Giriş
Safevî hanedanlığından itibaren doğuda yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’yle silahlı mücadele eden İran hanedanları, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sorunlarını diplomatik kanallarla dile getirme ve ilişkileri olumlu bir seyre evirme eğilimine girmişti. Bu yüzyılın başında İran’da hâkimiyetini tesis eden Kaçarlar, Feth Ali Şah’ın saltanat süresi hariç tutulduğunda[1] , ondan sonra tahta geçen torunu Muhammed Şah’ın Osmanlı Devleti ile 1847 yılında imzaladığı II. Erzurum Antlaşması’ndan itibaren tebaasının Osmanlı topraklarındaki nüfusunu da göz önünde bulundurarak savaş siyasetini kenara bırakmıştı. Nitekim II. Erzurum Antlaşması, artık iki ülke arasında yüzyıllardır sorun olan sınırların büyük oranda şekillendiği, mezhep temalı siyasetin kenara itildiği ve daha ziyade devletler arasında ticari ilişkilerin düzenlemesine ağırlık vererek[2] ilişkileri normalleştiren bir nitelik taşımaktaydı.
Sürecin ilişkilerde yaratmış olduğu olumlu seyir, özellikle ticaret yapmak isteyen İranlıların başta İstanbul olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin muhtelif şehirlerine gelip yerleşmesine zemin hazırladı. Bu bağlamda, İstanbul-Trabzon-Tebriz ve Tahran ticaret hattında büyük bir ekonomik canlılık yaşandı[3] . Yine aynı durum, bölgenin önemli liman şehirlerden Samsun için de geçerliydi[4] . Öyle ki şehirde ticareti canlı tutmak adına 1859 yılında İran tarafından buraya şehbender vekili dahi tayin edilmişti[5] . Anadolu’nun birçok şehrine tüccar ihraç eden İran, artık Osmanlı topraklarında hatırı sayılır bir nüfusa da ulaşmaya başlamıştı.
İranlıların Osmanlı Devleti’ne göç ederek burada çeşitli faaliyetler yürütmesinin ardında sadece ticari gerekçeler yoktu. İranlılar, ülkelerinde yabancılara tanınan siyasi imtiyazlardan da ciddi oranda rahatsızdı.[6] Yabancılara sağlanan siyasi imtiyazların İranlıların hayatlarında yarattığı ekonomik bunalım, İran içerisinde yaşamayı büyük oranda zorlaştırmıştı.[7] Bu durum, paranın değerinin düşürülmesine ve ardından gelen iç siyasi krizlerine neden oldu ve ülkeden göçü hızlandırdı.[8] Ayrıca iki toplum, mezhepsel farklılıklar kenara bırakıldığında yaşam biçimleri, kültürel öğeleri ve geleneksel yapıları açısından da birbiriyle benzerlikler göstermekteydi. Öte yandan bu temel değerlere eklemlenen siyasi bazı sebepler de İranlıların Osmanlı topraklarına gelmesine zemin hazırlamıştı. İranlı muhaliflerin ve meşrutiyet taraftarlarının Sultan II. Abdülhamid döneminde ülkelerindeki baskıdan kurtularak İstanbul’da rahat bir yaşam ortamı bulması, bu siyasi sebepler arasında yer almaktaydı[9] .
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu sayılan gerekçelerden dolayı Osmanlı toprakları, geniş bir nüfusa sahip İran diasporasına ev sahipliği yaptı. Farklı dönemlerde İstanbul İran Sefaretinde diplomatik vazife alan Han Melik Sasanî’nin Farsça yayınlanan anılarında verdiği bilgilere göre; 1873-1890 yılları arasında tezkire alıp Osmanlı topraklarında yaşayan İranlı sayısı on bin sekiz yüz kişiydi[10]. Yine bazı kaynaklara göre XIX. ve XX. yüzyılda tezkireli/tezkiresiz Osmanlı Devleti’nde çalışan İranlı sayısı yüz binin üzerindeydi[11]. Bu durum, İranlıların Osmanlı sosyo-kültürel hayatına adapte zorunluluğunu gerektirmesinin yanı sıra, onları kendi camialarına seslenme ve onların her türlü ihtiyaçlarını temin etmeye mecbur tutuyordu. Bu sebeple İran’ın İstanbul’daki diplomatik misyonu, Kaçar yönetimi ve başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarında yaşayan İranlılar, birtakım adımlar attılar. İstanbul’daki İranlılar, ilk olarak İstanbul’da Farsça gazeteler basıp dağıtarak Osmanlı matbuatına dahil oldular ve İranlılara seslenmeye çalıştılar. Bu gayeyle basılan Farsça Ahter[12] ve Şems[13] gazeteleri, öncü gazetelerdi. Hatta İranlılar akabinde İstanbul’da, ucuz neşriyat yapmak için Osmanlı matbuatında büyük yer edinecek olan Şirket-i Sahafiye-i İraniye’yi kurdu[14]. Osmanlı’ya göçen ve tüm bu faaliyetleri yürüten ilk neslin faaliyetlerinin anlamlı hâle gelebilmesi, ülke içerisindeki İranlı nüfus da dikkate alındığında çocuklarının modern eğitim görebilecekleri mekteplerin açılmasını da zorunlu kılmıştı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde yaşayan İranlılar, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı içerisinde kendi okullarını açtılar yahut açma girişiminde bulundular. Devlet iznine bağlı olan bu taleplerinin her vilayette karşılık bulmamasının ve artan nüfuslarının etkisiyle İranlılar, Osmanlı vatandaşlarının eğitim gördükleri okullarda da eğitim görmek için büyük çaba sarf ettiler[15].
