Giriş
XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Balkanlar kesiminde başlayan isyan ve kargaşa ortamı, XX. yüzyılın başlarında içinden çıkılmaz bir hal almış; bu coğrafya, devletin en buhranlı ve kritik yerlerinden birisi haline gelmiştir. Bu duruma gelinmesinde Osmanlı Devleti’nden ayrılıp bağımsız, ya da yarı özerk konuma gelmiş bulunan Balkan devletlerinin bölge üzerinde emelleri olduğu kadar, sömürgeci büyük devletlerin çıkar hesapları ve buna dayalı kışkırtmaları da etkili olmuştur.
Şark Meselesi olarak bilinen ve Osmanlı Devleti’ni öncelikle Balkan coğrafyasından atmayı hedefleyen politika, Avrupa'nın sömürgeci büyük devletleri tarafından açık veya gizli olarak her zaman desteklendi ve Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde daha hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. XX. yüzyıla geçerken Balkan coğrafyasında müzmin bir hal alan Makedonya Meselesi, Şark Meselesi’nin önemli bir parçası olarak siyasî gündemde yerini korudu. Her ne kadar kendi aleyhine bir gelişme olarak değerlendirse de, Osmanlı Devleti bu meseleden istifade yoluna gitti. Makedonya meselesinden kaynaklanan anlaşmazlıkları kendi politikası etrafında yönlendirerek Balkanlı milletlerin bir araya gelmelerini kısa süreli de olsa engelleyebilmişti.
a. Balkan Savaşı Öncesinde Ordunun Durumuna Genel Bir Bakış
Balkan Savaşı, II. Meşrutiyet’ten sonra ülkenin gerek iç, gerekse dış politikasında meydana gelen hataların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Pan-slavist siyaset ile Balkanlara sahip olmak isleyen ve bu maksatla bölgedeki dev-letlere baskı uygulayan Rusya, Osmanlı Devleti aleyhine ittifak yapmalarını sağlayarak bölgedeki problemlerin kendi istekleri doğrultusunda çözümlenmesi yönünde girişimlerde bulundu. Nitekim, Rusya’nın bu baskıları kısa bir süre sonra etkisini gösterdi; 13 Mart 1912 talihinde Bulgaristan-Sırbistan, 29 Mayıs 1912‘de Bulgaristan-Yunanistan, (1912) Ağustos ayında da Bulgaristan-Karadağ ittifak ve dostluk antlaşmaları imzalandı[1].
Balkanlarda bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti bir yandan Trablusgarp Savaşı’nı sürdürmekte, diğer yandan ülke içinde parti mücadelelerinden kaynaklanan iç çatışmalarla[2] mücadele etmekte idi. Bu sırada Balkan devletleri tarafından kendi aleyhine oluşturulan gizli ittifaklardan haberdar olamadığı gibi, dönemin Hariciye Nazırı Âsım Bey, Mebusan Meclisi’nin 15 Temmuz 1912 tarihli toplantısında yaptığı bir konuşmada "Balkanlardan vicdanım kadar eminim!” diyebilecek kadar bütün bu gelişmelerden habersiz olduğunu açığa vuruyordu[3]. Hatta bu kritik dönemde Osmanlı Devleti, tecrübeli ve eğitimli ordusunun önemli bir bölümünü terhis etmek gibi bir hataya da düşmüştü[4]. Nitekim, bu konuda yapılmış araştırmalarda, siyasî yelpazenin Osmanlı Devleti aleyhine yön değiştirdiği, Balkanlarda bunalımlı bir dönemin başladığı bu nazik ortamda, eğitimli askerin terhis edilmesini büyük bir hata olduğu kadar, ordunun asli gücüne indirilmiş bir darbe olarak da değerlendirilmekledirler. Öte yandan ordunun terhisi yönünde emir veren devlet ricaline göre, Osmanlı ordusunun o sırada içinde bulunduğu durum böyle bir terhis uygulamasının gündeme getirilmesini de zorunlu kılmıştır[5].
Bu sırada diğer önemli bir gelişme ise, ordu mensuplarının siyasetin içerisinde yer almaları hususu idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından daha II. Meşrutiyet’in ilanından önce siyasetin içine çekilen Osmanlı ordusu, dönemin siyasî, ekonomik, toplumsal ve psikolojik şartları bakımından siyasete kısa sürede uyum sağladı[6]. Kuruluşundan beri ordu ile ilişkisini izah etmekte güçlük çeken İttihat ve Terakki Cemiyeti, haklı olarak II. Meşrutiyet’i takip eden dönemde “ordunun İttihat ve Terakki Cemiyeti" görüntüsünden kurtulamadı. Diğer taraftan bir kısım ordu mensupları da İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1909 yılı kongresinden sonra bağlarını keserek muhalefet grupları oluşturmaya başladılar. Bu muhalefet hareketi bir süre sonra da siyasileşme sürecini tamamlamıştır. Balkan Savaşı öncesinde (1912 yılında) ortaya çıkan Arnavutluk isyanı ise, siyasî muhalefet partileri ile ordu arasındaki ilişkilerin daha belirgin bir şekilde su yüzüne çıkmasına sebep oldu. Osmanlı ordusunun gündelik siyasetle en yoğun bir şekilde iç içe olduğu dönemde “Halâskâr Zabitân Hareketi"[7] ortaya çıkmıştı[8]. Dönemin önde gelen devlet adamlarından Küçük Sait Paşa, ordunun siyasî telkinler ve bölünmeler sonucu gücünden çok şeyler yitirdiğini görünce, "Ben ordunun bu derekeye (aşağı düzeye) geldiğini bilmiyordum” derken[9], içinde bulunduğu zor durumu izah etmekte güçlük çekiyordu. Ordunun siyasileşmesi üzerine subayların maiyetlerinde bulunan komuta ettikleri personele olan güveni sarsıldığı gibi, bunun sonucunda askerlerin komutanlarına olan bağlılıkları da büyük ölçüde zedelendi.
Osmanlı Devleti yukarıda kısaca izah edilmeye çalışılan böyle karmaşık bir ortam içinde iken, 7 Ekim 1912 tarihinde Karadağ prensliği, 17 Ekim 1912’de Bulgaristan ve Sırbistan, 18 Ekim’de de Yunanistan taarruza geçerek Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan ettiler. Osmanlı Devleti de son derece hazırlıksız yakalandığı bir sırada ordularını seferber duruma getirerek adı geçen devletlere harp ilan ettiğini bildirdi. Bu sırada İstanbul ve taşrada cereyan eden harp mitingleri ile kamuoyunun dikkati çekilmeye çalışıldı[10]. Burada önemli bir noktayı belirtmek gerekirse, Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’na ekonomik bakımdan olduğu gibi, askerî, siyasî, toplumsal ve psikolojik bakımdan da büyük imkansızlıklar ve sıkıntılar içerisinde girdi. Osmanlı ordularının seferber duruma getirilmesinin ilk günlerinden itibaren askerin iaşe ve ibate, bilumum lojiktik destek unsurlarından mahrum bulunmasının yanı sıra, yukarıda da ifade edildiği gibi ordunun siyasetle içli dışlı olması daha savaşın başında subaylar arasında zıt kutupların oluşmasına sebep oldu. Seferberlik esnasında diğer alanlarda olduğu gibi ordunun sıhhiye teşkilatında da gerekli ikmal planları yürütülemedi. En önemlisi, Osmanlı Harbiye Nezareti, sağlık hizmetlerinin kurulması ve lojistik desteğin sağlanabilmesi için gerekli ödenekleri de ayırmamıştı. Nitekim 18 Ekim 1912 tarihine kadar kolorduların sıhhiye bölükleriyle, cephe hattında kurulması muhtemel hastahanelerin tesis ve teşkiline yararlı olacak hiçbir tıbbî malzeme ve buna benzer araç-gereç gönderilememişti[11]. Öteden beri orduda var olan siyasî kadrolaşma bir kısım kıtaların boş kalmasına sebep olurken, 19-20 Ekim’de Edirne önlerinde Bulgarlara, 26 Ekim’de Kumanova’da Sırplara yenilen Osmanlı orduları, 8 Kasım 1912 tarihinde tek kurşun atmadan Selânik’i Yunan ordusuna teslim etmek zorunda kaldı[12]. İlk bozgunlarla zaten henüz sağlanamamış olan disiplin ve birlik ruhu da bozulmuş; ordu perişan bir şekilde geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır[13]. Kırkkilise bozgunundan sonra, dönemin basınında çıkan haberler incelendiğinde İstanbul’a uzanan yol boyunca çok acı manzaralara rastlandığı yorumları yapılmakta idi. Katar halinde yürüyen arabaların içinde ve yanı başlarında yalın ayak çoluk-çocuk, kadın ve ihtiyar göçmenler yollara dökülmüş bin bir sıkıntı içerisinde İstanbul’a doğru göç etmişlerdir[14]. Osmanlı ordularının mağlup olması Balkanlarda -yaklaşık beşyüz yıldan bu yana- yaşamakta olan yüz binlerce Türk’ün Bulgar, Sırp ve Yunan mezalimine maruz kalmasına sebep olduğu gibi[15] yerinden yurdundan olması neticesini de beraberinde getirmiştir. Göçmen kafileleri binbir sıkıntılarla başkente doğru akın akın gelmeye başlamışlardır[16]. Göçmenlerle birlikte bütün sıkıntılar, rahatsızlıklar, hastalıklar da bu mekân değiştirmede Balkan coğrafyasından henüz işgale uğramamış bulunan Osmanlı ülkesine taşınmıştır[17]. Nitekim Bulgar ve Yunanlıların işgal ettiği bölgelerde yaptıkları baskı ve zulümler üzerine bir milyon civarında Türk, bütün mal ve mülklerini bırakarak adeta kaçarcasına Osmanlı ülkesinde işgale uğramamış olan bölgelere sığınmak amacıyla göç etmiştir[18]. Öte yandan bu savaşta Osmanlı Doğu ordusu[19] ile Batı ordusu[20] arasındaki bağ kopunca, Batı ordusu Bulgar-Sırp ve Yunan ordusu tarafından tamamen imha edilmiş; Doğu ordusu da Çatalca hattına çekilmiştir. Denilebilir ki, Türkler tarihle-rinde böylesine kısa bir sürede, bu derecede ağır ve bir o kadar da ürpertici ve acıklı hezimete uğramamışlardı. Aslında bu mağlubiyetin pek çok sebepleri vardır: Asıl sebepleri konu hakkında yazılmış bütün eserlerde tekrarlandığı gibi ikmal noksanlığı ve ordunun siyasileşmesinden dolayı disiplinin bozulması ve yetersiz komuta kadrosunun bulunması gibi sebepler başta sıralanmaktadır[21]. Halbuki savaştan önce ve savaş döneminde Harbiye Nezareti kimi tecrübeli eski komutanlara orduya katılmaları için davetiye göndermişse de bazıları tarafından bu davet kabul görmemiştir. Bu görüşü kuvvetlendiren bir gelişme de, Mahmut Şevket Paşa’nın kendisine teklif edilen Alasonya Ordusu Komutanlığını, bu görevin kesin bir yenilgiyle sonuçlanma ihtimalini hesap ettiğinden kabul etmemesidir. Halbuki ülke içinde yüksek bir itibara sahip olan Paşa, bu görevi reddettikten sonra eski itibarını büyük ölçüde kaybetmiştir[22]. Nitekim ordu cephede düşmanla muharebe ederken, yüksek rütbeli subaylar İttihatçı-İtilafçı tartışmasıyla birbirlerine silah çektikleri gibi, bazı cephelerde istifa tehditleri savrularak büyük ölçüde ordunun maneviyatı zedelenmiştir[23]. Hatta İstanbul’da ileri gelen devlet erkânı kısa sürede tehlikenin İstanbul kapılarına dayandığını görünce Çatalca hattından beride İstanbul’un etrafında ikinci bir savunma hattının kurulmasını dahi gündeme getirmişlerdir. Fakat, Hey’et-i Vükelâ tarafından Sadrazam Kâmil Paşa başkanlığında yapılan görüşmelerde maneviyatı bozulmuş bir orduyu bu ikinci hatta da tutmanın mümkün olamayacağı açık açık beyan edilerek, sadece bir askerî kordon oluşturulmasının yeterli olacağı açıklanmıştır[24]. Hükümetin bu kararına rağmen, Başkomutan Vekili Nazım Paşa’dan gelen 3-4 Teşrîn-i sânî (Ekim) 1912 tarihli telgrafta, Ayastefanos (Yeşilköy)-Küçükköy-İstinye hattında bir ikinci müdafaa hattı kurulması teklif ediliyordu. Ayrıca Karadeniz’den gelebilecek saldırılara karşı da Karıncaburnu-Zekeriyaköy-Büyükdere hattında istihkâmlar inşa edilmesi isteniyordu. Nazım Paşa’nın bu teklifi ne yazık ki yeterince destek bulamadı[25]. Bir süre sonra da kamuoyunda ve muhalefet grubunda savaşın suçluları aranmaya başlamış; bu durum kabinenin basın yayın yoluyla her geçen gün istifaya zorlanmasına sebep olmuştur. Nitekim bu siyasî çatışmalar bir süre sonra Nazım Paşa ve ardından da Mahmut Şevket Paşa suikastleriyle ülkenin büyük bir çalkantıya sürüklenmesine yol açmıştır.
