Bu bildiride güdülen amaç, hem Akdeniz dünyasındaki Doğu-Batı, hem de Avrupa’daki Roman[2] -Cermen ayrışması, zihniyetlerin ayrımlaşması ve izlerinin çağlar ötesi kültür çemberlerinde kendini göstermesi üzerine eğilmektir. Konu, dağılmış Roma İmparatorluk alanıyla ilgili olduğundan, Roma’nın bölünmesiyle belirginleşmeye başlayan ayrışma süreci, araştırmanın çıkış noktasını oluşturuyor.
Henüz dağılmamış Imperium Romanum tek başına bir Avrupa, Asya veya Afrika imparatorluğu değil, hepsinin birlikteliğini oluşturan bir Akdeniz gücüydü ve Akdeniz birliğinin canlı temsilcisiydi. O zamanlar ortak bir uygarlık çemberini oluşturan Akdeniz dünyası kendi içinde oldum olası çokkültürlü bir yapıya sahipti. Nitekim Roma’nın bölünmesiyle, siyasal coğrafyaların en kapsamlı biçimiyle Grek Doğu ile Latin Batı ana kategorilerine ayrışması, esasında öteden beri tabanda var olan karakter farklarının eninde sonunda tavana yansımasıydı. Roma’nın, yani Akdeniz birliğinin parçalanması demek, budur, her ne kadar o Akdeniz birliği varlığını bugün bile belirli bir ölçüde tartışmasız sürdürüyorsa da. Elbette ki bu ana kategoriler kendi içlerinde birer homojen yapıya sahip değildi, ama her Imperium’a özgü olan yerel kültürler çokluğunun üstündeki ortak uygarlık çatı yapısının yerini -bu Osmanlı’da da böyleydi, aynen Roma’da olduğu gibi- Akdeniz birliğinin parçalanmasıyla, gitgide daha bariz bir biçimde, daha rahat algılanabilecek biçimde iki odaklı bir yapı aldı. İlerde, bu sürecin başlamasından çok sonra, İslâm’ın ortaya çıkışı ve Greko-Romen uygarlık çemberine fetihleriyle girmesiyle, eski Akdeniz birliğinin bozulmuş iki odaklı tablosuna bir yenilik eklenmiş, o iki dünya arasına, yani Grek Doğu ile Latin Batı arasına, onların ayrımlaşmasını olsa olsa daha da körükleyecek olan bir İslâm kültür çemberi adeta bir takoz gibi girmiştir. Akdeniz birliğinin parçalanması sonucunda, yüzyılların akışında, artık kendi damgalarını ortak damganın üstünde vurgulayabilen üç kültür odağı ağır basmaktadır, ancak, bunlar da yine ana kategorilerdir. Din Ortaçağ’ın çok önemli bir siyasal faktörü olduğundan, burada tablonun tarifi din grupları ile sürdürülebilir: Doğu Hıristiyanlığı-Batı Hıristiyanlığı ayrışması, 11. yüzyılın ortasında artık tam bir büyük kopuşa, Kilise kopuşmasına varacak ölçüde asırlar sürecek olan bir yabancılaşma ve bu iki Hıristiyanlık çatısının ya da kültür çemberinin arasına giren bir İslâm kültür çemberi[3] .
