ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Abdulhalik Bakır

Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak.Tarih Bölümü, Öğretim Üyesi

Anahtar Kelimeler: Ortaçağ, İslâm Dünyası, Maden Sanayi, Tarih

Madenler doğada ya doğrudan metalik halde veya cevher olarak bulunmaktadırlar. Metalik halde bulunan madenlere "doğal madenler"; içinde kimyasal bileşikler halinde madenlerin bulunduğu kayalara ise "cevher” denir. Örneğin altın doğal bir madendir. Gümüş, bakır ve demir hem doğal maden, hem de cevher olarak bulunmaktadır. Kurşun, kalay, çinko ve civa ise, ancak cevherden tasfiye yoluyla elde edilebilen madenlerdir[1].

Maden sanayinde yaygın olarak kullanılan altın, gümüş, bakır, bakır-kalay alaşımı olan tunç, bakır-çinko alaşımı olan pirinç, demir, çelik, kurşun ve civa İslam öncesi devirlerde Yakın Doğu topraklarında biliniyor ve işleniyordu[2]. Örneğin, Mısırlılar, ilk tarihî devirlerinden itibaren madenleri eriterek onları sanayide kullanmışlardır. Bakırdan yapılan pek çok eşya olduğu gibi, bakır ve kalayın karışmasıyla elde edilen bronzdan, özellikle ilk zamanlarda, silahlarını yapmışlardır[3]. Sonraları bu madenlerden taş işçiliğinde, tarımda, marangozlukta ve her nevi diğer sanayi işlerinde kullanılan aletler yapılmıştır. Aynı zamanda madenlerden yapılan vazolar ve kaplar Mısırlıların başlıca kullandıkları eşyalar arasındadır. Madenlerden bakır ocakları Sina Yarımadası’nda işletiliyor ve hammaddeler Mısır'a oradan taşınıyordu. Fakat demir madeninin Anadolu'dan, Hatti ülkesinden getirtildiği kaydedilmiştir [4].

Mezopotamyalılar da madenleri çok önceden tanımışlar ve bu madenleri sanayide kullanmasını öğrenmişlerdir. Onlar önce bakırı, daha sonra da sırasıyla gümüş, altın ve kurşunu bulmuşlar ve kalayla bakırı karıştırarak bronzu elde etmişlerdir. Ayrıca, ziynet eşyaları ve oyma ve nakışlama usulü kap kacak yapımında büyük ilerleme kaydeden bu insanlar, değersiz madenleri değerli madenlere dönüştürmek maksadıyla epeyce uğraşmışlar, bu çalışmalar sonucunda madenlerin özelliklerini ve bazı kimyasal oluşumları gerçekleştirmeyi öğrenmişlerdir[5].

İslam öncesi dönemde Arap Yarımadasının çeşitli bölgelerinden çıkarılan madenler dışarıya ihraç edilecek kadar çok değildi[6]. Fakat iç piyasaya yönelik Hicaz bölgesinin Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif şehirlerinde madenlerden bilezik, yüzük, küpe gibi süs eşyası ile kılınç, mızrak, kargı, kalkan vesaire gibi savaş eşyası imal ediliyordu[7] . Bunlardan yüzük, bilezik, küpe, hal- hal gibi süs eşyası yapmakta, İslam'ın ortaya çıkışı sırasında Medine'de oturmakta olan üç Yahudi kabilesinden Kaynuka' kabilesi meşhurdu. Savaş aletleri yapımında ise, daha ziyade Yemen bölgesi şehirleri büyük bir ün kazanmıştı. Yemenlilerin bu sanatı, H. V. (M. XI.) yüzyıl sonlarına kadar devam ettirdiklerini görüyoru[8].

Arap Yarımadasında Medyen'den Yemen'e kadar ve bir dereceye kadar ülkenin merkezi kısımlarındaki maden yatakları bilhassa altınbelli bir öneme sahipti. Burası bir tasfiye işlemine ihtiyaç göstermeyecek kadar saf altın madenlerine sahipti[9]. Bu altın madenleri Arabistan'da işletiliyordu. Özellikle Süleym kabilesinin altın madeni istihsali meşhurdu. Bunlar, daha Hz. Muhammed devrinde bile altın madeni istihsaline devam ediyorlardı. Süleymliler, bu madenlerden elde ettikleri altınların zekâtını veriyorlardı. Bu zekat, Hz. Ebu Bekir devrinde hatta Emeviler zamanında bile devlet tara- findan alınıyordu[10].

Bazı kaynaklarda Ebu Husayn es-Sülemî adında bir kişinin bir madenden altın getirerek Hz. Peygamber'e verdiği anlatılır[11].

Süleymliler'e ait altın madeninin bir adı da "Mehdü'z-Zeheb" (altın yatağı) olarak geçmektedir. "Süleymoğulları'nın madeni" ve "Süleym madeni" olarak da adlandırılan bu altın madeninde, Suudi Arabistan Madenler Kurumu tarafından yapılan bir çalışmada altın çıkarmak ve onu yabancı maddelerden temizlemek için kullanılan bazı araç ve gereçlere rasdanıldığı gibi, o dönemin maden işçileri tarafından kazılan altın damarları da ortaya çıkarıldı[12].

Arap Yanmadası'nın, Yemen de dahil birçok bölgesinde altın madenleri bulunmaktaydı. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Bîşe veya Bîş[13] Zankân[14], Benâtu Harb[15], Su'ad[16], ’Aşem[17], Kufâ'a[18], Ahsen[19], Hasen[20], Aynuna[21], Herve[22], Benî Mecîd[23], Muahhîre[24], Servâh[25], Sahb[26], Kaşra[27], Husle[28], Şeyban[29], Müvezzer830], Nadıha[31], Mahlefe[32], Hecîre[33], Hurâde[34], Hufeyr[35], Seniyye[36], Tiyâs[37], Akîk[38], Dubeyb[39].

Yemen Bölgesinin Sebe' ve Selûk şehirlerinde de bol miktarda altın madeni istihsali yapılmaktaydı[40]. Bir rivayete göre Hz. Ali, Yemen'den Selem ağacı yaprağıyla sepilenmiş deri içinde bir miktar altını Hz. Peygamber'e göndermiş ve Hz. Peygamber'de bu altını sahabilerinden Zeydü'l-Hayr, el- Akra' b. Hâbis, 'Uyeyne b. Hısn ve Alkame b. Alâle veya Amir b. et-Tufeyl'e dağıtmıştır[41].

Es-Suyutî'nin naklettiği bir haberden H. 90 yılında Sicistan'da altın keşfedildiğini ve burada çalışan işçilerin kırmızı altınları topraktan ayırarak tasfiye yoluna gittiklerini öğrenmekteyiz[42].

İran Kürdistanı ile Azerbaycan arasında Ganzak bölgesinde Zagros madenleri bulunurdu. Burada malgama veya yıkama yoluyla elde edilen çok saf kırmızı altın, doğal parçalar halinde ancak bakır sülfat ile karışık olduğundan saf olmayan sarı akın vardı[43]. Cibâl eyâletinin Kûhistan, et-Teymeretü's- Suğra ve et-Teymeretü'l-Kubra yerleşim bölgelerinde altın ve gümüş madenleri bulunmaktaydı[44]. Ayrıca Horasan[45], Hüzistan[46], Sicistan[47], Kum[48], Şîz (Azerbaycan) [49] ve Demindân (Kirman)[50] gibi eyâlet ve şehirlerde bulunan madenlerden bol miktarda altın çıkarılıyordu. Bunlar arasında önemli bir yere sahip olan Şîz şehrindeki altın madeninin üç çeşidi vardı. Bunlardan birisi "el-Kumisî" olarak adlandırılmaktaydı. Bu çeşit alunlar toprakla karışık bir durumdayken bulunur ve üzerine su dökmek suretiyle yıkanır. Böylece altınlar mısır taneleri gibi ortaya çıkarılarak civa ile toplanırdı. Aynı zamanda bunlar safran renginde kırmızı, ağır, temiz, yumuşak ve şekillenmesi kolay altınlar idi. Bu alunların diğer bir çeşitine de "es-Seherkıyy" denilmekteydi. Bunların ağırlıkları bir habbe ile bir miskal arasında değişir ve yapı itibariyle sert, ağır ve içinde az da olsa bir kuruluk vardı. Sonuncu kısım ise "es- Sehendî" şeklinde adlandırılırdı. Bunlar da beyaz, yumuşak ve ağır olup kara boyayla boyanabilir bir özelliğe sahipti[51].

Ortaçağ'da Asya altını Kafkasya, Ural-Altay dağları, Tibet ve Türkistan'dan geliyordu[52]. Fergane[53], İlâk[54], Şelci, Uşrûsene[55] ve Esbere[56]illerinde altın madenleri vardı ve bunlar orada işlenirdi.

Ceyhun nehri, altın dağına uğradıktan sonra büyük taş ve kayalar üzerinden geçerdi ve sürüklemiş olduğu altınları balık derisindeki pulcuklar misali buralara bırakıverirdi. Ceyhun'dan aynlan Bahşu kolunun yakınında Vahad adında bir köy vardı. Buranın sakinleri iki taraftan ipleri kazıklarla tutturulmuş keçi derilerini nehrin üzerine atarlardı. Sonra bir kişi nehre iner ve suyu derilerin üzerine serperdi, diğer bir kişi de derileri sudan temizlerdi. Derilerin kum ve altınla dolduğunu görünce, onları alarak güneşin altında yere sererlerdi, kuruduktan sonra da alanları toplarlardı. Bu şekilde elde edilen altınlar kırmızı, saf ve çok kaliteli olurdu[57].

Çin sınırında yer alan K.iymak denizindeki dev dalgalar bol miktarda al- ünı sahile sürüklerdi. Burada yaşayan Oğuzlar belli bölgelerden, bu alanların büyüklerini suda yıkamak, küçüklerini de civa ile toplayarak inek tezeğine dökmek suretiyle istihsal yoluna giderlerdi. Bu bölgenin hükümdarı, kendi hissesini aldıktan sonra, diğer alanları saün alırdı. Artan kısımlar ise, tüccarlar tarafından paraya çevrilirdi[58].

İslam fetihlerinden sonra Müslümanların eline geçen veya onların etki alanlarına giren diğer önemli bir bölge de Afrika madenleri idi. Çok zengin altın yataklarına sahip bu bölge el-'Allâki vadisi[59], Nube[60] ve Süfâletü'z- Zeheb[61] madenlerinden oluşmaktaydı[62].

El-'Allâkî vadisinde (burası aynı zamanda Bucce topraklan olarak da tanınmaktadır.), el-Kelbî, eş-Şukrî, el-'İclî, el-'Allâkî’l-Edna, er-Rîfe, Vâdi'l- Haml, 'İneb, Kubâr, Batn Vâh, A'mâd, Mâu's-Sahra, el-Ahşâb, Mizâb, ,Arhabe, ,Ayzâb, Burkân, Dah, er-Rıfk ve Şahtît adındaki altın madenleri bulunurdu[63]. Bütün bu altın madenlerinde tüccarlar ve diğer müteşebbisler hesabına kazı işlerinde siyah köleler durmadan çalışırlardı[64].

Bucce[65] toprakları Hz. Osman döneminde Sa'd b. Ebî Serh tarafından fethedilmişti. Bucceliler, bu kumandandan, kendilerini bırakması ve ülkelerini terketmesi karşılığında üçyüz kıntar altını kendilerinden almaşını istemişlerdi, o da bu teklifi kabul etmişti[66]. Böylece, onlar, bu tarihten itibaren İslam devletlerine beştebir vergisi olarak yılda 400 miskal işlenmemiş altınödüyorlardı. Fakat, onlar H. 241 yılında Abbasi halifesi el-Mutevekkil devrinde Müslümanlarla yapmış oldukları antlaşmayı bozarak madenlerde çalışan Müslüman İşçileri öldürdüler ve kadınlar ile çocukları tutsak ettiler[67]. Bunun üzerine el-Mütevekkil, Mulrammed b. Abdullah el-Kumi adında bir kişiyi Mısır'daki madenler, Kulzum, Hicaz yolu, Zerka ve Mısır hacılan üzerine idareci tayin etti, iki taraf arasında yapılan savaşta Bucceliler'in başı Ali Baba öldürüldü ve yerine geçen yeğeni Lâ'is Müslümanlarla sulh yapmak zo- runda kaldı. Boylece, bölgedeki altın madenleri yeniden Müslümanların etki alanına girdi ve isyan neticesinde dört yıldan beri ödenmeyen toplam 1. 600 miskal işlenmemiş altınBucceliler tarafından Mısır valisine ödenmiş oldu[68].

Nube madenleri çölde kumlarla karışık bir halde bulunmaktaydı. Muharrem ayının ilk günlerinde altınarayanlar geceleri buralara çıkarak madenin parıltısına bakmak suretiyle bulunduğu yeri tespit ederlerdi. Geceyi orada geçiren bu altın avcıları, daha önceden işaretlemiş oldukları yerlere giderek altınları toplarlar, onlan bir ağaç çanak İçinde yıkadıktan sonra da civa ile bir araya getirip, kalıplar halinde hazırlarlardı [69]. Son İşlem olarak toplanan külçe altınlar satılmak suretiyle elden ele dolaştıktan sonra tüccar- lar tarafından diğer ülkelere taşınırdı[70].

Zencilerin ülkesi olarak tanınan bölgenin en son şehri olan Süfâle'de ise, Afrika'nın en zengin altınmadenleri vardı. Buradaki altıntanecikleri bir ve iki miskal veya daha da büyük olabiliyordu. Ayrıca, diğer bölgelerde işçiler tarafından uygulanan civa ile toplama işlemine de gerek yoktu. Onlar, top- lanan altınları inek tezeklerini yakarak kolay yöntemle hazırlıyorlardı[71].

İslam dünyâsı tarafından yeni bir altınkaynağı olarak keşfedilen ve IX- XV. yüzyıllarda Akdeniz altınticaretini besleyen Gana madenlerini de unutmamak gerekir. Buradaki altınlar, çalışmaları günümüze kadar devam eden zenci kokenli maden İşçileri tarafından çıkarılmaktaydı[72]. Altınların taşınması işi ise. Büyük Sehra boyunca ilerleyen ve Kuzey Afrika'nın yerli halkı Berberiler tarafından çalıştırılan ticaret kervanları vasıtasıyla yerine getiriliyordu[73].

İslam dünyasında zengin altınmadenlerine sahip bir ülke de Endülüs idi[74]. Elbire[75], Tüdmir[76], Gırnata[77], Fürnecûlüş[78] ve Lizbon[79] şehirlerinde altınmadenleri vardı. Sonuncunun tam karşısında deniz üzerinde "Hisnu'l- Ma'din" adında bir yer bulunmaktaydı. Burada deniz, dev dalgalar yoluyla altınları sahile taşırdı. Kış mevsimi gelince, Lizbon sakinleri Hisnu'l-Ma'din'e yerleşirler ve bahara kadar burada çalışırlardı[80].

Ortaçağda madenlerin diğer yabancı maddelerden temizlenmesi ve ha- zırlanmasında önemli yöntemler geliştirildi. Altın madenlerinde malgama yöntemi işçiler tarafından geniş bir şekilde uygulanmaktaydı, işlenmemiş altını civa içinde eritmekten ibaret olan bu yöntem, zengin civa madenine sahip Müslüman Ispanya'da çok revaçta idi[81]. Buradaki civa madeninde

1.000'den fazla işçi çalışırdı[82]. Ayrıca Ispanya, Mağrib, Sudan, Mısır, Nube, Irak, Orta Asya ve Hindistan Okyanusu ülkelerine, başka bir değişle işlenmemiş altın üreten bütün ülkelere büyük miktarda civa ihraç ederdi. Malgama yöntemi ile ilgili el-Bateh kelimesi günümüze kadar gelmiştir. Altını yıkamak için kullanılan bir aracın adı olan ve Arapça el-Battîha kelimesinden alınan bu kelime İspanyolca’da Bate'a olarak geçmektedir[83].

Müslümanların etki alanı içinde bulunan coğrafyada, altın madenleri yanında zengin gümüş madenleri de önemli bir yere sahipti. Gümüş, çoğu zaman kurşun madenlerinde kurşun madeni ile karışık bir halde bulunurdu ve daha sonra bu iki madeni birbirinden ayırmak maksadıyla özel bir yöntem uygulanırdı[84].

Ortaçağda gümüş madeni Yemen, Kuzey İran (Kafkaslar'dan başlayarak Tiyan Şan dağlarına kadar), Kabil şehrinin kuzey kısmı (Afganistan), Kuzey Afrika ve Müslüman İspanya'da çıkarılıyordu.

Yemen'de Hüzeyl topraklarında yer alan 'Avsece, Şeybân, el-Yahmûm ve gümüş, bakır ve sarı bakırın karışık olarak bulunduğu Şemmâm madenleri vardı. Sonuncu madende binlerce mecusî işçi çalıştığı gibi, onların tapınmaları için burada iki ateş evi bulunuyordu[85].El-Hemdanî'ye dayanan bir rivayete göre "Karyetü'l-Ma'din" (maden köyü)'de eşine az rastlanan çoğunlukta gümüş vardı ve onun hemen yakınında çok kaliteli gümüş ihtiva eden er- Radrâd madeni yer almaktaydı [86].

El-Belazurî, siyasî otoritelerin, Arap Yarımadası'nda yer alan el- Füru[87], Necran[88], Zü'l-Merve [89], Vâdi'l-Kurâ[90] madenlerinden beşte bir miktarında zekât aldıklarını bildirmektedir[91]. Bu da, bu madenlerin Hz. Peygamber ve ilk dört halife devrinde olduğu gibi, el-Belazurî'nin yaşadığı H. III-M. IX. yüzyılda da hâlâ Müslümanlar tarafından çalıştırıldığını ortaya koymaktadır.

Yemen'de Hemdân kabilesine bağlı Fehm ile Havlânu'l-'Aliye ve Murad kabilelerinin arasında bir yerde kurşun madeni ile karışık bir durumda gümüş madeni çıkarılıyordu ve Yemen halkı geçimini buradan sağlıyordu[92].

Ancak Doğu Anadolu, Kuzey İran ve Orta Asya'da yer alan gümüş madenleri daha önemli bir yere sahipti. Çok geniş bir alanı kaplayan bu gümüş madenlerini, para birimleri olan dirhemi imal etmek maksadıyla Sâsanîler tam kapasiteyle çalıştırıyorlardı. Bu madenlerin en önemlileri, Kabil dağlarında bulunan ve içinde 10 bin maden işçisi barındıran Panchir madeni ile Maveraünnehr bölgesinde Fergâne'nin kuzeyinde yer alan Şâş'taki maden idi[93].