Türkçe ve İngilizce literatürde, Osmanlı döneminde İranlıların okullaşma ve eğitim faaliyetleriyle alakalı olarak bağımsız ve detaylı bir çalışma bulunmamaktadır[16]. Konuyla dolaylı olarak ilgili bazı bilgiler; İranlıları, Farsça basın tarihini, Osmanlı döneminde İranlıların sosyal hayatı ve ticari faaliyetlerini içeren makale, anı ile tez düzeyindeki çalışmalarda yer almaktadır. Farsça literatürde ise mevzuyu içeren son dönemde yazılan kitap ve makaleler bulunmaktadır. Bunlar arasında yer alıp sadece İstanbul’da eğitim faaliyeti yürüten İran okulunu konu edinen kitap, Hasan Hazreti ve Fatemetü’s-Sadat Mirrezi tarafından Tarih-i Senedî-yi Medrese-i İraniyan-ı İstanbul adıyla yayınlanmıştır[17]. Büyük oranda İran arşiv belgelerini içeren kitap, okulla ilgili Farsça belgelerin neşri ve daha önce literatürde yer almayan bilgilerin verilmesi açısından bir ilk özelliği taşımaktadır. Fakat kitap, Osmanlı Devleti’nde açılan tek bir İran okulunu ele almakta, göç eden İranlıların eğitim meselelerinden bahsetmemektedir. Bunun dışında eserin, İstanbul’daki İran okuluyla alakalı verdiği bilgiler hayli önemlidir. Yine aynı İran okuluyla alakalı bilgiler veren, İran arşiv belgelerinin bir nevi neşri sayılıp Seyyid Hüseyin Musevi, Hadi Haniki ve Ahmed Mescid Camiî tarafından yayına hazırlanarak Vezaret-i Ferheng ve Erşad-ı İslami kurumu tarafından basılan Esnadî ez Medaris-i İranî der Haric ve Medaris-i Haricî der İran[18] adlı kitap, İstanbul’daki İran okulunun cumhuriyet dönemindeki durumuyla alakalı bazı belgelere yer verse de okulun Osmanlı dönemindeki vaziyetini yansıtmaktan uzaktır. Son olarak konuyla alakalı diğer iki ciddi yayın da İran’da Farsça olarak Nizam Ali Dehnevî tarafından kaleme alınan “Tesis-i Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul ve Tahlil-i Nizamname-i An” ile “Debistan-ı İraniyan der Trabzon” adlı makalelerdir[19]. Bu makaleler, İstanbul ve Trabzon’da açılan İran okulunun, İran arşiv belgelerine ve dönemin Farsça yayın yapan gazetelerine yansıyan kısmıyla yetinilerek kaleme alınmıştır. Diğer yandan İstanbul’daki İran okuluyla alakalı Farsça-Türkçe ve İngilizce literatürde az rastlanılan bilgiler arasında yer alan okulun nizamnamesinin neden ibaret olduğunun ilk defa Dehnevî’nin makalesinde detaylı ele alınıyor olması, çalışmasını önemli kılmaktadır. Ancak çalışma, Türkçe kaynaklar ve bilhassa Osmanlı arşiv belgelerinden hiçbir şekilde yararlanılmaması açısından eksiktir. Zikredilen tüm bu çalışmalardan, ilgili yerlerde yararlanılmıştır.
İki ana bölümden oluşan bu çalışmanın amacı, tespit edilebildiği kadarıyla XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın başında İranlıların Osmanlı topraklarında açtıkları ya da açmaya teşebbüs ettikleri okulları, bu okulların faaliyetlerini, idari yapılarını ve Osmanlı okullarında eğitim gören/görmek isteyen İranlılarla onların hangi okullarda eğitim aldıklarını ortaya koymaktır. Çalışma, Osmanlı arşiv belgeleriyle konuyla ilgili yukarıda zikredilen İran arşiv belgelerini içeren yayınlar, Osmanlı döneminde İstanbul’da Farsça yayın yapan gazetelerin bazı nüshaları ve konuyu tekmil edebilecek Farsça/Türkçe literatür kullanılarak ele alınacaktır.
1. İranlıların Osmanlı’da Okullaşma Teşebbüsleri ve Açtıkları Okullar
a. Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul (İstanbul İranlılar Okulu) ve Debistan-ı Ahmediyan-ı İstanbul
Debistan, Farsça’da okul/ilkokul manalarına gelmektedir[20]. Osmanlı topraklarında İranlıların açtıkları yahut açmaya çalıştıkları okullar, “debistan” kelimesiyle resmî belgelere girmiştir. Nitekim okulun Osmanlı Devleti’yle yaptığı resmî yazışmalarda kullandığı antette de “Debistan-ı İran” tabiri yer almaktadır[21]. Sultan II. Abdülhamid döneminde, 1883 yılında hizmete açılan Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul[22], bugün hâlen İstanbul’un Sultanahmet semtinde İran İslam Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu’na bağlı olarak eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir[23]. Okul, Osmanlı Devleti’nde açılan özel İran okullarının ilkidir[24] ve hakkında diğer açılan İran okullarına nazaran çok daha fazla malumat bulunmaktadır.
Kaçar döneminin ikinci yarısında başlayan batılılaşmayla beraber İran’da modern eğitim veren okullara benzer bir yapıda[25] eğitim vermesi düşünülüp açılan okulun ilk dönemde, bugünkü mevkiinde olmayıp müştemilatının da çok geniş olmadığı bilinmektedir. Yıldız Hanı’nda iki odalı ve sınırlı sayıda öğrenci kapasitesiyle açılan okul, İranlı çocuklara Farsça öğreterek ilk faaliyetine başlamıştır[26]. Okulun bir müddet sonra Osmanlı Devleti’nden izinli hizmet yürütmek adına ruhsat talep ettiği bilinmekle beraber binasının Kadırga Emin Sinan Mahallesi Camii yakınına taşındığı görülmüştür[27]. Öğrenci mevcudunun daha da artmasıyla yeni bir binaya ihtiyaç duyan İranlılar, dönemin İran Sefareti ve bugün İstanbul İran Başkonsolosluğu olarak kullanılan binaya yakın bir yerde arazi satın almıştır. Cağaloğlu’nda bulunan dönemin İran Sefaretine yakın olarak satın alınan arazinin, okulun bugün bulunduğu mevkiindeki yani Sultanahmet’te olan arazi olduğu düşünülmektedir. Zira Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlarda Birinci Belediye Dairesi’nin havalesiyle 1893 yılında tamir ve genişletme için izin isteyen İran okulunun adresinin, Sultanahmet olduğu görülmektedir[28]. Ancak okul, Muzafferüddin Şah’ın 1900 yılındaki İstanbul ziyaretinden sonra görülen lüzum üzerine Sultanahmet’ten taşınmış, arazisi de İran Muzafferî Hastanesi’ne tahsis edilmiştir[29]. Yeni adresi, Hacı Mirza Hasan Hayrülmülk’ün Beyazıt Emin Bey Mahallesi’ndeki hanesi olan[30] okul binasının 1911 yılında yanmasından sonra[31] okul, yine Beyazıt yakınlarda kiralık bir binada eğitime devam etmiştir[32]. Bu binada iki yıl eğitim veren okul, 1913’te İranlı tacirlerin girişimiyle Çemberlitaş’ta alınan yerine taşınmıştır. Okulun, Osmanlı döneminde daimî bir adresi olamaması, cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’yi ziyaret eden Rıza Şah Pehlevî’nin dikkatini çekmiş ve şahın girişimleriyle okul, daha önce İran Muzafferî Hastanesi’ne tahsis edilen bugünkü yerine nakledilmiştir[33].