Roma zihniyetinin izleri üzerinde düşünürken, ön planda beliren bir konu, siyasal kültürdür. Gerek Imperium Romanum’un alanında, gerekse Roma yönetiminin Doğu Roma-Batı Roma biçiminde ikiye bölünmesinden sonra burada bir batı coğrafyasından elbette söz edilebilirken, henüz siyasal kültürüyle farklılaşmış bir Batı dünyası yoktur. Kökenleri Avrupa’nın tarihsel gelişiminde yatan ve kendine özgü bir uygarlık çatısını çağrıştıran Batı kavramı, henüz Antikite’de var olmayan bir zihniyettir. Zaman içinde ve ancak Cermen faktörü işin içine girince Avrupa’nın oluşumuyle Erken Ortaçağ’ın daha ileri safhasında dünyaya gelecek olan Batı, Roma mirasını baştan beri sahiplenmekle birlikte, Antikite’den uzaklaşan müstakil bir evren olarak, Bizans karşısında artık erginleşmesini kanıtlamış ilk Batı Imperium’u olan Karolenj İmparatorluğu’nda[4] hayat bulacaktı. Kavimler Göçü’nden itibaren “cenin devresi”ni yaşamaya başladığını varsaydığım Batı, Avrupa Ortaçağı’nı başlatan Frank Devleti’nin Karolenj döneminde dünyaya gelip 800 yılının taç giymesiyle simgeleyebileceğimiz ergin hale gelişiyle, davranış, düşünme ve hayat anlayışı bakımından Doğu siyasal kültüründen farklı yaklaşımlar sergileyen kendi siyasal kültürünü de yaratmıştır. Erken ve Yüksek Ortaçağ’da Bizans kültürünün etkisi altında kalan Batı, 11. yüzyılın sonlarından itibaren antik mirası her alanda tekrar canlandırmaya başlamış ve zihinlerde Roma’yı dirilterek, 7. yüzyılda artık bir Ortaçağ âlemine dönüşen Bizans’ın ve antik birikimi aktaran diğer kültür çemberinin, İslâm dünyasının, yaşamadığı Renaissance’ın temellerini atmıştır [5] .
Roma’nın ikiye bölünmesinden ve araya giren üçüncü bir gücün Batı’ nın Doğu’dan uzaklaşmasını hızlandırdığından söz ederken, din gruplarına göre bir kültür tasnifine yer vermiştim: Doğu Hıristiyanlığı ile Batı Hıristiyanlığı arasına giren bir İslâm kültür çemberi. İşte bu tasnife siyasal kültürleri de ekleyecek olursak, tarihsel gelişmesinde din ile devleti birkaç yüzyıllık bir süreçte birbirinden uzaklaştıran Batı Hıristiyanlığı ile onunla bağdaşan Batı siyasal kültürü karşısında -Hıristiyanlık olsun, İslâm olsun, işte burada din farkı herhangi bir şekilde ortak siyasal kültür çemberine mensup olmaya engel değil- tarihsel gelişmelerinde din ile devleti bir bütün olarak kurumlaştıran Doğu Hıristiyanlığı ve İslam’ı, yine kaba tasnif içinde, Doğu siyasal kültür ana kategorisinde birlikte görüyoruz; elbette ki daha ince bir bölümlemede bunların da aralarında farklar olduğu bir gerçek, fakat bir Doğu-Batı siyasal kültür ayrımlaşma süreci içinde Doğu Hıristiyanlığı ile İslâm çemberi, aynı grubun mensuplarıdır.
Roma’nın izlerini sürerken, temelde hep bu hayat anlayışı farklarını Imperium Romanum’un bugünkü coğrafî alanında Doğu ile Batı arasında görmekle kalmıyoruz. Daha sınırlı bir mekân olan Avrupa’nın içinde bile, hatta “Batı Dünyası” dediğimiz âlemin tarihsel çekirdeğinde, yani Karolenj İmparatorluğu’nun bugünkü coğrafî alanında dahi, elbette Doğu siyasal kültürü denilemese de, vaktiyle imperiumlaştıkça belirli bir ölçüde doğululaşmış olan Roma İmparatorluğu’nun izlerine yoğunluk farklarıyle rastlamaktayız. Görülüyor ki, tabanda daha Antikite’de yer etmiş farklı kültür renkleri, bu görece daha ufak siyasal çatıyı 843’ten beri daha açıkça beliren ve 887’de parçalayacak güce erişen zihniyet farkları biçiminde tavana yansımıştır.
