ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Feda Şamil Arık

A.Ü.D.T.C.F. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

Anahtar Kelimeler: Türkiye Selçuklu Devleti, Siyaseten Katl, 1075-1243, Türkler

1 SİYASETEN KATL VE HUKUKÎ NİTELİĞİ

Türkler'de devletin başında bulunan hükümdarların mutlak yetkilerine, örf-siyaset haklarına dayanarak verdikleri en ağır ceza, şüphesiz ölüm'dür. Bilindiği gibi ölüm, hükümlünün yaşamına çeşitli biçimlerde son vermek suretiyle uygulanan bedenî bir cezadır[1]. Türk-İslâm devlet anlayışı, hükümdarın bu yetkisine bağlı olarak gelişen kurumu "siyaseten katl" olarak adlandırmıştır. "Siyaset"kelimesi de hükümdarın daha ziyade devlet yönetimi ile politika gerekleri dolayısıyla verdiği ölüm cezası manasına gelmektedir[2]. Türk örf hukuku ile devlet geleneğinde, mutlak bir otoriteye sahip olan hükümdarın, kudretinin son sınırı olarak ölüm cezası verebilme yetkisinin bulunduğu kabul ve ifade edilmiştir[3].

İslâm hukukçuları da kaynağını örfi hukuk'tan alan bu yetkiyi "siyaset" adı altında tanımak zorunda kalmışlar ve hükümdarın bu fiilî durumunu, İslâm hukuku adına da tasdik ve tescil etmişlerdir. Şöyleki, İslâm Ceza Hukuku'nda birtakım suçlar "hadd, kısas ve diyet” gibi belli cezaları gerektirmektedir. Ancak, suç sayılan bazı fiillerin cezaları tayin edilmemiş ve bazen de cezayı ve cezalandırmayı gerektiren fiilleri, suç olarak tespit olunmamış ve dolayısıyla cezaları da gösterilmemiştir. Fakat İslâm hukuku'nun bu boşlukları, fıkhın ana kaynaklatınca bulunup meşrulaştırılan tazir kurumu formülü ile kısmen de olsa, doldurulmaya çalışılmış, bu sayede kamuya veya devlete karşı işlenen suçlara, devlet hizmetlilerinin görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ve hattâ bazen Tanrı'ya karşı işlenilmiş suçlara ceza vermek imkânı doğabilmiştir. Ne var ki, suçların tespiti hususunda hükümdar (ulu'1-emr) ile yetkili memurlarına tanınan bu geniş elastikiyet ve takdir hakkına rağmen, söz konusu suçların karşılığında verilebilecek cezanın limiti ayni çeşit hadd cezasını aşamayacağı gerekçesiyle bazı hukukçularca en çok 79 sopa vurulmasıyla sınırlandırılmıştır. Yani suç ister hafif, ister ağır olsun, takdire göre verilebilecek en ağır ceza statik bir nitelik taşımaktaydı. İşte bu durağan ve değişmez âzamî ceza, özellikle çok ağır suçları işleyenleri cezalandırmaya kafi gelmediği için bu kurumu da pek işe yarar bir durumdan çıkarmaktaydı. Bu durum karşısında, hukuk teorisyenleri tâzir kurumunun prensiplerinden hareket ederek bir başka usul bulmuşlar, "siyaset" adi altında hükümdarlara haklarında kesin bir şer'î hüküm bulunmayan bütün hususlarda kanun koyma yetkisi tanımışlardır ki bu da, "örfi hukuk" ve örfi yetkinim İslâm hukukçularınca da kabulünden başka bir şey değildir'. Bu suretle hükümdara, suç sayılmasına İmkân olmayan fiillere bile, eğer devlet ve millet yararına bir sonuç verecekse, cezalandırma hakkı verilmiş ve İslâm Ceza Hukuku’nun boşlukları doldurulmuştur. Böylece artık haklarında kesin bir şer'î hüküm bulunmayan suçları yalnız tâzir kurumu çerçevesinde cezalandırmak zorunluluğu kalmamış ve örfi yetkileri (siyaset) sayesinde hükümdar ile vekillerinin -tâziren kadı tarafından en çok 79 sopa ile cezalandırılabilecek-suçluları "siyaseten" ölüm cezasına dahi çarptırılabilmeleri mümkün hale gelebilmiştir[4].

Faril, boyunca görüldüğü üzere, İslâm ve Türk devletleri hükümdarları da kendilerine tanınan bu haklara dayanmak süretiyle çeşitli kimseleri ölüm cezasına çarptırmışlar ve bu yetkilerini pratikte çeşitli vesilelerle sık sık kullanmışlardır. İşte gerek Selçuklu devri devletleri[5], gerek Osmanlı[6] ve gerekse öteki Türk devletleri hükümdarları gibi, Selçuklu sultanlarının da yaşam ve ölüm üzerinde karar verme yetkilerini bizzat kullandıkları kaynaklarımızda yer alan kayıtlardan anlaşılmaktadır.

2 GENEL ÇİZGİLERİYLE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİNDE SİYASETEN KATL

Bir insan için en ağır sayılabilecek ceza olan ölüm (siyaset), Büyük Selçuklu Devleti'nde sultanlar tarafından oldukça sık verilip uygulanmıştır. Elimizdeki kayıtlara göre, ölüm cezası başlıca tebaa'ya, tâbi olan veya olmayan hanedan üyeleri ile görevlilerine, vassal kuruluş hükümdar, hâkim, hanedan mensupları ile tebaasına, savaş esirlerine ve halifelik mensuplarına verilmiştir. Münferid olarak uygulanabilen bu ceza, diğer cezalara ek olarak da verilebilmiştir. Bu cezaya hükmedilirken ilgili suç nedeni ile bir soruşturma yapılabildiği gibi, buna gerek duyulmayan haller de olmuştur. Yine önemli kişilerin katlinde ferman verilmiş, acele durumlarda veya sultanın huzurunda yada yanında yapılan infazlar da fermansız yerine getirilmiştir. Bu cezanın uygulanması göresi, başka görevlilere tevdi ve havale edilebildiği gibi, kimi zamanlar sultanlar da verdikleri bu cezanın infazlarını bizzat yerine getirmişlerdir. İnfazlar başlıca, kılıçla, okla, işkenceyle idam, asma, boğdurma (suda veya yay kirişiyle), zehirleme, fillerin ayaklarına atma vb. gibi şekillerde yapılmıştır. İnfazlardan sonra bazı durumlarda, vezir gibi yüksek devlet erkânının kesik başları durumdan kesin olarak emin olmak isteyen sultanların yanına merkeze gönderilmiş, başsız gövdeler ise ailelerine teslim edilmişlerdir. Yine bazı durumlarda ölüm cezasına çarptırılan, tâbi kuruluş hâkimleri çok feci bir şekilde işkence ile öldürülmüş, kesik başları merkeze sultanın yanına gönderilip, ordu içinde teşhire tâbi tutulmuş, cesetleri de ailelerine verilmeksizin köpeklere atılmıştır. Şimdi önce tebaa'yı ilgilendiren siyaset cezalarını ele alalım:

a) Tebaa'ya

Elimizdeki kayıtlara göre, vezir gibi yüksek dereceli mülkî devlet erkânı, hâcib, saray maskarası gibi, saray teşkilâtı mensupları ve eyâlet teşkilatında görevli vâli, mültezimler gibi kimseler işledikleri, sultanların tahta geçmelerine muhalefet etme, devlet işlerine müdahalelerde bulunma, devleti yıkma amacıyla faaliyet gösteren Bâtinîler ile işbirliği yapmak gibi siyasî nitelikli suçlar, sultanın emrine geç uyma, örf ve âdetlere aykırı olarak, ilân edilen genel matem törenlerine katılmayarak, içki ve eğlence ile meşgul olmaları dolayı Siyla, tahrik ve ikna suretiyle sultandan katl fermanı alınması üzerine, münferid veya diğer cezalara ek olarak ölüm cezalarına çarptırılmışlardır. Bunlardan vezir gibi devlet görevlileri hakkında katl kararı alınırken, gerektiğinde soruşturma yapılmış, deliller saptanmış, suçu sabit olanlar İçin ise, buna gerek duyulmamıştır. Bu gruptaki kimselere verilen bu cezanın İnfazı ise, zincirle boğulmak ve daha şerefli bir infaz şekli olan kılıçla idam, dili üçe yarılmak veya ensesinden çıkarılmak suretiyle işkenceyle katl, zehirletme ve suda boğdurtma gibi şekillerde yapılmıştır, şimdi bu hususlardaki kayıtlarımızı ele alalım:

Vezirlerin katline dair olan kayıtlarımızın ilki Alp Arslan zamanına aittir. Buna göre bu sultan, azledip, Mervü'r-Rûd'a sürgün ettiği vezir Kündürî'yi, Hatun'un ve bu şehir Reis'inin şefaatine rağmen, gönderdiği iki gulam aracılığıyla öldürtmüştü. Sultan, Nişapur Reisi Mahmud'un Mervü'r-Rûd'da nâib'i bulunan kardeşi Abdü'r-rezzak'a bir ferman göndererek Kündürî'nin "...zincirle boğulup, yedi gün (süreyle) kalenin kapışına herhalde teşhir amacıylaaşılmasını emretmiş ve infaz İçin merkezden iki gulam göndermişti. Bunların ellerinde de Mahmud'a hitaben yazılan, Kündürî'nin öldürülmesini ve başının kendisine gönderilmesini emreden bir ferman vardı. Kündürî boğularak öldürülmeyi kendisine yakıştırmamış ve şöyle demiştir: "Ben ne ayyar, ne de hırsızım ki boğulayım, kılıç benim İçin daha iyidir, o, günahlarımı siler. Çünkü kılıç ile öldürülen kimse şehid olur", o, öldürülmesinden sadece yeni vezir Nizamü'l-Mülk'ü sorumlu tutmuştur. Gözleri bağlanarak cezası arzusu üzerine kılıçla infaz edilen Kündürî'nin başı sultana götürülmüş, gövdesi ise kızkardeşi tarafından teslim alınarak doğum yeri olan Kündür'e götürülerek defnedilmiştir (1063). Onun katlinde Nizamü'1Mülk'ün etkili olduğu muhakkak sayılmaktadır. Hatta kaynaklar, Nizamü'1Mülk'ün vezir öldürtmek gibi, kötü bir bidat çıkardığını ve hükümdarlara kötü bir yol gösterdiğini bizzat Kündürî'nin ağzından nakletmelerdir[7].

Sultan Mehmed Tapar da, veziri Sa'd ü'l-Mülk'ü öldürtmüştür. Sultan 1107'de Şahdiz kalesini tahrip ile Batıniler'i katletmiş, ele geçen belgeler vezirin onlarla ilişkisini ortaya koyunca, idam edilmişti[8].

Saray teşkilâtı mensuplarına verilen ölüm cezalarıyla ilgili ilk kaydınız Alp Aslan zamanına aittir.Buna göre bu sultan önce taht rakibi ve kardeşi Süleyman'ın emrindeyken, sonra hizmetine giren Hacib Ay-Tekin'i, emrine girmekte gecikmekle suçlayarak ölüm cezasına çarptırmış ve İnfazı onu kılıcıyla ikiye biçerek bizzat yerine getirmişti (458/1066) [9].

Sultan Melikli ise, oğlu Davud'un ölümü üzerine İlân edilen genel mateme uymayarak, İçki ve eğlenceyle meşgul bulunan saray maskarası Caferek'in öldürülmesini emretmiş ve bu emir, dilinin üçe yarılması veya başka bir kayda göre, ensesinden çıkartılması suretiyle işkence ile öldürülmesiyle yerine getirilmişti. Hakkında katl karar alınırken olayın doğruluğunun tahkiki amacıyla bir soruşturma yapılmış, deliller saptanmış ve tanıkların ifadelerine de başvurulmuştu[10].

Vali gibi eyalet teşkilatında vazifeli yüksek devlet görevlileri ile mültezimler de bu cezaya maruz kalmışlardır, örnek olarak MelikŞah, veziri Nizamü'1-Mülk'ün oğlu olmasına rağmen, Belh valisi Cemal-ü'l-Mülk'ü görünüşe göre devlet işlerine müdahalelerde bulunması dolayısıyla, Horasan Amîdi aracılığıyla zehirlettirerek öldürtmüştü (475/1082) [11]. Yine bu hükümdar Bağdad Şahnesi Gevher Ayin ile Humar Tekin'in kendisini tahrik ve İknası üzerine verdiği bir fermanla Basra mültezimi İbn Allan'ı suda boğdurtmak suretiyle katlettirmişti (1079) [12].

Kale kütüvali gibi askeri teşkilatta görev yapan kimseler, merkez ordusunda yer alan kumandanlar, başka ülkelerde fetihlerle görevli ümerâ ise, nedenini bilemediğimiz suçlar, âsî saltanat iddiacılarıyla İşbirliği yapmak, devlete ve sultanlara ihanet ve komplo hazırlamak, hükümdarın onayım almaksızın başına buyruk hareket etmek, düşman ordusu saflarına geçmek gibi suçlar nedeniyle ölüm cezasına maruz kalmışlardır. Haklarında katl kararı alınırken gerektiğinde soruşturma yapılmış, cezalan ise, okla ve görünüşe göre kılıçla idam şeklinde infaz olunmuş, bazen boğdurulma usûlü de uygulanmıştır. Bu husustaki kayıtlarımızın ilki, Alp Arslan zamanına aittir. Buna göre bu hükümdar, bir suçtan ötürü çadırına getirilen Berzum kalesi kütüvali Yusuf Harezmi hakkında ölüm cezasına hükmetmiş ve İnfazı da onu okla vurarak öldürmek şeklinde bizzat uygulamak istemiş ancak oku hedefini bulamamıştı[13]. Yine bu sultan, kardeşi Kavurd'la İşbirliği yapıp kendisine bir komplo hazırlamak isteyen ordusundan bir grup kumandam öldürtmek suretiyle cezalandırmıştı. Olayda kumandanların bu suçu gerçekten işleyip işlemediğini anlamak İçin sultan bir soruşturma da yaptırmıştır[14].

MelikŞah, Anadolu'da onayı olmaksızın hareket eden Ebü'1-Kasım'ı, görünüşe göre Emir Bozan'a verdiği bir emirle, boğdurtmuştu[15].

Sultan Sancar, Gurlu hükümdarı Alâü'd-din Hüseyin'le yaptığı savaşta (1152) kendisine ihanet ederek Gurlular tarafına geçip, yapılan ve Selçukluların galibiyeti ile sonuçlanan savaşta esir alındığı anlaşılan bir kumandanı derhal öldürtmüştü[16].

Ulema'ya ve adli teşkilat mensuplarına ise, diğerlerinden daha az ölüm cezası verildiği anlaşılmaktadır. Bu hususta tespit edebildiğimiz bir kayıt, MelikŞah zamanına aittir. Buna göre, Rûyanlı Fahrü'1-islâm Abdü'l-vâhid b. İsmail nedenini bilemediğimiz bir suçtan ötürü Taberistan kadısı iken katledilmişti, [17] infazın ise, ulemadan olması nedeniyle boğdurulma veya asma şeklinde yaptırıldığı düşünülebilir.

Raiyyet'ten bazı kimseler ise, devleti tahrip ve yıkmak amacıyla hareket eden Bâtınîlik, isyan, "mehdî"lik iddiasıyla halkı kıtal ve ayaklanmaya teşvik suçlarından ötürü ve bazen diğer cezalarla birlikte bu cezalara çarptırılmışlar, infazlar ise görünüşe göre, kılıçla ve asılma ile idam şekillerinde yapılmış, kesik başlar bazen Halifeliğe veya merkeze gönderilmiştir. Mesela Sultan MelikŞah Mısır'dan gelip Basra bölgesinde komünist Karmati zemin üzerinde mehdilik iddiasıyla ortaya çıkıp (1090), etrafına pek çok taraftar toplayan, ve Basra'yı yakıp yıkan Balba'yı, sonunda yakalatarak Bağdad'da tahkir ve teşhir ettirerek astırmıştı[18].

Mehmed Tapar, H07'de Şah-diz kalesini alarak buradaki Batmileri öldürtmüş, katledilen Bâtinilerin reisi Abdülmelik Attâş'ın kesik başını.Bağdad'a göndertmişti. Sancar da Bâtınîleri tenkil etmiş, 521/1127'de Horasan Bâtınîlerinden 10.000 kişiyi öldürtmüştü[19].

b) Hanedan Üyelerine

Büyük Selçuklu sultanları tâbi olan veya olmayan üvey kardeş ile yeğenleri, amca, hala, yeğen gibi aileleri fertlerine de bu cezayı vermişlerdir. Türkler'deki tahta veraset anlayışı dolayısıyla saltanatı ele geçirmek amacıyla kendilerine karşı mücadeleye girişen ve tâbi olan veya olmayan hânedan mensupları yakalandıklarında idam cezasıyla cezalandırılmışlardır. Ayrıca taht iddiacılarını destekleyip, onların safında yer alan üvey yeğen, hala gibi ikinci dereceden akrabalarını da Selçuklu sultanları öldürmedikleri takdirde ileride kendileri için bir tehlike yaratabilecekleri ihtimalini ve devletin yüksek çıkarlarını gözönüne alarak bunlara da bir güvenlik önlemi niteliğinde aynı cezayı vermişlerdir. Bunlara verilen cezaların infazı ise, -hanedan üyelerinin kanlarının kutsal sayıldığı için akı ulamayacağı şeklindeki eski Türk geleneği dolayısıyla genellikle yay kirişi ile veya suda boğdurmak suretiyle yapılmış, bazen zehirleme gibi yöntemler de uygulanmıştır.

Bu hususta tespit edebildiğimiz ve Tuğrul Bey devrine ait olan ilk kaydımıza göre, bu hükümdar, Fâumîler ve Besasîrî'nin de etki ve desteğiyle kendisine karşı üçüncü kez ayaklanan ve Rey civarında yapılan savaşta yenilerek esir düşen (1059) üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı yay kirişi ile boğdurtmuş, aynı savaşta ele geçen ve Yınal 'ın kardeşi Er-taş'ın oğulları olan yeğenleri Ahmed ile Mehmed de aynı âkıbete mâruz kalmışlardı. Yınal'ın öldürülmesinde memlûk emirlerinden Humar-Tekin de âmil olmuştu[20].

Sultan MelikŞah, Rey'i ele geçirerek kendi sultanlığını ilân etmek üzere harekete geçen, ancak Hemedan civarında yapılan savaşta (1073) yenilerek yakalanan amcası, tâbi Kirman Selçuklu devleti hükümdarı Kavurd'u aynı şekilde kendi yayının kirişiyle boğdurtmuştu[21]. Bir kısım kaynaklar ise, onun zehirletildigini belirtmektedirler[22]. Yine Sultan MelikŞah, Kavurd'la olan mücaddesinde kocası El-Basan'dan sonra Kavurd'ıı destekleyen halas. Gevher Hatun'u, liatunlarrn siyasi rolleri dolayrsryla bir gaile çıkaracağı endişesiyle görünüşe göre Nizamü'l-Mülk'e verdiği bir emirle servetini müsadere ettirdikten sonra öldürtmüşü[23]. MelikŞah'a iki kez isyan eden Tek, Tutuş ile işbirliği yaparak, Belh'de yerleşmek üzere ayaklandığı İçin Mart lO94'de Sultan Berkyaruk tarafından yakalanarak ölüm cezasına çarptırılmış[24], Fırat nehrine atılıp suda boğdurulması suretiyle cezası infaz olunmuştu[25]. Sultan Mehmed Tapar, tahttan indirdiği yegeni MelikŞah'!, daha sonra kendisine karşı yapüğı savaşta (1105) yenip, atabeyi Ayaz ile birlikte öldürtmüşü[26]. Yine bu hükümdar kardeşi Sultan Berkyaruk'un annesi Zübeyde Hatun'u, görünüşe göre vezili Müeyyid'ül-Mülk aracılığıyla boğdurtmak suretiyle kadettirmişti[27].

c) Vassal Kuruluş Hâkim, Hükümdar ve Tebaasına, Halifelik Mensuplarına

Selçuklu sultanları hakim, emir, hükümdar gibi kendilerine tabi kuruluşların başında bulunan kimselere de, vassallıktan çıkma, isyan, düşman devletlerin egemenliğine girme, onlar adına para bastu’ma, hutbe okutma, Selçuklu imparatorluğu'nun nezdlerindeki temsilcilerini tutuklama, mallarını yağma ve zulfımlerde bulunma, yolları kapama, eksik vergi gönderme, Selçuklu emirlerini katletme gibi hukukî, siyasi, askeri suçlarından ötürü ölüm cezalan vermişlerdir. Yine bu kuruluşlara, halifeliğe mensup, kadı, köle gibi tebaa da siyasi konulara müdahale etme, sultanların onayım almadan tahta bir kimseyi geçirme ve Selçuklu tebaasından kimseleri öldürme gibi siyasi ve adi suçlan nedeniyle te'dip edilerek bu cezayla cezalandırılmışlardır. Bunların İnfazı ise, işkence ile öldürülmek ve görülünüşe göre kılıçla idam şekillerinde yapılmış, bazen cesetleri köpeklere yedirildiği gibi, kesilen başları da teşhire tabi tutulmak üzere merkeze gönderilmiştir.