Balkan devletlerinin işgal ettikleri bölgeleri paylaşma konusunda düştükleri anlaşmazlıklar bir süre sonra tarafların ittifakları bozarak birbirlerine taarruzda bulunmasına yol açmış; bu durumdan yararlanan Osmanlı Devleti de, 19 Temmuz 1913’te ileri harekâta geçerek 25 Temmuz’da Edirne’yi geri alarak sarsılan itibarını biraz olsun kurtarmış; bu durum İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yıldızının parlamasına da sebep olmuştur. Osmanlı ordusunun bu derecede siyasete bulaşmasının bir sonucu olan Balkan yenilgisi bir süre sonra yüksek rütbeli subayları harekete geçirmiş ve 10 Ekim 1913 tarihinde “Askerlerin Siyasetle iştigâlini Men’eden Kanun 'un çıkarılmasına sebep olmuştur[26].
Balkan savaşları sırasında Osmanlı ülkesi içinde çekilen büyük sıkıntı ve bunalımlara rağmen, yine de ordunun zaferi için top yekûn bir destek kampanyası başlatılmıştır. Gerçi ordunun sıhhiye teşkilatı hazırlıksız yakalanmış ve ordunun lojistik destek unsurları yetersiz kalmışsa da, savaşın devam ettiği dönemde sivil toplum kuruluşlarının (yardım amacıyla teşkil edilen kuruluşların) çeşitli konularda (özellikle iaşe-ibâte ve sağlık hizmetleri konusunda) orduya desteğinin sağlanmasına dikkat edilmiştir. Orduya bağlı olarak görev yapan sıhhiye teşkilâtı yanında, Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, orduya her alanda büyük destek vermiştir. Ülkenin içinde bulunduğu malî sıkıntılara rağmen, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti topladığı iane ile faaliyetlerini sürdürmeye çalışmış; kurduğu seyyar hastahanelerle cephe hattında yaralanan, hastalanan, sakat kalan askerlere ve sivil halka elinden gelen sıhhi yardımı yapmıştır.
b. Balkan Savaşlarında Osmanlı Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti’nin Faaliyetleri [27]
(1) Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin Kuruluşu ve Balkan Savaşlarına Kadar Faaliyetleri
1864 yılında İsviçre’nin Cenevre şehrinde teşkil edilen Salib-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyeti’nden ilhamla 5 Temmuz 1865 tarihinde Osmanlı Devleti’nde de benzer bir kuruluşun teşkili çalışmalarına başlanmıştır. Fakat, Türkiye’de böyle bir cemiyetin kuruluşu biraz zaman almış; ancak, 14 Nisan 1877 (Rumî 2 Nisan 1293) tarihinde yapılan bir toplantı ile Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin teşkili yönünde önemli bir adım atılmıştır. Gerçi kurulan cemiyetin ilk adı “Mecrûhîn ve Zuafa-yı Askeriyye İmdat Cemiyet-i Osmaniyesi” şeklinde belirtilmiş, daha sonra Osmanlı Devleti’nde yaygın olarak kullanılan -Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti- ismini almıştır[28]. Kuruluşunu tamamlayan Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, padişahın himayesinde ilk toplantısını Beşiktaş Sarayı’nda yapmıştır. Osmanlı-Rus Savaşı’nın devam ettiği ve büyük sıkıntıların yaşandığı bir dönemde teşkil edilen cemiyet, topladığı para yardımları ile ilk bütçesini oluşturmuştur. Toplanan 30.000 liralık yardım parası ile dokuz yerde hastahaneler kurulmuştur. Cemiyetin bu sırada yaptığı faaliyetler takdirle karşılanmış; fakat, savaşın sona ermesi ile cemiyetin görevini tamamladığı düşüncesi ağır basmış ve bu düşünceden hareketle faaliyetlerini noktalamıştır[29]. 20 sene kadar bir bekleme döneminden sonra Osmanlı-Yunan Harbi sırasında Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti yeniden hatırlanmıştır. 24 Mayıs 1897 (12 Mayıs 1313) tarihli bir tezkire ile eski üyeler toplantıya çağrılmış ve cemiyet, bu savaş sırasında orduya elinden gelen yardımları yapmaktan geri durmamıştır. Cemiyetin Faaliyetleri 16 Eylül 1902 (2 Eylül 1318) tarihli irâde-i seniyye ile te’hir edilmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin tekrar toplanması hiçbir şekilde gündeme gelmemiştir[30]. Fakat Osmanlı Devleti, savaş döneminde hasta ve yaralıların durumu ve bunların tedavileri hakkında yapılan uluslararası toplantılara katılmış, bunlara imza koymuştur. Nitekim, 11 Haziran 1906 tarihinde Cenevre’de başlayan konferansa Osmanlı Devleti de temsilci göndermiş ve 6 Temmuz 1906 tarihinde imzalanan mukavelenamede yer almıştır[31]. Mukave-lenamenin yaralı ve hastalarla ilgili olan birinci maddesinde yer alan ifadeye göre; hasım taraflar savaş sırasında kendi bölgelerinde bulunan esir, yaralı bütün askerlere sağlık yardımını ayırt etmeksizin yapmak durumunda idi[32]. Öte yandan 1907 yılında Londra’da yapılan Kızılhaç toplantısına Dr. Besim Ömer Bey katılarak dünyadaki gelişmeler hakkında bilgi edinmiştir[33].
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin yeniden toplanması gündeme gelmiş; Sadaret, Harbiye, Bahriye, Dahiliye, Hariciye, Maarif ve Sıhhiye Nezaretlerine yapılan tebligat ile yeni bir nizamname hazırlanması için birer murahhas tayin edilmesi istenmiştir. Buna göre teşkil edilen komisyonda; Göz Doktoru Esat Bey[34] (daha sonra Paşa), Doktor Besim Ömer (Akalın) Bey[35], Hariciye Nezareti Umur-ı Siyasiye Müdürü Salih Bey, Bahriye Tabip Miralaylığından mütekaid Mehmet Ali Bey, Askerî Tıbbiye Müdürü Tabip Binbaşı Ali Galip Bey, Daire-i Umur-ı Sıhhiye Müfettiş-i Umumîsi Kasım İzzettin Beyler görevlendirilmişlerdir[36].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin yeniden yapılanması konusunda Dr. Besim Ömer Bey’in evinde yapılan toplantılardan sonra, bu toplantılara daha sonra İstanbul’un çeşitli yerlerde devam edilmiş ve memleketin genel durumu da dikkate alınarak bir nizamname projesi hazırlanmıştır. Komisyon 20 Nisan 1911 (7 Nisan 1327) tarihinde ilk toplantısını yapmış ve bu toplantıda Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa[37] cemiyetin başkanlığına getirilirken, otuz kişiden oluşan bir merkez-i umumî teşkil edilmiştir[38]. Cemiyetin alâmet-i farikası yani sembolü de bu sırada tespit edilmiştir. Buna göre cemiyetin bayrağının, beyaz renkli bir zemin üzerinde kırmızı renkli bir hilâl olacak şekilde yapılması ve sıhhiye teşkilâtının görev yaptığı yerlere asılması kararlaştırılmıştır. Bu husus daha sonra Osmanlı Devleti tarafından imzalanan Cenevre mukavelenamesinde de kabul edilmiştir[39]. Öte yandan cemiyetin sembolü daha önce yapılan 1907 yılındaki Londra Kızılhaç toplantısında Dr. Besim Ömer Bey tarafından Hilâl sembolü olarak belirlenip toplantıda etkili olmuş ve bu işaretin uluslararası bir işaret olmasını sağlamıştır[40]. Böylece yeniden teşekkül eden Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ni padişah V. Mehmet Reşat himayesine almış, fahrî başkanlığını ise yine hanedandan veliaht Yusuf İzzettin Efendi kabul etmiştir. Bunun yanında cemiyetin 30 kadın üyeden oluşan bir “Kadınlar Merkezi”de teşkil edilmiştir. Cemiyetin kadınlar kolunda meşhur tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliyye Hanım, Prenses Nimet Hanım gibi önde gelen devlet ricali ile saraylı hanımlar da aktif olarak rol almışlardır. Hatta Fatma Aliyye Hanım yapılan toplantıda çok etkili bir konuşma yaparak İslâm tarihinden örnekler vererek kadınların tarihte meydana gelmiş pek çok savaşta yaralı askerlere yaptıkları yardımları anlatarak, vatan hizmetinde kadınların da son derece önemli görevler üstlenmeleri gerektiğini açıklamıştır[41]. Böylece Besim Ömer Paşa’nın da desteği ile kadınlara belirli bir tıbbî eğitim verildikten sonra hastabakıcılık yani hemşirelik yapmaları ve bu işin Türk kadınları için bir meslek haline gelmesi ilk defa Balkan savaşı sırasında gündeme gelmiştir[42]. Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti bir süre sonra yardım toplama faaliyetine girişmiş, bir yandan da İstanbul’daki örgütlenmesini mümkün olan en kısa sürede tamamlamıştır.