Gerek bütün Imperium Romanum’un, gerekse Karolenj İmparatorluğu’ nun bugünkü coğrafî alanında karşımıza çıkan Roma izlerinin örneklerine geçerken, Doğu-Batı karşılaştırmalarında dikkati çeken yaklaşımlara ve dil sorunlarından kaynaklanan kavram kargaşasına değinmek gerekiyor:
Türkiye’de Batı değerlendirilirken, özellikle son çeyrek yüzyılda, Batı’ nın epeydir yapmadığı bir ölçüde, herşey fazlasıyle din gözlüklerinden yorumlanmaktadır. Dinin Avrupa’da birinci derecede bir siyasal faktör olduğu çağlarda Batı’nın da bakış tarzı böyle idi[6] , fakat o günden bugüne oluşan büyük fark, bir dünya Feodalite'nin hayat damarlarını zaman içinde kurutacak olan şehirleşmeyle daha Ortaçağ'da başlayan ve de asırları kapsayan sancılı ve kanlı bir bireysel ve toplumsal dünyevileşme[7] sürecinden geçmişken, diğer dünyanın böyle bir zihniyet ortamını kaçınılmaz olarak yaratacak maddî-toplumsal bünye dönüşümünü henüz tamamlamamış olmasından kaynaklanıyor. Buna bağlı olarak da Türkiye’de gündelik tartışmalarda ve güncel konularda kullanılan yabancı sözcükler, geçtikleri bağlam itibarıyla her zaman doğru anlaşılmamaktadır. Bu, “imperare” ve “imperium”da böyledir, “laiklik”te de böyledir, “sekülerlik”te de böyledir; yani Türkçe tartışmalarda - son iki sözcüğü örnek alacak olursak - etimolojik kökenleri itibarıyla farklı anlamlardan kaynaklansalar da, hem teknik uygulamada, hem de mecazî anlamda sanki ayrı kavramlardan söz edilirmişçesine, “laiklik değil, sekülerlik” gibisinden bir yanılgıya düşülerek temelsiz kısır tartışmalarda zaman yitirilmektedir[8] . Kilise örgütlenmesinde ve Kilise-Devlet ilişkilerindeki hukuksal ayarlamalarda, değişik ruhanî ve hukuksal görev statülerinin adlandırılması gibi çok özgül bir bağlamda bile, gerek Latincede, gerekse modern Batı dillerinde her iki sözcüğün kökünden türetilmiş teknik terimler, aynı şeyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Anayasa metinlerinin bir Batı dilinden bir diğer Batı diline çevirilerinde de bu terimler sinonim olarak yer alıyor[9] . Cermen dillerinde ve Roman dillerinde kendi içlerinde bile her iki terim Türkiye’de söz konusu olan tartışma bağlamında eşanlamlı kavramları ifade ediyor ve kullanılıyorsa da, bu iki diller ailesinde yine kendi içlerinde ve aynı bağlamda tıpatıp aynı şeyi gösteren bu iki terimden birinin lehine karşılıklı olarak bir tercih yapılabilmiştir. Özgün tarihsel gelişimi Batı’da yer almış olan evrenselleşmiş değer ve sistemlerin adları Türkçe siyasal terminolojiye kazandırılırken, doğal olarak bunu yapan kuşaklara Batı etkilerini aktarmada ağır basan ülkenin, bu durumda Fransa’nın, dilinde tercih edilen terim devralınmıştır. Daha sonraki kuşaklar çağdaş normları Anglosakson terminolojiyle de adlandırmışlardır. Türkçe tartışmalardaki yanılgının temelinde, kullanılan yabancı terimin, ait olduğu dil bölgesindeki tarihsel olayın -bu durumda laikleşme sürecinin- karakteriyle bağdaştırılması gibi bir hata yatıyor ("Fransız laikliği"/ "Alman veya İngiliz sekülerliği"!). Kavram kargaşasına kapılmamanın güvenilir bir yolu, kullanılan yabancı sözcüğe yüklenilmiş anlamın Türkçe karşılığını hatırda tutmaktır. Bir dilde bilimsel terminoloji yaratmak, herşeyiyle birlikte bilimsel anlayışı geliştirmekle mümkündür, 19. yüzyılda olağanüstü bir biçimde zenginleştirilmiş ve uluslararası yaygınlığa erişmiş olan Almanca bilim ve felsefe terminolojileri örneğinde görüldüğü gibi. Almancada hem özgül teknik bağlamda, hem geniş mecazî anlamda “Laizisierung” ve “Säkularisierung”un yanı sıra bunların karşılığı olarak da kullanılan ve tartışmasız ne olduğu gayet açık olan “Verweltlichung”un, Türkçe’de kullanılan “laikleşme” ve “sekülerleşme”yi ifade eden “dünyevîleşmek”, “dünyasallaşmak” olduğunun hatırlanması yararlı olacaktır. Bugünün Doğu-Batı karşılaştırmasında, siyasal kültürler arasındaki farklarda bu dünyevîleşmişlik raddesi de, başka öğelerin dereceleriyle birlikte, önemli bir ölçüttür. Konuları basitleştirici kalıplara indirgemekten kaçınmak ve kolayına kaçan yersiz benzetmelere de sapmamak şartıyla, bu kategoriler bugünün birtakım farklılıklarını açıklamada bir anahtar işlevine sahiptir.
