile imparatorlukların ve kültürlerin kavşağı olmuştur[4] . Fakat, sadece bir geçiş bölgesi olmayıp, gerekli bir cazibe merkezi oluşturmuş, sık sık istilâlara uğramış ve değişik milletlerin hakimiyetinde kalmıştır.
Gerçekten de, bölgenin M.Ö. XII. yüzyıldan itibaren, özellikle ekonomik bakımdan, devletler arası ilişkilerde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Öyle ki, söz konusu yüzyılda, Asurluların Que dedikleri Ovalık Kilikya, Mısır’a mobilya ihraç etmekte idi. Dağlık Kilikya’nın ise, onlar için önemli bir insan kaynağı olduğu, buradan götürülen genç kölelerden anlaşılmaktadır [5] .
Batı ile doğu arasında en kısa yolu oluşturan jeopolitik konumu yanında; doğal liman olanakları ve gemi yapımı için zorunlu ormanları, bölgenin çok sayıda yabancı gücün ilgi odağı haline gelmesi sonucunu doğurmuştur. Kilikya’nın ve özellikle de Amanos dağlarının Anadolu içlerine geçit veren birkaç yerden biri oluşu, Mezopotamya halklarını bu yöreye sefer yapmaya itmiştir. Asur krallarının buraya yaptıkları seferlerde, temel amaçlarından birisinin sedir ağacı kesmek olduğu anlaşılmaktadır [6] . Gerçekten de, Sanherip’in hükümdarlığı dönemine ait olup, Amanos bölgesinden bahseden çok sayıda belgeden birisi ve en eskisi olan “Rakipsiz Saray” başlıklı kitabede, adı geçen kral, Amanos dağlarından elde edilen dağ servilerinden söz etmektedir[7] . Öyle anlaşılıyor ki, Asur kralları, Mezopotamya’da tapınak yapımı için çok ihtiyaç duydukları keresteyi Kilikya’dan karşılama yoluna gitmişlerdir.
Ön Asya’da kurulmuş devletlerin, dikkatlerini Toros dağlarına çevirmelerinin bir başka sebebi de, buradaki doğal maden kaynakları olmalıdır. Kilikya demiri, M.Ö. VII. ve VI. yüzyıllarda, Babil’de çok tanınmış ve en tercih edilen maden olmuştu[8] . Kapadokya’daki Bolkarmaden bölgesi yer altı zenginliklerinin, Kilikya kapıları yoluyla Tarsus üzerinden ihraç edilmesi, buraya ayrı bir önem kazandırıyordu[9] . Ayrıca, Soloi (Pompeiopolis-Viranşehir) isminin Hititçe’deki sulai (kurşun) ile bağlantılı olabileceği ve “demir veya bir başka maden yığını” anlamına gelebileceği tespiti de, bölge maden zenginlikleri açısından bir fikir vermektedir[10]. Yine, Adana çevresinde, kısa zamanda keskinliğini yitiren demir aletlerin yeniden ısıtılıp keskinleştirildiği çok sayıda atölyenin bulunması, bu konuda büyük önem taşımaktadır [11].
Çukurova, ilk çağlardan beri, Anadolu’nun deniz yoluyla Akdeniz ülkelerine ve kara yolu ile de doğu ülkeleri ile bağlantısını sağlayan önemli bir kavşak konumunda olmuştur. Bu bakımdan, Kilikya’ya stratejik ve jeopolitik önem kazandıran unsurlara, bölgenin Anadolu’yu Mezopotamya’ya bağlayan önemli karayolu geçitleri de eklenmelidir. Akdeniz sahillerini Suriye-Mezopotamya’dan ayıran Amanoslar ile Antitoroslar oldukça yüksek olup, çok az yerden geçit verirler. Eski çağlarda, Mezopotamya ve Kuzey Suriye’den Anadolu’nun iç bölgelerine iletişim, bu az sayıdaki geçitler aracılığı ile sağlanmakta idi[12]. Bunlar, ticarî ve kültürel alışveriş için olduğu kadar, savaşlar için de her zaman önem taşımıştır [13]. Ayrıca, Hatay ve İç Anadolu’nun bağlantısı için hayatî öneme sahip bu geçitler, tarih boyunca Kuzey Suriye ile Anadolu’nun siyasal ilişkilerinin devamlılığını da sağlamışlardır.
Öte yandan, Adana ovaları, tarıma elverişli çok geniş toprakları, sularının bolluğu ve ikliminin elverişliliği ile Anadolu’nun istisnaî bölgelerinden birisini oluşturmuştur. Bunun içindir ki, neolitik çağdan bu yana çeşitli tarım topluluklarının yerleşim alanı olmuştu. Kilikya sahilleri boyunca ve buraların dağlık hinterlandında, Osmanlılar tarafından uygulanan yerleşik, göçebe ve yarı göçebe kırsal ekonomiler, bölgenin eski devirlerdeki tarıma dayalı ekonomik faaliyetleri konusunda önemli ipuçları sayılabilir[14].
M.Ö. I. BİN YIL BAŞLARINDA KİLİKYA’NIN TARİHÎ COĞRAFYASI
Asur belgelerinde, Kilikya’nın Que ve Hilakku olmak üzere iki bölüme ayrıldığı görülmektedir (Harita 1)[15]. M.Ö. XV. yüzyıl Mısır kaynaklarında Qedi/Kedi olarak geçen Ovalık Kilikya, Asur kaynaklarında Que olarak adlandırılıyordu[16]. Başkentinin Adana olduğu anlaşılan Que’nin sınırlarının Amanoslara ve Antitorosların ilk uzantılarına kadar yayıldığı, gerek yerli yazıtlardan ve gerekse Asur kaynaklarından açıkça anlaşılmaktadır.
Çeşitli bakımlardan önemli özelliklere sahip olan Kilikya’nın, Asurluların da dikkatlerinden kaçmadığı anlaşılmaktadır. Asur kralları, özellikle M.Ö. I. bin yıl başlarında, Anadolu’nun güneybatısına ulaşmak ve bölgenin zengin ormanlarından faydalanmak için seferler düzenlemişlerdir. II. Asurnasirpal’in buraya düzenlediği bir seferden sonra, Amanos dağlarına zaferini simgeleyen bir stel diktirmesi[17], bölgenin Asur için öneminin kanıtı olarak düşünülmelidir.