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Balkan savaşından önce Trablusgarp savaşında önemli faaliyetlerde bulunmuştur[43]. Burada savaşan askerlere sıhhî yardım malzemesi gönderilmesi, hasta ve yaralanan askerlerin tedavisi gibi hizmetleri sunmuş; XX. yüzyıldaki ilk önemli tecrübesini Trablusgarp Savaşı sırasında gerçekleştirmiştir[44].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin asli görevi savaşta yaralanan, hastalanan ve sakat kalan askerlere her türlü yardımda bulunmak olduğu halde, faaliyet alanı zamanla genişletilmiş ve Balkan Savaşı’ndan sonra ülke içinde her türlü afette yardıma muhtaç düşmüş halka teşmil edilmiştir[45]. Nitekim, cemiyet halka yönelik sağlık yardımı hizmetlerini kısa sürede yaygınlaştırmış ve 1911 yılında kolera ile mücadele konusunda Avrupa’dan sıhhî malzeme getirterek vatandaşların hizmetine sunmak maksadıyla bir girişim başlatmıştır. Kolera hastalığının ortadan kaldırılması ve yayılmasını engellemek için hastaların beslenmesi konusunun da önemli olduğunu belirten hükümet, kolera hastahaneleri için gerekli olan iaşe malzemesinin temini için elinden geleni yapmaya gayret göstermiştir[46]. Cemiyet ayrıca 1911 yılında çıkan İstanbul’daki büyük (Aksaray) yangında afete maruz kalanlara yardımlarda bulunmuştur[47].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin kurucu heyeti, ilk toplantısını Birinci Hilâl-i Ahmer Kongresi adı altında 26 Nisan 1911 (13 Nisan 1327) tarihinde İstanbul’da gerçekleştirmiştir. Üç gün süren bu kongre çalışmaları sonunda alınan kararlar çerçevesinde Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne her türlü yardım ve katkıda bulunanlara verilmek üzere bir madalya tesis edilmesi, yönetim kurulunda yer alacak kişilerin belirlenmesi, malzemenin toplanması için bir ambar tesis edilmesi, cemiyete ait posta ve haberleşmenin ücretsiz olarak karşılanması, iane kayıt cetvellerinin vilâyet vilâyet düzenlenmesi, başlangıçta genel hazırlıkları karşılamak için merkeze, hükümet tarafından 30.000 liralık bir tahsisat ayrılması konularında önemli kararlar alınmıştır[48]. Ancak bu kararların alınmasından sonra cemiyet aktif olarak faaliyet içerisine atılmıştır. 1912 yılında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ilk sistemli bilançosunu da oluşturmuştur. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti bütçesinde gelirler şu şekilde açıklanmıştır:[49]
Bu arada kolera ile mücadele eden sihhi kurumlara destek olmak amacıyla hükümet, 25 Nisan 1318 tarihli irade-i seniyye hükmüne uygun olarak halkın fedakârlıklarda bulunmasını istiyordu. Ayrıca, hastalık görülen yerlerin kordon altına alınacağını belirterek bu bölgede yine hastalar için kullanılmak üzere sağlık vergisi alınmasının uygun olduğuna 18 Temmuz 1327 (31 Temmuz 1911) tarihinde karar vererek; Sıhhiye Nezaretinin bu konuda duyarlı olmasını istiyordu[50].
Kolera ile mücadele çerçevesinde Sadrazam Kâmil Paşa kabinesi, 19 Teşrîn-i sânî 1328 tarihinde konuyu Meclis-i Vükelâ toplantısına götürerek gerekli tedbirlerin alınmasını, özellikle kolera hastalığının tedavisi amacıyla araç ve gereç dışında Viyana’dan üç yabancı mütehassısın getirilmesini teklif etmiştir. Hükümet, aldığı kararda bütün masrafları kendisine ait olmak üzere fakat sefer masrafları Osmanlı hükümeti tarafından karşılanmak üzere aylık 1.000 kuron maaş tahsisi ile kolera hastalığının tedavi yöntemlerini bilen bir bakteriyologun İstanbul’a gönderilmesini istemiştir. Daha sonra Viyana sefaretinden gelen habere göre bakteriyologun hareket ettiği ve İstanbul şehremanetinin bunu karşılaması ve Dahiliye Nezareti’nin de gerekli yardımda bulunması yolunda talimat verilmesi kararlaştırılmıştır[51].
Öte yandan, Harbiye Nezareti tarafından savaş sırasında hasta ve yaralıların yurtiçinde emniyetli bölgelere tahliyesi için Şark Demiryolları Kumpanyası ile bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre, hasta nakliye katarları için içinde dört katlı “Links Vayler” tabir edilen portatif hasta nakliye ranzalarının yerleştirilebileceği 30 vagonun ilk etapta Selânik’e gönderilmesi istenmişti. Bunun yanında önemli merkezlerde sıhhî eşya depolarının teşkili ve sağlık malzemesi ikmalinin tamamlanması talimatı verilmiştir[52].
(2) Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin Balkan Savaşı’ndaki Faaliyetleri
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartları yakından değerlendiren Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Balkan Savaşı’nın çıkmasından yaklaşık iki hafta kadar önce 27 Eylül 1912 tarihinde genel başkan Hüseyin Hilmi Paşa’nın riyasetinde bir toplantı yapmıştır. Yapılan toplantıda cemiyetin muhtemel bir savaş durumunda nasıl hareket edeceği konusu üzerinde durulmuştur. Cemiyetin Osmanlı Bankası’nda bulunan 70.000 liralık mevduatının 30.000 liralık kısmının muhtemel savaş sırasında kullanılmak üzere ayrılması kararlaştırılır[53]. Cemiyetin öngörüleri bir süre sonra ortaya çıkmış ve Osmanlı Devleti hazırlıksız bir savaşa yakalanmıştır.
1912 yılı Ekim ayında dört Balkan ülkesinin -Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan- Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek savaş açmaları üzerine, Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 25 Ekim 1912 (Rumî, 12 Teşrîn-i evvel 1328) Cuma günü İkinci Genel Kongresi’ni toplamak gereğini duymuştur. Bu toplantıda genel olarak Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne düşecek görevlerin neler olabileceği tartışılmış ve bu görevlerin yerine getirilebilmesi için halktan toplanacak yardımlarla, hükümet tarafından cemiyete ayrılacak tahsisat konusu gündeme getirilmiştir. Bu toplantıda ayrıca Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin kendi bütçesinden ayırmış olduğu 30.000 liralık tahsisatına 40.000 lira daha ilave edilmesi kararlaştırılmıştır [54].
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin üçüncü toplantısı Osmanlı ordularının Balkan cephelerinde mağlup olarak geri çekilmesi, Edirne ve Selânik’in düşmesinden sonraki günlere tesadüf etmiştir. 9 Aralık 1912 (26 Teşrîn-i sani 1328) günü toplanan kongrede, cemiyet cephe hattında tahmininden fazla hastahane tesisine mecbur kaldığını ve muhacirlerle koleralı askerlere yardım vazifesini sürdürebilmesi için evvelce verilmiş 70.000 liraya zam olarak 30.000 lira daha verilmesini talep etmiştir. Cemiyetin ikinci başkanı Azmi Bey’in rahatsızlanması üzerine Dr. Besim Ömer (Akalın) Bey ile Dr. Akil Muhtar (Özden) Bey[55] ikinci başkanlığı üzerlerine almışlardır. Cemiyetin dördüncü toplantısı 28 Şubat 1913 (15 Şubat 1328) tarihinde gerçekleştirilmiştir. Savaşta yardıma muhtaç askerlere ve göçmenlere ve diğer yardıma muhtaç olan kişilere harcanması amacıyla Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne hükümet tarafından 100.000 liralık bir tahsisat ayrılması kararlaştırılmıştır[56].
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti bir yandan cephedeki askerlere ve yerinden yurdundan kopup akın eden göçmenlere yardımlarda bulunurken,[57] diğer taraftan tıp alanındaki gelişmeleri yakından takip etmek amacıyla yurt dışında yapılan kongrelere ve sergilere de katılmayı yararlı görmüştür. Hatta bu hususta hükümet dahi bir takım girişimlerde bulunmaktan geri kalmamıştır. Yurt dışından sıhhi malzeme ve uzman getirilmesi konusunda kimi kararlar alınmıştır[58]. Nitekim belirtilen bu gibi çabalar daha sonra da devam etmiştir. 1912 yılı Eylül ayında Amerika-Washington’da yapılan "Salîb-i Ahmer Kongre ve Sergisi"ne Osmanlı Devleti adına gözlemci olarak katılan Dr. Besim Ömer Bey, dönüşünde sunduğu bir raporla hastalıklarla tedavide geliştirilen yeni yöntemler ve teknikler hakkında bilgi vermiştir. Bir süre sonra cemiyet tarafından kendisine 500 lira verilerek yurtdışından tıbbî araç-gereç ve sair malzeme alımı konusunda yetki verilmiştir. Besim Ömer Bey, kendisine verilen bu yetki ile Amerika’ya giderek taşınabilir eczahane, mutfak, sofra takımı, su tahlil aletleri, hastalara mahsus çamaşır, bir katırın taşıyabileceği kapasitede imdat çadırı, tekerlekli sedye ve çeşitli tıp aletleri alımını gerçekleştirmiştir[59].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin önayak olmasıyla Balkan Savaşları sırasında toplanan yardım ve gelen hediyelerle, çeşitli hastahaneler tesis edilmiştir. Bu çerçevede, cephe hattında ise çadırlı seyyar hastahaneler kurularak hasta ve yaralı askerlerin tedavisine başlanmıştır. Dönemin en kolay ulaşım imkânlarından biri de deniz yolları olduğundan, kimi gemiler hastahane gemisine dönüştürülerek hastaların tedavisinde kullanılmıştır. Hilâl-i Ahmet Cemiyeti sür’atli bir şekilde faaliyete girişince, malzemelerin konulması için depoya ihtiyaç duyulmuştur. Bu maksatla, Soğukçeşme Askerî İdadisi bütün binalarıyla, Alayköşkü binası[60] Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ambarı olarak tahsis edilmiştir. Bu arada teşkilâtı giderek genişleyen cemiyete geçici olarak veznedar, muhasebe memuru ve muhabere memurları da görevlendirilmiştir[61]. Bunun yanında çıkarılan bir takım kanunlarla da Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin çalışmalarında kimi kolaylıklar sağlanmıştır. Nitekim, 6 Kasım 1912 (24 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde kabul edilen bir kanunla Hilâl-i Ahmer Cemiyetinin İstanbul’daki merkezi ile vilayetlerdeki şubeleri arasında her türlü haberleşme ve malzeme sevkiyatı ücretten muaf tutulmuştur[62]. Bundan başka bu kanundan 10 gün evvel 27 Ekim 1912 (14 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde çıkan bir kanunda ise Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne mensup kişilere veya Hilâl-i Ahmer Cemiyeti alâmetlerini taşıyan kişi, kurum, emlâk ve araçlara karşı her hangi bir saldırıda bulunanların askerî ceza kanununa göre cezalandırılması hükmü kabul edilmiştir[63]. Bunun yanında Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti hastahanelerinde görevli memurlara mahsus bir talimatname hazırlanarak, bu hastahanelerde görevli bulunanların sorumlulukları da ayrı ayrı belirtilmiştir[64].