Finansmanı büyük oranda İstanbul’da bulunan İranlı tüccarlar, aydınlar ve bürokratlar tarafından sağlanan okulun tesis sürecinde dönemin İran İstanbul Sefiri Muhsin Han Muinülmülk[34], Hacı Muhammed Muhsin Isfahanî, Hacı Muhammed Bakır Isfahanî, Hacı Habib Lek, Hacı Muhammed Taki Tahbaz ve Eminü’l-Tüccar Isfahanî’nin katkıları olmuştur. Okulun ilk idare heyeti arasında Hacı Mahmud Ağa, Hacı Hasan Ağa, Hacı Abbas Ağa, Abdülhadi Ağa, Meşhedî Rıza Ağa, Mirza Hüseyin Ağa, Hacı Zeynelabidin Ağa, Rıza Kulu Han gibi İran’ın farklı bölgelerinden gelmiş tacirler yer almıştır[35]. Okulda Osmanlı döneminde sırasıyla Hacı Mirza Ali Ağa, Hacı Rıza Kulu Han Horasanî, Hüseyin Bey, Hikmet Bey, Aleksandır Bey, Ebulkasım Ağa, Mir Hüseyin Ağa, Emir-i İtibar, Tevfik Hemedanî[36], Doktor Rıza Pervereş ve Mirza Muhammed Ali gibi isimler de müdürlük yapmıştır[37].
Yukarıda zikredilen isimler tarafından yönetilen okulda, bugünkü manada bir mütevelli heyet oluşturulmuştur. Encümen-i İdare adındaki bu heyet; okulun mali işleri ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin ne şekilde yürütüleceğini karara bağlamıştır[38]. Bu kararlar, okulun tesisiyle beraber oluşturulan nizamnamesine dayanılarak alınmıştır. Dehnevî, okulun nizamnamesiyle alakalı yaptığı çalışmada nizamnamenin, 28 Mayıs 1884 tarihinde Rıza Kulu Han Horasanî, İranlı bir tüccar ve okul müdürü tarafından yazıldığını ifade etmektedir[39]. Kırk üç sayfalık nizamname; bir giriş, sekiz bölüm, yüz on madde ve bir sonuçtan oluşmaktadır. Nizamnamenin ilk bölümü, umumi idarenin anlatımını içeren elli iki maddelik bir bölümdür. İkinci bölümün içeriğindeyse öğretmenlerin vazifeleri yer almaktadır ve bu bölüm de altı madde şeklinde düzenlenmiştir. Eğitim faslını içeren üçüncü bölümse on bir maddedir ve bu bölümde sınıfların düzenlenmesiyle sınavların ne şekilde yapılacağı yer almaktadır. On dört maddeden oluşan dördüncü bölüm, doğrudan öğrencileri ilgilendirmektedir. Onların dinî vecibeleri, öğretmenler karşısındaki vazifeleri, okula giriş-çıkışları ve eğitim-öğretim içerisindeki görevleri, bu bölümün konusudur. Beşinci bölüm, üç madde üzerine şekillendirilmiştir. Konusu, yıl sonu sınavlarının ne şekilde yapılacağı üzerinedir. Altıncı bölümse öğrencileri eğitime ısındırmak ve başarılarını artırmak için verilecek mükâfatları anlatan beş maddeden oluşur. Yedinci bölüm, disiplin cezalarını sekiz madde hâlinde anlatır. Sekizinci ve son bölüm, okulda görev alan mubassır, hademe ve kapıcı gibi görevlilerin nasıl hizmet edeceklerini içeren sekiz maddelik bir kısımdır[40].
Okulun Encümen-i İdaresi haricinde, eğitim öğretim faaliyetleri üzerinde doğrudan söz sahibi olan bir de Encümen-i Tedrisiyesi bulunmaktaydı. Yedi kişiden oluşan bu heyetin görevleri, okulun nizamnamesinde belirtilmişti. Nizamnameye göre heyette görevli üyelerin temel görevlerinden birisi, okula devam eden öğrencilerin eğitim sürecindeki eksikliklerini belirleyip onları tamamlamaktı. Yine üyeler, eğitim müfredatının uygulanmasında tam yetkiliydi. Diğer yandan öğrencilerin eğitim-öğretim sürecinde ihtiyaç duyacakları materyallerin temin edilmesinde de üyelere görevler düşmekteydi. Öğrencilerin imtihan sürecinde Encümen-i Tedrisiyeden bir üye, imtihan komisyonunda görev almak durumundaydı[41]. Okulun eğitim-öğretime başladığı sürecin ilerleyen yıllarında, Encümen-i Tedrisiye üyeleri arasına İstanbul’da bulunan İranlı tacirlerin de girdiği görüldü. Tüccarlar, okulun kapasitesinin genişletilmesi için mali kaynak yaratabilecek potansiyele sahip oldukları için böyle bir tercihte bulunulması doğal görünüyordu. Zira İstanbul’daki İranlı tüccarlar, okulun en güçlü finansörleri arasında yer almaktaydı[42].
Okulun önemli bileşenleri arasında yer alan diğer bir grupsa öğretmenleriydi. Tespitlere göre okulun ilk öğretmeni, Hacı Rıza Kulu Han Horasanî’ydi. Kendisi aynı zamanda, Encümen-i İdare’nin başkanlığında da bulunmaktaydı. Horasanî okulda, “Fars Dili ve Edebiyatı” dersini vermekteydi[43]. Okulda daha sonraki yıllarda İstanbul’un kültür hayatında önemli izler bırakmış İranlı isimler de yer alacaktı. Bunlar arasında temayüz edenler, İstanbul’da Farsça olarak yayınlanan Ahter gazetesinin yazarlarıydı. Mirza Mehdi Tebrizî, Mirza Ağa Han Kirmanî, Mirza Habib Isfahanî, okulun yazar kimlikli öğretmenleri arasındaydı[44]. Okulda Fars Edebiyatı dersleri de bir dönem, Mekteb-i Sultaninin Farsça Öğretmeni Ahmet Feyzi Efendi tarafından verildi[45]. Yabancı öğretmen istihdamını da ihtiyaç doğrultusunda uygulayan okul yönetimi, Fransızca derslerini vermesi için Fransızca-Türkçe bir sözlük kaleme alan W. Wiesenthal’i görevlendirmişti[46].