Asurlular, M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren, Que’ye sızmaya başlamışlardır. Que’nin vasal krallık statüsünde olduğu M.Ö. VIII. yüzyıl başlarına kadar Asur için temel amaç, burada Asur kontrolünü sağlamak olmuştur. Bu kont-rol ise Asur askerî gücü ve yerel liderlerin ortak çalışmaları sonucu gerçekleştirilmiştir[18]. Muhtemelen, yerel güçlerin sık sık çıkarmış oldukları isyanların etkisiyle, M.Ö. 713-663 yılları arasında, bölgenin bir Asur eyaleti haline getirildiği görülmektedir[19].
III. Salmanassar, Kilikya’nın Asur gücünü artıracağını büyük bir ileri görüşlülükle tespit etmişti. Çünkü bu fetih, politik olarak batıya yapılacak yayılmaları belirleyecek ve ekonomik olarak Asur’u koruyacak, onların Bulgarmaden zenginliklerine geçişini emniyet altına alacaktı [20]. Asur’un başka yerlere yapacağı seferlerin lojistik desteği de, bu şekilde sağlanabilecekti. Doğal olarak, bu tarihten sonra, Asur Devleti bölgeyi elinde tuttuğu sürece, yakın doğunun en önemli ekonomik ve siyasî gücü olacaktı. O halde, M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren, Asurluların özellikle Çukurova bölgesini kontrol altında tutma yolunda gösterdiği çabalar, siyasî ve askerî amaçlı olduğu kadar -belki de bunlardan daha fazlaekonomik nedenlerden kaynaklanıyordu[21].
Ne yazık ki, Ovalık Kilikya’nın batısında bulunduğu anlaşılan[22] ve Asur kaynaklarında Hilakku olarak adlandırılan bölge ile ilgili belge konusunda, Que kadar şanslı değiliz. Antik Kilikya’nın, demir çağında Hilakku olarak geçen bölgeyi ifade ettiği görüşü, aksi ispat edilemediği için, halâ geçerliliğini korumaktadır [23]. Bununla birlikte, Que’nin kuzey ve kuzeybatı bölgesi için kullanıldığı kabul edilen Hilakku’nun kesin sınırları, bu dönem tarihî coğrafyasının tartışmalı konularından birisini oluşturmaya devam etmektedir[24].
Demir çağında, bölgenin doğusunda gelişen olaylar, ister istemez batısını da etkilemiş, Asurlular Que’nın batısındaki bu bölge ile de ilgilenmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki Hilakku, M.Ö. IX. ve VII. yüzyıllar arasında, Asur orduları tarafından bir çok defalar istilâ edilmiştir. Fakat, özellikle arazi yapısının ve buna bağlı olarak ulaşım güçlüklerinin etkisi sonucu, bölgede uzun süreli ve tam bir Asur egemenliğinden söz etmek mümkün değildir. İlkçağın büyük bölümünde olduğu gibi, Asurlular döneminde de, bu kontrolü güç dağlık alan, yerel krallar ya da beyler eliyle yönetilen özerk bir bölge konumunda olmuştur
YENİ ASUR DEVLETİ’NİN ANADOLU POLİTİKALARINDA KİLİKYA
Bilindiği gibi Asur Devleti, öteden beri Anadolu’ya yönelik yayılmacı bir politika izlemiştir. Asur’un, Anadolu’ya karşı emperyalist bir politika izlemesi, bu devletin siyasal, ekonomik ve coğrafî durumu ile yakından ilişkili olmuştur. Asur Devleti, coğrafi konumunun uzaklığı sebebi ile Ön Asya’nın büyük devletlerini ortadan kaldıran, Ege göçlerinin yıkıcı etkisinden kurtulmuştur. Bu elverişli tablonun bir sonucu olarak hayata geçirdiği ve daha sonra da geleneksel hale getirdiği, Anadolu politikasının nihaî amacı, Anadolu’nun yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürerek Akdeniz’e ulaşmaktı [25]. Kilikya, bulunduğu jeopolitik konum yanında, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeni ile de Asur’un M.Ö. I. bin yıl kuzey ve kuzeybatı politikalarında, hep öncelikli bir yere sahip olmuştur.
Asurluların geleceğini ülkenin batısında ve kuzeyinde güç kazanmasında gören III. Salmanassar (M.Ö. 858-824), Kilikya ile yakından ilgilenen ilk Asur kralıdır [26]. O, Siyah Obeliskinde, hakimiyetinin ilk yıllarında, Fırat’ı geçerek kendisine karşı koalisyon oluşturan Geç-Hitit ve Kuzey Suriye krallıklarını yendiğini ve Amanos eteklerine bir zafer anıtı diktirdiğini anlatmaktadır. Söz konusu koalisyon içerisinde, Hilakku’lu Pihirim ve Que’li Kate’nin de olduğu anlaşılmaktadır. Tabiatıyla, M.Ö. IX. yüzyılda, Kilikya (Que) üzerine bilgilerimiz de, III. Salmanassar’ın M.Ö. 858’deki askerî faaliyetleri ile başlamıştır. Bu sefer, Asur’un Anadolu içlerine yayılma politikasının uygulamaya geçirildiğini göstermesi açısından da önem taşımaktadır.
M.Ö. 858’de bölgeye yaptığı bu ilk seferde, Que’nin başlangıcı ve sonuna zafer kitabeleri diktirerek, bölgede Asur hakimiyetini ilân eden III. Salmanassar’ın, Amanosları aştıktan sonra, Hilakku ve Que ordularına yenildiği sanılmaktadır [27]. Ayrıca, Sam’al kralı Kilamuwa’nın Fenike alfabesi ile yazılmış yazıtından, adı geçen kralın, Que kralı Kate’nin vasali olduğu da anlaşılmaktadır [28]. Bu durum, bölgede uygulanan ve yerel otonomiye dayanan yönetim sisteminin de açık göstergesidir.
III. Salmanassar’ın M.Ö. 855 ve onu izleyen iki yılda bölgeye yeniden seferler düzenleme ihtiyacı, Asur’a karşı yeni bir koalisyon oluşturulması ve Akdeniz ticaretini tehdit eder bir mahiyet kazanmasının sonucu olmalıdır. Söz konusu koalisyonu dağıtmak için sefere çıkan Asur kralı, M.Ö. 852 yılında amacına ulaştı. Onun yüksek hakimiyetini tanıyan Geç-Hitit krallıklarından birisinin de, Que olduğu anlaşılmaktadır [29]. Asur, bu girişimi ile, ekonomik açıdan büyük avantaj da elde etti. Çünkü batıya uzanan ticaret yolları ile Toros maden yataklarının kontrolü, tamamıyla Asur’a geçmiş oluyordu[30].
