Giriş
Osmanlılarda kazaskerliğin teşkilinde, orduda asker arasında çıkan ihtilafların halli ve terekelerin taksimi için duyulan kadı ihtiyacı ile kaza ve tedris görevinin düzenli bir şekilde çalışması için kadıların ve müderrislerin tayin edilmesi ve bunlarla ilgili diğer işlemlerin yürütülmesi gibi başlıca iki önemli ihtiyacın rol oynadığı bilinmektedir.
Osmanlılardan önceki İslam ve Türk Devletlerinde bu iki görevi birlikte yürüten bir makam bulunmamakta ve kadılkudatlık, ordu kadılığı, kadılleşker, kadılaskerlik makamlarının belirli ölçülerde yukarıdaki görevleri ifa ettikleri görülmektedir. Bu itibarla Osmanlı öncesi İslam Devletlerinde, bu müesseselerin incelenmesi ve genel manada durumlarına göz atılması Osmanlılardaki müesseseyi tanımada faydalı olacaktır.
Halifeler Devri
İslam ordularında askerler arasında çıkan ihtilafların halli için daha Hz. Peygamber devrinde hakimlerin (kadıların) tayin edildiği bilinmekle birlikte bu konuda sistemli uygulamanın Halife Ömer zamanına rastladığı görülmektedir. Hz. Ömer askeri birliklere kadılar tayin etmiştir. Mesela Yermuk savaşında Ebüdderdâ'yı, Kadisiye savaşında Abdurrahman b. Rebî‘atü'1Bahilî'yi ordu kadısı olarak görevlendirmiştir[1]. Bu donemde bazı askeri birliklerde ordu komutanlarının aynı zamanda asker arasındaki ihtilaflara baktıkları kaynaklarda belirtilmektedir[2]. Ancak bu davaların örfi veya şer'î oldukları hususunda kesin bilgiye sahip değiliz. Halife Ömer zamanında başlayan ordu kadısı tayinin kendisinden sonra gelen halifeler zamanında da devam ettiği tahmin olunabilir.
Endülüs Emevileri'nde asker arasındaki ihtilaflara kadı’l-cünd denilen kadılar bakıyordu. Sonradan I. Abdurrahman zamanında bütün İspanya ülkesinin kadısı için Kazı’l-cemâ'a terimi kullanılmıştır[3]. Bu makamın, Abbâsîler'den itibaren bazı İslam devletlerinde görülen Kadılkudatlığın ilk örneği olduğu ileri sürülmekte ise de[4] bu husus teyide muhtaçtır[5].
İlk defa Abbasiler zamanında ortaya çıkağına yukarıda işaret edilen ve İslam hukuk tarihi açısından büyük önem taşıyan kadılkudatlık başlangıçta sadece bir ünvan olarak Bağdad kadısı Ebû Yusuf (ö. 182/798)[6] tarafından kullanılmıştır[7]. Bu çok ünlü hukukçunun bu unvanı alması kadılkudatlığın tanınmasına, önem ve itibarının artmasına sebep olmuştur. Önemli dinî-hukukî konularda karar vermek, ülkedeki bütün kadıların tayin, azil ve diğer işlemlerini yürütmek[8]gibi, İdarî ve kazaî işler, aynı zamanda Abbâsî Divanı'nın üyesi de olan kadılkudatın görevleri arasında idi[9]. Başlangıçta Abbasî Halifelerinin başkanlık ettiği Dîvânü’l-Mezalim'e de sonraları Kadılkudatlar bakmışlardır[10].
İlk Müslüman Türk Devletleri
Genellikle ilk Müslüman Türk Devletleri olarak bilinen Karahanlılar, Gazneliler[11], Büyük Selçuklular ve Harizmşahlar gibi Devletlerde adli ve hukuki teşkilata temas edilmesi Osmanlılar'daki müessesenin daha iyi tanınmasına yardımcı olacaktır.
Karahanlılar'da[12] idari konulardaki ihtilâflara ve devlet memurlarının haksiz uygulamalarına mezalim mahkemeleri, şer'î davalara ise her şehrin kadısı bakıyordu. Bati Karahanlılar'n başkenti Semerkant'ta ise başkadı (kadılkudat) oturuyordu. Ayrıca asker arasındaki ihtilaflara bakan kadılasker bulunmakta idi[13]. Doğu Karahanlı Devleti'nde de Aynı adli sistemin olması kuvvetle muhtemeldir.
Büyük Selçuklularda şer'î meselelere her şehrin kadısının baktığı, Bagdad'ta ise başkadı (kadılkudat)'nm bulunduğu bilinmektedir[14] . Başkadının görevleri konusunda geniş bilgiye sahip değiliz. Orduda asker arasındaki ihtilaflara ise ordu kadıları ve "dadbeğler" bakıyordu[15]. Ordu mensuplarının şer'î konulardaki ihtilaflarına ise kazaskerlerin baktığı belirtilmektedir[16].
Kirman Selçuklularında benzer bir teşkilat görülmektedir. Çer'î yargıyı kadılar yürütmekte, merkezde yani Bedresir'de ise başkadı (kadılkudat) oturmaktadır[17].
Harizmşahlar'da, ortaçağ Müslüman Türk Devletlerinde olduğu gibi, şer'î mahkemelerin başında kadılar bulunuyordu. Seri kazâyı payitahttaki kaza divani idare ediyordu ve başında akde'1-kudât unvânını taşıyan bir alim bulunuyordu. Bütün kadıların tayin-azil işlemleri de bu makama ait bulunuyordu[18]. Ayrıca orduya mensup kimselerin şer‘î kazâya âit işlemlerini görmek için ordu kadıları[19] mevcuttu, fakat askerler tarafından işlenen suçlardan dolayı cezalandırma askerî âmirlerin yetkisi dahilinde idi.
Eyyûbîler ve Memluklar
Kadıaskerliğin teşkili hususunda Eyyyûbîler'in[20] özel bir veri vardır. Bazı araştırmacılar kazaskerliğin ilk defa Eyyûbî devlet teşkilâtında ortaya çıktığı kanaa tındadır[21].
Eyyûbîler'de kaza teşkilâtının başı Kadılkudat(başkadı) dır. Hükümdar tarafından bir menşurla tayin edilen başkadı ülkedeki kadıların tayin-azil ve diğer işlemlerini yürütür, vakıflara bakardı[22]. Ordu için ayrı bir kazâ teşkilâtı vardı. Bunun başında ise mevki itibariyle kadılkudatdan sonra gelen kadılasker bulunuyordu. Bunlar seferlerde ordudaki dava ve ihtilâflara bakar ve Dârü’l-adl’de toplantılarda hazır bulunurdu[23]. Her iki yetkili de muhtemelen Şâfı'î mezhebinden idi. Fâtımî ve Eyyûbîler'e vâris olan Memluklar, bu devletlerin özellikle Eyyûbîlerin pek çok müessesesini benimsemişlerdi[24].
Diğer İslâm k olduğu gibi Memluklar'da da şer‘î-dînî otoritenin en üst yetkilisi kadılkudat idi. Bunlar Dârü’l-adl adı verilen mahkemede mezhepleri ile ilgili davalara bakarlardı. El-Melikü’z-zâhir Baybars (1260-1277) zamanında dört mezhep için ayrı ayrı kadılkudadar tayin edilmiştir. Şafi’î kadılkudatı Dârü’l-adl’de diğerlerinden üstün mevkideydi[25].
Dînî teşkilâtta kadılkudattan sonra kadılleşkerler gelmektedir. Merkezde Şâfi’î, Hanefi, Mâliki mezheplerden birer kadılasker bulunuyordu. Bunlar daima hükümdarın maiyetinde bulunarak temsil ettikleri mezheplere mensup askerî sınıfın şer‘î ve hukukî işlerini yürütürlerdi. Kadılaskerler kendi görevlerini ilâveten, vekî'.ü’l-hashk gibi başka görevler de üstleniyordu[26].
Merkezden ayn olarak Şam, Haleb, Trablusşatn ve Safed naibliklerinde (Nibü's-saltanatlık) Şâfi'î ve Hanefi olmak üzere İkişer, Hama naibliginde ise sadece Hanefi kaz tlasker bulunuyordu[27]. Memluklar'a has olan bu şekildeki kazaskerlik makamlarının nasıl bir ihtiyaçtan çıktığı izaha muhtaç bir husustur. Daha önceki islam devletleri teşkilatlarına benzememektedir.
Anadolu Selçukluları ve Beylikler
İlk Müslüman Türk Devletleri gelenek ve teşkilâtını devam ettiren Anadolu Selçuklularında hukukî-şer'î müesseselerde Aynı karakteri göstermektedir. Çer'î davalara kadılar bakar ve Hanefi fıkhına göre hüküm verirlerdi. Memleketteki askeri sınıfa ait davalara, miras meselelerine kadılaskerler bakarlardı. Adalet ve kazâ sahasında en yetkili kişi Konya’da oturan kadılkudat (başkadı) idi[28].
Anadolu Selçuklularında her kadının kendi bölgesinde kadılkudatrn ise bütün ülke vakıflarına nezaret ettiği görülmektedir[29]. Ancak kadılaskerlerin de sık sık vakfiyeleri tasdik ettiği vesıkalarda görülmektedir[30]. Selçuklularda bu şekilde müstakil olarak kadılaskerler (kadılleşker) bulunduğu gibi, bazan bu görevlerin Konya[31] veya Aksaray kadısının uhdesinde toplandığı da görülmektedir.
Anadolu Beylikleri içerisinde kazaskerliğin kesin olarak bulunduğu bilinen Karamanogullandır[32]. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çeşitli tahrir defterlerinde "el-kazi bi'l-askeri'l-Karamani", "Kazasker-i İbrahim Bey", "Karamanoglu Kazaskerinden hüccet" kayıtları açık bir şekilde bu beylikte kazaskerliğin mevcudiyetini göstermektedir[33]. Diğer Anadolu Beyliklerinde bu müessesenin bulunduğuna dair bilgiler şimdilik bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, OsmanlIlardan önceki Türk ve İslam Devletleri'nde her şehirde şer‘î kazayı icra eden kadıların bulunduğu, bu kadıların üstünde ise merkezde oturan başkadının görev yapüğı görülmektedir. Önemli şer٠î konularda karar vermek, kadıların bütün işlerini yürütmek başkadının en önemli görevidir. Ancak tedris işlerini tedvir ettiğine dair araştırmalarda bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca örfî hukuka bakan yetkililerin (hâcibler, dâdbeyler, mezâlim mahkemeleri) bulunduğu bilinmektedir. Askerî yargıya gelince askerî zümrenin ihtilâf ve meselelerini halletmek için ayrıca kadıların tayin edildiği görülmektedir. Eyyûbîler, Memluklar, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğulları'nda bizzat kadılasker, kadılleşker ismiyle kadılar bulunmaktadır.
Bu bahsin başında belirtildiği gibi, OsmanlIlardaki kazaskerlik, önceki devletlerin hiçbirine benzememekte, özellikle XV ve XVI. yüzyıllarda Osmanlılarda kazaskerlerin geniş yetkileri bulunmaktadır. İslam Devletlerinde görülen kadılkudathk Osmanlılarda bulunmamakta, buna karşılık onun yetkilerinin büyük bölümü Osmanlılarda kazaskerde toplanmaktadır.
Selçuklularda toprak, dil ve ırk ortaklığı sebebiyle onların tabîî vârisi olan Osmanlıların gerek Anadolu Selçukluları, gerekse Memluklar ile sıkı münasebetleri bulunmaktaydı. İlk devir bilginlerinden bazılarının Mısır'da tahsil yapmış olmaları dolayısıyla Osmanlılar, Memluklu müesseselerini yakından tanıyorlardı. Ancak Osmanlılardaki kazaskerliğin merkezilik vasfı, yetkileri ve bilhassa tek mezhep uygulaması gibi özellikleri düşünülürse, Anadolu Selçuklularını model almış olmaları ihtimali daha kuvvetlidir.
KAZASKERLERİN OSMANLI DEVLET TEŞKİLATINDAKİ YERİ
I. Osmanlılarda Kazaskerliğin Teşkili ve Gelişmesi
Anadolu Selçuklu Devleti'nin bir uç beyliği olarak Bizans'a karşı fetih ve gazalarda bulunan Osmanlı Beyliği, kısa zamanda gelişerek bir devlet statüsünü kazanmıştır. Bu yeni devletin, bir taraftan topraklan devamlı genişlerken buna parelel olarak muesseseleri de teşekkül ediyordu.
Osmanlı Devleti, kendisinden önceki islam Devletleri kurumlarma, bilhassa sıkı ilişkiler içinde bulunduğu Selçuklu Devleti teşkilatına yabancı değildi. Bu sebeple Devlet, kendi muesseselerini teşkil ederken onlardan çok istifade etmiştir[34] . Ancak, bunları doğrudan doğruya benimsemek yerine, tedrici bir yol takip ederek ihtiyaçlara ve ileri gelen ilim ve devlet adamlarıyla istişareler yaparak alması dikkate değer bir noktadır.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu döneminde, ilmiye sınıfından gelenler, devletin kuruluşunda ve teşkilatlanmasında faal olarak çalışmışlardır. Bu devirde ilim adamlarıyla devamlı istişare edilerek onların bilgi ve tecrübelerinden geniş ölçüde faydalamldığı gibi, ayrıca birtakım onemli görevlere tayin edilerek ilmi ve idari sahalarda bizzat istifade olunduğu görülmektedir[35]. Osmanlıların bu tatbikatı Selçuklulardan aldığı kuvvetle tahmin olunabilir. Çünkü Selçuklu vezirleri genellikle ilmi kudretiyle tanınmış kimselerdi. Esasen o zaman, vezirleri tanınmış alimlerden seçmek iftihar vesilesiydı[36].Ancak böyle bir yol takip edilmesinde ilk Osmanlı hükümdarları Osman Bey, Orhan Bey ve Murad Hüdâvendiğar'ın olgun tecrübeli şahsiyetlerinin şüphesiz çok büyük rolü olmuştur. Osman Bey'in oğlu Orhan Bey'e yaptığı vasiyet ve bilhassa bilginlerle istişare konusundaki tavsiyeleri, devlet kurucusunun temayülünü göstermesi bakımından önemlidir[37].
Bu devirde, ilim adamlarının birçok devlet görevlerine tayin edildikleri bilinen bir husustur [38]. Osman Bey kendi zamanında fethedilen yerlerde adalet ve huzurun sağlanması İçinbüyük bir titizlik göstermiştir. Başta Edebalı[39] ve Dursun Fakih[40] gibi bilginler olmak üzere bu donemin alimleri vasıtasıyla adaletin tevziine çalışılmıştır.
Osman Bey zamanında kimlerin resmen kadı olarak tayin edildiğini bi!emiyoruz. Ahmed Lutfi Efendi, Osman Bey'in ülkenin her beldesine birer kadı tayin ettiğini ve halkın işlerinin hallini onlara bıraktığını söylemekte[41], Neşrî de "Ol zamanda Cenderelu Hayreddin Paşa, Bilecik kadısı idi: kadılığı ona Osman kendu vermişdi, Orhan sonra İznik'e kadı kıldı" demektedir[42] .
Osman Bey'in kuruluş ve gelişme gayrederiyle geçen saltanat doneminden sonra, Orhan Bey zamanında teşkilatlanmaya hız verilmişti. Orhan Bey, eğitim ve öğretim konusu üzerinde önemle durmuş, iznik'in fethinden sonra ilk medreseyi burada teşkil ederek, müderrisliğine Davudi Kayseri'yi getirmiştir[43].Böylece eğitim ve öğretim alanında ilk ciddi adim atılmış oluyordu[44].
Orhan Bey'in 730 (I329)'da Çandarlı Halil'i Osmanlı Beyliğinin merkezi İznik'e kadı olarak tayin ettiği, daha sonra Bursa kadılığını ona verdiği bilinmektedir[45]. İnönü, Eskişehir, Bilecik, Karacahisar, izrnit, Yenişehir gibi fethedilmiş olan yerler birer kaza olarak teşkil ediliyor ve başlarına kadı ve subaşı tayin edilerek askeri işlerin dışındaki bütün idari, adli ve beledi İşler kadılara bırakılıyordu. Bütün bu kadıların başında ise Bursa kadısı bulunuyordu. Divan'a da dahil olan Bursa kadısı kadılann tayin ve azil işlerine bakıyor[46] , vakıfları tasdik ediyordu. Eğitim, kaza ve hukuk alanındaki bu büyümenin yanında müesseseler de çok büyük bir hızla gelişmekteydi. Daha sonra etraflıca temas edileceği üzere kazaskerliğin kuruluşunda bu gelişmenin büyük rolü olmuştur.
Bilindiği üzere askeri alandaki ilk ciddi teşebbüs, Orhan Bey zamanında olmuş, gittikçe artan asker İhtiyâcını karşılamak üzere Vezir Alaeddin Paşa ve Kadı Çandarlı Halil'in tavsiyelerine göre Türk gençleri arasından Yaya ve Müsellem teşkilâtı kurulmuştur[47]. Ancak mevcut askeri teşkiat kafi gelmemiş, orduyu geliştirmek İçin de amil çalışmalar yapılmıştır.
A. Kazaskerliğin Teşkili
Devamlı büyüyen orduda, bilhassa sefer sırasında asker arasında çıkan ihtlafların halli ve böylece disiplinin sağlanması çok onemli bir husustu. Başlangıçta Bursa kadısı, bizzat sefere katılarak asil görevine ilaveten bunu da yürütüyordu. Fakat onun sefere katılmasıyla merkezdeki İşler aksıyordu. Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi, toprakları devamlı olarak genişleyen Osmanlı Devleti'nde fethedilen yerlere kadılar tayin edilmesi ve bunlarla ilgili muamelatın ifası da gerekiyordu, önceleri bu işi de başkadı Sifatiyle Bursa kadısı yapıyordu. Aşağıda görülüceği gibi bilhassa bu iki husus kazaskellik makamının teşkiline sebep olmuştur. Kazaskerlik I. Murad'ın salatanatının başlarında teşkil edildiği bilinmekle beraber, kuruluş tarihi ilk devir kaynaklarında farklı olarak verilmiştir[48].
Gerek II. Bayezid devrinin (1481-1512) derleme tarihlerinde, gerekse sonradan yazılan eserlerde, kazaskerliğin teşkili hakkında çok kısa bilgi bulunmakta, bunların ise birbirinden alındıkları kanaati hasıl olmaktadır[49]. Muahhar olmakla birlikte bunlar arasında müessesenin teşkil sebeplerini aşağıda görüleceği gibi en derli toplu veren Hoca Sadeddin Efendi'dir [50].
Kuruluş gayesi hakkında kaynaklarda ancak dolayısıyle bilgiler verilen bu müessesenin başına, büyük bir teşkilâtçı, tecrübeli bir bilgin olan Çandarlı Kara Halil'in[51] tayin edilmesi çok iyi bir başlangıç olmuş, bu sayede müessese tanınmış ve gelişme yolunu tutmuştur[52]. Kazaskerliği döneminde Kara Halil'in en önemli icraatı Konyalı Kara Rüstem ile yaptığı istişareden sonra yeni bir ordunun kurulmasını sağlamış olmasıdır[53]. Böylece 1826 yılına kadar devam eden, Yeniçeri ocağının kurulmasında onun teşkilatçılığının büyük etkisi olmuştur. Ancak Kara Halil'in bu ocağın kurulmasındaki çalışmaları, Kazaskerliğinden doğan bir görev olmayıp, onun ilim ve tecrübesinden kaynaklanan bir tecrübe idi. Aynı şekilde gerek kazaskerliği gerekse vezirliği zamanındaki hizmetlerinden biri de devlet malî teşkilâtını vücuda getirmesidir[54].
Kara Halil kısa süren kazaskerlik görevinden sonra vezirliğe geçmiştir. Vezirliğe geçiş tarihi kesin olarak tesbit edilememektedir. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman vezârete geçişini zikrediyor, fakat tarih belirtmiyor[55]. Uzunçarşılı, anonim bir Tevârih-i Âl-i Osmân'a istinaden vezârete geçişini 766 (1365) veya biraz önce olabileceğini yazmaktadır[56]. Hammer ise Kazaskerliğe tayininden dokuz sene sonra 771-72 (1369-71) tarihinde veziriâzam olduğunu belirtmektedir ki bu yanlış olsa gerektir[57]. Böylece Hayreddin Paşa, Bursa kadılığından kazaskerliğe, oradan da vezirliğe geçmiştir[58]. Kuruluş döneminde kazaskerlikten vezirliğe geçen birkaç kişi daha bulunmaktadır. O devirde bu uygulama bir teâmül haline gelmiştir[59].
Halil Paşa ile başlayan kazaskerliğe sonra Çandarlı Ali Efendi (Paşa) tayin edilmiş ve bu aileden birkaç kişi bir iki fasıla ile arka arkaya bu göreve getirilmişlerdir[60]. Ancak bunların hiçbirinde Halil Paşa'nın teşkilâtçılığını bulmak mümkün değildir. Bunlar sırasıyla Halil Hayreddin Paşa, Ali Paşa[61], İbrahim Paşa[62], Halil Paşa[63], Süleyman Paşa[64] ve nihayet II. Bayezid devrinde İbrahim Paşa[65]'dır. Bu aileden İsa Paşa'nın kazaskerliği şüphelidir[66].
Osmanlı cemiyetinde kazanın önemi ve zarureti, kazaskerliğin teşkilinin, fetvâ makamı olan şeyhülislamlığın teşkilinden[67] çok önce gerçekleştirilmiş olmasından anlaşılmaktadır. Ancak bu önemine rağmen ilk kazaskerlerin hayatları ve icrââtları ve bu devirde müessesenin işleyişi hakkında sıhhatli ve tatminkar bilgilere sahip değiliz. Bilindiği gibi bu dönem müesseseleri hakkında daha sonraki devirlerde yazılmış tarihler çok az bilgi vermektedir. Genellikle birbirinin tekrarından ibaret olan bu bilgiler pek yetersizdir. Şaka’ik-i Nu'mâniye ve tercümesinde ilk devir kazaskerleri hakkında ancak birkaç satır bilgi verilmekte, bazılarının ismi bile geçmemektedir. Vakfiyelerden ise sadece isimler ve tarihler konusunda istifade etmek mümkündür[68].
Kadıların baktıkları davalardan ücret almaları usulü, kuruluş devrinde cereyan eden bir olay üzerine kabul olunmuştur. Yıldırım Bayezid zamanında kadıların rüşvet aldıkları ve halkı bizar ettikleri hakkındaki şikayetlerin artması Yıldırım Bayezid'e aksetmiş. Padişah da bunun üzerine kadıların şiddetle cezalandırılmasını Çandaılı Ali Paşaya emretmiştir[69]. Kazaskerlikten veziriazamlıga gelmiş olan Ali Paşa, bu konularda tecriibe sahibi olduğundan, kadıların geçim sıkıntısı çektiklerini bu sıkıntnın onları yanlış yola sevkettiğini söylemiş[70], vaziyetin ciddiyetini gören Sultan Bayezid bundan sonra kadıların baktıkları davalardan belli ücret almalarım uygun görmüştür. Bu hadiseden sonra kazaskerleri azlederek ahlaken mazbut bir kimse olan Şeyh Ramazan'ı’[71] tayin etmiş, ona köyler, şehirler ve kaleler vermiştir[72] .
Yıldırım Bayezid'dan sonra baş gösteren bunalım devrinde kazaskerlik müessesesi açısından önemli olan bir başka gelişme goriilmektedir. Bilindiği üzre, Ankara bozgunundan sonra Osmanlı Devleti'nde Fetret Devri başlamış, şehzadeler bulunduklan yerlerde istiklallerini ilan etmişlerdir.
Musa Çelebi Edirne'de hükümdarlığını ilan ederek kendi adına akçe kestirmiş ve iki buçuk yıl müddetle saltanat sürmüştür, ümeradan Kor Melikşah'ı vezir, Mihal oğlu Mehmed'i beylerbeyi ve Sımavna kadısı oğlu Seyh Bedreddin'i[73]. kazasker yapmıştır[74] . Bu durum kazaskerliğin üç esas makamdan biri olduğunu, şer'î-hukukî otoriteyi temsil ettiğini, pâdişâhın iradesine meşruiyet kazandırdığını göstermektedir. Seyh Bedreddin'in, Musa Çelebi zamanındaki kazaskerleğinden yararlanarak Umarlar tevcih etmek, birçok mansıblar vermek suretiyle devlet kadrolarına adamlarım yerleştirdiği ve kendisine araftar topladığı anlaşılmaktadır[75].
Fetret Devri'nde Amasya'yı merkez edinen Mehmed Çelebi'nin kazaskerlik görevini ise, İbrahim b. Halil Çandarlı yapmıştır. Böylece şehzadeler idaresinde bölünme temayülleri gösteren Osmanlı ülkesinde bir süre için iki kazasker görmekteyiz[76].Fakat bu geçici durum Mehmed Çelebi'nin 816/1413 de ülkenin tek hakimi olmasiyle son bulmuştur.
Çelebi Mehmed ve II Mutadın .saltanatları döneminde birçok kadrasker, kısa ve uzun sürelerde görev yapmıştır.Bu devirde müessesenin teşekkülü ve gelişmesi açısından önemli olabilecek olaylara kaynaklarda taşlanmaktadır.
Kadiaskerlik müessesinin kuruluşundan sonra gelişmesinde ikinci devre, Fatih Sultan Mehmed'in saltanatı ile başlamıştır. Hatta daha doğru br ifade ile müessenin gerçek yetki ve sorumluluklarım bu devirde tespit edildiğini söylemek gerekir. Fatih'in Osmanlı devlet teşkilâtını, görevliler arasındaki hiyerarşi ve protokolü düzenleyen meşhur kanunnâmesinde kazaskerlere yer vermiştir ki bunları 1) Kazaskerin görev ve yetkilerini belirleyen hükümler, 2) Teşrifata dair olanlar şeklinde iki grupta toplamak mümkündür. Daha sonraki bölümlerde kazaskerlerin hukttki görevleri teşrifattaki yeri incelenirken bu hükümlere temas edilecektir.
B. Kaz askerliğin Bölünmesi
a) Kazaskerliğin ikiye ayrılmasr: Yukarıda kuruluşu hakkında topluca bilgi verilen kazaskerlik, Fatih'in saltanatının son yılında ikiye ayrılmıştır. Ancak bu konuda değişik görüşe sahip olan Hüseyin Hüsameddin ilk devir vakfiyelerinde kazaskerlik tasdik ibarelerindeki isimlerden hareketle Edirne ve Rumeli'nin fethinden itibaren Dîvân-1 hümâyün'da bir vezir, iki kazasker, iki beylerbeyi, pâyitaht kadısı ve bir de defterderin bulunduğunu, beylerbeyilere Rumeli ve Anadolu Beylerbeyisi denildiğini, kazaskerlerde böyle bir taksimin bulunmadım, bunun Fatih'in saltanat! sonlarında olduğunu belirtmektedir. H. Hüsameddin, buna bir misal olarak Ramazan 802 (1400) de tanzim edilen Yıldırım Bayezid vakfiyesindeki şahitleri göstermektedir. Burada Çandarlı Ali b. Halil şahittir. Diğer şahitler ise Veli b. Kemal elBursai (Kazasker Kemal Çelebi-zâde Veliyyüddin Efendi) ve İsa b. Yusuf elAnkaravi (Kazasker Mecdüddin İsa Çelebi)'dir. Buna benzer başka örneklerin bulunduğunu bildirmektedir.