Şimdi konuyu Roma-Osmanlı ve Roma-Avrupa, Avrupa’da neresinin daha çok, neresinin daha az Roma izleri taşıdığına dair karşılaştırmalara ya da basit örneklere getirirken, Roma’nın parçalanmasının temelinde var olan, ama ortak çatının durmasına 4. yüzyılın sonuna kadar engel olmayan kültür farklarından yola çıkılacak olursa, 395’ten önce de kültürel çokluğun Akdeniz dünyasının bir öz niteliği olduğu bilinmelidir. Akdeniz uygarlık ortaklığı içinde kültürel renk farkları zaten tabanda Grek Doğu ve Latin Batı olarak iki ana kategoride kümeleşiyordu[10]. Bu tabiî ki yukarda belirtildiği gibi, bir tarafın homojen Grek, öbür tarafın homojen Latin olduğu anlamına gelmiyor, hayır, Grek Doğu’da nasıl değişik yerel diller de konuşuluyorduysa, Latin Batı’da da Cermenlerin Romanlaşmamış olanları, hâlâ kendi Cermen dillerini kullanıp yaşatıyorlardı. 395 o halde bu kültür farklarından dolayı kaçınılmaz mıydı? Elbette ki bu nedenden dolayı kaçınılmaz değildi; İmparatorluk bünyesinin parçalanmasını hazırlayan değişme, Roma’nın batı yarısında, özellikle Gallia taşrasında ihracatın gerilemesiyle bağlantılı olarak 2. yüzyılın ortalarından itibaren yaşanmaya başlayan ve dışardan gelen saldırıların yoğunlaşmasıyla 3. yüzyılda körüklenerek geniş çaplı toplumsal sarsıntılara yol açan ekonomik krizler sonucu şehir ekonomisinin gitgide felce uğramasıydı. Doğu Roma’da benzeri, ama görece daha ufak çapta bir kriz birkaç yüzyıl sonra yaşanacaktı. Sağlam şehir ekonomisi sürdüğü müddetçe güçlü, merkeziyetçi yönetim ve mutlakıyetçi bürokratik yapı, Roma’nın parçalanmasından sonra, daha büyük insan, üretim, direnç ve yenilenme gücüne sahip olan doğu yarısında bir hasar görmeden sürebilmiştir. Devlet ile toplumun çarkı olan şehirlerin maddî ve tinsel kültürüyle çöktüğü batı yarısında ise bu olamadı ve daha 476’dan önce yaratılan siyasal vakuumda adeta birer gecekondu gibi bazı Cermen devletleri kuruldu. Otorite yokluğunda kurulan bu “gecekondulara”, 5. yüzyılda 476’ya kadar ancak ismen var olan Batı Roma, tapularını da vermek zorunda kaldı [11]. Zaten daha dağılmadan önce Germania tarafından gelen Cermen akınları karşısında Roma, kriz dönemlerinde bu Cermenleri sınır bekçiliği yapmaları kaydıyla kendi “territorium”una kabul etmek ve onlara yer ayırmak zorunda kalmıştı. Kısacası, güçlü bir bürokratik devlet yapısına artık imkân tanımayan şartlar Roma’nın batı alanında yaşanırken, doğu coğrafyasında bu yapı birkaç yüzyıl daha sonrasına kadar değişikliğe ya da yıkıcı güce sahip olabilecek bir bunalıma uğramaksızın sürebilmiştir.