III. Salmanassar dönemi kayıtlarından, kralın M.Ö. 839 yılında, Amanosları aşarak, Que’ye iki sefer yapmak suretiyle, bölgeyi baştan başa fethettiği görülüyor. Sonunda bol miktarda ganimet elde edildiği anlaşılan bu sefer sırasında, Amanosları aştıktan sonra aldığı Kisuatni[31], Lusanda[32] ve Abarnani[33] şehirlerinin Que kralı Kate’ye ait olduğu anlaşılmaktadır.
Asur’un bu enerjik kralına ait olan Siyah Obeliskten anlaşıldığına göre; kral, hakimiyetinin 22. yılında (M.Ö. 837), Que’yi geçmiş, kralı Kate’yi mağlup ve esir ederek, şehirlerinden Timur[34]’u ve Pahri[35]’yi yıkmıştır. Çünkü Karatepe yazıtları, III. Salmanassar tarafından yıkılmış Pahri şehrinin onarıldığından söz etmektedir[36]. İleri harekatını sürdüren Asur kralı, Hilakku üzerinden Melid’i ve Timur tepesini geçmiş, 24 krallıktan oluşan Tabal (Kayseri çevresi) üzerine yürüyerek hediyelerini kabul etmiştir. Buradan, Que’nin kuzeyine Mermer Dağı (Muli Tepesi) ve Gümüş Dağı (Tunni Tepesi)’na yani Porsuk ve Bulgarmaden yakınlarındaki Toroslara ulaştığı anlaşılmaktadır [37]. Asurlular, bu faaliyetleri sonucunda, Que’yi ve Tabal’i tamamen egemenliği altına alarak batıya uzanan ticaret yolları ile Toroslarda bulunan gümüş ve mermer yataklarını kontrol altına almış oldular.
III. Salmanassar’ın M.Ö. 837 yılı seferi sayesinde, Anadolu’nun bu dönem idarî durumu ve etnik yapısı hakkında bazı sonuçlara da ulaşılabilmektedir. Her şeyden önce, M.Ö. IX. yüzyılda, Tabal’in en az 24 krallıktan oluşan bir konfederasyonluk olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu kralın hakimiyet yıllarında Tabal Devletler Birliği'ni oluşturan beyliklerin sayısının ve sınırlarının zaman zaman değiştiği de görülmektedir. Öte yandan, bu birliğe, uzun bir süre Tuwanuwa (Tyana-Niğde) beyi Urballa’nın önderlik ettiği sanılıyor [38].
M.Ö. 834 ve 833 yılları olaylarını anlatan anallerden anlaşıldığına göre III. Salmanassar, hakimiyetinin 25. yılında Que Krallığı’na saldırmış, çok sayıda şehir ve köyünü yakıp yıkmıştır. Bir yıl sonra ise Tulli’nin güçlü şehirlerini ele geçiren Asur kralı, Tarsus’ta yeni bir Que kralı atamıştır. III. Salmanassar, M.Ö. 834’te gerçekleştirdiği bu seferi şu şekilde anlatmaktadır:
“Hakimiyetimin 26. yılında Amanos Dağı’nı 7. defa aştım ve Que kralı Kate’nin şehirlerine 4. defa yürüdüm. Tulli’nin kraliyet şehri Tanakum’u kuşattım (...). Tanakum’dan hareket ettim ve Lamena’ya doğru yöneldim (...). Tarzi’ye doğru ilerledim. Ayaklarıma kapandılar. Onlardan vergi olarak altın ve gümüş aldım. Başlarına Kate’nin oğlu Kirri’yi geçirdim[39]”.
Salmanassar’ın M.Ö. 833 yılında gerçekleştirdiği sefer, yorumu güç problemler ortaya koyması açısından, onun Que kralına karşı düzenlemiş olduğu en önemli girişim olarak değerlendirilebilir. Her şeyden önce, kralın Amanosları aştıktan sonra, hangi geçitleri kullandığı konusu hâlâ tartışmalıdır. Tulli’nin kraliyet şehri Tanakum’dan sonra, Lamena ve Tarzi’nin ele geçirildiği şeklindeki ifadeler, Kilikya geçitlerini kullanmış olma olasılığını yükseltmektedir[40].
Öte yandan, söz konusu sefer sırasında, Que’nin kralı Kate isyan etmiş, fakat güç kullanılarak kontrol altına alınmıştır. Onun, kızını Asur kralına vermek suretiyle gösterdiği bağlılık, aynı zamanda bütün yerel kralların bağlılığının ifadesi idi. Kate’nin yerine oğlu Kirri’nin geçirilmesi, Asur’un asıl amacının fetih olmayıp, yerel krallar vasıtası ile, Que’yi Asur kon-trolünde tutmak olduğunu da doğrulamaktadır. Gerçekten de, III. Salmanass ar’ın savaştığı Tanakum’lu Tulli, tüm Kilikya’nın hükümdarı değil, Que’nin gerçek kralı Kate’nin vasalidir. O halde, Kilikya’nın siyasî bir çokluğa sahip olduğu görülmektedir. Yerel güçlerdeki bu çokluk ise Yeni Asur döneminin başından beri mevcuttu[41].
Bilindiği gibi, M.Ö. I. bin yılın en önemli siyasal ve askeri gücü olan Asur, M.Ö. IX. yüzyılda hızla gelişmiş, M.Ö. VIII. yüzyılın ilk yarısında ise bir duraklama yaşamıştır. Ancak, M.Ö. 745 yılında, III. Tiglatpileser (M.Ö. 745- 727)’in başa geçmesi ile birlikte, Asur Devleti’nin kötü giden talihi değişmiş ve Yakın Doğu yeni bir döneme girmiştir. Zira, başa geçen bu kral, Asur’u cihan devleti yapma yolunda bir fetih ve Asurlulaştırma politikasını uygulamaya koymuştu. Hatta, III. Tiglatpileser’den sonra gelen ve “Sargonidler Devri” denilen çağın büyüklüğü, onun attığı sağlam temeller üzerine kurulmasının bir sonucu olmuştur[42]. Bu açıdan M.Ö. VIII. yüzyıl ortalarında, Asur ülkesinde yaşanan olaylar, sadece Asurluların tarihini etkilemekle kalmamış, bütün Ön Asya tarihini de derinden etkilemiştir.