Yıldırım Bayezid zamanında kadıların rüşvet olayında iki kazaskerin az!edildiğini, yerlerine Şeyh Ramazan ve Karahisari Alaeddin Ali Çelebi'nin kazaskerliğe tayin edildiklerini ve 791 (1388-89) tarihli Gülçiçek Hatun Vakfiyesi'ni kazaskerlerin tasdik ettiklerini söylemektedir[[77]. Mücerred isimlerden harekede o devirde iki kazasker bulunduğunu ileri sürmek oldukça zordur. Çünkü tasdik ibarelerinde şahidlerin isimlerinin yanında, her zaman görevlerine yer verilmemiştir. Nitekim, H. Hüsameddin'in gösterdiği misaldede ismin yanındada "kazasker" kaydının geçip geçmediği açıkça belirtilmemiştir. Kazaskerliğin Fatih Sultan Mehmed'in saltanatı sonunda ikiye ayrıldığı kesin olarak bilinmekte[78], ancak ayrılış tarihi kaynaklarda değişik olarak verilmektedir[79].
İkiye ayrılma olayı Şaka’ik ve Mecdî'de etraflıca anlatılmaktadır. Kazasker Mevlanâ Muslihiddin'in[80] sertliği ve açıksözlülüğünden çekinen ve aleyhinde Padişah'a söz söylemesinden korkan Karamanî Mehmed Paşa, bir gün Fatih Sultan Mehmed'e saltanatının dört erkanından olan vezirlerin dört olduğu, bu sayede devlet işlerinin düzenli bir şekilde yürüdüğünü söylemiş; kazaskerlerin de iki olup, Muslihiddin Efendi Rumeli, Hacı Hasanzâde[81] de Anadolu kazaskeri olursa, bu iki alimin gücünün ve bilgisinin birbirine eklenmesiyle Osmanlı Devleti'nin kuvvet bulacağını, şer‘-i şerifin istihkamına sebep olacağını ifade etmiştir. Fatih Sultan Mehmed bu fikri uygun görerek Muslihiddin Efendi'yi Rumeli, Hacı Hasan-zâde'yi ise Anadolu Kazaskerliği'ne getirmiştir[82]. Muslihiddin Efendi, bağımsızlığını ve yetkilerini sınırlayan bu emr-i vâkîyi kabule kesinlikle yanaşmamışsa da Veziriâzam Karamanî Mehmed Paşa kendisini ziyaret ederek kazaskerin iki olmasının faydası hususunda pek çok delil ileri sürerek ikna etmiştir[83]. Her ne kadar kaynaklar ikiye ayrılmasına sebep olarak Veziriâzam ile Muslihiddin Efendi arasındaki gerginliği gösteriyorlarsa da bu, zahiri ve bölünmeyi süratlendiren bir faktördür.
Tarihi gelişmeye bakılırsa, kazaskerliğin teşkilinde olduğu gibi, ikiye ayolmasında da, beylikten cilian devleti haline gelen devletin zaruretlerinin bunu gerektirdiği görülür. Bilindiği gibi, bizzat Fatih'in doğuda ve batida yaptığı fetihler ve ilhaklar ile Anadolu'da ve Rumeli'de birçok yeni kazalar teşkil olunmuştu. Buralara kadılar, naibler, muhzırlar tayin edilmesi ve bunlarla ilgili işlemlerin yürütülmesi lâzımdı. Ayrıca II. Murad ve Fatih devirlerinde eğitim ve öğretimde büyük bilgelişme olmuş, pek çok medreseler yapılmıştır. Buralarda vazifelendirilen müderris, muid ve diğer personelin, tayin ve azil gibi işlemlerini de süratle yürütülmesi gerekiyordu.
Nihayet Dîvân-1 Hümâyûn bu devirde çok değişmiş Dîvân üyelerinin yetki ve sorumlulukları artmıştı. Divanda kazaskerin de kendine ait olan ko nularda karar vermek ve dava dinlemek gibi oldukça önemli ve yüklü bir görevi bulunmaktaydı. Fatih, kanunnâmesinde kazaskere ahkam yazma yetkisini tanımış[84], bütün bu şer'î belgelerin tasdikinde son merci kazasker olmuştur[85]. Bütün bunların kazaskerliğin ikiye ayrılmasında müessir olduğu muhakkakdır.
b) Arab ve Acem Kazaskerliği: Yavuz Sultan Selim devrinde bir ara merkezi Diyarbekir'de olmak üzere Arab ve Acem kazaskerliği ihdas edilerek boylece kazaskerliğin üçe çıkarıldığı görülmektedir. Esasen, devletin merkeziyetçi karakteri ile bağdaşmayan bu kazaskerlik[86] bir süre sonra lağvedilerek, Anadolu kazaskerliğine ilhak edilmiştir. Hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber, bu göreve getirilenlerin biyografilerinde müessesenin krsa seyri takip edilebilmektedir.
Yavuz Sultan Selim, Haleb ve Arab diyarım fethettikten sonra İdris-İ Bitlisi'yi[87] Diyarbekir'de sakin olmak üzere Arab ve Acem kazaskeri yapmıştı. Daha sonra bu görevi Amid kadısı Abdülhay Çelebiye[88]vermiştir. 923 (1517)'de Mısır'ın fethinden sonra bu bölgenin çok genişlemişiyle Arab ve Acem kazaskerliği müstakil hale gelip, İstanbul Kadısı Mehmed Şah Fenarî'ye[89] tevcih edilmiştir. Ancak Haleb yolunda vuku bulan bir olay bu kazaskerliğin Anadolu'ya ilhakına sebep olmuştur. Mehmed Şah Fenârî Haleb dışında Padişah'ın yanında giderken atının serkeşliği sebebiyle üzerine çamur sıçramış, bu hadisede uğursuzluk gören Yavuz Fenârî'yi Edime kadılığına tayin etmiştir. Bu üçüncü kazaskerliğe bir müddet Anadolu Kazaskeri Kadri [Kâdirî] Çelebi bakmış, daha sonra Pîrî Paşa veziriâzam olunca bu kazaskerlik ilga edilerek Anadolu kazaskerliğine ilhak edilmiştir[90]. Kazaskerlik XVI. yüzyıldan itibaren gelişmiş ve teşkilatını tamamlamış bir müessese olarak görülmektedir. Osmanlı İlmiye geleneği bu dönemde iyice teşekkül etmiş, kazaskerin Dîvân-ı Hümâyûn daki görevleri, teşrifattaki yeri belli olmuştur. Ayrıca XVI. asırdan itibaren kaynakların çoğalması sebebiyle gerek devlet teşkilâtındaki yeri, gerekse İdarî ve kazaî görevleri hakkında fazla ve sıhhatli bilgiler bulmak ve herbirini ayrı ayrı incelemek imkanı hasıl olmaktadır.
II. Kazaskerlerin Tayin ve Azilleri
A. Kazaskerlerin tayinleri
Kazaskerlerin tayin ve azil keyfiyetlerini incelerken onların yetişme tarzlarını, kazaskerliğe yükselinceye kadar geçirdiği meslekî tecrübeyi, bulundukları görevleri hatırlamak faydalı olacaktır. Konuya bu yönden baktığımızda esas itibariyle birer kadı oldukları görülmektedir. Böylece İslam hukukunda kadılara mahsus olan genel hükümlere ve bunun yanında Osmanlı örfi hukuku ve teâmüllerinde bu konudaki hükümlere tabi olacaklardır. Cemiyette hayati hizmet icra eden kadılar ve onların mensup olduğu kadılık müessesesi üzerinde İslam hukukunda önemle durulmuş, bu kimselerde bazı ehliyet şardarı aranmıştır. Bu şartlar şüphesiz kazaskerler için de geçerlidir[91].
İkinci önemli nokta ise kadıların tayin edilmeleri hususudur. İslam hukukunda bu yetki doğrudan doğruya devlet başkanı (veliyyü’l-emr)'na tanınmış bir haktır. Ancak devlet başkam bu yetkisini dilerse bir vekiline (vezire) tefviz edebilir[92]. Osmanlı Devleti'nde tam anlamıyla bu teftzin cari olduğu görülmektedir[93]. incelediğimiz dönemde kazasker tayinleri veziriazam arziyle yapılmakta idi Ancak sefer zamanlarında veziriazamın tayin ve azil yetkisinin sonsuz olduğu, her türlü tevcihatı padişaha sormadan yaptığı bilinmektedir[94]. XVII asırdan itibaren şeyhülislamın salâhiyetinin tedricen artmasıyla kazasker ve mevalinin tayinleri, veziriâzamm muvakatım almak şartıyla şeyhülislama bırakılmıştır[95].
Veziriazam "küçük telhis" ile tayini padişaha arzeder ve tasvibini isterdi[96]. Mesela. Ahî-zâde Abdulhalim Efendi'nin[97] Zilhicce 1011 (1603)'de Rumeli kazaskerliğinden azli ve yerine Damad-zade Mehmed Efendi 'nin[98] tayini İçin Veziriazam Yemişçi Hasan Paşa, bu kişiler hakkında kısa bilgi vermekte ve pâdişâhın tasvibini istemektedir[99]. Bu tasvib sağlandıktan sonra tayin nıûsa kaydedilmektedir[100]. Nitekim Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'nın yukarıda belirttiğimiz telhisine, pâdişâh musbet cevap vermiş ve Damad Mehmed Efendi'nin tayinini ruûsa şöyle işlemiştir: "Bâ-hatt-1 hümâyûn, Kazaskerlik-i Rumeli sabıka Rumeli kazaskeri olup. Galata kazâsma mutasamf olan Melimed Efendi'ye verilmek buyuruldu. 21.Zilhicce 1011" (l.Haziran.l603)[101].
Muhtelif ruûs defterlerinde kazaskerlerin tayinlerine ait kısa kayıtlar bulunmaktadır: "Kazaskerlik-¡ Rumeli, sabıka kazaskerlikden mütekâ'id olan Mevlânâ Abdurrahman Efendi'ye verilmek buyuruldı"[102]."Kazaskerlik-i Anadolu, Edirne kadısı Mevlânâ Ma‘lûl-zâde Efendi'ye verilmek buyuruldu[103]kayıtlarını örnek olarak vermek mümkündür. Kazasker tayinlerinin sık sık zikredildiği biyografik eserlerde ve tarih kitaplarında ise, tayinler hakkında açıklayıcı bilgiler pek verilmemektedir[104].
B. Kazaskerlerin azli
a) Genel olarak kazaskerlerin azli: Devlet erkanının tayinlerinde olduğu gibi azilleri hususunda da padişahın geniş yetkiye sahip oldukları daha önce belirtilmişti[105]. Padişahların XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren giderek yoğunlaşan bir şekilde, üst seviyedeki diğer görevliler gibi kazaskerleri de azlettiklerini görmekteyiz. Aslında kazasker ve mevâlinin görev süresi bir hayli kısalmıştı. Ancak çoğu kere bu süre bile beklenilmeden azlediliyordu[106]. Kazasker ve kadıların sık sık "ednâ bahanaler ile" görevden alınmaları o dönemin tarihçi ve gözlemcileri tarafından şiddede tenkit edilmiştir. Mustafa Selanikî III. Murad'ın ölümü üzerine, saltanatın genel bir değerlendirmesini yaparken birçok hususu tenkit etmekte, bu arada bilhassa kadıların ve kazaskerlerin keyfi bir şekilde azledilmelerinden acı acı yakınmaktadır[107].
Koçi Bey ise IV. Murad'a takdim ettiği meşhur risâlesinde eskiden ulemânın en âlim ve faziletlesinin şeyhülislâm, ondan aşağısının Rumeli kazaskeri ve bu tertib üzere derece derece aşağı mansıblara inildiğini belirtmektedir. Bu usûle uygun olarak tayin edilen şeyhülislâmların "müddetü’l-ömr" azl olunmadıklarını, kazaskerlerin de 10-15 yıl görevde kaldıktan sonra mazul olduklarında 15O'şer ak tekaud tayin olunduğunu söyledikten sonra kendi zamanında buna riayet edilmeyişinden şikayet ekmektedi[108].
b) Azil sebepleri: Kaynaklar çoğu kere azil sebeplerini belirtmeyerek sadece değişikliği zikretmekle yetiniyorlar. Azil sebepleri belirtilenler arasında ise bazı benzerlikler bulmak ve buna göre bir sınıflandırma yapmak mumkündür.
1. Hastalık sebebiyle mazul olanlar veya azlini isteyenler: Rumeli kazaskeri Mueyyedade Abdurrahman Efendi, Yavuz Sultan Selim'le birlikte çaldıran seferine katılmış, dönerken çoban köprüsü mahallinde Yavuz "aklında ihtilal fehm eyleyüp" Müeyyed-zâde'yı Şa'ban 920 (1514) de kazaskerlikten azletmiştir[109]. Anadolu kazaskeri Ma'lül Emir Efendi nikris hastalığından "umûr-ı Divanıyeye kıyâm edemeyip" zaruri olarak Ça'ban 954 (1547) de ayrılmayı istemiştir[110]. Rumeli kazaskeri ivaz Efendi Dîvân-1 Hümâyûn'da sadrında otururken aniden rahatsızlanmış ve hekimlerin "İlaç-pezîr olmaz, za'f-ı piri galibdir" demeleri uzerine kazaskerliği Zilka'de 994(1586) de İstanbul kadısı Abdulbaki Efcndi'ye verilmiştir[111] I. ivaz Efendi'nin bu sırada yaşı 90'nın !zerinde bulunuyordu[112]. Rumeli kazaskeri Ebussuud-zade Mustafa Efendi'nin rahatsızlanarak "maraz-i sû-i mi'de ile uzun sure Dîvâna gelememesi sebebiyle kadı ve müderris mulâzimleri, işlerini yürütmekte sıkıntı çekmeye başlamışlar ve 17 Zilka’de 1007 (ll.Mayıs٠1599)da Mustafa Efendi mazul olmuştur[113]. 2. Veziriazamla ilişkilerinin bozulması: Her ikiside Dîvân-ı Hümâyûn üyesi bulunan fakat temsil sahaları değişik olan sadrâzamla kazasker arasında zaman zaman anlaşmazlıklar olmuş bu durum genellikle kazaskerin azliyle neticelenmiştir. Şüphesiz bu azilde yetki sahibi kimse pâdişâhtır[114]. Rum Mehmed Paşa. Küplü (Küpeli) oğlunu 872(14671468) de kazaskerlikten azl ettirmiş yerine Mevlânâ Vildan kazasker olmuştur. Rilstem Paşa bu olay İçinsebeb zikretmektedir[115].
Rüstem Paşa'nın sadâreti döneminde zaman zaman kazaskerlerle ihtilâfa düştüğü ve sahip olduğu nüfuz sayesinde azillerini sağladığı görülmektedir. Bunlar arasında Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi'nin 958 (1551 )'de azli bilhassa önemlidir. Sinan Efendi sadece azil edilmekle kalmamış, hakkında tahkikat açılmış, fakat sonunda berât etmiştir. Kazaskerlerin İdarî görevleri bölümünde etraflıca incelenecek olan bu olayın Rüstem Paşa'nın garazının neticesi olduğu bilinmektedir[116]. Bu olayda Rumeli kazasker Bostan Efendi de yine Rüstem Paşa'nın tavrı yüzünden mâzûl olmuştur. Rüstem Paşa 960 (1553)'de alınıp, yerine Ahmed Paşa veziriâzamlığa tayin edildiğinde Bostan Çelebi'ye yeniden görev vermiş, ayrıca suçsuz olduğu sabit olduğundan iki yıllık parasını teslim etmiştir[117].
3. İlmî yetersizlik sebebiyle azil: Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli tarafından seferden dönerken sohbet ettiği Kazasker Manisa-zâde Muhyiddin Efendi'den Arabça bir beytin manasını sormuş, kazaskerin üzerinde düşünme isteğini bilgisinin yetersizliğine ve daha çalışması gerektiğine hamlederek Muhyiddin Efendi'yi azledip, Sahn müderrisliklerinden birini vermiştir[118].
4. Görevde ihmâl yüzünden azil: Rumeli kazaskeri Zekeriyya Efendi[119]bu sebeple azil olmuştur. Mîrî malı tahsilinde kusuru görülen kadılar habse verilmiş, İstanbul'daki kadılar (mülâzemet için İstanbul'da olan kadılar olsa gerek) suhte ve danişmendleri "Ulemaya bu ihanet nedir, cümlemize sirâyet eder" diyerek tahrik etmişlerdir. Bazı kadılar ihanet suçu ile Yedi Kule'ye habsedilmiş ve Rumeli kazaskeri Zekeriyya Efendi Şevval 998 (1590)de azledilmiştir[120]. Aynı şekilde Rebîulevvel 1039 (1629)'da Rumeli kazaskeri Mevlanâ Haşan Efendi "mülâzimîn-i kuzâttan" birkaçının şikâyeti sebebiyle beş buçuk ay içerisinde azil olunmuştur[121].
5. Siyasî ayaklanma ve mücadele sebebiyle azil: Böyle bir sebeple idamla sonuçlanan bir olay Anadolu Kazaskeri Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi olayıdır. Yavuz askerlerin giriştiği yağma ve ayaklanma hareketinde Ca'fer Çelebi'hin de parmağı olduğu kanaaüna varmış, kazaskeri huzuruna çağırarak askeri tahrik edenin cezası nedir diye sormuş, Ca’fer Çelebi'nin "Eğer isbat edilirse idamdır," demesi üzerine 921 (1515) de idam ettirmiştir[122].
Şehzade Mehmed (III Mehmed) in 991 (1583) deki sünnet düğününde yeniçeri ve sipahiler arasında çıkan kavgada ileri gelen bazı devlet erkanı ile birlikte Rumeli Kazaskeri İvaz Efendi[123] ve Anadolu Kazaskeri Abdülgani Efendi[124]mazul olmuşlardır[125].
6. Diğer sebepler: Bunların dışında. Kanuni Sultan Süleyman Korfo[126]seferinden dönerken yolda Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Efendi ve Anadolu Kazaskeri Kadri Efendilerle sohbet esnasında. Kazaskerler, Maktul İbrahim Paşa'nın katli sebebini sormuşlar, bunu kendisine bir sır olarak saklıyan Kanuni sinirlenmiş, o gün her iki kazaskeri de azletmiştir[127].
Saltanat değişikliklerinde bazan üst seviyedeki devlet ricalinin, bu arada kazaskerlerin de değiştiği görülmektedir[128]. Nitekim, II. Selim ve III. Melrmed'in cüluslarında kazaskerler azledilmiştir. II. Selim, Sigetvar seferinden dönen orduyu babasının ölümü üzerine yolda karşılamış, Semendil'e sahrasına konulduğunda yeni pâdişâh veziriazama "Tezkire-i Hümâyün" göndererek Rumeli kazaskeri Hamid Efendi ve Anadolu Kazaskeri Perviz Efendi'yi azletmiştir. Bu azle Pâdişâhın Hocası Ataullah Efendi'nin telkininin, bir de kazaskerlerin "şarabı babanız merhum kaldırmışlar idi, bolayki sizin zaman-ı şerifinizde dahi memnû‘ olaydı" şeklindeki ikazlarının sebep olduğu bilinmektedir[129].
I. Mehmed'in 1003 (I595)'te cülusunda Rumeli Kazaskeri Sun'ullah Efendi ve Anadolu Kazaskeri Ali Çelebi Efendi azledilmiştir. Selaniki, bu azillere III. Melımed'in şehzadelerinde goııdeıidiği şefa'atnâmelerin kazasker nezdinde geçmemesinin sebep olduğunu yazmaktadır[130]. Bunların dışında şüphesiz daha pek çok sebeple kazaskerler azledilmiştir. Kaynaklar çoğu kere bunları kısa bir haber olarak verip geçmektedir[131].
III. Kazaskerlerin Maaş ve Gelirleri
A. Memuriyetteki Maaşları
a) Timar ve Has tasarruf eUneleri: OsmanlI Devleti'nde askeri sınıf olarak bilinen zümrenin maaşları, devirlere ve mevkilere göre özellikler ve degişiklikler göstermektedir. Bu itibarla, konuyu kesin bir kaideye bağlamak veya ortaya koymak oldukça zordur. Osmanlı merkez teşkilâtının en üst seviyedeki yetkililerinden olan kazaskerlerin bilhassa erken devirdeki maaş ve gelirleri hakkında bilgilerimiz bir hayli eksık ve sınırlı bulunmaktadır. Bu devirde gerek kadı ve kazaskerlere, gerekse diğer devlet ricaline bazı yerlerin gelirlerinin timar ve has şeklinde verilmesinin yaygın bir uygulama olduğu belgelerden anlaşılmaktadır[132]. Yıldırım Bayezid'in Şeyh Ramazan'ı kazasker olarak tayini Behcetü't-tevarih'de "ona koyler, şehirler, kaleler verip kazasker kıldı" şeklinde ifade edilmiştir[133]. İstanbul'un fethinden hemen onceye ait 855(1451)tarihli mufassal Aydın defterinde "karye-i ödemiş tımar-ı kazasker" kaydı[134] ve yine aynı defterde dalla onceki devri yansıtan "karye-i Yenice, merhum Hüdavendigar Aydm Eline gelicek kazaskere vermiş" kaydı çok erken dönemlerde kazaskerlere maaş karşılığında timar tevcih edildiğini göstermektedir[135].888-891(183-1486) tarihleri arasında önce Anadolu sonra Rumeli kazaskerliği yapmış olan Çandarlı İbrahim Çelebi'ninde, Edirne havalisinde 10827 akçe h asıllı timar tasarruf ettiği görülmektedir[136].
XVI. asırda kazaskerlere has tahsisinin devam ettiği bilinmektedir[137]. Kanuni Sultan Süleyman devri başlarına ait Anadolu Eyaleti tahrir defterinde [138]. Anadolu kazaskerinin Irasları dort koy bir ihtisab ve yirmi bir değirmen olup bunların hasıl 122519 akçe olarak verilmektedir[139] Uzunçarşılı, XVI. asır ortalarına kadar kazaskerlerin arpalıklarına has denildiğini belirtmekte ancak bu konuda kaynak zikretmemekte, sadece Tapu Defteri nr. 166 daki "hashâ-yı Kadri Çelebi, Kadiasker-i Anatoli" kaydım misal vermektedir[140]. Bunu teyid eder mahiyette. Kanunî devri başlarında Nefs-İ Tatar Pazan'nm Anadolu kazaskerinin tasarrufunda olduğu ve 18250 akçe hasılı bulunduğu görülmektedir [141].
Erken tarihli bazı Avrupa kaynaklarında da kazaskerlerin timar ve has tasarruf ettiklerini teyid eder şekilde bilgiler mevcuttur. 1534 yılında Ramberti tarafından yazıldığı tahmin olunan risalede ileri gelen devlet erkani arasında kazaskerler hakkında bilgi verilirken, her bir kazaskerin takriben 6000 duka timar gelirleri (feudal incame) olduğu belirtilmektedir[142]. Yunus Bey yine Aynı tarihlere ait olan risalesinde kazaskerlerin 67 bin duka yıllık timar gelirleri olduğunu söylemektedir[143].
b) Kazaskerlerin Mevacibleri: Kazaskerlerin ilk devirlerde timar ve has tasarruflarına dair kaynaklarda bilgi bulunduğu halde bu donemde ayrıca maaş aldıklarım gösteren bilgiler şu anda bulunmamaktadır. Bu konuda ilk kesin bilgiye Fatih Kanunnâmesi'nde rastlanmaktadır. Burada "Kadıaskerlerime hâzineden günde beşyüz akçe ve Yeniçeri ağasına günde dört yüz elli akçe... verile" denilmektedir[144]. Şaka'ik-i Nu'mâniye ve Tercümesinde[145]kazaskerlerin biyografileri verilirken mazuliyet maaşları genellikle zikredildiği halde[146], görevdeki maaşları hakkında hemen hiç bilgi verilmemektedir. Kazaskerler hâzineden aldıkları maaşa ilaveten aynı zamanda timar da tasarruf ediyorlar mı yoksa maaş ve timardan birini tercih mi ediyorlardı? Bu hususta şimdilik kesin bir hüküm vermek mümkün görünmemektedir.
Fatih Kanunnâmesinde maaş konusundaki bilgiden sonra XVI. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanh bütçelerinde kazaskerlere hâzineden tahsis edilen maaşlar hakkında derli toplu bilgiler bulunmamaktadır. 933-934 (1527-1528) yılına ait Osmanh bütçesinde kazaskerlerin mevâcibleri hakkında bilgi bulunmamakta[147] fakat 954-955 (1547-1548) mali yılına ait bütçede[148] Anadolu ve Rumeli kazaskerlerine hâzineden mevâcib ödendiği görülmektedir [149].
Hicrî 974-975 (1567-1568) mali yılına ait bütçede ise[150] Rumeli kazaskerlerine ayda 17165, senede 205980 akçe; Anadolu kazaskerlerine ayda 16918, senede 203016 akçe ödendiği, toplam miktarında 408966 tuttuğu görülmektedir. Bu miktarlar gün itibariyle hesaplandığında Rumeli kazaskerlerine 572 akçe, Anadolu kazaskerine 563 akçe yevmiye verildiği görülür. Bundan akriben bir asır sonlara ait 1079-1080 (1669-1670) mali yılına ait bütçede[151]ve 1070-1071(1660-1661) tarihli mukayeseli bütçede Rumeli kazaskerinin yevmiyesi yine 572 akçe; Anadolu kazaskerinin yevmiyesi 563 akçedir[152]. Ayn Ali, ulemâ-yı İzamın, Devlet-i Osmaniye'de Beytülmali Muslimin'den hissedar ve "hazine-i amireden vazifehar" olduklarını söylemekte ve Şeyhülislama 750; Rumeli kazaskerine 572, Anadolu kazaskerine 563 akçe yevmiye ödeneliğini yazmaktadır [153].
Burada önemli bir problem görülmektedir: Yüzyılı açan bir süre içerisinde, özellikle III. Murad[154] ve III. Mehmed devirlerinden itibaren gittikçe artan enflasyon karışında eçya ve hizmet fiyatlarında göriilen büyük arta rağmen[155] kazasker mevaciblerinin sabit kalıçı çaçırtıcı ve izahı zor bir durumdur.Şu kadarı söylenebilirimi biraz sonra görüleceği gibi kazaskerlerin çeşitli kaynaklardan büyük miktarlara baliğ olan gelirleri bulunmakta, hazineden aldıkları mevacib onların yanında sembolik bir miktar olarak kalmaktadır. Değişik kaynaklardan sağladıkları bu gelirler devamlı artmaktadır. Nitekim, emekli olunca diğer gelirleri kesildiğinden mazuliyet maaşları hiçbir zaman sabit kalmamış, zamanın akışı içinde devamlı artış göstermiştir. Defterde aylara göre kısım kısım verilen miktarlara ait aylık ödeme tezkirelerine Ali Emîrî Tasnifi'nde taşlanmaktadır[156]. Küçük Rûznâmçe'den yapılan ödemelerde mevacibin miktannda pek değişiklik olmadığı görülmektedir[157].
c) Askerî kısmetten sağladıkları gelirler: Kazaskerlerin hâzineden düzenli olarak aldıkları mevâciblcri dışında başka gelirleri de bulunmakta idi.
Bunların en önemlisi hatta bütün gelirlerin başta geleni, askeri kısmetden aldıkları resimlerdir. Memleket çapında geniş teşkilatdan sağladıkları bu gelirler ile kazaskerler şeyhülislâmlardan çok daha fazla maddi imkanlara sahip bulunuyorlardı[158]. Bilindiği gibi askerî sınıfdan vefat edenlerin muhallefatı (terekesi) kadı kassâmları tarafından taksim edilmeyip, askerî kassâmlar, yani kazasker kassâmları tarafından taksim edilmekte ve terekenin kıymeti oranında ücret alınmakta idi.