Bu hususta Tuğrul Bey zamanına ait olan ilk kaydımıza göre, bu sultan, Mısır Fâtımî De١'leti'nin temsilcisi el-Müeyyed Fiddîn'in etkisi ve teşvikiyle tâbilikten kurtulmak için isyan eden, Fâümî devleti adına para bastırıp hutbe okutan Vâsıt ve çeVresi hâkimi İbn İsfâncus'u, Irak valisi Ebu'1-Fazl Hemedanî aracılığıyla yakalatarak işkenceyle öldürtmüş, cesedi köpeklere atılmış, kesik başı da sultana gönderilerek ordu içinde teşhir amacıyla dolaştırılmıştı[28].

Alp Arslan saltanat değişikliğinden yararlanarak Selçuklu egemenliğine karşı baş kaldıran Saganiyan emîri Musa'yı kalesini ele geçirerek esir etmiş ve ölümle cezalandırmıştı [29].

Sancar, tâbi HarezmŞahlar devleti hükümdarı Atsız'ın bağımsız bir devlet kurmak, hattâ Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun yerine geçmek istemesi, izin almadan kendiliğinden göçebe Türkler'e karşı seferler yapması, nezdindeki Selçuklu temsilcilerini tutuklama, mallarını yağma ettirmesi, yolları kapaması, vergisini düzensiz göndermesi neden ve suçlarından ötürü tedip etmiş (1138), yendiği Atsız'ın esir düşen oğlunu da babasının yaptıklarına karşılık olmak üzere derhal öldürtmüştü[30].

Sultan Mehmed Tapar, çok sevdiği Yağı-Sıyan oğlu Mehmed'i öldüren Hille'nin Şiî Arab emîri Sadaka b. Mezyed'i bu yüzden katlettirmişti[31].

Tâbi kuruluş ile halifelik tebaasına verilen cezalara gelince., Tuğrul Bey, kendisine sorup, onay almadan Âmid hükümdarı Sâ'id'in yerine küçük yaştaki oğlunu geçiren bir kadı'yı ölümle cezalandırmıştı[32].

MelikŞah, babası Alp Arslan'ın katllini öldüren Ferraş Cami'nm oğlunu kadeden Halifenin kölesini kısas olmak üzere kadettirmişti[33].

ç) Tutsaklara

Savaş, fetih, baskın gibi olaylar sonucu ele geçen tâbi kuruluş emîr ile aile ferderi, raiyyet, ordu mensubu gibi kimseler de, geçmişte yapılan savaşlarda esir düşen Türkler'e, yaralılara çok ağır işkenceler yapmaları, başka devletler adına lıııtbe okutmaları, te'dipleri amacıyla kuşatıldıklarında. Tiklerin kesik başlarını hakaret olmak üzere fırlatmaları, taht iddiacılarının safında yer almaları, lıaydııtlıık ve eşkiyalık yaparak güvenlik ve asayişi bozmalan, kendilerini suikast düzenleyerek öldürtmek istemeleri, savaşa kalkışmalan gibi suçlan dolayısıyla sultanlar tarafından ölüm cezasıyla cezalandırılmışlardır. Bunlara verilen cezaların İnfazı ise, bizzat sultanlar tarafından da yerine getirilmiş, infazlarda görünüşe göre kılıçla idam, fillerin ayaklan altına atıp, ezilerek, çiğnenerek ölüm gibi usûller uygulanmıştır.

Bu hususta Tuğrul Bey zamanına ait olan ilk kaydımıza göre, bu sultan kuşattığı kalede esir alman Sincar emiri ile bir kısım halkım öldürtmüştü. lO57'de Besasiri ile yapılan savaşta Kıtalmış komutasındaki Selçuklu kuvvetleri bozguna uğramış, ŞİÎ eğilimli Sincar emiri ile halkı yenilip, esir düşen Oguzlar'a hatta yaralılara görülmemiş işkenceler yapmışlar, bunlan vahşice öldürmüşlerdi, üstelik Mısır Fâtımîlerinin tabiyetini kabul etmişlerdi. Kutalmış Sincarlıların yaptığı vahşeti sultana anlatınca, buraya gelinerek kuşatılmıştı. Sincarlılar, surlar üzerine çıkararak hakarete ve geçen yıldan sakladıkları, öldürdükleri Türklerin kesik kafalarını fırlatmaya başlamışlardı. Bu ağır tahrik ve hakaretler üzerine, kale hücum ile alınmış ve bu cinayetleri dolayısıyla Sincar emiriyle lıalkıı bir kısmı, görünüşe göre Tuğrul Bey'in emriyle öldürülmüştü[34].

Yine bu hükümdar, kendisine isyan eden kardeşi İbrahim Yınal'ı yaptıkları savaşta mağlup etmiş, esir edilen adamlarından, ordusu mensuplarından pek çoğunu da katlettirmiştir[35]. Ayni şekilde, tabi hükümdar Hezaresb'in Besasiri'ye karşı yaptığı baskında ele geçirilen esirleri, fillerin ayaklan altına atarak bizzat cezalandırmıştı (449/1057) [36].

Sultan MelikŞah, lO86'da Caber kalesini ele geçirmiş, kale sahibi Sâbıkü'ddin Caber ile ailesi mensuplarını, haydutluk ve şekavet yapıp, ülkede sükun ve asayişi bozdukları gerekçesiyle öldürtmüştü[37].

Sultan Sancar Karahanlı devleti hükümdarı Arslan-Han'ın emriyle kendisini öldürmek üzere harekete geçen 12 askeri yakalandıklarında katlettirmişti[38]. Yine, Irak Selçuklu Devleti başkenti Hemedan'ı İşgali üzerine, bu devletin hükümdarı Mesud'un Atabeğ i Karaca ile Yusuf Çavuş'u, Dînever yakınlarında yapılan savaşta Mesud ile birlikte ele geçirmiş, Mesud'u tahrikle savaşa yol açtıkları gerekçesiyle görünüşe göre, bizzat kendi eli ile (kılıcıyla) öldürmüştü[39].

TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ NDE SİYASETEN KATL

1-SiYASETEN KATL'İN SEBEPLERİ

Türkiye Selçuklu Sultanlarının siyaseten ölüm cezası vermelerinin ne denleri çeşidi olup başhcaları şunlardır: Otoritelerinin tehdit ve tahdit edil mesi, hayatlarına ve saltanatlarına karşı tehlikeler, kendilerine yalan söylen mesi, katle derhal gerek duymaları, tahrik edilmeleri sonucunda katl emr vermeleri, devlete isyan, ihanet, düşmanla İşbirliği yapma, halka zulümde bu lunma, görev yetkisini kötüye kullanma, hanedan üyelerine tecavüzler, eşkıyalık, hırsızlık, başkaları aleyhinde iftirada bulunma, [40] emirleririin dinlen memesi, koydukları yasaklara uyulmaması[41] vb...

2 SİYASETEN KATL'DE USUL VE İNFAZ

Türkiye Selçuklu sultanları sanıkların gerçekten suç işleyip işlemediklerini bizzat yaptıkları veya yaptırdiklari bir soruşturma ile tespit etmişlerdir. Gerek yargılamalı, gerekse yargilamasiz yapılabilen soruşturmada mevcut delilleri incelemişler, gerektiğinde tanıkların ifadelerine başvurmuşlardır. Ancak İslâm hukukuna göre, "siyaset-tazir" hakkına sahip olan hükümdar,bazen bir suç karşılığı olmadan da bu hakkını gerekli gördüğü kimseler karşısında kullanabildiğinden[42], onların takdir hakları kimi zaman soruşturma ile bağlı olmadan da genişleyebilmiş, soruşturma yapmaksızın da katle karar verebilmişlerdir. Bu hususun daha ziyade icraî askerî sınıf mensupları için söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Her iki durumda da, kendilerinde uyanan kanıya göre sultanlar ölüm cezasına hükmetmişler, bazı durumlarda da şeriat'a baş١٦ırarak bu cezanın hukûken mümkün olup olmadığını fetva ile tespit ettirmişlerdir. Sultanların, bilhassa nüfuzlu ve yüksek dereceli devlet adamları hakkında verdikleri hükümlerde katlin câiz ve meşru olduğuna dair İslâm hukuku'nun görüş ve yardımına başvurmaları, kamuoyunun, devlet erkânının tepkisinden korkmaları, ve aldıkları katl kararında yalnız kalmak istememeleri ile açıklamak mümkündür. Sultanların verdikleri ölüm hükümleri, genellikle yazılı emirler (ferman) şeklinde olmuş, bununla birlikte bazen de kadler ferman verilmeden yani şifahi emirler üzerine yapılmıştır ki bunlar da genellikle acil durumlarda, veya sultanın yanında, huzurunda bulunan kimselerin katli dolayısıyla bahis konusu olmuşlardır.

Sultanların verdiği bu emirler üzerine hükümlülerin cezalarının infazı işine girişilebilmiş ve bu genellikle, kılıçla idam (boyun vurma, kafa kesme) asma ve boğma şekillerinde yapılmış, nadir olarak da recm etme (taşlama), yakma ve deri yüzme gibi İslâm hukukunda yeri olan ve olmayan usûllere başvurulmuştur. İnfazlar, daha ziyade, aslen bu işte görevli olan ve Emîr-i Dâd'ın emrinde bulunan "cellad"larca yerine getirilmiş, kimi durumlarda da bu iş için Sübaşı, Emîr-i Candar, Emîr-i Alem, Yatakçı Candar vb. gibi icraî askerî sınıf mensupları özel olarak görevlendirilmişlerdir. İnfazlardan sonra yine sultanların emirleri uyarınca, ibaret alınması, halkın yatışürılması, maktûllere karşı duydukları kinin teskini amacıyla, cesetler kale burçları veya demir kafes gibi çeşitli yer ve şekillerde teşhir edilmişlerdir. Türkiye Selçuklu sultanları genellikle mâkul ve haklı sayılabilecek gerekçelerle kad hükümleri vermişler, çeşitli suçların fâillerini, bu en ağır bedensel cezaya çarptırarak, meydana getirdikleri kötülüklere karşı, kefaretlerinin bedelini ödetmek amacını gütmüşlerdir, ?\ncak bazen de hukukî olarak suçlulukları tespit edilmeden ve hattâ suçlu olmadıkları halde, bir emirleri ile istedikleri kimseleri bertaraf ettirebilmişlerdir ki bu da onların mudak yetkilerinin genişliğini ortaya koymaktadır. Ne varki, onlar haksız olarak veya yanılgıları sonucu verdikleri "siyaset" cezalarının infazından sonra büyük bir vicdan azabı duymaktan da geri kalmamışlar, hattâ bu ıstırap ve pişmanlık bazen onların hastalanmalarına yol açmış, ölümlerine bile neden olmuştur. Diğer taraftan, haksızlığa kurban giden kimselerin yakınlarına ellerinden geldikleri kadar maddî-manevî yardımlarda bulunmuşlar, bu suretle hatalarını bir ölçüde telâfi etmeye çalışmışlardır.

3SİYASETEN KATL UYGULAMALARI

Türkiye Selçuklu sultanlarının verdikleri ölüm cezalarını başlıca a) Tebaa'ya, b) Hanedan Mensuplarına-Akrabalara, c) Tutsaklara verilenler olmak üzere üç ana gruba ayırarak incelemek mümkündür. Bunlardan ilk kategoride icraî askerî sınıf mensuplarına, ulemâ-din adamlarına ve raiyyet'e verilenler ele alınacak, İkincisinde de esas itibariyle saltanat veraseti anlayışından kaynaklanan ve ayrı ve özel bir siyaseten katl şekli sayılması gereken hanedan üyelerinin kadedilmesi olayı söz konusu edilecektir. Ayrıca bunun gibi hükümdarın yetkisini ilgilendirmesi dolayısıyla, bir siyaseten katl sayılmasa da, esirlere verilen ölüm cezalarının bahis konusu edilmesi de uygun bulunmuştur.

Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:

ATEBAA'YA

Tebaa'ya yönelik ölüm cezalarını, devlet erkânı ile ümerasına, ulemâyadin adamlarına, ve raiyyet'e verilenler olmak üzere üç kışıma ayırabiliriz. Şimdi bunları ve bunlarla ilgili kayıtları gözden geçirelim:

a) Devlet Erkânı ile Ümerâsına

Kaynaklardaki kayıtlar ve örnekler, lürkiye Selçuklu devletinde icraî askerî sınıf mensuplarının -imtiyazlarının yanısırabilhassa cezalandırma hususunda diğer kimselere nazaran daha az güvenceye sahip olduklarını kafi derecede ortaya koymaktadır. Aynı şekilde Türkiye Selçuklu sultanlarının, Büyük Selçuklu ve Osmanlı hükümdarları gibi, ölüm cezasını da daha ziyade bu sınıf üyelerine verdikleri görülmektedir. Onlar, gulam kökenli olan ve olmayan devlet adamlarının hayatları üzerinde rahatça tasarruf imkanı bulabilmişler, hattâ kimi zamanlarda da merkezle ilişkileri çoğu zaman gevşek ve düzensiz, kontrolden uzak uç'lardaki askerî kuvvetlere, yani Türkmen unsuruna dahi kad emirleri verebilmişlerdir.

Sultanların askeri sınıf üyelerine ölüm cezası verirken, usûl bakımından soruşturma esasına daha az uydukları da görülmektedir. Meselâ otoritelerinin sınırlanmak istenilmesi, hayadarına ve saltanatlarına karşı tehlikeler, isyan ve isyan şüphesi, ihanet vb. durumlarda onlar herhangi bir soruşturmaya gerek duymaksızın, kendi takdir haklarına dayanarak katle karar vererek bunları infaz ettirebilmişlerdir. Bununla birlikte düşmanla işbirliği yapmak, ihanet, halka zulümde bulunmak ve buna benzer durumlarda da mutlak olmasa bile bir soruşturma yapmışlar veya yaptırmışlardır.

İcraî askerî sınıf mensuplarından birisi hakkında zulmü veya başka nedenlerden ötürü kendilerine yapılan şikayet başvuruları üzerine, onlar derhal harekete geçmişler, bazı durumlarda doğrudan doğruya bizzat soruşturma yaparak, katl emri verip veremeyeceklerini tespit etmişlerdir. Soruşturma, gerek yargılamalı ve gerekse yargılamasız olabilmiştir. Ancak, kanıt toplama, tanık dinleme ve gerektiğinde tarafların ifadelerine başvurma ve onları yargılama gibi hukukun vazgeçilmez gereklerini de yerine getirdikten sonra, ölüm cezasına hükmetmişlerdir. Sultanların soruşturma prensibine uymadan verdikleri katl kararlarında ise, kade zaruret görmeleri, o an için derhal bir kanıya varmaları veya gazapları yani kontrolden çıkmış bir durumda bulunmaları etken olmuştur.

Selçuklu sultanları, gerek soruşturma sonucunda, gerekse soruşturma yapmaksızın, kendilerinde uyanan kanı doğrultusunda aldıkları kad kararlarını gerektiği zaman fetva ile de teyid etürebilmişlerdir ki aşağıda göreceğimiz üzere, Pervâne gibi yüksek dereceli ve büyük divan üyesi bir askerînin herhalde kamuoyunun ve ordunun tepkisinden korkulması dolayısıyla, ortadan kaldırılması işi, ancak şeriat'ın yardımına başvurulmak süreriyle gerçekleşdrilebilmişdr. Ölüm hükümleri daha ziyade yazılı olmuş, bilhassa uzakta bulunanların kadi için "ferman" yollamak gerekmiştir. Ancak fermansız kadler de bahis konusu olabilmiştir. Bunlar daha ziyade belirttiğimiz gibi âcil durumlarda, sultanların huzurunda, verdikleri emirlerle yapılanlardır.

Sultanların gerek yazılı, gerekse sözlü emirleri üzerine, infaz işine başlanabilmiş ve bu daha ziyade, kılıçla idam ve asma, bazen de yakma ve taşlama (recm) gibi şekillerde yapılmıştır. İnfazlardan sonra ise, sultanların emirleriyle cesedler kale burçları ve demir kafes gibi çeşidi yer ve şekillerde teşhire tâbi tutulmuşlardır.

Türkiye Selçuklu sultanlarının icraî askerî sınıf üyelerine verdikleri bu katl hüküm ve cezalarını 1٥Münferid olanlar, 2٥Toplu olanlar şeklinde iki kışıma ayırarak incelemek mümkündür.

1°- Münferid olarak

Selçuklu sultanlarının icraî askerî sınıf mensuplarına münferid olarak verdikleri ölüm cezalan ile ilgili olan kayıdar daha ziyade saray, hükümet ve ordu teşkilatında görevli Gulam, Dizdar, Atabey, Pervane, Nâib, Ordu Komutanı gibi yüksek dereceli olan ve olmayan askerîlerle ilgilidir. Bunlardan en eski tarihli olan ilkine göre, Sultan II. Rükneddin Süleytnanşâh çok sevdiği gulamlarından birisine "siyaset" buyurmuştu. Şöyle ki gulam, yaşlı bir kadının elindeki yoğurdu veya ayranı parasını vermeden zorla alıp içmişti. Bunun üzerine kadın sultanın huzuruna çıkarak onu şikayet etmişti. Sultan durumun doğru olup olmadığının araştırılması, yani bir soruşturmanın yapılması için "Emîr-i Dad"a emir vermiş, daha sonra "gulam"ı da yanına getirterek tarafları bizzat yargılamaya başlamıştı. Davalı önce suçunu kabul etmemiş, davacıya da eğer iftira ediyorsa, bunu hayatıyla ödeyeceğini bildirmişti. Rükneddin’in yaptığı yargılama sonucunda, gulamın gerçekten de suçlu olduğu kusturulmak suretiyle ağzından yoğurdun veya ayranın çıkmasıyla anlaşılmıştı. Bu durum karşısında sultan çok sevdiği halde, gulamını derhal ölüm cezasını çarpürmakta tereddüt etmemişti[43].

Bu kayıttan da açıkça anlaşılacağı üzere, askerî sınıfa dahil ve saray teşkilatında sultanın bizzat maiyyetinde görevli olan bu gulam, raiyyet'ten bir kimseye karşı onun malını, parasını ödemeden zorla aldığı, yani gasb'da bulunduğu için bir zulüm suçu işlemiştir. Bu olayın ön soruşturması ve sanığın huzura celbi görevi Emîr-i dâd'a havale edilmiş, daha sonra bizzat sultan tarafından bir yargılama yapılmış ve sanığın suçluluğu anlaşılarak "siyaset" cezasına hükmedilmiştir. İnfaz ise görünüşe göre, Emîr-i dâd'ın adamları yani "celladlar" tarafından yapılmıştır. Sanık suçunu inkar ettiğinden ve sultana da dolayısıyla yalan söylediğinden onun nezdinde cezası, suçu bir kat daha ağırlaşmıştır. Suçunu kabul edip yalan söylememiş olsaydı, belki de bu kimsenin daha hafif bir cezaya çarptırılması mümkün olabilecekti. Görüldüğü üzere, Türkiye Selçukluları'nda zulüm, gasb, hırsızlık suçları ölümle cezalandırılmakta, hattâ yalancılık ve bir başkası hakkında iftirada bulunmak için de aynı şey bahis konusu olabilmektedir. Halbuki İslâm ceza hukukuna göre hırsızlık ve ağır olmayan gasb cürümlerinin cezası (Şer'î hadd) ölümü değil, el ve ayak kesmek gibi daha hafif bedenî cezaları gerektirmektedir. Selçuklu sultanı ise, İslâm hukukunun bu hususlarda öngördüğü cezaları nazarı dikkate almayarak, kendi takdir hakkına, örfi yetkisine dayanarak, sanığa en ağır bir ceza olan, ölümü vermekte asla tereddüt etmemiştir. Bu durum da, Türkiye Selçuklularında nazarî İslâm ceza hukuku esaslarının her zaman için bağlayıcı olmadığını ortaya koymaktadır.

İkinci kaydımıza göre de Sultan I. Alâeddin Keykubâd, Alâiye kalesinin adını bilemediğimiz komutanını (dizdar) bu cezaya çarpurmışü. İbn Bibî'nin dışında, hiçbir kaynakta yer almayan bu kayıda göre, dizdar hakkında halka zulümde bulunduğu, masum kimseleri katlettiği, üstelik Kıbrıslılarla işbirliği yapuğı ve hattâ kaleyi onlara teslim etmek istediği şeklinde, kendisine bir şikayet mektubu gönderilmesi üzerine, bunların gerçekten doğru olup olmadığını anlamak için derhal harekete geçmiş, ve olay yerine gelerek gizli olarak bir soruşturmaya başlamışu. Dizdar'ın hareketlerini yakından bilen kale "muteber "leri, o'nun zulüm ve cinayetlerini ve ihanetini kanıtlarıyla ve tanıklarla sultana açıklamışlardı. "Ümerâ"nın da kale muteberlerinin sözlerinin doğruluğunu, tanıklık ederek tasdik etmeleri, Alâeddin'de arük onun gerçekten suçlu olduğuna dair tam bir kanı uyandırmışa. Bunun üzerine hemen "cellad"lara, dizdar'ın öldürülmesini ve cesedinin parça parça edilerek, ibret için Alâiye kalesi burçlarında asılarak, teşhir edilmesini emretmişti[44].