İlk açıldığında dokuz öğrenciyle eğitim veren okul[47], ilerleyen yıllarda binasının genişletilmesiyle öğrenci mevcudunu artırdı. Önce otuz ve sonra yüzü aşkın öğrenci, bu okulda eğitim görmeye başladı. İstanbul İran Sefaretinde görev alan Sasanî anılarında, ilerleyen yıllarında okulun öğrenci mevcudunun azaldığından ve eğitim-öğretim kalitesinin düştüğünden bahsetmektedir. 1917 yılından okulla ilgili önemli bilgiler paylaşan Sasanî, okulda bir sınıfta sadece on dört öğrencinin tahsil gördüğünü ifade etmiştir. Bu çocukların ehil ellerde eğitim görmemesinin ve mahalle okullarını tercih etmesinin, İran’dan soğumalarına etki ettiğinin de altını çizmiştir[48].
Öğrencilere okulda dinî derslerin yanı sıra dil, edebiyat, fen ve matematik dersleri de verilmiştir. Okulun eğitim-öğretim müfredatına göre verilen dersler: Elifba, Kur’an-ı Kerim, Akait, Hesap, Cebir ve Mukabele, Hendese, Durusü’l-Eşya, Farsça ve Edebiyat, Fransızca, Arapça, Genel Tarih ve İran Tarihi, Coğrafya, Muhasebe, Fizik, Botanik, Zooloji, Kimya ve Fizyoloji dersleridir[49].
Özel okul statüsünde olan Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul, belirli konularda Maarif Nezareti tarafından denetime tabi tutulmaktaydı. Osmanlı Devleti bu tarz yabancı okullarla alakalı denetim mekanizmasını, Maarif Nezaretine bağlı Mekatib-i Gayr-i Müslime ve Ecnebiye Müfettişliği kanalıyla işletmekteydi. 1869 yılında yayınlanan Maarif Nizamnamesi’nin yüz yirmi dokuzuncu maddesine göre yabancı okullarda, adaba ve ülkenin politikasına mugayir derslerin verilmesi yasaktı ve ders cetvelleriyle okullarda okutulacak kitaplar, yerel maarif idareleri tarafından onaylanmak zorundaydı[50]. Ayrıca okullarda uygulanacak yıl sonu imtihanlarının sonuç cetvelleri de Maarif Nezaretine gönderilmeliydi. Bu bağlamda Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul da faaliyet yürüttüğü süre boyunca denetlendi. Okulda okutulan kitaplar, basım yerleri, bu kitapların müellifleri liste hâlinde Maarif Nezaretine iletildi[51]. Zaman zaman okulun bu konuda ayak dirediği ve belirtilen listeleri göndermediği durumlar yaşandı. Maarif Nezareti böyle durumlarda, okula ihtarda bulunuyor ve listelerin ivedilikle gönderilmesi hususunda okula yazılar gönderiyordu[52]. Yine aynı durum, yıl sonu imtihanlarının yapılmasıyla ne şekilde yapıldığının değerlendirilmesi konusu için de geçerliydi[53]. Maarif Nezareti, okula mümeyyiz sıfatını taşıyan öğretmenler göndererek bu hususta raporlar tanzim ettirdi[54]. Bu raporlar dahilinde okulda yapılan usulsüzlükler, Maarif Nezareti tarafından tespit edilmeye çalışılarak yasal mevzuat işletilmeye çalışıldı ve ders imtihan cetvellerinin tekrar gözden geçirilmesi istendi. Eğitimi aksatan usulsüzlüklerin başındaysa öğretmenlerin derslere devam etmemesi ve okul idaresinin buna göz yumması gelmekteydi. Bu sebeple öğrenciler, coğrafya ve hesap derslerinden düşük notlar almaktaydı. Maarif Nezareti bu durumun önünü almak için, durumu okula gönderdiği mümeyyizler vasıtasıyla tespit ettikten sonra, İstanbul Maarif Müdürlüğü kanalıyla idareye ve öğretmenlere yazılı uyarılarda bulunmaktaydı[55].
Mali açıdan büyük oranda İranlı tacirlerin yardımlarıyla faaliyet sürdüren Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul, şahıslar tarafından yapılan yardımların da etkisiyle uzun yıllar ayakta kalmayı başardı. Okulun gelir kaynaklarına bakıldığında, İran şahlarının yaptığı bağışlar dikkat çekmekteydi. Nasırüddin Şah ve Muzafferüddin Şah iktidarlarında, lira bazında okula yıllık bağışlar yapmaktaydı. Yine yıllık bağışçılar arasında, İstanbul’da yaşayan İranlılar başı çekmekteydi. Okulun diğer bir gelir kaynağı da öğrencilerden aylık olarak alınan okul taksitleriydi[56]. Fakat tüm bu gelirlerin belirli bir zaman sonra yeterli gelmemesi, okul idaresini bazı sosyal etkinlikler düzenleyerek buradan elde edilecek gelirle okulu mali olarak rahatlatmaya sevk etti.
Sasanî anılarında, okulun yılda bir iki defa İran Sefaretinde düzenlenen konserlerle gelir elde ettiğinden söz etmektedir[57]. Dönemin İstanbul’da basılan Farsça yayın organı Şems gazetesi de 1908’de Tepebaşı Tiyatrosu’ndaki oyundan sonra okula gelir temin etme amacıyla bir çekiliş yapıldığından bahsetmektedir[58]. Arşiv kayıtlarında okul için bu etkinliklerin periyodik olarak yapıldığına yahut içeriğine dair bir veri olmasa da okul yararına büyük balolar, müsamereler ve konserler tertip edildiğine dair önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu balo, müsamere ve konserler, okulla İran Hastanesi için 1894, 1903, 1905, 1907 ve 1909 yıllarında gerçekleştirilmiştir. Üçü İstanbul İran Sefaretinde konser, birisi okulda müsamere olarak gerçekleştirilen etkinliklerden bir diğeri de balo olarak Pera Palas Oteli’nde gerçekleşir[59].
Okulun Osmanlı dönemindeki faaliyetleri genel çerçevede bu şekildeyken cumhuriyetin ilanıyla birlikte Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul’un vergi ve tapu gibi mevzuata dayalı hususlarda problemler yaşadığı görülmektedir. Vergi memurlarının okuldan vergi talep etmesi ve okulun arazisinin tekrar tapuya kaydedilmesi gibi konular, uzun süre okul yönetimiyle İran Sefaretini meşgul etmiştir[61].