Balkan Savaşı öncesinde kuruluşla ilgili gerekli olan teşkilat ve nizâm-nâmelerini hazırlayan Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, kendisinden beklenen hizmeti ancak bu savaş sırasında üstün bir gayret sarf ederek yerine getirmeye çalışmıştır. Balkan savaşı öncesinde savaşın çıkacağına dair şayiaların giderek yayılması üzerine Hilâl-i Ahmer Cemiyeti başkanı eski sadrazamlardan Hüseyin Hilmi Paşa’nın[65] daveti üzerine her gün toplantılar yapılmaya başlamıştır. Bu sırada cemiyetin Osmanlı Bankası’nda yaklaşık 70.000 lira civarında bir sermayesi mevcuttur. Cemiyetin yönetim kurulu, bu sermayenin ilk etapta 30.000 lirasını kullanmak üzere yetki vermiştir. 10 Ekim 1912 (27 Eylül 1328) tarihinde cemiyetin yönetim kurulu toplanmış ve hastahaneler kurulması ve hazırlanması için teşebbüse geçilmesi kararı almıştır. Henüz bir yıl evvel teşekkül etmiş olan cemiyetin, ambarında ne bir yatağı, ne bir teskeresi, ne de diğer malzemeleri vardı. Soğukçeşme’de Hazine-i Hassa’ya ait olan Alayköşkü binası geçici olarak Hilâl-i Ahmer deposu yapılmış; bir taraftan da lüzumlu olan malzemenin tedariki için teşebbüse geçilmiştir[66].
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti genel merkezi, savaş sırasında yeni kurulacak olan sabit ve seyyar hastahanelerle ilgili bir araştırma da yapmıştır. Nitekim cemiyet, elinde mevcut malî kaynakları da dikkate alarak bir program hazırlamış ve 100 yataklık bir hastahane için görevlendirilecek tabip, memur ve hademe kadrosu için bir çalışma yaparak aşağıdaki şekilde bir hesap çıkarmıştır[67]:
Bu hesaba göre yüz yataklık bir hastahanenin memur maaşı, gıda masrafları ve diğer bütün masraflar için toplam aylık 2.000 lira masraf tahmin olunarak her hastahaneye bu miktarda bir tahsisat ayrılması hükme bağlandı. Belirtilen bu rakam hastahanenin sadece bir aylık çalışma masrafı olup, bir hastahanenin tesisi (inşaat ve malzeme temini) için yapılacak olan masraf ise bunun dışında tutulmuştur.
Bu sırada Harbiye Nezareti de kimi tedbirler aramaya koyuldu. Nitekim, lüzum görülecek yerlere hastahane kurmak için öncelikle askerî hastahanelere yakın ve uygun olan binaları araştırarak bunların kiralanması yoluna gidilmesini; şayet bu mümkün olmazsa, on beşer yataklık dairevi şekilde barakalar inşa edilmesini karara bağladı. Bundan başka her hasta için üç kat çamaşır, yatak ve cerrahî malzeme verilmek üzere hastahanelere gereken eşya ve levazım ile tıbbî alet ve ilaç yardımında bulunmak üzere bir takım düzenlemelere gidildi ve bunların bir kayda bağlanması usûlü benimsendi. Detaylı bir şekilde hastahanelerde kullanılacak olan yatak, sofra, mutfak, kiler, hamam, mefruşat, ve diğer levazım da ayrı ayrı tespit edildi[68].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti genel merkezi bir hastahanenin kurulması için gerekli olan masraflardan hariç olmak üzere aylık 2.000 lira derecesinde bir tahsisata ihtiyaç duyulduğunu belirterek her hastahanenin altı aylık daimî masraf olarak belirlenen tahsisatının temininin lüzumlu olduğunu belirterek bu konuda bütçesinin elverdiği ölçüde teşebbüslere geçeceğini ifade etmekte idi. Cemiyet bu sırada hemen harekete geçerek İstanbul’da 400, Lüleburgaz’da 150, Edirne’de 200, Selanik’te 200, Üsküp’te 150, İşkodra’da, Yanya, Manastır ve Alasonya’da 100'er yataklık birer hastahane tesis edilmesini kararlaştırdı. Kurulması kararlaştırılan bu hastahanelerin tabipleri, memur ve hademeleri tayin ve kadroları hemen tanzim edildi. Aynı süratle hastahanelerin eşya, edevât ve eczası tedarik edildi. Öncelikle Edirne’de 250, Selanik’te 200, Üsküp’te 150 yataklık birer hastahane tesis edildi[69]. Diğer hastahanelerin eşya ve memurları kısmen tedarik edilmiş olduğu halde, yollar kapanınca eşyalar yüklenmiş halde vagonlarda kalmış; Yanya, Manastır ve İşkodra hastahaneleri mensupları ile eşyaları nakliyat sırasında yerlerine ulaşamadan buraları düşman orduları tarafından işgale uğramıştı. Malzemelerin büyük bir bölümü Yunan, Sırp ve Karadağ orduları tarafından ele geçirilmiş; cephede yaralı ve hasta durumda bulunan Türk askerlerine 1906 tarihli Cenevre Sözleşmesinde imzası olmasına rağmen bu devletler tarafından her hangi bir yardım yapılmamıştır[70]. Hatta bu ülkelerin işgaline uğramış bölgelerdeki Hilâl-i Ahmer Cemiyeti hastahaneleri ve tabipleri kimi zaman baskı ve takibe uğramış, kimileri de tutuklanmışlardır[71].
Öte yandan Birinci Balkan Savaşı esnasında en şiddetli muharebeler İstanbul civarında cereyan ettiğinden, İstanbul’da daha birçok hastahaneye ihtiyaç duyulmakta idi. Bu konuda hükümet yaptığı toplantılarda başkentin koleradan uzak tutulması için elinden gelen gayreti sarf etmeye çalışmıştır. Hükümet tabip ve uzman sıkıntısı çektiğinde yine yurt dışına müracaat etmek durumunda kalmış; Viyana Sefareti’ne gönderdiği bir yazıda kolera konusunda üç uzman memurun acele olarak İstanbul’a yetiştirilmesini istemiştir. Bu durumla ilgili olarak, 1 Teşrîn-i sânî 1328 (14 Kasım 1912) tarihli Heyet-i Vükelâ kararında bilgiler bulunmaktadır[72].
Kâmil Paşa kabinesi 3 Teşrîn-i sânî 1328 (16 Kasım 1912) tarihinde yaptığı bir toplantıda kolera ile mücadele konusunu uzun uzadıya tartışmış ve alınacak önlemleri sıralamıştır. Kabinenin aldığı kararlar Meclis-i Vükela Mazbatasında da uzun uzadıya sıralanmış ve bu konuda Harbiye Nezareti ile Dahiliye Nezareti’ne önemli görevler düştüğü ifade edilmiştir. Kabinenin aldığı kararlar sırasıyla şunlardır:[73]
1. Bundan böyle ordudan hastalıklı ve koleralı askerler İstanbul’a gön- derilmeyerek Ayastefanos’dan harice sevk edileceklerdir.
2. Bunlar Ayastefanos’dan Ayamama çiftliğiyle civarına nakledileceklerdir.
3. Hasta askerler cihet-i askeriyece orada bir iki gün tutulacak, şüpheliler Maltepe hastahanesine gönderilecek, diğerleri gemilerle Beykoz önlerine sevk edilecektir.
4. Cihet-i askeriyece Ayamama çiftliğine yeterince çadır malzemesi gön-derilecektir.
5. Cihet-i askeriyece Ayamama’ya üç tabip, iki eczacı, altı timarcı, lüzumu kadar tibbî malzeme, hasta bakıcı vesaire gönderilecektir.
6. Bugün Sarayburnu’nda bulunan 2.000 kadar hasta asker Cenap Şeba-bettin Bey tarafından kiralanacak gemilerle Beykoz’a sevk olunacak; gemilerin kirası Şehremaneti tarafından ödenecektir.
7. Ayastefanos’da vagonlar içinde bulunan 2.000 kadar hasta asker dahi ayni yolla Beykoz’a gönderilecektir.
8. Beykoz’a gönderilecek askerin iaşe ve erzakı da cihet-i askeriyece temin edilip Beykoz’a gönderilecektir.
9. Şimdilik Ayasofya, Nur-ı Osmaniye ve Lâleli Camilerine bugünkü günde İstanbul’da bulunan zayıf ve bakıma muhtaç askerler konulmuş olduğundan her camide Harbiye Nezareti tarafından;
a.Efradın iaşesi için bir idare heyeti tayin olunacaktır.
b.Efradın muhafazaları için ikişer subay ve onar neferden ibaret bir mu-hafaza heyeti caminin içinde bulundurulacaktır.
c. Her cami’e ikişer tabip, bir eczacı, altı hastabakıcı tayin olunacaktır.
d. Her camide bir küçük eczahane kurulacak, lazım gelen alet edevat bu- lundurulacaktır.
e. Vefat edenler cihet-i askeriyece sıhhî şartlara uygun olarak bekletil-meksizin defnedilecektir.
f. Hastalar içinde sıhhatine kavuşanlar askeriyece oradan ayrılarak kira-lanacak gemilerle gönderilecektir.
g. Asker konulan camilerin içindeki temizlik ve aydınlatma işleri cihet-i askeriyece yapılacaktır.
10. Birkaç günden beri ordudan ayrılıp İstanbul’a gelen ve şehir içine dağılan askerler cihet-i askeriyece toplanıp adı geçen camilere getirilecektir.