Görüldüğü gibi, bu kimse, mülkî-askerî taşra teşkilau bünyesinde görev yapan icraî askerî sınıfa mensup bir kale komutanıdır. O Alâiye'de maiyyetine ve halka haksız yere zulümler yapmış, suçsuz, günahsız kimselerin kanına girmiştir ki sırf bunlar dahi, çoğu zaman ölüm cezasını gerektiren ağır suçlardır. Bilindiği gibi OsmanlIlarda da halka zulmedenlerin "sâî bi'l fesad" sayılıp, hükümdâr veya onun yetkili kıldığı kişilerin emriyle siyaseten katledilmeleri hukûken meşru sayılmıştır''. Dizdar üstelik bununla da kalmamış, Selçuklu devleti aleyhine dış güçlerle işbirliğine girmekten kaçınmamış ve ülke topraklarının bir parçası olan Alaiye'yi düşmana teslim etmek istemiştir. Bu fiil ise, suçların en ağırı olan vatana ihanetdir. Sultan kendisine yapılan suç duyurusu üzerine, olayda lierhangi bir kasıt, dizdar[45]çekememezlik gibi faktörlerin bulunabileceğini de hesaba katarak soruşturmayı bizzat ve gizlice yürütmeyi uygun bulmuş, bu aşamada kanıtlan tespit etmiş, olayların bizzat İçinde yaşayan görgü tanıldarıııı dinlemiş, ve bu suretle soruşturmanın bütün gereklerine uymuştur. Bütün bunların sonucunda da sanığın suçluluğu ortaya çıkmış, ve hakkında katl karan verilmiştir, infaz ise, celladlarca kılıçla yapılmış ve maktûlun parçalanan cesedi ibret alınması İçin ve kale halkının ona karşı duyduğu kinin teskini amacıy’la, sultanin emriyle teşhir olunmuştur.

Gerek bu kantlardan anlaşılacağı gibi, gerekse kaynaklarımızda ayrıca ifade edildiği üzere. Sultan Alaeddin, vatana ihanet, zulüm vb. gibi suçlan İşleyenlere, kad, gasb, ve hırsızlık gibi âdi suçların faillerine, asla müsamalra göstermemiş ve onları hak ettikleri en ağır cezalarla cezalandırmıştır[46].

Bu hükümdardan sonra yerine geçen oğlu Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev de, tahta geçtikten sonra Atabeg, Pervane, Naib gibi büyük divan üyesi olan yüksek dereceli icrai askeri sınıf mensuplarına, orduda görevli üst rütbeli komutanlara, siyaset cezalart vermiştir ki bunların çoğunun hakli veya makul gerekçelere dayandığını söylemek pek mümkün görünmemektedir. Mesela Gıyaseddin, saltanata geçmesinde yardımı dokunan yaşlı Atabeg'i Emir Şemseddin Altun-aba-yr Çâşnîgir'in, Emir Sadeddin Kopek'iıı, aleyhinde ağır isnad ve iftiralarda bulunması dolayısıyla, bunları doğru olarak kabul ederek hiçbir soruşturmaya gerek duymaksızın, katledilmesi emlini vermişti. Sultan yüzüğünü (engüşter) Emir Kopek'e vererek, bu Irususun İfası İçin ona yetki tanımış, ve infaz İşine nezaret etmekle görevlendirilmişti, o da. Divana gelei'ek Atabeg'¡ kendi eliyle bir "yatakçı candar"a teslim etmiş ve bunun tarafından Emir Altun-aba, Alaiye dışına Çikarularak şelıid edilmişti[47].

Görüldüğü üzere, büyük divarr üyesi olan Emir Altun-aba, kendisi aleyhinde sultana yapılan ithamların ve iftiranın kurban olmuş, ve bunların gerçekten doğru olup olmadığına bakılmaksızın, katli hakkında karara varılmıştır. Bu da şüphesiz sultanin kışkırtılması sonucu verilen bir siyaset cezasıdır. İnfazı uygulamak veya nezaret, özel olarak Emir Köpek'e verilmiştir. Atabeg'in İdamı ise-herhalde bir tepki gelmesinden korkulduğu için olacakyatakçı candar tarafından kent dışında yerine getirilmiştir.

Sultan Gıyaseddin, yine kendisinin yakın adamı ve tahta çıkmasında rolü bulunan Pervane Emir Taceddin'in de öldürülmesine ferman buyurmuştu. O, Emir Kopek'in kendisine rakip ve emellerinin gerçekleşmesi bakımından bir engel olarak gördüğü Pervane Taceddin'in eski Artuklu melikinin şarkıcı bir cariyesi ile gayr meşrû ilişkide bulunduğuna dair söylentilere ve dedikodulara dayanarak, Akşehir imam ve kadılarından bu suçun (zina) "recm" cezasını gerektirdiğine dair aldıği bir fetva üzerine, onun öldürülmesi emrini vermiş ve bu katlin şeriat'în hükmü olduğuna dair ferman yazılmak üzere, mührünü Emir Köpek'e devretmişti, "fetva" ve bunun gereğini yapmak üzere yazılan "ferman"la Taceddin'in ikta saltası olan Ankara'ya giden Emir Köpek, kentin "ümera", "eimme" ve "âyan"ını toplayarak elindeki hükümleri okumuş ve tutuklayarak kentin meydanına getirdiği Erzincanlı Kadı Çerefeddin oğlu Pervane Emir Taceddin'i, orada halka (avam) taşlatarak (recm), bu cezayı infaz ettirmişti, [48]

Görüldüğü üzere, buradaki katl'de fetva'nın önemli bir rolü olmuştur. Bilindiği gibi sözlük anlamıyla fetva "sorulan bir müşkil hakkında cevap" demektir [49]. Divan üyesi ve yüksek tlereceli bir icrai askeri sınıf mensubu olan Pervane Emir Taceddin'in öldürülmesini gerektiren neden, zina töhmetiyle bulunmuştur. Çünkü böyle bir kimsenin, hakkında herhangi bir şikayet mevcut olmadığı 11 aide, makul olmayan gerekçelerle katledilmesi, hoş karşılanmayacak, çoğu kimse, hakli olmayan bu katli kötü niyete, gareze yoracak ve meşrû görmeyerek lanetleyecektir. Pervane'nin suçu Emir Köpek'in kendi ölçüsüne göre yapüğr soruşturma ile güya açığa çıktıktan sonra bunun belgelenmesi gerektiğinden, katlin meşrû olduğuna dair ulema'dan bir de fetva alınmıştır. Bu şekilde fetva âdeta yargılama yerine geçmiştir. Çünkü fetvada da konu İncelenmektedir. Yargılaması¿ soruşturmanın sonucunda alınan bu fetva ile, belki yargılamanın eksikliği pek ufak bir çapta giderilmiştir, ama bunu hiçbir zaman bir yargılama olarak kabul etme imkanı yoktur. Katlin şeriatçe de câiz olduğuna dair alınan bu fetva ile, hükümdarın rahatça idam cezası vermesi sağlanmıştır. Sultan, kararlaştırılan hükmü ferman şeklinde yazdırması için mühür yüzüğünü Emir Köpek’e vermiş, ve onu infazın yapılmasıyla görevlendirmiştir. O da Ankara’ya gelerek halkın huzurunda fetva ile fermanı okumuş ve İslâm ceza hukuku’nun zina suçu için öngördüğü ceza uyarınca mahkumun idamını recm, yani taşlanarak öldürülmek suretiyle gerçekleştirmiştir[50] ki bu ceza ve infaz şekli Türkiye Selçukluları'nda olduğu gibi, Osmanlılar zamanında da ancak çok ender ve sınırlı durumlarda uygulanmıştır[51].

Bu zayıf hükümdar keza, 1238 Temmuz'unda Sümeysat'ın fethinden sonra, büyük devlet adamlarından Divan üyesi "Nâib-i saltanat" Emir Kemaleddin Kâmyar'ı da, bir töhmetle suçlayıp, Konya dolaylarındaki Gâvele Kalesi'ne göndertmiş ve bir süre sonra da Emir Köpek’e verdiği bir fermanla katlettirmişti[52]. Bunun da yukarıdakiler gibi sultanın kışkırtılması ve kendisinden bu konuda emir alınması sonucunda ifa edilen bir siyaset cezası olduğu şüphesizdir.

Verdiğimiz kayıtlardan anlaşılacağı gibi, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, böylece bu değerli devlet adamlarına suçlu-suçsuz demeden, hattâ gerçekte suçlu olmadıkları halde, Emir Köpek'in entrikaları ve tahrikleri ile bunların suçlu olduklarına, kendilerinden muhtemelen tehlike gelebileceğine inanması sonucunda, bu haksız siyaset cezalarına hükmetmiştir.

Yine bu hükümdar, ordu mensubu olan yüksek rütbeli ümera'ya da ölüm cezaları verebilmiştir. Mesela bu hususta elimizde bulunan bir kayıda göre o, Moğollarla yapılan Kösedağ savaşından sonra (1243), ihanet etmekle suçlanan Faradevle'yi idam ettirmişti[53] ki bu kimse, İbn Bibî'nin Gürcü-oğlu Zâhirü'd-devle olarak bahsettiği Şalva'nın oğlu Fardahla olup, Selçuklu ordusundaki paralı Hıristiyan askerlerinin kumandanı idi[54]. Faradevle hakkında tarafgir bir ifade kullanan Aknerli Grigor her ne kadar onun bu savaşta canla başla savaşıp elinden geleni yaptığını söylüyorsa da[55], Kösedağ'da Selçuklu öncü kuvvetlerinin kumandanları arasında bulunan Şalvaoğlu, Moğollar'ın safında bulunan Gag hâkimi Akbuğa'nın karşısında bayrağını çevirip kaçmıştı. Yine savaştan dönen Emir Mübarizeddin Çavlı, sultanın yanına gelip, o'nun karışık davranışları hakkında şikayette bulunmuştu[56]. Bunlar, o'nun gerçekten de ihanet etmiş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmekte ve bu itibarla katlin haklı bir nedene dayandığını söylememize imkan vermektedir.

Selçuklular bakımından hayatî derecede önem taşıyan bu savaşta Şalvaoğlu'nun görevini tam mânasıyla yapmadığı, hattâ kendi ırktaşları karşısında vuruşmayarak, savaş alanını terkettiği veya kaçmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. Bu ise, görevde ihmal ya da bir noktada ihanet sayılabilir. Bu itibarla sultan tarafından, hakkında idâm cezasına hükmedilebilmiştir. Sultanın kendisinin tutum ve davranışları hakkında başkasından bilgi alması, yani tanıkların ifadelerine başvurması, bir ölçüde soruşturma prensibine uyulduğunu gösteriyorsa da, Faradevle'ye, kendisini savunma hakkı verilip verilmediğini, yani soruşturmada bir yargılamanın yapılıp yapılmadığını bilemiyoruz. Her ne şekilde olursa olsun, içinde bulunulan olağanüstü durum nedeniyle, süratli ve şifahi bir şekilde alındığı muhakkak olan bu katl kararı uyarınca, onun yaşamına son verilmiştir. İnfazın ise, kılıçla idam şeklinde olduğu şüphesizdir ki, Türk devletlerinde gerek Büyük Selçuklularda, gerekse Osmanlılar'da da ordu mensubu askerî sınıf üyelerinin bilhassa savaş zamanlarında kafaları kesilmek suretiyle idam edildikleri bilinmektedir[57].

2°- Toplu Olarak

Türkiye Selçuklu sultanları ihanet, ihanet şüphesi, hayat ve tahtlarına karşı tehlikeler, kendilerine tahakküm vb. gibi neden ve gerekçelere dayanarak, yine saray, hükümet ve ordu teşkilatında görevli olan Emîr-i Ahûr, Emîr-i Meclis, Merkez Melikü’l-ümerâsı (beylerbeyi), ordu kumandanı ve emirleri, sınır garnizonları komutanları (kale kütüvalleri) Sübaşı ve uç Türkmenleri gibi icraî askerî sınıf mensuplarına toplu siyaset cezaları da vermişlerdir. Bu hususta elimizde bulunan ilk kayıt. Sultan II. Kılıç Arslan devrine aittir. Buna göre bu hükümdar, Selçuklu kara kuvvetlerinin bir bölümünü teşkil eden 4.000 Türkmen askerine siyaset buyurmuştu. Kılıç Arslan ile Sivas meliki olan oğlu Melikli arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi üzerine, taraflar çarpışmak amacıyla Kayseri havalisinde karşı karşıya gelmişler, ancak, savaş yapılmamış ve Melikah Sivas'a dönmek zorunda kalmıştı. İşte Sultan Kılıç Arslan, iriddet İçinde bu olayda, oğlunun safında yer alan ve sayılan 4.000 kadar olan Türkmenler'in öldürülmesini emretmişti ( 1188) [58]. Uc Türkmenleri oldukları şüphesiz olan bu kimseler hakkında verilen söz konusu toplu katl hükmünün infaz edilip edilmediğini ise, bilemiyoruz. Ancak anlaşılacağı gibi bu Türkmenler evvelce sultana bağlı oldukları halde, sonradan taraf değiştirerek oğlunun ordusuna katılmışlar ve düşman sıfatıyla Kılıç Arslan'm karşısına çıkmışlardır. Bu suretle ona ilianet etmiş olmaktadirlai'. Bilindiği gibi, Türk tarihinde bu uc Türkmenlerinin devletin mukadderatı üzerinde büyük rolleri olmuş ve onlar genellikle görüldüğü üzere, saltanat mücadeleleri, isyan ve buna benzer durumlarda çıkarları doğrultusunda rahatça saf değiştirebilmişlerdir.

Bil büyük hükümdarın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Sultan I. Giyaseddin Keyhüsrev de, eğer Anonim'in karışık ve başkaca hiçbir kaynakta yer almayan rivayeti doğruysa babasına Ereğli’de zehir vererek ölümüne neden olan Emir Avarızoğlu ile bu konuda kendisiyle İşbirliği yapan suç ortakları dört emiri, ali ta geçtikten sonra yakalatmış ve siyaset cezasına çarptırmıştı. Giyaseddin, babasının ölümünden sorumlu tuttuğu bu emirlerin önce el ve ayaklarım kestirmiş, ve sonra da ateşte yaktırarak[59] babasının öcünü almıştı. Bu çeşit infazlara genellikle hükümdarların duyduğu büyük nefret ve kinin neden olduğunu, gerek bu, gerekse aşağıda ele alacağımız diğer kayrtlar ortaya koymaktadır.

Sultan I. İzzeddin Keykavus da, gerek ordu mensubu olan, gerekse askeri-idari bakımdan uç teşkilatında, ülkenin sınır bölgelerinde komutan olarak görev yapan ümerâyı, düşmanla İşbirliği yapma ve kendisine (devlete) ilranet etme veya sırf bu şüphe dolayısıyla, vatan toprağını savunmaksızın düşmana terketme gibi nedenlerden ötürü toplu olarak ölüm cezasına çarptırmışım Mesela o, 1218 Haziran'ında Eyyubîler üzerine çıktığı Haleb seferinde ele geçirilen Râban kalesi'nin "kütuval"liğine atadığı Maraş emîri Nusreteddin'in damadı ile, yine antlaşma ile Selçuklu topraklarına katılan Telbâşir kalesi'nin "emîr"liği ve ٠'ser-leşker"liğine atadığı kardeşini, idam ettirmişti. Şöyle ki, Haziran ayında başlayan bu seferde ileri harekâta devam edilmiş, ancak Selçuklu öncü kuvvetlerinin Eyyubîlere yenilmesi üzerine, İzzeddin ağustos’ta Elbistan'a geri çekilmek zorunda kalmışu. Bunun üzerine Melik Eşref harekete geçerek sözü edilen bu kaleleri kuşatmış, sultanın atadığı ve adını bilemediğimiz bu emirleri "va'd-u vaid"le korkutup, hoş vaidler ve tadı sözlerle kalelerini teslime ikna ve razı etmiş, daha sonra onları salıvererek, Türkiye'ye göndermişti. Nusreteddin'in damadı ile kardeşi, bu surede sınır garnizonu durumunda olan bu yerleri Eyyubîlere teslim ederek, sultanın yanına gelmişlerdi. İzzeddin, Raban ve Tel-Bâşir'e atadığı bu emirlerin kalelerini düşmana bırakıp geldiklerini duyunca çok hiddetlenmiş, ve derhal emir vererek onları boğazlarından astırmıştı (Ağustos 1218) [60].

Anlaşılacağı gibi, Eyyubîlerin üzerine çıkılan sefer sonucunda ele geçirilen bu sınır kaleleri, Selçukluların güvenliği ve stratejik açılardan çok önemli bir yerde bulunmaktaydı. Bu yüzden bunların komutanlığının çok emin ve güvenilir kişilere verilmesi gerekmekteydi. Sultan, Maraş uç beyi Nusreteddin'in damadı ile kardeşine -herhalde bölgeyi de iyi tanımalarından olacakanânevi teamüle uygun olarak, bu yeni fethedilen kalelerin kütuvalliği ve Sübaşılığı görevlerini vermiştir. Ancak onlar, Eyyubî hükümdarı Melik Eşrefin kendilerini kuşatması üzerine, onun tehdit veya tadı sözlerine kanarak kalelerini düşmana terketmişlerdir. Onların her ne pahasına olursa olsun kendilerine tevdi edilen vazifenin gereklerini yerine getirmeleri, savaşmaları ve gerekirse bu uğurda canlarını feda etmeleri gerekirken, onlar belki de durumun ümitsizliği karşısında bunlardan kaçınmışlar, kendi canlarını devletin yüksek menfaaderinden önce düşünmüşlerdir. Bu ise, sultan tarafından vatana ihanet suçu olarak sayılmış ve bunun cezası da çok ağır olmuş ve onlar, bu harekederinin bedelini, canlarıyla ödemek zorunda kalmışlardır. Sultanın huzurunda oldukları için, verilen sözlü emirle de bu sınır garnizonlarının askerî-mülkî komutanları katledilmişlerdir. Bu kayıt ve olay, ta Hunlar zamanından beri, Türklerde bir karış vatan topraginin bile herşeyin üstünde ve değerli tutulduğu, adeta kutsal sayıldığı anlayışının Türkiye Selçuklu Devleti'nde de devam ettiğini ve değişmediğini göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Sultan İzzeddin, geri çekildiği Elbistan'da kendisine ihanet etmekle suçladığı ümerasından bir kısmını da topluca yaktırmak suretiyle idam ettirmişti. Büyük ümit ve hazırlıklarla çıkılan bu seferde Melik Efdal'in hiyanet ederek Eyyubiler tarafında yer alması, Selçuklu öncü birliklerinin de yenilmesi ve geri çekilmek zorunluluğunda kalması, daima zaferler kazanmış ve yenilgi yüzü görmemiş olan İzzeddin'i çok sarsmış, ve psikolojik bakımdan büyük bir üzüntü ile çöküntüye uğratmıştı. Bu moral ve manevî yıkım, onun hiddet ve ıstırabını arttırmış ve başlangıçta bu sefere taraftar olmayan bazı emirlerinin de kendisine ihanet ettiği şüphesine düşürmüştü. Halep hükûmdan Melik Zahir'in ölümüyle yei'ine geçen oğlu Melik Aziz'in küçük yaşta olması dolayısıyla naibeliğini yapan annesi, Selçuklu ordusunu bilek gücüyle yenemeyeceğini anlayınca Selçukluları hile yoluyla yenmek, aralarına nifak sokmak ve onlan psikolojik bakımdan yıpratmak amacıyla bir plan hazırlamıştı. Buna göre güya bazı Selçuklu emirleri kendisiyle temasa geçmişler ve mektuplar yazmışlardı, İzzeddin, İşte güya emirlerin yazdığı, gerçekte ise, naibenin hazırladığı bu salrte mektupları ele geçirmiş ve huzurunda topladığı emirlerin önlerine fırlatmıştı. Günahsız emirler bu mektupları görünce hayretler içinde kalmışlar, düşmanla İşbirliği yapmanın ve sultana ihanet etmelerinin büyük bir yalan ve iftira olduğunu, bu İşten habersiz olduklarım söylemişler, sultanin birtakım düzencilerin hilelerine iltifat göstermek, delilsiz, isbatsiz bir surette böyle bir hiyaneti kendilerine yakıştırmak ve bundan ötürü de ceza vermesinin doğru olmayacağım söyleyerek, yalvarıp yakarmışlardı. Ancak İzzeddin bunları dinlememiş ve onların topluca katledilmesini buyurmuştu. Bunun üzerine el ve ayakları bağlanan beyler bir eve sokularak yakılmışlardı (Ağustos 1218) [61].

Görüldüğü üzere, Eyyubîlerin Selçuklu sultaninin kendi askeri üzerindeki güvenini sarsnrak arnactyla başvurduğu hile ve emirler aleyhinde giriştiği menfi propaganda anracrna ulaşmış, sultan emirlerin ihanetinin güya belgesi olan bu uydurma mektuplara, yani sahte delillere dayanarak ihanet suçunun sübüt bulduğunu kabul ederek, onlar hakkmda katl karart almıştır. Şüphesiz bttrrda İçinde bulunulan olağanüstü durum ve koşulların yol açtrğt psikolojik ve moral faktörler de büyük ölçüde etken olmuştur. Sinirleri bozulan İzzeddin bu ruhi perişanlık, bunaltın ve üzüntü İçinde etrafından, maiyyetinden bile şüpheye düşmüş, emirlerin başlangıçta bu sefere pek istekli olmamaları da onun kuşku duymasında veya kuşkularının artmasında rol oynamıştır. Beyler, sultanin yanına getrilerek suçları bildirilmiş ve bunu belgeleyen sözde kanıtlar kendilerine gösterilmiştir. Beyler de kendilerini savunmuşlar, bunların uydurma olduğunu ve kendilerine yöneltilen suçun varit olamayacağım belirterek bunu şiddetle reddetmişlerdir. Fakat sultan, buna rağmen kendi görüşünde ısrar etmiş ve hükmünü vermiştir. Açtk bir mahkeme tarzında yapılan bu yargılamada derin bir soruşturma yapılmaksızın sadece elde bulunan sahte delillere (mektuplara) dayanılmak suretiyle katl kararma varılmıştır. Sultanin yanında olduğu İçin bunda ferman verilmesine lüzum görülmemiş, infaz ise, Türkiye Selçuklu tarihinde örneğine pek rastlanmayan ve bu bakımdan orijinallik arzeden bir tarzda, yakılmak suretiyle yapılmıştır. Çekli itibariyle İslâm hukukuna da pek aykırı olan bu çeşit infaz biçimine, Osmanlı sultanları da ender olarak başvurmuşlardı[62].