İstanbul’da açılan ve kısa bir süre eğitim faaliyetinde bulunan özel İran okullarından bir diğeri de Debistan-ı Ahmediyan’dır. Osmanlı arşiv belgelerinde okulun 1912 yılında Gedik Paşa Dizdariye Mahallesi’nde açılmasına dönük adımlar atıldığı ve ruhsatının Şems gazetesi müdürü tarafından talep edildiği göze çarpmaktadır[62]. Okulla ilgili bir diğer adres kaydına göreyse okulun Gedik Paşa Esir Kemaleddin Mahallesi Kirkor Efendi Sokağı’nda olduğu belirtilmektedir[63]. 1915’te İran Sefiri Mahmud Han tarafından kendi tasarrufunda bulunan bahçe ve evin, okula bağışlandığı bilinmektedir[64]. Bu bağışların bir gereği olarak okulun arazi kaydı ve ruhsat işlemlerinin yapılması uzun süre devam etmiş ve sonuca ulaşması da hayli vakit almıştır[65]. Okulun eğitim-öğretim faaliyetleriyle alakalı olarak elde çok fazla malumat bulunmamakla beraber bünyesinde dört iptidai ve bir de rüştiye düzeyinde eğitim veren sınıfı olduğu bilinmektedir[66]. Okulla ilgili Osmanlı arşivlerinde sınırlı malumat bulunmasının, henüz araştırmaya açılmayan veya Osmanlı Arşivi’ne devredilmeyen evraklardan kaynaklandığı düşünülmektedir. Benzer bir durum, İzmir’deki İran okulu “Debistan-i Nasıri” için de geçerlidir. Mirza Fethullah Han tarafından açıldığı bilinen okulun faaliyette olduğu, Farsça yayın yapan Mecelle-i Hikmet adlı gazetenin, 1906 yılı Mayıs ayındaki sayısında “İraniyan ra Mojde” başlığı altında yer alan haberle duyurulmuştur[67].
b. Debistan-ı Trabzon
Uluslararası ticaret yapılan Karadeniz’in önemli limanlarından olan Trabzon limanı, Osmanlı-İran ticari ilişkilerinde de önemli bir lokasyondu. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren iki ülke arasında Erzurum ve Tebriz hattından gelişen ticaret, denizden bağlantının sağlandığı Trabzon’a kadar uzanıyordu[68]. Bu durum, şehirde sosyal canlılık yaratacak seviyede bir İranlı nüfusun oluşmasına katkı sundu. Trabzon’daki İngiliz diplomatik misyonunun 1868 yılındaki raporuna göre şehir merkezinde Ruslardan sonraki ikinci kalabalık yabancı unsur, İranlılardı[69]. Bu durum, İranlıların diplomatik olarak şehirde temsil edilmesine kadar vardı ve İran devleti Trabzon’da konsolosluk açtı[70]. Akabindeyse tıpkı çocuklarının İstanbul’daki gibi eğitim görebilecekleri bir İran okulu tesisine ihtiyaç duyuldu ve İranlılar, 1885’te Trabzon’daki İranlı çocukların eğitimi için bir ev satın aldılar[71].
Nasıri ile Ahmediye isimlerini kullanan ve resmî eğitim dili Farsça olan okulda, sadece İranlı çocuklar değil, şehrin eşrafının çocukları da eğitim görmekteydi. Okuldan mezun olan öğrenciler, bir üst kademede Osmanlı mekteplerine devam edebilmekteydiler. Bütçesi, İstanbul’daki İran okullarındaki gibi temin edilen okulun en büyük gelir kaynağı bağışlardı[72]. Özellikle İranlı nakliyeciler okula, yapmış oldukları işlerden kazandıklarının belli bir oranını bağış olarak vermekteydi. Bağışçılar arasında, I. Dünya Savaşı’nda Trabzon-Erzurum arasında develerle ticaret yapan İranlılar başı çekmekteydi. Esasında bu bağış, gönüllük esasıyla toplanmamaktaydı. Bölgedeki İranlı komisyoncular, İranlı nakliyecilerden aldıkları komisyonları, bağış adı altında okula gelir olması için vermekteydi[73].
Okulun encümen heyeti, İran Trabzon Konsolosu Mirza Mesut Han döneminde oluşturuldu. Kendisi, Trabzon’da bulunan İranlıları konsolosluğa davet ederek hem okulun idaresinin nasıl olacağını hem de bütçesini dengeleyecek adımların nasıl atılacağını tespite çalıştı. Yapılan toplantıda alınan karar gereği okulun encümen heyeti: Hacı Hasan Tahbaz, Muhammed Ali Mahmudzâde, Mirza Muhammed Hüseyin Sarrafzâde, Ali Ağa Mirzazâde, Mir Hadi Azim Han ve Mirza Muhsin’den müteşekkil hâle geldi[74].
Okulda eğitim-öğretim Farsça, Türkçe ve Arapça bilen öğretmenler tarafından yapılmaktaydı. Bu okulda öğretmenlik yaptığı bilinen isimlerden biri de meşhur Osmanlı âlimlerinden İbrahim Cûdî Efendi’ydi[75]. Diğer yandan imtihanlar; genellikle mahalli öğretmenlerin, müftü, kadı ve şehrin ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir mecliste icra edilmekteydi. Yıl sonu imtihanları ve mezuniyet törenleri de coşkulu birer gösteriye sahne olmaktaydı. 1899-1900 eğitim-öğretim yılında gerçekleşen yıl sonu imtihanlarına, şehrin valisinden yabancı elçi misyon şeflerine kadar herkes katılmıştı. İki ülke bayraklarının dalgalandığı törende; Farsça, Türkçe ve Fransızca konuşmalarla müzikal etkinlikler yapılmıştı[76]. 1887-1888 yılı kayıtlarına göre, okulda on altı öğrenci eğitim görmekteydi[77].
Okul, 1908 yılında ciddi bir yangın geçirdiğinden, binası kullanılamaz duruma geldi. Bu sebeple Osmanlı Devleti, İran Trabzon Konsolosluğunun talebiyle okulun aynı arsa üzerinde tekrar inşa edilmesi yönünde karar aldı. Kayıtlara göre yeniden inşa edilecek okul, on üç metre otuz üç santimetre uzunluğunda, on yedi metre genişliğinde iki katlı olacaktı[78].
Eğitim faaliyetlerine, I. Dünya Savaşı’nda tatil edilmesine[79] rağmen cumhuriyetin ilk yıllarında da devam eden okulun, 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından faaliyetine son verildiği görüldü[80].
c. Kerbela Hüseyni ve Uhuvvet-i İraniyan-ı Kazımiye Zükur Mektebi
Necef, Kufe, Kazımiye ve Kerbela gibi şehirler, Şii ve İranlı nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehirler arasında yer almaktaydı. Buralarda yaşayan Şii nüfusun ve İranlı ailelerin çocuklarının, İran tarafından açılacak okullara gitme talepleri bulunmaktaydı. Bu doğrultuda İstanbul İran Sefaretinin yazısıyla Osmanlı Devleti nezdindeki girişim, 1912 yılında oldu[81]. İran Devleti, Kerbela şehrinde “Hüseyni/ Hüseyniye” adıyla bir okul açmak için İstanbul’a yazı gönderdi[82]. Okul, İran Encümen-i Müsavat Cemiyeti tarafından tesis edilecekti[83]. İran’ın bu talebini Osmanlı Devleti çok bekletmeyerek olumlu karşıladı ve Kerbela Hüseyni Mektebi 1912 yılında açıldı[84]. Okula atanan ilk öğretmen de Osmanlı darülmuallimininden mezun olmuş olan Ali Yaver Efendi’ydi[85].