Sistemli bir batı siyasetine dönmüş olan III. Tiglatpileser, Kilikya ile yakından ilgilenen ikinci Asur kralıdır. III. Salmanassar’ın ölümünden, Tiglatpileser’in başa geçmesine kadar geçen zaman içerisinde, bölgedeki Asur hakimiyeti, Urartular lehine sarsılmış olmalıdır. Çünkü, sözü edilen süre içerisinde Asur tahtında bulunan krallar, Urartu kralları ile boy ölçüşebilecek yeterlilikte değillerdi. Bu kral tahta geçtiği sırada, Urartu kralı Sarduri’nin başını çektiği Tabal, Melid, Kummukh ve Que krallıkları Asur’a karşı bir koalisyon oluşturmuşlardı. İşte Tiglatpileser, Orta Anadolu yaylası ile Asur arasındaki ticaret yolunu kesmiş bulunan Urartu çemberini parçalamak amacıyla harekete geçmiştir[43]. M.Ö. 743’te, Halpa (Adıyaman-Gölbaşı)’da yapılan savaşta koalisyonu dağıttığı anlaşılıyor. Bu kesin sonuçlu zaferin, Tabal ve Que’de III. Salmanassar’dan sonra sarsılmış bulunan Asur hakimiyetini büyük ölçüde yeniden yerleştirdiği görülmektedir[44].
Öte yandan, III.Tiglatpileser dönemi belgelerinde, onun M.Ö. 738 yılında düzenlediği sefer sonucunda yendiği ve vergiye bağladığı bir çok krallık arasında, Que kralı Urikki’nin adı da geçmektedir[45]. O halde, III. Salmanassar’dan yaklaşık bir yüzyıl sonra, Que Krallığı Asur’a vergi vermeye devam etmektedir. Ayrıca, bu kral zamanında, Asur Devleti’nin Orta Anadolu’da siyasal bir nüfuz elde ettiği ve burada Asur hakimiyetinin sağlanmış olduğu, Tabal, Tuwanuwa, Atuna ve Hupişna’nın vergiye bağlanmasından anlaşılmaktadır. Bölgede Asur nüfuzunun kültürel etkisi ise Geç-Hitit devrine ait İvriz Kaya Kabartması’nda kendisini göstermektedir. Orta Anadolu’ da bir Asur hakimiyetinin, ancak Kilikya’yı elde tutmakla sağlanabileceği açıktır. O halde Que’nin, Asurlular'ın Anadolu faaliyetlerinde bir siper vazifesi gördüğü sonucu çıkarılabilir.
Bu konuda, Adana ili Yüreğir İlçesi Çine Köyü sınırları içerisinde tespit edilmiş olan; iki boğanın çektiği savaş arabası, Fırtına tanrısı Tarhunzas’ın heykeli ve üzerindeki çift dilli yazıt, büyük önem taşımaktadır [46]. Heykelin saç ve sakal biçimi yanında yazıtların karakterinden dolayı M.Ö. VIII. yüzyılda yapılmış olduğu düşünülmekte ve Asur etkisi açıkça görülmektedir[47]. Çineköy çift dilli yazıtının, III. Tiglatpileser (M.Ö. 744-727) ve II. Sargon (M.Ö. 722-705) dönemi metinlerinde sözü edilen ve bölgenin M.Ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısındaki kralı olarak tanınmış Awarikus/Urikki’ye ait olduğu görülüyor. Urikki’nin, III. Tiglatpileser dönemine ait vergi listelerinde Que kralı olarak geçmesine karşılık, Nimrud’da ele geçirilip M.Ö. 710/9 tarihinde Que’li yöneticinin mektubunda ise bölge II. Sargon’un hakimiyetindedir[48]. Que’de, Asur’lu bir yöneticinin ve Urikki’nin bir arada yaşaması, buranın Asur İmparatorluğu’na katıldığı şeklinde değerlendiril-mişti. İşte II. Sargon dönemine tarihlendirilen bu son yazıt (I 7-10), Asur ve Que arasında bir ittifakın varlığını ortaya koyarak bu duruma açıklık getirmiştir[49].
Öte yandan, Karatepe ve Hasanbeyli yazıtlarından sonra Çineköy yazıtı da M.Ö. VIII. yüzyılda, Fenikece’nin Que Krallığı’nın resmi yazı dili olarak, bölgede Luwi hiyeroglifi ile birlikte yaklaşık bir yüzyıl kullanılmaya devam edildiğini göstermiştir[50]. Ayrıca, Zincirli’de Kilamuwa yazıtı ve Torosların diğer ucunda İvriz yazıtı ile birlikte değerlendirildiğinde, M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren Frygia yönünde ve Luwi etki sahasını oluşturan Güney Anadolu’da Fenike alfabesinin oldukça geniş yayılım alanına da ışık tutmaktadır [51].
SARGONİDLER DEVRİ VE KİLİKYA’DA GREK KOLONİZASYONU
Sargonidler Devri’nde Anadolu’nun tarihî coğrafyası, son derece karmaşık ve kafa karıştırıcı bir manzara arz etmektedir. Çünkü bu dönemde, belli bir yer adının kapsadığı sabit sınırlar bulunmamakta ve bölgenin kontrolü sürekli el değiştirmektedir[52]. Asur Devleti’nin, Anadolu’nun büyük devletleri ile yaptığı mücadelelerde, Kilikya’nın savaş alanı haline gelmiş olması da halledilmeyi bekleyen çok sayıda problemi beraberinde getirmiştir.
Bu zamana kadar, gerek Asur ve gerekse Urartu kralları, ağır vergiler ve hediyeler karşılığı olarak, Geç-Hitit Şehir Devletleri’nin siyasî varlıklarına dokunmamış, onlara yüksek hakimiyetlerini tanıtmakla yetinmişlerdi. Fakat Asur tahtına II. Sargon (M.Ö. 722-705)’un geçmesi ile, bu devletin izlemekte olduğu politikada köklü değişikliklere gidildiği görülmektedir. Asur, bu yeni siyâseti ile Kuzey Mezopotamya, Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı elde ederek, bütün Yakın Doğu’yu tek bir imparatorluk bayrağı altında toplamayı amaçlıyordu.