Mustafa Âlî, XVI.yüzyılın ikinci yarısında Rumeli kazaskerinin kısmet-i askeriyeden elde ettiği gelirler hakkında "beş yüz akçe ulufesi cem'an Rumeli'nde olan rusûm-ı kısmet-i askerî avâ‘idinden rûz-ı merre tahminen sekiz bin akçe hasıl olmak kabildir"; Anadolu kazaskeri için ise "Rumeli kazaskerinden aşağadır, lâkin mahsûl-i resm-i kısmette iki Rumeli denlü avâ‘idi vardır. Tahminen yevmi onbeş bin akçe avâ'idi mukarrerdir" demektedir[159].
Fatih Kanunnâmesinde kadıların kısmetden (tereke taksiminde) binde yirmi alacakları belirtilmektedir[160]. Örnekler XVI. yüzyıl başlarında kazasker kassâmlarının da Aynı nisbetde aldıklarını göstermektedir[161]. Asrın ikinci yarısı ve sonraki devirde nisbetin, takriben yine aynı kaldığı, ancak eşya Batlarındaki artış sebebiyle, hasılatın devamlı artuğı görülmektedir[162].
Bütün İmparatorluktaki asker sınıf mensublarının terekelerinin taksimi için çeşitli bölgelerde doğrudan doğruya kazaskere bağlı kassâmlar bulunuyordu. Vilayederdeki asker kassâmların kazasker adına tutduklan defterler o bölgenin şer'îye sicilleri arasında muhafaza edilirdi[163]. Kazaskerin çeşidi engeller sebebiyle kassâm-ı askeri bulunduramadığı bölgede bu görevi askeri kassam adına kadı yapar, alınan kısmet resmini aynca muhafaza eder, kazaskerin adamı bu paraları toplamak için gelince ona teslim ederdi[164]. Burada önemle belirtilmesi gereken bir husus, kassamların bulundukları bölgede kazaskeri temsil etdikleri, onun adına çeşitli davalara baktıklarıdır. Kassamlara ait defterlerin muhtevası, onların sadece tereke taksimine bakmakla kalmayıp, askeri sınıfa mensub kimselerin çeşitli işlerini gördüklerini de göstermektedir[165].
Kadı ve kazaskerlerin çok önemli gelir kaynağı olan terekenin aksimi hususu daima ihtilaf konusu olmuş, bilhassa kazasker kassammın bulunmadığı yerlerde kazasker aleyhine kadının askeri sınıf mensublarının terekesi taksimine girişmesi sık sık fermanların isdar edilmesine sebebiyet vermiştir. Bazılan genel mahiyet arzeden bu fermanlarda "askeri" kavramı üzerinde önemle durulmuş, kimlerin bu sınıfa dahil olduğu, kimlerin dahil olmadığı, hangi işlemlerin kazaskerlere, hangi işlemlerin kadıya ait olacağı açık açık belirtilmektedir. KVI.yuzyd sonuna ait ve daha sonra çeşidi tarihlerde tekrarlanmış olan bu neviden bir fermam burada incelemek faydalı olacakur[166].
Başında III. Mehmed'in tuğrası ihtiva eden Rebiulahir 1006(Kasım l597) tarihli, vilayeti Anadolu’daki beylerbegiler ve sancakbegilere gönderilen fermanda şu hususlara temas edilmektedir: Anadolu kazaskeri olan Mevlana Abdulhalim, mezkur vilayette kendisine ait olan resm-i kısmet, nikah, ıtıkname, vakfiye, vaki olan hüccetler ve siciller kendi kassamı (kassâm-1 askeri) ve yahut vekilleri orada mevcut olduğu halde kadı tarafından müdahale olunduğunu arzetmiş, bunun üzerine gönderilen hükümde berât-1 hümâyûn ile hitabet, imamet, kitabet, tevliyet, cibayet, nezaret, meşihat, cüz, tesbi, vakif mezre'a, tekke ve sair bunun emsali cihet tasarruf edenlerin vazifelerinin askeri olduğu, öldüklerinde kazasker kassamlan tarafından kısmet olunup,. kaııun-ı kadim üzre rüsûmı alınacağı kadılar tarafından müdahale olunmasI emredilmiş; ayRIca, yaya, müsellem, yörük, tatar, canbaz ve voynukun askerî olduğu, eskiden resm-i kısmetleri, yüz akçeden aşağı ise vilayet kadılarIna ait olduğu belirtildiği, halen bu zikr olunanların da kazaskere tayin ve tahsis olunduğu bildirilmiştir.
Evlad-ı askerinin de askeri olduğu, askerinin zevcesi, ölümünden sonra reayadan birisi ile nikahlanmadığı müddetçe askerî kaldığı bildirilmekte; berât-ı şerife ile hasbı imamet, hitabet, cibayet, kiabet, meşihat, haymana, çeltükcü, tuzcu, celeb, bakirci, kadı naibleri, şehir kethüdalan ve tekalifi örfiyeden muaf olanların askerî olduğu belirtilmiştir. Ferman ayrıca, mansıb tasaruf etmeyen mülazimin tamamen askerî olduğu ve müteferrikalar, kendileri fevt olduklarında, aslanda avarız hanesinde olduğunu, sonradan ehl-i berat olduğu bahane edilerek, kadıların müdahale ettikleri bildirilmektedir.
Netice olarak kadılann müdahalesinin def edilmesi zikredilen kimselerin rüsumundan kadıların aldıklarını kazasker kassamına geri vermelerini, inat edenlerin dergâh-ı muallaya bildirilmesi emredilmektedir[167].
Bu şekilde genel mahiyetteki hükümlere rağmen muhallefat konusunun daima ihtilaflara yol açtığı, kazaskerlerin Dîvân-I Hümâyûn'a şikayetleri sebep olduğu anlaşılmaktadır. Bu şikayetler üzerine münferid olaylar için o yerin kadısına, sancakbeyi ve beylerbegine hükümler gönderilip bizzat şahsın ismi zikredilerek, askeri olduğundan kassamiyenin kazaskere ait bulunduğu, kadının katiyen karışmaması ve aldığını geri vermesi istenmektedir[168].
d) Berat rusûmundan aldıkları ücretler: Kazaskerler kadı ve müderris beratlanndan ve bazı tevciliat beratlardan belli miktarlarda ücret alrrlardı. Bunun miktarı ve hangi tevcihatdan alınacağı fermanlarda belirtilmişti. Ancak bu fermanlardaki nisbetleri ve uygulamayı genelleştirmek mümkün değildir. Çünkü her hükümdar tahta çıkıca eski uygulamayı gözden geçiriyor ve kendi zamanının şartlarını nazar-ı itibara alarak, konuyu yeniden düzenliyordu. Kanuni Sultan Süleyman devrine ait bir fermanda eski döneme de atıfda bulunularak şu hususlara temas edilmektedir: İstanbul'da kazaskerler tarafından yazılan kaza, tedris tevliyet, meşihat ve benzeri mansıblardan "resm-i nişan", "resm-i kadıasker" ve "resm-i kitabet" olarak fazla akçe alındığı gibi muhzırlar, muhzubaşılar ve devatdarlardan herbirinin fazla akçe aldıklarının merkeze şikayet olunduğu, bu nevi tevcihattan nişan-ı hümâyûn ve kazasker için adalet üzre resm alınması ferman olunmuştur.
Daha önce Anadolu ve Rumeli'de kazaskerler marifetiyle bir kimseye kadılık verilip berat yazıldığında resm alınması gerektiğinde, kadının yevmiyesi defterde "kaili ve kesir" her ne yazılı ise bir aylık ciheti[169] hesab olunup, yarısı resm-i nişan için, yarısı ise kazaskerler için alındığı, resm-i kitabet, resm-i muhzır ve muhzır-başı ve divitdarın, kazaskerler içün alman bu hissede dahil olduğu, kazaskerler içün ayrı, katib ve muhzırlar iyin ayn resm alınmadığı bildiriliyor. Fakat İstanbul, Edirne ve Bursa kadılıklarının defterde yevmiyeleri ziyade olduğu, bu hesab üzre alınınca hayli akye alınmak lazım olunduğundan, İstanbul, Edirne ve Bursa kadılıklarından üçbin akçe nişan içün ve üçbin akye kazasker içün alınması, ziyade "bir akye ve bir habbe" alınmaması ferman olunmuştur.
Yavuz Sultan Selim zamanında, kazaskerlerin aldığı rıuûmun, hassa-i hümâyûn-ı pâdişâhı iyin zabt olunmasının emredildiği ve kazaskerlerin aldığı nısf hissenin beşte birini kazaskerlerin alması, ancak resm-i kitabet ve muhzırın bunun iyinde olması bildiriliyor. İstanbul, Bursa ve Edirne kadılıklarının defterde üçer yüz akye hasıl kaydolunduğu bir aylık hasılının onda birini kazaskerlerinin alması, geri kalanının hassa-i hümâyûn iyin zabtolunması, Şam ve Haleb kadılıkları, defterde beş yüzer akçe yevmiye kaydolunduğu, birer aylık haşıllarının hassa-i hümâyûn için zabtolunması, bu kadılıklardan kazaskerler "min külli'l-vucûh" hissedar olmaması, bir kadılık veyahut gayri mansıb verildiğinde müjdeye varan kimsenin müjde iyin "bir akye ve bir habbe" olmaması, medrese, tevliyet, meşihat, emanet, ehl-i vezaif, cüz-hânlık ve tesbih-hânlık gibi yevmiyeleri malum ve muayyen olan cihetlerde, kanun-ı kadim üzre bir aylık vazifelerinin resm-i nişan içün olunması, zaviye, meşihat ve sair evkaf ve çiftlik gibi hasılları senevi olup, yevmi hesablarının kabil olmadığı cihetlerin beratlarından kanun-ı kadim üzre yüz yirmişer akçe alınması ki bu zikr olunan vazifelerin daha önceleri yarısı kazaskerler için alındığı, bazı şehirlerde kadılar ve müderrisler, vakfa acıyarak, hasbî nâzır olurlarsa bunların beraündan iki baştan resm alınmaması, bir mansıb veya cihet bir kimseye verildiğinde yazılan menşûr suret hükmünde yazılması, fakat hükmün zeylinde "ba'de’n-nazar bu hükmü elinde ibkâ edesiz" diye yazılması. Bunun gibi ahkamdan "berat uslubu üzre" yüz yirmişer akçe resm alınması, kazaskerlerinin kendilerinin verdikleri mekatibe 12 akçeden 24 akçeye kadar resm alınıp, resm-i nikahın da bu üslub üzere alınması emrolunmuştur.
Kazaskarlerin mansıb verdikleri kimselerin bizzat liyakadarının görülmesi, defterde yaya, müsellem ve raiyyet yazılan kimselere kazaskerler tarafından mansıb verilmemesi, kanun-ı kadim üzre her mansıbın müstahakkına verilmesi, bir mansıb iki üç pâre olunup, birkaç kimseye tevcih olunmaması, evvelden nice verile geldi ise, yine öyle verilmesi ferman olunmuştur[170].
e) Cülus bahşişi ve diğer ihsanlar: Padişahların tahta çıkışlarında seyfıye, ilmiye ve kalemiye sınıflarının ileri gelenerine cülus bahşişleri ve in'amlar verilmesi daima uygulanan bir gelenek idi. III. Murad’ın 982 (1574)de Osmanlı tahtına oturduğunda askere cülus bahşişi dağıtıldığını, veziriâzama, padişah hocasına, şeyhülislama, kazaskerlere, nişancı ve defterdara "kanûn-ı kadîm üzre" altın ve akçeler ihsan olunduğu Seyyid Lokman'ın beyanından anlamaktayız[171]. III, Mehmed'in 1003(1595) tahta cülusunda "kadîmden olageldiği üzre" sadrazam, şeyhülislam, vezirler, kazaskerler, defterdar, nişancı mevaliye verilen sof ve hil’at şeklindeki ihsanlar hakkında geniş bilgi bulunmaktadır[172].IV. Mehmed'in 1058(1648)de cülusunda Aynı şekilde devlet ileri gelenlerine ve askere verilen bahşiş ve ihsanları Telhisü’l-beyan'dan öğre
nilmektedir[173]. Bu üç padişah zamanında verilen miktarlar ve artışları, ayrıca buradan hareketle teşrifatdaki yerleri hakkında kanaat sahibi olmak mümkündür.
Cülus bahşişlerinin dışında önemli olaylar ve resm-i küşadlar münasebetiyle padişahlar tarafından verilen in'am ve ihsanlar da bulunmaktadır. Bunun en güzel örneği, II. Bayezid tarafından verilen, muntazam bir belge olarak bugüne kadar gelmiş bulunan bir defterdeki bilgilerdir[174]. Ancak bu neviden gelirleri belirli ve düzenli bir gelir olarak kabul etmek mümkün değildir.
Devlet erkanına verilen cülus bahşişleri: ج
(Burada sadece Dîvân-1 Hümâyûn üyeleri ve bazı ilmiye ricali verilmiştir)
Devlet erkanı | III. Murad'm culûsu 982 (1574) | III.Mehmed'in cülusu 1003 (1595) | IV.Mehmed'in cülusu 1058 (1648) |
Veziri âzam | 6000 filori sıkke-i hasene murassa altın kılıç, iki ağır çatma kaftan | 3000 akçe | 30.000 akçe |
Vüzerâ (herbirine) | 4000 filori | 20.000 akçe | 20.000 akçe |
Padişah Hocası | Keseyle altun ve akçe ihsan buyuruldu | Belirtilmemiş | Belirtilmemiş |
Şeyhülislam | ٠٠ | 30.000 akçe, sof: 1 | 30.000 akçe, sof: 1 |
Kadı asker (herbiri) | ٠٠ | 20.000 akçe, sof: 1 | 20.000 akçe sof: 1 |
Nişancı | ٠٠ | 30.000 akçe | ٠ |
Defterdar | ٠٠ | 20.000 akçe | ٠ |
Mazul Mevâlı | Hilat ve akçe | 15.000 akçe | 15.000 akçe, sof: 1 |
Müderrisin (kibar) | Hilat ve akçe | 5.000 akçe | lO.OOO.akçe, sof: 1 |
B. Mazuliyet maaşları
a) Kazaskerlerin mazuliyet maaşları: Görev'de bulundukları sıradaki maaşları hususunda kaynaklarda fazla bilgi bulunmamasına rağmen mazuliyet döneminde verilen ücretlerden sık sık bahsedilmektedir. Bu sebeple belirli aralıklarla mazuliyet maaşlarınındaki artış seyrini takip mümkün olmaktadır. Kesin bir rakam söylemek mümkün olmamakla birlikte, XV. yüzyıl sonları ile XVI. asır başlarında, mazuliyet ücretinin günde 75-100 akçe arasında olduğu, ancak bunların istisnalarının bulunduğu; daha sonra tedricen artarak XVI. asır sonlarına doğru 150-200 akçe, XVII. asır başlarında 250 akçeye yükseldiği görülmektedir. Fakat incelediğimiz dönemde bildirilen miktarların üstünde "riâyeten" yüksek maaşla mazul olan birçok kazasker bulunmaktadır. Burada nihâî yetki hükümdara ait olmaktadır. Lütfi Paşa kazaskerlere tekaûdleri halinde 150 akçe (XVI. yüzyıl ortaları ) verileceğini belirtmektedir[178].
Alâeddin Ali b. Yusuf el-Fenârî 881(1476-1477) de kazaskerlikten 50 akçe yevmiye ve 10000 akçe seneviye ile mazul olmuş[179]büyük oğluna 50, küçük oğluna 40 akçe tayin olunduktan başka oğullarının vazifelerine (ücretlerine) İnegöl kadılığı ilave edilmiştir[180]. II. Bayezid’in cülusundan sonra Rumeli kazaskeri olan Mevlâna Alâeddin 900(1494-1495) ,de 70 akçe yevmiye ve 10000 akçe seneviye ile mazul olmuş, bu sırada sah ve cuma hariç, haftada beş gün tedris faaliyetinde bulunmuştur[181]. 897-907(14921501) tarihleri arasında Anadolu kazaskerliğinde bulunan Amasyah Ali Efendi, 100 akçe yevmiye ile mazul olmuştur. Bu mazuliyet sırasında Ali Efendi'ye Sultan Bayezid tarafından oğlu Korkut ile arasının düzeltilmesi görevi verilmiştir[182].
II. Bayezid devrinde Bedreddin Mahmud'un da Anadolu kazaskerliğinden yine 100 akçe ile mazul olduğu görülmektedir[183]. Bu dönemde mazuliyet maaşı genel olarak 100 akçe civarında seyr etmekte, ancak Mirim Çelebi Mahmud Efendi'nin Anadolu kazaskerliğinden 150 akçe ile ayrıldığı tesbit olunmaktadır[184]ki bu şahsın, II. Bayezid'a hocalık yapmış olması sebebiyle farklı bir ücretle mütekaid olması mümkündür. Müeyyed-zâde Abdurrahman Efendi, Yavuz Sultan Selim tarafından 919(1513)da azledildiğinden 150 akçe yevmiye tahsis edilmiş, ancak Müeyyed-zâde bunu kabul etmiyerek "meccânen tekaüdü" tercih eylemiştir. Daha sonra Rumeli kazaskeri olan Müeyyed-zâde Şa ban 920(1514)de azledildiğinde ise 200 akçe maaş bağlanmıştır[185]. Mevlana Rükneddin 924(1518) de Rumeli kazaskerliğinden yevmiye 100 akçe tahsis ediliği halde sonra 30 akçe artırılarak 130'a çıkarılmıştır[186]. Fakat Rükneddin Efendi'nin Edirne'de oturması ve maaşının Edirne Murâdiye evkafından verilmesini rica etmesi üzerine istediği kabul edilerek, Nefs-i Kırkkilise arpalık olarak verilmiştir[187]. Muhyiddin Fenârî Efendi 15 sene Rumeli kazaskerliği yaptıkdan sonra 944(1537-1538)de 150 akçe ile mazul olmuş, sonra 50 akçe ilave edilerek 200 akçeye yükselmiştir[188]. Muhaşşî Sinan Efendi 958(1551) de Anadolu kazaskerliğinden 200 akçe ile mazul olmuştur[189]. Ancak bunu özel saymak gerekir. Zira bundan bir hayli sonra Abdülkerim-zâde Mehmed Efendi 971(1563-1564) de[190], 974(15661567)de Perviz Efendi Anadolu kazaskerliğinden[191], yine aynı yıl içinde Kadızâde Ahmed Efendi Rumeli kazaskerliğinden[192]150 akçe ile mütekaid olmuşlardır. Ahî-zâde Mehmed Efendi 981(1573)de 150 akçe "vazife-i kâmile” ile Anadolu kazaskerliğinden ayrılmış ve 983(1575) de Süleymaniye Darülhadisi ilâve edilmiştir[193].
Bu arada bazı değişik uygulamalar görülmektedir. Molla Ahmed Efendi 1001(1592) de 150 akçe ile Rumeli kazaskerliğinden mazul olmuş, 1004(1596) de Sinan Paşa Darülhadisi 100 akçe ilave edilerek[194] toplam geliri 200 akçeye yüksetilmiştir. Selanikî, bu bilgiyi verirken , kazaskerlikten mütekaid olanların hepsinin 180 akçeye çıkarıldığını ancak Mevlana Sunullah Efendi'nin 150 akçede kaldığını bildirmektedir[195]Diğer taraftan, Rumeli kazaskerliğinden mütekaid Damad Efendi'ye 1006(1597) da "zevâ'idi evkaf-ı selâtînden" günde 200 akçe tayin olunup, bir çift ekmek ve "senevi hîme" ferman olunmuştur[196]. Yevmi 180 akçe ile emekli olan Kara Çelebizâde Hüsam Efendi'nin ölümü üzerine mazuliyet maaşı 20 akçe ilavesi ile, 200 akçe olarak Muharrem 1007(1598) de[197]kazaskerlikden mütekaid Abdulbaki Efendi'ye verilmiştir.
Kazaskerlerin bu şekilde miktarları belirtilen tekaüd maaşlarını çoğu kere büyük vakıfların gelir fazlalarından (zevâ‘id-i evkaf) aldıkları görülmektedir. Ayasofya ve Süleymaniye camilerine ait yıllık muhasebe defterlerinde, zevâ‘id-i evkaf bölümünde mazul kazaskerlerin ilk sırayı aldıkları görülmektedir[198] Kazaskerlerin kıdem ve hizmet durumlarına göre bu ücretler ayarlanıyordu[199]. XVI. yüzyılın ikinci yarısında birçok örneklerine rasdadığımız bu uygulamanın XVII. yüzyıl boyunca devam ettiği de anlaşılmaktadır[200].
Kazaskerlerin mazuliyet dönemleri ve maaşları incelenirken Süleymaniye Darülhadisi'nden bahsetmek gerekir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre burası, öncelikle mazul kazaskerlerin görev yaptığı ve ücret aldığı bir medresedir. Hasan Beyzade, buradan bahsederken, "Dariilhadisi mukaddema kazâ-i askerden mütekaid, zû-fünun (telif ve tasnife kadir, misli nadir) ihtyarlara tevcih ederlerdi. Hâliyâ dahi Rumeli kazaskerliğinden munfasıl nlup, efkah-ı ulema olan Hasan Efendi üzerindedir" demektedir [201]. Ancak, Dariilhadis'te mazuliyet maaşı karşılığında mi ders veriyorlardı, yoksa burası ek bir gelir mi sağlıyordu? Bu hususta kesin bir şey söylemek mümkün olmamaktadır[202].
b) Arpalık verilmesi: Lütfi Paşa, Asafhâme'de vezir, defterdar ve sancakbeyileri zeametle emekli olduklarında alacakları miktarları belirttiği halde kazaskerlerden bahsetmemektedir [203]. Ancak gerek Âlî'de gerek XVI. yüzyıl sonlan ve XVII. yüzyıl başlanna ait belgelerde kazaskerlerin arpalık tasarruflarını gösteren bilgiler bulunmakadır. Âlî, Dîvân-1 Hümâyûn’da sayfi ve şitâî samurlar ile riayet "yetmiş bin ak yazar arpalık zeametiyle iltifat ve rağbetler" in ulema zümresinde sadece hoca, şeyhülislam ve kazaskerlere mahsus olduğunu söylemektedir[204]. Kazaskerlere XVII. yüzyıl ortalannda ber-vech-i arpalık kazalann tevcih edildiği görülmektedir[205].
IV. Kazaskerlerin teşrifattaki yeri
Osmanlı Devleti'nde teşrifat ve bunun İcrası büyük önem taşımaktadır. Başlangıçta, Osman ve Orhan Beyler zamanında çok sade ve hemen hemen yok denilecek kadar az olduğu görülen teşrifat usulleri, giderek belirmeye başlamış, yerleşmiş bir şekil almışdır. Osmanlı devlet teşkilatında Fatih Kanunnâmesi bir dönüm noktasıdır. Bu Kanunnâmede devlet görevlilerin vazife ve salahiyetlerine yer verildiği gibi, teşrifata ait kuralar üzerinde bilhassa durulduğu görülmektedir. Bu Kanunname daha sonra Osmanlı Devleti'nin teşrifat ve teşkilatına dair eser yazan müellifler üzerinde derin tesirler yapmıştır[206].
Osmanlı İmparatorluğu gibi merkeziyetçi bir sisteme sahip olan, her türlü âdet ve merasimin sıkı ve düzenli olarak yapıldığı bir devlette, teşrifat kurallarını sadece bir gösteriş ve tantana olarak görmek herhalde çok yanlış olur. Bu kural ve merasimler, merkez ve taşra teşkilatı mensublarının vazife ve sorumlulukları ile yakından alakalı ve iç içe girmiş, değişmesi oldukça zor kurallardır. Bu bakımdan kazaskerlerin teşrifattaki yerinin bilinmesi büyük önem taşımaktadır.
A. Kazaskerlerin elkabı ve kıyafetleri
a) Kazaskerlerin elkabı: Osmanlı împaratorluğu'nda elkab, görevlinin mevkiini belirtmede önemli bir unsur olup, her meslek erbabının muayyen vasıfları ihtiva eden elkabı bulunmaktaydı. Kanunnâme ve münşeat mecmualarında kazaskerlerin elkabı farklı şekilde verilmektedir.
Fatih Kanunnâmesi'nde, müftü efendi, hoca efendi ve kazaskerler elkabı müşterek olarak şu şekilde verilmektedir:"A‘lemü’l-ulemâi’lmütebahhirîn efdalü’l-fudalâi’l-müteverriîn yenbû’u’l-fazl ve’l-yakîn vârisü ulûmi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn, keşşâfü’l-müşkiat-ı dîniyye ve sahhâhu müte‘alhkati’1 yakîniyye keşşâfu rümûzi’d-dekayık hallâlu müşkilâti’lhalâyık..."[207]
Daha sonra, Telhîsü’l-beyâri[208] ve bazı kanunnâme mecmualarında[209]Fatih Kanunnâmesi'ndeki elkab ufak farklarla tekrarlanmıştır. Münşe’âtü’sselâtîn’de kazaskerlerin elkabı şu şekilde verilmektedir: "A’lemü’l-ulemâ‘i’1mütebahhirîn, efdalü’l-fudalâ‘i’l-müteverri‘în, yenbû‘u’-fazl ve’l-yakın, keşşâ fü’l-müşkilâti’d-diniyye, hallâlü’l-mufaddılâti’l-yakıniyye, misbahu rumûzü’l haka’ik, miftâhu kunûzü’d-deka’ik, el-mahfûfu bi-sunûfı avâtıfi’l-meliki’l-a'lâ mevlânâ kadîasker -edâme’llâh fezâ’ilehû-"[210].
Vesıkaların başında verilen hitab esas itibariyle yukarıda verilen elkaba uymakta ise de arada bazı farkların olduğu görülmektedir. Mesela III. Mehmed'in Rebîulâhir 1006(Kasım-Aralık 1597) tarihli Anadolu Kazaskeri Abdülhalim Efendi’ye hitaben gönderdiği fermanda Münşe’âtü ’s-selâtîn'deki[211]formüle benzer bir elkab kullanılmıştır[212].
b) Kazaskerlerin kıyafetleri: Kazaskerler esas itibariyle ilmiye sınıfına ait kıyafetleri giyerlerse de, Dîvân-ı hümâyûn üyesi olmaları dolayısıyle merasimde giydikleri kıymedi elbiseleride vardı. Kazaskerler başlarına yuvarlak, üzeri kıvrımlı örf denilen sarığı giyerlerdi[213]. Arkalarına çeşitli zamanlarda ve merasimlerde giydikleri kaftan[214]., sayfî ve şitâî samurlar[215], sayfiye hilat[216], örf ferâcesi[217], uzun yenlü sof ve uzun yenlü abâî[218], erkân ferâcesi[219], kabanice şeklinde üzeri yakalı ve uzun yenlü sof[220] gibi elbiseler kaynaklarda zikredilmektedir[221]. Ancak bu elbiselerin şekli , kullanıldığı devirler hatta kullanıldığı yerler hakkında bilgiler çok yetersizdir. Bazı yabancı yazar ve seyyahların verdiği resimler de muahhar ve temsilidir[222].