Gerçekte suçsuz oldukları halde, sadece şüphe ve sahte delillere istinaden ümerâyı siyaset cezasına çarptıran Sultan İzzeddin, ibn Bibiye göre, sonradan bu hareketinden dolayı çok pişman olmuş, geride kalan emirlerine kendisine mani olmadıkları İçin sitemler etmişti[63]. Ayrıca beyleri yaktırdığı erin yerinde, -sonradan "Yamk Mescid" (Mescid-i Sûhtegan) adim alacak olanbir mescid de yaptırdığını Anonim rivayet etmektedir[64]. İzzeddin'in bu olaydan bir iki yıl sonra veremden ölmesinde (1220) emirleri yaktırarak oldürtmesinden duyduğu büyük ricdan azabının da payı olduğu şüphesizdir.

Türkiye Selçuklu tarihinin bundan sonra ve en geniş kapsamlı sayılabilecek toplu tasfiye ve katl liareketi, bu hükümdardan sonra yerine geçen, kardeşi Sultan I. Alâeddin Keykubâd'ın saltanat yıllarının başlarında vukû bulmuştur. Bu hükümdar icraî askerî sınıfa mensup olan büyük beyleri topluca bertaraf ettirmiştir.

Babası ve ağabeyisin¡ saltanata geçiren devlet rical ve ümerâsının siyasî ve ekonomik gücünün kendi zamanında da giderek artması ve bunların devlet işlerine müdahalelerde bulunmaları, Alâeddin'in otoritesini tahdit ve tehdit eder bir hale getirmişti. Öte yandan ağabeysiyle olan taht mücadelesinde de bu beylerin İzzeddin'i desteklemiş olmaları, saltanata geçtikten sonra kendisiyle onlar arasında karşılıklı bir güven ortamının oluşmasını güçleştirmekteydi. Bununla birlikte sultan onları idâreye çalışıyor, fakat özel meclislerde onlardan şikayetini ve hoşnutsuzluğunu açığa vuruyor, bu da taraflar arasındaki kuşku ve dedikoduları körüklüyordu. Alâeddin'in olası bir Moğol tehlikesi dolayısıyla, Konya ve Sivas surlarının inşasına veya katkılarda bulunmaya, emirleri zorlaması ve bu iş için beylerin büyük paralar sarfeuneleri, memnuniyetsizliği daha da arturmışü. Beylerin onu bir komployla düşürüp yerine küçük kardeşi Koylu-hisar meliki Celâleddin Keyferîdun'u tahta geçirmek ve bu surede devlet yönetimini tamamen ellerine almak istemeleri ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Bunu haber alan sultan, hayaüna kast ve saltanatına karşı ortaya çıkan bu tehlike dolayısıyla, derhal harekete geçerek beyleri bertaraf etmeye karar vermişti. Bunlar Kayseri'de verilen bir davette Emîr-i dâd ile sultanın adamları tarafından yakalanmışlar, ve geçici olarak "zindan"a konulmuşlardı.

Muhalif beylerin lideri durumunda olan merkez Melikü'lümerâsı Emîr Seyfeddin Ay-aba-yı Çaşnigîr, ona ve ağabeysine küçüklüklerinde, Bizans'ta bulundukları sırada Atabeylik yapağını, Alâeddin'i vezir ve diğer beylerin arzusu hilafına hapisten çıkarıp tahta geçirdiğini, devlet ricali arasında en yüksek rütbeye sahip emîr olduğunu ve tahakküm kıldıysa onu bu vesileyle yapağını ve hapisten çıkarken Alâeddin'in hayatına dokunmayacağına dair verdiği yazılı ahde güvendiğini söyleyerek kendisini savunmuş ve hareketlerini mazur göstermeye çalışmıştı. Bu sözler sultana erişince, şiddet ve sıkıntısı daha çok artmış ve gazaba gelerek onun hemen bir kale burcuna götürülerek, başının bedeninden ayrılması için celladlara (celladan) emîr (misâl) vermiş ve infaz hemen yerine getirilmişti (6 Haziran 1223) [65].

Tutuklananlar arasında bulunan saray teşkilâtının en büyük görevlilerinden Emîr-i âhur Zeyneddin Başata da değişik bir ölüm cezasına çarptırılmış, bir evin içindeki bir odaya konarak burasının kapısı örülmüştü. Bu suretle o, camna doğrudan doğruya müdahale edilmeksizin ölümle başbaşa bıtakılmış ve burada açlık, susuzluk ve havasızlıktan ölmüştü[66].

Yine saray teşkilâtının önde gelen simalarından Emîr-i meclis Mübarizeddin Behramah ile Malatya sübaşısı ve ordu komutanlarından (Melikü'1-ümera) Emir Balraeddin Kutlugca da tevkif olunmuşlardı ki bunlardan birincisinin Zamando (Kayseri), İkincisinin ise Tokat'a gönderilerek hapsedildiklerini kaynaklar belirtmiştir. Âlcıbetleri hakkında herhangi bir kayit olmamasına rağmen, bunlar da muhtemelen daha sonra idam edilmiş olmalıdırlar[67].

Görüldüğü gibi. Sultan Alaeddin'in bu büyük devlet adamları ile olan ilişkileri yukarıda sözü edilen nedenlerden ötürü istenilen biçimde gelişmeyerek aksine gerginleşmiştir. Gerek siyasi ve gerekse ekonomik açıdan sultam bile gölgede bırakacak şekilde nüfuz ve kudrete sahip olan bu kimselerin, Alaeddin'in kuvvedi kişiliği karsında İŞİ, bir başka kimseyi tahta çıkarmak ve kendisini bertaraf etmeye kadar götürmek istemeleri üzerine, köprüler kesin olarak atılmış ve taraflar arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Sulan diğer nedenlerden ayn olarak tahtına karşı tehlike durumu dolayısıyla ve hatta hayatına kastedilmek istenilmesi karşısında, bu İŞİ artık kesin olarak halletmeye kai'ar vermiş ve btmun İçin çareler aramaya başlamıştır. Nihayet yapılan bilplan sonucunda beyler bir ziyafet sıı-asında yakalanmışlardır. Beylerin tevkifi İşinin açık bir şekilde değil de ancak bu şekilde, yani hile ile gerçekleştirilebilmesi, bu İşin zorluğunu yeteri kadar ortaya koymaktadır. Kendisine karşı hazırlanan komplonun baş organizatörü durumunda bulunan merkez beylerbeyi ve büyük divan üyesi Emir Ay-aba ile diğer emirler hakkında Alaeddin herhangi bilsoruşturma yapmaya bile gerek duymamış, yukarıdaki gerekçelere dayanarak ölüm cezasına hükmetmiştir. Ancak bunların uygulanışı değişik olmuştur. Emîr Ay-aba'ya verilen idam cezasının infazı, hükümdarın ona karşı duyduğu büyük kin ve gazap dolayısıyla؛ kılıçla idam suretiyle yapılmıştır. Emîr Başara için de aynı ceza bahis konusu olmuş bunun infazı ise, örneğine pek rastlanılmayan değişik ve orijinal bir biçimde yapılmış, o, kanı akıtılmaksızın yukarıda belirttiğimiz şekilde ölüme mahkûm edilmiştir.

Sultan Alâeddin'e muhalif ve suikastçı emirlerin idamı tarihini veren (4 Cemaziyelevvel 620/5 Haziran 1223) [68]tek kaynak olan Anonim, ayrıca, âkıbetleri hakkında herhangi bir bilgi vermeden bertaraf edilen emirlerin 24 kişi olduğunu kaydetmek suretiyle[69] Türkiye Selçuklu tarihinin incelememize konu olan döneminin bu en büyük toplu katl ve tasfiye hareketinin kapsamı hakkında bir fikir vermektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz belli başlı büyük emirlerin âkıbetlerinin ne olduğunu biliyorsak da, isimlerini de bilemediğimiz diğerlerinin âkıbetleri karanlıktır. Bununla birlikte bunların büyük bir kısımının ölüm cezasına çarptırıldıkları, bir kısmına da daha hafif başka cezaların verildiği şüphesizdir.

Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev de toplu siyâset cezaları vermiştir. Meselâ o, kendisinin daha önce sözünü ettiğimiz devlet adamları hakkında verdiği katl kararlarında başlıca âmil olan Melikü'l-ümera Emîr Sâdeddin Köpek ile taraftarlarını, daha sonra kendisi için büyük tehlike arzetmeleri dolayısıyla, katl ile bertaraf ettirmişti. Şöyleki, Gıyaseddin'in tahta çıkmasında büyük rol oynayan Emîr Köpek, daha sonra kendi ihtiras ve iktidar arzuları yüzünden bu uğursuz cinayetlere teşvik ettiği zayıf kişilikli bu Selçuklu sultanını bir kukla gibi kullanarak a١٦ıcunun içine almıştı. Kendisine rakip olarak gördüğü devlet adamları engelini aştıktan sonra artık sıra Gıyaseddin'¡ devirip, saltanata geçmeye, fiilî egemenliğini hukukî olarak da tescil ettirmeye gelmişti. Ancak o, Selçuklu ailesinden gelmediği halde, bu iş nasıl halledilecekti? Buna da bir formül bulmaya muvaffak olmuş, otoriteyi ele geçirmek amacıyla düzme bir hikâye uydurmuştu. Kendisinin, gerçekte Selçuklu hanedanının bir üyesi olduğunu ispat ederek kamuoyu önünde nıeşrûiyyet kazanmayr umuyordu. Yaptığı propagandalar ile Selçuklu soyundan geldiğini ileri sürüyor, Gıyaseddin'i yapılan büyük fenalık ve kötülüklerin başlıca sorumlusu gosteriyor ve üstelik onun Selçuklu sancağını değiştireceğini ve Abbasilerin hilafetini tanımayacağım etrafa yayıyordu. Kopek, 1238 Temmuz'unda Sümeysat seferine çıktığı zaman, fenalıkları ile sultan hakkında yaptığı bu dedikodular ortalıkta yayılmış ve efkar ayaklanmıştı. Emir Kopek'in ar tik bizzat iktidara el koyacağı söylentileri, nihayet geç de olsa bu sultanin aklını başına getirmiş, onu gaflet uykusundan uyandırarak, Kopek'i ortadan kaldırmak çarelerini aramaya sevketmişti. Gıyaseddin bu İşin halledilmesi İçin özel olarak görevlendirdiği Sivas sübaşı'sı (Serleşker) Emîr-i Candar Hüsameddin Karaca'yı Kubad-abad'a yanma çağırttırmış ve bu İşin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir plan yapılmıştı. Bunun uygulanmasıyla Emir Kopek Iluzurdan çıkınca. Enir Karaca ve Emîr-i Alem Togan tarafmdan "çomak" ve kılıçla yaralanmışsa da, onların ellerinden kurtulmaya muvaffak olmuştu. Ancak yaralı bir vaziyette sığındığı saray şaraphanesinde Sarabdarlar tarafından kıstırılmış ve bıçak, sopa ve kılıç darbeleri ile parça parça edilmek suretiyle öldürülmüş ve cesedi sultanin emriyle Kubad-abad kalesinin burçlarına demir bir kafes İçinde asılıp, halkın nefret ve kini teskin edilmeye çalışılmıştı (1239 ilkbaharı) [70]. Bu de Emir Kopek'le beraber hareket eden ancak isimlerini bilemediğimiz diğer "ümerâ"da ayni akıbete uğramış, yakalanarak sultanin emri üzerine " katl" edilmişlerdi[71].

Görüldüğü üzere, genç ve yeteneksiz Sehzade Gıyaseddin'in tahta çıkartılmasmdaki rolü dolayısıyla büyük bir prestij kazanan Emir Kopek, zeka ve kabiliyeti sayesinde koşullardan faydalanmasını bilmiş, giriştiği mücadelede gerek ülkenin esas unsurunu, ve gerekse devlet adamlan arasında epey taraftar toplayarak büyük ve güçlü bir kesimden destek sağlamış ve bu suretle kısa sürede devletin gerçekte tek hakimi durumuna ulaşmaya muvaffak olmuştur.

Faaliyetlerini kamuoyu önünde hep devletin ve saltanatın çıkarlarını korumak, sultana karşı ise, yalnız onun ve tahtının emniyetini sağlama görüntüsü alünda yürüten bu diktatör, daha sonra Selçuklu sultanını da devirip, bizzat yerine tahta oturmak gibi görülmemiş bir emel peşinde koşmaya başlamıştır. Bunun için de her zaman olduğu gibi planlı bir faaliyete girişmiş, sultan aleyhinde gerek ülke içinde ve gerekse ülke dışında kamuoyu oluşturmak ve olumsuz bir hava yaratmak amacıyla müthiş bir propagandaya girişmiştir. Hattâ çağdaş müelliflerden naklen Vincent de Beauvais'in rivayetine göre o, bununla da kalmayarak işi, sultanın canına kastetmeye kadar götürmüş, Gıyaseddin'i boğmaya dahi teşebbüs etmiştir[72]. Tabuna karşı ortaya çıkan bu büyük tehlike ve hatta hayaüna karşı yapılmak istenen bu fiilî teca١٦ızden sonra sultân, Emîr Sâdeddin hakkında aslında geç bile kaldığı kararı almış, idamına hükmetmiştir. Durumun nazikliği yüzünden katl ancak sultanın bu işin halledilmesiyle özel olarak görevlendirdiği Emîr-i Candar gibi emin kişilerle hazırladığı bir plan sonucunda gerçekleşebilmiştir. Bu gibi durumlarda herhangi bir soruşturmanın yapılmasına ve ferman verilmesine gerek olmadığını, daha önce belirtmiştik. Yine infaz, durumun vehameti dolayısıyla, oracıkta hemen kılıçla yapılmış ve Emîr Köpek parça parça edilmek suretiyle öldürülmüştür. Katl işleminin tamamlanmasından sonra, ceset parçaları da teşhire tâbi tutulmuştur.

O'nun idamından sonra da taraftarları arasında ülke çapında geniş bir tutuklama faaliyetine girişilmiş, suçlu-suçsuz olduklarına bakılmaksızın pek çok kişi tevkif olunmuş ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.

Sâdeddin Köpek'in işbirliği yaptığı ve bu işten kendisiyle birlikte birinci derecede sorumlu olan diğer devlet ricalinin de idam edilmesi dolayısıyla, Köpek vak'asını münferid bir "siyaset" cezası şeklinde ele almak yerine, kapsamı dolayısıyla toplu ölüm cezaları bahsinde incelemeyi doğru bulduk. Türkiye Selçuklu tarihinde "kumandan diktatörlüğü'ne de güzel bir örnek teşkil eden Melikü'l-ümera Emîr Köpek olayı, gulam kökenli olmayan bir devlet adamının ne kadar zorluklarla bertaraf edildiğini göstermesi bakımından da dikkate değerdir.

Bu olayın konumuz bakımından önem taşıyan ve söz konusu edilmesi gereken diğer bir yanı da, Emîr Köpek ile suç ortaklarına verilen cezaların, bu işte hiç bir suç ve günahı olmayan ikinci üçüncü dereceden kimselere de yansımasıdır. Sadeddin Kopek ile diğer "ümera"nın bertaraf edilmesinden soma, onlai'111 "vilayet" ve "etrafta olan "cemaat-i miiteallikan" ve "hadem-u l١a؟em"lei’i de sultanin emi'i üzerine yakalanmışlar[73] ve görünüşe göre ؟eşitli yaptırımlara mânız kalmışlardır. Esasen bn durum, Türkiye Selçuklularının araştırmamıza konu olan döneminin tek örneği değildir. Daha önce de Sultan Alaeddin Keykubad büyük ümera tasfiyesinin ertesinde, katledilmiş eıııirlei'in bütün adamlarının, akraba ve taallukatınm da herhangi bir fitne, karışıklık çıkarmalan ilıtimaline dayanarak öldürülmeleri emrini vermiş, ancak sonradan bunu geri almıştır[74]. Herhangi bir sıı؟u olmayan bu masum insanların cezalandııılmasnn makul bil şekilde İzalıa İmkân olmadığı açıktır. Onlar gerçekte suç işlemedikleri lıalde, sadece kendilerinden bir tehlike gelebileceği ilıtimaline veya şüphesine dayanılarak bir önlem alarak cezalandınlmaktadırlar. Bu itibarla sırf devletin selameti ve yüksek çıkarları gözönüne alıııaıak cezalandırıldıklaınıdan, kendilerine verilen ölüm vb. gibi cezalan "siyaseten" yani devlet yönetimi ve politika gerekleri dolayısıyla verilen cezalar şeklinde düşünmek doğru olacaktrr. Fakat her ne olursa olsun, kimi zaman cezaların sadece suçu işleyen kimseye uygulanmaması, cezaların etki ve sonuçlarının suçlulardan başkalarına da aksettirilmesi, bir suçtan dolayı bağımsız olarak veya şerik sıfatıyla sorumlu bulunmayan kimselerin de cezalandırılması, Türkiye Selçuklularında günümüzde artık bir ceza hukuku prensibi olarak yerleşmiş bulunan "cezaların Şahsîliği anlayışının[75] hi؟ olmazsa hükümdara veya devlete karşı işlenen suçlarda, böyle olağanüstü durumlaida, mecburen veya ister-istemez uygulanamadığım göstermektedir.

b) Ulemaya Din Adamlarına

Ti'ırkiye Selçuklu sultanları. Büyük Selçuklu ve OsmanlI hükümdarları gibi, ulemâyadin adamlarına ancak sınırlı hallerde ve ender olarak ölüm cezası vermişlerdir. Bu itibarla onlai'a verilen bu ceza, icrai askerîlere göre çok az bir yer İşgal etmekte ve ulema genellikle daha güvenceli bir durumda buhunnaktadır. Büyük Selçuklular ile Osmanlılar'da ulemaya "istisnai lıaller"den ötürü olduğu kadar, "devletin selâmetine karşı ağır hareketlere girişmesi", "siinni İslâm düşüncesine aykırılık" dolayısıyla da bu ceza verilmişken[76], elimizdeki kayıtlara göre Türkiye Selçuklularında sultanlar, kendilerine cephe almaları ve iktidara geçemeyeceklerine dâir aleyhlerinde fetva vermeleri gibi durumlar sebebiyle, ve düşmanla işbirliği yapmak suretiyle vatana ihanet etme gibi devlet aleyhine işlenen suçlarda başkadı, papaz, gibi bu sınıf mensuplarına katl hükmü vermişlerdir. Görünüşe göre, bu kararı alırken içinde bulunulan koşullar yüzünden bir soruşturma-yargılama yapmak veya yaptırmak gereğini de duymamışlardır. Osmanlılarda ise ulemâ'dan bir kimse idam edileceği zaman o'na önce mirlivalık ihsan olunur, böylece ulemâ sınıfından çıkarularak "dünyevî" bir makama getirilir ve arkasından hemen katledilirdi. Ancak, ulemâ'ya işlediği suç dolayısıyla yaptırılan bir soruşturmadan sonra ceza verilebilirdi[77]. Ulemâ'ya verilen ölüm cezasının infazı ise, Büyük Selçuklular ve Osmanlılarda olduğu gibi, genel olarak boğulmak ve asılmak suretiyle yerine getirilin¡} olmalıdır.

Türkiye Selçuklu sultanlarının ulemâ'ya ve din adamlarına verdikleri "siyaset" cezalarıyla ilgili olarak tespit edebildiğimiz kayıtlardan ilki Sultan II. Kılıç Arslan devrine aittir. Buna göre bu hükümdar, Maraş'ta düşmanla işbirliği yapan Müslüman olmayan bir din adamını idam ettirmişti. Ermeni Prensi II. Thoros'un kardeşi Stefan'ın, Selçukluların iç çekişmelerini fırsat bilerek Maraş'ı ele geçirmesi üzerine (1156), Kılıç Arslan derhal harekete geçmiş ve onu geri çekilmeye mecbur bırakmış ve kent tekrar Selçukluların yönetimi altına girmişti. Sultan, Maraş halkına, Hıristiyanlara elinden geldiği kadar iyi da٦Tanmış, onlara merhamet göstermiş, savaş dolayısıyla kaçan ve sonra dönen Ermenilerin mal ve mülklerine dokunmamışu. Fakat Ermenilerle işbirliği yaparak ihanet eden bir papaza siyaset buyurmuştu[78].