Yakut el-Hamavî, Panchir madenini şöyle tanıtmaktadır: " Panchir, Belh bölgesinde bulunan bir şehirdir. Burada gümüş dağı bulunmaktadır... Şehirde dirhem çok boldur, öyle ki birisi bir havucu bile bir dirhemden eksiğine satın alamamaktadır. Gümüş ise, şehire bakan bir dağın üzerinde olup, çarşı ve dağ, kazılardan dolayı kalbur gibidir. Burada yaşayanlar bir gümüş damarına rasdadıkları zaman, madeni bulana kadar o damarı takip ederler. Anlatılanlara göre bir kişi bir kazı için 300.000 dirhemden azını veya fazlasını harcayabilmektedir. Üstelik o, bu kazı sonunda ya kendini ve kendinden sonra gelen çocuklarını yaşatacak miktarda gümüş bulur veya bulmuş olduğu gümüş sadece masrafını karşılardı. Bazen birisi, kazı esnasında su birikintisi ile karşılaşarak iflas eder ve yoksullaşır; bazen de birisi bir damarı takip ederken, diğer birisi de aynı damarı başka bir cepheden izleyerek, her ikisi birden aynı kazı ile meşgul olurdu. Onların bu hususta bir âdeti vardır: O da kazı ile uğraşan herhangi bir kişi diğerinden daha önce madene ulaşır da arkadaşını bu konuda ikna ederse, o damar onun olurdu. Böylece onlar bu gümüş arama yarışında öyle oyunlar yaparlardı ki, şeytanlar bile bunları yapamazlardı. Bu yarışta kazı ile uğraşan iki kişiden biri madene daha önce ulaştığında, diğerinin bütün masrafları heder olurdu. Fakat her ikisi de aynı anda madene ulaştığı zamanda, bulmuş oldukları gümüşe ortak olurlardı. Onlar, meşale ve lâmbaların yandığı sürece kazı işlerine devam ederlerdi. Çok uzaklara giderek meşalelerin yanmadığı bir yere varınca da kazı işlerini hemen durdururlardı. Aksini yapanlar ise, hemen orada ölürdü. Onlardan biri ya sabah vakti zengin iken akşamı yoksul, ya da akşam vakti zengin iken sabahı yoksul olarak karşılardı[94].

Panchir madeni yanında Kirman'ın Demindan[95], Horasan'ın Buttem [96], Nûkân [97], Cibâl'ın el-Gamidân, Kûhistân, et-Teymeretü's-Suğra, et- Teymeretü'1-Kubra [98] adlı şehir ve kasabalarında gümüş madeni vardı. Ayrıca Bervân ve Şelci [99], Bedahşan [100], Kum[101], Şîz [102]ve Çarpaya[103]’da bol miktarda, Fars'in Yezd [104] şehrinde de az miktarda gümüş madeni bulunuyordu. Orta Asya gümüş madenleri veya başka bir deyişle Şâş gümüş madenleri ise, İlâk[105], Vahân[106], Esbere [107],Fergâne[108], Uşrûsene[109], Lebân[110], Kûhek Dağ'ı[111], Harluh[112], Kurân[113] ve Yemkârr[114] gibi büyüklü küçüklü şehirlerde bulunuyordu.

Garbiyân şehrinden üç mil uzaklıkta büyük kâr getiren gümüş madenleri vardı, anlaulanlara göre buranın bir rıtıl toprağı, ağırlığının dörtebiri kadar işlenmemiş gümüş verirdi. Şâş tacirleri bu madenlere büyük yatırım yaparlardı ve buralardan çıkarılan gümüşleri satarak servederine servet katarlardı[115].

İbn Hurdazbih, Abbasî Devleti'nin Orta Asya'da yer alan bolge ve şehirlerden topladığı yıllık vergileri anlatırken, Şâş şehri ile buradaki gümüş madeninden 607.100 mUseyyebl dil'hem vergi aldığını belirtmektedir[116]. Bu miktar ise, buradaki gümüş madeninin bölgeye büyük bir gelir sağladığını göstermektedir.

İslam dünyasında gümüş üreten önemli bir bölge de Güney Ispanya veya eski adıyla Tartessos bolgesi idi. Burası Müslümanlar tarafından fethedilmeden once sırasıyla Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar taraftndan ele geçirilmiş ve yeraltı kaynakları, özellikle de gümüş madenleri uzun süre onlarca çalıştınlmıştı[117]. Fakat ispanya Müslümanların eline geçtikten sonra buradaki madencilik çalışmaları büyük bir gelişme ve canlanma dönemine girdi. Bu esnada Bati Atlas dağlarında bulunan gümüş ocakları buranın yerli halkı tarafından çalıştırılıyordu ve Lixos (şimdiki adıyla el-'Arâiş) şehrinde oturan Fenikeliler burada çok güçlü bir ihracat ortamı sağlamışlardı. Hatta buradaki gümüş ocaklan XVI. yüzyıla kadar- üretime devam ettiler[118].

Endülüs Emeri Devleti'nin kuruluşundan yıkılışına kadar olan süre içerisinde gümüş üretip, İslam ülkelerine İhraç eden şehirler şunlardı: Elbîre[119], Mürsiyye[120], Kurtuba[121], Fümecûlüş[122], Tüdmîr[123] ve Ceyyân[124].

Mağrib (Fas)'in Merâkuş şehrine altı konaklık uzaklıkta bulunan Zekender ilinde bol miktarda gümüş madeni vardı. Burası yeraltında bulunan çok sayıda mağaradan oluşmaktaydı ve hiç bıkmadan çalışan insanlarla doluydu. Şehirde oturanların ilginç bir adeti vardı. Suç işleyen veya üzerinde başkalarının hakkı bulunan bir kimse bu mağaralardan birine girdikten sonra buradan çıktığı ana kadar kimse ona herhangi bir ceza veremezdi...[125]. Anlatılanlara göre maden işçileri yirmi kulaç aşağıya doğru indiklerinde su birikintileri ile karşılaşırlardı. Bu sebepten dolayı bölge sorumlusu, mağaralardaki sulan yukarıya çekmek İçin su dolapları yaptırmıştı. Böylece işçiler, çamurları yukarıya taşıdıktan sonra, onları suyla yıkıyorlar ve gümüş istihsalini gerçekleştiriyorlardı. Bölge sorumlusu, çıkarılan gümüşlerden beşte bir vergisi almak maksadıyla bu tür hizmetlerde bulunmaktaydı[126]. Yine anlatılanlara göre bu kadar masraflı bir çalışmayı ancak servet sahibi bir zengin üstlenebilirdi. Zira bu iş, ondan, mağara kapışında oturarak çamurları çıkarıp, su ile yıkayan işçi ve sanatkarları kontrol etmeyi gerektiriyordu. İş tamamlandığında devletin beşte bir vergisi çıkarılır ve kalan kısımlar bölge sorumlusuna teslim edilirdi. Bu kazılar esnasında bazen yapılan masraflardan daha az gelir elde edildiği gibi, bazen de kişinin çalışmasına gore daha da düşük bir miktar sağlanırdı[127].

Selçuklular zamanında Anadolu'da gümüş, demirden dalla büyük önem taşıyordu. El-Ömerî'nin dediği gibi, Keykubat tarafından Ermeniler'den alınan Lü'lüe'deki Gümüşsaray'da ve Bayburt'ta (Gümüşhane), Gümüş (Gümüşhacıköy) ve Kütahya havalisinde gümüş madenleri vardı[128]. Ayrıca Anadolu'nun güneyindeki Toroslar'da da eskiden Fenikeliler tarafından çalıştırılarak Mısır'daki Firavunlara İhraç ettikleri gümüş madenleri bulunmaktaydı. Bu madenler, Anadolu, Türkler tarafından fethedildikten sonra, onların idaresine girmiş oldu[129].XIII. asrin ortalarına doğru Anadolu'da gümüş madenlerinde çalışan İşçilere günde üç ritl yani 3.000 sultani ücret ödenirdi[130].

Ormanlar'ın yetersizliği neticesinde İslam dünyasında demii' sanayi ileri bir seviyede değildi. Bu sebepten dolayı işlenmemiş demiri eritmek maksadiyla kullanılan odun ve kömüre büyük bir ihtiyaç vardı. Ayrıca bu onemli iki maddeyi elde etmek için birçok ormanı tüketecek eski yöntemler kullanılıyordu. Demir madenlerinde çalışan İşçilerin 10 kg. saf demir elde etmeleri için 150 m3 odun harcamaları gerekiyordu. Bu nedenle de eski doğu medeniyetlerinde demir sanayi, ormanları tüketen en onemli faktörlerden biriydi[131].

İthalata bağlı olan zırhlı silah üreticilerinin ihtiyacından ayrı olarak çıkarılan demir, bakırdan daha azdı ve Müslüman ülkelerin çoğunluğu için metalürjinin temeliydi[132]. Çoğu zaman bu maden, oluşumu yönünden çeşitlilik gösterir ve yer yüzeyine yakın bir dunımda olurdu. Bu özelliğinden dolayı da çıkarılması büyük masrafları gerektirmezdi. Demirin bulunduğu bölgeler ise, eski çağlarda olduğu gibi Arap Yarımadası, Lübnan, İran, Maveraünnehr, Kuzey Afrika ve Ispanya'dan oluşmaktaydı. Ayrıca İslam dünyası bu madeni temin etmek maksadıyla yakın ve uzak ülkelerle sıkı ticaret bağları kurmuştu. Örneğin Kafkaslar'dan işlenmemiş demir ve demir sanayinde uzmanlaşmış elemanlar ithal edilmekteydi. Yine de İslam dünyası, ihtiyacı olan demiri daha ziyade Hindistan ve Avrupa'dan ithal yoluyla temin etmeye çalışıyordu. Zira bu sonuncuların çelik üretiminde kendilerine özgü yöntemleri vardı[133]. el-Hemdanî, bize Yemen’de yer alan birçok dağda demir bulunduğunu ve bunların bazılarının Aden Ebyen'de, bazılarının da Sa'de ve Hicâz arasındaki Vâdi'a bölgesinde olduğunu anlatır[134]. Ayrıca buradaki Necrân, Nakm, Gamdan, Ruğâfe[135], Kusâs ve Benî Esed bölgeleri[136] ile bugünkü Suudi Arabistan'ın 'Asîr bölgesinde yer alan Tehlel dağında da demir madeni vardı[137]. Sonuncuda demiri eritmek için kullanılan onlarca oyuklar keşfedildi. Burada madenciler, ocaktan çıkarılan işlenmemiş demiri odunlarla birlikte bu oyuklara yerleştirdikten sonra odunları ateşe veriyorlardı. Demir eriyerek içindeki yabancı maddelerden kurtulduktan sonra özel yöntemlerle bazı işlemlerden geçiyordu. Maden, istenilen düzeye geldikten sonra da kılıç imalinde kullanılıyordu[138].

Beyrut[139]dağlarında demir ocakları vardı ve buradaki işlenmemiş demirler Haçlı seferleri esnasında bile Müslümanlar ve haçlılar tarafından çıkarılarak sanayide kullanılıyordu[140]. Haleb'in Zibatra[141], el-Cezîre bölgesinde yer alan Hâni[142] ve Musul (Herûr bolgesi)[143], Cibâl eyaletindeki Zencan[144] Anadolu'nun Ulukışla, Sivas ve bugünkü Elazığ ilimize bağlı Palu[145] ilçesindeki demir ocaklarından civar ülkelere demir ihracat ediliyordu. Bu şehir ve ilçeler arasında yer alan Zencan'da kıtlık meydana geldiğinde ekmeği ancak demirle mübadele usulü satarlardı. Bu sırada kim ekmek satın almak isterse onunla birlikte demir çivi almak zorundaydı[146].

İran'ın Fars[147], Horasan[148], Kirman[149], istahr[150]bölgeleri ile bugünkü Afganistan'ın Kabil[151] dağlarından bol miktarda demir çıkarılıyordu ve Samaniler (874-999) zamanında Semerkant vergi olarak her yıl, 1.300 büyük demir levha vermekteydi[152]. Ayrıca Timurlular (1370-1507) döneminde Herat yakınındaki Şaklan Dağı eteğindeki Kûruh kasabasında demir ve kurşun madenleri işletilmekte olup, Herat'ta kullanılan demir buradan geliyordu[153].

Maveraünnehr bölgesinde bol miktarda bulunan demir madeni, daha ziyade Fegne[154], Tibet[155] ve Çigintalas[156]ta bulunan demir ocaklarından çı- karılıyordu.

Demir, Kuzey Afrika'nın Meccâne[157] ve Kayrevan şehirlerinin yakınında bulunan Bicây[158]'nin de önemli madenlerinden idi. 'Unnabe veya Bone şehrindeki Adûğ dağlarından çıkarılan demir ise, civar ülkelere ihraç edilmekteydi[159].

H. IV. yüzyılın ilk yarısında Sicilya adasında Eğlebîler devletine ait bir demir madeni bulunuyordu ve buradan büyük bir gelir elde edilmekteydi. Aynı zamanda buranın hükümdarı, devletin ihtiyacı olan askerî gemileri buradan çıkarılan demirlerle imal ettiriyordu[160].Ayrıca Sicilya Adası[161]ve Müslüman İspanya[162]'nın çeşitli bölgelerinde bol miktarda demir vardı.

Batı Asya'ya gelince; burada demir madeni çok azdı. Bir rivayete göre H. 355/M. 964 yılında Arap Yarımadası'nda yer alan Hecer'deki Karmatlar, Seyfü'd-Devle'den demir talebinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu emîr, Rakka’nın demirden ma'mul kapılarının çıkarılmasını emretmişti. Ayrıca o, Mudar bölgesinden demir toplamış ve hatta çarşı ve pazarlarda mal satan satıcı ve bakkalların terazi ağırlık ölçülerini bile ellerinden alarak Fırat yoluyla Hît'e, oradan da kara yoluyla Karmatlar'a göndermişti[163].

Hindistan Yarımadası demir madeni yönünden çok zengin bir bölgeydi. Maden ocaklarından çıkarılan işlenmemiş demir, Ranc adaları sakinleri tarafından Hindistan'ın çeşitli bölgelerine götürülür ve buralarda çok iyi fıata satılırdı. Hindistan'ın en iyi demiri Sind, Serendîb ve Binmân bölgelerindeki ocaklardan sağlanmaktaydı[164]. Bu ülkede çelik üretimi çok ileri bir düzeye ulaşmıştı. Eritilmiş çelik endüstrisi, Milâdî tarihin başlarında burada keşfedilmiş ve geliştirilmişti[165]. Büyük Roma İmparatorluğu devrinde Akdeniz ülkeleri, Hindistan'da imal edilen ferrum sericum olarak tanınan kaliteli çelik ürünlerini ithal etmekteydi. Fakat bu ithal işlemi, İslam'ın ortaya çıkışından sonra oldukça arttı ve Hindistan çeliği el-Hindâvî adıyla şöhret kazanmaya başladı. İspanyolca'da bulunan alinde kelimesi de buradan gelmektedir ve cilalanmış çelik ayna anlamını taşır[166].

Şunu da unutmamak gerekir ki, Hindistan’ın güneyinde imal edilen çelik, zencilerin ülkesi Doğu Afrika sahillerinden getirilen işlenmemiş demire dayanıyordu. Aslında buradan ithal edilen işlenmemiş demir, Hindistan'daki ocaklardan çıkarılan demirden daha kaliteli idi. Aynı zamanda zenciler tarafından çok ilkel yöntemlerle çıkarılan Afrika'nın işlenmemiş demiri, çelik sanayiide kullanılması için Hindistan'a Müslüman tacirler tarafından ihraç ediliyordu. Buradan İslam dünyasına çelik levhalar halinde nakledilmesi ise, yine bu tacirler vasi tasıyla gerçekleşmekteydi[167].

Avrupa'ya gelince; burası da yeryüzeyine yakın yataklar halinde bulunan ve ferrieres olarak adlandırılan birçok demir ocaklarına sahipti. Bu demir ocakları, Tirol ve styrie veya başka bir adıyla Noricum bölgelerinde uzanan Doğu Alp dağlarında bulunuyordu ve burası silah sanayinin çok işlek bir merkezi durumundaydı. Ayrıca Fransa'nın kuzey doğusundaki Moselle ve Mora eyaletleri ile Renan ülkeleri, Nogent-en Bassigny şehrinin çevresinde yer alan Champagne bölgesi ve Doğu Bren (Branş) dağlarını da eklemek gerekir. Bütün bu bölgeler zengin ormanları ile tanınırlardı ve aynı zamanda büyük yakıt stokuna sahip bulunuyorlardı. İşte Gaule ülkesi (Fransa) ve Doğu Alp dağlarında demir sanayinin büyük gelişme göstermesinin sebebini ancak bu ormanların mevcudiyeti ile açıklamak mümkündür[168].

Burada önemli bir hususu belirtmekte yarar vardır. Oda şudur: Araplar, Endülüs'ü fethederken demir sanayi alanındaki bazı yeni ve mükemmel teknikleri Avrupa'ya sokmuş oldular. Bunlardan en önemlisi de Dımaşk çelik imalinde kullanılan tekniktir. Bu esnada Baü Avrupa, bazıları yumuşak, bazıları da sert demirden meydana gelen çok çeşidi ince levhalar imal etmekteydi. Sonra bu demir levhalar, bir çok işlemden geçerek, sonunda hakikî Dımaşk demirine yakın bir duruma getirildi. Fakat, bu sonuca varmak için çok yorucu ve birbirini takip eden bazı uygulamalar gerektirirdi. Oysa, hakikî Dımaşk demirini imal etmek için, sadece bu madeni belli bir potada erittikten sonra soğutma yöntemiyle çelik haline getirmek mümkündü[169].

İslam dünyasında demir madenine kıyasla bakır boldu ve hemen hemen çoğu ülkede bakır ocakları bulunmaktaydı. Ermenistan’ın Bâcüneys[170], Cibâl'in Bâmyân[171] Horasan'ın Nukan[172]şehirleri ile Bedahşân[173], Kaşan[174], Kirman[175], Hüzistan[176], Kûhistan[177] bölgelerinde bakır madenleri vardı ve İsfahan'daki bakır ocakları sultana yılda 10 bin dirhem vergi ödemekteydiler[178].

Bakır, Kıbrıs[179]'ta da vardı, fakat bugünkü Diyarbakır ilimizde yer alan Ergani'deki bakır ocakları daha da şöhret kazanmıştı[180]. Bakır madenleri zengin ve Ergani bakır istihsali meşhur olan Artuklu ülkesinde 516 (1122) senesinde Zu'l-Karneyn kalesi yakınında da yeni bir bakır madeni daha keşfedildi. Hüsâmeddin Timurtaş 542 (1147) senesinde bizzat madene gidip bakır istihsalini tetkik etmiş; oradan satın aldığı bakırdan ilk defa Artuklu sikkeleri bastırmıştır[181]. Ayrıca Halep'te bulunan Cevşen dağının eteklerinde ve Diyarbakır'ın kazası Hani'de bol miktarda bakır madeni bulunmaktaydı[182].

Bakır madeninin bulunduğu yerlerden biri de Kafkaslar ve Maveraünnehr bölgeleri idi. Sonuncu bölgede yer alan Fergâne[183] ve Şâş[184] mıntıkaları çok zengin bakır madenlerine sahiptiler ve Türk mutfak eşyaları üreten endüstri kolunu bu merkezler ayakta tutuyordu.