II. Sargon’un hükümdarlığı sırasında ortaya çıkan problemlerin bir sonucu olarak, imparatorluk içerisinde, Kilikya’nın askerî ve siyasal fonksiyonu daha da önem kazandı. Güney Anadolu, çok sayıda diplomatik entrikaların ve askerî faaliyetlerin sahnelendiği bir yer haline geldi. Asur, bu bölgede en güçlü iki siyasî muhalifi olan Muşkilerin (Frygler) ve Urartuların büyük zorlamaları ile karşı karşıya kaldı. Zira, bu krallıklar devamlı olarak siyasî entrikalarla uğraşmakta ve bu bölgede pek çok krallığın üzerindeki Asur kont-rolünü kırmak için, fırsat buldukça gizli antlaşmalar yapmakta idi[53]. O halde, Asur-Muşki ve Asur-Urartu mücadelelerinin arkasında, bölgenin stratejik ve sosyo-ekonomik durumu ile ilgili stratejiler yatmaktaydı. Kilikya Ovası, Asurluların güneydoğudaki iletişimi açısından, kilit konumda bir bağlantı noktası olup, Muşkilerin ve Urartuların faaliyetlerine karşı, bir denge unsuru oluşturuyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, II. Sargon’un, Kuzey Suriye üzerine her yıl sefer yapmasının en önemli nedenlerinden biri, bölgedeki Asur çıkarlarını baltalayan yeni bir gücün ortaya çıkmış olmasıdır. Hiç şüphesiz bu yeni güç, Urartularla birlikte hareket eden ve Güney Anadolu’da hakimiyet kurmaya çalışan Muşki kralı Mita (Midas)’dır. Asur için önemli bir rakip haline gelen Mita’nın ve Urartuların kışkırtmaları sonucu, Kargamış kralı Pisiris isyan etmiştir[54]. Duruma anında müdahale eden Sargon, M.Ö. 717 yılında Kargamış’ı ele geçirerek, kralını tahttan indirmiş ve Asur’a bağlı hale getirmiştir. Asur ülkesinden getirilen çok sayıda halkın Kargamış’a yerleştirilmesi, II. Sargon’un bölgede uygulamayı düşündüğü hakimiyet anlayışını yansıtması açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu olaydan sonra, Asur kralının Muşki kralı Mita ile Kilikya kapıları ve Pozantı çevresinde karşılaştığı görülmektedir[55]. Çünkü Mita, M.Ö. 717 yılında, Kargamış kralı Pisiris’in Asur’a karşı başlatmış olduğu harekatta, onun yanında yer aldığı gibi, III. Salmanassar’dan beri Asur’a bağlı olan Que’deki bazı şehirleri de ele geçirmişti. Que’nin güneyinde ve doğusunda Geç-Hititlerle bağlantıya geçen Muşki’nin, hem Gülek Boğazı hem de Göksu Vadisi’nin doğusu ve Laranda (Karaman) yoluyla Akdeniz’e ulaşmayı denediği anlaşılmaktadır [56].
II. Sargon, hakimiyetinin yedinci yılında (M.Ö. 715), Muşki’li Mita’nın bölgedeki faaliyetlerini engellemek ve onun ele geçirdiği şehirleri geriye almak için, sefere çıkmak zorunda kalmıştır. Mita’dan Que’yi geriye alan Asur kralının, Usnani, Qumasi ve Göksu (Kalykadnos) üzerindeki Harura (Silifke)’yı da ele geçirdiği görülüyor. Sargon, Muşkileri Torosların gerisine püskürtüp vergiye bağlamak suretiyle, Que ülkesinde bozulan düzeni yeniden tesis etmiştir[57].
O halde, II. Sargon, Hilakku’ya bu ilk seferi ile, muhtemelen en fazla Harura olarak geçen, Silifke’ye kadar ulaşabilmiştir. Çünkü bu Asur kralının yıllıklarında, Göksu (Kalykadnos)’un daha batısındaki bölge ve şehirler hakkında hiçbir bilgiye rastlanılmamıştır [58]. Fakat, Asurluların Göksu Vadisi’ ne ulaşmaları, onların geleceği açısından son derece önemli olmalıdır. Zira, bu çağda vadideki demir ve kurşun madenleri ile sedir başta olmak üzere diğer orman ürünleri, bu devletin mevcut gücünü devam ettirmesinde önemli ihtiyaç maddelerini oluşturmuştur[59]. Bütün bunların sonucu olarak, özellikle II. Sargon zamanında Muşkilere karşı verilmiş olan mücadelelerin ekonomik boyutunun ön planda olduğunu söylemek mümkün olmaktadır.
Anlaşıldığı kadarıyla, Mita’nın, çevredeki Geç-Hitit şehirleri ile ittifak sağlayarak, Kilikya geçitleri ve Göksu Havzası yoluyla Akdeniz’e ulaşma çabaları, II. Sargon tarafından engellenmiştir. Ancak, Torosların batı tarafında, HadimAlanya arasında Payallar, Ermenek-Anamur arasında Domuztepe, BozkırManavgat bağlantısını sağlayan Merdivengediği ve Konya Ovası’nın güneyindeki Dibektaşı yapılarındaki Fryg etkisi dikkat çekmektedir. O halde, Que sınırını aştığı halde, Asurlular tarafından geri püskürtülen Muşkiler’in, denize ulaşmak için bu kez de Bozkır-Hadim-Ermenek rotasını denemeye teşebbüs ettikleri anlaşılıyor [60].
Bütün bunlara rağmen Kilikya Ovası üzerinde en kalıcı kontrol işaretleri, M.Ö. 715 ve 713 yıllarından sonra görülür[61]. Bu dönemde, Sargon, Que ve Hilakku’yu kesin olarak kendisine bağlamıştır. Hilakku’yu, kızı ile evlendirdiği Tabal kralı Ambaris’e verdiği, ancak Ambaris’in beklenmedik ihaneti ile karşılaştığı anlaşılıyor. Sargon’un, Hilakku’yu vasali olan Ambaris’e bırakmasında, bölgenin kontrolünün güç olmasının etkili olduğu düşünülebilir.
Ambaris’in ihaneti, Sargon’un kuzeybatı eyaletleri ile ilgili politikalarında komple değişikliklere yol açmıştır. Bu politika değişikliğinde, sınırlarda vergi veren bağlı prensliklerin korunmasını esas alan, doğu diplomasisi de büyük rol oynamıştır. Asur kralının, M.Ö. 713 yılından sonra, bağımsız prenslerin sayısını azaltma konusundaki ısrarcı çabası, bu bölgelere verilen önemi göstermektedir. Asurlular, Tabal ülkesine giriştikleri seferler sırasında bir üs olarak kullandıkları Que’yi, Hilakku’dan daha önemli bir bölge olarak düşünmüş görünmektedirler. Que’nin Asurlular tarafından hep önemli bir kale olarak düşünülmesi, Kilikya geçitlerine giden önemli ticaret yolunu gözetleyici konumundan kaynaklanmıştır [62].