B. Çeşitli dîvân ve merasimlerde teşrifat
a) Dîvân-ı Hümâyûn ve cuma dîvânında teşrifat
1. Dîvân-ı Hümâyûn: Osmanlı İmparatorluğu'nda devletin dört rüknü arasında kazaskerler vezirlerden sonra ikinci sırayı almaktadır[223]. Bu tertib devlet teşrifatında, Dîvân-ı Hümâyûn'da oturma sırasında aynı şekilde kendini göstrmektedir.
Fatih kanunnâmesi'nde sadrda oturanlar şu şekilde belirtilmektedir: "Ve Dîvân-ı Hümâyûnumda sadrda oturmak vüzeranın ve kazaskerlerin ve defterdarların ve nişancının yoludur. Evvela vüzera oturup, bir canibe kazaskerler anların altına defterdarlar oturur ve ol bir canibe nişancı oturur "[224]. Dîvân-ı Hümâyûn'da veziriâzamın oturduğu sedir, padişahın, dîvân müzakerelerini dinlediği pencerenin altında idi. Veziriâzamın sağında kıdem sırasıyle vezirler, sol tarafında ise Rumeli ve Anadolu kazaskerleri otururdu[225]. Nişancı veziriâzamın sağ ilerisinde, defterdar ise sol ilerisinde otururdu[226] Vezirler, kazaskerler ve defterdarlar Dîvân-ı Hümâyûna gelirken çavuşbaşı ve kapucılar kethüdasının önlerine düşerek karşılamaları kanundu[227].
Dîvân müzakereleri bitince, dîvânhaneye biri veziriâzamın önüne, biri diğer vezirlerin ve biri de kazaskerlere olmak üzre üç sofra kurulurdu. Nişancı ile başdefterdar da veziriâzamın sofrasına otururlardı. Kazaskerlerin önünden kalkan yemek kapıcılar kethüdasına verilirdi[228]. Yemekten önce, sakalar kethüdası kazaskere ve defterdarlara leğen, ibrik ve havlu tutarlardı[229].
Kadı-zâde Ahmed Efendi'nin[230] Rumeli kazaskerliği zamanında, kazaskerlerin beylerbeyilere tekaddüm etmesi ve yemekten sonra ıslak havlu yerine müstakil leğen ibrik gelmesi usul olmuştur[231]. Bu değişikliği, Kadı-zâde'nin hayatını verirken Âtâ'î şu şekilde anlatmaktadır: "Bunlar zamanına gelince mutlaka beylerbeyiler sudûr-ı ulemaya tekaddüm iderlerken Rumeli ve Anadolu emîrü’l-ümerâsından gayre takdim bunların eser-i re’y-i kavîmidir. Hoca-zâde Abdülaziz Efendi merhum, bin on yedi tarihinde kadı’l-kudat-ı Rum olup, esâfil-i nasdan Maryol Hüseyin Paşa Rumili beylerbeyisi olup, tekaddümünden istinkâf itmekle rikâb-ı Ahmed Hânîye arzuhal eyleyüp, kudât-ı asakir mutlaka beylerbeyilere takdim olunmak ferman olunmuş idi. Elyevm vüzerâdan gayriye mukaddemler ve devlet-i padişah-ı ahâlî-nüvâzda mu'azzez ü mükerremlerdür. Dîvân-ı Hümâyûn ta'âmından sonra taş t u tâbe vüzeraya mahsus olup, kazaskerlere âbâlûde destşmal gelür iken müstakillen leğn ve ibrik gelmeğe sâhibü’t-tercüme bâ‘is olmuşdur"[232]. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarından sonra yemek yenilir, bunu müteâkiben de "sahib-i arz" olanlar arza girerlerdi. Fatih kanunnâmesinde arzın keyfiyeti ve sahib-i arz olanlar ayrı ayrı belirtilmektedir[233] Dîvân-ı Hümâyûn'un haftada dört gün toplandığı zamanlarda arza iki gün, haftada iki kere toplandığı zamanlarda ise bir gün gidilirdi[234]. Önce Yeniçeri ağası arza girer, onun çıkmasından sonra kazaskerler girerlerdi[235].
2. Cuma dîvânı: Kazaskerlerin, Cuma günleri veziriazamın huzurunda katıldıkları dîvânın kendine has bir tertibi ve teşrifatı vardı. Cuma günü sabah namazından sonra, kazaskerler başlarında örfleriyle ve hizmetkârları rnücevvezeleriyle[236] dîvânhaneye gelirlerdi. Bu sırada dîvânhaneye gelirlerdi. Bu sırada Dergah-ı âlî çavuşları ve kethüda-yerleri mücevvezeleriyle ve muhzırlar üsküfleriyle dîvânhanedeki yerini aldıktan sonra, çavuşbaşı selîmî ile veziriâzamın huzuruna girerek dîvânın hazır olduğunu bildirirlerdi. Bundan sonra kazasker efendiler dîvânhaneye çıkarlardı. Veziriâzam merasim ile gelerek kazaskerlere selâm verir ve sadrına oturunca çavuşlar alkışlardı.
Veziriâzamın sağ tarafına Rumeli kazaskeri, sol tarafına Anadolu kazaskeri otururlar, sol tarafa ayrıca büyük tezkireci, çavuşbaşı, çavuşlar katibi ve diğer çavuşlar dizilirlerdi. Dîvânın diğer hizmet erbabı yerlerini aldıktan sonra, dava dinlemeye geçilirdi. Dava dinleme bittikten sonra veziriâzam kalkar, çavuşlar alkışlar, bu sırada kazaskerler de kalkarak selâma dururlardı. Bundan sonra veziriâzam bir hizmetkarı göndererek kazaskerleri davet ederlerdi. Davet olmadan kazaskerler içeri girmezlerdi. Kazaskerler içeri girince yemek yenilir, daha sonra evlerine giderlerdi. Ancak bazan yemekten sonra da dava dinledikleri olurdu[237].
b) Cülus ve biat merasimi: Osmanlı padişahlarının tahta çıkışlarında muhteşem törenler yapılır, yeni hükümdara biat ederlerdi. Biat, iktidara meşrûiyet kazandıran ve halkı temsilen ulemâ ve ileri gelen devlet erkanı tarafından yapılan bir merasimdir[238]. Prof. İnalcık, şeyhülislâm, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, İstanbul kadısı ve sekiz büyük şehrin (Mekke, Medine, Edirne, Bursa, Kahire, Şam, Haleb, Kudüs) kadılarının biatlarıyla hükümdarın iktidarının meşrulaştığını ve yine ulemânın kararlarıyla hükümdarın hallinin kanunî nitelik kazandığını belirtmektedir[239].
III. Murad'ın tahta cülusunda veziriâzam, vezirler, Rumeli beylerbeyi, kapudan paşa, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, padişah lalası, defterdar efendi ve daha sonra şeyhülislâm, İstanbul kadısı ve diğer ulemâ cülus merâsimine katılmışlar ve biat etmişlerdir[240]. III.Mehmed'in cülustan sonra 1 Cumâdelâhire 1003(11 Şubat 1595) de vezirler, şeyhülislâm, kazasker efendiler, defterdar ve nişancı "hil‘at-ı fâhire" ve "postîn-i zemistanî" giymişlerdir[241].
c) Sefer sırasında teşrifat: Padişahların ve veziriâzamların sefere çıkışlarında, zafer kazanmaları halinde merasimler yapılır, devlet erkanına kıymedi elbiseler, ziyafet ve ihsanlar verilirdi. Padişahların sefer-i hümâyûnlarında kazaskerler hükümdar ile giderek, musahabet ederler[242], orduya ait ihtilafları hallederlerdi. Ancak, padişah bizzat sefere gitmeyip, veziriâzamlar serdar-ı ekrem olurlarsa, kazaskerler padişah ile kalır, mevâliden liyakadı birisi ordu kadısı tayin edilerek sefere katılırdı[243].
Fatih Kanunnâmesinde "Ve Cenâb-ı şerifim sefer-i zafer rehbere müteveccih olsa, yanaşmak vüzerâmın ve kazaskerlerimin ve defterdarlarımın kanundur. Mazul beylerbeyden ve beyleri dahi davet edersem yanaşmak kanunumdur" denilmektedir[244]. Lütfî Paşa, padişah tarafından vüzeraya, kazaskerlere, nişancı ve defterdara tayinat verilmenin[245] kanun olduğunu, fetih ve zafer kazanıldığında bayram gibi el öpülerek vüzeranın "serâser samur kürk" giydiğini, kazasker ve defterdarların ise yalnız kaftan giydiklerini yazmaktadır[246]. Şevval 1001 (Temmuz 1593) de veziriâzam, Sinan Paşa'nın Avusturya seferine hareketinden birkaç gün önce adet üzere sayfiye hilatlar çıkmış vüzeraya, şeyhülislama ve kazaskerlere dağıtılmıştır[247].
Veziriazam Ferhad Paşa'nın 17 Ça'ban 1003(27 Nisan 1595) de sefere çıkacağı sırada ulemanın duaları ile sancak açılmış, erkan-ı devlete otağda yemek verilmiştir. Yemekte şeyhülislam, kazasker ve diğer ulema veziriazamın sağında, vezirler ve devlet erkanı da solunda oturmuşlar, yemekler yenilip, Kur'anlar okunduktan sonra meclis sona ermiştir[248].
d) Düğün ve diğer merasimler: Yukarıda verilen merasimlerden başka. Ramazan ve Kurban bayramları münasebetiyle[249]şehzadelerin sünnet düğünleri[250], sultan düğünleri, cenaze merasimleri ve padişahların cenaze nanazlan, şehzadelerin sancağa çıkışları[251], gibi vesilelerle çeşitli merasimler yapılır ve bu merasimlerde gerek Dîvân-ı Hümâyûn üyesi, gerekse ulemanın onde gelen temsilcileri olarak kazaskerlerin dâimâ yer aldığı görülmektedir[252].
KAZASKERLERİN İDARİ VE KAZÂİ GÖREVLERİ
I. Kazaskerlerin idari görevleri
LMurad'm saltanatının başlarında kurulmuş olan kazaskerlik müessesesinin kuruluş gayesini, o devre nisbeten yakın olan tarihler, ordunun ihtilaflarını halletmek, seferlere katılarak davalara bakmak şeklinde belirtmişlerdir[253]. Zamanla kazaskerlerin görevleri çoğalarak, imparatorluk dahilindeki kadilann, müderrislerin tayinleri-azilleri ve diğer işlemleriyle uğraşmak başlıca vazifeleri olmuştur. Daha sonra iki kısma ayrıldığında Rumeli kazaskeri, birinci kazasker sıfatını zimmen daima muhafaza ederek[254], Rumeli'deki; Anadolu kazaskeri ise Anadolu'daki ilmiye mensublarının işlerine bakmışlardır. Bu görevi başlangıçta nasıl yaptıklarına, gelişmiş şeklini alıncaya kadar geçirdiği safahata dair yeterli bilgilere, bugün için sahip değiliz. Yıldırım Bayezid, kadıların yolsuzlukları dolayısıyla bir takım tedbirler almış, bu arada kazaskeri azlederek yerine Şeyh Ramazan'ı kazaskerliğe tayin euniştir. Bu olay kadılardan, daha ilk devirlerden itibaren kazaskerin sorumlu olduğunu göstermektedir. II. Bayezid döneminden itibaren kazaskerlerin en önemli ve zor görevinin adalet ve eğitim teşkilâtının mensubları olan kadıların ve müderrislerin işlerini yürütmek olduğu anlaşılmaktadır[255]. Gerçi giderek şeyhülislam ile aralarında bir vazife taksimi teşekkül etmişse de, şeyhülislamın tayin işlerini yürüttüğü ancak mevleviyetler ve yüksek müderrisliklerdir[256]. Halbuki devletin adlî ve İdarî teşkilatının esas birimi olan kadılıklara kadıların; yine memleketin her köşesine serpilmiş olan medreselere müderrislerin tayinleri-azilleri ve diğer işlemleri daima kazaskerlerin görevi olmuştur.
Kazaskerler, ilmiye sınıfı mensublarının tayin, azil, nakil, terfi gibi işlemlerini yaparken "rûznâme" adı verilen defterlere kaydederlerdi[257]. Kazaskerlerin, ilmiye sınıfı mensublarının işlerine ne zaman ve nasıl baktıkları hususunda karşılaşılan belirsizlikler, bu defterlerin tutulmaları konusunda da ortaya çıkmaktadır. Bu defterlerin en azından XVI. asır başlarından itibaren tutulduğunu ve devamlı tekâmül ederek düzenli bir şekil aldığını söylemek mümkündür. XVI. yüzyıl başlarına ait sadece mülâzemet kayıtlarını ihtiva eden bir defter bulunmaktadır[258]. Asrın birinci yarısına hatta sonlarına kadar ancak birkaç defter bilinmekte, XVI. asır sonlarından itibaren çoğaltmaktadır [259]. Kazasker rûznaneleri bilinmekle birlikte[260], yakın zamana kadar bu defterlerin yeri belli değildi. Kısa bir süre önce İstanbul Şer'îye Sicilleri Arşivi nde Rumeli ve Anadolu kazaskerliklerine ait defterler tesbit edilmişti[261]. Daha sonra kısmen Çer'îye Sicilleri Arşivi'ndeki defterlerin boşluklarını dolduran Rumeli ve Anadolu kazaskerliklerine ait Nuruosmaniye Kutubhanesi'nde başka rûznamelerin bulunduğu da görüldü[262].
A. Mulazemet
a) Mulazemetin ortaya çıkması ve gelişmesi: Osmanlı Beyliği'nde başlangıçta ilim ve tedris faaliyetleri başlangıçta komşu beyliklerden ve İslâm dünyâsının Kahire, Şam, Semerkant gibi o zamanın ilim merkezlerinden gelen bilginlerin gayretleriyle yüriî tülmüş, giderek Osmanlı Beyliği kendine yeterli hale gelmiştir[263]. Bursa, Edirne daha sonra İstanbul başta olmak üzere diğer şehir ve kasabalarda birçok medresenin yapılarak hizmete girmesine ve buralarda talebeler yetişmesine rağmen Rumeli ve Anadolu'da yapılan fetihler sebebiyle, sadece ilmiye alanında değil hemen her sahada yetişmiş elemana ihtiyaç duyulmuştur. Bu sebeple mezuniyetten hemen sonra bir vazifeye tayin edilmiş olmaları ve ilmiye mensuplarının görev sürelerinin gayet uzun olması tabiidir. Fakat giderek medrese mezunlarının artması, birikmelere yol açmış ve tayin için beklemek zorunda kalmışlardı. Böylece medreseden mezun olan danişmendlerin adaledi olarak göreve başlamalarını sağlamak üzere mülâzemet ve nevbetin düzene donulması ve devletin bünyesine uygun bir sistemin benimsenmesi zaruret haline gelmiştir.
Mülâzemet luzum mastarından gelmekte, bir yere veya bir kimseye bağlanmak, bir işte devamlı olmak anlamını ifade etmektedir. İlmiye ısulahı olarak ise medrese mezunlarının gerekli kademelerden geçtikten sonra müderrislik ve kadılık almak için sıra beklemeleri ve meslekî tecrübe kazanmaları anlamına gelmektedir. Bu sırada namzet, eğer Anadolu ve Mısır’da vazife almak istiyorsa Anadolu kazaskerinin; Rumeli'de vazife almak istiyorsa Rumeli kazaskerinin muayyen günlerdeki meclisine devam eder, "matlab" denilen defterine ismini kaydettirirdi[264]. Osmanlı devlet teşkilatında mülâzemet sadece ilmiye sahasına mahsus bir terim değildir. Bir staj devresi manasına Osmanlı İdarî[265] ve askerî teşkilâtında kullanılan bir tabirdir[266] İlmiye teşkilâtında medreseden mezuniyet ile bir mansıba tayin arasında geçen belli süreye mülâzemet denildiği gibi "müddet-i örfıye"sini tamamlayarak tekrar beklemek üzere kazasker dîvânına devam etmek için de aynı terim kullanılmaktadır. Bu ikinci manada mülâzemet kadılık veya müderrisliğin bir bölümü olduğu için daha sonra kadılık ve müderrislik bahsinde incelenmesi uygun olacaktır.
Mülâzemede ilgili usul ve kaideler eskiden beri mevcut olmakla birlikte, başlangıçta izdiham olmadığından muhtemelen bu kaidelere fazla dikkat edilmemiştir. Ancak XVI. yüzyıl ortalarında meydana gelen bazı karışıklıklar ve haksızlıklar üzerine ilgililere şikayetler yapılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman bu önemli konunun düzenlenmesi için Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi'yi görevlendirmiştir. Atâ'î'nin bildirdiğine göre, Ebussuud Efendi'nin 944 (1537) de Rumeli kazaskerliğine kadar[267] mülâzemet kaydına hakkıyle riayet edilmiyor, yolunu bulan mansıba tayin olunuyordu. O sırada Anadolu Kazaskeri olan Çivizâde Muhyiddin Efendi[268]bütün yabancıları "ecnebi olanları[269] mülâzemettten men etmiş, onlarda bir araya gelerek Padişaha arzuhal sunmuşlardır. Kanunî şikayetçilerin arzuhallerini Ebussuud Efendi'ye vererek incelenmesini ve mülâzemetin bir düzene konulmasını istemiştir. Ebussuud Efendi bunların mahrum bırakılması devletin itibarına yakışmaz diyerek[270] herbirini birer göreve tayin eylemiş, mülâzimler için ayrı ayrı defter kullanılması usulünü getirmiştir. Ayrıca ulemadan her birine pâyesine göre ne kadar mülâzim vereceğini tesbit ederek, kabiliyedi adaylar için yedi senede bir nevbet usulünü tanzim ve arz etmiştir[271].
Bundan sonra muhtelif tarihlerde mülâzim vermek üzere ulemaya ihsanlarda bulunulmuştur. Hükümdarın cülûsunda, ilk seferlerinde, zafer kazanmalarında, şehzâde doğumlarında bir ihsan ve âtıfet olmak üzere mülâzemet için izin verilmesi teâmül olmuştur[272]. Özellikle Kanunî'nin saltanatı döneminde muhtelif tarihlerde hükümler çıkmıştır. Zilk'de 954(Arahk 1547)de ulema zümresine, mülâzim vermeleri için izin çıkdığnda, görevli ve mazul pek çok alim mülâzim vermiştir. Bu vesile ile Şeyhülislam Ebussuud Efendi 10, mütekaid Şeyhülislam Fenârî-zâde Muhyiddin Efendi 10, Rumeli Kazaskeri Muslihiddin Mustafa Efendi 7, Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi 5, Emir Efendi 7, Semaniye Müderrisi Hasan Çelebi 3, İstanbul kadısı Muhyiddin Efendi 3, Edirne kadısı Abdurrahman Çelebi 2, Semaniye Müderrisi Taşköpri-zâde Ahmed Efendi 3, olmak üzere sıra ile diğer ulema mertebelerine göre mülâzim vermişlerdir[273].
1 Şa'ban 963(10 Haziran 1556) tarihinde İstanbul, Edirne, Bursa, Mısır kadılarından dörder mülâzim, Şam, Haleb, Bağdad kadılarından ikişer mülâzim, seksen akçeli müderrislerden ve seksen akçe ile mütekaid olanlardan üçer mülâzim alınarak, geçen nevbette bu usulün uygulandığı belirtilmiş, şimdiki halde de aynı usulün devam etmesi hususunda Rumeli Kazaskeri Abdurrahman Efendi tezkire vermiş, buna binaen ruusa kaydedilmiştir[274].
Hâmid Efendi'nin Rumeli kazaskerliği sırasında biri Zilhicce 968(Ağustos-Eylül 1561), diğeri de Şa'ban 973(Şubat-mart 1566) da olmak üzere iki kere nevbet ferman olunmuş, ulemadan mülâzim alınmıştır. Birincisinde kazaskerler onar; İstanbul, Edirne, Bursa (Bilâd-ı selâse) kadıları beşer; diğer büyük mevleviyeder üçer mülâzim vermişler ve bu kanun olmuştur [275]. İkincisi, Ebussuud Efendi'nin İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâye’lKur'âni’l-azim adlı meşhur tefsirini Padişaha arzetmesi üzerine olmuş, mevâcibine yüz akçe zam yapılıp[276], sayfiye ve şitâiye hil'atler verilip, bütün talebesi mülâzim alınmıştır. Bu vesile ile "tatyib-i hâtır için" mazul ve görevde olan kazaskerlerden de onar mülâzim alınıp bu, usul ittihaz olunmuştur[277].Daha önce belirtildiği gibi padişahlar zaman zaman fermanlar çıkararak mülâzemet sistemine riayet edilmesini isterlerdi. III.Mehmed tahta cülûsunda Rumeli Kazaskerine ferman göndererek mülâzemede ilgili bazı prensipleri tekrarlamıştır[278].
Rumeli Kazaskerine Hüküm ki:
Sa'âdet ü ikbâl ile taht-ı sa'âdet-bahta cülûs-ı hümâyûnum vâki' olduktan sonra ulemâ-i izam -kessera’llâhu emsâlehüm ilâ yevmi’l-kıyâme teşrîfen nevbet mülâzemeti alınmak fermânım olup, lâkin zâten ve zamânen müstahıkk-ı mülâzemet olanlar arz olunup, mevâlî-yi izâm ve kuzât ve müderrisin ma-tekaddemden ne mikdar vee-gelmişler ise giril ol mikdar verüp, kanun üzre zâ'id ü nâkıs vermeyüp ve nefsinde ehl-i ilim olanlar üzerine ile veyahud gayri tarik ile cehele takdim olunmayup ve vech-i meşrüh üzre yolu ve istihkakı ile mülazemete arz olunanların eşkal ve evsaf, yazılup, Aynı ile mülazemet defterinde kayd olunmak babında fermankaza cereyanım sudur bulmuştur.
Buyurdum ki: vardukda fermancelîlü'1-kadrim üzre mevâlî-yi izam ve kuzat ve müderrisin matekaddemden ne mikdar mülazim veregelmişlerdir, vech-i meşrüh üzre zaten ve zamanen mtıstahıkk olanlardan girü ol mikdar verüp, kanundan zâ'id ü nâkıs vermeyüp ve arz olunanların eşkal ü evsafın deftere yazdura ki sonradan bir tarik ile ecnebi kayd olunmağa kabil olmaya.
Bu cülûs münasebetiyle mazul mevâlî, kazaskerler, İstanbul, Edirne ve Bursa kadılan, yüksek medrese müderrislerinin eskiden verdikleri mikdarlarda, hoca efendilerin 25, eski şeyhülislamların 25 er, o sırada Şeyhülislam olan Bostanade Mevlana Mehmed Efendi'nin ise 30 mülazim vermesi ferman olunmuştur[279].
Rumeli Kazaskerine hitaben gönderilen Ramazan 1006(1598) tarihli ferman mülazemetle ilgili hükümler ihtiva etmekte, Haremeyn'den başkasında teşrifden mülazim alınmamasın,, kenar medreselerden mülazim ve 50 akçe medreseden muid alınmaması, ancak banisi hayatta olanlar bir veziriazam medresesi olursa bunun müstesna olacağı belirtilmektedir[280]. Ayrıca irocamn ölümünden (mevtadan) iki nevbetlik danişmend alınıp, geri kalan talebelerin diğer ulemaya tevzi edilmesi, mevâlî mazul olduğunda alınacak mülazim sayısına dikkat edilmesi ve kasaba kadılarından, bulundukları yerde mevleviyete nail olanlardan mülazim alınmaması gibi hükümler ihtva etmektedir.
b) Mülazemet yollan
1. Nevbet yoluyla mülazemet: Muayyen aralıklarla mevâlî ve yüksek müderrislerin mülazim vermeleridir. Ebussuird Efendi’nin Rumeli kazaskerliği zamanındaki düzenlemede bunun yedi yılda bir olmak üzere kararlaştırıldığı bilinmektedir [281]. Bu yedi yıl prensibine tam nlmamakla birlikte takribi olarak riayet edildiği görülmektedir,
Topkapı Sarayı Arşivi'nde 968(1560-1561) yılı nevbetinde mulazim olanların listesini ihtiva eden bir defterde, nevbetyoliyle verilen mülazemetin tarihleri hakkında bilgi bulunmaktadır. Burada, daha once "zumre-i ulemadan" nevbetle olman mulazimlerin ve "akli çelebilerden [282 ]mülâzım olanların toplam olarak 246 kimse olduğu: bunlardan sonra "fetva emanetinden" ve "teşrifden" ve intihabdan o zamana kadar 108 kimsenin mülâzemete kabul olunduğu boylece ceman 354 kimsenin mulazim olduğu belirtilmektedir. Bu mülazimlerden Rumeli'de 50 kimseye, Anadolu'da ise 106 kimseye görev verildiği ve geriye 194 kimsenin kaldığı, bu defa nevbetle mülazemete kabul edileceklerin 170 kimse olduğu beyan edilmektedir. Bunlardan başka Suleymaniye Darulhadis'inden mutekaid iken vefat eden Yahya Çelebinin [283] "intihabından" ve Ayasofya Medresesinden mutekaid olan Abdurrahman Efendi'den alınacak olanlar, ayrıca "bahçe-i amireler" den ,"saraçlarda" ve "fırında" olan hocalardan mulazim alınacakların bulunduğu belirtilmektedir.
Bu açıklamadan sonra çeşidi tarihlerdeki nevbet yoluyla mulazemet hakkında şu bilgi verilmektedir[284].
930(1523-1524) da,Kadri Efendi'nin Anadolu kazaskerliğinde[285]
939(1532-1533) da yine Kadri Efendi zamanında
946(1539-1540) da Ebussuud Efendi'nin Rumeli kazaskerliği zamanında
951 (1544-1545) de yine Ebussuud Efendi zamanında
954(1547-1546) de Bostan Efendi'nin Rumeli kazaskerliği zamanında[286]
959(1551-1552) da Abdurrahman Çelebi'nin Rumeli kazaskerliği zamanında [287]
963(1555-1556) de yine Abdurrahman Efendi zamanında nevbet olunmuştur[288].
2. Teşrif yoluyla mülâzemet: Mevâlî ve yüksek medrese müderrislerinin, büyük şehir müftülerinin göreve tayinlerinde, görev değişikliklerinde, sefere katılmalarında teşrîfen mülâzim vermeleri usuldü. Bunun esaslarına mülâzemede ilgili fermanlarda sık sık temas edilmiştir[289].
951-959(1544-1552) tarihli Rüznâme (mülâzemet kayıtlan) de "Teşrîf'den mülâzim veren ulemâ ve mülâzim adedleri şöyledir[290]
Ulemânın ismi | Teşrifi | Aded | Tarih |
Ebussuud Efendi. | Rumeli kadıaskerliğinden Müftülüğe geçişte | 6 | 4.N.952 |
Şeyh Mehmed Ef. | Rumeli kadıaskeri olunca | 3 | 27.N.952 |
Muslihiddin Ef. | Rumeli kadıaskeri olunca | 3 | 26.Ş.954 |
Muslihiddin Ef. | Teşrîf-i sefer-i Tebriz | 3 | 1.ZA.955 |
Emir Ef. | Anadolu kadıaskeri olunca | 3 | 28.M.954 |
Muslihiddin Ef. | Anadolu kadıaskeri olunca | 3 | B-Ş.954 |
Sinan Çelebi Ef. | Anadolu kadıaskeri olunca | 3 | 954 (1547) |
Sinan Ef. (Anadolu kadı askeri) | Teşrîf-i sefer-i Tebriz | 2 | 1.ZA.955 |
Sinan Ef. | Amasya Müftüsü olunca | 2 | - |
Abdülkadir Çelebi | Haleb kadılığından Mekke kadılığına | 2 | 6.RA.954 |
Kara Çelebi | Amasya kadısı olunca | 1 | M-S.956 (II-III.1549) |
Perviz Ef. | Bağdad kadısı olunca | 1 | - |
Mehmed Çelebi | Mekke kadısı olunca | 2 | N.956 |
Yahya Çelebi | Bağdad kadılığını teşrîfden | 1 | 957(1550) |
Salih Ef. | Mısır müfettişliğinden Semaniye müderrisliğine | 2 | 10-20Ş.953 (4-14.XII.1546) |
Mevlânâ Gürcan | Amasya Medresesi müderrisi olunca | 1 | 955 (1548) |
Halil Çelebi | İki Şerefeli Medrese müderrisliği | 1 | 955 (1548) |
3. Mevtâdan mülâzemet: Ulemadan vefat edenlerin geride kalan dânişmentleri belli usuller içerisinde mülâzim olurlardı. Eğer kalan talebeler çok ise bunlar, dirayetli, güvenilir bir âlim (mümeyyiz, müfettiş) tarafından, hazanda bizzat kazasker tarafından imühan edilir ve mülâzemetin intihab ve umum dereceleri belli olurdu[291]. Bir kısmı da nevbetten daha sonra mülâzim olmak üzre sıraya girerlerdi.