Orta Sudan'ın onemli şehirlerinden Tekda'nın dışında bakır madenleri vardı. Buradaki madenlerde çalışan İşçiler, daha ziyade kölelerden oluşmaktaydı. Bu İşçiler, bakırı yer altından çıkardıktansonra tasfiye işlemini evlerinde yapıyorlardı ve birbuçuk karış uzunluğunda, bazıları ince ve bazılan da kalın levhalar halinde imal ediyorlardı. Bunlardan kalın olanlarından 400 levha bir miskal altına, ince olanlarından 600 veya 700 bakır levha da bir miskal altına satılmaktaydı. Ayrıca burada imal edilen bakır levhalar Kuber, Zeğâri ve Borno gibi civar bölgelere ihraç ediliyordu[185].

Ümmü'r-Rabi'ayn nehrinin orta ve yukan kısımlarında bulunan Orta Magrib veya Dâi bölgesi, Fas'a, Sicilmase istikametinde güneye ve oradan da Sudan ülkesine bakir ihraç ederdi[186]. Bu bölgenin bakırı çok kaliteli olur ve İslam dünyasının ne doğusunda ne de batışında böyle bir madene rastlanmazdı. Buradaki bakirin tadı güzel, renk olarak beyaza yakın ve diğer madenlerle karıştırılmaya uygun bir özelliğe sahipti. Herhangi bir madenle karıştırıldığında çokiyi sonuç verir ve kesinlikle diğer bakırlar gibi çözülme göstermezdi. Ayni zamanda buradan diğer ülkelere bakir ihraç edilirdi[187]. Diğer taraftan Tunus'taki Süs bölgesi Sudan'a, Atlas dağlan da Müslüman Ispanya'ya bakir levhalar ihraç etmekteydiler[188], ispanya ise, eski çağlardan beri bakir madenleri ile şöhret kazanmıştı. Buradaki bakir madenleri daha ziyade Elbire bölgesinde yoğunlaşmıştı[189]. Son olarak Sicilya Adası'nı da burada zikretmek gerekir[190].

İslam ülkelerinde kurşun çok boldu; ondan yapılarda taşları tutturmakta, camilerin kubbelerini örtmekte, boru ve oluk yapmakta yararlanılırdı[191].

Horasan[192], Kirman[193], İsfahan[194], Cibâl[195], Fars[196], Azerbaycan[197], Bedahşân[198],Fergâne[199] ve Şâş[200] illerinde çok zengin kurşun yatakları vardı ve Kabil bölgesindeki Varsad[201]'da XII. yüzyılda, yılda 100 ton kurşun veren bir küçük yatak işletilmekteydi.

Kurşun madeni, Afrika'nın çeşitli bölgelerimde bulunduğu gibi[202], Kayrevan şehrine dört konaklık mesafede yer alan Meccâne’cie daha boldu ve burada el-Cezîre bölgesindeki Sincar'dan göç edip gelen es-Senâcire kabilesi tarafından çıkarılmaktaydı[203]. Ayrıca Endülüs[204], özellikle de Elbire[205] şehri ve Sicilya adası[206] çok zengin kurşun yataklarına sahiptiler. Bronz veya harsın alaşımında kullanılan kalay çok az bulunurdu ve bu maden, ekonomileri büyük dünya ticaretiyle sıkı sıkıya bağlı olan iki uzak ve büyük kaynaktan ithal edilirdi. Bunlar, Cassiterides adaları, başka bir deyişle Britanya adaları (Arapça'da kalay madeninin adı olan el-Kasdir kelimesi de bu adaların isminden gelmektedir) ve Kalah ülkesi, yani Malezya Yarımadası idi. Bu sonuncu bölgeden gelen kalay, el-Kal'î adıyla da şöhret kazanmışu[207]. Büyük Britanya adalarından ithal edilen kalay, Okyanus yoluyla Ispanya'ya, oradan da Fransa üzerinden Akdeniz'e bakan İslam ülkelerine, diğer taraftan da Alp dağlan geçitleri ve İtalya'nın Napoli şehri yoluyla doğudaki İslam memleketlerine taşınırdı. Malezya kalayı ise, Arap körfezi ve Hind okyanusu ile Kızıldeniz'deki Arap-Fars ticareti vasıtasıyla İslam dünyasına ulaşmaktaydı[208].

Tutya (siirme) veya çinko, kalaya nisbeten daha boldu. Ermenistan [209],Isfahan[210] , Kirman (Kubeyan ve Behabaz adındaki köylerde)[211] Kuzey Afrika[212]ve Müslüman Ispanya[213]'da bu madene dair yataklar bulunmaktaydı. Ayrıca Kûhbonan bölgesinin yerlileri gözlere çok iyi gelen tutya ve spodium üretirlerdi. Dağdaki bir maden ocağından çıkarılan toprak parçası kızgın bir mangalda kor durumuna getirilir. Mangalın üzerindeki demir ızgaradan geçen duman buraya takılır ve soğuyunca katılaşır. İşte bu tutyadır. Yukan yükselmeyip yanmış kömür olarak mangalda kalmış olan kaba ve ağır artıklansa spodium oluşur[214].

Taş kömürü yatakları çok az bulunmakta ve Semerkant'ı sulayan Zerefşan Irmağı'nın yukarı bölümündeki yataklar dışında, İran'ın merkezinde Yezd'de ve Lûristan'da bulunan iki küçük yatak işletilmekteydi[215]. Fergane ve Şâş bölgelerindeki taş kömürü, gezgin coğrafyacılar tarafından "kömür gibi yanan taş" şeklinde hayretle karışık bir üslupla tanıtılmaktadır[216].Üç yük dolusu taş kömürü M. X. yüzyılda bir dirheme satılırken [217], XII. yüzyılda bu parayla ancak bir yük dolusu taş kömürü satın almak mümkündü[218].

Antik Hind ve Çin ile karşılaştırıldığında önasya'nın yalnız odun ve taş kömürü azlığından ötürü madencilikte oldukça yavaş geliştiği görülür. Bununla birlikte bu sonuncu yakıt, yukarı Zerefşanda, Lûristan'da ve Kirman'ın ili Bariz'de kullanılmaktaydı. XII. yüzyılda burada, hemen toprak altında birkaç yatak vardı. Ancak genel olarak yüksek fırınları beslemek için odun yakılmaktaydı. Kabil bölgesindeki Gûr'un ve sonunda Mezopotamya'nın odununu sağlayan önasya'nın İsviçresi Doğu Anadolu'nun ormansızlaşması bu yüzdendir[219].

Yemeklerde vazgeçilmez bir madde olarak kullanılan ve aynı zamanda gıda, dokuma ve deri sanayide büyük bir yer tutan tuz, ya sahillerde yer alan tuzlalardan ya da yer altında bulunan ocaklardan çıkarılmaktaydı. Ocaklardan çıkarılan madene kaya tuzu denilirdi[220].

Arap Yanmadası'mn birçok yerinde tuz üreten tuzlalar vardı. Bunlardan birisi d-'Avâhil bolgesi ile Beyhan vadisi arasında yer alan tuz dağıydı ve Yemen'in Mezhiç, Arabistan'ın Necid ve arapları tuz ihtiyaçlarım buradan temin ederlerdi[221]. Fakat Yemen'in meşhur tuz kaynağı şüphesiz ki, Ma'rib bölgesindeki tuz dağıydı. Buradan çıkarılan tuz madeni billur kadar saf ve temiz idi. Hz. Peygamber, burayı el-Ebyaz b. Cemal adında bir sahabiye ikta olarak vermiştir[222].

Ortaçağda, Arap Yarımadasındaki tuz ticareti güney Yemenli tacirlerin tekelindeydi ve onlar tarafından idare edilen kervanlar yoluyla çeşidi bolge- lere pazarlanıyordu. Tuzların tartılması, çuvallara konulması ve pazarlara gönderilmesi İşini yapan İşçilere de "zela" veya "sela" adi verilmekteydi[223].

Kudüs şehrinden dort mil uzaklıktaki el-Muntine golünden el-Hummer adında kuyumcularca kullanılan bol miktarda tuz çıkarılıyordu[224]. Darabcerd bölgesinde beyaz, sarı, siyah ve kırmızı tuz dağları vardı ve bu dağlardan koparılan tuz kayalarından yemek masaları ve benzeri eşyalar yapılır, civar şehirlere gönderilirdi[225].

XII. yüzyılda İslam dünyasında "el-Enderani" adıyla şöhret kazanan kaya tuzu ise, Ermenistan[226], Hürmüz Adası[227] ve Endülüs'ün Serrakusta[228] ilindeki ocaklardan çıkarılıyordu. Aynı yüzyılda Bağdat halkı tuz ihtiyacını, Baksaya ile Bendenicin(lrak'ın bugünkü Mendeli İlçesi) şehirleri arasında yer alan ve ikincinin sınırları İçinde bulunan Tesuh köyündeki geniş kapsamlı bir tuzladan temin etmekteydi[229]. İran'ın Hemedan bölgesinde dört fersah genişliğinde Ferhan adında bir gölden tuz çıkarılarak bölge halkı tarafından diğer ülkelere satılıyordu[230]. Orta Asya'nın tuz ihtiyacı ise, Semerkant yakınındaki Kiss[231], Şâş ve Hucende[232] şehirlerindeki tuzlalardan karşılanmaktaydı.

Marco Polo, Çin ülkesini tanıtırken burada bulunan Tsanghsien şehri ile ilgili şu bilgilere yer verir: "Bu kentte ve çevresinde büyük ölçüde tuz elde edilir. Bu yörede tuz içeren bir toprak bulunmuştur. Bu toprak tepeler oluşturacak biçimde yığılır, sonra yığının üzerine su dökülür. Su toprağın içinden tuzları alır, sonra kanallarda toplanarak çokgeniş kaplara akıtılır. Burada özenle kaynatılır ve kristal durumuna geçer. Bu yöntemle elde edilen tuz beyazdır ve çok iyidir. Buradaki insanlar tuz üretiminden iyi bir kazanç sağlarlar. Büyük -Kağan (Kubilay Han) da tuzdan önemli sayılabilecek bir vergi geliri elde eder[233].

İslam dünyâsının tuz üreten en onernli bölgesi ise. Kuzey Afrika’da yer alan Büyük Sehra'nın kuzeyindeki Teğâze vah asi idi[234].Buradaki bütün evler kaya tuzlarla yapılmış ve tuz ocağı yerin altında tabakalar halinde bulunmaktaydı. Madende çalışan işçiler, Kuzey Afrika'nın yerli halkı berberilerin büyük kabilelerinden biri olan Mesûfe'ye mensup kölelerden oluşuyordu[235]. Bu İşçiler, bir yıl boyunca durmadan karin tokluğuna çalışırlar, sonra da çıkarmış oldukları tuzları tuz tacirlerine satar, parasını da efendilerine verirlerdi[236].M. XIII. yüzyılda Teğâze'de bir yük dolusu tuz 100 dinara satılmaktaydı[237]. Ayrıca Sudan ülkesinde ticari alışverişlerde altınve gümüş gibi tuz da mübadele araçlarından sayılıyordu ve Teğâze köyü, küçüklüğüne rağmen bu ticaret sayesinde bol miktarda altının kazanıldığı bir merkez durumundaydı[238].

Ortaçağda kimyasal tuzlardan olan nışadır tuzu Kirman[239], Sicilya Adası[240] ve Maveraünnehr[241] bölgelerinde bulunurdu. Birinci bölgede nışadır Zemindan şehrindeki Dünbavend dağında bir mağaradan çıkarılmaktaydı. Maden oluştuğunda şehir halkı her ayın belli bir gününde buraya uğrayarak biriken nışadırı toplarlardı. Devlet beşte bir hissesini aldıktan sonra toplanan nışadır civar memleketlere ihraç edilirdi[242], Nasır Hüsrev burayı bize şöyle tanıtır: "Rey'le Amül arasında Dünbavend dağı vardır. Bir kubbeye benzer ve ona Levasan derler. Üstünde bir kuyu vardır, nışadırın ve kükürdün oradan çıktığını söylerler. Halk öküz derilerini götürüp nışadırla doldururlar, dağ başından aşağı yuvarlarlar. Yoldan indirmeye imkân yoktur[243].Üçüncü bölge ise, birinci ve İkinciden çok daha önemli bir yere sahipti ve eski çağlardan beri bulunduğu yere nisbetle nışadır tuzuna Avrupalılar (Tatarisches Salz) Tatar tuzu diyorlardı[244].

El-Mesudî bize Maveraünnehr bölgesindeki Nışadır dağını şöyle tanıtmaktadır: "Çin'in Dicle ve Fırat gibi büyük nehirleri vardır. Türk, Tibet ve Suğd ülkelerinden akar ve o Buhara ile Semerkant arasında bulunmaktadır. İşte orada Nışadır dağları vardır. Yaz mevsimi olunca, geceleri yüz fersah uzaklıktan o dağlardan ateşlerin yükseldiği görülür. Gündüzleyin, güneş ışınları ve gündüzün aydınlığı neticesinde burada sadece bir duman görülür. Buradan nışadır taşınır. Kış mevsimi başlayınca, Horasanlılardan kim Çin'e gitmek isterse o bölgeye gitmesi gerekir-O dağlar arasında 40 veya 50 mil uzunluğunda bir vâdi vardır- Orada vâdinin tam ağzında bulunan insanlara uğrar ve onlara iyi bir ücret öder. Onlar da yanındaki eşyaları omuzlarında taşıyarak ve aynı zamanda ellerinde sopalar tutarak, durup vâdinin sıkıntısından ve dehşetinden ölmemesi için ta o dağın tepesine çıkana kadar onun yanlarına ١٦ırurlar. Orada ormanlar ve su birikintileri vardır. Onlar yorgunluğun şiddetinden ve nışadırın sıcaklığından kendilerini o su birikintilerine atarlar. Orada o yolu hiç bir hayvan kullanmamaktadır. Zira Nışadır yaz mevsiminde ateşten alev çıkarır, bu sebepten dolayı hiç kimse bu vâdide yürümez. Kış olunca ve karlar çoğalınca o bölgeye de yağar ve böylece Nışadırın ısısını ve alevini söndürür. O zaman da insanlar o vadiye uğrarlar...[245].

Coğrafyacılar Fergâne bölgesinde bulunan Buttem şehrini tanıtırken buradaki diğer madenlerle birlikte nışadırdan da bahsederler. Anlatılanlara göre buradaki bir dağda bir mağarada nışadır vardır ve bu maden için bir ev yapılmıştır. Bu evin kapıları ve bacası muhkem bir şekilde kapaulmış durumdadır. Mağaradan bir buhar yükselir, bu buhar gündüz vakti duman, gece vakti ise ateş olarak görülür. Yükselen buhar toplanınca, nışadır meydana gelmiş olur. Isının yüksekliğinden hiç kimse bu eve girmeye cesaret edemez. Oraya ancak su ile ıslatılmış bir keçe elbise giyen biri girebilir. O zaman da bir şey çalan biri gibi yapar ve alabileceği miktarda nışadır alarak hızlı bir şekilde oradan uzaklaşır. Ayrıca buradaki buhar sürekli bir şekilde bir yerden diğerine geçer, böylece görülene kadar onun için çukur kazılır. Bir yerde kaybolursa, başka bir yerde ona yeni bir çukur kazılır[246].

M. 982 yılında nışadır dağlarını ziyaret eden Çin seyyahı Wang-yen-te buradaki gözlemlerini şöyle anlatır: "Nışadır, Pitinc'in kuzeyindeki dağlardan çıkarılır. Bu bölgeden hiç kesilmeyen ateş burçlara yükselir. Gece vakti ise, meşalelerden yükselen ateşler gibi alevler görülür, hatta insanın kuşları ve fareleri kırmızıya boyanmış olarak görmesi mümkündür. Nışadırı toplamakla meşgul olan işçiler, alt kısmı tahtadan yapılmış bir çeşit ayakkabı giyerler. Zira deriden ma'mul ayakkabılar yanmaktadır[247].

M. XI. yüzyıl yazarlarından el-Hucvirî el-Afganî, Keşfu'l-Mahcûb adlı tasavvufla ilgili eserinde İslam memleketlerinin sınırında bulunan bir Türk ülkesinde içinden nışadır buharı yükselen alevlenmiş bir dağ gördüğünü ve bu esnada da alevlerden kurtulmak için kaçmaya çalışan bir farenin yanarak can verdiğini anlatmaktadır[248].

Ortaçağda şap, Yemen[249], Anadolu[250], Hemedan[251], Sudan[252], Teğâze[253], Sicilya adası[254]ve I ndülüs[255]’ten temin edilmekteydi.

Şap, tekâmülünü tamamlayamamış şu dört maddeden biridir: Zâc (kara boya) tuz, nışadır ve şap. Anlatılanlara göre şap, damla damla akan bir su olup, yere ulaşmadan taşlaşan bir maddedir. Bu maddenin çeşitleri vardır. Yemen’deki dağlardan çıkarılan şapa Yemen şapı denilirdi[256]. Deri tabaklamada kullanılan

Yemen’in beyaz şapı, bu ülkede yer alan Mezhiç kabilesinin kollarından olan 'Ans topraklarındaki Îsbîl dağından çıkarılırdı[257].

Ortaçağda, özellikle boya endüstrisinde kullanılan şap, Antikçağlardan beri bilinmekte, Anadolu'daki ve başka yerlerdeki şap ocaklarından şap çıkarılmaktaydı. Ayrıca şap yalnız Batı Avrupa'daki boya endüstrisinde kullanılmaktaydı, çünkü Doğu'da şapın kullanılmasına gerek bırakmayan başka boyalar biliniyordu. XIII. yüzyılın sonlarından XV. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'da kullanılan bütün şapın Anadolu'dan geldiği ve şap ticaretinin Cenevizliler'in tekelinde olduğu kesinlikle bilinmektedir[258]. 1253 yılında, ikinci Keykâvus zamanında, Konya'yı ziyaret eden Rubruck bu şehirde ticaret yapan bir çok Venedik ve Cenevizli'ye rastladığını, Cenevizli Nicola ile Venedikli Bonafatius Malendino adlı iki tâcirin bir şirket kurarak Bütün Türkiye şaplarını tekellerine aldıklarını, sultanın (anlaşmaya göre) bunlardan başkasına şap satamadığı için bu maddenin normal fiyatı 15 altın iken 50'ye çıktığını anlatır[259].