Tabal ve Muşkilerle olan anlaşmazlıklarını, askerî seferler ve diplomatik yollarla çözüme kavuşturan Sargon, M.Ö. 705 yılında, Tabal ülkesinde Kimmerlerle yaptığı savaş sırasında ölmüştür. Sargon’un hükümdarlığının sonunda Anadolu’da çıkan isyanlar, Asurluların bölge üzerindeki kontrollerini kaybetmeye başladıklarının da işareti olmuştur. Söz konusu isyanlardan birisi, Kilikya’nın siyasî bağımsızlığını yeniden tesis etmeye karar veren Azitawadda tarafından çıkartılmıştır. Asur’a vergi vermeye karşı gelen Azitawadda, kendisini Kilikya’nın emniyetini sağlayacak, hakim korkuları giderecek ve Kilikya halkının içerisindeki çeşitli grupları birleştirecek kadar güçlü hissediyordu. Bunun için, halkın kendisine ve karşılıklı olarak birbirlerine güvenmesini sağlamaya yönelik propaganda çalışmalarına girişti. Karatepe yazıtlarından anlaşıldığına göre, Azitawadda, Asur’a karşı girişeceği mücadelede Luwilerden, Fenikelilerden ve Greklerden geniş çaplı bir halk desteği aradığı gibi, muhtemelen, Kilikya Ovası’nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde hükümranlık süren çok sayıda yerel Hilakku halkını da yanına almaya çalışmıştır [63].
Azitawadda’nın asıl amacı, Kilikya’daki her türlü sosyal, siyasi ve ekonomik grupların emniyet ve refahının kendisinin yönetiminde olduğu bilincini aşılamaktır. O, bunun dışında, Kilikya üzerindeki liderliğine meşruiyet kazandırmayı da amaçlamış olmalıdır. Bu sebepten dolayıdır ki, Kilikya’da Asur hakimiyetini çağrıştırabilecek olan Que’yi kullanmaktan şiddetle kaçınmıştır. Bunun yerine, birliği sağlamak amacıyla, Adana Ovası’nın bütün sakinleri için, kökleri M.Ö. XIV. yüzyıla kadar uzanan “Danuna” ismini kullanmayı tercih ettiği anlaşılmaktadır [64]. Kilikya sakinleri arasındaki sosyal ve siyasal birliği göstermek için mükemmel bir seçim olan bu isim, Azitawadda’nın politik ve idarî kabiliyetinin de açık göstergesi sayılmalıdır.
Öte yandan bütün bu gelişmelerde, Karatepe-Aslantaş’ın, stratejik ve jeopolitik konumu ile sosyo-ekonomik durumunun da önemli pay sahibi olması gerekir. Gerçekten de burası Ceyhan Nehri tarafından doğal bir korumaya sahip olup, kuzeyden gelecek olası hareketleri çok uzaklara kadar gözetleyebilecek bir konuma sahipti. Kara ve su yollarını denetim altında tuttuğu gibi, bu denetim karşısında önemli ölçüde geçiş ücreti ve vergi alıyor olmalı idi. Ayrıca, sedir ağaçları Akdeniz sahillerindeki gemi yapımcıları ve Fenikeli sömürgeciler için büyük önem taşıyordu[65].
Sargon’un ölümü üzerine Hilakku’da da isyanlar çıktı. İsyancıların bölge halkını toplayarak Kilikya geçitlerini kapatma girişimleri, Asur için isyanların önemini artırdı [66]. Anallerin belirttiği üzere; Sanherip, M.Ö. 703-702 yıllarında, bölgeye gerçekleştirdiği sefer sonucunda isyanları bastırmıştır. Kralın, Que ve Hilakku halkından Asur’a esirler götürdüğü, Ninova’daki sarayı tanıtan yazıtlarda, saray işçileri olarak, Que ve Hilakku isyancılarının çalıştırılması ile doğrulanmaktadır [67]. Yine, Sanherip’in bu seferden sonra, -Asur geleneklerine uygun olarak- Kilikya’da kazanmış olduğu zaferi simgeleyen bir anıt diktirdiği de bilinmektedir.
Hiç şüphe yok ki, Sanherip dönemi Kilikya isyanlarının en önemlisi, Kirua isyanı olmuştur. İllubru[68]’lu Kirua’nın bu isyanına, Que ile birlikte Hilakku’da yer alan Tarzi (Tarsus) ve İngirra[69] şehirleri de katılınca, bütün bölge Asur’a başkaldırmış oldu (M.Ö. 696)[70].
Sanherip, Kilikya’daki Grek kolonileşmesinin de etkisiyle, hakimiyetinin dokuzuncu yılında düzenlediği seferi, anallerinde (Kolon IV. 62-87) şöyle anlatmaktadır:
“Kirua, İllubru’nun yöneticisi, bana tabi olan bir köle, onun terk ettiği, Hilakku’nun adamlarının isyan etmesine sebep olmuş ve savaşmaya hazırlanmıştır. İngirra ve Tarzi’de ikamet eden adamlar onun yardımına gelmişler ve trafiği durdurarak Que Yolu’nu zapt etmişlerdir. Okçuları, kalkanlı ve mızraklı adamları; iki tekerlekli savaş arabalarını, atları, kraliyet evimi onlara karşı gönderdim. Onun yardımına gelen adamlar, zorlu bir dağın ortasında Hilakku adamlarının yenilmesine sebep oldular. İngirra ve Tarzi’yi aldılar ve yağmaladıkları şeyleri götürdüler. Birini kuşattılar ve İllubru’da onun kalesine saldırdılar ve onun kaçmasına engel oldular. Kuşatma tertibatları ve ‘büyük duvar kanatlarının’ (bazı kuşatma tertibatları) saldırısıyla akabinde gediklerden hızlı bir şekilde geçerek (?) (ve) piyadelerin saldırısıyla (idareyi) devirmeyi başardılar ve şehri aldılar. Yönetici Kirua, şehirlerinin ganimetleri ile birlikte yardımına gelen Hilakku halkıyla eşekleri, sığırları ve davarlarıyla Ninova’ya huzuruma getirildiler. Kirua’yı cezalandırdım. İllubru’yu yeniden restore ettim[71]”.