Hocanın ölümünden sonra, bundan istifade ile birçok kimsenin hak iddia etmesi mümkün olduğundan, mevtâdan mülâzemet ihtilâftı ve suistimâle müsâ'id idi. Bu nevi ihtilâflarda kazaskerin büyük yetkisi olduğundan şikayetler de ona yapılırdı. Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi hakkındaki tahkikat defterindeki bir ihtilâf, mevtâdan mülâzemet hakkında bazı önemli bilgiler vermektedir [292]. Mısır kadısı iken ölen Abdi Efendi'nin bazı talebeleri nevbetten, bazısı intihabdan ve bazısı da umumdan olmak üzere, hepsinin mülâzim olunması ferman olunmuştu. İmtihan olunup, henüz mülâzimlerin dereceleri belli olmadan, iki talebesine Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi tarafından görev verilmesi, şikayet konusu olarak, tahkikat açılmış ve bu konu ile alakalı bazı sorular tevcih edilmiştir.
Sinan Efendi cevabında, merhum Abdi Efendi’pin talebelerini birkaç defa imtihan etmek istediğini, herbirinde engel çıktığını, hepsinin mülâzim olması emr-i şerif ile kesinleşmiş olduğundan iki talebesine mülâzemetin en aşağı derecesi olan umumdan mülâzim olmak üzere görev verildiğini belirtmiştir. Bunun üzerine Emir Efendi'nin talebesinden Hüseyin, bir medrese için, kazaskere arz verdiği halde, netice alamadığından şikayet etmiş, Sinan Efendi cevabında, arz getirip istediği medresenin yevmi yirmi akçelik asıl mülâzim mansıbı olduğunu, imtihan edilip, mertebesi belli olmayan bir mülâzime müntehab mansıbı verilemiyeceğini söylemiştir.
Vefat eden ulemanın dâniştnendlerinin mülâzim alınması g؛
(IŞSA, Rumeli Kadıaskerligi, Rûznâme Nr٠ VII, s. 20-44)
Ulemanın ismi | Alınan mülâzim | Alınacak mülazim | Mülazemet tarihi | Mümeyyiz (müfettiş) | Açıklama |
Kemal Beğ-zâde Mehmed Ef. İstanbul Payesi ile Havass-ı Konstantiniye kadısı | 5 | 27 | 10.6.1008 | Mustafa Ef. (Sultaniye Müderrisi) | Kalanlar gelecek nevbetlerde dörder dörder alınmak üzere bekaya defterine kayd olundı. |
Fenarî-zâde Mahmud Ef. Trablus Şam kadısı | 3 | 10 | C.1008 | Mustafa Ef. (Sultaniye Müderrisi) | Kalanlar gelecek nevbetlerde üçer üçer mülâzim alınmak ferman olundı. |
Nev’î Ef. Sultan Murad Şehzadeleri Hocası, 150 akçe kaza٠i asker tekaidü ile mütekaid | 7 | 14 | 15.B.1008 | Mustafa Ef. (Sultaniye Müderrisi) Danişmendlerin defterini tutan | Geri kalanlar gelecek nevbetlerde yedişer yedişer mülâzim alınmak ferman olundı. |
Gelibolulu Mahmud Ef. Sabıka Trablus Şam kadısı Gelibolu'da Sarıca Paşa Medrese müderrisi | 3 | 6 | B.1008 | Mustafa Ef. (Sultaniye (Müderrisi) | Geri kalanlar gelecek nevbetlerde üçer üçer mülâzim alınka ferman onuldı. |
Ulemanın ismi | Alınan mülazim | Alınacak mülazim | Mülazemet tarihi | Mümeyyiz (müfettiş) | Açıklama |
Yahya Ef. Galata kazasından mazul Nakıbul eşraf | 5 | 14 | 6.Ş.1008 | Seyyid Ali Ef. (müderris) | Geri kalanlar gelecek nevbetlerde dörder dörder alınmak ferman olundı. |
Abdulbaki Ef. (şair Baki) Rumeli kadıaskertiğinden mütakaid | 15 | 32 | 1.CA.1009 | Azmi-zâde Ef. (müderris) | Geri kalanların, kanun üzere gelecek nevbetlerde alınması ferman olundı. |
Seyrek-zâde Ef. Selanik kadılığından mütekaid | 4 | 22 | 1.CA.1009 | Azmî-zâde Ef. (maderris) | Kalanların gelecek nevbetlerde alınması ferman olundı. |
Sinan ef. Edirne Bayezid Medresesinde müderris (Medine tekaidü verildi) | 3 | 4 | 1.CA.1009 | ٠ | Kalanların gelecek nevbetlerde kanun üzre alınması ferman olundı. |
Ebussuûd-zâde, Mustafa Ef. Rumeli kadıaskeri idi. | 15 | - | 6.N.1009 | ٠ | ٠ |
Muhyiddin Ef. (Kurdzâde) İznik Orhan Bey Medresesi müderrisi | 2 | - | 6.Ş.1009 | ٠ | Biri mu'îd biri muzâf[293] |
Ulemanın ismi | Alınan mûlazim | Alınacak mûlazim | Mülazemet tarihi | Mümeyyiz (müfettiş) | Açıklama |
Pîr Ali Ef. (Hangah Medresesi müderrisi) | 2 | ٠ | Ş.1009 | ٠ | Biri mu'îd muzâf |
Ubûdî Ef. Süleymaniye müderrisi | 3 | 2 | ٠ | ٠ | Kalan iki danişmend gelecek nevbette mülâzim olacak |
İbrahim Ef. Trablus kadısı | 1 | - | ٠ | İlmen mülâzemete lâyık olduğundan elinde mevtasından mühürlü temessükü bulunmakla | |
Husam Ef. Sahn müderrisi | 2 | - | - | ٠ | Geri kalanlar ulemaya tevzi edilecek |
Abdullah Ef. Süleymaniye müderrisi | İleri gelen alındı | 2 | ٠ | Gelecek nevbetde alınmak üzere kayd olundı. |
4. İ‘âdeden mulâzemet: Mülâzım verme hakkına sahip olan yüksek medlese müderrisleri, mu'îdlerinden ve lalebelerinden layık olanları mülâzım verirlerdi. Büyük kadılar (mevâlî), eğer medreseden kadılığa geçmişler ise, ayrıldıkları medresedeki mu'idlerini iadeden mülâzim olarak verirlerdi. Ayrıca, kadılık yaptıkları şehrin medreselerinden birinde ders okutan büyük kadıların mülâzim vermeleri gerektiğinde, buradaki mu'idlerini i'âdeden mülâzım verdikleri olurdu.
5. Müstakil arz ile mülâzemet: Çalışkanlığı veya herhangi bir hizmette yararlığı görülen danişmentler bir yetkilinin vasıtası ile müstakil arz edilip mülâzim olurlardı. İstanbul kadısı iken vefat eden Kemal Beyzâde talebesinden Muharrem b. Mehmed, uzun süre Malta'da esir kalmış, kurtulduktan sonra ehl-i ilim olması ve veziriâzam Sinan paşa'nın da isteği üzerine arz edilerek mülâzim olmuştu[294]. Aynı şekilde, Veziriâzam İbrahim Paşa ve Mehmed Paşa ile çıkan orduda hizmeti görülen iki danişmend usul üzre arz edilerek mülâzim olmuşlardı[295].
6. Tezkire hizmetinden mülâzemet: Görevde bulunan kazaskerlerin altı ayda bir tezkirecisini mülâzim olarak vermesi usuldü. Anadolu Kazaskeri Mehmed Efendi'nin tezkirecisi olan Mevlânâ Mustafa el-İstanbuli, âdet üzre altı ayda bir tezkireci alındığından mülâzim olması arz olunarak kabul olunmuştur[296].Aynı şekilde Mevlânâ Mustafa b. Mehmed eski Anadolu Kazaskeri Mehmed Efendi'nin 1 Safer 1008(23 Ağustos 1599)den itibaren tezkirecilik hizmetinde bulunmuş, mülâzemeti arz olunarak kabul olunmuştur[297]. Mevlânâ Mustafa b. Receb Kazasker Ahî-zâde Abdülhalim Efendi'nin tezkirecilik hizmetinde bulunup altı aylık müddeti tamam olunca mülâzemeti kabul olarak deftere kaydolunmuştur[298].
7. Fetvâ emanetinde mülâzemet: Şeyhülislâmların, altı ayda bir fetvâ emanetinden bir mülâzim vermesi usuldü. Şeyhülislâm Hoca sadeddin Efendi'nin fetvâ emaneti (eminliği) hizmetinde olan danişmendi Mevlânâ Abdullah b. Mehmed Efendi bu görevde altı ayını doldurunca mutad üzere mülâzemeti arz olunarak kabul olunmuştur. 6 Rebiulevvel 1008 (26 Eylül 1599)[299]. Aynı şekilde Şeyhülislam Sunullah Efendi, meşihatte bir yılını doldurduğundan iki danişmendi fetva emaneti hizmetinden mülâzım alınmıştır. 19 Safer 1009(30 Ağustos 1600)[300].
c) Mulâzemet usulünün bozulması ve sebepleri: XVI. asrın ikinci yarısında Osmanlı müesseselerinde görülen bozulma ilmiye mesleğinde de kendini göstermiş, XVII. yüzyılda ise iyice belirgin hale gelmiştir Devlet, ilgililere hitaben gönderdiği fermanlarda bozuklukların nerelerden kaynaklandığını ve bunları önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sık sık belirtmiş, eski kanunlara uyulmasını istemiştir. Resmi nitelikteki bu teşebbüslerin yanında o dönemlerin ilim ve devlet adamlan OsmanlI tarihi ve teşkilatına ait eserlerinde, ilmin ve ilim adamlarının itibarını korumak İçingoruletini belirtmişlerdir. Bunlann birkaç noktada özetlenmesi mümkündür.
1. Ulema çocuklarının mülazemete kabulü: Osmanlılarda ilmiye sınıfında, ilk defa Fenârî-zâdelere bazı imtiyazlar tanınmış[301], bunlar giderek diğer ulema çocuklarına da teşmil edilmiştir. Başlangıçta sadece bir teşvik ve taltif unsuru olarak kullanılan bu ihsanlar dolayısıyla, ulemanın birbirinin çocuğunu kayırıp himaye etmesi bir alışkanlık haline gelmiş, bu ise ilmiye sınıfına telafisi mümkün olmayan bir darbe tesiri yapmıştır, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile bir danişmendin ulaştığı mevkiye, ulemadan birinin çocuğunun kolayca gelmesi çalışkanların şevkini kırmış; daima şikayet konusu olan bu ikilik kaldırılmamış bilakis giderek artmıştır. Nitekim, bu iki grup arasında farklılık olması gozden kaçmamış ve III. Mehmed'in 1006 tarihli fermanmda, bunların eşit tutulmamalan, arada fark olması gerektiği belirtilmiş [302]; IV. Murad'ın, 1045(1636) tarihli Rumeli kazaskerine hitaben gönderilen fermanında[303]ise mevalizâdelerin tayin edilen mümeyiz tarafindan imtihan edilmesi liyakati görüldüğü takdirde mülâzım olmalan şartı koşulmuştur[304].
2. Meslekten olmayanların mülazemete kabulü: İç-âhur, taş-âhur, has-fırın, saraçhane, bostan ve ambar gibi yerlerde hocalık yapan kimselerin mesleğe girmeleri, tek gayeleri ilimle uğraşmak olan çalışkan adayların yolunu tıkamıştır.
951-959(1544-1552) tarihli kazasker rûznamesinde bu gibi yerlerde hoca olanların durumlan değişik bir şekil arzetmekte; bunlann umumiyetle, buyük alimlerin talebelerinden bulunduğu görülmektedir. Mesela, Anadolu Kadiaskeri Sinan Çelebi talabelerinden Abdurrahman saraçhane hocası, Alaüddin iç-âhur hocası olması ve sefer-i hümâyûna da katılmaları sebebiyle mülazemete kabul buyuruluyorlar (5 Safer 956/5 Mart 1549)[305]. Rumeli Kazaskeri Muslihiddin Efendi talebelerinden Taş-âhur'da hoca olup, iki yıl hizmeti olan Muhyiddin'in mülazim olması kabul buyuruluyor, ancak bundan sonra hizmetin üç yıl olması ferman olunuyor, (5 Rebiulâhir 958/12 Nisan 1551)[306 ].Aynı şekilde. Molla Çelebi talebelerinden Fırın-ı has hocası Nasrullah'm mülazemeti arz olunup, kabul buyuruluyor. (5 Rebiulâhir 958/12 Nisan 1551)[307].
Daha sonraları, özellikle XVI. asrın sonlarından itibaren bu yolun zorlandığı, kötüye kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kaynakların bildirildiğine göre bazı liyakatsiz, ilimden uzak kimseler kendi memleketlerinde bir iş bulamıyarak İstanbul'a geliyor, yukarıda belirtilen yerlerde hocalık yaptıktan sonra bir yolunu bularak mülazimlerin rağbet etmedikleri kenar medreselerden birinde bir süre müderrislik yaparak, mesleğe girmiş oluyordu. Daha sonra hediye ve rüşvetlerle kısa zamanda "kat-1 meratib ederek" yükseliyordu. Bunlar meslekten yetişen danişmendlerin şansını azaltıyor, mesleğin itibarını düşürüyordu. Daha sonra bu usulün tamamen kaldırılamadığı, sadece bazı kısalmalara gidildiği görülmektedir. Nitekim, 1006 tarihli fermanda, 140 kişinin bu yolla mülazim olduğu, halbuki ancak 5 veya 6 kimsenin bu şekilde mülazim olabileceği belirtimektedir[308]. Ne var ki, bu fermanların sahiblerinin bile meseleye lâyıkıyla eğildikleri söylenemez. Hatta 1006 tarihli fermandan iki sene sonra Rebiulevvel 1008 (Eylülekim 1599) de Davud Paşa bahçesi hocası olan Mevlana Hızır b. Süleyman Kastamoni'nin Pâdişâhın bahçeye geldiği bir sırada arzuhal vererek mülazim olmak istemesi üzerine,bizzat III. Mehmed bile bil’ Hatt-1 hümâyûn ile Hızır b. Süleyman'ın mülazim olmasını emretmişti[309].
Mustafa Alî, mesleğin çilesini çekmeden avam takımından kimselere imamlık edenlerin bir yolunu bularak mülazim olmasından ve yükselmesinden şikayet etmektedir:
Evvela nice has bağçeler
Menzil oldu avam-ı etrake
Bir nice cahil, kadı danişmend
Acemi bir gürûh-ı nâpâke
Yani ki anlara imamet eder
Yüz komağı ol oğrekir hake
İş bu hizmet ani mülazim edüp
Ergüıür başlarını eflâke[310].
İlmiye tariki dışından mesleğe giren bil’ diğer zümre de "cündî" denilen ve muayyen miktarda ücret alan yeniçeri, sipahi, topçu ve kalafatçılardır. Bunlarda bir yolunu bularak, hatta bazan yüksek ücret ile mesleğe girerlerdi. Kanuni devrinde bu yol ile mülazim olan üç yeniçerinin ismi geçmektedir. Rumeli Kadiaskeri Muslihiddin Efendi'nin talebesi olan Yeniçeri Pir Mehmed'in mülazim olmasını hocası arz etmiştir. (23 Ramazan 954/6 Kasım 1547). Taşküprî-zâde Ahmed Efendi'nin talebesi Yeniçeri Muhyiddin'in ve Çelebi Efendi talebesi Yeniçeri Hasan'm mülazemet erini Paşa arz etmiş ve kabul olunmuştur[311].
III. Mehmed devrine ait 1006 tarihli ferman'da, bu husus üzerinde onemle durulmakta, bu kimselerin aldığı 30-40 akçenin "cündî akçesi" olduğu, ilmiye tariki ile alakası bulunmadığı belirtilmektedir. Eğer bunlar içerisinde liyakatli kimseler var ise "mümeyyiz" huzurunda imtihan olarak ve ilk kademeden (aldıkları 3040 akçelik cündî akçesine itibâr edilmeyerek) mesleğe girmeleri ferman olunmaktadır [312].
3. Ehil olmayanların iltimas ve şefaat ile mülâzemete kabulü: Dânişmendlerin mülâzimliğe kabulü için bazı ileri gelen zevatın vasıta olduğuna dair bir çok örneğe rastlanmaktadır. Böylece himaye edilen dânişmendler öne geçerek mülâzemet defterine kaydolunmaktadırlar ki bu davranışların ilmiye mesleğinin yıpranmasında büyük etkisi olmuştur.
II. Bayezid devrine ait 907-910(1501-1505) tarihlerine ait mülâzemet defterinde Şeyhülislâm Efdal-zâde'nin ölümünden sonra kalan talebelerinden Murad'ın Yeniçeri ağası iltimasıyle mülâzim olduğu (Cumadelûlâ 910/Ekim-Kasım 1504) zikredilmektedir[313].
Kanunî devrine ait 951-959(1544-1552) tarihlerine ait mülâzemet defterinde ise bu şekilde bir vasıta ve şefaat ile mülâzim olan bir hayli dânişmend bulunmaktadır:
Şefaat eden | Rûznâme sayfa numarası[314] |
Şehzâde Mustafa | 2,12, 17, 18. |
Şehzâde Bayezid | 14, 17, 20, 22, 23. |
Şehzâde Cihangir | 13, 19. |
Şehzâde Selim | 12. |
Paşa hazretleri | 7, 8, 11. |
Kapı Ağası Haydar Ağa | 15,7, 10, 12. |
Şeyh Bâli | 16. |
Şırvan-zade | 5. |
Han hazretleri | 18. |
Elkas Mirza | 10, 17. |
Reîsülküttâb tezkiresiyle | 20. |
Resmî nitelikte bu defterde şefaade mülâzemet alanların açıkça zikredilmiş bulunmasına dayanarak, bu şekildeki tavassutun, o zamanlarda normal bir davranış olduğunu söylemek mümkündür. Fakat durumun, kimsesiz adayların şikayetlerine sebep olduğu da görülmektedir. Sinan Efendi'nin Anadolu kazaskerliği zamanındaki bir olay misal olarak verilebilir. Bir dânişmendin, boşalan Biga kadılığına, kendi hakkı olduğu halde, Taşköprî-zâdeden mülâzim bir Yeniçeri verilmesi dolayısıyla şikayet etmesi üzerine tahkikat açılmış; Sinan Efendi ise müdafaasında, bu konuda Kapı Ağası'nın tavassutta bulunduğunu, kendisinin münhal için daha mütahak kimselerin olduğunu söyleyince de hepsinin birden Padişah'a arz edildiği, Biga kazasının yeniçeriye Padişah tarafından ihsan olunduğunu bildirmektedir[315].
4. Kazaskerlerin usulsüz davranışları: Daha önce belirtildiği gibi kimselerin ve hangi vesileler ile mülâzim verecekleri fermanlarda tesbit edilmiş idi. Fakat uygulamada kazaskerlerin ellerinde birtakım yetkilerin olduğu bilinmektedir. Kazaskerlerin, bir takım vesileler ile bazı kimseleri mülâzim yapmaları şiddedi tenkitlere sebep olmuştur[316]. Bu konuda en ağır tenkidi Âlî yapmaktadır: 1001(1591) senesinden itibaren ilim yolu sisteminin bozulduğunu, rüşvet sebebiyle mülâzemetin Bit-pazarı dellâllarına kadar düştüğünü, bu yolla birisi mülâzemet elde edince, mülâzemetini isbât için kazaskerler huzurunda "merhum babamızın mülâzimi idi", diye kazaskerlere şehadet ettiklerini yazmaktadır[317].
Nitekim, Koçi Bey de tenkitlerinde, kazaskerleri suçlamakta, yetki ve sorumluluklarının büyük olduğunu ifade etmektedir. Koçi Bey, "mülâzimlikler satılmağa başladı, voyvoda, subaşı, katib gibi avamdan nice kimse beş on bin akçe ile mülâzim, kısa süre sonra da müderris ve kadı oldu. İlim yolunda her şeyin başı mülâzimliktir. Eğer mevâlî (büyük kadılar) ve kazaskerler mülâzimliği satmazlar ise, kısa zamanda ilim yolu düzelir. Birine bir arpalık veya bir görev verilirse nice mülâzim yazarlar. Bu asırda diyaneti ve emaneti olmayan bir çok kazasker çeşit çeşit mülâzimlik yazıp, rûznâmeyi durdurdu" demektedir[318].
Mülâzemede ilgili fermanlarda da kazaskerlerin mülâzemet konusunda çok dikkadi olmaları istenmektedir[319]. Mülâzim verecek kimselerin ehl-i ilim ve fazilet sahibi olması ve bunun da kazasker tarafından araştırılması gerekiyordu. Rumeli ve Anadolu kazaskerlerine hitaben gönderilen evâsıt-ı Şevval 993(1585) tarihli fermanda, evlâd-ı Arab'dan Şeyh Takıyyüddin'in bir vesile ile mevleviyet tabakasına dahil olup, diğer mevali gibi mülâzim vermek istediği, fakat aslında kendisinin ilimle alakası olmaması sebebiyle gerçek alimlerin itibarına halel getirdiği, bu durumda asla müsâade olunmaması bildirilmektedir. Bu sebeple Şeyh Takıyyüddin'in mevleviyet tabakasından çıkarılması ve mülâzim vermekten men olunması ve durumun rûznâmeye işlenmesi ferman olunmaktadır[320]. Aynı şekilde, arpalıklardan[321] ve sonradan çıkan (muhdes) bazı mansıblardan mülâzim alınmaması da emr edilmektedir[322].
d) Mülâzemetle ilgili diğer işlemler:
1. Mülâzimlerin eşkâlinin belirlenmesi: Mülâzemet konusunda üzerinde önemle durulan bir husus da mülâzimlerin eşkalinin açık olarak belirlenmesi ve rûznâmeye yazılmasıdır. Zira, bu konuda bazı sahtekârlıklar yapıldığı tesbit edilmiştir.
1006 tarihli fermanın ihtiva ettiği hususlardan biri de kazaskerliğe giderek eşkallerini yazdırmaları, ellerine tezkire almadan mülâzemet etmemeleridir. Görevden ayrıldıktan sonra, ikinci ve müteakib mülâzemederde İstanbul'a gelmeyenlerin isimlerinin yazılması gerekmektedir. Çünkü, bazan ölen bir mülâzimin yerine baba adı ve kendi adı, hatta sadece kendi adı uyan gözü açıkların, İstanbul'a gelerek ölen mülâzimin yerine, mesleğe girdiklerini belirtmektedir[323].
1008-1009 tarihli rûznâmede mülâzim alınanların kendi ismi, baba ismi ve memleketi yazıldıktan başka çoğu kere "hafîfü’l-lihye, vasatü’l-kame", "fi Aynıhi’l yümnâ eserü’l-cerâha", "köseç, mu‘tedilü’l-kâme", "kasîru’l-kâme, as-faru’l-lihye", "tavilü’l-kame ve alâ şakıkayhi eserü’l-key” gibi tavsifler bulunmak tadır[324].
2. Mülâzemetin isbatı: Mülâzemet konusunda herhangi bir şüphe ve eksiklik çıktığında bunun isbatı önemli bir husustur. Mülâzimlerin kayd olunduğu defter kaybolabilir, bu durumda, mülâzim olduğu hocası sağ ise ondan bir temessük alarak, şahidler ile kazasker huzurunda tesbit yapılırdı. Nitekim, Hoca-zâde Aziz Efendi’nin [325] kazaskerliği dönemine ait defter kaybolmuş, bunun üzerine yeni bir defter açılarak adayların getirdikleri temessükler bu deftere tek tek yapıştırılmış ve diğer deliller yazılmıştır [326].
Mülâzim olduğu halde deftere işlenmesi unutulabilir veya mevtasından mülâzim yazılırken, aday İstanbul'da bulunmadığından yazılmayabilirdi. Bu durumda, nerede kaldığını ve ne için gelmediğini yine yetkili bir kimseden alacağı belge ile tevsık etmesi gerekirdi. Nitekim, Şemseddin Sivasî'nin torunu Abdülcelîl Efendi merhûm Bosta-zâde Mehmed Efendi’nin dânişmendi olduğuna dair, oğlu Yahya Efendi'den mühürlü tezkire; ayrıca, Bostan-zâde'nin talabeleri yazılırken, Abdülcelîl'in Sivas'da hasta olduğu, bu yüzden gelemediğine dair Sivas kadısından arz getirmiş, padişaha arz olunduğunda mülâzemeti kabul edilmişti[327].
B. Kadılarla İlgili İşlemler
a) Genel olarak Osmanlı kazâ teşkilatı: Adli ve kazâî teşkilata ve onun yürütücüsü olan kadılık müessesesine, OsmanlIlardan önceki İslam ve Türk devletlerinde büyük önem verilmiş, en küçük yerleşim merkezlerine dahi halkın ihtilaflarını halletmek, adaletin tecellisini sağlamak için kadılar tayin edilmiştir. İslam hukukunda, kadılardan bazı temel şardar ve vasıflar aranmış[328], yetişmeleri için özel eğitim programları uygulanarak, daha sonraki devirlerde okullar açılmıştır. Bu gelişmeler şüphesiz bir anda olmayıp, tedricen meydana gelmiştir. Ancak bazı devlederde ve bazı hükümdarların idaresinde kaza teşkilatı hususi bir gelişmeye mazhar olmuştur[329].
Osmanlı İmparatorluğu'nda daha kuruluştan itibaren kaza konusunda üzerinde durulmuş, fethedilen yerlere birer kadı tayin edilerek adalet ve huzurun sağlanmasına çalışılmıştır. Osmanlı feth geleneğinde bu usul yerleşerek, bir yerin fethinin ve Osmanlı kontrolüne kesin olarak girmesinin kadı ve subaşı gibi görevlilerin tayini ile tamamlandığı görülmektedir[330]Başlangıçta kadıların tayin ve diğer işlemlerine o zaman baş-kadı durumunda olan Bursa kadısı bakıyordu. Giderek işlerin artması ve sefer zamanlarındaki hukukî görevlerin ifası gibi sebepler müstakil bir makamın kurulmasını gerektirmiş, bilindiği üzere I. Muracl'ın saltanatı başlarında kazaskerlik teşkil edilmiş, daha sonra imparatorluk genişleyince ikiye çıkarılma zarureti doğmuştur[331].