Mısır'daki şap madeni, bu ülkedeki kırsal kesimlerden ve vahalar bölgesinden çıkarılırdı ve buradan Mısır'ın Küs, Esyût, İhmîm ve el-Behnesa şehrine götürüldükten sonra Nil yolu ile İskenderiyye'ye taşınırdı. Burada depolanan şap, özellikle Avrupalılar'a satılırdı. Bir kıntar şapın fiyatı ise, 5-5,5 dinardı. Ayrıca Mısır hükümeti şap satışından elde edilen gelirin üçte birini orduda görev yapan kumandanlar ile diğer ordu mensuplarına harcardı[260]. En makbûlü kırmızı renklisi, en az itibar göreni ise tavârî denilen çeşidiydi. Şap leysi krntar ile iskenderiyye Matcarin'deki memurlar tarafìndan satın alınırdı. Yamnda izinsiz şap bulunduranın elindeki şap imha edilirdi[261]. Mısır içindeki keçecilere, hasırcılara, boyacılara yılda 80 kıntar kadar şap satılırdı. İç satışın fiatı 7.1/4 dinardı. Fakat diğer bir habere gore şapın kıntarının el- Matcar el-Sultani'den Rum (Bizans) ve Avrupa tüccarlarına kıntarı 4 ile 6 dinar arasında satılmaktaydı[262]. Mısır'dan doğu Frenklerine de şap İhraç edilmekteydi. Hatta bunlara giden şap yolunu emniyete almak maksadıyla 577 yılında Süveyş'te bir burcun yapımı tamamlanıp buraya küçük bir birlik yerleştirilmiştir. Şap Fatimilerin son zamanlarında devlet tekeline alınmış ve İskenderiye'den başka Tinnis ve Dimyat'tan da İhraç edilmeye başlanmıştı[263].

Şap, çıkarıldığı yöredeki endüstride kullanılmıyor ve Avrupalılarca satın almıyordu. Mısır'da ve 1255' te şap ticaretinin iki İtalyan tarafından yürütüldüğü Anadolu'da bu böyleydi. Buralardaki şap ocaklarının ne zaman ve nasıl kullanılmaya başladığını bilebilmek güçtür. I286'da Marsilya'daki bir komün Kıbrıs kralından ticari bir ayrıcalık kazanınca, Kıbrıs'tan transit geçen mallar arasında Bizans'tan alınan şaptan da söz edilmektedir[264].

XII. yüzyılda şaptan hiç söz edilmemesine karşın, XIII. yüzyılda büyük ölçüde şap kullanıldığı belirtilmektedir. Şap kaynaklan değişmediğine göre, Aksaray şapının Kütahya'dan, Sivas şapının da Şeminkarahisar'dan geldiği sanılmaktadır. Mısır'da da bu dönemde hâlâ şap çıkarılmaktaydı. Anadolu'daki şap da aynı derecede iyiydi ve Mısır'ın şapının, hâzinenin gelir kaynaklarından biri olduğunu düşünürsek, Selçuklulardan daha uygun fiyatlarla şap sağlamak mümkün olmaktaydı[265].

Foça sahilde olduğundan, Foça şaplan, I421'de de Cenevizliler tarafından işletiliyor ve Osmanlı hükümeti bundan önemli ölçüde vergi alıyordu; hatta II. Murat Bey, amcası Mustafa'yı takip ederken Foça Podestası Adorno'ya haber göndermiş ve onun verdiği gemi ile Rumeli sahiline geçmişti. Bu geçiş esnasında Adorno, maden vergisinden Osmanlılar'a borçlu olduğu 27. 000 dokayı affettirmiş ve yeni padişahtan bu yolda ferman almıştı[266]. Bu madenler, Saruhanogulları zamanında da Cenevizliler tarafından işletiliyor ve vergisini Saruhan Beyliği alıyordu[267]. Foça'daki madenin gemilere nakli kolay ise de Giresun ve Tirilya iskeleleri yoluyla naklolunan doğu Karahisar ve Ulubat şaplarının naklinde epeyi masraf gerekmekteydi. Kütahya şaplan kısmen büyük Menderes üzerinden Selçuk ve Palatiya kasabalarına indirilir ve kısmen de onbeş günde karadan Antalya'ya taşınırdı. Aynca Avrupa piyasalarına sevkedilen Anadolu şaplarının bir piyasası da İstanbul olup burada çok miktarda şap depolan vardı[268].

Civa, Darabcerd (istahr)[269]. Bamyan (Cibâl)[270] §îz (Azerbaycan)[271], Doğu Anadolu[272], Tiflis[273], Kuba (Nişapur)[274], Fergâne[275], Şâş[276], Sicilya adası[277] ve Endûlüs[278]de bulunmaktaydı. Bunlar arasında Şîz şehrindeki civa madeni Horasan'dakilerden daha kaliteli, daha ağır ve daha da temiz idi. Buradaki civa madeninin değeri üzerinde yapılan bir deneye gore gümüş madenine nisbetle otuzda bir olarak sonuç vermiştir[279]. Fakat İslam dünya- Sinda bu madenle ilgili en büyük yatak Endülüs'te idi[280]. El-İdrisî burayı şöyle tartmaktadır: "Kurtuba şehrinin kuzeyinde civa madeninin bulunduğu kale vardır. İşte buradan civa ve zincefre madenleri bütün dünya ülkelerine gönderilmektedir. Ayrıca bu maden ocağında binden fazla işçi çalışmaktadır. Bazı İşçiler ocağa inerek kazı işleriyle uğraşırken, diğerleri de civayı eritmek için odun taşımak, öbürleri civa kalıplarını yapmak ve kalıptan çıkan madeni yukarıya çıkarmak, sonuncular ise, fırınları hazırlamak ve ateşi yakmakla meşgul olmaktadırlar. Ben. bu maden ocağını gözlerimle gördüm ve yeryü- zünden itibaren derinliğinin 250 insan boyundan fazla olduğu bana anlatıldı[281].

Yemen'in Zimar[282], bugünkü Ürdün'ün Ağvâr[283], Hindistan'ın Kevlem[284], Azerbaycan'ın Baku[285], Hüzistan'm Davrak[286], Horasan'ın Belh ve Rebnicen[287] bölgeleri ile Fars[288 ], Sicilya Adası[289]ve Endülüs[290] memleketlerinde san kükürt vardı. Ayrıca el-Cibal bölgesinde yer alan Demavend dağındaki kükürt ocağı çok ünlüydü. Ebû Dülef Mis'ar b. Mühelhil. bu ocakla ilgili vermiş ol- duğıı bilgide kendisinin buraya çıktığını ve ocağın İçinde kükürt ve dışında da taşlaşmış kükürt gördüğünü, güneş çıktığı zaman bu madenden alevler yükseldiğini, ayni zamanda buradan devamlı bir şekilde duman çıktığını anlatmaktadır[291]. Muhammed b. İbrahim ed-Darrab buradaki kükürt madeni hakkında şöyle der:" Babam. Demavend dağında kırmızı kükürt bulundu- ğunu duyunca, bir kol uzunluğunda demirden bir kepçe yaparak buradan kükürt almaya çalışmıştır. Anlatılanlara gore bir demir çubuk kükürt ateşine yaklaştırıldığında anında erirmiş. Demavendliler'in anlattıklarına gore Horasanlı bir kişi, çok uzun demir kepçeler yaparak bu maden ocağından bazı krallara kükürt çıkarırmış[292].

XIII. yüzyılda top barutu yapmaya yarayan amonyak yukarı Zerefan (Semerkant)'da [293]İç dekorlarda teziliplerde kullanılan sarı zırnık Ganzak[294], Van gölü[295] ve Azerbaycan'ın Şiz[296]ehlinde bulunurdu. Sonuncu şehirdeki zırnık madeni dumam az ve renkli bir görünümde olup, kuyumcularca kadın ziynet eşyalarının imalinde tüketildiği gibi, evlerin tavanlarının süslenmesinde de kullanılmaktaydı. Aynca buradaki zırnık madeninin bir özelliği daha vardı; İsfahan halkı ondan şahâne yüzük kaşları yaparlardı[297].

Boraks ise, Anadolu'nun doğusunda yer alan Van gölü etrafından çıkarılırdı. "Ekmek boraksı" diye adlandırılan bu maden, ekmekleri parlatmak maksadıyla Irak ve el-Cezire bölgesine İhraç edilirdi[298]. Bir de kuyumculukta kullanılan boraks vardı ki, bu da Urmiye gölünden çıkanlır ve buradan Irak, Suriye ve Mısır'a gönderilirdi ve bu satıştan da çok büyük kazanç elde edilirdi[299]. Ayrıca adı geçen gölün biraz uzağında Selmas diye amlan bir bölgede yer alan Zeravend'de aynı adı taşıyan çok kaliteli boraks madeni bulunmaktaydı. Buradaki boraks madeni insan ve hayvanlarda bulunan deri hastalıklarının ve yaraların tedavisinde kullanılıyordu[300].

Farklı bir boraks çeşidi olan ve İlaç sanayinde kullanılan natrun (kuyumcu boraksı), Mısır'ın et-Tarrâne[301] ve el-Ebyar (iskenderiyye yakınında bir şehirdir)[302] bölgelerinden çıkarılmaktaydı. Anlatılanlara göre bu madeni devlet adına çalıştıran ilk kişi, Ahmed b Tulun'dan önce Mısır amili (maliye idairesi başkanı) olan Ahmed b. Mulıammed b. Müdebbir olmuştur. Aynca bu maden o dönemde çok sınırlı üretilmekteydi ve sadece hazine tarafından görevlendirilen memurların himayesinde bulunuyordu[303].

Eyyûbîler zamanında bir kıntar natrûnun taşınması devlete iki dirheme mal oluyordu ve bu madenin bir kıntarı, Mısır ve İskenderiyye'de 70 dirheme satılmaktaydı[304]. Madenin taşınması hususunda ise, ilginç bir kural uygulanıyordu. Hâzineden 10.000 kıntar natrûnun taşınma bedeli ödendiğinde, taşımacılardan 15.000 kıntar natrûnun da ücretsiz taşınması istenmekteydi, yani her kıntar için, birbuçuk kıntar da ücretsiz taşıma mecburiyeti getirilmişti. Devlet, bu madenin saüşından elde edilen gelirin çoğunu gâzilerin giderlerine harcamaktaydı[305]. Ayrıca bu madenin işletilmesi mültezimlere (zâminlere) veriliyor, elde edilen gelir orduya, donanmaya, fakirlere ve yolda kalmışlara harcanıyordu. Salahaddîn 577 yılında Dîvan el-Ustûl'ü düzenlerken bu madenden elde edilen geliri zikredilen dîvânın emrine verdi ve bu sırada natrûn iltizâmından senede 8.000 dinar elde ediliyordu[306]. Natrûnun işletilmesi 585 yılı sonuna kadar, açık artırma ile, seneliği 15.000 dinara mültezimlere satılmıştır. 586 yılında ise bu madenden elde edilen gelir 7. 800 dinara düşmüştür[307].

El-Kalkaşandî bize, yaşadığı dönemde natrûn maddesinin, devletin tekelinde olmasından dolayı fiyatının yüksek olduğunu, hatta bazan bir kıntarın 300 dirheme bile saüldığını anlatır[308]. Natrûn madeninde işçiler ve taşımacılar dışında kâtipler, doktorlar, göz doktorları, zekât memurları ve başkaları da görev yapmaktaydı. Ayrıca bunlar, madenin, et-Tarrâne şehrindeki Nil nehri kıyısına taşınmasına maddî destek sağlıyorlardı ve gemilerle başka bölgelere götürmek isteyenlere bizzat kendileri satıyorlardı. Buna rağmen bu madeni deniz kıyısında toptan satmak yasaktı. Fakat bu uygulamalar Memlüklü sultanı Berkûk zamanında yürürlükten kaldırıldı ve bu maden tamamen sultana ait oldu. Böylece maden, Üstâzdâr adlı bir görevlinin gözetimi altında çıkarıldığı bölgeden İskenderiyye ve Kahire'ye taşınarak orada depolanır ve şauşa sunulurdu9[309].

Musul ile Tekrît arasında yer alan Bârimma[310]'dan, Gürcistan[311] sınırından, Hüzistan[312]'dan, Fârs[313], Uşrûsene[314], Fergâne[315], Şâş[316] ve Kuvazyan Feweh[317]’ten petrol çıkarılmaktaydı. Fakat en zengin petrol yatakları Azerbaycan'ın Bakü şehrinde bulunuyordu. Buradaki siyah ve beyaz petrol üreten iki büyük kuyu gece ve gündüz hiç durmadan petrol akıtmaktaydılar. Ayrıca bu kuyulardan her biri günde 1.000 dirhem gelir sağlamaktaydı [318].

Ortaçağda petrol, madenler arasında öyle bir yere sahipti ki, Abbasîler döneminde petrol kuyularını koruma altına almak ve onun toplanması ve taşınması işi ile uğraşan işçileri denetlemek maksadıyla bir görevli memur bile tayin edilmişti[319]. Abdussamed el-Mu'azzil adında bir kişi, petrol müdürü olarak atanan ve bundan dolayı da kibirlenen bir arkadaşına yazdığı sitemkâr şiirinde şöyle der: "Ömrüme yemin olsun ki; kibir gösterdin. Sanki Fadl b. Mervan için 'Ukbera valisi olmuşsun. Kibri bırak ve tevazu içinde kal! Zira petrol müdürünün değişmesi çok çirkin bir olaydır. Petrol kuyularını korumak hususunda kibir gösterdin . Kim bilir misk ve anber kuyuları üzerine tayin edilseydin nasıl olurdun[320].

Ortaçağda İslam dünyasında petrol üreten diğer bir ülke de Mısır'dı. Mısır petrolü, Kızıldeniz sahilinde yer alan bir dağdan çıkıyordu. Bu maden aşağıya aktıktan sonra özel kaplarla toplanarak devlete ait silah fabrikalarına taşınmaktaydı[321]. Fakat bu üretim kapasitesi, Eyyûbîler döneminde haçlılarla olan savaş yüzünden devletin aşın ihtiyacına cevap veremediğinden, H. 585 -

M. 1189 yılında Musul hükümdarı izzettin Mesud b. Mevdud, bulunduğu bölgeden Salahaddin-i Eyyûbî'ye büyük miktarda petrol göndermiştir[322].

Sicilya Adası'na gelince; burada bahar mevsiminin başından sonuna kadar üç kuyudan petrol çıkarılmaktaydı. Fakat bu maddeyi yer yüzüne çıkarmada çok ilkel bir yöntem uygulanıyordu. Bu işle uğraşan işçiler kafalarını sarar, burunlarını kapaur ve öylece kuyulara inerlerdi. Kuyuda nefes alan işçi anında ölürdü. Onlar, su ve petrol karışımından meydana gelen sıvıyı, leğenlere koyduktan sonra, su yüzeyine yükselen petrolü şişelere doldururlardı[323].

Hüzistan[324], Kubadiyân Fevveh[325], Fergâne[326] ve Kuzey Afrika'da yer alan Bicâye[327] şehrinde bol miktarda kaliteli zift bulunurdu. Fakat en kaliteli zifti Irak üretmekteydi. Buranın kuzeyinde ve güneyinde zift kuyuları vardı. Kuzeydeki kuyular, Musul'a giden yolun sağında ve Dicle nehrinin doğusunda bulunan el-Kayyâre bölgesinde idi. İbn Cübeyr, buradaki zift kuyularını şöyle tanıtır: "...bu bölgede buluta benzeyen siyah çukur vardır ve Allah, burada zift çıkaran küçüklü büyüklü kuyular ortaya çıkarmıştır. Hatta bu kuyulardan bazıları kaynayan bir madde gibi kabarcıklar meydana getirmektedir. Burada havuzlar yapılmış ve zift bu havuzlarda toplanmaktadır. Ona baktığınızda yere döşenmiş silikatlı çamura benzeyen, siyah, yumuşak parlak, nemli, kokusu güzel, çiğnenmesi zor bir madde olarak görürsünüz ve ilk dokunulduğunda parmaklara yapışır. Ayrıca o kuyuların etrafında büyük siyah bir havuz vardır ve üzerinde de ince siyah yosuna benzeyen bir tabaka bulunmakta ve kuyulardan akan ziftler bu sonuncuyu, havuzun kenarlarına itmektedir. Sonra biriken bu tabakalar zift haline gelmektedir. Bu kuyuların yakınında ve Dicle'nin kenarında çok büyük bir zift kuyusu daha vardır. Ondan biraz uzak bir yerde dev bir duman gördük. Buradaki insanlar bize, zifti nakletmek istediklerinde üzerinden ateş yükseldiğini, bununla birlikte ateşin, suyunu emerek onu öylece bıraktığı, sonra kendileri tarafından parçalar halinde diğer bölgelere nakledildiğini söylediler. Bu madde hemen hemen çoğu ülkelerde ve özellikle de Suriye, Akka ve bütün denizi bulunan memleketlerde kullanılmaktadır...[328].

Güneydeki zift kuyuları ise, Küfe ve Basra şehirlerinde idi. Bu kuyulardan nakledilen ziftler Bağdat'ta yer alan çok sayıdaki hamamın sıva işlerinde kullanılmaktaydı. Öyle ki, bu hamamları görenler, siyah me. merden yapıldıklarını sanırdı[329].

Antimuan, Doğu Anadolu[330], Meccâne[331], Sicilya adası[332]ve Endülüs'ün Tartuşa[333] şehrinde vardı. Ayrıca Endülüs'ün Basta şehrinde siyah antimuan bulunurdu ve buradaki maden her ayın onbeşine doğru artar, sonuna doğru da belirgin bir azalma gösterirdi[334]. Yine de en kaliteli antimuan madeni İsfahan'daydı[335]. Emevîler döneminde Irak genel valisi olan Haccac b. Yusuf es-Sakafi, İsfahan valisine yazmış olduğu bir mektubunda şöyle diyor: "Seni öyle bir yere vali yaptım ki, taşı antimuan, sineği arı, otu ise za'farandır[336].

Kemik kırılmalarında ilaç olarak kullanılan murnyay (bir çeşit zift olan su mumu) adındaki maden ise, Fars'ın Darabcerd ve Errecân bölgelerinden çıkarılmaktaydı[337]. Birinci bölgede murnyay bir dağın mağarasında bulunuyordu ve buraya devlet tarafından bir memur tayin edilmişti. Her yılın belli bir gününde bu mağaranın kapısı açılır ve bir oyuk taş üzerinde biriken suların dibindeki mumyaylar toplanırdı. Bir nar büyüklüğünde olan bu maden, devlet tarafından görevlendirilen memurların gözetimi altında mühürlendikten sonra sultana götürülürdü[338].

Errecân bölgesindeki mumyay da aynı şekilde toplandıktan sonra, sultana teslim edilirdi. Buradan toplanan mumyayın miktarı da 100 miskaldan az veya fazla olabilmekteydi[339].

Boya endüstrisinde kullanılan zâc taşı, Horasan[340], Cibâl[341], İsfahan[342], Fergâne[343], el-Ferema (Mısır)[344], Endülüs[345]ve Sicilya[346]’da, zincefre (kırmızı boya taşı), Endülüs[347]'te, mağnisiya (ilaç olarak kullanılan beyaz toprak),؛ Doğu Anadolu'nun Bâcüneys[348] şehrinde, Çırağsenk, Fergâne[349]'de, Mürdesenk, Meccâne[350] ve Cibâl[351]'da, et-Tafl (elbise boyamada kullanılan sarı çamur), Endülüs[352]ve el-Ferema[353]'da, mühür ve yazı çamuru Fars[354]'te bulunurdu.