Roma, ikiye bölünmesinden çok daha önce, daha İtalya’ya bile tam hâkim olmadan, Etrüsk Krallığı döneminde Eski Akdeniz-Anadolu yüksek şehir kültüründen ve dolaylı olarak Güney İtalyan Grek kolonilerinden etkilenmeye başlamış, ayrıca ekonomik ve kültürel ilişkilerle İran kültür çemberiyle irtibat kurmuştu. 3. yüzyıldan itibaren Sâsânîler ile yaşadığı etkileşim, daha sonra Bizans tarafından Araplar ve Türkler ile de sürdürülmüştür. Yüzyıllar sonra imperiumlaştıkça belirli bir ölçüde Doğululaşırken[12], yayıldığı yerlere Roma karakterini[13] de aşılayan bu dev boyutlu yapının coğrafî alanında artık ağır basan Hellenistik kültür hamurunun yoğrulduğu bölgeler, ilerdeki bölünmede zaten Doğu Roma İmparatorluğu’na dönüşecekti. Klasik Grek biçiminin öncesine ve Doğu’ya yönelerek klasik zihniyetten uzaklaşan Hellenizm’in Geç Roma ile buluştuğu kültür sentezinde Doğu geleneğinin öğelerini bünyesine katan Bizans, baştan beri ayrıca pagan Batı Roma’dan farklı olarak, daha onunla ortak çatıyı paylaşırken bile, Konstantin’in yönelişinde görüldüğü gibi, bir Geç Roma-HellenistikHıristiyan-Doğu kimliğine kavuşmuştu. Burada siyasal kültür için önemli olan, mutlakıyetçi, yani bölüştürülmeyen bir devlet otoritesinin varlığıdır. Roma egemenliğinin yok olduğu Romania’da ise para ekonomisinin gerilemesi gibi Geç Roma oluşumlarıyla buluşan Cermen siyasal kültürünün etkisiyle, hukuksal yapıyı belirleyecek ölçüde yaşanacak olan ademi merkeziyetçi, toprak mülkiyeti odaklı bir süreç, gelecekteki Batı feodalitesini hukuksal temelleriyle birlikte ortaya çıkarmaya başlarken, mutlakıyeti sürdürebilen Bizans’ın feodalitesi -bütün dünyada elbette ki kendine özgü feodalite tipleri var(dı)- Batı’daki bağımlılık ilişkilerinden farklı bir biçim sergilemiş ve hukuksal-siyasal alanda olmaktan çok, olsa olsa ekonomik-toplumsal alanda bir iktidar sistemi olarak gelişmiştir.
Benzer hayat aşamalarında ve çevre şartlarında yaşayan topluluklarda birbirinden bağımsız olarak ortak sonuçlara varılabilmiş olmanın yanı sıra, genellikle hep sanılandan çok daha önce, Neolitik çağın yoğun irtibat ortamına bile geçmeden, farklı kültürler birbirini karşılıklı etkilemişlerdir. Ortak mekânı paylaşan topluluklar için -öteden beri orada yaşayanlar için de, yeni gelenler için de- bu haydi haydi geçerlidir[14]. Başka topluluklarda olabildiği gibi, tarih sahnesine ataerkil yapıya geçmiş olarak çıkan İndogermanların aile yapısında bazı ortaklıklar olsa da, bu kavimler değişik şartlar altında edindikleri özgül tarihsel deneyim ve uğradıkları etkilere göre farklı siyasal yapılanmalara yönelmişlerdir. Onların aile yapılarındaki ortak görüntülerden biri, ailesi üzerinde mutlak egemenlik gücüne sahip olan aile reisidir. Roma’da daha krallık devrinde hukuken belirli konularda devletin dahi müdahale edemeyeceği bir yargı erkiyle (“patria potestas”) donatılmış bu “pater familias”[15] aile fertlerinin hayatta kalıp kalmayacaklarına varana kadar -Cermenlerde de bu böyleydi- bir karar otoritesine sahipti. Devletin, güçlü otoritesini kanıtladığı alanlarda, Hıristiyan olsun, Müslüman olsun - orada işte din, siyasal kültür bakımından hiç farketmiyor- hem benzer gelişmişlik derecelerinden kaynaklanan, hem de kültürel etkileşimle paylaşılan otoriter zihniyetin izleri, aile yapısına varıncaya kadar görülmektedir. Roma mirasından İslâm dünyasına tek yanlı bir etki akışı varsayılamasa ve o dünyanın da apayrı bileşenlerinin olduğu kabul edilmesi gerekiyorsa da, bunlara Roma etkeninin de katıldığı yadsınamaz. Bir çekirdek model olarak aile düzeninde var olan ilişkiler, daha büyük boyutlu devlet örgütü biriminde de mevcuttu. Nitekim Roma ailesinde “pater familias” ne ise, devlet çapında -Augustus’tan beri[16]- “pater patriae” (“vatanın babası”) aynı şeydi. Güçlü devlet, egemenliğini genele yönelik kullanıyor, özel aile alanına müdahaleden mümkün olduğu kadar uzak duruyordu[17].