Görüldüğü üzere, Selçuklu uyruğunda bulunan ve muhtemelen Ermeni olan bu Hıristiyan din adamı ikamet ettiği, görev yaptığı şehrin düşman ordusu tarafından ele geçirilmesi sırasında ve daha sonra kendi soydaşlarıyla işbirliği yapmaktan çekinmemiş ve bu suretle ekmeğini yediği, tebaasından olduğu Selçuklu devletine ihanet ederek onu arkadan vurmak istemiştir. Esasen bu gibi durumların bilhassa savaş vb. gibi olağanüstü hallerde ve tarihin kavşak noktalarında ortaya çıkması, düşündürücü ve basit bir rastlantı olmasa gerektir. Vatana ihanet etmek gibi devlet aleyhine bir suç işlemiş olan bu kimse hakkında herhangi bir soruşturma ve yargılamanın yapılıp yapılmadiğim bilemiyoruz. Her ne şekilde olursa olsun, içinde bulunan olağanüstü durumda, suçun sübût bulması üzerine, idamına hükmedilmiş ve hakkında alınan katl kararı infaz olunmuştur.

Bu hükümdardan sonra yerine geçen oğlu I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanına ait olan ikinci ve son kaydımıza göre de bu hükümdar başkent Konya kadısı (başkadı) Tirmizî'yi, tahta çıkamayacağına dâir verdiği rivâyet olunan bir fetva dolayısıyla idâm ettirmişti. Gıyaseddin, ikinci defa tahta çıkmak üzere sürgün hayatı yaşadığı Bizans'tan Türkiye'ye gelmesi yolunda kendisine yapılan çağrı üzerine yurda dönerek, yeğeni olan Sultan III. Kılıç Arslan'ı, Konya'da kuşatmıştı. Fakat şehir halkı, kendisine canla-başla karşı koymuştu. Bunda da, şehrin kadısı Tirmizî'nin, kendisinin Bizans'ta Hıristiyanlar arasında İslâmiyet'e aykırı bir hayat sürdüğü ve dolayısıyla iktidara geçmesinin şer'an uygun olmayacağı şeklinde verdiği fetva'nın büyük rolü olmuştu. Gıyaseddin daha sonra şehri alıp, ikinci kez tahta oturunca, kişiliğini zedeleyen ve hükümdârlığına engel çıkaran bu fetva yüzünden, zamanında dindarlığı zâhidliği ve fetvaları ile Ebu'l Leys-i Semerkandî gibi tanınmış olan bu büyük kadı hakkında "siyaset" kararı almış, verdiği "misal"le onu asnrmışü (Şubat 1205) [79].

Görüldüğü üzere, Sultan III. Kılıç Arslan zamanında başkent Konya kadılığı veya başka bir ifadeyle başkadılık görevinde bulunan Tirmizî, Konya’nın sâbık Sultan Gıyâseddin Keyhüsrev tarafından kuşatılması esnasında, başta bulunan küçük sultana bağlı kalmış ve hatta şehir halkının ٠nukâvemetini artırmak ve Gıyâseddin taraftarlarının gücünü bertaraf etmek amacıyla aleyhinde gerekçeli fetva vermekte asla tereddüd etmemiştir. Onun bunu, sultanın emri ile mi, yoksa kendiliğinden mi verdiğini bilemiyoruz. Fakat her ne olursa olsun, onun bu hareketi Gıyâseddin'in kişiliğini töhmet altına sokmuş, kendisi açısından çok ağır ve vahim bir durum ortaya çıkarmıştır ki Konya halkının kendisine karşı uzun süre direnmesinde sultana bağlılık kadar, bunun da da başlıca âmil olduğu görülmektedir. Ancak sonradan şehri almaya muvaffak olan Gıyâseddin, tahta çıkar çıkmaz, bu mümtaz Şahsiyeti görünüşe göre verdiği yazılı emirle (misal) ve soruşturmasız yargılamasız kadettirmiştir. Kaynakta açık olarak belirtilmemesine rağmen infazın da asılmak veya boğulmak suretiyle yapıldığı şüphesizdir. Türkiye Selçuklularının araşürmamıza konu olan döneminde sultanların şer'î kaza teşkilatının bir numaralı kişisi durumunda olan böyle nüfuzlu ve güçlü kimseleri bile gerektiğinde bertaraf etmekten kaçınmadıklarının tek örneği olan bu olay, dikkate değerdir. OsmanlIlarda da, ulemâ'nın imtiyazı dolayısıyla, idam cezasına pek az çarptırıldığını yukarıda belirtmiştik. Özellikle ulemâ'nın başı sayılan Şeyhü'l-islâmlar bu konuda hemen hemen dokunulmaz sayılmış ve bu devlette ancak üç tane Şeyhü'l-İslâm katledilebilmiştir[80]. Bu fetva rivayetini hased ve garez sahiplerinin bir eseri olarak gösteren İbn Bibi, kadıyı çekemeyenlerin sultan nezdinde kendisine iftirada bulunduklarını ifade etmekte[81], uydurma veya düzme bir fetva hikâyesiyle kadı'nın suçsuz-günahsız bir şekilde öldürüldüğünü imâ etmekle, üstü kapah bir biçimde de olsa, haklı saymadığı bu kadi meşrû görmeyerek tel'in etmektedir. Ancak bu fetva büsbütün asılsız olmadığı gibi, Konya’da Gıyâseddin aleyhinde böyle birtakım dedikoduların da mevcudiyetini ortaya koymaktadır. Nitekim Bizans başkentinde uzun süre Hıristiyanlar arasında ve bir süre da kayınbabası yanında yaşaması, Gıyâseddin'in yaşamı hakkında birtakım söylentilere yol açmış, ve bunlar, başkadılık gibi büyük ve kamuoyunda son derece yüksek bir prestije sahip olan makam tarafından verildiği söylenen fetva ile de teyid edilerek âdeta resmiyet kazanmış olmalıdır. Öte yandan Gıyâseddin'in İstanbul'daki hayatının bu rivayetlere uygun bulunduğunu, Bizans kaynaklarından da tespit etmek mümkündür. Bununla beraber, Selçuklu sultanları genellikle hür düşünceleri ve serbest hareketleri ile tanındığından o bir istisna oluşturmamakta, yalnız onun Müslüman olmayan bir ülkede yaşaması ve dinî bazı kayıtlardan serbest kalması veya koşulların onu buna zorlaması bahis konusu olmaktadır. Sultan Gıyâseddin hakkındaki bu menfî rivayeder ve serbest düşüncelerine rağmen, onun diğer Selçuklu sultanları gibi Anadolu'da İslâmiyet'in yerleşmesi ve güçlenmesinde yaptığı hizmetleri ve oynadığı rolü belirtmek gerekir[82].

Her ne şekilde olursa olsun, yani ister verdiği bu fetva dolayısıyle, ister iftiraya kurban gitsin, kadı Tirmizî'nin idam edilmesinin, kamuoyunda büyük bir kırgınlığa neden olduğu ve tepkiye yol açtığı anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Bibî, bu katlin Konyahlar üzerinde ağır bir etki yarattığını, ülkeye uğursuzluk getirdiğini ve üç yıl süren kuraklığın bununla ilgili sayıldığını ifade etmek suretiyle, bu hususa işaret etmektedir. Yine ayın müellife göre, Sultan Gıyâseddin daha sonra yaptığı işten büyük bir pişmanlık duymuş, kadı'nın ailesinden özürler dilemiş, onlara ihsanlarda bulunarak gönüllerini almış[83] ve bu suretle hatasını tamire çalışmış, duyduğu vicdan azabını bir ölçüde dindirmek istemiştir.

c) Raiyyet'e

İcraî askerî sınıf mensupları ile ulemâ'ya-din adamlarına yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü verilen katl hükümlerinin, halk için de söz konusu olduğu şüphesizdir. Ancak râiyyet'e verilen "siyaset" cezaları ile ilgili olarak elimizde bulunan kayıtlar daha ziyade genel sayılabilecek nedenlere dayanılarak, âdi suçlar dolayısıyla verilenlerdir. Bunlara göre, Büyük Selçuklular ile Osmanlılarda olduğu gibi, Türkiye Selçukluları'nda da raiyyet için öngörülen en önemli katl nedeni, eşkiyalık olmuştur. Raiyyet, eşkiyalık yapmak suretiyle diğer kimseler üzerinde zulümde buhınabilmiştir. Eşkiyalık ka١Tamına ise, yol kesme, yaralama ve adam öldürme suçları girmektedir. Bilindiği gibi, eşkiyalık suçu İslâm Ceza Hukuku bakımından "hadd" cezası ile karşılanmakta ve bu hususta Kur'an'ın yol kesme (kat'üt-tarîk) ile ilgili hükümleri tamamen uygulanabilmektedir. Bu bakımdan eşkiyalığı "siyasetle" cezalandırmak, nazarî olarak İslâm hukukuna da yerine göre uygun olabilmektedir[84]. Selçuklu sultanlarının hırsızlık, soygunculuk yapan, yol kesen, adam öldüren ve bu suretle ülkenin âsayiş ve güvenliğini bozan, böylelikle genel bir ifadeyle eşkiyalık suçunun işleyenlere karşı hiç acımadıklarını ve onları en ağır biçimde cezalandırdıklarını, kaynaklarımızda yer alan kayıtlar ortaya koymaktadır[85]. Nitekim çalışmamızın başlıca ana kaynağını teşkil eden İbn Bibî'nin eserine dercettiği ve aşağıda ele alacağımız kayıttan da anlaşılacağı gibi, Türkiye Selçuklu sultanları raiyyet'i bilhassa bu önemli neden dolayısıyla, katlettirmişlerdir. Eşkiyalık eylemine, normal vatandaşlar kadar sultânların bağlı bulundukları ailenin fertlerinin, sâbık sultanların dahi mâruz kalabildikleri görülebilmektedir. Mübarek sayılan Selçuklu hanedanı üyelerine karşı bile yapılmasından çekinilmeyen bu hareketleri, sultanlar kendilerinin Şahsında devlete yönelik saymışlar, suçluları idam ettirmek suretiyle şiddetle cezalandırmışlardır. Onların böyle durumlarda bile soruşturma-yargılama prensibine uymayı ihmal etmemeleri ve ancak bundan sonra sanıklar hakkında bir karar varmaları, dikkatl çekicidir. Bunun her zaman için böyle olduğu iddia edilemese dahi, Türkiye Selçuklu sultanlarının tebalarına adaletle muamele etmeleri, onun hakkına saygı duymayı başlıca görevleri kabul etmeleri dolayısıyla, genel olarak bu şekilde davrandıkları, hukuken uyulması gereken kuralların gereklerini yerine getirdikleri söylenebilir.

Bu şekilde hakkında katl kararı verilen kimselerin idamı ise, "cellad"lar tarafından yapılmış, infaz biçimi olarak. Büyük Selçuklular ile OsmanlIlarda olduğu gibi[86], daha ziyade asmak şekli kullanılmıştır. Bununla beraber her devirde en çok tercih edilen infaz biçimi olan kafa kesmek ve diğer usûllerin de uygulandığı şüphesizdir.

Türkiye Selçuklu sultânlarının "raiyyet"e verdikleri "siyaset" cezalarıyla ilgili elimizde pek fazla kayıt bulunmamaktadır. Bu hususta tespit edebildiğimiz bir kayıda göre, Sultan II. Rükneddin Süleyman-Şah, küçük kardeşi Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev'in iktidardan düştükten sonra uğradığı Konya'ya bağlı Ladik Köyü'nde, kendisine ve adamlarına karşı tecavüzlerde bulunulması üzerine, suç fâillerini idam ettirmiş ve köylerini de yaktırmıştı (1196) Rükneddin, Konya'da kuşattığı Sultan Gıyâseddin'i tahtı terketmeye mecbur bırakarak saltanata oturmuştu. Bunun üzerine sabık sultan Akşehir yolu ile İstanbul'a gitmek istemiş, bu arada adı geçen köyden de geçmek zorunda kalmıştı. Ne var ki, buraya gelişinde hiç ummadığı bir durumla karşılaşmış, "reâya" tarafından Şahsına ve maiyyetine karşı saldırılarda bulunulmuştu. Hakaretlere uğrayan, malları yağmalanan Gıyâseddin'in adamlarından kimisi de yararlanmış, hattâ ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu durum üzerine Gıyâseddin oradan süratle ayrılıp, Lârende'ye hareket etmek zorunda kalmıştı. Bu arada, ağabeyisi yeni sultana da bir mektup yazarak uğradığı bu iğrenç hareket ile ihanetleri bildirmiş ve suçlular hakkında ko١٦ışturmaya geçmesini istemişti. Sultan Rükneddin bu haberi alınca gazaba gelmişse da tahta henüz çıkmış olduğundan ve ortalıkta eski sultan aleyhinde bir hava estiğinden, ülkesini saklamak ihtiyacını duymuş ve bu hareketi âdeta onaylar bir tutum takınmıştı. Fakat fâilleri ele geçirmek için zekice bir plan hazırlamaktan da geri durmamış, bu hareketi yapanların kendisine baş١٦ırdukları takdirde ödüllendirileceğini ilân ettirmişti. Bunu duyan suçlular, sultanın huzuruna çıkmışlar Gıyâseddin ile maiyetinden gasbettikleri eşyaları da göstererek suçlarını delilleriyle birlikte herkesin önünde itiraf ve gözler önüne sermişlerdi. Bu suretle durumun artık açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkması üzerine, Rükneddin failler hakkında katl kararı almış, celladlara (celladan) suçluların Konya şehri surlarının burçlarında asılarak (salb) idam edilmelerini emretmiş ve bu derhal yerine getirilmişti. Üstelik bununla da yetinmeyen sultan, bunların oturduğu köyü de yaktırmış ki İbn Bibi bu sebeple adı geçen köyün bir asır sonra bile "Yanık Lâdik" (lâdik-i sûhte) adıyla tanındığını belirtmektedirve Selçuklu ailesine karşı işlenecek en ufak bir suçun dahi bu şekilde, şiddede cezalandırılacağını ilân ettirmişti[87].

Görüldüğü üzere, bu olayda Selçuklu soyundan olan birisine, hem de sâbık bir hükümdara ve maiyyetine, Lâdik köyü reâyası tarafından hakaretier yapılmış, gasb ve darblarda bulunulmuş, bu itibarla eşkiyalık suçu işlenmiştir. Bu hareketiere mâruz kalan Gıyâseddin de, durumu derhal ağabeyi olan yeni sultana bildirerek, işi bu derece ileri götürebilen, evvelce ülkenin kaderini elinde tutan eski bir hükümdar ile maiyyetine dahi tecavüz etmekten çekinmeyecek kadar cüretkâr olan bu kimseler hakkında gerekli işlemi yapmasını istemiştir. Bunu duyan Rükneddin son derece öfkelenmiş, ancak ortam ve koşulların uygun olmaması dolayısıyla suçluları sorgusuz sualsiz hemen cezalandırmanın doğru olmayacağını düşünmüş, herhangi bir tepkiden çekinmiştir. Daha sonra sanıkları yanına getirtmek ve delilleriyle suçlarını itiraf ettirmek amacıyla, kendilerini ödüllendireceğini bildirmiş ve bunu bir yem olarak kullanmıştır. Bu surede huzuruna çıkan suçlular da٠gaspettikleri şeyleri göstermişler, yaptıklarını açıkça anlatmışlardır. Böylece sanıkların suçları bizzat kendi ağızlarından itiraf edilmiş, kanıtlar ortaya konulmuş, kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmamıştır. Bu bakımdan bir bakıma soruşturma-yargılama usûlüne de uyulmuş olmaktadır. Artık suç açık ve kesin bir şekilde sübût bulmuştur. Suçun basit bir eşkiyalık suçu olmaktan çıkıp, sâbık sultanın Şahsında Selçuklu hanedanına yönelik oluşu gibi son derece önem arzetmesi nedeniyle de, İslâm hukukuna da uygun olarak "siyaset"e hükmedilmiştir. Bu da Selçuklu sultanlarının kendilerine karşı olduğu kadar, mensubu oldukları ailenin üyelerine yönelik olan suçları da kendilerinin Şahıslarında devlete karşı işlenmiş saydıklarını ve fâilleri ölüm gibi en ağır cezalarla cezalandırdıklarını göstermektedir. İnfazda ise, asmak usûlü tercih edilmiş, suçlular ibret alınması ve teşhir amacıyla şehir surlarında "salb" edilmişlerdir. Ayrıca suçluların ikamet ettikleri ve başkente bağlı Lâdik köyü de bu cezadan nasibini almış, yakılarak oturulamaz duruma sokulmuştur. Sultan Rükneddin’in, suçluları idamla cezalandırmakla yetinmeyerek, köylerini de yaktırıp-yıktırması, bu olaydan duyduğu büyük infial ve gazabı ortaya koymaktadır.

B- HANEDAN MENSUBLARINA-AKRABALARA

Türkiye Selçuklu sultanları, getek Büyük Selçuklu ve Osmanlı, gerekse diğer Türk devletleri hükümdarları gibi, [88] mutlak otoritelerine dayanarak mensubu oldukları ailenin fertlerini de siyaset cezalarına çarptırabilmişler, veya onlar tarafından kendileri bu akıbete uğratılmışlardı. Gerçekten de bu konuda bir Arap müverriliinin açıkça belirttiği üzere, "Selçuklu hanedanından biri, kardeşine veya amcazadesine muzaffer olunca, onu ya idam ettirmiş veya ölünceye kadar hapiste tutmuştur[89]. Bu ifade, ve bunu destekleyen aşağıda ele alacağımız diğer kayıtlar, nitelikleri dolayısıyla diğerlerinden farklılık gösteren bu ayn ve özel cezaların Türk devlet geleneğini büyük ölçüde devam ettiren Selçuklular'daki egemenlik anlayışından kaynaklandığını ve saltanat veraseti usülü dolayısıyla söz konusu olduğunu ortaya koymaktadır.

Devletin yüksek çıkarları veya selameti gereğince, yaşamaları sakıncalı görülen kardeş, yeğen, iratta anne gibi hanedan üyelerinin katlinde ise, herhangi bir soruşturma ve yargılama yapılmasına ihtiyaç duyulmamış ve cülüs gerçekleşince -sultanin eğer çocuğu varsahayatlarına son verilmiştir. Selçuklu soyunun devamı esas kabul edildiğinden, hükümdarın etkek evlâdı olmadıkça, bunların İdamı da ballis konusu olmamış[90] ancak sultanların çocuğu doğduktan sonra, yine onların yazılı emii'leri (ferman) üzerine, katledilebilmişlerdir. Hanedan mensuplarının İdamının infazında ise, genellikle eski Türk geleneğine uyulmuş, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi[] bu kimseler istisnalar dışında, infazların ifasıyla görevlendirilen kimselerin nezaretinde "cellad"lar tarafından kanlan akıtılmadan, yani yay kirişiyle boğulmak suretiyle idam edilmişlerdir. [91]

Şimdi bu husustaki kayıtlan gözden geçirelim:

Hanedan üyelerine verilen siyaset cezalarıyla ilgili olarak tespit edebildiğimiz en eski kayıtlar, kuruluş devrine kadar inmekte ve bunların ilki hükümdarlığı, kişiliği ve faaliyetleri hakkında kaynaklarda çok az bilgiye rastladığımız Sultan Şahin-Şah (1110-116) zamanına ait bulunmaktadır. Buna göre, onun, babası I. Kılıç Arslan'm ölümünden sonra (1107) görünüşe göre, Konya'da Selçuklu yönetimini ele alan amca-zâdesi Haşan Bey'i öldürttüğü ve Türkiye Selçuklu devleti tahtına çıktığı anlaşılıyor. Sultan Kılıç Arslan, Büyük Selçuklulara karşı giriştiği mücadelede beklenmedik bir şekilde Habur'da boğularak hayatını kaybetmiş, ancak geride Mesud, Şahin-Şah (Melik-Şah), Arab ve Tuğrul-Arslan adlarında dört evlat bırakmıştı[92]. Bu melikler görünüşe göre babalarının bu son doğu seferinde yanında bulunduklarından, Konya'da ortaya çıkan otorite boşluğu sultanın kardeşi KulanArslan (Davud)'ın oğlu olduğu sanılan Emir Haşan Bey tarafından doldurulmuştu. Ancak onun, sultanın yeğeni sıfatıyla Konya'da Selçuklu yönetimini eline alması, Kılıç Arslan'ın oğullarının tahtta hak iddia etmelerine tabiî ki engel olamamıştır. Nitekim Sultan'ın en küçük oğlu Tuğrul-Arslan da annesinin yardımıyla Malatya'da bağımsız bir Selçuklu Sultanlığı kurarak meşrûiyetini ilân etmiş ve ona karşı ilk tepkiyi göstermekte gecikmemişti. Sultân Kılıç Arslan'ın oğullarından Şahin-Şah (Melik-Şah) ise, o sıralarda Musul'da vali (melik) olarak bulunuyordu. Ancak daha sonra babasının ölümünü fırsat bilen Çavlı tarafından, bu şehrin ele geçirilmesi üzerine yakalanmış ve Büyük Selçuklu sultanı Mehmed Taparın yanına gönderilmişti. Bir Arap kaynağındaki kayıda dayanan Turan, Şahin-Şah'tan başka, kardeşi Mesud'un da esir edildiğini, onun da diğer kardeşleri gibi Kılıç Arslan'ın doğu seferinde yanında olup, Konya'da bulunmadığını söylemektedir[93]. İşte daha sonra Şahin-Şah, Sultân Tapar'ın emri üzerine, veya bir Arab tarihçisinin rivâyetine göre esir olarak bulunduğu İran'dan kaçarak, Türkiye'ye gelmiş (503 başları/Ağustos 1109) ve kuzenini idam ettirerek Konya’da tahta çıkmaya muvaffak olmuştu[94]. Bu kayıtta sözü edilen kişi, Sultan Kılıç Arslan'ın Haçlılarla yaptığı savaşlara katılıp birçok yararlılıklar gösteren ve onun ölümü üzerine Konya'da yönetimi üstlenen yeğeni, yani kardeşi KulanArslan'ın oğlu ünlü kahraman Emîr Haşan Bey olmalıdır. Nitekim bir Bizans kaynağına göre, daha sonra Sultan Şahin-Şah'a karşı saltanat mücadelesine girişen kardeşi Mesud’un taraftarları arasında Hasan'ın (Asan Katukh) oğlu Gazi'nin de bulunması ve Şahin-Şah'a büyük bir kinle hücum etmesi, [95] babasının öldürülmesinden ileri gelmiş olsa gerektir.