Osmanlı Devleti diğer müesseselerinde olduğu gibi kaza teşkilatında da kendisinden önceki İslam ve Türk devletlerinden geniş ölçüde faydalanmıştır[332]. Ancak zamanla bu konuda kendisine has bir sistem meydana getirerek daha önceki devletlerde görülmeyen hususî bir teşkilat ve hiyerarşi teşekkül etmiş, ferman ve kanunnâmeler ile düzenlenerek kesinlik kazanmıştır[333]. Bu teşkilat Rumeli, Anadolu ve Mısır olmak üzere üç esas bölgeye ayrılıyor; Rumeli'deki kaza teşkilatı ve kadılar Rumeli kazaskerinin[334]Anadolu ve Mısır'daki teşkilat ve kadılar ise Anadolu kazaskerinin idaresi alunda bulunuyordu[335]. Bir bakıma kazaskerliğin taşra teşkilatını oluşturan bu kadılıklarda zamanın akışı içerisinde dereceler teşekkül etmiş; bu dereceler ve kadılıkların sınırları, bilhassa ekonomik şartlara göre değişmelere uğramıştır. Bu geniş teşkilatın idaresi kazaskerlerin vazife ve sorumluluklarını artırırken, buna paralel olarak merkez teşkilatı içindeki nufuzunu da kuvvetlendirmiştir[336].
İmparatorluğun Rumeli kesimi yüzölçümü, kaza sayısı ve kazaskere sağladığı gelir itibariyle az olmasına rağmen[337]Rumeli kazaskerliği daima Anadolu kazaskerliğinden üstün olmuştur. Genellikle bu durum, Rumeli'nin "dârü’l-cihâd" oluşu ve Osmanh Devleti'nin başlangıçtan beri Rumeli'ye ve oradaki fütûhata büyük önem atfetmesi[338], o yönden ilerlemeyi değişmez bir siyaset haline getirmiş olması ile izah edilir[339]. Rumeli ve Anadolu kesiminde kadılıkların dereceleri ve kazaların sınırları muhtelif zamanlardaki düzenlemelerle birçok değişmelere uğramıştır. Rumeli kazaskerliğinin dokuz derece, Anadolu kazaskerliğinin on derece ve Mısır'ın ise altı derece olarak düzenlendiği ve bunun uzun süre devam etdiği bilinmektedir[340].
Buna göre Rumeli’deki dereceler şunlardır[341]:
1. Rutbe-i Sitte(Sitte-i Rumeli), 2. Rutbe٠i Ûlâ, 3. Rutbe-i Karib (Karib-i ûlâ), 4. Rutbe-i Saniye, 5. Rutbe-i Sâlise, 6. Rutbe-i İnebahtı, 7. Rutbe-i Eğri, 8. Rutbe-i Çelebi, 9. Rutbe-i Çınad[342].
Anadolu kadılıklarındaki on derece ise şunlardır[343]:
1.Sitte (sitte-i Anadolu), 2.Mûsıla, 3.Sâniye, 4.Sâlise, 5.Râbi‘a, ö.Hâmise, 7,Sâdise, 8.Sâbi‘a, 9.Sâmine, lO.Tâsi'a
Mısır kadılıklarındaki altı derece ise şöyledir[344]:
1. Sitte(Sitte-i Mısır), 1. Mûsıla, 3. Sâlise, 4. Râbi'a, 5. Hâmise , 6.Sâdise
b) Kadıların tayinleri: Kadıların tayin, terfi, nakl ve azil gibi bütün işlemleri kazaskerler tarafından yapılırdı. Kesin bir tarih söylemek oldukça zor olmakla birlikte, XVI. yüzyıl ortalarına kadar bütün kadı ve müderrislerin tayinleri kazaskerlere aitti. Ancak mevleviyet ve yüksek medreselere tayinler veziriâzam arzıyla oluyordu[345]. Ebussuud Efendi'den itibaren tedricen Şeyhülislamların nufuz ve yetkileri artmış, mevalî ve büyük müderrislerin tayinleri veziriâzam(vekil-i saltanat)'m izni alınarak Şeyhülislamlara geçmiştir[346]. Ancak, mevleviyet derecesindeki kazalarda ise, tayinler kazaskerlere aitti. Bu şekildeki mevleviyetlerin muhzır-başılıklarının, dergâh-ı mu'alla kapıcılarına verilmesi kanun idi[347]. Medreseden mezun olduktan sonra mülâzimlik hakkını kazanmış olan adaylar Rumeli’de vazife almak isterlerse, Rumeli kazaskerinin; Anadolu ve Mısır'da vazife almak isterlerse Anadolu kazaskerinin "matlab" denilen[348] defterine ismini yazdırır sıra beklerdi.
Kadıların ve müderrislerin tayin, terfi, nakil gibi işlemleri kazaskerler tarafından "rûznâme"ye işlenir, bu defterler en güvenilir kaynak olarak kullanılırdı. Herhangi bir ihtilaf vuku'unda veya kadılar tarafından yapılan sahtekarlık olayında müracaat edilecek kaynak "rûznâme" olurdu. Rûznâmenin esas oluşu Ebussuud Efendi'nin bir fetvasında şöyle ifade etmiştir:
Mesele: Zeyd-İ dîye, kadiasker mühürlü mektub gonderüp, padişah hazretleri, Şa'ban ayinin evasıtmda sana filan kadılığı sadaka eyledi, mektnb vusul olduğu birle varup tasarruf edesin dimeğin, Zeyd varup zabt eylese, lakin rüznamede Küçük bayram(Kurban bayramı) gelince Zeyd varmayup, eski kadı zabt İdüp, Zeyd'e ol zamanda tasarrufi verilmek, üzere mukayyed bulunsa, (Zeyd'in tasamifi verilmek üzere mukyyed bulunsa) Zeyd'in mâbeynde itdüği ahkam nafiz olur mu?
El-Cevap: itibar ruznameyedir, husamanm terâdî ile mıırâfa'a ettikleri maddelerde ahkâmı nafizdür, mâ-adâsı degildür. Ebussuud[349].
Rüznâmelerin hangi kazasker zamanında tutulduğu umumiyetle başında ve içerisinde belirtilirdi. Rumeli teşkilatında görev yapanlar devamlı olarak Rumeli tarafında; Anadolu ve Mısır'da görev yapanlar ise daima Anadolu tarafinda kalır, orada terfi ve terakki ederlerdi. Birinden diğerine geçmek bir hayli zor ve özel ferman gerektirirdi[350]. Kadının tayini Dîvân-1 Hümâyûn'da kararlaştırıldıktan sonra kazaskerler arz günlerinde ellerindeki "akdiye defteri" ile arza girerek defterlerini okurlar[351], pâdişâhın tasvibi alındıktan sona tayin kesinleşmiş olurdu[352].
Kazaskerler kadıya yazdıkları tayin buyuruldusunda[353]hangi tarafta kaç akçe ile ve ne kadar müddet ile tayin edildiğini bildirirdi:
Şerîat-nisâb fazüet-me'âb Mevlana es-Seyyid Şükrullah Efendi-i kâmyâb:
Tahiyyât-ı sâfiye ithâfiyle inhâ olunur ki işbu sene isneteyn ve erba'in ve elf cumâdelûlâsının onuncu gününden yevmi üç yüz akçe ile Vidin kazası size sadaka buyurulmuşdur. Gerekdür ki kazıyı mezburı mutasarrıf olup, beyne’l-ahâlî icrâ-yı ahkâm-ı şer'îyye idesiz ve’s-selâm.
El-fakir Mehmed, el-Kazî, bi-asâkir-i Rumeli[354]
İzzet-me’âb şerî‘at-nisâb eşraf-ı kirâm-ı zevi’l-ihtiramdan Mevlana Mehmed Emin Efendi-i kâmyâb:
Ba'de’t-tahiyetü’l-vâfiye inhâ olunur ki diyâr-ı Mısrıyye’de ber vech-i ma'îşet Feyyun muvakkati hâlâ ser-levha-i yemin Hafız Mehmed Sa îd işbu sene seb‘a ve tis'în ve elf zilhicceti’ş-şerifesi gurresinden on iki ay zamanda bade’t-tasarruf ref ve yeri muvakkati olduğun kazasker-i esbak rûznâmçesinde mukayyed sezavar-ı inâyet-i şehriyârî olmanla bâ-terakki yevmi dörtyüz akçe ile sana tevcih olunmuşdur. Gerekdir ki kaza-i mezbura sene-i atiye zilhicce gurresinden tevabi‘-i kadîmesi ile seneteyn-i kâmileteyn mutasarrıf olup, beyne’l-ahâlî icrâyı ahkâm-ı şer‘-i âlî eylemesede sa‘y-i cemîl eyleyesin ve’s-selâm.
El-fakir Müfti-zâde Ahmed el-Kazı bi-askeri Anatolı[355].
Kazaskerlerin, kadı ve müderrisleri tayinleri kadıasker muhzırları tarafından müjdelenir, buna mukabil muhzırlara bahşiş verilirdi[356]. Kadıların ellerine kaza alanlarını, bakacakları konuları, uymaları gereken bazı prensibleri açıklayan, başında padişahın tuğrasını havi bir berat verilirdi[357]. Bu kadının tayinini kesinleştiren, gittiği yerde kendisini isbata yarıyacak bir belge idi. Kanunnâmede kadılar için:
"İcrâ-yı ahkâm-ı şer'îyye eyleyüp, e’imme-i Hanefıyye'den muhtelefün fîhâ olan akvâli tetebbu‘ idüp esahhı ile amel eyleyeler. Ve kütüb-i sicillât ve sükuk ve tezvîc-i sigar ve kısmet-i mevârîs-i re'âyâ ve zabt-ı emvâl-i eytâm ve ga’ib, azl ve nasb-ı vasî ve nâ’ib ve uküd-ı enkihe ve tenfîz-i vesâyâ ve sâ’ir kazâyâ-yı şer'îyyede mutasarrıf olalar" denilmektedir[358].
Osmanlı topraklarında az da olsa Şâflî, Mâliki, Hanbelî mezheplerinden Müslümanlar olmasına rağmen, kanunnâme de belirtildiği gibi devlet Hanefî mezhebini esas almış, ona göre amel edilmiştir[359]. Kadılar Hanefî mezhebine onunla uyum içerisinde gelişen örfî kaidelere göre meseleleri halletmeye çalışmışlardır. Sonraları pratik amaca matuf bazı kitapların yazılması Osmanlı kadılarının işlerini hayli kolaylaşırmıştır. İbrahim Halebî'nin Mülteka'l-ebhur[360] adh eseri bunlar içerisinde en çok rağbet görenidir. Ayrıca kadıların ellerinde, daraldıkları zaman baktıkları yine pratik amaçlarla, özel olarak derlenmiş kanunnâme mecmuaları bulunuyordu[361].
c) Kadıların görev süreleri: Kadıların görevde bulundukları süre için zaman-ı(müddet-i) ittisâl, görevden ayrı oldukları süre için zaman-ı infısal denilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda kadılar belli bir süre görevde bulunduktan sonra ayrılır, bir müddet beklerdi. Bu uygulamanın ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Burada asıl amaç kadıların kaza görevinden bir süre ayrılarak, meslekî bilgilerini artırmak ve kendi kendilerini yenilemeleridir[362]. İmâm-ı A'zam'ın bir kavline göre bir kadının, emr-i kazada, bir seneden fazla bırakılması caiz değildir[363]. Böylece bu tatbikatın İslam hukukuna da uygunluğu anlaşılmaktadır. Ancak nazari olarak bu şekilde düşünulen bu sistem, sonraları vazife mahalline gidip geri İstanbul'a dönmenin meşakkati ve maddi külfeti gibi sebeplerle bir çok karışıklık ve yolsuzluklara sebep olmuştur[364]. XVI. yüzyılda kadıların görev sureleri, üç sene idi[365]. Fakat XVII. yüzyılda mulâzimlerin artması birikmelere yol açtığı için bu sure kısaltılarak iki yıla, hatta uygulamada bu müddet daha da kısaltılarak yirmi aya inmiştir. Kanunname de "kuzât-1 mevleviyetin müddet-î örfiyyeleri bir senedir ve kuzât-ı kasabatın iki senedir, lâkin fi zamanına iki seneden dört ay kasr ederler" denilmektedir[366].
Kazasker bazı sebeplerle "müddeti örfiyye" olarak belirlenen sureden once kadıyı görevden alabilirdi ki buna "tevkit"[367] denilirdi. Kadının kendisine verilecek terakki karşılığında tevkitden ferağat ettiği olurdu: Şevvâl 992 (Ekim I584)de altmış akçe ile Eğri Kesri kadısı olan Mevlana Mahmud, müddetinin tamamlanmasına az bir zaman kala kadılığı tevkıt ile başka bir kadıya verilmiş, Mahmud Efendi, mektûb göndererek, kendisine on akçe terakki ihsan olunursa "bakıyye-i müddetinden” feragat eyleyeceğin bildirilmiştir. Kendine on akçe terakki ihsan olunurak tevkıt kaldırılmıştır[368].
Tevkıt ile tayin edilen kadının tayin buyuruldusunda bu husus aşağıda görüldüğü gibi belirtilirdi:
Şerî’at-nisâb Mevlana Mehmed Efendi kâmyâb: Tahiyyat-I safiye ithafiyle inha olunur ki, işbu sene sitte ve erba'in ve elf zilka'desi gurresinden altı ay tevkıt ve yevmi üç yüz akçe ile Kesriye kazâsı size tevcih olunmuşdur. Gerekdir ki ba'de duhûü’l-vakt, kazâ-yı mezbûn mutasarrıf olup, beyne'lahâlî icrâ-i ahkâm-ı şer'îye edesin ve's-selâm.
El-fakır Nuh, el-kazi bi-asker-i Rumeli[369].
Ancak, giderek "tevkıt" uygulamasının birtakım karışıklık ve suistimallere sebep olduğu görülmüş, Rumeli kazaskerine gönderilen 1011 (1602) tarihli fermânda, mansıblarda bir rahatlama olacağı ve tevkitle ayrılanlara riâyet olunacağı düşünülerek bu usul uygulandığı, ancak bu sebeple kadıların sebepsiz olarak zamanlarının alınmasının kesinlikle doğru olmadığı, tevki tın bir mecburiyet haline gelmemesi, zaruret oldukça ancak iki üç ay olması emredilmiştir[370]. Kadılar, müddet-i örfıyye denilen görev sürelerini tamamlıyarak ayrılırlar ve tekrar mülâzemet için İstanbul'a gelerek, kazaskerlerin dîvânlarına devam ederlerdi. Meslek hayatlarının en azından üçte biri bu şekilde görevden ayrı olarak mülâzemetle geçerdi.
Kazasker dîvânına mülâzemette bulundukları sürede, kadıların bir ücret alıp-almadıklarını kesin olarak bilemiyoruz. Muhtemelen vakıfların gelir fazlasından (zeva’id-i evkaf) bir miktar ücret ödeniyordu[371]. Bu sebeple, görevden ayrıldıkları zaman rahat bir geçim sağlamak için, görev zamanlarında mümkün olduğu kadar çok para biriktirmeye gayret edenler olmuş, bu durum halkın şikâyetlerine yol açmıştır.
Kadıların ve müderrislerin, XVI. yüzyıl sonlarında kazasker dîvânına devam keyfiyetlerini, Âlî şu şekilde anlatmaktadır: "Sülesâ ve erba'adan gayri, hanelerinde ikindi dîvânın iderler ve menâsıb râgıbı kudât ve müderrisin yollu yollarında selâmlar, sene tis'in ve tis‘a-mi‘e tarihine dek mahlût görülürdü. Ammâ Sûr-ı hümâyûndan beri, vilâyet-i Acem'de nice yerler feth olunup, mesalîh-i cumhûr mütezâ'id ve materâkim olmağla Anadolu kazaskeri dîvânı iki sınıf oldı. Ya'ni esnâf-ı mülâzimin gün aşuri mülâzemete iktifa ider oldı. Bu cümleden bir gün yüz elli akçeli ve andan yukaru kadılar görürler ve irtesi yüzden aşağısı mülâzemet iderler. Bir haftada, ki altı günün üçü eşrâfa ve üçü ez'âfa mahsus olmak üzere tereddüd ederler[372].
Tevkî'î Abdurrahman Paşa, mülâzemet için İstanbul'da bulunan kadı ve müderrislerin her cuma, sabah namazından sonra, veziriazamın sarayında arza girdiklerini, bu sırada tanıtılması gerekenleri (muhtâc-ı ta'rif olanları) kazasker efendilerin tarif ettiklerini, ancak 1067(1656-1657) tarihinden sonra devlet işlerinin çokluğu sebebiyle bu usulün terk olunduğunu belirtmektedir[373].
d) Kadıların nakil, terakki ve diğer işlemleri: Kadıların nakil ve becâyiş(tebdil) işlemlerinin rûznâmelere kaydedildiği ve bunun çeşidi şekillerde cereyan ettiği görülmektedir. Bazan iki kadı, kendi arzulan ve "misli ile" görev yerlerini değiştiriyorlardı[374] Bazan taraflardan birinin[375]veya her iki tarafın terakki (terfi) ile nakli yapılıyordu[376]. Üç kadının kendi aralarında görev yerlerini değiştirdikleri olurdu[377]. Ancak bir engelin çıkması halinde bütün işlemler durdurulabilirdi.
Bu şekilde bir becâyiş( tebdil) rûznâme'de şöyle verilmektedir:
İbkâ-i kazâ-i Budin ve Göle:
Mukaddemâ Peşte kadısı İbrahim Budin kazasına ve Budin kadısı Sıddık Göle kazasına ve Göle kadısı Ali Peşte kazasına tebdil olunmuş idi. Tebdîl٠i mezkûr haberi, mezbûrlara vârid olmadın mezkûr İbrahim'in mevti haberi sâbit olmağın Sıddık yine kendü kazasında ve Ali dahi kendü kazasında ibkâ buyurulmak ricâsına pâye-i serir-i a'lâya arz olundukta sadaka buyurıldı[378].
Kadıların terakki işlemleri de kazaskerler tarafından yapılır ve rûznâmelere kaydedilirdi. Buradan elde edilen bilgilere göre kadılara başlıca şu sebeblerle terakki verilirdi[379]:
-Sâlih ve ehl-i ilim olmaları[380]
-Ahalî-yi vilayetin kadıdan memnun olmaları[381]
-Adalet ve istikamet sahibi olması [382]
-Muharebede yoldaşlık eylemesi[383]
-Vakfa faydalı olduğu için[384]
-İcrâ-yı ahkam-ı şer'îyyede "mücidd ü sâ'î olması[385]
-Mâl-ı mîrî tahsilinde gayret göstermesi[386]
-Görevden feragaü karşılığında[387] terakki verilirdi. Bunlar münferiden verilen terakkiler idi. Bazen de önemli bir hadise sebebiyle kadılara "umumen" terakki verilirdi. Bu sebeplerin dışında "kanun üzre" veya "hatt-ı hümâyûn" ile de terakki verildiği olurdu[388]. Şehzâde Mehmed (III. Mehmed)'in 990(1582)deki sünnet düğünü münasebetiyle bu şekilde umumen terakki verildiği görülmektedir[389].
Kadılara terakki, vezir,[390] beylerbeyi[391]defterdar[392]. Sancakbeyi[393], Müfettiş[394], Mütevelli[395]gibi kimselerin arzı ile de verilebilirdi.
Kazaların sınırlarında ve statülerinde meydana gelen değişikliklerde rûznâmelere işlenirdi. Terakki ile bir kadıya verilmek için bazan bu kadılığa diğer bir kadılığın veya nahiyenin ilave edildiği olurdu. Budin Beylerbeyisi Sinan Paşa, bahşa kadısının ehl-i ilim olduğunu ve halkın kendisinden razı bulunduğunu, fakat Baha kadılığının mahsulü az olduğundan terakki ile verilmek için, Kıravar nahiyesinin Baha kazasına ilhak olunması ve terakki ile verilmesi ferman olunmuştur[396].
Müstakil bir kadılığın teşkil edildiği de olurdu. Mesela, Angeli Kasn kazasmdan ivlahor nahiyesi, Kerpeniş kazasından Apokri nahiyesi ayrılarak müstakil bir kadılık teşkil edilmiş ve 40 akçe ile tevcih olunmuştu [397]. Bir kaza, diğer kazaya ilhak olunarak mevleviyet tariki ile verildiği gibi[398], terakki ile verilebilmek için bir kaza diğer bir yere de ilhak olunabilirdi. Üsküdar kadısı iken Selanik kazası verilen Mevlana Abdürrahim, mâl-ı mîrî tahsilinde hizmeti sebebiyle. Veziriazam ve Defterdar Efendi Sidrekapsi kazasının Selanik'e ilhakını munasib görerek padişaha arz etmiş ve kabul olunmuştu 5 Ça'ban 997(19 Haziranl589)[399].
Halkm devletle olan çeşidi işlemlerinde kolaylık ve rahatlık sağlamak, halkın şikayet ve Sıkrnulanm dindirmek İçin kazalann teşekkülünde değişiklikler yapılırdı[400]Ancak, terakki İçin kadıların birbirine ilhakında bazen keyfiliğe kaçılması ve mansıb adedinin azalması sebebiyle bu durumun tenkit edildiği ve eski statülerine dönülmesinin istendiği görülmektedir. Bu neviden olarak, Rumeli kazaskerine hitaben gönderilmiş olan 1011 tarihli fermanda birçok hususlara temas edilirken, mevleviyet ile verilen kadılıklara mansıb ilave olunmaması, bu durumun mansıblarda azalmaya sebep olduğı İçin, ilave olunan mansıblann tekrar aynlmasım istemektedir[401].
Kadılar, bir kazadan diğerine, veya medreseden kadılığa geçerken imtihan oldukları, ehliyedi olanlara kadılık verildiği rûznamelerde belirtilmekte ise de, bu imtihanlann şekli, nasıl yapıldığı ve neler sorulduğu hakkında bilgi verilmemektedir.
954-958(1547-1551)tarihleri tevcihat! hakkında bilgiler ihtiva eden Tahkikat Defterinde de Anadoli Kazaskeri Sinan Efendi, ithamlara cevap olarak, tayin edilen kimseleri imtihan ettiğini, lâyık gördüğü kimseleri tayin ettiğini bildirmektedir[402]. Uzunçarşılı[403]bir kadılık için sırası gelmiş bir kaç talib çıkarsa aralarında imtihan yapıldığını, XVII. yüzyılda ise rica ve iltimas ile tayin yoluna gidildiğini kaydetmektedir[404].
Koçı Bey, Sultan İbrahim'e takdim ettiği Risalesi'nde XVII.yüzyıl ortalarındaki durumu şöyle anlatmaktadır: Benim Devletlü hünkârım: Rumeli'de dört yüz elli kadılık vardır. Amma mülâzım daha çoktur. Mesela bir kadılığa on kişi mülâzımdı. imtihan olurlar, kangisi ehl-i ilim ise hak amndur. Müddeti tamam oldukda ana verirler. Kazaskerlere, arz ettiklerinde tensih-i şerîf buyurun ki "Şefâ'at ile ya rüşvet ile inha olmıya ki kadılık veresiz. imtihan eylen. Kangisinin istihkakı varsa ana arz eylen" diyü tehbih-i şerif lazımdır[405].
e) Kadıların azli: Kaza teşkilâtının idaresinde, kazaskerleri en çok meşgul eden husus şüphesiz kadılarla ilgili şikayetlerin araştırılması, değerlendirilmesi ve karara bağlanması idi. Kuruluş ve yükselme devirlerinde oldukça düzenli, dürüst bir şekilde işleyen[406], ve yabancıların dahi, kendi ülkeleriyle kıyaslayarak beğendikleri adli teşkilat, giderek eski saffet ve metanetini kaybetmeye başlamıştır.
Kadıların azli çok çeşitli sebeplerden ileri gelmekte idi. Anadolu Kazaskei'i Sinan Efendi'ye (954-958/1547-1551) ait Tahkikat-Defterinde Anadolu kadılai'inııı azline sebep olan hususları şunlardır:
-Halka eziyet ve zulüm[407]
-Rüşvet suçu[408]
-Nüzül ve avarız gibi devlete ait vergilerin toplanmasında ihmalkarlık veya ifrata kaçması [409]
-Kadılık mahallini terk etme[410]
-Muhallefât (tereke) yazarken menfaat içini frata kaçma[411]
-Kadılığın sınırlarının değişmesi: Bir kadılığın diğerine ilhakı[412]; Kadılığın bölünmesi[413]
-Vakıf şardarma riayetsizlik ve mütevelli ile ihtilafa düşme[414]
-Hüccetlerinde karışıklık olması[415]
-Beytülmal davasına bakması[416] (bil konu ile ilgili davalara kazasker veya onun vekili askeri kassamların bakması gerekiyordu.)
İvaz Efendinin[417]Rumeli kazaskerliği dönemine ait 993-994(1585-1586) tarihli Rûznâıne'de kadilai'in azl sebebi olarak hakkında şikayet olması[418]; a variz getirmemesi[419]; miri liizmetinde ihmal-ı[420]; berat çıkartmaması[421]; cürmi galizi olması [422]: azlini icab eder nice ahvali şenîası olması[423] gibi hususlar zikredilmekte, sarahat bulunmamaktadır [424].
Gerek yukarıda verilen, gerekse rûzname'de zikredilen sebepler arasında kadıların Iralka eziyetleri, zulüm derecesine varan baskılan sık sık şikâyetlere ve azillere sebep olmuştur. Devlet peşpeşe gönderdiği "adalet-nâmeler"de[425] bu konu üzerinde bilhassa durmuş, ancak önü alınamamış, hatta giderek artmıştır[426]. Dini yonden de aynca üzerinde durularak, bu yola sapan kadıların "azl-i ebed ile" mazul olmalan belirtilmiştir[427].
Nihayet kadıların hakkmdaki şikayet ve neticede azli konusunda onemle üzerinde durulması gereken bir husus da bazan kadıların haksiz ve gar az kâr kimselerin şikayetleri ile mazul olmasıdır. Bu durumda kadılar Dîvân-ı hümâyûn'a arzuhal sunarak, çoğu kere'de bizzat gelerek durumlarım ve suçsuzluklarını arz ederlerdi. Doğrudan doğruya kazaskerleri ilgilendiren bu nevi davalara, Dîvân-1 Hümâyûn'da kazaskerlerin görevleri incelenirken temas edilecektir.
f) Na'iblerin tayin ve tasdiki: OsmanlI kaza teşkilatında kadı ve mevalinin kaza hizmetlerinde yardımcısı olan na'ibler, kazanın asil sahibi olan kadı tarafından seçilerek kendisine bir belge verilir[428], bu belge bulunduğu bölgeye göre Anadolu ve Rumeli kazaskeri tarafından tasdik olunurdu[429]. Kadının azli nâ'îbin azlini gerektirmezdi. Görevini kötüye kullanan na'ibler hakkında Dîvân-1 Hümâyûn'a gelen şikayetlerle kazasker ilgilenir, ilgili kadılar ve mülkî amirlere onun vasıtası ile hükümler gönderilirdi[430].
c. Müderrislerle ilgili işlemler
a) Genel olarak eğitim teşkilâtı: Osman 11 Beyliği'nde ilim ve eğitim faaliyetlerinin çok erken dönemlerde başladığı ve devamlı gelişme kaydettiği daha önce belirtilmişti. İstanbul'un fethine kadar geçen dönem içerisinde gerek Anadolu gerekse Rumeli kısmında fethedilen yerlere pek çok medrese ve sıbyan okulları kurulmuş ve eğitim yaygın hale gelmiştir[431].
Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethinden sonra bugün kendi adıyla anılan medresesini kurmuş, burası Osmanlı ilim tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Devlet teşkilat ve teşrifâuna ait kanunnâmesine bu konularla ilgili kanunlar koydurmuştur. Ondan takriben bir asır kadar sonra Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Medreseleri'ni teşkil ederek böylece Osmanlı eğitim ve öğretim sistemi hem kemiyet hemde keyfiyet yönünden en yüksek noktasına ulaşmıştır[432]. Daha önce belirtildiği gibi başlangıçta İslam dünyasının başlıca merkezlerinden gelen ilim adamlarıyla veya Osmanlı bilginlerinin büyük merkezlere gidip ilim tahsil etmeleriyle ihtiyaç karşılanırken sonradan Türk ilim hayatı kendi kendine yeterli olmuştur. Osmanlı ilim adamları medreselerin ihtiyaç duyduğu çeşitli kitapları bizzat telif etmişler veya yazdıkları şerhlerle eski kitapları muasır hale getirmeğe çalışmışlardır.
Fatih Kanunnâmesi'nde mülâzimlerin önce 20 akçe medreseye, sonra 25, 30, 35, 40, 45 ve 50 akçe medreseye vâsıl olacağı belirtilmiştir[433]. Böylece bir silsile-i meratib teşekkül etmişti.Süleymaniye Külliyesinden sonra medreselerin dereceleri düzenlenmiştir[434]. Buna göre medrese dereceleri şöyle idi: İbtidâ-i hâriç Hareketi hâriç İbtidâ-i dâhil Hareket-i dâhil Mûsile-i Sahn
Sahn-ı Samân İbtidâ-i altmışlı, Hareket-i altmışlı
Mûsile-i Süleymaniye Süleymaniye, Darülhadis
b) Müderrislerin tayinleri: Müderrislerin tayin azil ve diğer işlemleri kazaskerler tarafından yürütülürdü. Başlangıçta bütün kaza ve eğitim teşkilau mensubları kazaskerler tarafından tayin edildikleri halde giderek büyük kadıların ve müderrislerin tayinleri şeyhülislama geçmiştir[435]. Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi hakkındaki Tahkikat Defteri'nde Tire'de Lütfi Paşa Medresesinden mazul olan Taceddin'in itham ve isteklerine Sinan Efendi'nin "bilâd-ı selasede medaris-i âliyeye talih olur, ol medreselerin tevcihi bizim elimizde değildir” şeklinde cevap vermesi daha XVI. yüzyıl ortala nnda yüksek medreselerin tevcihinin kazaskerlerin yetkileri dışında kaldığını göstermektedir[436].
Âlî, tecrid, miftah ve kırklı medreseleri ve yirmi beşden yüz elliye kadar kadılıkları kazaskerlerin tevcih ettiklerini, ulemaya mahsus diğer mansıbların ise veziriazamın arzıyla verildiğini belirtmektedir[437]. Mülazirnlik hakkını kazanmış olan adaylar Anadolu ve Rumeli kazaskerinin "matlab" denilen defterine isimlerini kaydettirerek sıra beklerlerdi. XVI. yüzyıl sonlarında müderrislik alacak adayların mülazemet müddetlerinin değişik olduğu görülmektedir. 997-998(1589-1590) tarihlerine ait medrese tevcihatını ihtiva eden rûznâmede bu sürenin bir yıl ile sekiz yıl arasında değiştiği, ancak adayların büyük bir çoğunluğunun 2-3 yıl arasında mülâzemetden sonra görev aldıkları görülmektedir[438].
Bir medrese müderrisliği boşaldığında birden fazla talib çıkarsa aralarında imtihan yapılırdı, imtihanlar kazaskerin huzurunda genellikle büyük camilerin birinde halka açık olarak yapılır, imtihanda adayların belirli bir konuda bir risale yazmaları, ayrıca tahrir yapmaları istenirdi. Mecdî ve bilhassa Atâ’î ulemanın biyografilerini verirken imtihanların mahiyetine, kimlerin yaptığına, neler sorulduğuna ve neticesine dair önemli bilgiler vermektedir.
935 (1528-1529) de Semâniye Medreselerinden biri boşalınca, Edirne'de Dârülhadis müderrisi İshak Efendi, Üç-şerefeli'den Çivi-zâde Şeyh Mehmed Efendi ve Bursa Sultan Medresesi müderrisi İsrâfil-zâde Fahreddin Efendi'ler talib olmuşlar, bunlar arasında imtihan yapılması ferman olunmuştur. Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Fenârî ve Anadolu Kazaskeri Kadri Efendi huzurunda Ayasofya Camii'nde üç konuda imtihana tabi tutulmuşlar Mevâkıfdan[439] îtimâd bahsi, Hidâye'den[440] bâb-ı ribâ ve Telvîh'den[441] ta‘n-ı râvî'ye dair risaleler yazmışlar, Çivi-zâde'nin üstünlüğü görülmüş ise de imtihan yapan Fenârî-zâde'nin ceddi Molla Fenârî'yi tenkit ettiği için Sahn Medresesi İsrâfıl-zâde'ye verilmiştir[442].
c) Medreselerin tevcih şekilleri:
1. Vakıf şartlarının önemi: Kadıların tayin, nakil işleri doğrudan doğruya merkezî idarenin koyduğu kaidelere göre yapıldığı halde, müderrislerin tayininde vakıf şartlarının önemli rol oynadığı ve bu vakıf şartlarına ve gelirlerine göre özel durumların rûznâmelere işlendiği görülmektedir: İstanbul'da Kürekci-başı Medresesi'nin evkafı müsâade üzere olmağın, şart-ı vâkıfdan hariç zevâ’idden bazı cihât ihdâs olunup, bazı erbâb ı himâyete terakki olunup, ba'dehû sene semânîn ve tisa-mi’e şa'banı evâilinde vakfın müsâadesi yokdur diye arz olunup vezâ’if ve terakki ashâbına verilmek babında emr-i şerif verilip, hâlâ vakfın müsâadesi vardır diye vakfın mütevellisi ve nâzın arz ettiler diye kazasker efendi arz etmeğin evkaf-ı mezburenin zevaidinden beratla verilen terakki ve cihât kemâkân tasarruf ettirile diyü emr-i şerif verilmek buyuruldu. 21 Zilka'de 980 (25 Mart1573)[443].
Burada görüldüğü gibi medreselerde ücret artırılması, ekşitilmesi ve medrese gelirinden yeni bir cihet verilmesi gibi hususlar medresenin vakıf şartları ve gelirleri ile yakından ilgili idi. Çivi-zâde'nin bir uygulaması bu hususu daha iyi aydınlatmaktadır: Şeyhülislamlıktan sonra Rumeli kazaskerliğine tayin edilen Çivi-zâde Efendi, Mahmud Paşa Medresesi'ni damadı Hamid Efendi'ye vermek için, 40 akçe ile Mevlânâ Haşan Bey’e vermek istemez. Buna engel olarak medrese vakfiyesindeki bir kaydı göstererek "şart-ı vakıf üzere payesi harice mahsus ve elli akçe ile verilmek, vakfiye-i ma’mûlün bihâsında mahsusdur, kırk ile tevcih şer٠ ve kanuna muğâyirdir" diyerek, Haşan Bey e tevcih etmemekte İsrar edince durum veziriâzama intikal etmiştir. Bir kaç gün sonra, Sahn müderrisi Abdurrahman Efendi Mahmud Paşa evkafına müfettiş tayin olunmuş, Abdurrahman Efendi yapuğı araştırma sonunda, vakıf gelirlerinin vakıf şardanna göre ödeme yapmaya elverişli olduğunu bildirip, "müfredat defteri" ni vezire vermiştir. Bunun üzerine Rumeli Kazaskeri Çivi-zâde'ye rağmen Medrese Hasan Bey'e verilmiştir 952 (15451546)[444].
2. Ber-vech-i te’bîd medrese tevcih[445]: İstanbul’da Haseki Sultan Darülhadis'ine günde 25 akçe ber-vech-i te’bîd müderris olan Şemseddin'in vefatı üzerine yerine mütekaid Mevlana Alaeddin 25 ak ile yine ber-vech-i te’bîd medreseye tayin edilmiştir[446]. Bu şekilde ber-vec-î te’bîd verilmiş olan bir medrese ruûsa şöyle işlenmiştir: Medrese-i Kızılca-Tuzla der Hüdâvendîgâr: Müderrisi olan Abdülkerim ehl-i ilim olmağla ber-vech-i te’bîd İç-İ1 hükmi ile verilüp, kazasker tarafından suret-i rûznâmçe verilmeğin mucibince verilmek buyuruldu. 18 Şevvâl 1014 (26 Subat 1606)؛)[447].
3. Medresenin fetva ile birlikte tevcihi: Sofya’da Sofu Mehmed Paşa Medresesi'nde mutatdan ziyade uzun süre müderris olan Bâlî, ferman ile alınmış, üsküp ishak Bey Medresesi’nden ayrılan ve bir yıl bekleyen Mevlana Semseddin 60 akçe ve fetva ile birlikte Sofir Mehmed Paşa Medresesi'ne tayin olunmuştur. 14 Zilka'de 997 (24 Eylül 1589)[448]. Aynı şekilde, Mevlana Pir Mehmed'in "ehl-i ilim" ve layık kimse olması sebebiyle, "İÇ-İ1 hükmü ile", 70 akçe fetva ile üsküp’tekî İsa Bey Medresesi'ne tayini uygun görülmüştür. 17Safer998 (26 Aralık 1589) [449].
4. Terakki ile tayin: "Elli akçe ile meşrut” olan veziriazam Sinan Paşa Medresesi’nde kırk akçe ile müderrislik yapan Mevlana Mehmed’e on akçelik terakki ile elli akçe verilmesi kabul edilmiştir[450]. Bazen terakkinin miktarı belirtilmeden, müderrisin ilim sahibi, liyakatli olması sebebiyle "kanun üzre terakki ile" mukafatlandınlması istenmektedir. Kefe'deki Kasım Paşa Medresesi'nde yirmi akçe ile müderris olan Mevânâ Muhyiddin'e bu sebeple terakki ettirilmiştir[451].
Bazen müderrisin terakki ile görevden feragat ettiği olurdu. Mesela, Balyabadra'da Mahmud Paşa Medresesi'nde yirmi akçe ile müderris olan Mevlânâ Muhyiddin "kanun üzre terakki ile" ayrılmış, yerine yirmi akçe ile bir başkası göreve tayin olunmuştur. Bu durumda aday terakki ile o medresede maaş alamamakta fakat bir süre sonra tayin edildiği diğer medresede terakki ettiği maaşı almaktadır[452]. Bu şekilde fetvâ ile tayin edilen bir müderrisin tayini ruûsa şu şekilde işlenmiştir: Medrese-i Evrenos Beğ der-Yenice-i Vardar: Sabıka elli akçe ile Medrese-i mezburede müderris olan Mustafa’ya hariç hükmi ve "izn bi’l-iftâ ile" misliyle kazasker tarafından verilip suret-i rûznâmçe verilmeğin mucibince verilmek buyuruldı. 20 Şevval 1014(28 Şubat 1606) [453].
5. Tevkit ile müderris tayini: Siroz'da 50 akçe ile Selçuk Sultan Medresesi'nde müderris olan Mevlâna Abdülhalim'in süresi dolmak üzre olduğundan, yerine aynı medreseden ayrılmış ve bir buçuk yıldan fazla bir süre bekleyen Mevlânâ Mıkdad, yevmi elli akçe ile ve üç ay tevkit ile istemesi ve muhil olması sebebiyle 1 Receb'e kadar tevkit ile verilmesini eski kazasker arz etmiş ve kabul olunmuştur[454].
d) Müderrisin azli: Müderrisler çeşidi sebeplerle azledilebilirlerdi.
- İlmi yetersizlik sebebiyle azil: 944(1537-1538) Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi Mevlânâ Haşan b. Yusuf u "ifad ye kadir değil" dir diye İnegöl Medresesi'nden azletmiştir[455].
- Kazaskere hakaret sebebiyle azil: Mehmed Nihâlî Efendi imtihanla Osman Paşa Medresesi’ne müderris olduktan sonra 1003 de Rumeli Kazaskeri Sunullah Efendiye "şer-i şerife muhalif ve edebe mugayir" söz söylemesi üzerine görevden azledilmiştir[456].
- Medresede danişmed tutamaması sebebiyle azil: Medrese'de danişmend tutamadığı ders vakitlerini tatil ettiği medrese hücrelerini kiraya verdiğinden müderris azlediliyor[457].
- Kadılığa geçme sebebiyle azil: Taşköprü Medresesi müderrisi hakkında bazı kimseler gelerek müderrisin kadılığa talib olduğunu söylemesi üzerine azlediliyor. Ancak müderrisin İstanbul'a gelerek garazkar kimselerin bunu yaptığını kendisinin böyle bir isteğinin bulunmadığını söyleyerek tekrar görev istiyor[458].
- Kadının arzı üzerine azil: Müderrisler ile kadılar arasında sıkı bir ilişki daima mevcut olmuştur. Kadılar, görevleri icabı bulundukları yerin vakıflarını, medreselerini, kontrol etmişlerdir. Bursa kadısı, Bursa'da müderris olan Yahya Efendi hakkında medreseden feragat etti diye arz göndermesi üzerine azlediliyor. Ancak sonradan asılsız olduğu anlaşılınca başka görev veriliyor[459].
II. Kazaskerlerin kazâî görevleri
A. Dîvân-ı Hümâyûn'da kazâî görevleri
Osmanlı Beyliğinde daha Osman Bey zamanında dîvânın bulunduğu belirtilmekte ise de, bu dîvânın[460] bir meşveret kurulu anlamına kullanıldığı tahmin olunabilir[461]. Osman Bey'den sonra oğlu Orhan Bey zamanında toplanan dîvân ise daha belirli bir hüviyet kazanmaya başlamış, bu devirde dîvânın, Orhan Bey, Bursa kadısı ve bir de vezir olmak üzere üç kişiden teşekkül ettiği, dîvânın üyesi olmamakla birlikte bir müftünün ve mali konularda yetkili bir memurun da zaman zaman dîvânda bulunduğu tahmin edilmektedir[462].
I. Murad'ın saltanatı (1360-1389) yıllarında dîvân bir hayli gelişmiş, o zamana kadar askerî temsil eden üye bulunmadığı halde bu devirde Hayreddin Paşa askerî yetkileri haiz olarak dîvâna katılmış, böylece dîvân daha da güçlenmiştir[463]Daha sonra Yıldırım Bayezid[464], Çelebi Mehmed devirlerinde devamlı olarak dîvânın gelişme kaydettiği, H. Murad devrinde divânın artık düzenli olarak toplandığı, kazaskerin de dîvân toplantılarına katıldığı anlaşılmaktadır[465].
Bilindiği gibi, Osmanlı devlet teşkilâtı Fatih Sultan Mehmed'den itibaren mükemmel şeklini almaya başlamıştır. Fatih'in teşkilat ve teşrifat kaidelerini ilıtiva eden Kanunnamesinde Dîvân'ın üyesi olarak kazaskerlerin selahiyetini gösteren hükümler bulunmaktadır. Ser'î-hukukî konulardaki selahiyeti, Kanunnâme'de "ve tuğrâ-yı şerifim ile ahkam buyurulmak üç canibe mufavvazdır. Umur-1 aleme müteallik ahkam veziriazam buyuruldusu ile yazıla. Ve malıma müte'aHık olan ahkamı defterdarlarım buyuruldusu ile yazalar. Ve şer'-i şerif üzere deâvî hükmünü kazaskerlerim buyuruldusu ile yazalar" şeklinde ifade edilmiştir[466].
Dîvân-ı Hümâyûn'da İşler, siyasi, hukuki, ve mali olmak üzere üç gruba ayrılıyordu. Bu görevler devletin dört rüknü olarak bilinen vezirler, kazaskerler, defterdarlar ve nişancı tarafından îiâ ediliyordu. Devletin otoritesi, İç güvenliğin sağlanması, dış düşmanlardan korunma tedbirleri vezirlerin: hukuki otorite kazaskerlerin: mali otorite defterdann; örfi otorite ve bürokrasi nişanemin şahsında temsil ediliyordu [467].
Merkeziyetçi bir devletin bütün unsurlarım ihtiva eden Osmanlı imparatorluğunda tek yetki hükümdarın şahsında ve onun mutlak vekili olan veziriazamda toplanmıştır. Kazaskerde dahil olmak üzere bütün dîvân üyeleri, sahip oldukları yetkilerde ancak veziriâzama yardımcı durumundadırlar.
XVI. ve XVII. yüzyıllarda en mükemmel şeklini alan bu telakki Kanunnâme'de şu şekilde ifâde edilmektedir: "Amme-İ mesâlih-i din ü devlet ve kaffe-i nizâm-1 ahvâl-î saltanat ve tenfiz-i hudud ve kısas ve habs ve nefy envâ'-ı ta‘zîr ve siyaset ve istimâ‘-ı da‘va ve icrâ-yı ahkâm-ı şerî'at ve def -i mezalim ve tedbir-i memleket ve tevcih-i eyalet ve imâret ve ulufe ve timar ve tevliyet ve hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem‘-i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-ı mevlâ tevfiz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-ı cumhur ve tevcihat-ı gayr-i mahsur ve’l-hasıl cemî‘-i menasıb-ı seyfiyye ve ilmiyyenin tevcih ve azli ve cemî'-i kazâyâ-yı şer'îyye ve örfıyyenin istima‘ ve icrası içün bizzat cenab-ı padişahide vekil-i mutlak ve memalik-i mahrusa-i Osmânî ve taht-ı hükûmet-i sultanîde olan cemi‘-¡ nasın üzerine hakim-i sahib fermân olduğı nıııhakkakdır"[468].
Dîvân-ı Hümâyûn'un çok geniş ve şumullu olan görevleri arasında hukûkî görevleri bir hayli yer tutuyordu. Bunları teşriî, kazaî ve İdarî olmak üzere üç esas bölümde yerine getiriyordu. Dîvân teşriî (yasama) yetkisini şeriatın sınırları dışında kalan alanlarda kullanılıyordu. Bu husus doğrudan doğruya kazaskerleri ilgilendirmeyip, ancak örfi kanunların şer'î kurallara uygunluğu konusu belki kazaskerlere sorulmakta idi. Şüphesiz bu konuda Şeyhülislamın fetvası daha etkili rol oynuyordu. Kazaskerleri doğrudan ilgilendiren husus ise Dîvân'ın İdarî ve kazaî yetkileridir. İdarî sahada, en önemli vazifeleri olan kadı ve müderrislerin tayin, azil ve diğer işlemlerinin yapılması bundan önce incelenmiş, burada ise kazaî yönü üzerinde durulacaktır.
Dîvân-ı Hümâyûn'un teşriî yetkisi sadece örfî hukuk alanına inhisar ettiği halde, kazaî(yargı) yetkisi, hem örfî hem şer'î alanı içerisine alması ve üstelik kapısının yerli ve yabancı herkese açık olması gibi sebeplerle, çok daha geniş olmuştur[469].
Dîvân-ı Hümâyûna ayrıca, devletteki adli teşkilatı murakabe eden bir makam oluşu sebebiyle, diğer mahkemelerde görülen birçok dava ve ihtilaf da intikal etmiştir. Dîvân-ı Hümâyûn bu ağır görevi, kesin hüküm verme, karar düzeltme (temyiz), şikayetleri kabul ve değerlendirme, duruşmalı ve duruşmasız yargılama gibi çeşitli şekillerde yerine getiriyordu. Bu konular Ahmed Mumcu tarafından hukukî yönüyle ele alınarak misallerle incelenmiştir[470]. Bu sebeple bu konulara girmeden sadece, Dîvân-ı Hümâyûn'a intikal eden dava ve şikayetlerden kazaskerlerin sorumluluğuna girenlerin mahiyeti ve neticeleri ile; Dîvân'da kazaskerler bizzat veya diğer dîvân üyeleri ile birlikte muhakeme ettiği kimseler üzerinde durulması daha uygun olacaktır.
Dîvân-ı Hümâyûn’da örfi hukuk ve yargının veziriâzam ve onun münasib gördüğü kimseler tarafından yürütüldüğü, şer'î hukuk ve yargının ise kazaskerlerin görev sahasına girdiği genel olarak ifade edilmektedir[471]. Ancak burada hangi davaların örfi, hangi davaların şer٠î olduğu gibi çözümlenmesi oldukça zor bir problem ile karşılaşılmaktadır. Osmanlı Devleti gibi, esas itibariyle şer'î hukuka dayanan fakat idaresi altında bulunan geniş topraklardaki örfî tatbikatı şer'î kurallarla temelde uzlaşüran bir idarede şer'î ve örfi sahayı kesin olarak birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ancak belli prensiplerden hareketle itibari bir ayırım yapmak mümkün olabilir.
B٠ Kazaskerlerin Dîvân-ı Hümâyûn’da baktıkları davalar
- Dîvân-ı Hümâyûn'a gönderilen suret-i sicil ve ilâmlar: Osmanlı Devletinde kadılardan, sancak ve beylerbeylerden Dîvân-ı Hümâyûn'a gelen suret-i siciller, îlâm ve mektubların doğrudan doğruya hükümdara gitmeyip, veziriâzam ve kazaskere gittiği ve bu yetkililerin, îlâm ve sicil üzerine kendi kararlarını "buyuruldı" şeklinde yazdıkları anlaşılmaktadır[472]. Bilindiği üzere veziriâzam ve şer'î meselelerde kazasker, buyuruldı yazmak salahiyetini hâizdi. Kanunî Sultan Süleyman devri sonları ve II. Selim devri başlarına ait bazı mühimme ve ruûs defterinde, hükümlerin başındaki kazaskere ait kayıtlar bu kanaati teyid etmektedir [473].
Kazaskerlerin Dîvân-ı Hümâyûn da bakacakları davaların bir gündemi muhtemelen önceden yapılıyordu. Mustafa Selanikî, III.Murad'ın tahta cülûsunda devlet işlerine gösterdiği büyük ilgiyi anlatırken, Padişah'ın 25 Ramazan (8 ocakl575) Cumaertesi günü erkenden kazasker efendileri çağırdığını, kazayalarını okuyup, Divanhaneye gelip, şer'î davaları dinlemeye başladığını söylemesi, kazaskerlerin belli bir gündem içerisinde davalara baktığını göstermektedir[474]. Esasen aksini düşünmek, Dîvân-ı Hümâyûn'un düzen ve disiplini ile bağdaşacak bir durum değildir.
Balya kadısı göndermiş olduğu mektubunda Tırhala kazasından, Kamer Hatun'u leventlerin Balya kazasına götürdüklerini, fesat ve şenaat yaptıklarını arzetmiş, ayrıca levenderin kadı ve naibden habersiz nikah kıydıklarını bildirmiştir. Bunun üzerine Balıkesir ve Ezine kadılarına giden 23 Muharrem 967(25 Ekim 1559) tarihli hükümde leventlerin iyice teftiş edilmeleri ve durumun bildirilmesi istenmektedir. Bu hükmün başında "kazasker arz idüp emr arz üzerine kendi hatuyla mukayeddir" şeklinde yazılmaktadır[475]. Aynı şekilde, yol kesici Ahmed'e siyaset olunması, yardımcılarının ise habsedilmelerini emreden Muharrem 967(Kasım 1559) tarihli Karasi beğine ve Edremid kadısına giden hüküm başında "kazasker efendi arz idüp, arzın üzerine kendi hattı ile buyuruldu" diyü işaret edilmiştir[476]. Böylece, Dîvân-ı Hümâyûn'a intikal eden bu neviden olay ve davalar kazasker tarafından inceleniyor ve muhtemelen gelen arzın üzerine "buyuruldu" şeklinde kararını yazıyor, buna göre mahallin kadısına veya beyine hüküm gidiyordu [477].
Kadı, beylerbeyi ve sancakbeyi tarafından, özellikle cinayet, soygun ve amme güvenliğini tehdid eden bir çok konuda padişaha suret-i sicil veya ilam arz edilerek, hükümdarın karan alınmak istenmiştir. Prof. Heyd'e göre bunun sebebi, suçlunun şeriata göre, ağır bir şekilde cezalandırılmasının mümkün olmamasındandır. Ayrıca suçluyu mahkum etmek için yeterli delil bulunmaması veya suçlunun suçu teşebbüs halinde bulunduğunda, yine suret-i sicil gönderilerek hükümdann kararının alınması yoluna gidildiği görülmektedir[478].
b) Dîvân-ı Hümâyûn'a şikayet sunma: Osmanlı halkından veya yabancılardan herhangi bir kimse veya topluluk vergilerin ağırlığından, mahalli idarecilerin eziyet ve baskılarından veya uğradığı herhangi bir haksızlık ve tecavüzden dolayı bir arzuhal (şikayet dilekçesi) ile padişaha durumunu arzedebilirdi. Eğer durumu acil ise bizzat gelerek veya şikayetçi bir yerin halkı temsilci göndererek durumu arz ederlerdi [479]. Ancak yakınlığı ve kolaylığı sebebiyle bundan en çok faydalanan başkent halkı idi.
Gerek Osmanlılardan önceki Müslüman ve Türk Devletlerinde gerekse Osmanlılarda hükümdarlar, hakkın ve adaletin tecellisi için bir teminat olarak düşünülmüş, bu konuda müşterek bir kanaat oluşmuştur. Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi hakkındakı tahkikat defterinin dibâcesinde bu müşterek duyguya temas edilerek, Allah’ın yeryüzünde gölgesi olan ve her mazlumun kendisine sığındığı padişah hazretlerine kimsesiz mülazimlerin arzuhalleri üzerine şeklinde ifade edilmektedir[480]. Yine bu telakkiyi ifade
eden "re’aya ve beraya selatin ve ümeraya vedî’a-i ilâhiyye olduğundan..."[481] gibi ifadeler kullanılmaktadır[482].
Osmanhlarda Yıldırım Bayezid'in halkın şikayederini dinlenmesiyle ilgili İbn-i Hacer’in haberine yukarıda temas edilmişti. Daha sonraki yüzyıllarda bilhassa, padişahlar Cuma namazına gidip gelirken halkın şikayetlerini sundukları bilinmektedir.
Koçi Bey, arzuhal sunanlar ve bunları padişahın nasıl kabul edip inceleyeceğine dair bilgi vermektedir[483]. Kendisine bu kadar imkanlar tanınan Osmanlı halkının da bundan geniş ölçüde faydalandığı görülmektedir.
Mühimine defterinde halkın şikayetlerine dair birçok örnekler bulunmaktadır: Tüccar taifesi arzuhal sunurak, Ayasofya evkafından Mahmud Paşa hanındaki mescidin yanındaki hanın bazı odalarının Kürkçü Rumlar tarafından işgal edildiğini, orada bir takım kötülükler yaptıklarını zararlar tevlit ettiklerini, Müslümanların huzursuz olduğunu ve ibadet yapamaz hale geldiklerini arz etmektedir. Daha önce İstanbul kadısı mahallinde tedkik yaparak odaların yıkılması için hüççet verdiğini, fakat kendilerin kaybolduğunu kazasker efendi padişaha arz etmiş, zararlı olan odaların yıkılması ve kafirlerin çıkrılarak Mülümanlar sakin olsnn şeklinde yazılmıştır [484].