Farklı siyasal yapılanmalara doğru ayrışmanın bir örneği olması ve Roma zihniyetini göstermesi bakımından klasik Grek demokrasisi ile Roma demokrasisinin yurttaşlık kavramları arasındaki çarpıcı bir farka değinmekte yarar var. Klasik Grek dünyasında bile kendi içinde birbirinden farklı ekonomik-toplumsal gelişmeler sonucu devlet hukuku bakımından değişik yapılanmalar olduğu için, bu karşılaştırmada klasik Yunanistan’ın Attik demokrasisi ölçüt olmaktadır. Atina’da ve Roma’da hukuken yurttaş sayılan kişilerin farklı konumları ayrıntıya girmeden özetlenecek olursa, Atina yurttaşı uygulamada da kendini yöneten bir birey olarak kişiliğini üstün tutabilirken, Roma Cumhuriyeti’nin yurttaşı devletle olan ilişkisinde birey olarak ön planda bulunamıyordu. Bir yüksek görevliyi seçse bile, aktif siyasal işlevi orada bitiyordu. Seçilen kişi, kendisini seçenlere karşı sorumlu sayılmayan bir yetkili olarak mutlak devlet otoritesinin taşıyıcısıydı [18]. Doğu siyasal kültürünün bir öz niteliği olarak Roma Krallığı’nda da, Cumhuriyeti’nde de gördüğümüz bu yaklaşım, Roma Cumhuriyeti’nin devlet üstünlüğü zihniyeti, İmparatorluk çağının ilerleyen dönemlerinde, Mutlakıyet’in, Tanrı-imparator anlayışına varmasını kolaylaştırmıştır. Sıkı sıkıya şehir ekonomisiyle, toparlanmış güçlü merkezî ekonomiyle bağlantılı şartlar altında ancak kurulabilecek olan Mutlakıyet’i Eski Doğu’da Sümer’in mekânına dünya egemenliği düşüncesiyle birlikte ilk olarak Samiler -Akkadlar- yerleştirmişti. Hem bu Mezopotamya’ daki, hem de Mısır’daki dünya egemenliği düşüncesi ve Tanrı-krallık kavramı Roma’yı bin yıllık tarihi boyunca etkileyen Doğu kültürlerinin karakterlerini vaktiyle belirlemişken, Roma’nın dolaysız olarak Mısır’dan aldığı etkiler de, bünyesi elverişli kıvama geldiğinde, öteden beri taşıdığı devlet üstünlüğü anlayışını pekiştirmiştir. Akdeniz birliğinin parçalanmasından itibaren Antikite’den uzaklaşan Avrupa’da, Yeniçağın sonuna kadar hukuken varlığını sürdüren Feodalitenin Geç Ortaçağ ile birlikte içinin boşalmağa başlamasını ve yerini ilerde mutlakıyetçi yapıya kavuşacak olan güçlü merkezli bürokratik devlete terketmesini sağlayacak ekonomik şartlar, Eski Doğuya nazaran ancak binyıllar sonra yerine gelebilmiştir.