Hakkında Hüseyni Mektebi gibi çok fazla malumat bulunmayan ve İran tarafından açılan bölgedeki bir diğer okul ise Uhuvvet-i İraniyan-ı Kazımiye Zükur Mektebiydi[86]. Kerbela Hüseyni Mektebinden üç yıl ve II. Abdülhamid’in tahta indirilmesinden çok kısa bir süre önce 22 Nisan 1909 yılında açılan bu okul, yatılı/ gündüz eğitim vermekteydi. İptidai ve rüştiye kademesinde eğitim veren okul, açıldıktan bir yıl sonra Maarif Nezaretine bağlandı ve öğrencilere Türkçe öğretmek için Osmanlı Devleti tarafından okula, kadrosunda bulunmaması ve okulun talep etmesi dolayısıyla öğretmen tayin edildi. Okulun kurucuları arasında bölgenin önemli isimlerinden Hacı Ali Ekber, Hacı Muhammed Hasan Isfahanî, Seyit İsa Şirazî, Abdülhalik Yezdî ve Hacı Abdülvahab bin Hacı Ali Ekber bulunmaktaydı. Okul müdürlüğünü Hacı Ali Ekber üstlenmişti. Okulda görev yapan öğretmenler arasında Şeyh Cevad, Cevad Han, Şeyh Rıza, Şeyh Mehdi ve Seyyid Hasan gibi isimler yer alıyordu. Okulda kademelerine göre Kur’an-ı Kerim, Tecvit, Ulum-ı Diniye, Hesap, Farsça, Türkçe, Arapça, Coğrafya ve İslam Tarihi dersleri okutulmaktaydı[87].
Müslümanların kutsal bölge koridorunu elinde tutan Osmanlı Devleti’yle mezhepsel nedenlerden ötürü Irak bölgesinde birçok sorun yaşayan İran, Şii kutsallarının bulunduğu bu bölgedeki şehirlerde okullaşma girişiminde bulundu. İstanbul ve Trabzon’daki okullara göre çok daha geç açılan Kerbela ve Kazımiye’deki İran okullarının açılmasındaki sebep, İstanbul ve Anadolu’da eğitim faaliyeti yürüten İran okullarından farklılık arz etmekteydi. İranlılar, burada yaşayan Şii Irak halkının çocuklarına mezhepsel olarak temas edebilmek için bu okulları açmak istemişlerdi. Açılan okullarda verilen eğitim büyük oranda seküler olsa da İranlılar, bu okullarla konsolide edebilecekleri bir nüfusu elde etmeye çalışmaktaydı.
d. Erzurum’da İran Okulu Açılması Teşebbüsü
Erzurum’da konsoloslukları ve tüccar loncaları bulunan İranlıların, çocuklarının eğitimi için ilk okul açma talebi, 1896 yılına rastlamaktadır. Şehirdeki İranlıların topladıkları paralarla açılması düşünülen okulun, Erzurum İran Konsolosluğu tarafından desteklenmesi düşünülmüştür. Okul için daha evvel İran Erzurum Konsolosluğu yapan Mirza Ali Ekber Han’ın bölgede sahip olduğu hanenin kullanılacağı beyan edilse de bu talep, Maarif Nezaretinin yazısı ve Şârâ-yı Devlet kararıyla padişah emri olmadan yabancı statüde okul açılmasına yetkileri olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir[88].
Sultan II. Abdülhamid’in Erzurum’da bir İran okulu açılmasına neden karşı olduğu, Mabeyn-i Hümayun Başkitabetinden Sadaret’e yazılan yazıda görülmektedir. Mabeyn-i Hümayun, Sultan II. Abdülhamid’in, bu okula Erzurum’daki Müslüman tüm çocukların gidebilecek olmasının, İran’ın mezhep propagandasına zemin hazırlayabileceğini ve bunun da Şiiliğin yayılmasına sebep olabileceğini düşündüğünü ifade etmiştir. Fakat Mabeyn-i Hümayun tarafından bu düşüncenin muhataplara serdedilmesi yerine münasip bir cevabın verilerek durumun asla sezdirilmemesi istenmiştir[89]. Yine benzer bir talep, 1901 yılında Erzurum İran Konsolosu Esedullah Han tarafından yapılmıştır. Maarif Nezaretine havale edilen bu talep, daha önceki talepteki gibi padişahın emri gerekçe gösterilmek suretiyle sonuçsuz bırakılmıştır[90]. Esasında, İranlıların Erzurum’da okullaşma teşebbüsünün sonuçsuz kalması tek başına, diğer okul açma girişimlerinde yaşanmayıp burada yaşanan mezhepsel yahut başka siyasi kaygılara bağlı olmayabilir. Zira Erzurum’a yakın bir mahal olan Trabzon’da faaliyet yürüten bir İran okulunun varlığının, okul açma teşebbüsünü sonuçsuz bırakması da ihtimal dâhilinde tutulmalıdır.
2. Osmanlı Devlet Okullarında İranlıların Eğitimi
XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nde açtıkları okullarla çocuklarının eğitim görmesini sağlayan İranlılar, çocuklarının sadece bu okullarda değil, Osmanlı Devleti’nin kendi tebaasının gittiği okullarda da eğitim almalarını istemişlerdi[91]. Başlangıçta ilkokul ve ortaokul seviyesindeki okullara devam eden İranlı öğrenciler, tahsillerini tamamladıktan sonra yine Osmanlı Devleti’ne ait lise ve yüksekokul düzeyindeki okullara devam etmişler ve bu okullardan mezun olarak diploma almışlardı[92]. Osmanlı devlet okullarında lise ve yüksek tahsil gören İranlılar, sadece devletin sınırları dahilindekilerden de müteşekkil değildi. İran’daki okullara göre daha iyi eğitim alabileceklerini düşünen birçok İranlı öğrenci, göç ederek Osmanlı devlet okullarını tercih etmekteydi. Bu tercihlerin yoğunlaştığı şehir ise, İstanbul olmaktaydı[93].