Kirua’nın isyanı, buralarda bölgesel bir gücün kurulmak istendiğinin açık göstergesi olmuştur. Kazanılan bu zaferden sonra, Sanherip’in İngirra ve Tarsus ile birlikte, İllubru’yu da yeniden inşa ettiği anlaşılmaktadır [72]. Sanherip tarafından, İllubru’nun, Asur Devleti’nin bir ileri karakolu olarak yeniden kuruluşu, bu devletin Kilikya kapılarının kontrolünü elinde tutma gayretlerinin sonucu olmalıdır. Bu bakımdan, M.Ö. 696 yılı olayları hakkındaki bu belge, Amanosların askerî ve stratejik önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Asurlular için Kirua isyanının en büyük etkisinin ekonomik olduğu anlaşılmaktadır. Que Yolu (Girru matQue) adı verilen ve Kilikya’da bir ana yol olmanın dışında, Kilikya kapıları ve Silifke’ye kadar olan sahada bir çok tali bağlantıya sahip olan rota, Asurlular için Toros madenlerine ulaşılan tek yol olma özelliğine sahipti. İsyancıların bu yolun kontrolünü ele geçirmeleri, Toros dağlarından Asur’a maden aktarımını engellemiştir. İsyan sonucu buraların denetimini ele geçiren Kilikyalılar, artık Toros dağlarının değerli madenlerini Asur’a sevk etmek yerine, ticaretlerini Akdeniz’e kaydırmanın gayreti içerisinde olmuşlardır [73]. Özellikle demir madeni akışındaki azalma, bütün gücünü ordularından alan Asur Devleti’ne büyük bir darbe olmuştur.
Sonuç olarak, Que ve Hilakku’da, M.Ö. 705 yılında başlayan bu başkaldırılar, Sanherip’in ilk on yılına mal olmuştur. M.Ö. 699-696 yılları arasında meydana gelen ve bu isyanların son halkasını oluşturan Kirua isyanının bastırılması sonucu, Kilikya’da Asur egemenliği yeniden kurulabilmiştir.
M.Ö. 696 seferi, Kilikya’daki Asur-Grek mücadelesi açısından da, büyük önem taşımıştır. M.Ö. IX. yüzyıl ortalarında Asur yayılmacılığına karşı, Urartuların önderliğinde, Muşkiler, Kilikyalılar ve İyonyalıların oluşturduğu iyi ilişkiler, M.Ö. VIII. yüzyılın ortalarında, Kilikya sahillerinde koloniler kurulması ile sonuçlanmıştır [74]. II. Sargon’un anallerinde, İyonyalıların İamani adı altında bir çok yerde geçmeleri, bölgedeki faaliyetlerine, Sargon’dan önce başladıklarını göstermektedir[75]. II. Sagon döneminde, Kilikya’da Grek faaliyetlerinde görülen artış, onun Muşkiler ve Urartularla yaptığı savaşların yarattığı boşluktan kaynaklanmış olmalıdır.
Asurlular, bölgenin kendileri açısından taşıdığı stratejik ve ekonomik önemden dolayı, Kilikya’da Grekleri çok yakından izlemişlerdir. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeni ile Greklerin Kilikya ile yakından ilgilenmeleri gayet doğaldı. Ancak maden sevkiyâtının yapıldığı Que Yolu, burasını daha da cazip hale getiriyordu. Çünkü bölgenin maden zenginlikleri, Asur-Grek rekabetinin başlıca sebebini oluşturmuştur. Demir ve gümüş, Greklerin aradığı mallardı. Özellikle demir, bütün gücünü ordusundan alan Asur için olduğu kadar, o zamanki Grek dünyası için de son derece önemli idi. Ayrıca, bu maden, M.Ö. VII. yüzyıl başlarında, kıta karası Yunanistan’da devamlı bir kaynak bulununcaya kadar, Ege bölgesinde nadir bulunmakta idi. Grekler, demiri bir çeşit para olarak da kullanmaya başlamışlardı [76].
Kirua isyanında Greklerin çıkarları gereği, Kilikyalıları desteklemeleri gerekiyordu. Zira söz konusu isyan, onlara Asurlular tarafından engellenmeksizin Kilikya kaynaklarına ulaşma şansı tanımıştı. Her ne kadar Sanherip’ in mevcut analleri, Greklerin Kirua ile birleşmelerine yer vermemiş olsalar da bu kralın Kilikya seferini konu alan sonraki Grek kaynakları, Asur-Grek mücadelelerine geniş yer verirler[77]. II. Sargon’un ve daha sonra da Sanherip’ in bölgeye düzenlemiş oldukları başarılı seferler, Suriye ve Anadolu’nun güney sahillerinde, Grek ve İyon ticarî faaliyetlerinin azalması sonucunu doğurmuştur. Asıl amaçları, tarıma uygun olan Ovalık Kilikya’yı ele geçirmek olan Grekler, Sanherip tarafından mağlup edilmelerinden sonra, sığınacak yer aramaya zorlandılar. Ticarî faaliyetleri zarara uğrayan bu toplumlar, Göksu’nun batısına çekildiler ve ticaret artık bu kıyılarda yoğunlaştı [78]. M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren, Dağlık Kilikya kıyılarında Nagidus (Bozyazı), Kelenderis (Aydıncık), Aphrodisias, Holmoi (Taşucu) ve Soloi (Pompeiopolis-Viranşehir) gibi kentler, Grek kolonileri olarak sıralanmışlar-dır. Grekler ve İyonlar, bu kıyılarda tutunabildiklerine göre Asur etkisi Göksu’nun batısında hissedilmemiş olmalıdır.
Asarhaddon (M.Ö. 680-669) da Que ve Kilikya kapılarının kontrolü esasına dayanan ve ekonomik çıkarların ön planda tutulduğu, geleneksel Asur politikasını devam ettirmiştir. Bu bölgelere gelebilecek olası bir tehdidi önlemeye yönelik Asur politikasının bir diğer amacı da Akdeniz limanlarının kontrolünü elde tutmak olmalıdır. Asarhaddon, bu amaç doğrultusunda, Que’yi tamamen ele geçirip bir üs olarak kullanmak suretiyle Hilakku’ya ulaştı (M.Ö. 679)[79]. Asur ordusu, alışılmadık bir vahşet örneği sergileyerek, yollarına çıkan küçük kasabalarla birlikte 21 Hilakku şehrini tahrip etti[80]. Hilakku’nun isyana karışmayan bölgeleri bile bu vahşetten nasibini aldı. Asarhaddon’un bu seferdeki en önemli amacı; demir, gümüş ve diğer madenlere sahip olan bölge üzerinde doğrudan kontrolü ele geçirerek, Hilakku’yu daha fazla sömürmek olmalıdır.