Bir diğer şikayette, İznik'te Mehmed Paşa Medresesi müderrisi Mevlana Süleyman göndermiş oldıığn şikayet mektubunda, kasabada medreseye ait bil' vakıf hamam bulunduğunu bu hamam ilrtiyaca cevap verdiği ir aide, Hasarı'ın yeni bir hamam bina ederek medreseye ait hamama ve suyuna ve diğer Iramamlara zarar verdiğini arz etmiştir. Bunun üzerine İznik kadısına giden 4 Ramazan 967(29 Mayıs 1560) tarihli hükümde bu duruma mani olunması, ancak eski hamamların tamirine izin verilmesi emredilmiştir. Mühimme defterinde bu fermanın üst kısmına "kazasker efendi arz edip, emri arz üzerine kayd etmeğin ona göre hüküm yazıldı" şeklinde kayıt bulunmaktadır[485].
Ancak, bu nevi şikayetler olduğunda devlet teftiş yaptırarak, bazan yapılan şikayetin Iraksız ve mesnedsiz olduğu anlaşılırdı. Madui' olan kimse yine eski Iraline ve görevine iade edilirdi. Mesela, Amasya sancağında zeameti olan Kemal'den bazı kimseler şikayet etmişler, yapılan teftişte Kemal'in üzerinde bir nesle bulunmadığı ve suçsuz olduğu ortaya çtkıııca, beylerbeyine hüküm gönderilerek, zeametin yine kendisinde bırakılması emredilmiştir (10 Safer 968/31 Ekim 1560) )[486] Kemal hakkındaki şikayet defterlerini kazasker efendi arz etmiş, bunu istinaden hüküm yazılmıştır[487].
28 Ramazan 1022 (HKasıml613) tarihli Zile voyvodasına ve kadıya giden hükümde, bu kazadan Ahmed, padişaha arzuhal sunarak, Fettah ve kardeşi Receb ile şer'î davası olduğundan şikayet ederek, davasının Dîvân-1 Hümâyün'da kazaskerler huzurunda görülmesi hususunda ferman çıkmıştır. Kadı ve voyvodaya gönderilen fermanda adi geçen kimselei'in yakalanarak, Dîvân'da kazasker imzurunda muhakeme edilmek üzere hazır edilmesi istenmiş tir')[488].
c) Dîvân-ı Hümâyün'da muhakeme: Bazı kimselerin Dîvân-1 Hümâyün'da üyelerin Iluzurunda yargılandığı görülmektedir. Davaların çeşitleri ve yargılanan kimselerin statüleri bakımından bir sınıflandırma yapmak mümkündür.
1. Sünnî görüşü zedeleyenlerin muhakemesi: Osmanlı Devleti, temel görüş olarak benimsediği sunnî inanca daima sahip çıkmış, bunu zedeleyici faaliyeder üzerinde durmuştur. Tarihi kaynaklarda münferid hadiseler halinde zikredilen bu neviden olaylar tamamiyle şer‘î nitelik taşıdığı için, Dîvân-ı Hümâyûn'da kazaskerler tarafından muhakeme edilip, cezalan tesbit olunmuştur.
Molla Kasım adında bir bilginin, İsa Peygamber'in Hz. muhammed'den üstünlüğü fikrini çeşidi yerlerde yaymaya çalışması, ilgililerin dikkatini çekmiş, yakalanarak Dîvân• üyeleri huzurunda yargılanması emredilmiştir. Vezirler meseleyi "canib-i şer‘a" yani kazaskerlere havale etmişlerdir. Rumeli Kazaskeri Fenârî-zâde Muhyiddin ve Anadolu Kazaskeri Kadri Çelebi'ler "mülhiddin müddeâsını şer‘ ile ibtale kadir olmayıp", örfi hükümler ile mahkum eylemişlerdir. Veziriâzam İbrahim Paşa “örf ile hışm u gazab erbâbı ulemaya layık değildir" diyerek[489]konunun şer‘ ile görülmesini istemiş, ancak kazaskerler bu konuda muvaffak olamayınca vezirler aynlmışlar ve Molla Kabız Dîvân'dan çıkarılmıştır. Konuşmaları kafes arkasından dinleyen Kanunî, bir mollanın fikirlerinin çürütülemeyişinden dolayı, Veziriâzam İbrahim Paşa'ya sert bir dille çıkışmış, ilim erbabının sadece kazaskerlerden ibaret olmadığını, Şeyhülislam Kemal Paşa-zâde ve İstanbul kadısı Sadi Çelebi'nin Dîvân'a çağırılarak yargılanmanın onlar tarafından yapılmasını istemiştir. Bunların yaptığı muhakemede Kabız ilzam edilerek fikrinden dönmesi istenmiş, İsrar etmesi üzerine Safer 934 (Ağustos 1527) de ölüme mahkum edilmiştir[490].
Usul yönünden burada önemle belirtilmesi gereken husus, davanın doğrudan doğruya kazaskerlere verilmeyip, Dîvân-ı Hümâyûn'da görülmesinin ferman olunması, şer‘î niteliği sebebiyle diğer üyeler tarafından kazaskere havale edilmiş olması ve kazaskerlerin başarısızlığı halinde de Padişah'ın yine veziriâzamı muâhaze etmesidir. Bu durum Abdurrahman Paşa Kanunnamesinde belirtilen, veziriazamın mutlak otoritesini teyid eden bir örnektir.
Buna benzer bir olay da, Nadajlı San Abdurrahman Efendi'nin katlidir. İstanbul Behram Kethüda Medresesi'nde müderris olan San Abdurrahman Efendi'ye Dîvân-1 Hümâyûn üyeleri huzurunda, Anadoli Kazaskeri Esad Efendi ve Rumeli Kazaskeri Abdulhalim Efendi tarafından birtakım sorular sorulmuş, hepsini de islarn inançlarına ters düşecek şekilde cevaplandırdığından kazaskerler, kendisini iknaya çalışmışlarsa da fikirlerinde ısrar etmesi üzerine katline fetva vermişlerdir. Bu olayı soran Tırnakçı Hasan Paşaya Anadolu Kazaskeri Esad Efendi, verdikleri hüküm gerekçesini şöyle anlatmıştır: (10 Cumadelûla 1011/26 Ekim 1602) "Benim Sultanim, Nadajlı hususi su'al büyütülmüş, boyle zındık görmedim. Haşr u neşr ve cennet ve cehennemi ve sevab ve İkabı bi'1-külliye inkar İdüp, Eve leyse’llezi halaka’s-semavati ve'/-arza bi-kadirin nass-1 kerimine ne dirsiz dedim, "kadirdir, lakin vukû'a gelmez" dedi. Bu karhaneye zeval ihtimali yokdur dirsin yevme ttbeddü/ti'/-arzu gayie '¡-ani ve's semavat nusûsuna ne dersin didim, "te'vili ve tevcihi vardır, murad yine bu neş'ede olan ahvaldir" didi.... Bu mertebe Zin dıkdır....Şer'-i şerîf hükmünce katline hüküm olundı. Hazretiniz hazır olsa niz kendü eliniz ile katli ca'iz idi. Kendi zu'm-1 fasidince dünya belasından halas oldı. Müslimin dahi elinden ve din-i islam dilinden halas buldı[491]. Diğer bir olay da, Mehdilik iddiasıyle bir divane ortaya çıkması üzerine vuku bulmuştur. İstanbul kahvehanelerinde yapılan dedikodu. Sadrazam İbrahim Paşa'nın kulağına gidince, kazasker efendileri davet ederek suçluyu huzurlarına getirmelerini istemiş: yapılan soruşturmada saçma bazı cevaplar veren suçlunun Balık Pazarı'nda idamına karar verilmiştir. Muharrem 1006(Eylül1597)[492].
Dini mahiyet taşıyan, bu neviden daha başka hadiselere kaynaklarda raslamak mümkündür. İstanbul naibinin sicil sureti mucibince ve muhtemelen kazasker hattı ile katil olunan Zındık Hamza'nm ehibbasından nalçacılık işleyen Ahmed b. Nasuh adil kimsenin (müfsidin) de kazasker hükmü ile katil olunması buyurulmuştur, 9 Safer 981(10 Haziran 1573)[493].
2. İlmiye sınıfı mensublannın Dîvân-1 Hümâyûn'da muhakemesi: Osmanlı İmparatorluğunda genel olarak askeri sınıfa mensub kimselerin sahip oldukları bazı imtiyazlar vardı ki bunlardan biri de yargılanmalarıdır. Askeri sınıf mensubları, ilmiye sınıfı ve İdarî (icrâ'î) sınıf olmak üzere iki gruba ayrılıyordu [494].
İlmiye sınıfı mensubu kimselerin, işledikleri suçlardan dolayı verilen cezalar diğer askerîlere kiyasen çok daha hafif idi. Bunlara azil, nefiy, hapis gibi cezalar veriliyordu[495]. Rumeli kazaskerine ilitaben gönderilen 1011 tarihli fermanda eskiden ulema ve kadılar, aşikare asılmaz ve siyaset edilmezken, memleket muhafazası görevinde bulunanların birtakım bahaneler ile, habsettikleri, siyaset ettikleri ve malını aldıkları görüldüğüne işaret olunmaktadır.
Tayin edildikten sonra kazaskerlerden başka vüzera, defterdarlar ve sairenin kadılara katiyyen karışmamaları kadılardan birisinin cezaya mustehak olması halinde kimse müdahale etmeyip, ancak Dîvân-ı Hümâyûn'da kazaskerlerin davayı dinleyip neticeye bağlaması emredildiği gibi mîrî mail ve bakaya konularında da yine kazaskerler salahiyetli kılınmıştır. Kadılardan, mü derrislerden siyasete müshak olanların davasını ancak Dîvân-ı Hümâyûn'da kazaskerlerin dinlenmesi istenmektedir[496].
Harende halkından büyük bir topluluğun, eski harende kadısı Abdulkerim'in üç yüzden fazla eşkiya ile şekâvet yaptığı hakkmdaki şikayetleri üzerine adi geçen kadi Dîvân-ı Hümâyûn'a getirilerek kazaskerler huzurunda muhakeme edilmiş, suçunu itiraf etmesi üzerine Kıbrıs'a sürülmeye karar verilmiştir. Krbns Beylerbeyi'ne gönderilen 12 Muharrem 997(1 Aralık 1588) tarihli hükümde, kadıyı iyi muhafaza ve hiçbir surette adadan çıkarılmaması ferman olunmuştur [497].
Kazaskerlerin tarafsız olmadığı veya olamıyacağı gibi bir endişe olursa davanın Dîvân-1 Hümâyûn'da görülmek üzere bazan mâzul bir kazaskere havale edildiği olurdu. Nitekim Davud Paşa Medresesi'nden mâzul Abdullah b. Mircan Efendi'nin bir kadınla olan davasını Dîvân-ı Hümâyûn'da görmek üzere mütekaid Kazasker Bostan Efendi görevlendirilmiş, davayı Kanunî Sultan Süleyman kafes arkasında dinlemiştir[498].
3. Ulema dışındaki askerî sınıfın Dîvân-ı Hümâyûn'da muhakemesi: Ulema dışındaki askerî sınıf mensublarının Dîvân-ı Hümâyûn'da muhakemesine dair birçok örneklere kaynaklarda rastlanmaktadır. Bunlar merkez teşkilatının vezir, defterdar gibi en başta gelen üyelerinden olduğu gibi aşağı kademedeki görevlilerden de olmaktadır. Bunların muhakemesi genellikle Dîvân-ı Hümâyûn’da Dîvân üyelerinin huzurunda yapılmaktadır. Muhakeme edenlerinin sayısı, yargılanan kimsenin mevkiine ve suçun büyüklüğüne bağlıdır[499]. Dîvân-ı Hümâyûn’un bu konudaki çalışma şeklini inceleyen bazı araştırmacılar İslam hukukunun bir kuralı üzerinde dururlar. Bilindiği gibi İslam hukukunda muhakeme tek hâkim ile yürütülür. Burada ise birkaç kişi huzurunda yapılmaktadır. Bunu iki şekilde İslam yargılama usulu ile uzlaştırmak mümkündür:
Evvela, yargılama bir kişi (veziriâzam veya Rumeli kazaskeri) tarafından yapılmakta, diğerleri yardımcı durumunda bulunmaktadırlar[500]. İkincisi, esas itibariyle İslam’da muhakeme tek hakimli olmakla birlikte, devlet başkanı (veliyyül emr) lüzum görürse birden fazla kimseyi yargı ile görevlendirebilir. Burada yargılanan kimsenin önemine binaen birkaç kimsenin görevlendirilmiş olması ve bunun bir usûl haline gelmiş olması mümkündür[501].
Emekli Vezir Ferhad Paşa 24 Şevval 1982(6 Şubat 1575) de vefat etmiş, devlet erkanının katıldığı bir merasimle defnedildikten sonra adamlarından bazıları bir muhtedi tabible Dîvân-ı Hümâyûn'a gelmişler ve Ferhad Paşa'nın tabib Koca Şüçâ tarafından zehirlendiğini, tekrar muayene edilmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Padişah tarafından "tezkire-i Hümâyûn" çıkmış ve Reîs-i etibba, diğer tabibler ve tabib Koca Şüçâ'ın Dîvân-ı Hümâyûn'da hazır edilip, vezirler ve kazaskerler huzurunda davaları görülmüştür. Muhakeme sırasında tabibler kendilerini savunmuşlar, neticede Şeyh Şücâ bahsedilmek üzere Mehmed Çavuş'a teslim edilmiştir[502].
Buna benzer bir olayda Kara Üveys Paşa'nın muhakemesidir. Lala Ca'fer Bey'in mühriyle mühürlü sandıkların Manisa'dan İstanbul'a gelirken yolda Üveys Paşa tarafından açılıp, para alındığı itmamı ile Dîvân-ı Hümâyûnda yargılanması emredilmiştir. Üveys Paşa "husemasıyle" vüzeranın üzerine oturmuş, kazaskerler ile veziriâzam sual ve cevapları dinlemişlerdir. Üveys Paşa gayet sert ve kesin cevaplar vermiştir[503].
Sokullu Mehmed Paşa'nın ve Lala Ca'fer Bey'in tahriki ve taraftar olmasıyle böyle bir tahkikatın açıldığı ancak bir suç tesbit edilmediği görülmektedir. Nitekim birkaç gün sonra şıkk-ı sânî defterdarı, iki ay geçmeden de baş defterdar olmuştur[504].
Kadıların Dîvân-ı Hümâyûn'a gönderdiği "Suret-i Sicillerden" kadıaskerin baktığı ve cezasını tesbit ettiği davalardan örnekler (Mühimme, nr.IV, 967-968/1559-1561 tarihleri arası)
Havale eden kadılık | Davan | Davalı | Dava konusu | Hüküm |
Galata kadısı naibinin suret-i sicili | Hassa reislerden Mustafa | Nikola ve Nihal | Nikola ve Mihal, Mustafa'nın kulunu ayardıp, bostanda içki içerler-yakalanıyor. | Nikola'ya siyaset Mihal 'e kürek |
Gelibolu naibinin Suret-i sicili | Yeniçeri Ahrned | Hüseyin ve kara Mustafa | Hüseyin ve Mustafa Yeniçeri Sinoblu Ahmed'i Kotmeri dağında kati ediyor. | Hüseyin ve Mustafa' siyaset |
Dimetoka kadısı naibinin suret-i sicili | Kurd b. Abdullah | Reayadan sekiz kişi | Reayadan sekiz kişi Kurd b. Abdullah'ı öldürmek istiyorlar, sekiz kişiden Rüstem sabıka Yeniçeri idi. | Rustem'e siyaset yedi kişiye kürek |
İstanbul kadısı naibi suret-i sicili | Mush ve Memi | Nasuh | Mush ve Memi, İstanbul Bit pazarında kazancı Nasuh'un dükkanını açıp bir külçe bakın çalıyorlar | Muslu'ya siyaset |
İstanbul kadısı suret-i sicili | Kalaycı Hayreddin | Hayreddin'in kullan | Kalaycı Ca'fer'i, kullanndan Reyhan Ca'fer ve Mübarek gece müştereken katlettiklerini itiraflan | Reyhan, Ca'fer ve Mübarek'e siyaset |
MEHMET İPŞİRLİ |
Havale eden kadılık | Davaa | Davalı | Dava konusu | Hüküm |
Dimetoka kadısı mektubu | Fatma | Haydar ve İskender | Haydar ve İsmender, Nasuh'un zevcesi Fatma'ya "Fi'l-i şeni kasdıyle eve girmişler, Müslümanların şehadeti ile sabit olmuştur. | Haydar ve İskender'e siyaset, yoldaşlarına hapis |
Marmara Adası kadısının suret-i sicili | Petra | Mi hal | Petra'nın veresesinin mahkemeye müracaatı üzerine, iki Yeniçerinin şehadeti ile Mihal'in Petra'yı bıçakla öldürdüğü sabit oluyor. | Kısas |
Akçakızanlık kadısı mektubu | İki yahudi | İki kimse | Pazara gelmekte olan iki Yahudi'yi kılıç ile öldürmeye teşebbüs eden iki kişi yakalanıyor | Kürek cevzası |
Atala kadısının mektubu | ]Kasaba halkı | Kadı (vakfı himaye için) | Kasaba halkı bir hamam yaptırmak üzere kadıya müracaat ediyorlar. Kadı, vakf gelirinin azalmasından endişe ederek Divân'a soruyor. | İzin veriliyor |
Galata kadısı suret٠i sicili | Maktule adına zaîm | Maktûlenin kocası | Sarhoş iken karısını boğan Hasan'ı Kasım Paşa zaîmi mahkemeye getirmişti | Hasan'a siyaset |
OSMANLI DEVLETİ NDE KAZASKERL1 |
Havale eden kadılık | Davacı | Davalı | Dava konusu | Hüküm |
İstanbul kadısı suret-i sicili | Keyvan | Hasan ve Yahya | Yahya'nın idlâli üzerine Hasan'ın hırsızlık yapması | Yahya'ya siyaset |
İstanbul kadısının suret-i sicili | Maktul İsa | İbrahim ve Mustafa | Matul İsa'nın öldürülmesi olayı | İbrahim ve Mustafaya siyaset |
Haslar kadısının suret-i sicili | Yorgi b. Yani | Monol b. Yorgi | Yorgi'yi bıçakla öldürdüğünü Monol'un itirafı | Monol'a siyaset |
Silivri kadısının suret-i sicili | Veli'nin kılı, Maktul | Esedullah Yusuf, Ahmed, Mehmed | Bu dört suhtenin veli'nin kulunu öldürmeleri ve esnafı rahatsız etmeleri; sarhoş olarak silahla yakalanmaları. | Siyaset |
C. Kazaskerlerin kendi mahkemelerinde baktıkları davalar
Kazaskerler Dîvân-1 Hümâyiîi'da dava dinledikleri ve şer'î konularda hüküm verdikleri gibi, ayrıca haftanın muayyen günlerinde kendi evlerinde de dîvân akdeder davalara bakarlardı. Dîvân-1 Hümâyûn'da kendilerine havale olunan davalardan luzum gördüklerini kendi mahkemelerine Iravale ederlerdi[505].
Şehzade Mehmed'in sünnet düğünü için yapılan hazırlık sırasında, III. Murad'ın Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin mutat üzre evlerinde dîvân kurarak dava dinlemelerini ve maslahat sahihlerine cevap vermelerini ferman etmesi, bu mahkemenin sünnet düğünü münasebetiyle tatil edilmeyecek kadar önemli olduğunu göstermektedir[506].
a) Askeri srnrfin yargr konusundaki imtiyazları: Daha önce kısmen temas edildiği gibi Osmanlı imparatorluğunda "askeri sınıf'olarak bilinen zümre birtakım haklara sahipti. Bunlar kendi aralarındaki veya reaya ile olan ihtilaflarında davanın normal kadı mahkemesi yerine kazaskerin huzurunda görülmesini isteyebilirdi[507]. Askerî sınıf mensublarının kadı yerine kazasker huzurunda yargılanması hususunun fetvalarda açıkça belirtildiği ve çeşitli dönemlerde bunun teyid edildiği görülmektedir[508].
Beledî olan Zeyd-İ müdde'î, askeri olan Amr-1 müdde'â aleylie "seninle Edirne kadısına mıırâfa'a olalım" didikde, Amr râzı olmayup "ben kazasker huzurunda mui'âfa'a olıırın" direğe kadir olur mi?
Elcevab: Olur [509]
Mes'ele: Müdde'â aleyh olan Zeyd "ben askerin, kadıya varmazın'diyüp, hasmi Amr'a kassâm-ı askeri huzurunda "muhasama idelim" dimege kadir olur mı?
Elcevab: olur. Ebussuud[510].
b) Kendi mahkemelerinde baktıkları davalar: Kazaskerlerin evlerinde mahkeme kurarak dava dinlemeye ne zaman başladıkları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak XVI. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan Rumeli Sadareti sicilleri, kazaskerin baktıkları davaların nevileri, davalardaki taraflar hakkında bilgi vermektedir[511].
Prof. Gokbilgin, Ma'lûl-zâde Seyyid Mehmed Efendi'nin Rumeli kazaskerliği dönemine ait, 987 (1579) tarihli sicil defterinde istifade ile yayınladığı bir makalesinde, vakıflar, muhallefat, sosyal ve ekonomik konular, timar, mukataa, beytülmal ile ilgili meseleler olmak üzere başlıca dört konuda sicillerden seçmeler yaparak genel bir değerlendirme yapmıştır[512]. Bu araştırmada dikkat çeken husus, verilen otuz beş misalden, otuz üçünde her iki taraf veya taraflardan birinin askerî olmasıdır[513]. İki davada ise taraflardan biri gayrimüslimdir[514]..
Kazasker mahkemesinde bakılan davaların büyük çoğunluğunun askerî sınıfın davaları olduğu, ancak zaman zaman askerîler dışındakilerin, bilhassa gayrimüslimlerin davalarına bakıldığı görülmektedir. Bu nevi davaların Dîvân-ı Hümâyûn dan kendi mahkemesine intikal eden davalar olması da muhtemeldir. Rumeli Sadaret mahkemesine ait 1017(1608) tarihli defterde sicillerin üzerinde yer yer kazasker şerî'atcisinin, davanın doğru olarak tesbit edildiğini, kendisinin kazasker adına İstanbul'da askerî sınıf mensublarının şer،î davalarını dinlemeğe memur olduğunu bildiren Arapça tasdik ibaresi bulunmaktadır[515]. Defterlerin başında ve kapağında hangi kazasker zamanında tutulduğu, senesi umumiyetle kayıtlı bulunmaktadır. Eğer defter ortasında kazasker değişikliği olmuşsa bu da genellikle belirtilmektedir[516].
c) Kazaskerlerin dairesi ve personeli: Kazaskerlerin muayyen bir daireleri olmayıp, kendi konaklarında dava dinlerler[517] ve ilmiye sınıfının işlerine bakarlardı. Ülke çapında geniş bir teşkilatın başı olan kazaskerlerin işlerinde kendisine yardımcı olmak üzere birçok mumurları olup, bunlar içerisinde en yetkili ve taşrada kazaskeri temsil eden askerî kassamlar idi. Askerî kassamlar tarafından tutulmuş olan defterlerin sadece tereke kayıdarı olmayıp, çeşitli muameleleri ihtiva ettiğine daha önce işaret edilmişti.
Kazaskerlerin kassam-ı askerîden başka tezkireci[518] berat ve ahkam katibi[519], muhzır ve muhzırbaşf’[520]şeri'atci [521], muhasebeci[522] gibi yardımcıların isimleri kaynaklarda geçmekte, fakat görevleri, maaşları, tayin ve azilleri hususunda yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Kazaskerlerin defterdar kapısında "mîrî katibi" adı verilen görevli bir mumuru bulunurdu. Defterdarlık ile halk arasında çıkan ihtilaflara Maliye mahkemesi bakar ve hakimine mîrî katibi denilirdi, bu katip kazaskere bağlı idi. Bu mahkemede "baş bakı kulu" da davacı olarak bulunurdu. Verilen hükümlerin doğruluğuna Rumeli kazaskeri bakardı[523].
XIX. yüzyıl sonlarında Rumeli Kazaskerliği Dairesi (1314/1896-7 )[524]
Memuriyet | ismi | Rütbesi |
Kadıasker | Mehmed Durri Efendi | Sadr-ı Rumeli |
Sadreyn Müsteşârı | Zeki Efendi | Sadr-ı Anadolu |
Kadıasker Mu'âvini | Ramiz Efendi | İstanbul |
Kassâm-ı Askeri | Ahmed Hulusi Efendi | Haremeyn |
Kassam Mu'âvini | Nuri Efendi | Haremeyn |
Mahfel Şeri'atcısı | Abdullâh Sâ’ib Efendi | Haremeyn |
Vekayi' katibi | Ârif Efendi | Bilâd-ı Hamse |
Sadreyn Evrak memuru ve Sicillât-ı Şer'iye Müdîri | Hafız İsmail Efendi | Bilâd-ı Hamse |
Mâliye Beytülmâl Kassâmı | Âbid Efendi | Bilâd-ı Hamse |
Müsteşâr Mu'âvini | Ârif bey | Kibâr-ı Müderris |
Kısmet-i Askeriye Mahkemesi Başkâtibi | Cevdet Efendi | Devriye Mevâlîsinden |
Şeri'atcı Muâvini | Muhtâr Efendi | Müderrisinden |
Tezkirehâne Mukayyidi | Şemseddin Efendi | Devriye Müderrislerinden |
Anadolu Kadıaskerliği Dairesi (1314/1896-7)
Memuriyet | İsmi | Rütbesi |
Kadıasker | Atâullâh Efendi | Sadr-ı Anadolu |
Mu'âvin (Meclis-i Tetkîkât azasından) | Süleyman Vehbi Efendi | İstanbul |
Tezkirehâne Mukayyidi | Osman Hilmi Efendi | Bilâd-ı Hamse |
Üsküdar Nâ'ibi | Asım Efendi | Mahreç |
Vekayi' Katibi | Halid Efendi | Devriye Mevalisi |
Sonuç: Kazaskerlerin Osmanlı Devlet Teşkilatı içerisinde sahib oldukları gücü başlıca iki kaynaktan almakta idiler.
- Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olarak, orada şer'î hukuku ve ulemayı temsil etmesi,
- Osmanlı İmparatorluğu'nda temel birim olan kazalara kadıların tayini; bütün ülke satına yayılmış olan medreselere müderrislerin tayini, azli ve nakli gibi işlemlerin onlar tarafından yapılmasıdır.
Kazaskerlerin yetki ve sorumluluklarını daha açık bir şekilde belirtmek için günümüz devlet teşkilatı ile bir mukayese yapmak gerekirse, Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin bugünkü Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu ve Yüksek Hâkimler kurulunun tamamen veya kısmen görevlerini o zamanda üstlenmiş oldukları söylenebilir.
Bu derecedeki önemli bir mevkie XV ve XVI. yüzyıllarda cidden liyakadı dürüst kimseler gelmiş ve uzun süre görevde kalmışlardır. Böyle dirayetli alimler Dîvân-ı Hümâyûn'da diğer üyeler arasında daima ağırlıklarını hissetdirdikleri gibi kadılar, müderrisler ve mülazimler arasında da tesirli olmuşlardır.
Ancak zamanla genel olarak devlet teşkilatında gelen düzensizlik, ilmiye sınıfını ve tabii olarak kazaskerleri de etkilemiştir. Kazaskerler sık sık azledilerek liyâkatsız kimseler göreve getirilmiştir. Bunların sahip oldukları imkanları kötüye kullanmaları, XVII. yüzyılda birçok gözlemcinin dikkatini çekerek, acı acı yakınmalarına sebep olmuştur.