Osmanlı Devleti, coğrafyası içerisindeki okullarına yabancı öğrenci kabulünde zaman zaman seçici davransa da genel olarak Müslüman olan öğrencileri seçerek okullarına kabul etmekteydi[94]. Dolayısıyla İranlı öğrenciler de bu imkândan yararlanmaktaydı. Yüksek tahsilden önceki aşama olan idadi ve sultani seviyesindeki okullara, İranlıların rağbeti hayli fazlaydı[95]. Bunlar arasında yer alan İstanbul İdadisi, birçok İranlı öğrencinin eğitim gördüğü okullardan biriydi[96]. Kız ve erkek olarak ayrılan bu okullarda, İranlı kız öğrenciler de tahsil görmek için talepte bulunmaktaydı[97]. Burada dikkati çeken önemli bir husus, kız öğrencilerin ailelerinin maddi açıdan güçlü ve Osmanlı Devleti’nde bürokratik görevi olan İranlı ailelerin çocukları olmalarıydı[98].
Sultani seviyesinde İranlıların tercih ettiği okul, İstanbul’da bulunan ve eğitim kalitesi şimdiki gibi o zaman da yüksek olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisiydi[99]. Ücretli olarak eğitim veren bu okula girmek, her İranlı için mümkün olmamaktaydı. Bu yüzden genel olarak Mekteb-i Sultaniye, İstanbul İran Sefaretinde görevli diplomatların çocukları yahut yakın akrabaları kabul edilmekteydi. Zaman zaman bu kabuller, padişahın tavassutuyla yahut okul idaresinin kararıyla gerçekleşmekteydi. Örneğin yıllarca İstanbul İran okulunda vazife almış ve Mekteb-i Sultanide de öğretmenlik yapmış olan Mirza Habib Isfahanî’nin oğlu Celal Efendi, okul masraflarından muaf tutularak idarenin kontenjanından mektebe kaydedilmişti[100]. Mekteb-i Sultaniden mezun olan İranlı öğrencilerin, Osmanlı devlet okullarında ve özellikle Farsça öğretmenliğinde istihdam edilme istekleri de karşılanmaya çalışılmaktaydı[101].
İdadi ve sultanilerden mezun olan İranlılar, meslek edinebilecekleri ve yüksek tahsil görebilecekleri okullara rağbet göstermişlerdi. Osmanlı Devleti’nin en gözde okullarını tercih eden İranlılar; Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Mulkiye, Mekteb-i Harbiye, Sanayi-i Nefise[102] Dişçilik, Polis ve Jandarma Mektebi ile Darülmuallimin gibi okullarda eğitim görmüşlerdi.
Tıbbiye Mektebine devam eden İranlı öğrencilerin, daha önce de ifade edildiği gibi, İran Sefareti yahut konsoloslukları mensuplarının yakınları olduğu dikkati çekmekteydi. Bunlar içerisinde İstanbul ve Adana’daki İran diplomatik misyonlarının yakınları, Tıbbiye Mektebini daha fazla tercih etmekteydi[103]. Bunun yanı sıra Tıbbiye Mektebi genel olarak, maddi durumu iyi olan İranlı eşraf çocuklarının gidebildikleri bir okul profili çizmekteydi[104]. Sağlık bilimlerinde eğitim almak isteyen İranlıların tercih ettiği okullardan bir diğeriyse, Dişçilik Mektebiydi. Burada da birçok İranlı öğrencinin eğitim aldığı ve özellikle öğrenci yoğunluğunun I. Dünya Savaşı sırasında had safhaya ulaştığı bilinmekteydi[105].
Osmanlı devlet bürokrasisine personel yetiştiren Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Hukuk da İranlı öğrencilerin eğitim aldığı okullar arasındaydı. İstanbul İran Sefaretinin, bu okullarda okuyan İranlı öğrenci sayısının artmasıyla alakalı olarak ciddi gayretleri olduğu görülmekteydi[106]. İstanbul’da bulunan Debistan-ı İraniyan’dan mezun olan ve yine Osmanlı okullarında eğitim aldıktan sonra yüksek tahsil yaşına gelen öğrencilerin, özellikle de bu okula girmek istedikleri bilinmekteydi[107]. Bunun sebebinin, eğitim aldıktan sonra İran devlet bürokrasisinde etkin olmak arzusunun öne çıktığı düşünülebilirdi[108].
Bir devletin sac ayaklarını oluşturan eğitim, emniyet ve askeriye gibi kurumlara öğrenci yetiştiren okullarda da İranlılar eğitim almışlardı. Osmanlı Devleti’ne öğretmen yetiştiren darülmualliminlere girmek isteyen İranlılar, bazı okullara kayıt esnasında yaptıkları gibi bu okula kaydolmak için de kendilerine iltimasta bulunacak isimleri aracı kılmaktaydı[109]. Darülmualliminlere rağbet gösteren İranlılar arasında da yine bürokrat ailelerin çocukları temayüz etmekteydi[110]. Bunun yanı sıra az da olsa ekonomik durumu orta seviyede olan İranlı aileler de bu okullara çocuklarını gönderebilmekteydi. Bu durumda İranlı ailelerin talepleri, çocuklarının okulda burslu olarak okuması yönünde olmaktaydı[111]. Şii nüfusun yoğun olduğu Irak coğrafyasında İranlılar, Bağdat Darülmuallimin Mektebini tercih ederek öğretmen olmak ve bölgedeki Şii okullarında görev alarak bu okullardaki öğretmen açığını devlet nezdinde değerlendirebilecekleri adımları atmaktaydı[112].
Polis ve Jandarma Mektebiyle Mekteb-i Harbiyeye alınacak İranlı öğrencilerin tespiti ve bu okullara alınmalarının sağlanması, doğrudan İran Devleti tarafından organize edilmekteydi. Zira bu okullardan yetişecek, modern askerlik ve güvenlik eğitimi alacak öğrencileri, İran Devleti kendi kurumlarında değerlendirmek istemekteydi. İran, Osmanlı Devleti nezdinde yaptığı girişimlerle İstanbul Polis Mektebinde okuyacak İranlıların masraflarını üstleneceğini bildirerek öğrencilerinin devlet namına bu okullarda okuyacağını belirtmekteydi[113]. Bu durumun en büyük göstergelerinden biri, 1910 yılında İstanbul Polis Mektebinde tahsilini tamamlayan İranlı mezun öğrencilere ait diplomaların, İstanbul İran Sefaretine gönderilmiş olmasıydı[114]. Aynı durum, İstanbul Jandarma Mektebinde okuyan İranlı öğrenciler için de söz konusuydu[115].