Kardeşi Sultan Şabin-Şah'a karşı iktidar mücadelesine giren Mesud da, daha sonra onu tuzağa düşürerek ele geçirmeye muvaffak olmuş ve gözlerine mil çektirerek karısının yanına göndermişti. Böylece onun altıyıllık saltanatından sonra dördüncü sultan olarak Selçuklu tahtına çıkan I. İzzeddin Mesud (1116-55), bundan bir yıl sonra Şahin-şah'ın tamamıyla kör olmadığım ve iktidarı için yine de tehlike arzedebilecegi düşüncesiyle Erikmez (Eligmos) adli büyük bir valisine, onun eski 'Eül'k usûlü ve Selçuk adeti gereğince, kam akıtılmaksızın boğdurulmasını emretmişti (1117) [96]. Bu suretle sâbık Sultan Şahin-Şah da, zayıf bir ihtimal de olsa, kendisinden gelebilecek bir tehlike şüphesine dayanılarak ve devletin selameti göz önüne alınarak, bir güvenlik önlemi olarak idam olunmuştur. Babasının ölümündç 11 yaşlarında bulunduğuna dair kayıt doğruysa. [97]Şahin-Şah'ın öldürüldüğünde 21 yaşlarında olduğu söylenebilir.

Sultan I. İzzeddin Mesııd'un oğlu olan Sultan II. Kılıç Arslan da tahta geçtikten sonra -kendisine karşı herhangi bir saltanat mücadelesine girişmediği haldeortanca kardeşi Dolat (veya Devlet)'iboğdurtmak, daha sonra da böyle bir mücadeleye atılan en küçük kardeşi Şahin-Şah'ın, yamnda mevkuf bulunan oğullarından birisini genel kuralın dışına çıkmak suretiyle idam ettirmişti. Sultan I. İzzeddin Mesud, Çukurova seferinden sonra hastalanmış, ve sonunun yaklaştığını hissederek ülkesini eski Türk an'anesine göre üç oğlu arasında paylaştırmış, bununla beraber büyük oğlu II. Kılıç Arslan'1 Sultan İlân edip, diğerlerini ona tabi kılmıştı. Bunların en küçüğü Ankara, Çankırı ve Kastamonu bölgeleri meliki Şahin-Şah, ortancası ise nerelerin meliki olduğu bilinmeyen ve kaynaklarda hakkında fazla bilgi bulunmayan Devlet idi[98]. İşte II. KılıçArslan, Süryânî Mihael'in Ermenice versiyonu'na göre, tahta çıktıktan sonra bu ortanca kardeşini gizlice idam ettirmiş, diğer kardeşi Şahin-Şah ise, kaçarak hayatini kurtarmaya muvaffak olmuştu [99]ا. o, daha sonra eniştesi Danişmendli Zünnun ile birleşerek ağabeyisine karşı saltanat mücadelesine girişmiş, fakat yenilerek kaçmaya mecbur kalmıştı[100]. Kardeşler arasındaki iktidar mücadelesinden faydalanan Sivas Danişmendli hükümdarı Melik Yağılaşan da, Elbistan bölgesine girmiş, bunu haber alan sultan da süratle onun üzerine hareket etmiş, Aksaray'da vuku bulan savaş sonucunda barış yapılmıştı (1155) [101]. Bazı Arap kaynaklarına göre bu savaşta Kılıç Arslan'm yanında Devlet te bulunmaktaydı[102]. Eğer onların bu husustaki kayıtları doğruysa, saltanat mücadelesine Turan'ın söylediğinin aksine, [103] bu ortanca kardeş katılmamış, bununla beraber sultan tarafından kendisinden herhangi bir tehlike gelmesi ihtimaline dayanılarak, ve Süryanî Mihael'in Ermenice versiyonunda belirtildiği üzere, tahta geçer geçmez değil, yukarıdaki tarihten sonra idam ettirilmiş olmalıdır. Nitekim Papaz Grigor'un "Kılıç Arslan'm kendisinden daha güçlü olan Dolat'ın sultanlığına razı olmadığını sanıp, korktuğunu ve bu yüzden onu bir ziyafet ve sarhoşluk esnasında boğdurttuğu" şeklindeki ifadesi de [104]ا bu görüşümüzü doğrulamakta, onun Kılıç Arslan'ın sultanlığını tanıdığı ve küçük kardeşi Şahin-Şah gibi iktidar kavgasına karışmadığını, bununla birlikte devletin selameti amacıyla öldürüldüğünü göstermektedir.

Sultan Kılıç Arslan'ın kendisine karşı iktidar mücadelesine girdiğini belirttiğimiz kardeşi Şahin-Şah'ın çocukları olan yeğenlerinden birisini de öldürttüğü, veya istemeyerek buna mecbur kaldığı anlaşılmaktadır. Kılıç Arslan, Şahin-Şah'ı firara mecbur ettikten sonra, 1169'da Danişmendli Zünnun'un Kayseri ve Zamantr'daki hâkimiyetine de son vermiş, bunun üzerine bunlar Atabeg Nureddin Mahmud'a iltica etmek zorunda kalmışlardı. Kılıç Arslan, Türkiye'de milli birliği sağlamak amacıyla, Danişmendliler aleyhinde bir genişleme politikası güdüyordu. Nitekim 1171'de bu hanedan arasında baş gösteren iktidar mücadelelerinden yararlanarak Malatya'ya bir sefer yapmış, ancak Atabeg'in müdahalesi yüzünden bölge halkından 12.000 kişiyi sürgün ederek Kayseri'ye dönmeye mecbur olmuştu. İşte bu seferde Sultan Kılıç Arslan ,kardeşi Şahin-Şah'ın oğulları olan yeğenlerini de ele geçirmeye muvvakah olmuş ve yanında gözetim altına aldırmıştır. Ancak, bu sehzadelerin adları meçhul olduğu gibi,sayıları da kesinlikle bilinmemektedir[105].Nureddin Mahmud, Selçukluların yayılması ve nüfûz kazanmalarını kendi çıkarları için tehlikeli görerek, Danişmendlileri ve sultanin kardeşini desteklemeyi uygun buluyordu. Bu yüzden Sivas Danişmendli hükümdarı, Şahin-Şah, Mardin ve Harput Artukluları ile Çukurova Ermenilerinden oluşan bir ittifak vücuda getirmiş ve kendi ordusuyla birleşen müttefik kuvvetlerini Sivas'a göndermişti (1172). Müttefikler Kayseri'ye doğru harekete geçerken sultana da haber gönderilerek, 1171 seferinde esir ve sürgün ettiği halkı geri göndermesi ,kardeşi Şahin-Şah'ın ile Danişmendlilerden aldığı yerleri geri vermesi ve yanında tutklu bulundurduğu yeğenlerinin serbest bırakmasını bildirmiştir. Ancak sultan bunlardan ilkini ve kardeşine yıllık 10.000 dinar tahsisat vermeyi kabul etmişse de son ikisini şiddetle reddetmiş,üstelik yanında mevkuf bulunan yeğenlerinden birisini de öldürterek cesetini babasına göndertmiş ve buradan gitmediği ve diğer üç çocuğunu da istediği takdirde,onları da aynı şekilde idam ettireceğini bildirmişti (1172). Bunun üzerine müttefikler, onu bırakarak geri çekilmeye mecbur olmuşlardı[106].

Görüldüğü gibi,Sultan Kılıç kendi ordusundan kat kat güçlü müttefik kuvvetleri tarafından Kayseri'de kuşatıldığı veya kuşatılmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu anlaşılmaktadır.O, bu kötü durumdan kurtulmak amacıyla, müttefiklerin barış için ileri sürdüğü sartları kabul ediyor gözükmüş ve onları tatmin amacıyla bazı tavizler de vermiştir. Ancak yukarıda belirttiğimiz son iki maddeyi kabule yanaşmadığı gibi, adını bilemediğimiz yeğenini de öldürtmekten çekinmeyerek bu husustaki tavrını açık ve kesin bir şekilde ortaya koymuştur. Şahin-Şah ile müttefiklerine verilen bu göz dağına rağmen, yine de diğerlerinin de ayni akıbete uğrayacağını belirtmiş ve bu suretle müttefik ordularına rehberlik veya kumanda ettiği anlaşılan kardeşini Kayseri'den geri çekilmeye mecbur bırakmak iştemiş ve bunu da basarmaya muvaffak olmuştur.

Görüldüğü gibi Sultan Kılıç Arslan, Şahin-Şah'ın oğlu olan bu yeğenlerini, kendisinin belki de kaderini etkileyecek olan bu olağanüstü durum nedeniyle kurtuluşunun tek çıkar yolu olarak görmüş ve pazarlık konusu yapmıştır. Hiç bir suçu ve günahı olmadığı halde öldürtülmek zorunda kalan bu talihsiz şehzadenin İdamının İnfazının ise, -yine sultanin bu husustaki kesin tavrının bir göstergesi olarakgenel kuralın dışına çıkılarak yapıldığı anlasılmaktadır. Nitekim Süryânî kaynaklarının ifadesine göre o, kılıçla öldürülmüş ve parçalanan cesedi de yakılarak babasına gonderilmişti[107] Bu, tespit edebildiğimiz kadarıyla inceleme konumuz olan donemde Türkiye Selçuklu hanedanı üyelerinin kanları akıtılmadan yapılan idamlarında biricik istisnayı teşkil etmektedir.

Sultan II. KılıçArslan'ın oğullarından Sultan II. Rükneddin SüleymanŞah da (1196-1204) tahta çıktıktan yaklaşık sekiz yıl sonra, ölümünden az önce Gürcistan seferine çıkmadan, kardeşi Ankara Meliki Muhiddin MesudŞah'ı idam ettirmişti (1204). Sultan KılıçArslan'ın 1192'de ölümü üzerine, meşrû varisi ve Uluborlu meliki en küçük oğlu I. Gıyaseddin Keyhüsrev Selçuklu Devleti'nin başına geçmiş, ancak diğer kardeşleri tahtta hak iddia etmekten geri durmamışlardı. Sultan Gıyaseddin bunların en güçlü ve ihtiraslısı olan ağabeysi Sivas ve Aksaray meliki Kutbeddin Melik-Şah'ın ölümü üzerine bir parça nefes alabilmiş ve Ankara meliki Muhiddin Mesud Kastamonu ve Bolu taraflarında fetihlere giriştiği, Tokat meliki Rükneddin Süleymanah da iç ve Doğu Anadolu’da kardeşlerini itaate almak ve topraklarını İstilâ ve ilhakla uğraştığı ve nihayet rekabet bu iki arasında devam ettiği için iktidarını korumakta güçlük çekmemiştir. Rükneddin ilk melikliğinde ve özellikle babasının sağ olduğu sıralarda kuvvetlerini daha ziyade Bizans'a karşı fetihlerde kullanmış, kardeşleri arasında cereyan eden saltanat mücadelelerini dikkatle takip etmekle beraber, bunlara fiili olarak katılmayı doğnı bulmamıştır. Ancak daha sonra onların birbirlerini sarstığı ve bertaraf ettiği bir zamanda harekete geçmiştir[108]. Süleymanah, kendisine itaat eden kardeşlerini menşur vererek yerlerinde bırakmak vaadiyle teskin edip, Konya'ya yürümüş ve dört aylık bir kuşatmadan sonra Gıyaseddin'i saltanattan ayrılmaya mecbur bırakarak, yerine Selçuklu talıtıııa çıkmıştır. Böylece sultan olmayı başaran Rükneddin daha sonra kardeşlerine karşı harekete girişmiş,

İlk olarak Ai'gunşâh ile Berkyaruk-Şah'a ait Amasya ve Niksar yörelerini ele geçirmişti (1197). Elbistan meliki Mugîseddin I'uğrul-Şah la derlral tabiyetini kabul etmişti. Eyyubilere dayanarak boyun eğmeyen ve bağımsızlığım koruyan Kayser-Şah ise, daha sonra Rtikneddin tarafından Malatya'nın kuşatılması ve zaptedilmesi üzerine (Haziran 1200), kayınbabası Eyyubi hükümdarı Melik Adilin yanma kaçmak zorunda kalmıştı (1201). Rükneddin, bu suretle Ankara meliki Mesud-Şah ve (ilkesi dışında, bütün kardeşlerini egemenliği altına almış oluyordu[109]. Ankara, Çankırı, Kastamonu, Bolu ve Eskişehir bölgelerinin çoğunu idaresinde bulunduran Mesud, bazı yerleri Riikneddin'e terketmişse de, müstahkem Ankara merkez olmak iizere, bu bölgelerin Selçuklu hakimiyet sahaları dışında kalması ve onun büyük bir kuvvete .sahip olması, kendisinin, dolayısıyla devletin güvenliğini de telıdit ediyordu. Ayrıca Azerbaycan ve Doğu-Anadolu İçin bir tehlike oluşturan Gürcü'lere kesin bir darbe vurmak ve onlara karşı daha büyük bir hazırlıkla sefere girişebilmek İçin Mesud'un ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu nedenlerle. Sultan II. Rtikneddin, Ankara'ya gelerek kardeşini kuşatmış ve bir rivayete göre, üç yıl süren kuşatma sonunda yiyecek ve mülnimmat kıtlığına uğrayan Mesud çaresiz, şehri kardeşine teslime razı olmuştu. Aralarında varılan mutabakata göre, o, kendisine dokunulmaması ve uç taraflarında bir kale verilmesi karşılığında kendi topraklarım Süleyman’a bırakacaktı. Ancak Mesud, bu kaleye gitmek üzere iki oğlu ile birlikte yola çıktığı zaman Rükııeddiıı'in arkalarından gönderttiği bir birlik tarafından öldürülmüştü(12O4) [110].

Bu bilgilerden de anlaşılıyor ki, Rükneddin Süleyman-Şah, babasının vefatındı küçük kardeşi Sultan Gıyaseddin Keyllüsrev'e karşı saltanat veraseti usûlü dolayısıyla ortam ve koşulların uygun olduğu bir zamanda harekete geçerek ondan iktidarı devr almayı başarmıştır. Görünüşe göre, bunda diğer kardeşlerinin teşviki ve payn da olmuştur. Buna rağmen o, kendisine karşı saltanat mücadelesine girişmemelerine rağmen, veya bu fırsatı onlara vermemek amacıyla, derhal üzerlerine yürümekte tereddüt etmemiştir, o, kendisine boyun eğenleri yerlerinde bırakmış, ya da başka bir vilayete naklettirmiş, kimisini ise bertaraf etmiş, bu arada bazıları da çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuştur. Bunlardan Argun-Şah ile Berkyaruk-Şah'ın ülkelerinin İstilâ ve ilhâk edildikten sonra, akıbetlerinin ne olduğunu bilemiyoruz. Sultan Rükneddin'in kardeşlerine kart şiddetle harekete geçmesinde, onlardan gelmesi muhtemel bir tehlike kadar, Doğu-Anadolu'da genişleme ve milli birliği sağlama politikasının da başlıca amil olduğu şüphesizdir. Nitekim Mesud'un Ankara başta olmak üzere, stratejik ve jeopolitik bir bölgeyi hakimiyeti altında bultundurması, iktidar mücadelesine girişmemesine rağmen, bertarafını adeta kaçınılmaz bir hale getirmiştir. Nihayet sultan Erzurum ve Gürcistan seferlerinden sonra(1202) bir önemli problemin kesin olarak halli amacıyla harekete geçmiş ve sonunda Mesud'u ele geçirmeye muvaffak olmuştur. Yapılan anlaşmayla da topraklarının ilhak edilmesine karşılık, kendisine uç bölgesinde bir kale verileceği taahhüt edilmiştir. Ancak sultan bu sözünde durmamış ve ondan yine de bir tehlike gelebileceğini hesap ederek, hayatına son vedirtmiştir. infazın ise, kan akıtılmaksızm yapıldığı şüphesizdir.

Cahen, Mesud'un "Bizans'la İşbirliği yaptığı iddiasıyla" öldürüldüğünü söylüyorsa da, [111] onun idamında bundan ziyade, yukarıda açıklamaya çalıştığımız faktörler esas sebepleri teşkil etmiştir. Bizans'a karşı fetilılerde bulunup, üstelik bu devletin aleyhinde sınırlarını Safranbolu'ya kadar dayandıran [112] bir kimsenin taht söz konusu olunca destek sağlamak üzere Rumlarla gizli veya açık temasa geçmesi uzak bir ihtimal olmasa dahi, sırf bundan dolayı katletildigini kabul etmek de mümkün değildir. Uzunçarşılı ise, yanlış olarak Mesud dışında, Mugiseddin Tuğrul-Şah müstesna olarak, diğer meliklerin de Rükneddin tarafından idam ettilildiğini ifade etmektedir[113]. Halbuki bu şehzadelerden Kayseri meliki Nureddin Sultanah görünüşe göre Gryaseddin'in ilk saltanatının sonlarına doğru (1196), Sivas ve Aksaray meliki olan Kutbeddin Melik tarafından hile ile yakalanarak katledilmiş, bilahare de kendisi ölmüştü[114]. Diğerlerinin akıbetleri de gördüğümüz biçimde olmuştur.

Sultan I. Gıyaseddin Keyllüsrev de, 12O5'de ikinci defa tahta çıktığı zaman yeğeni olan sâbık sultan III. Kılıç Arslan'ı Konya dolaylarında Gavele kalesine göndertip hapsettirmiş ve sonra da görünüşe göre onu burada öldürtmüştür. Kendisini I196'da tahttan ayrılmaya mecbur bırakan kardeşi II.Rükneddin Süleyman-Şah'1 toplam sekiz yıllık saltanatım müteakip ölümü üzerine, yerine oglu III. Kılıç Arslan geçirilmişti. Bununla beraber onun çok küçük yaşta ve devletin yönetiminin esasta Selçuklu ricalinin elinde olması, bunlar arasındaki rekabet ve hatta ayrılıklar, ayrıca uc Türkmenlerinin hoşnutsuzluğu iktidar İçin bir başka alternatifin aranmasını gerekli kılmıştı. Bilhassa, eski Danişmendli hanedanına mensup nüfûzlu uc beylerinin önayak olduğu bir girişim sonucunda, o sıralarda Bizans'ta bulunan Giyaseddin Türkiye'ye dönerek Sultan KılıçArslan'a karşı saltanat mücadelesine girişmiş ve sonunda Konya'da kuşattğı yeğeninden, babasına dokuz yıl önce kaptırmış olduğu iktidarım tekrar devralmayı başarmıştı (Şubat 1205). Gıyaseddin'in ancak KılıçArslan'm canına aman vermesi ve babasının meliklik yıllarını geçirdiği Tokat'ı mülk olarak bağışlaması karşılığında şehir ahalisinden Konya'yı teslim ve bu suretle yönetimi ele alabildiği anlaşılmaktadır[115]. Sâbık sultan daha sonra bir rivayete göre amcasının emriyle ortalığın yatışması amacıyla geçici olarak, [116] Aksarayî'ye göre ise, hapsedilmek üzere, Konya yakınlarında bulunan Gavele kalesine gönderilmiş ve bilahare burada hayatına son verilmiştir[117]. Bu ve bunu destekleyen diğer kayıtlar[118] sultanin verdiği sözde durmayarak devletin emniyeti açısından yaşamasını sakıncalı gördüğü yeğenini Gavele'de bertaraf ettirdiğini ortaya koymaktadır, infazın ise, genel kural olarak boğulmak suretiyle yapıldığı şüphesizdir.

Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev de, tali ta çıktıktan bir süre sonra üvey kardeşleriyle üvey annesini katlettirmişti. Sultan Alaeddin Keykubad'm I237'de ölümünden sonra, kendisinden sonra tahta ؟ıkartılmasım vasiyet ettiği veliahdı, karısı Eyyubi hükümdarı Melik Adil'in kızı Gaziye Hatun'dan doğma en küçük oğlu İzzeddin KılıçArslan yerine, yeteneksiz büyük oğlu, II.Gıyaseddin Keyhüsrev bir grup devlet adamı tarafından adeta bir oldu bittiye getirilerek babasının arzusu dışında, sultan İlân edilmişti. Bu nedenle Gıyaseddin iktidar koltuğuna oturduktan sonra da rahat edemiyor, babasının meşn'ı varisi olan kardeşinin bir gün kendisinin yerine geçeceğini düşünerek onun mevcudiyetinden büyük bir endişe duyuyordu. Bu yüzden, 1238 yılı ilkbaharında kışlaktan Kayseri'ye döndüğü zaman, Melikü'1 ümera Emir Sadeddin KOpek'e verdiği bir "ferman"la üvey annesi Melike-i Âdiü.yye'yi Ankara (Ergüriyye), üvey kardeşleri İzzeddin ile Rükneddin'i de Borgulu (Uluborlu) kalesine gonderterek hapsettirmiş, bir süre sonra da evladlarından koparılan melikeyi eski Türk usülüne göre yay kirişi (beze-i keman) ile "cellad"lara boğdurtmak suretiyle öldürtmüştü (1238) [119]. Sultan Gıyaseddin o sıralarda henüz çocuğu olmadığı için Borgulu'da "mevkuf ve malipus" bulunan kardeşlerine herhangi bir zarar vermekten kaçınmış, fakat daha sonra Hıristiyan karısı Berduliye'den İzzeddin Keykavus, Rum cariyesinden Rükneddin Kılıç Arslan ve Gürcü prensesinden Alaeddin Keykubad adil üç oğlu dünyaya geldikten sonra bunlardan ilkinin Atabeyi üstâdü'd-dar Emir Mübarizeddin Armağan-Şah'a verdiği bir "ferman"la görünüşe göre onlan burada idam ettirmişti[120].