Günümüzdeki gibi Ortaçağda da lambalarda kullanılan fitil taşı (asbestos), Bedahşân'da vardı. Aynı zamanda bu madenden masa örtüleri de dokunmaktaydı, yıkamak istendiği vakit onu ateşe atmak yeterliydi[355].

İslam dünyası, bu kadar zengin maden yataklarına sahip olması sebebiyle ister istemez maden endüstrisinde de haurı sayılır bir düzeye ulaşmış bulunuyordu. Maden endüstrisinin en önemli kollarından biri de madenî para endüstrisi idi. Cahiliye çağında, Herakl dinarları ve Farslar'ın Bağliyye dirhemleri Mekke halkına geliyordu. Mekkeliler, bu paraların yalnızca külçe olanlarını kabul edip bunlarla alış-veriş yaparlardı. Mekkeliler nazarında, miskalın ölçüsü belli idi; bu da çok az bir kesri hariç yirmiiki kırat; on tane dirhem yedi miskal ağırlığında idi. Bir rıtıl, oniki ukiyye; he. ukiyye ise kırk dirhem idi[356].

Hz. Ömer'de İran sikkesi tarzında olmak üzere sikke basurdı. Bu sikkelerde bazan "el-Hamdü Lillah" bazan "Muhammed Rasulullah" ve hazan da "Lâ İlaha İllallah Vahdehü" ibareleri bulunurdu. Hz. Osman zamanında basılan sikkelerde "Allahu Ekber" cümlesi vardı. Muaviye b. Ebî Süfyan halife olunca Irak valisi Ziyad b. Ebîhi her 10 dirhemin ağırlığı ile 7 miskale tekabül etmek üzere sikkeler bastırarak üzerlerini yazdı. Bunlar diğer sikkeler gibi kullanılıyordu[357].

Abdullah b. Zübeyr Mekke'de hilâfetini ilân edince, yuvarlak bir sikke bastırarak böylece ilk defa olmak üzere İslam dünyasında müstedir sikkeler ortaya çıkmış oldu. Kardeşi Mus'ab b. Zübeyr Irak'ta her 10 dirhemi 7 miskal ağırlığında olmak üzere sikke bastırdı ve halk bunları alışverişte kullandı[358].

Emevî halifesi Abdulmelik b. Mervan halife olunca para, vezin ve sikkeler üzerinde değişiklikler yaparak yeni dinar ve dirhemleri H. 76. yılda kestirdi ve piyasadaki yabancı paraları hemen kaldırttı. Rivayete göre ilk defa paraların kalıbı, Teymli Sümeyr adlı bir Yahudi ustası tarafından, dökülmüş ve ustaya nisbetle "Derahimi Sümeyriyye" adını almıştır[359].

Haccac, Farslar'ın dirhemi nasıl imâl ettiklerini öğrendikten sonra kendisi bir darphane kurdu ve para basanları buraya topladı. O, burada kalp paraların, sahte ve boşa gitmiş gümüşlerin tasfiyesinden elde edilenler ile külçe halindeki toplanmış gümüşlerden, devlet adına para basıyordu. Haccac daha sonraları, tüccarlara ve başkalarına, gümüş para darbedilmesi için izin verdi. Böylece, ustaların ve para basanların ücretinden artan paraları kazanmış oldu. Ayrıca o, para basanların ellerini damgaladı[360].

Ömer b. Hubeyre, Yezid b. Abdulmelik'in Irak valisi olunca, gümüşleri kendisinden öncekilerden daha iyi bir şekilde saf hale getirdi: böylece o, dirhemleri güzelleştirdi. Ayrıca o, paraların ayarı hususunda çok sert davrandı[361].

Daha sonra Halid b. Abdillah el-Beceli el-Kasri, Hişam b. Abdulmelik'in Irak valisi olunca, paralar konusunda, İbn Hübeyre'den daha fazla titizlik gösterip sert davrandı: o kadar ki, sonunda paraların durumunu en güzel bir şekilde tanzim edip düzenled[362]. Arkasından Yusuf b. Ömer vali oldu ve para basanlar ile damgalayanlara karşı çok sert davrandı. Onların ellerini keserek şiddetle cezalandırdı. Bundan dolayı, Hübeyriyye, Halidiyye ve Yusufiyye paraları, Emeviler'in en iyi paraları olarak kabul edildi. Abbasi halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur, haraç vergisini toplarken, Emeviler zamanında basılan paralardan yalnızca bunları kabul eder, diğerlerini almazdı[363].

İslam dünyasında altın ve gümüş madenlerinin bolluğu ve daha sonraki asırlarda bakir ve kalayın da mahalli üretim ve ithal yoluyla piyasalarda artması, İslam para endüstrisine büyük imkanlar sağladı. Bunun sonucunda darphanelerin sayısında büyük bir artış meydana geldi. Abbasi devletinin yari bağımsız eyaletler haline dönüşmesinden sonra halifelerin ve diğer hükümdarların bastırmış oldukları bol miktardaki altın ve gümüş paralar piyasalara sürüldü[364], örneğin; M. 961 yılında vefat eden Emevi halifesi III. Abdurrahman'm Kuttuba'daki hâzinesinde 25.000 Kg. altına tekabül eden 5.000.000 dinar bulundu. M. 961- 976 yıllarında hüküm süren Endülüs halifesi II. el-Hakem zamanında devlet hâzinesine giren vergilerin toplamı 40.000 dinarı buluyordu. XI. asırda meşhur vezir el-Fadl Mısır'da öldüğü zaman hâzinesinde 30.000 Kg. külçe altın değerinde olan 6.000.000 dinar vardı. M. 786 809 yıllarında Bağdat'ta halifelik yapan Harunu'r-Reşîd zamanında devlet hâzinesine yılda 1.500.000.000 dinar vergi ödenmekteydi[365].

İbn Fazlan, Harezm paralarını tanıtırken şöyle der: "Harezm dirhemlerinin bir kısmı kalptir: karışık madenden ve sarı bakırdan mamüldür. Onlar dirheme "tazice" derler. Ağırlığı 4,5 danektir. Sarrafları tavla zarı (küçük danekler), topaç ve dirhemler satarlar[366].

İbn Havkal ise M. X. yüzyılda Buhara'da kullanılan paralar hakkında şu bilgiyi verir: "Bunların (Buharalılar) parası, mal gibi, artıyla alıp satılan dirhemlerdir. Gıtrifiyye dedikleri bir çeşit dirhemleri de vardır. Bu dirhemler demir, bakir, kalay v . s. gibi çeşitli madenlerin karışımlarından yapılmıştır. Bunlar ancak Buhara'da ve Maveraünnehir'de belli yerlerde geçer. Bu dirhemler arasında "muhammediyye" denen bir dirhem de vardır. Bu dirhemlerin üzerindeki sikkede okunmayan harflerle yazılmış işaretler vardır. Alâmetleri ise bellidir. Bunlar İslam devrinde Esed b. Sâmân ailesinden daha önce geçmiş kişiler tarafından basılmıştır. Bunlardan biri de "müseyyebiyye" denen dirhemlerdir. Bu dirhemler onların kıymetli mallarından olup, bunların hepsini gümüş "ismâiliyye" dirhemlerinden üstün tutarlar. Ebû İbrahim gümüş dirhemler edinmenin bunlardan daha iyi olacağını gördü. Maverâünnehir'de gümüş dirhemleri basmaya başlayan odur. Onlar fülûs (bakır dirhemler) ile alış veriş yaparlar [367].

Moğollar zamanında 2274 gr. ağırlığında bulunan ve kendilerine Türkçe yastuk, Farsça'da, bunun tam karşılığı olmak üzere, baliş denilen altın ve gümüş külçeler kullanılıyordu. Bu yastukların ondabiri sum, ellidebiri satir olarak adlandırılan küçük külçelerdi[368] Samanoğlulları zamanında Maveraünnehr'de darbolunan ve yukarıda da bahsi geçen müseyyebi, Harezm'de darbolunan tâziçe ismindeki 2,27 gramlık mağşuş olarak darbettikleri ve gümüş, yallut gümüş-bakır tesmiye edilen dirhemleri bu yastuk'un bindebirini ve sum'un yüzdebirini teşkil etmişlerdir[369].

Hülegü Han adına yazılan ma'deniyyat kitabi Tansukname'de, altından para darbetmede her milletin bir adeti olduğu, Türkistan'da da yalnız halis altının 500 miskalinin bir bâliş sayıldığını, Altından sikkeler darbedilmediği kaydedilmiştir. Ayrıca Samânoğulları zamanında (X. yüzyılda) kuzey yahut doğu Türkistan'dan Buhara'ya getirilen gümüş külçeler temiz olduklarından meta' yerine, yani halis gümüş olarak satın alınır ve onlardan ticaret maddesi sayılanlardan gümrük alınırdı. Bu nevi külçelerin büyüklerine, yani yastuklara Horasan'da "Tamgaç- gümüşü" yahut "gümüş cam", sum olanlarına da "Tamgaç-gümüş sumu" demişlerdir. Bu tamgaç gümüşleri o kadar tam ayar gümüş idiler ki, İslam fıkıh kitaplarında gümüş külçelerin muamelesinde, bunların özelliklerini ve değerini açıklamak şart sayıldığı halde, birincilerin tam ayar halis gümüş oldukları meşhur olduğundan alışveriş esnasında adlarının söylenmesi yeteriydi[370].

Mısır'da eskiden beri kullanılan paraların hemen hemen tamamı altından idi. Haçlılar'ın burayı istila ettikleri tarihte memleketin iktisadi durumu sarsılmıştı. Bununla beraber Mısır'ın sikkeleri Emevî Abbasi sikkeleri idi. Tulunoğulu'ndan Emir Ebu'l-Abbas zamanında Mısır'da Ahmediyye denilen dinarlar kestirildi[371].

Fâtımıler zamanında Kahire, iskenderiyye ve Kûs'ta birer darphane bu- lunuyordu. Şam'da Dimaşk, Haleb gibi önemli merkezlerde de darphâneler vardı. Eyyhubi hükümdarı Salahaddin Kahire'deki darphaneyi yeni bir yere nakletti[372].

Salahaddin Eyyübî, 583 yılında ülkenin mali gücüne güvenerek para reformuna girişti. Halkın zarara uğradığı ihtilaflı paralan tedavülden kaldırarak dinarların Mısır altınından, dirhemlerin halis gümüşten basılmasını emretti. Taşıyanlara ağır yük teşkil eden ve %28 gümüş ihtiva eden "eddeahim es-sûd"ü piyasadan çekti, bunların yerine %50 gümüş ihtiva eden nâsırî dirhemlerin kullanılmasını emretti. Bu dirhemlerin 26.2/3 tanesi bir Mısır dinarına tekabül ediyordu. Bu para reformundan halk çok memnun kaldı[373]. 622 senesinin Zilka'de ayında el-Melik el-Kamil, Nasırı dirhemini ortadan kaldırarak yuvarlak şeklinde paralar darbetti. Bu paraların üçte ikisi gümüş ve üçte biri ise bakırdandı[374].

Memlüklü sultanı Baybars saltanata geçince üzerlerinde bir arslan resmi bulunan ve yüzde 70 saf gümüş ve yüzde 30 bakırdan ma'mul Zâhiriyye dirhemlerini piyasaya sürdü. Gerek Zâhirî gerekse Kâmili paralar Mısır ve Şam Hamavî paraların ortaya çıktığı 781 tarihine kadar devam etti[375].

Kırmızı bakırdan yapılan felslere gelince, H. 759 yılına kadar bunların 48 tanesi bir gümüş dirheme tekabül etmekteydi. Fakat en-Nâsır Haşan b. Muhammed b. Kalavun zamanında yeni felsler piyasaya sürüldü ve bunlar bir miskal ayarındaydı ve bu miskal dirhemin 24 kıratından bir kırat değerinde idi. Sonra bu paralar değerini kaybederek sıfır derecesine kadar düştü[376]. Bu bakırlar, Mısır'da yeni hâdiseler ve belâler çıktığı 806 yılından sonra revaç bulmuş ve bu arada bütün dünyada kullanılmıştır. İran, Bizans, İsrailoğulları, Yunan, Kıpt, Nabat, Yemen'deki çeşidi hükümetler, Arabu'l- 'Aribe ve Arabu'l-Müsta'ribe, sonra Şam ve Endülüs'te devlet kurmuş olan Emevîler, Irak'ta Abbasîler, Taberistan, Mağrib, Mısır, Şam, Hicaz, Yemen’de Zeydîler, Buveyh oğulları, Türklerden Selçuklular, Mısır ve Şam’da Eyyubîler, Uzakdöğuda Moğollar, Mısır ve Şam'da Memlükler, Uzak batıda Merrinoğulları, Endülüs’te Nasıroğulları, Tunus'ta Hafsoğulları, Yemen’de Resuloğulları, Hindistan'da Firûz Nabad, Habeşistan'da Hataoğulları, Semerkant'ta Timurlular ve Kuzeydoğuda Osmanoğulları hiç bir zaman altın ve gümüşten başka alışveriş için bir para kullanmamışlardır[377].

el-Melik Zâhir Berkuk zamanında Mahmud b. Ali el-Ustâdâr mâliyenin başına getirilince, bakır paralar (felsler) çoğaldı. Avrupahlar, buraya, yüklerle dolu kırmızı bakır getirirlerdi. Burada senelerce bu bakırlardan felsler kesildi ve Franklar, buranın dirhemlerini memlekederine taşıdılar. Diğer taraftan yerli halk, kullanmak için bunları eriünce piyasada gümüş kıtlığı baş gösterdi. Bu yüzden Mısır'da halkın fülûse karşı olan rağbeti arttı[378].

Avrupa memlekederinden getirilen levha halindeki kırmızı bakırın bir kıntarı için bir fiyat tespit edilirdi. Bu sayede bakırın kıntarla alınıp satılması kararlaştırıldıktan sonra bu bakırlar darphanede fülûse çevrilir ve gerçek bedeline yalnız basma bedeli eklenirdi. Yapılan harcamalar hesap edilirse bir dinar için ne kadar bakır sarfedileceği anlaşılır. Bu yapıldıktan sonra, Müeyyedî denilen dirhemin kaça mal olduğu da bilinmiş olurdu. Bakırlar Beliğ Sâlim'in zamanına kadar sayı ile alınırdı, Fakat o, 806 senesinde tartı ile alınmasını emretti[379].

Bir nevi para fabrikası olarak faaliyet gösteren darphanelerde altın (dinarlar) paralar şu şekilde üretilmekteydi: Toplanan çeşitli altınlar eritilerek bir potada su haline getirtilir. Sonra bu sıvılar çubuklar halinde dökülür ve kadılar kadısı tarafından tayin edilen bir görevlinin gözetimi altında ince tabakalar halinde kestirilirdi. Daha sonra bunların bazılarından dört miskal alınır ve darphanede döktürülen dört miskal ağırlığındaki altınlar bunların üzerine eklenirdi. Bunların her birinden dört adet sikkeli para yapılırdı. Sonra bu sekiz adet sikkeli paralar değerleri tesbit edilerek bir çanak içine yerleştirilir ve bir gece boyunca ateş üzerine konurdu. Bu işlemden sonra sikkeli paralar çanaktan çıkarılır, silinir ve asıl olmayanla asıl olan paralar ayrı ayrı tartılır, şayet her ikisi de eşit ağırlıkta ise ve bu iş için görevlendirilen kişi tarafından onaylanırsa dinar olarak darbedilirdi. Yok eğer birisi diğerinden eksik çıkarsa, eşit duruma gelene kadar aynı işlem yeniden uygulanır ve sonunda dinar olarak darbedilirdi[380].

Gümüş paralar (dirhemler) ise, İbnu'l-Memmâtî'nin Kavanînu'd- Devâvîn adlı eserinde anlattığına göre 300 dirhem ağırlığındaki gümüş üzerine 700 dirhem kadar kırmızı bakır eklenir, sonra bu madenler eritilerek sıvı haline getirtilir ve çubuklar halinde hazırlanırdı. Sonra bunların etrafından 15 dirhemlik kestirilir. Arkasından yine eritilerek döktürülür. Şayet 10-3 dirhem hesabına göre gümüş miktarı 4,5 dirhem çıkarsa para olarak basılırdı. Yok eğer bunun aksi vukubulursa doğru ayarı yakalayana kadar bu işlem devam ederdi, ayrıca basılan her 100 dirhem için 14,5 dirhem ücret ödenirdi[381]. Fakat XIII. yüzyılda Mısır'da ve diğer İslam ülkelerinde gümüş paraların gerçek ayarı, üçte ikisi gümüş, üçtebiri de bakırdan oluşmaktaydı. Bu ayar Memlüklü sultanı Beybars döneminde de böyleydi. Hatta daha sonraki devirlerde gümüş paralardaki bakır miktarı üçte bir oranının biraz da üstünde idi[382].

XIV. yüzyıldan sonra gümüşün azalması, bu önemli maddenin kapkacak ve eğerlerin imalinde kullanılması ve Avrupa'dan gümüş ithalinin durdurulması sonucunda Mısır'da gümüş para (dirhem) endüstrisi sekteye uğradı ve üretimine son verildi. Bu durum ise, piyasada dirhemlerin azalmasına ve hatta tamamen tedavülden kalkmasına sebep oldu. Bir süre sonra Suriye'de üçte biri veya daha azı gümüş ve diğer kısmı da kırmızı bakırdan oluşan değeri düşük dirhemler darbedildi[383].

Bakır paraların imâline gelince, kırmızı bakır suya benzeyen sıvı haline gelene kadar eritilir, sonra elde edilen sıvı çubuklar şeklinde dökülür. Daha sonra küçük parçalar halinde kestirilerek yaldızlanır ve bir tarafına sultanın adı, lakabı ve künyesi, diğer tarafına da darbedildiği yerin ismi ve imâl tarihi yazılırdı[384].

Darphânelerdeki görevlilere gelince, Dâru'd-Darb'da basılan paraların sağlam ve hatasız olması bizzat sultanın kontrolü alunda bulunurdu. Sultan adına bu kontrolü, onun tarafından tayin edilen bir kadı veya nâibleri yürütürlerdi. Bu nâibler her gün darphânenin açılışında, madenlerin eritilmesinde, paraların basılmasında, ayarlarının kontrolünde hazır bulunurlardı. Akşam darphâneyi kapanp içindeki paraları ve madenleri mühürlerlerdi[385]. Bu kontrol görevlilerinin dışında darphânede çalışan görevlilerin başında mütevelli (sâhibu dâr ed-darb) gelirdi. Bunun emrinde muşârif ile onun yardımcısı eş-şâhid vardı. El-Muşârif darphâne mahzenlerindeki altınların, gümüşlerin ve âletlerin bakımından ve korunmasından sorumluydu. Darphâne sicilleri, altın ve gümüş, bakır paraların basılmasına dâir talimatlar bunun elinin altındaydı. Darphânede bulunan şeylerin, sicillerin, takrirlerin ve beyânâtların yazılmasından el-şâhid sorumluydu[386].