Osmanlı Devleti’nde subay yetiştiren Mekteb-i Harbiye ve askerî okullar da İranlılara kapılarını açan eğitim kurumları arasındaydı. Diğer okullara nispetle daha sıkı bir eğitim sistemine sahip Mekteb-i Harbiye’de okuyan İranlıların bir kısmı, bu eğitime ayak uyduramadıkları ve disiplinsiz davranışları dolayısıyla okuldan ihraç edilmişti[116]. Fakat hatırı sayılır sayıda İranlı öğrenciyse bu askerî okullara devam edip mezun olmayı başardı. 1886-1889 yılları arasındaki seyahati sırasında İstanbul’u ziyaret edip gözlemlerini kaleme alan İranlı Pirzâde, Kuleli Askerî İdadisi’nde okuyan sekiz yüz kadar İranlı öğrenci olduğundan bahsetmektedir. Bu sayının doğru olup olmadığı noktasında tereddütler bulunsa da İranlı öğrencilerin çok konforlu eğitim hayatları olduğu, onların tek kişilik odalarda kaldıkları ve büyük hürmet gördükleri, Pirzâde’nin verdiği önemli bilgiler arasındadır[117].
Kuleli Askerî İdadisi’nde eğitim alıp İran’a dönen birçok İranlı’nın yanında, bu okuldan mezun olup Osmanlı ordusunda hizmet eden İranlılar da bulunmaktadır. Seyyid Ahmed Canpulad, bu isimlerden biridir. Farsça olarak kaleme aldığı anılarında İran Sefaretinin tavassutuyla bu okulda İsmail Mühendisi, Muhammed Ali Tebrizî, Abbas Ali Şebüsteri, Mehdi Tebrizî, Seyyid Muhammed Tebrizî, Ali Babiverdi, Cabbar Tebrizî ve Hüsameddin İranî gibi İranlılarla birlikte 1915’te eğitime başladıklarından söz eden Canpulad, yaşı küçük olan İranlıların o dönemde Bursa Askerî İdadisi’nde eğitim aldığından bahsetmektedir[118]. Canpulad, mezun olduktan sonra teğmen ve üsteğmen rütbeleriyle İstiklal Harbi boyunca Türk ordusunda da önemli hizmetlerde bulunmuş ve daha sonra İran’a dönerek orada da alanında görevler üstlenmiştir[119].
Sonuç
XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra çatışmasız bir ilişki yürütmeye başlayan Osmanlı ve İran devletlerinin yeni ilişki teması, mezhepsel bakış açısından arındırılmaya çalışılmıştı. İkili ilişkilerde sınır, aşiretler sorunu ve ticari meseleler gibi seküler problemleri çözerek mesafe kat edebileceğini düşünen İran tarafı bu sayede, kendi tüccarlarının Osmanlı ülkesine yaptığı ticaretin de gelişmesinin önünü açacaktı. Osmanlı toprakları; ticari, siyasi, sosyal ve kültürel anlamda İran için bir cazibe merkeziydi. Bu yüzden göç ettikleri Osmanlı sınırları içerisinde artan İranlı nüfusun önemli ihtiyaçlarının başında da eğitim gelmekteydi. 1880’li yıllara kadar sorun olarak belirmeyen Osmanlı İranlılarının nasıl ve nerede eğitim alacakları konusu, esasında kolektif bir sorumlulukla halledilmeye çalışıldı. İstanbul’da yaşayan İran diasporası, İran Devleti’ni temsilen İstanbul İran Sefareti ve Osmanlı Devleti, İranlıların okullaşma sürecinde aktif rol oynadı.
İstanbul’da okul açmak isteyen İranlıların en önemli amacı, şehirde kalıcı ama bir o kadar da entelektüel birikime sahip insanlarla güç elde etmekti. Diğer bir amaç, Osmanlı topraklarında doğan çocuklarının kendi kültürlerinden kopmamalarını sağlamak ve eğitim hayatlarını kontrolleri altında tutmaktı. Ticaretin getirdiği paranın avantajını iyi kullanan İstanbul İranlıları, bu parayı eğitim ve kültürel hayatı canlandıracak yatırımlara sevk etti. Matbaanın açılması, Farsça kitap ve gazetelerin basılmasının ardından Debistan-ı İraniyan-ı İstanbul ve Debistan-ı Ahmediyan’ın eğitim faaliyetlerine başlaması, İranlıların kültür ve eğitim hayatındaki en büyük yatırımları oldu. Osmanlı başkentindeki güçlü diasporaya bir açıdan da bu sayede erişen İranlılar, aynı okullaşma faaliyetlerindeki politikayı, tüccar loncalarının geniş olduğu sınır ve ticaret şehirlerine yönlendirdi. Trabzon’da İranlılara ait bir okul açma isteği de zikredilen gerekçelerden kaynaklandı. Siyasi/diplomatik olarak Trabzon’daki konsolosluğu sayesinde güçlü olan İranlılar, her açıdan bu gücü tekmil edecek bir hamleyle Trabzon’da okul açtı ve buradan yetişen İranlılar, ülkenin çeşitli okullarında eğitimlerine devam ederek gücün yayılmasına vesile oldu. Aynı politik ve kültürel hamleyi yoğun nüfusunun yaşadığı Erzurum’da da deneyen İranlıların bu teşebbüsü, Sultan II. Abdülhamid’in mezhepsel kaygılarının ağır basması ve de muhtemelen bölgeye yakın olan Trabzon’daki İran okulunun varlığı nedeniyle başarıya ulaşamadı. İran, Irak’ta yaşayan Şiilerin de açtıkları okullarda eğitim almalarını sağladı. Bu okullardan birisi, açılışı Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilişinin son günlerine tesadüf eden Kazımiye’deki İran okuluydu. Müfredatı bilinmese de ders isimlerden yola çıkıldığında okulda, modern eğitim verilmesinin yanında dinî içerikli bazı dersler de okutulmaktaydı. Bu durum, bölgede Sünni akaide uygun dersleri bulunan Osmanlı devlet okullarının yanında böyle bir okulu faaliyete geçirip muhtemelen Şiilere hitap eden dinî bilgilerinden onların istifade etmesine olanak tanıma amacı taşımaktaydı.
Osmanlı okullarında orta, lise ve yüksekokul seviyelerinde eğitim alan İranlılar, bu kesintisiz eğitimle İran’a dönmek yahut başka ülkelere gitmek zorunda kalmadılar. Eğitimini tamamlayanların birçoğu, önemli alanlarda meslek sahibi oldular. Osmanlı Devleti’nin istihdam politikası kapsamında bazı alanlarda devlete hizmet eden bu eğitimli nüfustan, İran’ın sonraki yıllarda özellikle Mekteb-i Harbiye’den mezun öğrencileri askeri alanda istihdam etmesiyle onlardan nitelikli bir askeri eğitim verilmesi noktasında yararlandığı görüldü.
EKLER