Sultan Alaeddin Keykubad'm kendisinden sonra yerine geçecek olan taht adayını daha sağlığında saptaması ve ölümünden sonra İzzeddin'in sultan İlân edileceği ve devlet ricalinin ona bağlı kalacağına dair yemin ettirmesine rağmen, Türk tarihinde mutad olduğu üzere bu gerçekleşememiş ve her zaman ki gibi otoriteyi belirleyen fiili güçler harekete geçerek Gıyaseddin'in yönetimi ele almaşını sağlamışlardır, o, tahta çıktıktan sonra, çocuğu olmadığı İçinSelçuklu neslinin inkıtaa uğramaması amacıyla üvey kardeşlerini hemen öldürtememiş, ancak bir güvenlik önlemi olarak hapsettirmekle yetinmek zorunda kalmış ve onlan ancak halef olarak yerine geçecek çocuklarının doğumundan sonra bertaraf ettirmiştir. Bu şehzadelerle birlikte anneleri Gaziye Hatun'un da ayni cezaya ve akıbete maruz kalması, meliklerin yaşlarının küçük olması dolayısıyla üstlendiği velayet sebebiyle olmuştur. Veliahd olan oğlu İzzeddin hesabına onun haklarına sahip çıkması tabii olan melikenin varlığı, Gıyaseddin tarafından tahtı için büyük bir tehdit olarak görülmüştür. Bunların hapsedilmesi ve katli vazifesi ise, bu işle özel olarak görevlendirilen Melikü'1-ümera ve Atabeg gibi yüksek dereceli devlet görevlilerine havale edilmiş ve bunların nezareti altında, söz konusu hanedan üyelerinin yaşamına "cellad"lar tarafından kanlan akıtılmaksızın son verilmiş ve böylece sultanin bu hususta verdiği yazılı emrin (ferman) gereği yerine getirilmiştir.

C- TUTSAKLARA

Türkiye Selçuklu sultanlarının, baskın, fetih, savaş ve bunun gibi olaylar sonucunda ele geçirilen esirleri de gerekli gördükleri zaman katlettirebildikleri anlaşılmaktadır ki bunlar, daha ziyade düşman ordularına mensup olan "emir" ünvan ve rütbesini taşıyan yüksek dereceli subaylardır. Sultanların mutlak otoritelerine bağlı olarak infaz edilen bu cezalar, İslâm savaş hukuku bakımından da meşrü kabul edilmiştir. Nitekim buna göre, savaştan once veya savaş sırasında yapılan teslim olma teklifi kabul edilmezse, yenilen taraıin ele geçirilen bütün fertleri köle sayılır; eğer savaş sonucunda karşı taraf zorla esir edilmişse, hükümdar bunların içinde zararlı gördüklerini isterse üldürtebilir[121]. Buna rağmen Selçuklu sultanlarının keyfi uygulamalardan kaçınarak herhangi bir vesileyle tutsak edilen bu kimselerin hayatlarına özel durumlar, isyan ve ihanet gibi gerekçeler dolayısıyla son verdirdikleri de dikkatl çekmektedir. Ancak, onların bu konuda verdikleri yada verebilecekleri emirlerin, Mumcu'nun belirttiği gibi, bir "siyaseten katl sayılâmayacağı[122] açıktır. Esirlei'in büyük bölümü askeri kimseler olduğu için haklarında sultanlarca gerek yazılı ve gerekse şifahî olarak verilen katl hükümlerinin İnfazı ise, daha ziyade kafalarının kesilmesi suretiyle yapılmış, bazen da özel durumlar nedeniyle ender olarak canlı canlı deri yüzme gibi çok ağır infaz şekillerine başvurulmuş ve mutad olmadığı Halde, cesedlerine saman doldurularak, ayrıca teşhire de tabi tutulmuşlardır. Ancak söylediğimiz gibi bunlar katledilen esirler için istsnai durumlardır.

Bil hususa tespit edebildiğimiz ve Sultan I. İzzeddin Keykavus ile Sultan I. Alâeddin Keykubad devirlerine ait kayıtlara göre, Rum ve Eyyubi esirlerin bu ağır cezaya maruz kaldıkları görülüyor. Bunlardan ilkine göre. Sultan İzzeddin çıktığı Sinop seferinde Trabzon Rum imparatoru Alexis'in bir baskin sonucunda ele geçirmeye muvaffak olunan komutanlarım, görünüşe göre bu şehri teslime zorlamak amacıyla, öldürtmüştü. Sultan bu sefere karar vermiş ve ilk etapta bu bölgeye bir öncü kuvveti şevketmiş, daha sonra da kendisi yola çıkmıştı. İşte bu öncüler veya başka bir rivayete göre Türkmenler o sıralarda 500 kişilik bir maiyyeti ile avlanmakta olan Tekfur Kir Alexis'i ve beylerini gafil avlayarak esir etmişler ve kendisine getirmişlerdi. Onlara karşı elinden geldiği kadar iyi davranmaya çalışan İzzeddin, kan dökülmeden şehirlerinin teslim edilmesi teklifinin Sinoplularca reddedilmesi karışında, onları buna zorlamak amacıyla Alexis ile emirlerine, onların gözleri önünde işkence yaptırtmaktan başka çıkar yol bulamamış ve buna rağmen Sinop'un teslim erlilmemesi halinde Tekfur'un öldürülmesini "cellad"lara ferman buyutmuştu[123], ibn Bibi her ne kadar açık olarak belirtmiyorsa da bu emrin, Tekfur'un komutanları İçin de bahis konusu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim işkence uygulamasıyla da bir sonuca varılamaması üzerine, Miineccimbaşı'nın kendilerine "ağır işkencelerin yapıldığını söylediği[124]bu kimseler, kesin tavrını ortaya koymak isteyen sultanin verdiği hüküm sonucunda, şehir halkının gözünü korkutmak İçin feci bir şekilde öldürtülmüş olmalıdırlar. Nitekim, Anonim'in, Kir Alexis ile birlikte esir edilen 30 Firenk (Rum) emirinin diri diri derilerinin yüzüldüğü ve cesetlerinin İçine saman doldurularak bütün Rum vilayetinde gezdirildiğine dair ifadesi[125], de, bu hususu doğrulamaktadır.

Yukarıda verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bir baskın sonucunda Selçuklular'a tutsak düşen Tekfur ile beyleri, müstahkem Sinop şehrini savaşsız ele geçirmek isteyen Sultan İzzeddin tarafından bir koz, bir araç olarak kullanılmak istenmiş, ancak şehir lıalkının teslime yanaşmaması üzerine, celladlar tarafından önce kendilerine çok ağır bir bedeni ceza olan İşkence yaptırılmış, bunun da Sinoplular üzerinde bir etki yapmaması karşısında, artık son raddeye gelinmiş ve Rum komutanlar hakkında siyaset'e hükmolunmak zorunda kalınmıştır. Bunun infazı ise, söylediğimiz gibi çok özel bir durumun söz konusu olması dolayısıyla, canlı-canlı derilerinin yüzülmesiyle yerine getirilmiş ve cesedleri, bir korku ve etki yaratması amacıyla, saman doldurularak teşhire tâbi tutulmuştur. Büyük Selçuklu ve Osmanlılar'da da görülen bu usûlün, Türkiye Selçukluları'nda başka vesilelerle de zaman zaman uygulandığı bilinmektedir[126].

Sultan İzzeddin Keykâvus zamanına ait olan ikinci kayıdımıza göre bu hükümdar, 1216 yılında Antalya'nın ikinci defa fethinde esir alınan bazı kimselerin topluca öldürülmesini emretmişti[127]. Onun bu emri vermesinde Antalya Frenklerinin Selçuklular aleyhindeki hareketleri ve isyanları başlıca âmil olmuştur. Bu sınır kalesi ve şehri babası Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Selçuklu topraklarına kaulmış, ancak onun ölümü ve kendisinin, kardeşi Alâeddin Keykubad'la uğraşmasından faydalanan Rumlar tarafından, Kıbrıs Haçlılarının yardımıyla işgal olunmuştu. İbn Bibî'ye göre, Selçuklu yönetimi alunda yaşayan kâfirlerin ayaklanarak Türkleri gafil avlamaları, büyük-küçük demeden büyük bir kadiama girişip, kadınları esir ve mal-mülklerini yağma etmeleri üzerine, [128] gazaba gelen Sultan İzzeddin, işlerini halleder etmez, Antalya üzerine hareket etmiş ve burasını büyük bir kuşatmadan sonra zaptetmeye muvaffak olmuştu[129]. Sultan daha sonra yine aynı kaynağa göre, yakalanan isyankâr hainleri (hâinân) katlettirmiş[130] ve bu suretle onları hak ettikleri cezaya çarpurmışü. Kaynakların kısaca, "Antalya kâfirleri, hainler, esir alınanlar" şeklinde ifade ettiği ve yapaklarından ötürü ihanet, isyan, kad, yağma ve bunun gibi suçları işlemiş olan bu kimselerin sorumlu durumlarda ve mevkilerde bulunan icraî askerî kimseler olduğu şüphesizdir. Bununla beraber Antalya'nın yerli Rum halkının da bu olaylara isteyerek, veya buna zorlanarak kanlabilmiş olabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir. Her şeye rağmen, bahis konusu olan cezanın bütün Antalya halkı için değil de asıl bu işten sorumlu olup, esir edilen elebaşılara yönelik olduğunu kabul etmek doğru olacaktır, infazların ise, bu hususta herhangi bir kayıt bulunmamasına rağmen, asılmak, veya daha büyük bir ihtimalle kafa kesilmek suretiyle yapıldığı düşünülebilir.

Bu hükümdardan sonra yerine geçen kardeşi Sultan Alâeddin Keykubad da, Harput dolaylarında yapılan bir savaşta esir düşen Eyyubî ordusuna mensup ümera'yı ihanet gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırmıştı. Sultan Alâeddin'in Ahlat-Şahlar (Sökmenliler) ülkesini fethetmesi üzerine, Melik Eşref başta ağabeyisi Mısır hükümdarı Melik Kâmil olmak üzere sayıları onaltıya yaklaşan bütün Eyyubî melikleri, Mardin ve Harput Artuklularından oluşan büyük bir ittifak cephesi kurmuş ve Selçuklular'a karşı harekete geçirmişti. Birleşik Eyyubî kuvvetleri 1234'te Birecik'te toplanıp, Halep-Kayseri yolundan Türkiye'ye doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Fırat'ı geçerek Süveydâ (Siverek)'ya gelen ve orada kalan Melîk Kâmil, Harput Artuklu melikinin yardımına ordusunun bir bölümünü göndermiş, Harput yakınlarında vukû bulan bir savaşta Eyyubîler yenilmiş, komutanlarından bir çoğu da Selçuklulara esir düşmüştü. Daha sonra bunlar Sultan Alâeddin'in yanına gönderilmişlerdi[131]. İşte Anonim'e göre, Alâeddin tutsak edilen ve sayıları 1040'a varan Eyyubî (Şam) emirine "dedeleri zamanından beri hiyaneti âdet ettikleri" gerekçesiyle aman istemelerine rağmen, "siyaset" buyurmuştu[132].

Görüldüğü gibi, Şam Eyyubî hükümdarı Melik Eşref, Selçuklulara karşı büyük bir ittifak oluşturulmasında ve hazırlanan birleşik kuvvetler ordularının Türkiye'ye sevkedilmesinde başlıca rolü oynamıştır. O, evvelce Selçuklu vassallığında bulunduğu halde, sonradan tâbilikten çıkmış, üstelik aynı şekilde peşinden bir Türk devletini (Artukhılar) de sürüklemiştir. Selçuklulara karşı açılan savaşın bayraktarlığını üstlenen Melik Eşref -ve evvelce seleflerininsadece Selçuklu tâbîyetinden çıkmaları ve bu suretle arada, mevcut olan statükoyu çiğnemeleri, metbû Türkiye Selçuklu Devleti ile sultanları bakımından gerçekten de bir ihanet suçunu oluşturmuştur. Üstelik onların bununla kalmayarak savaş ilân etmeleri, hukukî olduğu kadar, fiilî askerî eylemlere de başvurmaları, ele geçirildiklerinde kendilerine en ağır cezanın verilmesine hak verdirtecek bir durum yaratmış olmaktadır. Nitekim Sultan Alâeddin, Melik Eşrefin esir düşen ümerâsını görünüşe göre kendisine duyduğu büyük kin dolayısıyla, sırf bu yüzden, verdiği emirle idam ettirmiştir. Anonım’m katledilen Şam emirlerinin sayısına dair verdiği rakam biraz abartmalı görülse bile, sultanın gazabının büyüklüğü ve cezanın kapsamı hakkında bir fikir vermektedir. Savaş hali dolayısıyla infazların kılıçla idam, yani kafalarının kesilmesi suretiyle yapıldığı da şüphesizdir.