11. Camiler çok sıkı bir şekilde korunacak bir askerin dahi dışarı çıkması jandarma tarafından engellenecektir.
12. Beykoz’da tutulan askerlerden sağlığına kavuşanlar İstanbul’a veya cepheye değil memleketlerine gönderileceklerdir.
13. Rumeli Demiryolu Kumpanyası depolarında bulunan kerestelere el konularak Tophane ve Tersanedeki işçilerden de istifade edilerek Ayamama çiftliği civarında çok acele olarak ahşaptan barakalar inşa edilecektir.
14. Hadımköy’den itibaren İstanbul tarafından bulunan istasyonlarda ve bu istasyonlarda bulunan vagonlarda koleralı askerlerin barındıkları ve bunlardan ölenlerin kaldırılmayarak kendi hallerine bırakıldığı, demiryolu memurlarının da sağlık endişesinden dolaya bunlara yaklaşamadıkları anlaşıldığından Nafıa Nezareti’nce bu konuda gereken tedbirin alınması sağlanacaktır. Kolera hastalığı görülen istasyonlar ve vagonlar hemen muhafaza altına alınarak buralara hastalıklı askerlerin girmeleri önlenecektir.
Osmanlı ordusunun özellikle, Kırklareli hattından Çatalca hattına çekilmesi üzerine kolera hastalığı bütün bu bölgede tüm şiddetiyle görülmeye başlamış ve ayni şiddetti cephede bulunan askerler arasında yayılmıştır. Orduya bağlı sıhhiye teşkilatının elinde ise bu sırada ilaç ve malzeme yok denecek kadar az bulunuyordu. Kâmil Paşa kabinesi de hemen hemen her gün yaptığı müzakerelerde kolera ile mücadele konusunu gündeme getirmekte idi[74]. Bu sırada, kolera yanında tifo ve dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklar da askerler arasında günden güne yaygınlaşmıştır. Cephe hattındaki kolera hastaları ile mücadele etmek üzere, Çatalca hattında Yassıviran’da, Sancaktepe’ de, Sazlıbosna’da, Karaağaç’ta hastahaneler açılmıştır[75]. Nitekim bu hususla ilgili olarak, 17 Kasım 1912 tarihinde Ordu Sıhhiye Müfettişliği’nin raporunda Hadımköy’de iki, Yassıviran’da bir, Çilingirköy’de bir, Ömerli’de bir, Ispartakule ve Küçükçekmece’de de bir sahra hastahanesi teşkil edildiği buralarda yaralı ve hasta askerlere tedavi uygulandığı belirtilmekte idi[76]. Bu arada hükümet, koleralı ve zayıf askerlerin Ayastefanos (Yeşilköy) civarında Ayamama çiftliğinde yapılacak olan barakalarda karantina altına alınması yönünde 6 Teşrîn-i sânî 1328 (19 Kasım 1912) tarihinde aldığı bir kararla Dahiliye Nezareti’ne tekrar bir uyarıda bulunarak, bu konuda gerekli girişimlerde bulunmasını isteyerek hastalığın bir an önce önüne geçilmesi için gerekli önlemlerin alınmasını tavsiye ediyordu[77].
Hükümetin bu tedbirlerinin yanında. Başkomutanlık Vekaleti’nce Kasım ayı ortalarına doğru yayımlanan bir emrin ekinde ise yaralı askerlerin kolordu komutanlıklarınca açılacak olan yaralı toplama merkezlerine nakledilmesi; bulaşıcı hastalıklara yakalanan askerlerin birliklerince tecrit edilerek, tecrit edildikleri yerlerde tedavi edilmeleri, Hadımköy ve Ispartakule hastahanesinde koleralı hasta bulunduğundan bunlara yaralı asker gönderilmemesi, tümenlerin uygun yerlere sargı yeri ve seyyar hastahane açmaları, sıhhiye bölüklerinin işlerini aksatmamaları hususuna dikkat çekiliyordu[78]. Sıhhiye birlikleri Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin de katkıları ile 27 Kasım 1912 tarihinde kolera ile mücadelede başarı sağlamış ve hastalığın önüne geçebilmiştir. Buna rağmen hastahanelere gelen hasta ve yaralı sayısı son derece yüksek olduğundan tedavide sıkıntılar yaşanmakta idi. Çatalca Ordusu Sıhhiye Müfettişliği’nin raporlarına göre, Hadımköy hastahanesine Kasım sonu itibariyle 11.257 hasta ve yaralı gelmiş; bunların 7.976’ı taburcu edilmiş, 3.101’i hastahanede ölmüş, geriye kalanların tedavisi ise devam etmektedir. Koleradan ise, 29 subay, 3.301 er vefat etmiştir[79]. Cephe hattındaki askerler arasında ölümlerin artması ve ordu sıhhiye teşkilatının pek çok mevkide yetersiz kalması üzerine, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti seyyar hastahane kurmak üzere faaliyetlerine daha büyük bir hız vermek zorunda kalmıştır. Osmanlı hükümeti Kasım ayı sonlarına doğru mütareke için görüşmelere başladığı sırada hükümetin aldığı bir kararda; cephe hattında değiştirilecek askerlerin mutlaka karantina altına alınmasını gerekli tedavinin tamamlandıktan sonra değiştirilmelerinin Harbiye Nezareti’ne bildirilmesini istemiştir[80]. Nitekim, Harbiye Nezareti de bu konuyu Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi aracılığı ve Hilâl-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla çözümlemeye çalışmıştır.
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Osmanlı ordularının mağlup olup geri çekilmelerinin ardından başlayan mütareke döneminde, öncelikle cephe hattındaki yaralı ve hasta askerlere hizmet sunmak üzere 200 yataklı iki hastahane tesisi hakkındaki kararını yeniden gözden geçirdi. Bu sırada Kadırga’da 230, Darülfünûn (şimdiki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binası)’da 600, Vefa idadisinde 150 yataklı hastahaneler teşkil olunduğu gibi, müteakip aylarda İstanbul’da ve savaşın cereyan ettiği hat boyunda yedi hastahane daha açılmıştır. Cemiyet tarafından alanında uzmanlaşmış tabipler bu hastahanelerde görevlendirilmişlerdir. Cemiyet ayrıca işgale uğramış yerler ahalisine yardımda bulunmak amacıyla İngiliz ve Alman doktorlardan oluşan ekipler görevlendirmiş; fakat muhasım ülkeler (Sırp, Yunan ve Karadağ) bu ekiplerin gelip askerlere ve halka sağlık hizmeti sunmalarına izin vermemişlerdir[81]. Bulgarlar Edirne’ye sadece Birinci Balkan Savaşı 'nda yapılan mütarekeden sonra tibbî yardım yapılmasına müsaade etmişlerdir.
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ayrıca cephe hattındaki askerlerin ve savaş alanından göç eden ahaliye yiyecek yardımında bulunmak üzere aş mevkileri kurmuştur. Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi ile işbirliğine girişen cemiyet, Çerkezköy, Lüleburgaz, Kuleliburgaz ve Pavliköy'de yemek dağıtım mevkileri teşkiline karar vermiştir. Yemek dağıtım mevkilerinde yaralılara ekmek, çorba, çay, kahve, yoğurt hatta icabında bisküvi verileceği belirtilerek her mevki için bir memur, bir aşçı, ihtiyaca göre bunları dağıtacak hademeler tayin edilmiştir. Bu hizmetlerin layıkıyla verilebilmesi için de alet-edevat ile yiyecek malzemesi sevk edilmiştir. Sirkeci, Lüleburgaz, Pavliköy yemek dağıtım mevkileri tesis edilip hizmete açılmışsa da kısa bir süre sonra Bulgarların Çatalca hattına kadar ilerlemeleri üzerine bu mevkiler belirtilen hizmeti veremeyip kapanmışlar ve bu yemek dağıtım merkezleri cephe hattından içerilere çekilmiştir. Lüleburgaz ve Pavliköy yemek dağıtım merkezleri İspartakule ve Ayastefanos(Yeşilköy)’a nakledilmişlerdir. Bu aş merkezleri pek çok yaralı askere ve göçmene yiyecek yardımında bulunarak gayet etkili hizmetleri yerine getirmişlerdir[82].
(3) Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne Bağlı Olarak Hizmet Veren Hastahaneler
Kadırga hastahanesi, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nin Balkan Savaşı’nın baş-laması üzerine İstanbul'da açtığı ilk hastahane budur. Balkan Savaşı’nın baş-laması üzerine cemiyetin ikinci başkanı Dr. Besim Ömer Bey’in idaresinde kadın doğum hastahanesi olarak hizmet veren hastahane, savaşta yaralanan askerleri tedavi etmek amacıyla bir bölümünde bazı düzenlemeler yapılarak 100 yataklık bir hastahane teşkil edilmiştir. Bu faaliyetler yürütülürken teşkil edilen hastahanenin kadro ve teşkilâtı düzenlenerek, 23 Ekim 1912 (10 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde hizmete açılmıştır. Müteakip günlerde ise hastahanenin yatak kapasitesi artırılmış ve 230 yatağa çıkarılmıştır. Kadırga hastahanesi, 1.130 lira harcanarak son sistem tıbbi aletlerle donatılmıştır. Açıldığı tarihten Şubat ayına kadar geçen sürede Kadırga hastahanesine 663 yaralı ve hasta getirilmiş; gelen hastaların 369’u yaralı, 294’ü ise çeşitli hastalıklara yakalanmış kişilerdir. 454 nefer bu zaman zarfında iyileşip taburcu edilmiştir. Hasta ve yaralılardan 20’i ise vefat etmiştir. Hastahanede 6 doktor, 2 asistan, 1 eczacı, 16 hastabakıcı, 8 hademe görev yapmaktadır[83]. Kadırga hastahanesi, Balkan Savaşı sürerken yaralı askerleri ziyaret için gelen pek çok kimseye de kapılarını açmıştır. Hindistan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti temsilcisi Dr. Ahmet Ensarî, Orenburg’da yayımlanan Vakit gazetesi yazarı Fatih Kerimof, Sahra Sıhhiye Müfettişi Ferik Emin Paşa, edebiyatçı Halide Edip Hanım, Erkân-ı Harp Kaymakamı (Yarbay) Enver (Paşa) Bey, Güney Afrika Müslümanları Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Başkanı Hüseyin Davut, Dr. Besim Ömer Bey tarafından hastahane çeşitli zamanlarda ziyaret edilmiştir[84].