Burada noktayı koyarken, Batı dünyasının içinden, değil Kıta AvrupasıAnglosakson[19] farklarını, sadece Kıta Avrupası’ndaki farkları ana çizgileriyle örnek olarak hatırlamak bile, çağların akışı içinde taban karakterinin ne kadar dirençli olduğunu görmeye yeter. Fransa’nın siyasal kültürü ile Almanya’ nın siyasal kültürü: Bu devletlerin toprakları vaktiyle sadece Roma’nın Gallia’sı ve Roma’nın uçlarındaki Germania olarak birbirine uzak kalmış değiller, hayır, bunlar üstelik Antikite’den uzaklaşarak Ortaçağ normlarını yaratan ilk Batı Imperium'unun, Karolenj İmparatorluğu’nun bizatihî alanlarıydı, ama o Batı Imperium'u 843’te üç kardeş arasında Frank veraset ilkelerine uygun bir biçimde alt birimlere bölüştürüldüğünde, rastgele seçilmiş bir coğrafî sınırlamaya göre değil, zaten daha önceden tabandaki kültür farklarına göre belirgin hale gelmiş yönetim bölgelerinin, ortak bir imparatorluk tacına bağlı kalan üç krallığa, Doğu Frank, Batı Frank ve Orta Frank Krallığı’ na dönüştürülmesiyle paylaşıldı. Zamanın akışı içinde, daha Antikite’de tabanların derinine sızmış olan siyasal kültürler, Büyük Karl’ın hükümdarlığında henüz Yüksek Feodalite aşamasına ulaşmamış olan ve üniter yapıda olmasa da, oldukça etkili bir merkezî taç otoritesi altında yönetilerek Batı dünyasının çekirdeğini oluşturan bu ülkelerde bile çarpıcı farklarıyla dirilmişlerdir: Germania topraklarındaki Doğu Frank Krallığı’ndan ademi merkeziyetçi, Cermen kabile düzeninin izlerini Roma tarafından sildirtmemiş ve bünyesine Roma siyasal kültürünü bir bütün olarak sindirmemiş olan Almanya; Romen Gallia’nın topraklarındaki Batı Frank Krallığı’ndan güçlü merkezli üniter yapısıyle Fransa; “fermuar bölge” olarak adlandırdığım, RomanCermen öğelerin içiçe girmiş olduğu ve zaman içinde siyasal parçalanma ve erimeye rağmen taban mozaikinde bugüne kadar kültür damgalarını korumuş olan, hatta 15. yüzyılda bir büyük güç siyasetine yönelen Burgonya Büyükdukalığı’nda dirilecek olan Orta Frank Krallığı’ndan da, bugünün Benelux ülkelerinden Orta İtalya’ya kadar uzanan çokkültürlü ara şerit.
Roman ve Cermen toplumsal bünyelerinin farklılıkları, değişik tarih aşamalarından şu örneklerle hatırlanabilir: Fransa Yeniçağ’ın ikinci yarısında güçlü “Kraliyet Mutlakıyeti”ni bütün Avrupa’ya bir model olarak sunarken, Almanya’da mutlaklaşabilenler, yüzyıllar boyunca İmparator karşısında güçlenerek doruktaki taç makamını feodal ilişkilerin doğasına uygun biçimde sınırlayabilen Taç Vassalleri, yani “Prensler” olmuştur. Nazi yönetiminde Almanya’nın bütün alanının üniter devlete dönüştürülmesi, kendi bünyesinin eninde sonunda kabul edemeyeceği bir yabancı organ etkisi yaratmıştır. Roma siyasal kültürünün soyut kurumlar devletiyle bağlantılı devlet üstünlüğü anlayışı ile onun karşısındaki Cermen siyasal kültürünün kabile geleneğindeki “kişiler birliği” devlet anlayışının izlerini Savaşlararası Dönemin İtalyan Faşizmi ile Alman Nasyonalsosyalizminin söylem farklarında bile görmek mümkün. Nutuklarında Mussolini daha çok “devlet”, “parti” gibi kurumları dile getirirken, Hitler “halk”, “ırk” gibi kavramları daha sık kullanmıştır.
Bu örnekler gösteriyor ki, derinine kazınmış ve günümüze kadar varlıklarını sürdüren izler aynı derinliklere ulaşabilen yeni bir etkilenmeyle silinmedikçe, bir ülkenin temel yapısını, bünyesine yabancı olan ve keyfî biçimde seçilmiş bir modele göre -örn. üniter yapı/federatif yapı- değiştirme özgürlüğü pek yok, çünkü asırların, binyılların, iliklere kadar inmiş, organın siyasal kültürünü biçimlendirmiş zihniyeti, gelip geçen yönetimlere ve hatta rejimlere göre daha zor değişmektedir.