Dipnotlar

  1. Sulhi Dönmezer-Sahir Erman. Nazari ve Tatbik¡ Ceza Hukuku ,c. II, İstanbul 1983, s. 718, 726., Hakkı Uma, Ceza Hukuku (Teksir), Ankara 1967, s. 120, 121., Ceza maddesi, Türk Ansiklopedisi, c. X, s. 300.
  2. Siyaset, siyaseten cezalandırma ve kati konularında geniş bilgi almak için bkz: Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati, Ankara 1963 (Doktora tezi), s. 1-2., Uriel Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law (Ed. by. V.L. Menage), Oxford 1973, s. 192 v.d., 259 v.d.
  3. Bu hususta msl. bkz: Yusuf Has Hâcib, Kutadgu-Bilig, 1. Metin (Yay. R.R.Arat), Ankara 1947, Beyit: 4213, 295, s. 424, 45„ II. Çe١٦ri (R.R.Arat). .Ankara 19742, 304,32„ Bahaeddin Ögel. Türk Kültürünün Gelişme Çağları, .Ankara 1972, s. 265„ Sadri Maksüdî .Atsak Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 285-286„ Nizâmü'l-mülk, Siyaset-nâme, c. 1. Farsça metin (nşr. M.A. Köymen), Ankara 1976, Fasıl: XI, XL, s. 74-75, 145„ trk. trc. (M A. Köymen), Ankara 1982, 174,91„ Mehmet Altav Köymen, Selçuklu Saray Teşkilatı ve Hayatı, A.I’.DTCF. Tarih .Araştırmaları Dergisi. IV/6-7 (1966), s. 31„ a.g.y. Alp .Arslan ve Zamanı, c. II.. Ankara 1983, s. 31„ Mumcu. Siyaseten Kati, s. 25-26.
  4. Mumcu Osmanh Devletinde Rüşvet (özellikle Adli Rüşvet). Ankara 1969 (Doçentlik tezi), s. 218-219., a.g.y.. Siyaseten Kati. s. 49-50.
  5. Msl. bkz: Nizamü'1-mûlk, Siyaset-nante. Farsça metili. FaslI: XI. XLll. s. 4647, 177.. trk. trc , 57-58, 214.
  6. Mumcu, Siyaseten Kati. s. 55 v.d.
  7. Köymen, Alp Arslan, c. î, s. 6, 40, 61, 67, 126127., Osman Tutan. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980”, s. 149-150.. İbrahim Kafesoglu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu imparatorluğu, İstanbul 1953 (Doktora tezi), s. 10. dipnot 3., Aydın Taneri. Büyük Selçuklu imparatorluğunda Vezirlik, A.Ü.DTCF.TAD, V/8-9 (1967), s. 174-175.
  8. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 321.
  9. Köymen, Alp Arslan١۴ Zamanı, c. 1, Ankara 1983. s. 114.. c. II, s. 8. 232.
  10. Köymen, Alp Arslan, c. II, s. 99, 140-141. dipnot 72. Kafesoğlu, Koymen'in aksine, onu Nizamü'l-mülk'ün oğlu Belh 'alisi Cemâl-ü'l-mûk'ün öldürttüğünü söylemektedir (bkz: Melikşah, s. 198-199).
  11. Kafesoğlu, Melikşah, s. 199.
  12. 'Kafesoğlu. Melikşah, s. 197., Turan. Selçuklular Tarihi, s. 324.
  13. Koymen. Alp Arslan, c. II, s. 261.
  14. Koymen, Alp Arslan, c. I, s. 88, 94.
  15. Kafesoglu. Melikşah, s. 153.
  16. Koyme 1, Büyük Selçuklu imparatorluğu Tarihi, c. II. ikinci imparatorluk Devri, Al kara 1984؛, s. 380., a.g.y., Selçuklu De١Tİ Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 134.
  17. Kafesoglu, Melikşah, s. 179.
  18. Turan, Selçuklular Talihi, s. 317-318.. Kafesoglu, Melikşah, s. 140, dipnot 10.
  19. Kafesoğlu, Selçuklular maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C. X, s. 375., Turan, Selçuklular Tarihi, s. 321-322, 323.
  20. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 137-138., Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri- Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul 1980١؛, s. 97-98, 106., Köymen, SDTT, s. 62., Kafesoğlu, Melikşah, s. 6., a.g.y., Selçuklular, İA, s. 367., a.g.y., Selçuk'un Oğulları ve Torunları, Türkiyat Mecmuası, XIII/(1958), s. 127 v.d.
  21. Kafesoğlu, Selçuklular. İA. s. 363., a.g.y., Melikşah. s. 22-23., Turan, Selçuklular Tarihi, s. 199. Köymen. SDTT. s. 69-70., Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, İstanbul 1980, s. 57-59.
  22. Fuat Köprülü, Türk ve Mogol Sülalelerinde Hauedan Aasınrn idamıuda Kan Dokme Memnuiyeti. İslâm ,'e Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1983, s. 74„ Kafesoglu, Melikşah, s. 23, dipnot 26.
  23. Turan, Selçuklular Talihi, s. 173, 201.
  24. Kafesoglu. Selçuklular, İA, s. 373.
  25. Köprülü. Hanedan Aa inin idanu, s. 74.
  26. Turan, Selçuklular Talihi, s. 232.
  27. Köprülü, Hanedan Azâsının İdamı, s. 75.
  28. Köymen. Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, s. 27-29., a.g.y., Tuğrul Bey maddesi, İslâm Ansiklopedisi, c. XII/2, s. 31.
  29. Köymen, Alp Arslan. c. I, s. 76.
  30. Köymen, SDTT, s. 137-138.
  31. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 235.
  32. Köymen, Tuğrul Bey, s. 30., a.g.y., 7.4, s. 31.
  33. Kafesoğlu, Melikşah, s. 154, dipnot 44.
  34. Turan, Selçuklular Tarih¡, s. 134-135.
  35. Köymeıı, SDTT, s. 62.
  36. Koymen, Tuğrul Bey. s. 79, 134.
  37. Kafesoglu, Melikşah, s. 91.
  38. Koymen, BST, c. 11, s. 161.
  39. Koymen. BSİT, c. s. 192. 196.
  40. Msl. Sulta,) I. Kılıç Arslau' 1 Musul fethinde (22 Mart 1107). keırdisiue. bir başkası hak- krnda iftirada bulunacak kimselerin ölümle cezalandırılacağı hususundaki bir kayıt İ؟İ11 bkz: Gregoiy Ebu'l-Ferec (Bar Hebraeus). Ebu'l-Ferec Tarihi (çev. ö. R. Doğrul), c. II, Ankara 1950. s. 346.. Müneccimbaşı, Câmiü'd-Düvel (Anadolu Selçukluları kısmını çev. H.F. Turgal), İstanbul 1939, s. 5.
  41. Msl. ibn Bibiye gore. Sultan I. Alaeddin Keykubad, Harput Kalesinin fethinde esir dü- ?en (Ağustos 1234), Mısır Eyyubi hükümdarı Melik Kamilin Melikü'1-ümeras! Emir Semseddin Savabil, gönderdiği hil’ati giymemesi ve verdiği bezm'de yemeğini yememesine ؟ok kızmı?, bu- nunla beraber onu serbest bırakmış, fakat bir "ferman"؟ikartarak Şam'lara at ve davar satılma- sini yasaklamış, aksine hareket edeceklerin, boğazlarından asılmak ve yakılmak suretiyle ceza- !andıracağını ordugahta ilan ettirmişti ( el-Evâııürü 7-Ala iyye Fi'1-Uınûri'l-AJâ'iyye, Önsöz ve Fihristi haz. A.S. Erzi), c. 1. Tıpkıbasım, Ankara 1956 (lusaltmasi: T.), s. 446., "Muhtasar‘inin neşri: M.Th. Houtsma, Histoire des Seldjucides d'Asie Mineure d Après L Abregedu Seldjouknatneh d'ibn-Bibi, izlide 1902, s. 198 (kısaltması: MH.).
  42. Mumcu, Siyaseten Kati, s. 101.
  43. İbn Bibi, el-E\'âmiıü'l-Alâ'iyye Fi'l-Uınûri'l-Alâ'iyye, I. cilt (II. Kılıç Arslan'm Vefatından I. AJâüddin Keykubâd'ın Cülusuna kadar) (neşredenler: N. Lugal-A.S. Erzi), Ankara 1957 (kısaltması: LE.), s. 93-95., T., s. 64-65., MH., s. 19-20., Münecciıııbaşı. s. 13.
  44. İbn Bibi, T., s. 416. 417., MH., s. 179-182. Osman Turan, "Müslüman olması icab eden bir dizdarın hiyaneti ve böyle bir hâdise bahis mevzuu olmasa gerek" diyerek bu kaydın doğru olamayacağını ileri sürüyorsa da (bkz: Selçuklular Zamanında Türkiye. Siyasi Tarih Alp Arslan'dan Osman Gazi'ye (1071-1318), İstanbul 1971, s. 374-375), İbn Bibi'nin bu olayı niçin detaylı bir şekilde naklettiği keyfiyetini açıklayamamaktadır. O'nun-kaynakta açık olarak belir-tilmediği halde-kale komutanının Müslüman olması gerektiğinden ötürü ihanet edemeyeceğini söylemesi de akla uygun değildir. İbn Bibi'nin ayrınulara kadar inerek bu konuda bilgi vermesi, bu kaydın ve olayın sıhhati hakkında yeterli bir fikir vermektedir sanıyoruz.
  45. Mumcu, Rüşvet, s. 239.
  46. Ebul-Ferec. c. 11. s. 537., ibn Bibi. T., s. 226. 227, 293
  47. ibn Bibi. T., s. 370-371., MH.. s. 211-212., Miineccimbaşı. s. 30., Turan. SZT. s. 409.. a.g.y.. Selçuk Devri Vakfiyeleri I. Şemseddin AltunAl a. Vakfiyyesi ve Hayati, Belleten. XI/42 (Nisan 1947), s. 199-200., İsmail Hakki Uzuııçarşılı, OsmanlI Tarihi, c. 1. Ankara 1972١ s. 9.
  48. ibn Bibi. T., s. 471. 473474, 475., MH.. s. 212-213. 214., Muneccimbaşt, s. 30.. Turan, SZT, s. 409410.. Uzunçarşılı, Osmanh Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970?. s. 66. 75.. a.g.y., Osman Tarihi, c. 1, s. 9.
  49. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukıık-ı islâmiyye ,’e Istılâhât-1 Ftkhiyye Kamusu, c. 1. İstanbul 1949. s. 251., Mumcu, Siyaseten Kati, s. 106.
  50. Recm hususunda bkz: Mumcu, Siyaseten Kati, s. 44-45
  51. Bu hususta bkz: İlber Ortaylı, Anadolu’da XVI. Yüzyılda Evlilik İlişkileri Üzerine Bazı Gözlemler,Osmanlı Araştırmaları, L, İstanbul 1980, s. 39.
  52. İbn Bibi, T., s. 478-479., MH., s. 216-217., Müneccimbaşı, s. 31., Turan, SZT, s. 410-411„ Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, s. 9., a.g.y., Medhal, s. 100.
  53. Aknerli Grigor, Moğol Talihi (çe١'. H.D. Andreasyan), İstanbul 1954, s. 16, dipnot 7., H. Howorth, History of the Mongols, c. III, London 1883, s. 45-46.
  54. Aknerli Grigor, s. 16., Howorth, s. 46., Turan, SZT, s. 416, dipnot 22.
  55. Aknerli Grigor. s. 16.
  56. Turan, SZT, s. 436.
  57. Mumcu, Siyaseten Kati, s. 121.
  58. Süryânî Mihael, Chronique de Michel Le Syrien Patriarche Jacobite d'Antioche (1166 -1199). (Edite pour la première fois et traduite en français par J.B.Chabot), c. III, Paris 1910, s. 450 Ebu'l-Ferec, c. II, s. 450., Turan, SZT, s. 225., a.g.y.. Kılıç Arslan II., İA,c. VI, s. 697., a.g.y., Sû!eyman-şah II., İA,c. XII, s. 220
  59. Anonim, Tarih-i Al-i Selça (Fotoğraf neşr ve trk. trc. F.N. Uzluk), Ankara 1952, s. 40, 26., Farsça metin (yay. M.C. Meşkur), Ahbar-ı Selakike-i &in), Tahran 1350/1971, s. 346.
  60. İbn Bibi, T., s. 195-196., LE., 266-267„ MH., s. 80. Müneccimbaşı da, "İzzeddin’in tutsak¬lıktan kurtulup gelenleri sorgusuz Elbistan'da astırdığını" belirtmiştir (bkz: s. 20-21). Ebu'l-Ferec ise, bunların idamını ümera'nın Elbistan'da topluca yakılması olayıyla karıştırmıştır (bkz: c. II, s
  61. اibn Bibi, T., s. 190-191, 195, 196, 197, 198., LE., s. 260-261, 266-269„ MH., s. 7678. 80- ibil Vâsıl, Miifenicii 1-Kürûb (İŞİ. c. Şayyal), c. 111, Kahire 1960, s. 363-368„ Kemaleddin ؛bîu'1-Adim, Histoire d'A/ep (Traduite avec des notes liistoriques et géographiques par E. Blochet), Paris 1900, s. 155-158., ibuû'l-Esîr, el-Katnil Fi't-Tari/1(çev. A.Ağırak؛a-A.Özaydın). c. XII, İstanbul 1987, s. 305-308. Ebu'1-Fei'ecise yanlış olarak, topluca yaktirilanlarrn, Tel-Bâşir'i Melik Eşrefe teslim edenler (yani Mara؛ emiri Nusreteddin'in kardeşi ile damadt) olduğunu be- lirtm İştir (bkz: c. II, s. 501)., Anonim, Fotogral ııeşr., s. 44.. trk. trc., s. 28., Farsça metin, s. 347., Miineccitnbaşı, s. 2021., Turan. SZT, s. 318-21
  62. Bu hususta msl. bkz: F. Taeschuer, Uber einige Faile ou Katzenverbrennung bei den Osmaneli. Derisinin, XVlll/(1929), s. 241 ١-e bundan naklen Mumcu, Rıijre،• s. 233.
  63. ibn Bibi. T, s. 198., LE., s. 270.
  64. Anonim, Fotoğraf neşr. s. 44., trk. trc.. s. 28., Farsça metin, s. 347.
  65. İbn Bibi, T., s. 265, 268, 269„ MH.,s. 111-112 v.d . Turan, SZT, s. 339-341.
  66. ibn Bibi, T., s. 268-269, 270., MH., s. 114-115., Miineccimbaşı, infazlarımı „asil oldu- gunu belirtmeksizin. bu iki büyük emir'iıı Sultan Alaeddin tarafından öldürüldüğüme değilimi؛- tir (bkz: s. 23-24). Turam ise, ؛eklime veya ııasıl olduğuma temas etmeksizin Emir Başara nım "zin- daiTda öldüğünü söylemektedir (bkz: SZT, s. 341). Halbuki o zindanda değil, yukarıda belirtti- gimiz tarzda ölmüştür
  67. Nitekim Müneccimbaşintn bunların da diğerleri gibi öldürüldüğüne dair ifadesi, bu dü- ؛üııcemizi doğrulamaktadır (bkz: s. 24)., ayrıca bkz: Turan, SZT. s. 341. Modern araştırıcılardan llzunçarşılı (bkz: OsmanlI Tarihi, c. 1, s. 8) ile, o'na dayanan Mumcu (bkz: Siyaseten Kati, s. 26- 27), bu beylerin Sultan 11. Gıyaseddin Keyhüse- tarafından öldürüldüğünfı söylemek suretiyle hataya düşmüşler ve Emir Ay-Aba'111 adim da yanlı؛ olarak "Ay-bek" ؛eklinde kaydetmişlerdir
  68. Anonim, Fotoğraf neşr, s. 47., trk. trc., s. 47., Farsça metin, s. 349. Nitekim Emîr Başara'nın Niğde'de yaptırdığı ١e sonradan Alâeddin Camii adı ile tanınan camiinin kitabesin¬deki 620 tarihi de bunu doğrulamakta (bkz: A. Gabriel. Afonutnent Tuıcs d'Anatolie, c. I. Paris 1931. s. 121-122) ١e bunun tamamlanmasından sonra sahibinin aynı yıl içinde öldüğünü gös-termektedir. Turan, SZT, s. 341-342.
  69. Bkz: Anonim, aynı yerler
  70. ibn Bibi. T., s. 474475. 479482.. MH.. s. 214-215, 217-219., Miineccimbaşı, s. 31., Menâhb-1 Evhadeddin-¡ Kirmâni (nşr. B. Firuzanfer). Tahra 1 1347/1969. s. 140., Turan. SZT, s. 411412., Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Devleti'nin inhitatında idate Mekanizmasının Rolü, II, A.Ü.DTCF TAD. 111/4-5 (1965). s. 54-58. ibn Bibi bu olayın tarihini kaydetmemiştir. Bununla beraber 1238 Temmuzundaki Sümeysat'111 fethinden sonra. Emir Kopek'in, Emir Kaymeri ve Emir Kamyar meseleleri ile uğraştığı ve olayın Kubadabad'da cereyan ettigi. Sultan Gıyaseddin'in de biraz sonra Konya'ya gitmiş olduğu gözününe alınınca, arada geçen zaman he- saba katılarak, bu olayın Turan'ııı söylediği gibi ”Sümeysat seferini müteakip... 1238 yrlında" (bkz: SZT, s. 413) değil, muhtemelen 1239 ilkbaharı başlarında vuku bulduğu kanaatinde olan Kaymaz'111 fikrine (bkz: inhitat, 11, s. 58), biz de aynen katılmaktayız.
  71. Menâfab-1 Evhadeddin, s. 140.
  72. Bu hususta bkz: Kaymaz, İnhitat, II, s. 56., Turan, SZT, s. 412.
  73. Menâüı Evhadeddin. s. 140.
  74. ibn Bibi. T. s. 273-274., MH.. s. 117.
  75. Bil hususta bkz: Doıınıezet-Ermaıı. Ceza Hukuku, c. 11. s. 675., Uma. Ceza Hukuku, s. 115.
  76. Bu hususta bkz: Mumcu. Siyasete„ Kati, s. 125 ١-.d., a.g.y., Rüşvet, s. 232.
  77. Bkz: Mumcu, Rüşvet, s. 233. 236.
  78. Turan. SZT, s. 199.
  79. İbn Bibi. T, s. 94-95„ LE., s. 136„ MH., s. 32„ Turan. SZT, s. 276.
  80. Bkz: Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1965, s. 223 ١e bundan naklen Mumcu, Rüşvet, s. 232.
  81. İbn Bibi, T, s. 94-95„ LE.. s. 137„ MH., s. 32„ Turan, SZT. s. 276
  82. Turan. SZT. s. 276-277.
  83. İbn Bibi. T., s. 95., LE., s. 137., MH.. s. 32.
  84. Mumcu, Siyaseten Kati, s. 133. Eşkiyalık ka١Tamına giren bu suçlar için ayrıca bkz: .Ali Şafak. İslâm Ceza Hukuku, Erzurum 1977, s. 169 v.d.
  85. Bu hususta msl. bkz: Ebn'l-Ferec, c. II. s. 537., İbn Bibi. T., s. 226, 227, 293.
  86. Bkz: Mumcu, Siyasete» Kati, s. 139.
  87. İbn Bibi. T, s. 36-38, 39„ LE., s. 51-54„ MH., s. 8-9„ Turan, SZT, s. 246-247.
  88. Bu hususta genel olarak bkz: Köprülü. Hanedan Âlâsının İdamı, s. 7475, 77., Mumcu. Siyaseten Kati, s. 183 v.d.
  89. ibn Vâsıl, c. III, s. 219.
  90. Uzunçarşılı, Medhal. s. 59, 64.
  91. Bu hususta bkz: Köprülü, Hanedan Âlâsının İdamı, s. 7475, 77.
  92. Süryanî Mihael, c. III, s. 194-195. İbnü'l Esir (bkz: c. X, çe؛١. A. Özaydın, İstanbul 1987, s. 345) ile Ebu'l-Ferec (bkz: c, II, s. 349) bu şehzadelerden Şahin-şah'ın adını "Melikşah” olarak göstermişler, Anonim ise. Kılıç Arslan'ın sadece Melik Mesud ile Melik Arab adlı iki oğlu bulun¬duğunu söylemekle hataya düşmüştür (bkz: Fotoğraf neşr, s. 37., trk. trc., s. 24., Farsça metin, s. 344)., Turan, SZT. s. 149.
  93. Sıbt İbnü'l-Cet’zi, Mir'âtü'z-zamân fi Tarilıi'1-Ayân, c. XIII, Topkapı, III. Ahmed, nr. 2907, s. 150a'dan naklen Turan. SZT, s. 149.
  94. İbnü'l-Kalânisî, Zeyli¡ Tarihi Dunaşk (yay. H.F. Amedroz), Beyrut 1908, s. 158 ١e bundan naklen Turan, SZT, s. 149, 153.
  95. Aline Comnene. Alexiade (trc. B. Leibe). Paris 1943. c. III, s. 211 ١('bundan naklen Turan. SZT, s. 149, 153-154. 160.
  96. Turan. S2T. s. 160.
  97. İbnü'1-Esir, c. X, s. 344 '-e bundan naklen Turan, 527, s. 160 '-e dipnor 30.
  98. Bu meliğiıı adi. Sibt İbnü'l-Cevzî (bkz: c. XIII, s. 73a) ile İbnü'1-Kalânisîde (bkz: s. 332)de küçük kardeşi §ahin-؛ah'ınki ise Süryânî Mihael'in Ermenice versiyonunda kaydedilmiş- tir (bkz: c. II. s. 177, trk. trc. H. Andreasyan. TTK. Basılmamı? nüsha). .Anonim ise Sultan I. Mesııd'un üç oğlundan bahsetmekte, fakat ikisinin adını vermemektedir (bkz: Fotoğraf ııeşr, s. 38., trk. trc.. s. 25.. Farsça metin, s. 344).
  99. C. II, s. 177
  100. Turan, 527", s. 192. 197
  101. Turan, SZT, s. 198 ve dipnot 5.
  102. ibnül-Kalanisi. s. 333., Sibr İbniil-Cevzi, s. 73a ve bunlardan naklen Turan, SZT, s. 199, dipnot 5.
  103. Turan. SZT. s. 192. dipnot 108, 197.
  104. Urfah Mateos Vekayi-namesi (952-1136) ve Papaz Gn^or'ıın Zeyli (1136-1162) (؟ev. H.D. Andreasyan, notlar. E. Dulaurer-M.H. Yina !؟-Çeviren), Ankara 1962. s. 313.
  105. Şehâbeddin Tekindag, tarihi belli olmayan bir kitabeye dayanarak bunlardan birisinin adının "Şerafeddin İshâk" olduğunu belirtmektedir (bkz: Şahinşah'ın Oğlu Şerefeddin İshâk Hakkı nda Bir Kitabe, İ.Ü.Ed Fak. Tarih Enstitüsü Deigisi, sayı 1041/(1981), s. 110.
  106. süryani Mihael, c. III. s. 340., Ebul-Ferec, c. II, s. 410. Turan, bu olaydan bahsetmekle birlikte (bkz: SZT, s. 203-204) Kılıç Arslan'ı n yeğenini öldürtmesine değinmemiştir.
  107. Eblil-Ferec, c. II, s. 410.. Su yani Miliael, c. III, s. 340 ve bu eserin Ermenicesi, c. II, s. 225-226
  108. Turan, 527-, s. 237-243.
  109. Turan, SZT, s. 244-252., Claude Cahen.Osmanldaıdan önce Anadolu'da Tiirkler (çe١. Y. Mora n). İstanbul 1979. s. 125
  110. Turan, SZT, s. 261-262., Uzunçarşılı, Medhal, s. 62.. Calren, .Anadolu'da Türklei'. s. 126.
  111. Anadolu'da Türkler, s. 126
  112. Turan, STZ. s. 261.
  113. Medhal, s. 59.
  114. Turan, STZ, s. 229, 237. 243., Cahen, Anadolu'da Türkler, s. 125.
  115. ibn Bibi, T., s. 8488., LE., s. 121-127., Mil., s. 23-28.. İbnû'1-Esir, c. XII, s. 169-170.. Ebul-Ferec,c. II, s. 486., ay., Tarihli Muhtasari'd-Duvel, (nşr. A.A. Salhani), Beyiut 1890, s. 397., Chronique du Royaume de la Petite-Arménie, par Le Co„„eta₺؛e Sempad, (Fr„. UC. E. Dulaurer), RHC, I. Documents Arméniens, Paris 1868-1869, s. 642., Ibn Vâsıl,c. III, s. 166., Turan SZT. s. 274
  116. ibn Bibi.T., s. 88., LE., s. 127., MH., s. 28., Tura 1. SZT, s. 274.
  117. Aksarayi, Miisâmeratii 1-Ahbâr(nşr. O. Turau), Ankara 1944, s. 32
  118. Nitekim, Nigdeli Kadr Ahmed (bkz: el-Veledü'ş-Şeiik,Fatih ktp. nr. 4518, s. 294) ve Hamdullah Kazsini (bkz: Tarih-i Giizide, nşr. E. Browne, London 1910, s. 483) gibi müellifler de Gavele’nin aduu zikretmeksizin, Kill؟Arslan'm bir kalede hapsedilip, orada öldürüldüğünü veya öldüğünü kaydetmek suretiyle bu hususa İşaret etmişlerdir. Turan, SZT. s. 274, dipnot 14. Kaynakların bu ifadelerine rağmen Uzu,,çarşılı, o’nuıı "saltanattan iskat edildikten sonra ilaya- tına dokunulmadigı ve Tokat'a gönderildiğini söylemekle hataya düşmüştür (bkz: Medhal, s.63
  119. ibn Bibi. T., s. 272. 473.. MH., s. 212-213.. Turan, SZT, s. 409-410., Halil Ethem, Kayseriyye §ehıi. İstanbul 1334, s. 87„ Köprülü, Hanedan Âzasının idam,, s. 75.. Uzutıçarşıh, OsmanlI Tarihi, c. I, s. 9.
  120. ibn Bibi, herne kadar, bir riyete gore Atabey Armağanşah'111 iyi ve hayrrlt bir kimse olmasr dolayısıyla şehzadelerin katli konusunda '-erilen emre uymadığını '-e onların yerine iki gulam oldurup, sultana uydurma nişanlar gösterdiğini., bir diğerine gore de. melikleri öldürmüş olduğunu '-e duyduğu her iki ri'-ayetin de dogru olup olmadığının araştır anladığını belirtmek suretiyle İzzeddiıı'le Rukııeddiıı'in İdamı hususunda kesin bir şey söyleyemiyorsa da bunlardan İkincisinin dogru olduğu şüphesizdir. Bkz: T., s. 272-273., MH.. s. 212-213., Turan. SZT, s. 410., Uzunçarşılı, OsmanlI Tarihi, c. I, s. 9. Yazar başka bir eserinde bunlann boğdurulmasının sulta- 11111 bir oglu olması üzerine '-uku bulduğunu söylüyorsa da (bkz: Medhal, s. 6364), Gıyaseddiıı'iıı dünyaya gelen ؟ocuklarının sayısı bir değil, belirttiğimiz gibi üçtür.
  121. Bilmen. Hukuk-I islâmiyye, c. III, s. 427 ١.٥٠, Mumcu, Siyaseten Kati, s. 74.
  122. Mumcu, Siyaseten Kati, s. 74.
  123. ibi Bibi, T., s. 150-151., LE., s. 213., MH., s. 55-56.
  124. Miineccimbaşı, s. 18.
  125. 'Anonim, Fotoğraf neşr. s. 44., trk, trc.. s. 28-29., Farsça metin, s. 347., Aydın Taneri. MüsÂmeretù'1-Ahbai'tn Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilat Bakımından Değeri, A.Ü.DTCF. T4D. IV/67, (1966). s. 171. dipnot 337. Turan, avlanmakta olan Tekfur’un esir edilerek Sultan izzeddin'in yanma getirildiğini belirtiyorsa da (bkz: SZT, s. 303-304), emirlerinin öldürülmesi olayına değinmemiştir.
  126. Msl. "Cimri" lakabıyla tanınan Selçuklu şehzadesi Alâeddin Siyâ١٦iş da yakalandıktan sonra, aynı muamele ١e akibete mâruz kalmıştı (bkz: Anonim, Fotoğraf neşr, s. 62., trk. trc., s. 41., Taneri, Müsameretü'l-Ahbaıin..., s. 171).
  127. Müneccimbaşı, s. 17.
  128. İbn Bibi. T., s. 141 ١’.d., LE., s. 201 v.d., Turan SZT. s. 308-309
  129. Turan. SZT. s. 310.
  130. İbn Bibi, T., s. 146„ LE., s. 207„ MH., s. 53.
  131. Turan, SZT. s. 379-381.
  132. Anonim. Fotoğraf neşr, s. 47., trk. trc., s. 30., Farsça metin, s. 349.