Asarhaddon’un bölgeye düzenlediği bu sefer sırasında, Hupişna (Ereğli Karahöyük) yakınlarında, Kimmerleri yenilgiye uğrattığı görülmektedir[81]. Zira Kimmerler, Tabal’in yakınındaki Hilakku bölgesine egemen oldukları sürece, bölgede Asur’a karşı isyanlar eksik olmamıştır. Yine, böyle bir başkaldırı sırasında, Asur’un isyanı bastırdığına ve Hilakku kralı Sandassarme’nin Asur hakimiyetini tanıdığına şahit olmaktayız.
Asarhaddon’un, M.Ö. 677’ye doğru, Kilikya kapılarından geçerek Hupişna’yı alması, Kundi (Anavarza) kralı Sanduarri ile Sizzû (Kozan) kralı Abdimilkutti’nin Asur’a karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Babil kroniğinden anlaşıldığına göre, Asarhaddon, bir yıl sonra, her iki asi kralın da başını almak suretiyle, isyanı şiddetle bastırmıştır [82]. Ayrıca, bu dönemde Kilikya’nın, sadece Que ve Hilakku’dan ibaret olmayıp başka yerel güçlerinde mevcut olduğu, bölgede Luwi yerleşmelerinin çokluğu, Sandas kültünün geniş yayılma sahası ve anallerde geçen çok sayıda kral isimlerinden anlaşılmaktadır [83].
KİLİKYA’DA ASUR EGEMENLİĞİNİN SONU
Asarhaddon’dan sonra kral olan Asurbanipal döneminde (M.Ö. 668-626), Que ve Hilakku’nun büyük ölçüde kontrol altına alındığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Tabal kralı Mugallu zamanındaki Tabal-Hilakku savaşında olduğu gibi bölge devletleri arasında ufak boyutlu mücadeleler görülmüştür. Bu iki güç arasındaki mücadelenin de temel sebebi, muhtemelen Que topraklarıdır. O halde Que, Orta Anadolu’ya geçişi kontrol eden stratejik konumu ile bölge devletleri arasında anlaşmazlık konusu olmayı sürdürmüş olmalıdır.
Anadolu, Kimmer tehlikesi altında olduğu için, Asurbanipal Hilakku’nun da içinde bulunduğu kuzeybatı eyaletlerinin güvenliği hususunda, ciddi kaygılar taşımakta idi. Nitekim, Frygleri ortadan kaldıran Dugdamne liderliğindeki Kimmer-Tabal birleşik kuvvetlerinin Kilikya’ya girmesi, Asur kralının endişelerinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştur. Sonuçta, M.Ö. 637-626 yılları arasında, Kilikya’daki Asur varlığı için büyük tehdit oluşturan Kimmerler, burada sadece yenilmekle kalmamışlar, savaşta kralları Dugdamne’yi de kaybetmişlerdir[84].
Asurbanipal’in ölümünden sonra, coğrafî yönden en geniş sınırlara ulaşmış bulunan imparatorluk hızla çöküş sürecine girdi. Bu hızlı çöküşün başlıca nedenleri, kuzeyde İskit ve Kimmerlerin yarattıkları karışıklıklar, Med kabilelerinin bir krallık haline gelmesi ve Babylonia’daki ayaklanma olmuştur[85]. Asurlular, bu kralın ölümü sonucunda, uzak mesafedeki topraklarını kaybetmeye başlayınca, Kilikya bölgesi de bağımsızlığına kavuşmuş olmalıdır. Ayrıca, Asurbanipal’in son yıllarındaki olaylara ait belge yetersizliği Tabal ve Kilikya’ya ait belirsizliklere neden olmuştur. Söz konusu belirsizlikler ise, Herodot’un “Büyük Kilikya” tezi gibi, spekülatif teorilerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir[86].
SONUÇ
Kilikya, Anadolu, Mısır, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Ege, İran ve Mezopotamya dünyalarının merkezinde bulunan coğrafî ve stratejik konumu yanında, doğal zenginlik kaynaklarına da sahiptir. Bu sebeple bölge, özellikle Mezopotamya devletlerinin Anadolu’ya yönelik faaliyetlerinde bir cazibe merkezi olmuştur. Asur İmparatorluğu politikalarında da hem dağlık hem de ovalık Kilikya’nın önemli bölgeler olduğu anlaşılmaktadır.
Her şeyden önce, Kilikya’nın jeopolitik konumu, bu bölgede Asur hakimiyetini zorunlu kılmış görünmektedir. Öyle ki, Kuzey Suriye ile Kilikya arasındaki ana yolları birleştiren Amanos geçitleri, büyük önem taşımakta idi. Asurlular için, Kuzey Suriye’nin kontrolü, Kilikya’yı elde tutmayı gerektiriyordu. Fryglere ve Urartulara karşı, Toros dağlarının ekonomik kaynaklarının emniyeti bakımından, en önemli dayanak noktasını yine bu bölge oluşturuyordu. Gerçekten de, gümüş ve daha da önemlisi demir, Asur İmparatorluğu’nun askerî kurumları için hayatî önem taşıyan madenlerdi. Bu madenin her ikisi de Kilikya Toroslarında bulunmaktaydı. Bolkardağı madenlerine sahip Orta Anadolu ile hammaddesiz Mezopotamya arasındaki ekonomik iletişim, bu bölge üzerinden gerçekleştirilmekte idi.
Öte yandan, Kilikya Ovası’nın verimliliği, bölgeyi önemli ekonomik ve siyasal bir merkez durumuna getiriyordu. Ayrıca, Kilikya’nın Akdeniz’e olan sahil konumu da, buraya ticarî açıdan uluslararası bir önem kazandırmaktaydı.
Bütün bu özelliklerinin sonucudur ki, Kilikya bölgesi, Asur İmparatorluğu’nun batıda karşılaştığı hemen her çeşit problemin içerisinde yer almıştır. Başlangıçta, Asurluların Kuzey Suriye’deki yayılımlarını durdurmak için onlara karşı oluşturulmuş hemen her türlü koalisyona katıldığına şahit olunmaktadır. Sargonidler Devri’nde ise Frygler'in ve Urartular'ın da katılımı sonucu, büyük boyutlara ulaşan sorunlarda en belirleyici rolü yine bu bölgenin oynadığı görülmektedir.