Darphânede çalışan ustaların başında para basımı ile ilgili bütün işlemlerden sorumlu olan el-mukaddem (ustabaşı) geliyordu ve para basılacak maden çeşitli safhalardan onun kontrolü alunda geçerdi. Ondan sonra paralara yazı ve resimleri basan en-nakkâş gelirdi. Bu görevlinin, her gün erine dönmeden önce koluna özel bir damga basılırdı, bundan dolayı da hiç bir zaman darphâne dışında yıkanamazdı. Ed-darrâb ise eriyen maden üzerine tuz, sirke, somak atar, sonra da bu eriyiği kalıplara dökerdi. Darphânedeki görevlilerin sonuncusu ise madeni eritmekle meşgul olan es-sebbâk idi[387].

Ortaçağda altın gümüş ve bakır madeninden yapılan paraların dışında tuzdan imal edilen bir çeşit paradan da söz edilmektedir. Marco Polo Çin bahsinde, buradaki Kaindu halkını tanıtırken şöyle diyor: "Paralarını şu yolla yaparlar: Altın çubuklar dökerler ve bunlar ağırlıklarına göre, damga vurulmadan para sayılır. Bu en önemli paradır. Daha küçük paraların yapımı şöyledir. Bu ülkede tuzlu kaynaklar vardır, bunların suyunu küçük tavalarda kaynatarak tuz elde ederler. Kaynatma işi bir saate yakın sürdükten sonra hamura benzer bir şey elde ederler ve bunu iki para değerinde pastayı andıran biçimlere dönüştürürler. Kurumaları ve kaulaşmaları için bu paraları kızgın tuğlalar üzerine yerleştirirler. Bu işten hemen sonra Kağanın damgasını vururlar. Bunların seksen tanesi bir saggio altın değerindedir. Saucılar dağlık yerlerde yaşayan ve uğrak yerlerde oturmayan, altınlarını, misklerini ve diğer mallarını kolay kolay satamayan ve tuzu yemeklerinde kullanan kişilerden bu tuz pastalarının karşılığında bir saggio alırlar[388].

Ortaçağda darp yeri gösterilen sikkelerde genellikle Kâzimiyye, Irak, Mısır ve Mısru'l-Mağrib'in adı geçmektedir. Ancak zikredilmese bile Medînetü's-Selâm (Bağdat) darphanesi de vardır. Daha sonraki halifeler zamanında yalnız gümüş paranın tedavül ettiği San'a, Basra, Mütevekkiliyye, Samarra gibi yerlerden başka Merv, Şâş, Semerkant, Kum, Hemedan, İsfahan, Erdebil, Ahvaz ve Şüster gibi merkezlerde de dinar darbına başlandı. Bu da bimetalizmin İslam devletinin her yanına yayıldığını göstermektedir[389].

Gümüş paranın da basıldığı Abbasîler'de, Irak'ın doğusunda Muktedir- Billah zamanında (908 - 932) dinar darbeden birçok darphanenin bulunduğu kesindir. Asıl önemlisi, sayıları yirmi üçü bulan bu darphaneleri besleyecek altın madeninin varlığıdır. Halbuki o sıralarda Batı Avrupa'nın altın stokları tükenmiş gibiydi ve Avrupa devletleri çoktan gümüş monometalist para rejiminde karar kılmış bulunuyordu[390].

Maden sanayinin diğer bir bölümünü teşkil eden kuyumculuk endüstrisi, birçok sebepten dolayı bazı zorlukların bulunduğu bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeplerin en önemlisi de günümüze kadar gelen süs eşyalarının azlığı veya bu eserlerin tesadüfen ortaya çıkmalarıdır. Zira süs eşyaları genellikle değeri yüksek madenlerden imâl edilmektedir. Bu da, çoğu zaman insanlar tarafından bulunduklarında, kuyumcularca eritilerek daha değişik ve yeni süs eşyaları yapımında kullanılmak suretiyle değerlendirmeye tabi tutulmaktadır[391].

Ortaçağda süs eşyaları genellikle altın, gümüş ve değerli taşlardan imâl edilmekteydi. Cahiliyye döneminde Yesrib (Medine)'de oturan Benû Kaynuka' Yahudileri kuyumculuk endüstrisinde önemli bir yere sahiptiler[392]. Buharî "Kuyumcu ile ilgili olarak söylenenler babı" başlığını açar ve Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma ile zifafa girmek istediği zamanla ilgili olarak şöyle dediğini nakleder: "Benî Kaynuka'dan kuyumcu biriyle, izhîr[393] getirmek için benimle gelmesi hususunda sözleştim. Onu kuyumculara satıp düğün yemeğimde harcamak istedim[394].

Yine Buharî, Mekke'nin bitkilerinin koparılmasını haram kılan Hz. Peygamber'e, Hz. Abbas'ın söylediği şu sözü kaydeder:" Kuyumcularımız ve evlerimizin tavanları için izhîr kesilmesi hariç[395].

Hz. Peygamber ve ilk dört halife döneminde kuyumculukla uğraşan sahabiler de vardı. Ebu Davud, Arfece hadîsiyle ilgili olarak "Dişleri altınla tutturmaya dair hadîsler bâbı" başlığını açarak şu tahricde bulunur: "Kilâb savaşında Arfece b. Esad'ın burnu kesildi. O gümüşten bir burun yaptırdı, burnu koku yapınca, Hz. Peygamber, ona emretti, o da altından bir burun taktı.[396]. Bu, önemli kuyumculuk olayı incelik ve titizliği bakımından bu sanatın Medine’de yüksek bir seviyede olduğunu gösterir. Çünkü alandan burun yapıp onu yerine bağlamak her sanatkâr veya ustanın yapabileceği bir iş değildir[397]. Diğer bir habere göre Hz. Ömer, Ebû Râfı’ es-Sâiğ ile şakalaşarak şunu söylerdi: "İnsanların en yalancısı kuyumculardır. Zira onlar, müşterileri bugün ve yarın şeklinde oyalar dururlar[398].

Abbasiler döneminde zenginliğin ve İhtişamın artması neticesinde kuyumculuk endüstrisinde büyük bir gelişme meydana geldi. Bu da başta halifeler olmak üzere devlet adamlarının eş ve cariyelerinin lükse önem vermelerinden kaynaklanıyordu. Harunu'r-Reşîd'in eşi Zübeyde lükse düşkünlüğü ile tanınır ve anlatılanlara göre o, normal yaşamışında bile üzerindeki süs eşyalarının ağırlığından iki cariyeye yaslanmak zorunda kalırdı[399].

İslam dünyasında önemli mevkilerde bulunan devlet adamlarının bırakmış oldukları servetler arasında yer alan altın, gümüş ve değerli taşlardan oluşan eşyalara bakıldığında. Ortaçağda kuyumculuk endüstrisinin büyük bir gelişme içinde olduğu ve bu sektörde çalışan kuyumcuların sanatsal açıdan çok çeşitlilik arzeden ürünler imal ettikleri görülür, örneğin: Fatımî halifesi el-Müstansir zamanında devlet tarafından ele geçirilen İmaduddevle'nin değerli eşyaları arasında üzerinde onbeş miskal ağırlığında yumurtaya benzeyen kırmızı bir mücevher bulunan ve değeri 90.000 dinar olan bir altın bilezik bulunmaktaydı[400].

515 yılında öldürülen el-Afdal b. Emîri'l-Cüyûş'ün bıraktığı servet arasında şu değerli eşyalar yer almaktaydı: üzerinde 200.000 dinar değerinde değerli taşlar bulunan bir adet altın okka, 10.000 gümüş ve 3.000 altın kaşık, her biri yüz rıtıl ağırlığında 4 adet altın kazan, zümrüt taşı ile süslenmiş 700 altın kap, 1.000 adet altın, 2.000 adet gümüş süs ağacı, Mağrib'te imal edilmiş 3.000 altınve 5.000 gümüş nergiz, 1.000 adet altın ve 1.000 adet gümüş fotoğraf çerçevesi ve 300 adet altından ve 4.000 adet gümüşten ma'mül su kabı[401].

İslam dünyâsının batı yakasında yer alan Endülüs'te zarif madeni işler yapan birçok kabiliyetli sanatkar vardı. Bunlar, bronz ve pirinç üzerine hayvan şekilleri resmeder, yahut altın ve gümüşün zevkle işlendiği kaplar yaparlardı. o kadar ki, X. asırda Kurtuba, mücevher, altın ve gümüş kuyumculuğunda Bizans'ın rakibi haline geldi, o devrin göz kamaştırıcı gerdanlık ve bileziklerinden, küpe ve diğer ziynet eşyalarından bugüne intikal edenler, o zamanki tekniğin ne kadar yüksek olduğunu ve sanatkarların ne derece üstün kabiliyet ve marifetlere sahip bulunduklarım anlatmaya yeterlidir [402].

Memlukler döneminde ayak bileklerine taktıkları bilezikler (halhal), kulak küpeleri, gerdanlıklar, bilezikler ve muskalarla kendilerini süsleyip donatan saraya mensup prensesler, bugünkü modern Mısırlı kadınlardan hiç de farklı bir görünüş içinde bulunmuyorlardı[403].

Ortaçağda kuyumcular ve mücevherciler çarşısı, saçtığı pırıltılarla en güzel çarşıydı; ancak XI. yüzyıldan başlayarak yalancı mücevher yapılmaya ve Hindistan'dan gelen değerli taşları mükemmel bir biçimde taklide girişildi. Bundan ötürü mücevher takma yaygınlaştı. Halkın çoğunluğu bundan böyle süslenme zevkini tatmin etti[404]. Çarşıda her ne kadar dükkanlar ayni ışıklarla parlıyor görünüyor idiyse de, kimisi zenginlere servetler değerinde inciler ve değerli taşlar sundukları halde, ötekileri fakir halka altın suyuna batmiş bakırdan ve kesilmiş boyanmış camdan yalancı mücevherler satmaya çalışırlardı[405].

Kuyumculuk endüstrisinde meydana gelen taklit ve sahteciliği M. XII. yüzyıl, İslam fikir hayatinin önemli şahsiyetlerinden Abdurrahman b. Nasr eş-Şeyzerî. çok veciz bir şekilde ele almıştır. Eş-Şeyzerî şöyle diyor: "Kuyumcuların bir kısmı gümüşü öyle boyarlar ki, boyanılan kısım gövdeden ayrılmaz. Ancak uzun müddet gümüş eritilen Rüyar denilen kazanda eritildikten sonra gümüş boyanılan gövdeden ayrılır. Sonra ona altın karıştırılır ve sarı renk verilir ve kan taşı halini alır. Kızartılır ve tek olarak boyanır. Halis altınla karışmış bakıra bırakılır ve yedi defa ud ağacının suyuyla kızartılır. Zâc (kara boya) ve zincefre'nin(kırmızı boya taşı) şişede karıştırılmışı ile deniz suyundan elde edilmiş nışadır suyu tuzu ile kızartılır. Sonra bunların hepsinin arasını sahk'da(kap) toplar. Sonra yedi defa ud ağacının suyuyla kı- zartılır, çünkü onun sayesinde kan gibi kıpkırmızı taş kesilir. Ondan bir dirhemi alınır, güneşe bırakılır ve onaltı ayara ayarlanmış olur. Eğer elde edilen taşa kırmızı karıştırılır ve daha sonra eritilirse, yirmi ayar olmuş olur. Dinarlar bundan dökülür. Kuyumculardan bir kısmı halis altınla karışmış bakırı biraz da sürme taşından alır, yedi defa sığır kuyruğu denilen acı bir otun suyuyla kızartır. Kızartılmış, iyileştirilmiş tam saf altına kireç ilave edilir. Sonra yedi defa deniz suyundan elde edilmi؟ nışadır suyuyla kızartılır. Daha sonra za'feranm yağıyla yağlanır. Taş halini alır. Ham maden gibi olur. Ondan bir parça gümüşe karıştırılır. Kızaran ve cilananan eşyaları yaparlar.Onların her birini açıklamak ise, çok uzar. Din ile alakası olmayan kişilerin kuyumculuğun Sirnna muttali olmalarından korkmasaydım kuyumculuk hakkında birçok konular açıklardım, kuyumcular da hileye başvurmazdi. Kuyumculuk hakkında doğruluktan ayrılmayan her Müslümanın Allah'ın kendisini murakabe ettiğine inanması vaciptir. Kuyumculukta ve başka şeylerde Müslümanın hile yapmaması da vaciptir. Mutesib, kuyumcuları gözetler ve hile yapanlan takip eder. Kuyumculuk yapanlara maden toprağını ve külünü parayla satmak caiz olur. Çünkü bu toprak ve kül altın ve gümüşten hali değildir. En iyisini Allah bilirdi[406].

Demir, çağlar boyunca insanların ihtiyaç duydukları madenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda Kur'an-1 Kerim'de şu ayet yer almaktadır: "And olsun ki, peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitab ve ölçü indirdik; pek sert olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri var ettik.[407]. Demircilik ise, dünyadaki en eski sanayi kollarından biridir[408]. İslam öncesi Arabistan'ında demiri işleyen kimsenin oğulları manasına Balkayn veya Benû'1-kayn adını taşıyan kabile pek meşhurdu[409]. İbn Düreyd şöyle der: "Kayn, esas olarak demirci demektir. Sonra Araplar her sanatkar için bunu kullandılar.". Zeccac ise bu konuda şunu nakleder:" Kayn, mızrak demirlerini yapana ve demirciye denir[410].İbnu'1-Kelbî'ye dayanan bir rivayete göre Araplar'dan demircilikle uğraşan ilk kişinin el-Halik b. Amr b. Esed b. Hüzeyme olduğu iddia edilir[411]. Hatta Arap dilinde bu kişiye nisbet edilerek demircilikle uğraşan insanlara "Hâlikî" denilmektedir[412].

Medine'de Hz. Peygamberin sahabileri arasında demirciliği meslek edinmiş kişilerden biri Habbab b. el-Erett idi. Bu sahabi daha önceleri el-As b. Vail adına çalışmaktaydı[413]. Habbab mesleğiyle ilgili şöyle der: "Cahiliyye devrinde kayn idim. As b. Vail'de alacağım vardı, almak için ona gittim, o 'Muharnmed'i İnkâr etmedikçe sana vermem' dedi. Ben de ' Allah seni öldü- rüp tekrar serr dirilinceye kadar inkarda bulunmam' dedim[414].'H. İbn Hacer, Haris b. Kelede'nin azatlısı Ezrak b. Ukbe es Sakafi'nin biyografisini vererek şöyle der: o, Hz. Peygamber, Tâifi kuşattığı sırada İslamiyet'i kabul etmişti. O demirci ve kuyumcu idi[415]. Bir rivayete göre İslam devletinde demir ve gümüş sanatkârlığının temeli şuna dayanır: Hz. Peygamber. Hayber'i fethettiği sırada esirler arasında 30 kaynı esir almıştı. Bunlar komisyoncu (simsar), sanatkâr ve demirci (haddâd) idiler. Resulullah şöyle buyurdu: "Onları Müslümanların arasına bırakın; sanatlarından faydalansınlar ve onunla düş- manlarına karşı cilraclda güç kazansınlar." Bu sebeple bırakıverdiler. Onlardan sanat öğrenenler sanatkar veya muallim diye adlandırıldılar. Onlara ise "kayn" denildi ve bunlar o günden başlayarak halkın büyüklerinin himayesine girdiler[416]. Ayrıca Ukbe b. Muayyrt, el-Vâi, b. el-Muğîre ve Ubeyy b. Halef bu sanayi dalında çalışanlardan idiler[417]. Fakat bu donemde demirciler daha ziyade basit tarım aletleri ile bazı hafif silahlar (kılıç, kalkan ve saire) imal ediyorlardı ve bu meslek daha geniş bir sanayi dalma dönüşmemişti. İbn Abi'l-Berr, Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in vefatı ile ilgili olarak Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini zikreder: Hz. Peygamber gitti, ben de kendisiyle gittim. Ebû Seyfı körüğünü üflerken bulduk. Ev dumanla dolmuştu. Hz. Peygamber'in önünde hızlı bir şekilde giderek Ebû Seyfe vardım ve ona "Ey Ebû Seyf!Dur. Resulullah geldi" dedim, o da durdu[418].

IX. yüzyıla gelindiğinde Sistan ve Horasan'dakiler gibi birçok berkitilmiş şehirlerde döğülmüş demirden parmaklıklar veya üzerinde en küçük bir tahta bulunmayan masif demir kapılar vardı. Sistan'da Yakup (867-878) tarafından yaptırılmış olan Zarang kalesinin masif demirden beş kapısı, I. Nasır (874-892) 'in kurmuş olduğu Buhara kalesinin ise böyle yedi kapısı vardı[419]. O çağın en güzel madenden eseri, Tunus'a 328 km. uzaklıka 916 yılında el- Mehdi tarafından kurulmuş olan Mehdiyye'nin kapılarıydı. Bu kapıların her kanadı 8 metre yükseklikte olup beş ton çekerdi, üzerindeki her çivi 10 kilo ağırlığındaydı. Bu kapılar ayni zamanda arma figürleri ile süslüydü[420].

Mâverâiinnehr'de yer alan Mink ve Mersümende'de Horasan'ın tamamına ve Irak'a ihraç edilen demir aletler yapılırdı. Zira Fergane demiri yumuşak, ne yapılmak istenirse o şeklin verilmesi kolaydı. Bu sebepten dolayı buradaki demirciler aklilarına gelen bir çokenteresan şeyi bu demirden yapabiliyorlardı[421].

Nasır Husrev bize Mısır'ın Tınnîs şehrinde demircilikle ilgili görmüş ol- duldarım şöyle anlatır: ''Orada makas, bıçak vesaire gibi demir aletler yaparlar. Oradan Mısır'a getirilmiş bir makas gördüm, beş mağribi dinar istiyorlardı. Yayını yukarıya doğru basınca açılıyor, aşağıya doğru basınca kesiyordu[422]. Yine Mısır'ın Delas şehrinde çokkaliteli Delas eğerleri[423], Ahlat[424], ve Şiraz[425]da hiç bir yerde eşine rastlanmayan kilider ve bıçaklar ve Cûr[426] ilinde şahâne demirden ayna çerçeveleri imal edilmekteydi.