Darülfünûn hastahanesi, İstanbul’a çok sayıda yaralı asker gelmesi üzerine Darülfünun tatil edilmiş; binası hastahane olarak düzenlenmiş ve geçici bir süre için Hilâl-i Ahmer Cemiyeti denetimine verilmiştir. 31 Ekim 1912 (18 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde 400 yataklı bir hastahane olarak düzenlenip, açılışı yapılmış ve hasta ve yaralı kabulüne başlanmıştır. Yaralıların sayısı artıkça yatak sayısının da artırılması gündeme gelmiş ve 200 yatak daha ilave edilmiştir. Darülfünûn hastahanesinde açılışından Şubat ayına kadar toplam 2032 yaralı ve hastaya tedavi hizmeti verilmiştir. Yaralı ve hastaların 877’i nefer olup, 501 ’i sağlıklarına kavuşup tekrar taburlarına geri dönmüşlerdir[85].
Darülfünûn hastahanesinde 7 tabip, 4 tabip yardımcısı, 1 masaj mütehassısı, iki eczacı olmak üzere 14 teknik eleman görev yapmakta idi. Bu hastahaneyi de muhtelif zamanlarda devlet adamları ziyaret etmişlerdir. Sadrazam Kamil Paşa, Ordu Sıhhiye Müfettişi Mirliva Lambiki, Birinci Ordu Sıhhiye Müfettişi Mirliva İsa Ruhi Paşa, Erkân-ı Harp Kaymakamı Enver Bey gibi önde gelen kişiler ziyaret etmişlerdir[86].
Vefa hastahanesi, Balkan Savaşı başlayınca Vefâ İdadisi de tatil ve tahliye edilerek hastahaneye dönüştürülmüş, kısa sürede 150 yatak konularak 6 Kasım 1912 (24 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde açılıp hasta kabulüne başlanmıştır. Hastahanenin açılışından Şubat ayı sonuna kadar 523 yaralı ve hasta kabul edilmiştir. Hastahaneyi pek çok kişi ziyaret etmiş; takdirlerini hastahane defterine yazmışlardır. Bu hastahane de 6 doktor olmak üzere diğer sağlık hizmetlileri görev yapmıştır[87].
Demirkapı hastahanesi, kolera salgını sırasında Sıhhiye Nezareti tara-fından Topkapı Sarayı içerisinde Demirkapı civarında barakalar kurularak tesis edilen 110 yataklık hastahanede bir süre koleralı askerler tedavi edilmişse de, kolera ile mücadelede başarı sağlandıktan sonra, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne verilen bu hastahane, 14 Şubat 1913 (1 Şubat 1328) tarihinde tekrar düzenlenerek yaralı ve hasta askerler kabul edilmeye başlanmıştır. Bu hastahanede 7 doktor olmak üzere diğer sağlık hizmetlileri görev yapmıştır[88].
Muhacirin hastahanesi, Balkan Savaşı’nda yüzbinlerce Rumeli Türkü göçmen durumuna düşmüştür. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin bu sırada doğrudan ilgilendiği hususlardan birisi de göçmenlere, yerinden yurdundan kopan çaresiz insanlara yardım elini uzatmak olmuştur. Bu düşünceden hareketle aşevleri, hastahane ve barınma evleri yapılmıştır[89]. Nitekim, bu sırada Parmakkapı’da Erzurum valisi Reşit Paşa’nın konağı kiralanarak hastahaneye dönüştürülmüştür. Reşit Paşa konağı, 100 yataklı bir hastahane olarak 8 Şubat 1913 (26 Kânûn-ı sânı 1328) tarihinde hizmete açılmıştır. Hastahane kadınlar ve erkekler bölümü olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Bu hastahanede üç doktor, bir eczacı, bir katip, dört kadın, beş erkek hastabakıcı ve üç hizmetçi görev[90]. Bundan başka Haseki Kadın hastahanesinde de kadınlara ait bir bölüm ayrılarak göçmenlere hizmet verilmiştir[91]. Bu sırada şehremini olan Operatör Cemil (Topuzlu) Paşa, üstün bir gayret sarf etmiştir. Cemil Paşa şehremaneti memurları ile Sıhhiye Nezareti ve Askerî Tıbbiye’den aldığı elemanlarla ikişer kişilik ekipler kurup bunları göçmenlerin tedavisinde görevlendirmiştir[92]. Alınan bu tedbirler son derece etkili olmuş, göçmenlerin kolera, dizanteri ve tifo gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanma riskleri azaltılmıştır[93].
Ispartakule hastahanesi, bu hastahane, orduda koleranın ortaya çıkması üzerine seyyar kolera hastahanesi olarak teşkil edilmiş ve koleranın ortadan kaldırılması üzerine yaralı hasta kabulüne başlamıştır. Hastahane 27 çadırdan müteşekkil olup, çadırları Almanya’dan getirilmiş son sistem tıbbî alet- edevat ile donatılmıştı. Ayrıca eczahane, yemekhane ve depo çadırları da mevcut olup tam teşekküllü bir hastahane haline getirilmiştir. Ispartakule hastahanesi 9 Ocak 1913 (27 Kânûn-ı evvel 1328) tarihinde hizmete girmiştir. Bu hastahaneye bağlı olarak bir de aşhane hizmete açılmıştır. Hastahanede 4 doktor, 2 eczacı, iki idare memuru görev yapmaktadır[94].
Hadımköy hastahanesi, bu hastahane kolera ile mücadele etmek üzere 18 Kasım 1912 (5 Teşrîn-i sani 1328)’de 150 yataklı seyyar çadırlı hastahane olarak hizmete açılmıştır. Daha sonra barakalar ilave edilerek yatak kapasitesi 250‘ye çıkarılmıştır. Koleranın ortadan kaldırılmasından sonra yaralılar kabul edilmeye başlanmış; bu hastahanede 1669 nefer tedavi edilmiştir. Hastahaneyi Başkumandan vekili Ahmet İzzet Paşa[95], Erkân-ı Harbiye Reisi Ferik Hâdî Paşa, Erkân-ı Harbiye İkinci Reisi Mirliva Ziyaeddin Paşa, Çatalca or-dusu kumandanı Abuk Ahmet Paşa, Sıhhiye müfettişi Mirliva İbrahim Abdüsselam Paşa, Sıhhiye Müfettişi Ferik Emin Paşa ziyaret etmişlerdir. Hasta-hanede 4 tabip, 2 eczacı, 1 asistan, 1 idare memuru, 1 katip, 9 hastabakıcı ve 4 hademe görev yapmaktadır[96].
Ayastefanos (Yeşilköy) hastahanesi, Londra’dan getirtilen mükemmel çadırlarla seyyar olarak kolera ile mücadele hastahanesi olmak üzere 30 Kasım 1912 (17 Teşrîn-i sani 1328) tarihinde Ayastefanos’ta Punta mevkiinde açılmıştır. Başlangıçta kolera ile mücadele etmek üzere 100 yataklık bir hastahane olarak hizmete girmiş, koleranın ortadan kaldırılmasından sonra yaralı ve diğer hastaları kabul etmeye başlamıştır. Bir süre sonra barakalar ilave edilerek yatak kapasitesi 140’a çıkarılmıştır. Hastahanede 4 doktor, 1 asistan, 1 idare memuru ve hastabakıcılar görev yapmaktadır[97]. Ayastefanos hastahanesi kolera salgınının yayılmaması için elinden gelen tedbirleri almış; hatta bu sırada bir kısım yetkililer tarafından tıbbî önlem olarak karantina usulünün uygulanması da gündeme getirilmiştir. Bu önlemlerden olarak koleralıların Marmara’daki adalardan birinin boşaltılarak orada iskan ve tedavileri dahi teklif edilmiştir[98].
Selanik hastahanesi, Selanik’te, Leylî İttihat ve Terakki Mektebi binası 200 yataklık hastahane olarak yeniden düzenlenmiş, malzemesi tamamlanarak derhal faaliyete geçip yaralı kabulüne başlanmıştır. Selânik şehri 8 Kasım 1912 tarihinde Bulgar ve Yunan orduları tarafından istila edilince, hastahane de ablukaya alınmıştır. Halbuki Cenevre Sözleşmesi’ne göre hastahane ve diğer insaniyete yardım kuruluşları saklından masun tutulacak yerler arasında belirtilmişti[99]. Selanik’teki hastahanenin tabibinin ecnebi olması ve tavassutta bulunması üzerine müttefik ordusu işgalden vazgeçmiş ve hastahane yaralı tedavi görevine devam etmiştir. Hastahanede tedavi olup iyileşen Osmanlı askerleri taburcu edilmişler; fakat, bu defa da esarete mahkum olmuşlardır. Hastahanenin ne kadar kişiye hizmet verdiği konusunda bilgi bulunmamaktadır. Selanik hastahanesinde 7 doktor, 5 idari memuru olmak üzere 12 hastabakıcı görev yapmaktadır[100].
Edirne hastahanesi, Edirne’de bir Hilâl-i Ahmer Hastahanesi açılması konusunda Balkan Savaşı 'ndan önce teşebbüste bulunulmuştur. Bunun yanında Edirne’de bir askerî hastahane, belediye hastahanesi ve bir de Fransız hastahanesi mevcut idi. Seferberlik ilan edilince bu hastahanelerin yatak kapasitesi artırılmıştır[101]. Diğer taraftan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından 1912 yılı Eylül ayında Dr. Bahattin Şakır Bey[102] murahhas olarak bu meseleyi çözümlemek üzere Edirne’ye gönderilmiştir. Bahattin Şakir Bey’in teşebbüsü üzerine İstasyon civarında bulunan Küçük Zabitân Mektebi’nin Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne tahsis edilerek 300 yataklı bir hastahaneye dönüştürülmesi çalışmalarına başlanmıştır. Hastahanenin levazım ve sair malzemesi hazırlanıp gönderilmiş ve bir süre sonra hizmete açılmıştır. 30 Ekim 1912 (17 Teşrîn-i evvel 1328) tarihine kadar hastahaneye 650 hasta ve yaralı kabul edilmiştir. Edirne’nin Bulgar ordusu tarafından kuşatılması esnasında da Dr. Bahattin Şakir Bey hastahanede tedavi işlemlerine devam etmiştir[103].