Ortaçağda çeşitli İslam ülkelerindeki şehirlerde yer alan demirciler çarşısında kömürden kararmış binlerce işçi çalışırdı. Kimileri, kıvılcım demetleri arasında tarım gereçleri ve en basitinden gemi demirine kadar türlü gereçleri döverlerdi, ötekiler, çeliği işleyerek alıcıların gözleri önüne yığınla bıçak, ustura, pens, makas vb. sererlerdi, diğerleri ise, çelikten, dökme demirden ve bronzdan eşya yaparlardı. Silahlar, çanlar, kapı tokmakları, lambalar vb.[427]. Ayrıca her devlette türlü eşya kategorileri için resmi bir karışım kabul edilmişti; ve bu karışım her tip eşya üzerinde belirtilmek zorundaydı. Böylece bir lambanın başı başka, kendisi başka bir karışım oranı ile işaretlenmiş olurdu. Konulmuş kurallara uymayıp karışımlara fazla kurşun karıştıranlar ceza görürlerdi. Öteki zanaatkarlar kilitler, asma ve iler boy anahtarlar, büyük kapılara takılan büyük kilitlerden, çekmece ve sandıklara takılan çok küçüklerine kadar öteberi yaparlardı. Çilingirler daima yeminliydiler. Eğer kilit sahibinden başkasına anahtar yaptıkları ispat edilirse işten menedillerdi[428]. Bununla birlikte demircilerin, bıçak, makas, tığ ve buna benzer Aletleri gücü zayıf demirden yapmaları, yumuşak ve gücü olmayan demirden (bıçak, makas, tıg) yaptıkları şeyleri parça parça satmaları yasaktı. Aynı zamanda bu zanaatkarların yeni yaptıkları çivilerle eskiden yapılmış ve kullanılmış kirli, paslı çivileri birbirine karıştırmaları veya eski çivileri çekiçle dövüp yeni çivilere karıştırmaları hile kapsamına girmekteydi[429]. Bu şehirlerde bir de silah çarşısı bulunurdu: ayrıca kalelerde ok, yay, kılıç ve her çeşit hançerin yapıldığı silah atölyeleri vardı. İğne yapıcıların önemli korporasyonu da bu çarşıda bulunurdu. Her tip İğne ağırlığına, metanetine, boyuna ve deliğinin büyüklüğüne göre standardize edilmişti. Bu zanaatkarlardan kimisi de cerrah gereçlerinin yapımında uzmanlaşmışlardı[430].

Ortaçağda elCezire bolgesi demir endüstrisinde onemli bir yere sahipti. Burada demirden kapı, pencere ve tartı aletleri ustalıkla yapılmaktaydı. Ayrıca su kanalizasyonlarında her tarafa borular döşenmişti ve Halep şehrinde demirciler çarşısı adi altmda büyük bir çarşı faaliyet halinde idi[431].

Artuklu ülkesinde zirai isthsal ve sınaî İmalât yamnda madencilik de çok ilerlemiş ve yeni madenler de bulunarak işletilmiştir. XII. asrin ikinci yarısında 570 (1174) senesinde, halife büyük paralar sarfı ile Bağdad'da, Dicle üzerinde, muazzam bir köprü yapınca büyük zincirini Hani'de 1500 dinar altına satın alıp getirtmiş ti[432].

1395 yılında Timur tarafından yıkılan AltınOrdu Devleti'nin Saray Berke şehrinde madeni eşya yapan birçok esnaf mahallesi vardı: 1) demirci- ler, 2) bıçakçılar, 3) çift aletleri (orak, saban demiri vb.) yapan esnaf, 4) bronz ve bakir kaplar yapan esnaf. Madeni eşya yapımının AltınOrdu başşehrinin üretim hayatında ne kadar büyük bir yer tuttuğu Tereşçenko'nun raporun[433]dan anlaşılıyor: "Bir yerde sekiz demir ocağı kazıldığı zaman, bunlardan birinde yetmiş hava deliği bulunmuştur; bunun ortasında yıkılmış bir ocak vardı; ocak, hava deliklerinden çıkan su borularıyla çevrilmişti; ocağın yanında birkaç gece kandili, testi, kazan ve bir yığın demir, bakır külçesi, döküm kap ve kalıpları göze çarpıyordu[434]. Bütün diğer demir ocaklarında da maden külçeleri, kırık kalıp parçaları ve döküm kapları bulundu. Burada bir maden atölyesi bulunduğu anlaşılıyor. Bu, Moğol devrinde tesadüf edilen tipik bir Kârhane, yani hükümdar sarayına veya zengin tâcir veya feodallere ait büyük bir imalâthanedir [435].Ayrıca Altın Ordu ülkesinde kapı zili yerine kullanılan ve doğuda bugün de tesadüf edilen güzel kapı halkaları, asma demir kilitler, sandıkların köşebent ve bronz kulp gibi madenî kısımları, bronz çerağlar, bronz mangallar, bahçe fıskiyelerinde kullanılan aslan başlı bronz borular ve kakma bronz kâseler imal edilmekteydi[436].

Endülüs'ün Şaltîş adındaki liman şehrinde her ülkede kolay kolay bulunmayan bir demir-çelik fabrikası vardı. Burada büyük kapasiteli yük ve yolcu gemileri inşa edilmekteydi [437].

Çok daha fazla bulunan bakır, madenler içinde en çok kullanılanıydı. Gereçler, kakmalı bakırdan sanat eserleri çok rağbet görürler ve yığınla leğen, ibrik, küp, lamba, kupa, sanatkârane işlenmiş buhurdan gibi bakır eşya atelyelerden çıkardı. Bu çağda bakır mobilya: sandıklar, sıralar, çekmeceler vb. evlenecek genç kızların çeyizinde büyük bir yer almaktaydı [438].

Bugünkü Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde mutfak eşyaları ve bakır kapkacaklar imal edilerek Musul ve Dımaşk'a ihraç ediliyordu[439].. Musul'da çok hassas teraziler, düz veya bugünkü kürelerimizi anımsatan yuvarlak usturlaplar yapılmakta idi, ancak bunlar kıtaların yerine yıldız burçlarını göstermekteydiler[440]. Erzincan[441], Dımaşk[442], Nişabur[443], ve Endülüs'ün el-Müriyye[444] şehrinde bakır kaplar, kandiller ve çeşitli bakır araç ve gereçler imal edilmekteydi. Semerkand kazancıları çok kez 1.000 litreden fazla alan çok güzel kazanlar yaparlardı. En görülmemiş biçimde kaplar yapmak için bronz veya bakır kullanılırdı[445].

O devirlerdeki ücretler hakkında ancak Ya'kub b. Leys'in bir bakırcının yanında 15 dirhem aylıkla çalıştığına dair Gerdizî'nin verdiği haber bulunmaktadır[446].

Ortaçağ İslam dünyasında diğer zanaatkârlar gibi bakırcıların da uymak zorunda oldukları bazı kurallar vardı. eş-Şeyzerî bu hususta şöyle diyor: "Bakırcıların, dökümcülerin gümüşü dökerken kuyumcular için çıkardıkları madenlerinin aruğı olan işe yaramayan kısımları bakırlara karıştırmaları câiz değildir. Çünkü bakıra karıştırılan artık, bakırı sertleştirir. Tas, havan ve buna benzer kaplar döküldüğü zaman cam gibi çabuk kırılıverir. Bakırcıların, kırılacak olan bakır kapları ve başka şeyleri yaparlarken bakır madeninin içine başka şeyleri karıştırmamaları gerekir. Aksine, bakır madeni ayrı işlenir, diğer madenler ayrı işlenip ayrı ayrı kullanılır[447].

Gümüş kakmalı bakır tekniği daha Sasanîler çağında bilinirdi. Ama VIII. yüzyılda bile müslüman ülkelerde yalnız kırmızı bakırın ağır bastığı bronzdan başka bir şey bulunmazdı. Ancak XI. yüzyıldadır ki, önce doğu İran'da gümüş kakmalı bakır endüstrisi göründü; XII ve XIII. yüzyıllarda Musul ve Diyarbakır'da önemli atölyeler kuruldu[448]. Bugün bilinen ilk kakma madenî eşya, Ömer b. el-Fazl tarafından Herat'ta yapılmış, 542/1148 tarihli kalem kutusudur. Kronolojik sıraya göre, bundan sonraki kakmalı eşya, dökümcü Muhammed b. Abdulvahid ve kakmacı Mesud b. Ahmed imzalı, Herat'ta imal edilmiş, 559/1163 tarihli, bronzdan ve gümüş ve bakır kakmalı, büyük su kovasıdır. Bu iki eşya, bugün Leningrad Hermitage Muzesi'ndedir[449]. Nasır Husrev Kudüs'teki camide bulunan, güzelliği ve değeri, söylediğine göre hayalleri bile aşan altın ve gümüş kakmalı bir kapıdan büyük hayranlıkla bahsetmektedir. Bunun bakin oyle parlak bir san renkte İmiş ki, ışıldı- yor ve alun gibi gözüküyormuş[450].

Moğolların istilası bu sanatkarları ortadan kaldırdı; bunların bir kaçı atölyelerini Mezopotamya'daki Musul'da kurdular, çok geçmeden bütün ince kakmalı madeni eşyalar, Musul ürünü olarak tasarlanmıştır. Fakat gerçekte, şüphesiz Musul'a atfedilen, sadece bir kaç örnek vardır. Bunlar arasındaki, 629/1232 tarihli, çokzarif pirinç ibrik, Musul'lu Çuca b. Mana' imzalıdır. Madalyonlar, Iran masallarındaki sahneleri tasvir ederler, çok kakmalı madalyonlar arasındaki T kabatmalı ve gamalı haç örnekler ve dikkatle işlenmiş yıldız rozetler, yeni Musul tarzının özelliğidir[451].

Kökeni Hindistan'da bulunan tel kakmacılığı sanatı önce VIII. yüzyılda İran'a, sonra IX. yüzyılda Eski Kahire'ye yayıldı, çokince olan bu sanat, altın. gümüş gibi değerli madenlerden ince telleri daha âdi bir madenin içine güzel şekiller vererek yerleştirmekten ibaretti. Bunun iki tür yöntemi vardı: "Şam biçimi", bunda sanatkar önceden oyulmuş bir yere altın veya gümüş bir teli tespit ederdi: "Musul biçiminde ise sanatkar önceden çizilmiş bir desenin üzerine bu teli çekiçle vura vura yerleştirirdi[452].

Eyyübiler döneminde madeni eşyalarda, üslup olarak, çokaz değişikliklerle Musul kakma geleneği devam etti. Tabii ki bu durum, Musullu san'atçıların Suriye ve Mısır'a göç etmelerinden dolayıdır. Şamdanlar, geniş leğenler ve buhurdanlar bu dönemden bilinir: bunlardan birkaçı da Hıristiyan tasvirleriyle süslenmiştir. Washington'daki Freer Sanat Galerisi'ndeki bronz yemek takımı dolabı, Suriyeli bir san atçının tek bir san'at örneğidir[453].

Ispanya'daki Müslumanlar, diğer İslam ülkelerinde geliştirilen her çeşit küçük ve pratik el sanatlarım buraya taşıyan kimseler olmuşlardır, ister kabartma, ister çökertme (oymacılık) şeklinde olsun, üzerine bir takım desenlerin işlendiği, yahut altın ile gümüşün kakıldığı Arapça yazıların hakkedildiği ve her çeşit süslemelerle üzeri kaplı madenî eşyalar alanında Endülüs- Mağrib ekolü ileri bir seviyeye ulaşmıştır[454]. Bunlardan en eski örnek, bugün Gerona Katedrali'nin büyük ve yüksek altarını süsleyen, Endülüs Halifesi II. Hişam (976-1009)'dan kalma bir yadigâr, bir hauradır; bu haüra, çekiçle dövülmek suretiyle üstüste getirilen gümüş yapraklar halinde üzeri süslemelerle işlenerek kaplanmış bakırdan bir mahfaza içine alınan ağaçtan ma'mul bir mücevher kutusu şeklindedir[455]. Bu şahane süsleme üzerinde ayrıca, Bedr ve Tarif adında iki sanatkâr tarafından meydana getirildiğini ve bir diğer Endülüs Halifesi olan II. Hakem (961-976)'in saray nedimlerinden birinin adına ve veliahd Hişam'a hediye olarak sunulmak üzere yapıldığını açıklayan bir de yazı bulunmaktadır[456].

Memlükler döneminde ince madenî eşya üretimi, özellikle üç kentte, büyük ölçüde artış göstermiştir: Kahire, Şam, ve Halep. O dönem, kakma tekniği ileri bir seviyeye ulaşmıştır. İnsan figürleri nadiren gözükür; ama süsleme konusu, nesih kitâbeler ve hükümdarlık armalarıydı. Çin öğelerini gösteren bazı yeni motifler de görülüyordu. En iyileri en-Nasır Muhammed b. Kalavun (693-741/ 1293-1340) döneminde yapılmışnr. Kâseler, geniş çanaklar ve şamdanlar başlıcalarıdır[457].

İmalatta hemen daima işlere nezaret eden Müslüman sanatkârların tesiriyle doğu usulleri kabul ve tatbik olunmuştur. Bu sebepledir ki, Venedik'te bakır kakma işlerinde ileri gitmiş atelyeler kurulmuş ve orada bir çok Venedik eseri üzerinde imzası bulunan Kürt Mahmut gibi Doğu'dan getirilmiş sanatkârlar çalışürılmışür[458].

Çeşitli madenlerden imal edilen silahlara gelince; en iyi kılıçlar Yemen, İran, Hindistan, Suriye, Mısır ve Endülüs'te yapılırdı[459]. Ayrıca İslam dünyası zaman zaman silah endüstrisinde ileri bir seviyede bulunan Avrupa, Kafkasya ve Türkistan'dan başta kılıç olmak üzere çeşitli savaş aletleri ithal ederdi[460]. O devrin (H. V. / M. XI. yüzyıl) ünlü kılıçlarını zikreden ve bunları ondört sınıfa ayıran meşhur şair ve riyaziyeci Ömer Hayyam, "Nevrûznâme" adlı eserinde. Yemen kılıçlarını bilinci olarak saydıktan sonra, Hindistan kılıçlarını ikinci. Çam kılıçlarını onuncu ve Mısır kılıçlarını da onbirinci olarak göstermektedir[461].

Yemen'de imal edilen kılıçlara, buranın başkenti San'a'ya nisbeten es- San'anî denilmekteydi. Bu kılıçlar yaya silahı olarak kullanıldığından kısa olurdu ve orta kısımlarında da kabartma ؛eklinde bir alameti bulunurdu[462]. Araplar tarafından çok rağbet goren bu kılıçların demiri Hindistan'dan ithal edilir ve Yemen'de yapılırdı[463] Nasır Hüsrev bize Mısır'da görmüş olduğu bir kılıcı şöyle tanıtır: "... Mısır'da padişaha Yemenden getirilen bir kılıç gördüm, kabzası ve kabzasının el dayanan kısmı yakuta benzer yekpare kızıl akikti[464].

Ortaçağda kılıçlar bazen, onların imal edildikleri yerlere, bazen de on- lan yapan demircilere nisbet edilerek adlandırılırlardı. Hindistan'da yapılan kılıçlara, "Mühenned" veya "Hindî", Yemeıı'de yapılanlara "Yemân", Meşâıif te yapılanlara da Meşrefiyy denildiği gibi[465]. Süreye adında bir demirciye nisbeten es-Süreyciyya[466] ve Hz. Peygamber'in sahabilerinden biri olan Habbab b. el-Erett'te nisbeten de Habbabiyyâ[467] şeklinde adlandırılabiliyorlardı.

Iran, öteden beri demir endüstrisinde önemli bir yere sahipti. Filozoflardan birisi İran'da imal edilen demir ürünlerini görünce şu sözü söylemiştir: "Allah Azze ve Celle bu kavim İçin demiri yumuşak kılmış ve onlar da bu madenden çeşitli aletler yapmışlardır." Gerçekten de iranlılar en iyi kilitleri ve ayna çerçevelerini yaptıkları gibi, kılıç, zırh ve diğer silahları da ustalıkla yapmaktaydılar[468]. Sasaniler zamanında Kirman'da Araplar tarafından "el-Kirmanî" olarak adlandmlan meşhur kılıçlar yapılıyordu. Bu kılıçlar Herat çeliğinden veya buradaki demir madeninden imal ediliyordu. Orta uzunlukta olan bu kılıçlar dalla ziyade Çarorı Kültleri, Baluciler ve Klanlar tarafından kullanılmaktaydı[469]. Müslümanlar İran'ı fethettikten sonra buradaki silah fabrikalarını ele geçirerek İslam ordusunun silah ihtiyacını buradan karşılamaya başladılar[470]. Bununla birlikte o devride Fars'taki Çalak[471]'ın ve Ermenistan'da bulunan Kusâs[472]’ın kılıçları çok aranırdı.

İlhanhlar zamanında İran'da ince demirciliğin (bıçak, mızrak sapı ve kilit) yurdu Şirâz idi. Kirman'da da aşağı yukan aynı eşya imal edilmekte idi: mahmuz, kılıç, aynı zamanda yay, balta, eğer ve koşum takımları ve aynca kadın işçilerin ipek üzerine sırma mamulât[473].

Hindistan, Ortaçağda kılıç endüstrisinin merkezi konumundaydı. Ayrıca buradan dünyanın her tarafına demir ve çelik ihraç edilirdi[474]. Bu ülkede imal edilen kılıçların en önemlileri şunlardı: "el-Bâhirî", bu çeşit kılıçlar Herat demir ve çeliğindendi ve Sind'de yapılırdı. Genellikle pazı gibi yeşil renkli idi. "el-Rûheyniyya", bu kılıçlar Hindistan'ın bazı bölgelerinde üretilmekteydi ve içinde dumana benzeyen bir cevher bulunan bir çubuktan ibaretti. Üçüncü grup kılıçlar Havr Fevfel'de imal edilirdi. Bunlar çok uzun ve geniş olup, yüce bir cevhere sahipti ve sadece yumuşak maddeleri keserdi. Sonuncu grup ise "Felâlük eş-Şâhî" olarak adlandırılır ve el-Kûz'da yapılırdı. Bu kılıçlar uzun ve geniş olup, yeni çıkan parsanın sertliğine benzeyen bir durum arzeder ve birbirine sarılmış iki yılan gibi bir görünüm sergilerdi. Ayrıca cevher, kılıcın ortasında bir gümüş gibi parıltı verirdi. Böylece kılıcın cevheri saf beyaz, yeri ise, gök renginde mavi olarak görünürdü[475]. Yine Hindistan'ın Bilman bölgesinde imal edilen el-Bilmâniyye[476] kılıçları ile Çin'de yapılan el-Kal'iyye[477] kılıçları da Ortaçağda büyük şöhret kazanmışlardı.

Cahiliye dönemi ve İslam'ın yayılışından sonraki dönemlerde Müslümanlar, el-Meşrefıyye, el-Erhabiyye, el-Busriyye, ed-Dımaşkıyye, el- Erihiyye, es-Serûciyye ve ed-Diyâfiyye olarak adlandırılan kılıçları Suriye'den ithal ederlerdi[478]. Arap kaynaklarında yer alan şiirlerden anlaşıldığına göre bu kılıçlar, genellikle sert, geniş, cevhersiz ve büyük bir ihtimalle de kalitesiz idiler ve daha ziyade Arap Yarımadası'nın kuzeyi ile kuzeybatısında yaşayan Araplar tarafından kullanılmaktaydılar. Sonra kılıçların nisbet edildiği bu yerleşim merkezleri İslam fetihleri neticesinde müslümanlar tarafından ele geçirildi ve buralardaki silah atölye ve fabrikaları Suriye cephesinde savaşan ordu birliklerine büyük destek sağladılar[479].