Üskûp hastahanesi, Üsküp’te teşkil edilecek hastahane için cemiyet başkanı Hüseyin Hilmi Paşa kendisine ait olan binayı tahsis etmiş ve Tevfık Rüştü (Aras) Bey[104] hastahaneyi tesis etmek üzere görevlendirilmiştir. Tevfık Rüştü Bey, harpten önce Üsküp’e varmış ve hastahanenin malzemelerini tedarike başlamış, İstanbul’dan gönderilen doktor ve memurlarla bir süre sonra hastahane hizmete açılmıştır. İlk etapta 120 yataklı hastahane olarak hizmete başlayan Üsküp hastahanesinin kapasitesi bir süre sonra 150 yatağa çıkarılmıştır. Kumanova hezimetinden sonra Üsküp Sırp ordularının işgaline uğramış; fakat, Tevfık Rüştü Bey görevine yine devam etmiş; yanına aldığı iki Fransız hastabakıcı ile hasta ve yaralılara hizmet sunmuştur. Hastahane Fransız konsolosluğunda görevli bir kavasın yardımı ile Sırp komitecilerinin saldırısından kurtulabilmiştir. Müteakiben Sırp hükümetinin izniyle hastahane hem Müslüman ahaliye hem de Sırp askerlerine hizmet vermeye başlamıştır[105]. Bir ay kadar hizmet veren Üsküp Hilâl-i Ahmer Hastahanesi yerini daha sonra Sırplara terk ederek yurda dönmüştür. Hastahanede 6 doktor, 1 eczacı, 1 baş hastabakıcı, 22 hastabakıcı görev yapmıştır[106]. Bunun yanında Balkan Savaşı’nda Batı ordusuna bağlı birliklerin müdafaa savaşı verdiği Yanya şehrinde teşkil edilen seyyar hastahane 200 yatak kapasiteli olarak hizmete girmiştir. Yanya merkez hastahanesi Bağımsız Yanya Kolordusu tarafından teşkil edilmişti. Yanya’nın teslimine kadar bu hastahanede binlerce yaralı ve hasta tedavi edilmiştir[107].
Gelibolu hastahanesi, Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra harbin yeniden başlaması üzerine Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından derhal Gelibolu’da bir hastahane açılması gündeme getirilmiştir. 19 Ocak 1913 (6 Kânûn-ı sânî 1328) tarihinde açılan hastahane, Gelibolu İnâs Mektebi’nde 50 yatakla hizmete başlamıştır. Hastahaneye gelen yaralı sayısı artınca yatak kapasitesi yetmemiş, bunun üzerine 70 yatak kapasiteli Fransız İnâs Mektebi ile Erkek Mektebinin bir kısmı hastahane olarak düzenlenmiştir. Böylece 120 yatak kapasitesine çıkarılmıştır. Hastahanede 4 doktor, 1 eczacı, 1 idare memuru 6 hastabakıcı görev yapmaktadır. Ayrıca Fransız rahip ve rahibeler de hastabakıcı olarak görev yapmıştır[108].
Çanakkale hastahanesi, bu hastahane Gelibolu mıntıkasında muharebelerin başlaması üzerine açıldı. Çanakkale’de Mülkiye İdadisi ve İttihat ve Terakki kulübünün düzenlenmesi ile oluşturulan hastahane 230 yatak kapasite-sine çıkarılmış ve 21 Ocak 1913 (8 Kânûn-ı sânî 1328) tarihinde hizmete açılmıştır. Şubat sonuna kadar hastahanede 521 yaralı ve hasta tedavi edilmiştir. Hastahanede 4 doktor, 1 idare memuru, katip ve vekilharç yanında 2 asistan, 8 hastabakıcı görev yapmaktadır[109].
Seyyar hastahane, 6 Temmuz 1906 tarihinde imzalanan Cenevre Mukavelenamesi’ne göre, savaş sırasında askerî hastahane gemilerinin de kullanılabileceği hükme bağlanarak sadece bu amaç için yapılacak gemilerin saldırıdan masun tutulması hususu da ayrıca taahhüt edilmiştir. Mukavelenamenin birinci ve ikinci maddesi ile devamında bu gemilerin kullanım şekli, cephe hattının ne kadar gerisinde hizmet verebileceklerine dair hususlar belirtilmiştir[110]. Cenevre Sözleşmesi’nde kabul edilen hususları dikkate alan Sıhhiye-i Askeriye idaresi de görülen lüzum üzerine 11 Şubat 1913 (29 Kânûn-ı sânî 1328) tarihinde idare heyetince alınan karara göre, 10 ncu Kolorduyu takip etmek üzere 100 yataklık bir hastahane gemisi hazırlanması için teşebbüse geçmiştir. İlk olarak teşkili planlanan seyyar hastahane için İngiltere’den kiralanan Kembriç hastahane gemisi sür’atle İstanbul’a getirilip, gemide gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra 7 Şubat tarihinde gemi Gelibolu’ya sevk edilmiştir. Bu gemiyle İstanbul’dan gönderilen bir kısım sağlık görevlileri ile teşkil edilen Seyyar Hastahane Gelibolu’da geçici olarak Ermeni mektebine yerleştirilmiş, burada ahalinin tedavisi ile iştigal edilmiş; bir süre sonra kolordu komutanlığının emri ile hastahane Menderes mıntıkasına nakledilmiştir. Bu hastahanede 4 doktor, 1 eczacı, 1 idare memuru, 1 katip, 1 asistan, 7 hastabakıcı ve 10 hademe görev yapmaktadır[111].
Kembriç Hasta Nakliye Vapuru, İkinci Balkan Savaşı'uda Türk orduları düşmanla yoğun olarak Bolayır cephesinde savaşmıştı. Gelibolu yarımadası ve kuzeyi önemli muharebelere sahne oldu. Bölgedeki hastahanelerin yaralıların tedavisinde yetersiz kalması üzerine bunların İstanbul’a nakli gündeme gelince Osmanlı Seyr-i Sefâin İdaresi ile imzalanan 6 Şubat 1913 (24 Kânûn-ı sânî 1328) tarihli mukavele ile Kembriç Vapuru Hilâl-i Ahmer Cemiyeti emrine verildi. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Cenevre Mukavelenamesi’nin hastahane gemileriyle ilgili kısmının ikinci maddesinde yer alan hususları dikkate alarak yakıt ve sair ihtiyaçları cemiyet tarafından karşılanan Kembriç vapurunda gerekli tadilatı hemen başlattı[112]. 350 yaralıyı kabul ve tedavi edebilecek bir düzenleme yapılan vapura tabip ve diğer memurlar tayin edildi. Vapur, 25 Kânûn-ı sânî 1328 Cuma günü Şarköy’e müteveccihen ilk seferine çıktı. İlk seferinde 198 yaralı İstanbul’a taşındı. İkinci seferinde Çanakkale’den 540 yaralı ve hasta bindirilmiştir. Halbuki geminin kapasitesi 350 kişidir. Büyük sıkıntılarla bu hastalar İstanbul’a taşınmıştır. Vapurda 2 doktor, 1 eczacı, 1 idare memuru, 1 katip, 15 hastabakıcı ile aşçı ve hademe görev yapmaktadır[113].
Belirtilen bu hastahanelerin dışında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin kontrolü dışında olan fakat cemiyetin zaman zaman yardımlarda bulunduğu hastahaneler de mevcuttur. Taşkışla hastahanesi, Şişli’de Kalamov hastahanesi, Kandilli hastahanesi yaralıların tedavisi ile meşgul olmuşlardır. Bunların dışında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ve askerî hastahanelerin yetersiz kalması üzerine özel hastahaneler de açılarak hizmet vermeye başlamışlardır. Teşvikiye hastahanesi bizzat padişahın önayak olması ile açılan bir hastahane idi. Kadıköy, Moda, Frerler, Erenköyü hastahaneleri de Balkan Savaşı sırasında yaralıların tedavisine yönelik hizmetlerini sürdürmüşlerdir.
Balkan Savaşı sırasında Mısır, Hindistan, Romanya ve İngiliz Hilâl-i Ahmer Cemiyetleri de hasta ve yaralılara yardım etmek amacıyla heyetler göndermiştir.
Mısır Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, cemiyet taralından gönderilen birinci kafile sıhhî yardım heyeti tarafından 1.700 lira sarf edilerek Hadımköy’de tesis edilen hastahanede 5 tabip, bir idare memuru, bir katip ile hastabakıcılar görev yapmıştır[114]. Mısır’dan gönderilen ikinci kafile sıhhi yardım heyeti ise 16 Aralık 1913 (3 Kânûn-ı evvel 1328)’de Beylerbeyi’nde 200 yataklı bir hastahane tesis etmiştir. Hastahanede 23 Şubat 1328 tarihine kadar 338 kişiye tedavi uygulanmış; bunların 135’i ameliyat edilmiştir. Beylerbeyi hastahanesinde 9 doktor, 1 eczacı, 1 katip, Almanya’dan getirtilen 10 hastabakıcı rahibe ve 21 Mısırlı hademe görev yapmıştır. Mısır’dan gönderilen üçüncü kafile sıhhî yardım heyeti Ayastefanos’ta 13 doktor, 1 eczacı, 12 erkek ve 2 kadın hastabakıcı ve 3 hademeden müteşekkil bir hastahane teşkil ederek hizmet vermiştir. Dördüncü sıhhî yardım heyeti Maltepe hastahanesini tesis etmiş, 13 doktor, 1 eczacı, 26 hastabakıcı ve hademe ile hizmet vermiş; 8 Mart 1913 (23 Şubat 1328) tarihine kadar 589 hasta tedavi edilmiştir[115].
Mısır Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından savaş dolayısıyla Rumeli’deki yerinden yurdundan ayrılıp göçmen durumuna düşen Müslüman ahaliye yardım etmek amacıyla Yedikule’de 52 yataklık bir muhacirin hastahanesi tesis edilmiştir. Bu hastahanede de 2 doktor, 2 eczacı, 2 erkek ve 1 kadın hastabakıcı ve 2 hademe görev yapmaktadır.
Mısır Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ayrıca Rumeli’den gelen yaralı ve göçmenleri Anadolu’ya nakletmek üzere Bahr-i Ahmer Vapurunu bu amaçla hazırlamış ve 5 doktor, 1 eczacı, 24 hastabakıcı, 2 hademeden oluşan bir heyetle hizmet vermeye başlamıştır. Bahr-i Ahmer Vapuru 100 yataklık bir hastahane olarak hizmete girmiş ve Selânik-İzmir arasında seferler düzenleyerek 23 Şubat tarihine kadar 1000 civarında yaralı ve 10.000 civarında göçmeni İzmir’e nakletmiştir[116].
Hind Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Balkan Savaşı sırasında Türkiye’ye önemli sıhhi yardımlarda bulunmuştur. Çeşitli zamanlarda gönderilen heyetlerle yaralı ve göçmen durumundaki halka yardımcı olmuşlardır. Birinci Hind Sıhhî Yardım Heyeti Londra’da tıp eğitimi gören gençlerden oluşan bir grup kendi aralarında topladıkları para ile İstanbul’a gelip Haydarpaşa Askeri hastahanesinde 1 doktor, 4 tıbbiye öğrencisi ile tedavilere başlamışlardır[117]. İkinci Hind Hilâl-i Ahmer Sıhhî Yardım Heyeti ise 17 Aralık 1912 (4 Kânûn-ı evvel 1328) tarihinde İstanbul’a ulaşmıştır. Bombay’daki İslâm Gençleri Cemiyeti ve Ziyâ-ı İslâm Encümeni tarafından toplanan yardımlarla tertip edilen heyet, İstanbul’da Darülfünun hastahanesinde 100 yataklık bir hastahane teşkil ederek bir müddet hizmet verdikten sonra, 10 Kânûn-ı sânî’de Çatalca civarında Ömerli mevkiinde 100 yataklık bir seyyar hastahane tesis edip yaralılara hizmet götürmeye başlamışlardır. Bu hastahanede 6 doktor, 1 eczacı, 1 katip, 1 baş hastabakıcı, 1 idare memuru, 1 sandık emini ve 12 hastabakıcı ile 3 hademe hizmet vermektedir[118]. Ömerli’de teşkil edilen bu hastahanede Hind Müslümanlarından toplam 28 kişi görev yapmakta olup, burası çeşitli tarihlerde ümerâ ve zabitân tarafından ziyaret edilmiş; ziyaret edenler görüşlerini hastahane deflerine yazmışlardır[119].
Üçüncü Hind Sıhhî Yardım Heyeti, Delhi’de teşkil edilmiş ve heyet, 9 Ocak 1913 (27 Kânûn-ı evvel 1328) tarihinde İstanbul’a ulaşmış, Kadırga hastahanesinde misafir edilmiştir. Bu heyet de kısa bir süre sonra Ömerli’ye geçerek orada bir seyyar hastahane tesis etmiştir. İkinci Balkan Savaşı başlayınca heyet buradan Gelibolu’ya nakledilmiştir. Bu sıhhi heyette 7 doktor, 5 eczacı, 12 hastabakıcı ve 2 tercüman görev yapmaktadır[120].
Romanya Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Romanya’da yaşayan Osmanlı vatandaşları tarafından teşkil edilen sıhhi yardım heyeti savaşın başlaması üzerine İstanbul’a gönderilmiştir. Darülfünün hastahanesinde hizmete başlayan bu heyette 8 doktor, ile hastabakıcılar görev yapmaktadır.
İngiliz Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Londra’da yaşayan Hind Müslümanlarından Emir Ali tarafından teşkil edilen cemiyet, Balkan savaşının başlaması üzerine bir sıhhi yardım heyeti teşkil ederek İstanbul’a göndermiştir. Üsküdar Rüştiye Mektebi binası bu heyete tahsis edilmiş ikinci defa muharebeler başlayınca heyet hastahane ile birlikte Ayastefanos’a nakledilmiştir. Bu heyette 3 doktor, 2 stajyer doktor, 3 erkek, 6 kadın hastabakıcı görev yapmaktadır[121].
Müslüman toplumlara ait Hilâl-i Ahmer Cemiyetleri yanında Balkan savaşları sırasında İngiltere, Romanya, Almanya, Avusturya, İsveç, Belçika, Amerika, Felemenk, Fransa ve Rusya gibi ülkelere ait Salîb-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyetleri de sıhhi yardım heyetlerini İstanbul’a göndermişlerdir.
İngiliz Salîb-i Ahmer Cemiyeti, İngiliz sıhhî yardım heyeti, 4 Kasım 1912 (22 Teşrîn-i evvel 1328) tarihinde İstanbul’a gelmiştir. 12 doktor, 11 asistan ve 43 hastabakıcıdan oluşan heyet, ilkönce Sanayi-i Nefise binasına yerleştirilmiş burada 150 yataklık bir hastahane tesis etmiştir. Heyetten bir kısmı daha sonra Çatalca civarında Alibey Çiftliğinde bir kısmı Beykoz’da hastahane tesis etmiştir. Beykoz şubesi daha sonra Kalikrata’ya nakledilmiştir. Yaklaşık 400 den fazla yaralı ve hasta bu hastahanelerde tedavi edilmiştir[122].
Romanya Salîb-i Ahmer Cemiyeti, Romanya’dan gönderilen sıhhi yardım heyeti İstanbul’da karşılanmış ve Dedeağaç’ta seyyar hastahane kurmak üzere yolcu edilmiştir. Heyeti taşıyan Avusturya bandıralı Loid Vapuru Dedeağaç civarına yaklaştığı sırada Bulgarların kasabayı işgal edip katliama giriştikleri haberi gelmiştir. Bulgar çeteleri vapurdan kimsenin dışarı çıkmasına müsaade etmeyince bu heyet herhangi bir sıhhi yardım faaliyetinde bulunamamıştır[123].
Alman Salîb-i Ahmer Cemiyeti, Almanya'dan gönderilen 2 doktor, 10 hastabakıcıdan oluşan sıhhi yardım heyeti Gümüşsüyü hastahanesinde hizmet vermiştir.
Avusturya-Macaristan Salîb-i Ahmer Cemiyeti, Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine Avusturya tarafından gönderilen heyet Taşkışla hastahanesinde görevlendirilmiştir. Heyette 2 doktor, 8 hastabakıcı rahibe görev yapmaktadır. Macaristan’dan da ayrıca 7 hastabakıcı kadın gelmiştir.
Bunlardan başka Belçika Salîb-i Ahmer Cemiyeti tarafından 6 doktor, 4 kadın hastabakıcı, İsveç Salîb-i Ahmer Cemiyeti tarafından 2 doktor, 5 hasta-bakıcı rahibe, Amerikan Salib-i Ahmer Cemiyeti tarafından 4 doktor, 5 has-tabakıcı 1 eczacı Osmanlı Devletinde çalışmak üzere görevlendirilmiştir. Felemenk Salibi Ahmer heyeti ise Harbiye Mektebinde 100 yataklık bir hastahane teşkil etmiş ve 5 doktor, 5 kadın, 5 erkek hastabakıcı ile hizmet vermiştir. Fransa Salîb-i Ahmer Heyeti ise hastabakıcılar göndermiş, bunlar Etfal ve Teşfikiye hastahanelerinde hizmet vermiştir[124].
SONUÇ
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’na, bir dizi stratejik ve taktik hataların sonunda, her hangi bir hazırlık yapamadan yakalandığı için, karşılaştığı sıkıntıları savaşın devam ettiği süre zarfında gidermeye çalıştı. Pek çok eksikliklere rağmen, Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin yardım ve katkıları ile sıhhiye hizmeti bir ölçüde de olsa olumlu yönde gelişmeler gösterdi. Savaşın başladığı 1912 yılı Ekim ayı ve şiddetlendiği Kasım ayı içinde göçmenlerin de artmasıyla birlikte kolera, tifo, dizanteri vb. gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek durumunda kalan sağlık görevlileri, bunun yanında yaralı ve hasta askerlerle de ilgilendiler[124]. Nitekim, savaşın başlamasını takip eden günlerde Balkanlardan sökün edip gelen göçmenler, çeşitli hastalıklardan dolayı muzdarip oldukları gibi, her bakımdan sıkıntı içerisinde ve yardıma muhtaç bir durumda idiler[126]. Kolera hastalığının şehre yayılmasına engel olmak maksadıyla Sıhhiye-i Umumiye idaresi tarafından beyannameler de yayımlanarak halk bilinçlendirilmeye çalışıldı[127]. Hatta, kolera ile mücadele için bir süre sonra Kolera Komisyonu teşkil edildi[128]. Kolera ile mücadele kapsamında halkın aşılanması yoluna da gidildi[129]. Dönemin hükümetleri tarafından da bu konuya hassasiyetle yaklaşılarak alınan sıkı tedbirlerle hastalıklarla mücadele konusunda gözle görülür bir mesafe alındı[130]. Ancak, Balkan savaşının ikinci safhasında sağlık hizmetlerinde gözle görülür bir iyileşme hissedilmeye başlandı. Menzil hastahanelerindeki yatak sayısı 3400’ü, ordu seyyar hastahanelerinin yatak mevcudu 7950’i buldu. İstanbul’daki askerî birlikler sıhhî bir kordon altına alındı. Yeşilköy’de bir karantinahane açıldı. İstanbul’a Balkanlardan gelen göçmen ve askerlerin beş gün Yeşilköy karantinahanesinde bekletilmeleri hükme bağlandı. Bu sırada Bulgarlar, orduya ve Türkiye’ye kolera hastalığını sokmak için mübadele edilen esirlerden dahi yararlanmak istediler. İkinci Balkan Savaşı sırasında yaklaşık 40.000 civarında yaralı ve hasta seyyar hastahanelerde tedavi görmüştür[131]. Öte yandan Balkan Savaşı’ndaki insan kaybı kesin olarak bugüne kadar tespit edilememiş olmakla birlikte, İkinci Balkan Harbi sırasında, 129 subay, 8769 er tifo ve koleradan ölmüş, 56 subay, 3190 er de şehit olmuştur[132].
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti yanında diğer Müslüman topluluklardan gönderilen Hilâl-i Ahmer Cemiyeti doktor ve hastabakıcıları da Balkan Savaşı sırasında pek önemli görevleri üstlendiler[133]. Bunların yanında Avrupa devletleri ve Amerika’dan da Salîb-i Ahmer Cemiyeti tabip ve hastabakıcıları Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti hastahanelerinde sağlık hizmeti vermişlerdir. Hilâl-i Ahmer halkın yardımını sağlamak üzere kartpostallar basılmış; propaganda amaçlı posta pulları hazırlanmıştır[134]. Nitekim, bunların etkisi kısa zamanda hissedilmiş; Türk halkı varlık zamanlarında elinden gelen desteği sağlamakta gecikmemiştir.
Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Balkan Savaşlarından sonra yetiştirdiği hemşirelerle Birinci Dünya Savaşı’na daha hazırlıklı olarak girdi. Yaklaşık 300 hemşireden oluşan bir ekip ve yüzlerce tabiple Türk ordularının savaştığı cephelerde hasta ve yaralıların tedavisi maksadıyla pek önemli hizmetlerde bulunmuştur.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Osmanlı Devleti’nin siyasî, askerî ve ekonomik yönden çöküş içinde olduğu bir dönemde başlayan Balkan Savaşı kısa sürede büyük bir bozgun ve felakete dönüşmüştür[135]. Balkan Savaşı hakkında Mustafa Kemal Paşa’nın 1918 yılında yapmış olduğu değerlendirme Türk ordusunun yenilgi sebeplerini şu sözleriyle gözler önüne seriyordu: “Balkan Harbi, Türk Ordusunun katıldığı bir harp değildir. Bu bambaşka bir şeydi, bir bozgundu; fakat Türk ordusunun bozgunu değildi, hayır hiç değil, bu Türkiye’deki eskinin yıkılması, Türk ordusunun başındaki bilgisiz komuta heyetinin geri çekilmesiydi. Balkan kuvvetleri, bu harbin sonuçlarını, o dönemde Türkiye’de egemen olan şahısların bilgisizliğine borçludur. Denilebilir ki bu harp de Türkiye için bir sürprizdi. Ordu birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için yeterli zaman bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman hücumları karşılanmıştı. Büyük ve hakiki Türk ordusu teşekkül ettirilememişti. Öyle zamanlar olmuştu ki milleti orduya çağırmak yerine birlikler terhis edilmiştir”[136].