Daha önce de temas ettiğimiz gibi İslam ülkeleri ihtiyaçları olan demirin büyük bir kısmını Hindistan'dan temin etmekteydiler. Müslüman tâcirler tarafından buradan ithal edilen demir, daha sonra kılıç endüstrisinin merkezi olan Dımaşk şehrine getirilir ve buradaki silah atölyelerinde Ortaçağda adından söz ettiren Dımaşk kılıçlarına dönüşürdü[480]. Üzerine Kur'an ayetleri, şiirler ve hamasî kasideler yazılan kılıçlar imal eden Dımaşk şehri, kılıç endüstrisindeki şöhretini Timur'un burayı H. 803 / M. 1400 yılında fethettiği güne kadar devam ettirdi. Timur, ele geçirdiği her ülkede yapüğı gibi buradaki kılıç imal eden ustalar da dahil bütün sanatkârları yanına alarak Semerkand'a götürdü[481]. Ruy Gonzales de Clavijo, "Anadolu, Orta Asya ve Timur" adlı eserinde Semerkand'ı ve buradaki silah endüstrisinde çalışan sanatkârları şöyle tanıür: "Semerkand'ın bir tarafında, pek yüksek olmayan kalesi göze çarpar. Ama etrafında derin bir hendek kazılmıştır. Buralarda daima su akağından, kalenin ele geçirilmesine imkân yoktur. Timur'un hâzinesi bu kalenin içindedir. Bu yüzden içeriye ancak muhafızlar girebiliyor. Kalenin bir yerinde, zırh, kalkan, ok, yay ve miğferler yapmakla meşgul bin tane zanaatkâr bulunmaktadır[482].

el-Câhız, bir kılıcın kullanmak için hazır hale gelmesine kadar geçirmiş olduğu aşamaları çok vecîz bir şekilde anlatmaktadır. Bu yazar şöyle diyor: "Bir adam bir kılıcı kuşanıncaya ve kullanıncaya kadar bu kılıç birçok ellerden ve çeşitli sanatkârlardan geçer. Onlardan hiç biri diğerinin işini yapamaz, beceremez. Bu husuta bir iddiada bulunamaz ve onu yapmaya kalkışamaz. Zira kılıcın demirini eritip akıtan, tasfiye eden, düzgün hâle getiren onu uzatıp dövenden başkadır. Doğru ve düzgün hale getiren su veren ve bileyenden başkadır. Bileyen, kabzasının kabını ve bu kabı demirine takandan başkadır. Kabza kısmını çivileyen, kabzanın kına değdiği yerdeki çıkıntıları ve kının ucundaki demirden kısmı yapan kının ağaçlarını yontandan başkadır. Kının ağaçlarını yontan derisini tabaklayandan başkadır. Derisini tabaklayan tezyinatım yapandan başkadır. Tezyinatım yapan ve ucundaki demiri yerleştiren hamailini (kılıç bağı) dikenden başkadır[483].

Yukarıdaki bilgiler Ortaçağ İslam dünyasında silah endüstrisinin yüksek bir seviyeye ulaştığını göstermesi bakımından onem arzetmektedir. Bir kılıcın bile imali esnasında bir sanatkar tarafından değil birçok sanatkarın titiz çalışmaları neticesinde ortaya çıktığını gorüyoruz. Bu da Müslüman sanatkarların endüstriyel alanlarda uzmanlaştıkları, sanayinin zamanımızda olduğu gibi çeşidi dallara ayrıldığını ve her dalın kendine özgü bir işi yerine getirdiğini ortaya koymaktadır.

Haçlı seferlerinin yaşandığı Eyyübiler zamanında silah endüstrisinde büyük gelişmeler meydana geldi. Buna paralel olarak kılıç yapımında kullanılan yöntem ve maddelerde de değişiklikler oldu. Hatta bir rivayete göre bu dönemde imal edilen kılıçlara mıknatıs özelliği bile kazandırıldı. Ayrıca bu silahların nemini yok edecek ve onu paslanma tehlikesinden koruyacak maddeler de eklendi. Anlatılanlardan öğrendiğimize göre bu maddeler ona güçlü bir parıltı sağlamaktaydı[484].

Ortaçağda kılıç yapımında birçok madde kullanılmaktaydı. Bu maddeleri şöyle sıralamak mümkündür: Kabil ehlileci (kara halle)[485], belilec[486], mağnisiya (beyaz toprak), şaburkan, zerarih (öldürücü zellirlerden biridir), sekamunya (mahmude otu)[487], sünbed, tünkâr, ekşi nar kabuğu, üzerlik, ve kaktüs denen bitki[488]. Aynca kılıcın yapımından sonra daha da kaliteli bir duruma gelmesi ve kesme özelliğinin artırılarak cam da dahil bütün sert maddeleri kesmesi İçin ona 'avsec ağacının usaresi, şarap yağı, nışadır, deniz yağı, yaş ban ağacının usaresi gibi bazı maddeler verilirdi[489]. O devirde bir kılıç fabrikası veya atölyesinde bir kılıç yapılırken şu işlemlerden geçmekteydi: Nermahen denilen demir (eski çivi başlarından olursa daha da kaliteli olur) alınır. Sonra onyedi dirhem kara halile ve bir o kadar da belilec hazırlanır. Sonra bu demir bir çanak içerisine konur ve su ile tuzun karışımından meydana gelen maddeyle iyice yıkanır ve adi geçen karışım onun üzerine sürülür. Sonra demir bir kalıba yerleştirilir ve üzerine birbuçuk dirhem mağnisiya püskürtülür. Son işlem olarak kılıç haline gelen demirin üzerine yumurtanın beyaz kısmı dökülür ve soğuması için birkaç gün beklemeye alı- nırdı. Sonuçta çok zehirli ve öldürme kapasitesi yüksek bir kılıç elde edilmiş olurdu[490].

Müslüman Ispanya'da Toledo (Tuleytula) şehri tıpkı Suriye'deki Dımaşk gibi bütün dünyada kılıç yapımı bakımından meşhur olmuştu[491].Bu kılıçlar, tav bakımından büyük hassasiyete sahip ve büyük bir esneklik gösteren cinstendi[492]. Aynca burada imal edilen kesici aletlerin kabzaları timsali derisinden yapılmaktaydı[493]. Burada Kurtuba'mn bütün Asya'da ve Avrupa'da şöhret kazanan marokenlerini, koşum takımlarını ve eğerlerini de unutmamak gerekir[494]. Müslüman ispanya silah endüstrisindeki bu özelliğini yüzyıllar boyunca devam ettirdi. Hatta 1.760 yılında Toledo'da kurulan kraliyet silah imalathanesi, silah yapımında Müslüman ananesinin bir devamından başka bir şey değildir [495].

İslam dünyâsı, ihtiyacı olan silahlan özellikle de kılıçları büyük ölçüde Avrupa'dan ithal ederdi. Zira burası çelik üretiminde özel yöntemleri bulunan bir bölgeydi ve çok kaliteli ve herkes tarafından aranan kılıçlar imal etmekteydi[496]. el-Himyeri, Avrupa'da bir şehir olan Binbabiş'te 500 demircinin bulunduğunu ve bunların zırhlar, kılıçlar, miğferler ve mızraklar yaptıklarını anlatmaktadır[497].

Hindistan kılıçlarından daha da üstün vasıflara sahip olan Avrupa kılıçları[498], Slavların ülkesi ve Müslüman İspanya yoluyla İslam dünyasına ihraç ediliyordu. Bu silahlar, önce Rus nehirleri ve Hazar denizi vasıtasıyla Akdeniz ülkelerine taşınıyor, sonra buradan Venedik limanı yoluyla İslam ülkelerine intikal ettiriliyordu[499].

Silah endüstrisinde ileri bir seviyede olan diğer bir yer de Maverâünnehr bölgesiydi. Burası kendi ihtiyacını karşıladıktan sonra diğer İslam ülkelerine bol miktarda silah satmaktaydı[500]. el-Makdisî'nin belittiğine göre Fergâne ve İsfıcab bölgeleri her çeşit silahlar yanında Türk sanatkârlar tarafından imal edilen kaliteli kılıçlar da ihraç etmekteydiler[501]. Asker bir millet olarak Türkler silahlarının çoğunu memleketlerinde yapıyorlardı. Şehirlerde ok yapan ustalar (okçular çarşısında) çalışıyorlardı. Germiyan'da çelikten süslü harp silahlan imal ediliyordu. Bununla beraber Şâş, Harezm ve Şam yayları, kılıçlan üstün sayılıyordu[502].

Kılıç dışındaki diğer silahlara gelince, Müslümanlar ihtiyaçlan olan mızrakları Bahreyn adalarından Hatt'an temin ederlerdi[503]. Buranın mızrakları çok kaliteli idi; aslında bu mızrakların demiri Hindistan'dan gelir, ama Arabistan'ın adı geçen limanında işlenirdi[504]. Ayrıca çok kaliteli demir işçiliği ile şöhret kazanan el-Yemâme'nin başkenti Hecer şehrinden de mızraklar ithal edilmekteydi[505]. Habeşistan'da yer atan Semher köyünde çok şahâne mızraklar yapılırdı. Bu köye Nil nehri yoluyla Hindistan topraklarından bol miktarda ağaç gelirdi. Köylüler tarafından toplanan bu ağaçların kalitesiz olanları odun olarak tüketilir, diğerleri ise mızrak yapımında kullanılırdı[506].

Bununla birlikte Memlükler döneminde Mısır ve Suriye'de çokşahane mız- raklar imal edildiğini el-٥merî'den öğrenmekteyiz[507].

Çelik yaylar İslam ülkelerinde XI. yüzyıldan başlayarak kullanılmıştır, halbuki bu tür yaylar ancak XIII. yüzyılda Franklar'da görülmüştür. Bu yayların sayısız modelleri vardı: "çağın mitralyozü" denilebilecek olan pedallısı her atışta "eşek arısı sürüsü gibi" pek çok sayıda ok fırlatıyordu; kurşundan veya camdan bir mermi fırlatan kazık yay yahut "fındık-mızrak", giderek madenden en iyi zırhları ve "hatta taşı", delip geçen çelik harbeler fırlatan sabit ve ağır akkar adi verilen yaylar[508].

XII. yüzyılda, Salahaddin'in saltanat! sırasında zeyyare denilen, İran kökenli birçok çarkları ve yaylan bulunan ve bir atışta birçok oklar fırlatan pek büyük yaylar vardı[509].

Yemen'de Selûk köyüne nisbeten Selûk zırhları imal edilirdi[510]. Yine Azerbaycan'ın Derbend şehrinin yakınında bulunan Lekzan'da her türlü silah üretimi yanında çokgüzel zırhlar yapılmaktaydı[511 ].

Filistin'in Gazze eğerleri çokmeşhurdu, üsâme b. Münkız, bu şehirden 130 miskal ağırlığında üzeri siyah ve olağanüstü güzellikte bir eğer satın aldığını anlatmaktadır[512].

Uca doğru kıvrılan, tatil bir eğriliği bulunan iki yüzü keskin bir bıçak olan ve kuşağa sokularak taşman hançerler[513], Sugd bölgesinde imal edilirdi[514]. Özellikle devlet başkanlar için yapılanlar son derece güzel olurdu. Bıçak kısmına altın ve gümüş çakma yöntemi ile yazı ve çizimler işlenir, sapları ise bâğa, boynuz ve fil dişi gibi hayvan boynuz, kemik ve dişlerinden yapılır üzerileri değerli taşlarla süslenirdi[515].Bu silah hala dünyânın bazı bölgelerinde özellikle de doğu ülkelerindeki dağlık ve kırsal kesimlerde yaşayan insanlar tarafından kullanılmaktadır[516]. Kaynaklarda nemcâh veya nimce (yani yarım kılıç) olarak adlandırılan ve daha ziyade hançere benzediği söylenen silah ise, büyük bir ihtimalle İran’da imal ediliyordu[517]. Bir rivayete göre Salahaddin Eyyübî Hıttîn savaşında, Kerek şehrini ele geçiren haçlı kumandanı Renand de Chatillon'u bu silahla öldürmüştür[518 ].

Altın Ordu şehirlerinde çalışan zanaatçılar arasında, silahçılar ve süvari ve piyadelerin muhtaç olduğu üzengi, koşum takımı, gem, eyer gibi şeyleri yapan ustalar vardı. Bu devletten bize kadar gelen eşyalar arasında kılıçlar, bu arada Özbek hanın, kabzası altın yaldızlı kılıcı, kemik saplı hançerlerin paslı bıçak demirleri, mızrak ve okların demir uçları, Rus kroniklerinde sık sık zikredilen ıslık sesli bir okun kemik ucu, yüksek kaşlı bir ağaç eyer, ejder tasviri taşıyan oyma tezyinatla süslü ve eyer süslemeye yarayan dökme bronz levhalar, demir gemler, demir halkalardan yapılmış zırh kalıntıları bulunmaktadır[519].

Barutun icâdından ve ateşli silahların yaygın biçimde kullanışından önce savaşlarda yangın çıkarmada Hadar ateşi kullanılırdı. Bu ateşin kökü M. ilk üç yüzyılda Araplar tarafından el-Cezîre bölgesinde kurulan tarihî Hadar şehrine dayanmaktadır. Romalılar haberlerinde bu ateşe temas etmişler ve ona "Hadar ateşi" adını vermişlerdi[520]. Ayrıca bu ateşin su ile teması halinde bile yanmaya devam etmesinden dolayı ona "yanan fitil", "alev" yani alevlenmiş ateş ve "güçlü alevi bulunan meş'ale", gibi adlar verilmiştir. Bu ateşin gücü ve yıkıcı tesirine bakılırsa, bileşiminin ham petrolden meydana geldiği anlaşılır. O dönemde yaşayan insanların bu maddeye sahip olmaları ise, şaşılacak bir olay olmasa gerektir. Zira Kayyâre[521] ve Hît[522] gibi petrol bölgeleri onların yakınında idi[523].

Bi'ıyük bir ihtimalle Hadar ateşi yanıcı maddelerden imal edilmekteydi, O devrin insanları taş yerine zift maddesini kumaş içine koyarak top şeklinde kullanıyorlardı. Zira zift maddesi de petrol kadar yanıcı bir maddedir. Böylece onlar bu ateşin imalinde kullanılan malzemenin uzun süre yanmaya devam etmesini de sağlamış oluyorlardı[524].

Bu ateşin bileşimi hiç değişmeden M. 350 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra ona ham petrolün bir çeşidi olan taş yağı eklendi ve bu sonuncu bileşim on asır boyunca herhangi bir değişime uğramadı. Sonra bu silahın malzemelerine potasyum nitrat ve türbentin, arkasından da antimuan ve özel bazı hayvani yağlar eklendi. Son olarak suda ıslatıldığında bileşime yüksek ısı kazandırsın diye ona sıcak kireç ilave edildi[525].

Hadar ateşi, onu meydana getiren malzemesi ile ilk temasında kendiliğinden yanmaya başlardı. Bu özelliğinden dolayı da zaman zaman ona "sıvı ateşi" veya "deniz ateşi" denirdi. Ateş gemiden atılmadan önce deniz suyuyla nemlendirilirdi. Bu işlem yapılmadığı taktirde atış esnasında havayla teması sonucunda hemen alev alarak yanar, içinden kalın bir duman çıkıverir ve büyük bir padamaya yol açardı. Sonuçta ortaya çıkan alevler bir anda her tarafı sarar ve büyük yangınlara sebep olurdu. Bununla birlikte bu ateşi su da dahil hiç bir madde söndüremezdi. Aksine böyle bir uygulama onun daha da güçlü bir şekilde yanmasına sebep olurdu. Fakat buna rağmen onu kum ve sirkeden oluşan bir madde ile söndürmek mümkündü[526].

Hadar ateşinin doğulular tarafından savaşta kullanılması ise, M. VII. yüzyılda Callinikos adında bir Suriyeli mühendisin gizlice Kostantiniyye'ye kaçarak Hadar ateşinin formülünü Bizanslılar'a vermesinden sonraya rastlamaktadır[527].

Hadar ateşi BizanslIlar tarafından ilk defa. Halife Muaviye zamanında İstanbul'un fethi için gönderilen Süfyan b. Avf kumandasındaki İslam ordularına (M. 674) daha sonra da İstanbul'u kuşatan Ruslar'a ve yine Müslüman kuvvetlerine karşı kullanılmış ve tesirli olmuştur[528].

BizanslIlar, bu silahın yapımını doğululardan öğrendiler. Sonra müslü- manlar bu silahın formülünü Bizanslılar'dan öğrenerek ona "Rum ateşi" adını verdiler [529]. Böylece bu silah daha da gelişmiş biçimde Müslümanların hizmetine girmiş oldu [530]. Sonuçta bu ateşe "neffate"[531] veya "Zerraka" adi verildi ve onu kullanan gemiler, İslam ordusunun ve İslam donanmasının ozel bir bölümünü teşkil etmeye başladı[532].

Ortaçağda Müslümanlar Rum ateşini oluşturan maddeler üzerinde çalışmalar yaparak onu daha da gelişmiş bir silah haline getirdiler. et-Tarasûsi. petrol, kükürt, Sicak kireç, ağaç kavunu ve keten yağı, yumuşak saman, buğ- day kepeği. Pelesenk (mürver) yağı, dolfin (bir çeşit Yunus balığı) yağı, sinderûs[533]zamkı, reçine (ağaç sakızı veya çam zamkı), dut ağacı kabuğu ve yumurta kabuğundan meydana gelen yanıcı maddelerin imalini şöyle anlatır: "Bu maddeleri ozel yöntemlerle ve belli ölçülerle birbirine katmak suretiyle yakmada büyük bir güce sahip bir bileşim elde edilmiş olur. Sonra bu sonuncu madde bir dağarcık İçine konulur ve üzerine inbik (damıtma cihazı) yerleştirilir. Daha sonra bir parça kumaş alınır ve altında güçlü bir ateş yakılır tâki hepsi damlatılmış olur. Sonra damlatılmış yağ alınarak üzerine bir miktar sicak kireç eklenir, arkasından da ona dorttebir nisbetinde petrol ilave edilir. Sonra silah olarak savaşta kullanılır. Bu şekilde hazırlanmış olan silah kullanıldığında eşi emsâli bulunmayan büyük yangınlara sebep olur[534].

et-Tarasûsî, ikinci bir formülden bahsederek şöyle der : "Küçük boy ağaç kavunu alınır ve üzerindeki kabuğu soyulur, sonra da soluncaya dek bir yere bırakılır ve yağı sıkılır. Sonra defalarca ateş üzerinde pişirilir. Daha sonra üzerine pelesenk yağı eklenir ve savaşta kullanılır. Bu şekilde hazırlanan silah yangın çıkarmada harikalar yaratır[535].

et-Tarasûsî, diğer bir formülünde de şunu anlatır: "Bir miktar sinderûs zamkı, bir miktar çam zamkı ve bir miktar petrol tuzu, ağaç kavunu yağı ile karıştırılır ve ateşte kaynatılır.". Bu şekilde hazırlanan silahın ateşini söndürmek mümkün değildir. Anlaşılan bu ateşlerin bazıları oklarla atılmaktaydı veya çömleklere konularak mancınık kolu ile fırlatılıyordu[536].

1248'de, Frank'ların kampı Eyyubî ordusunun gerçek bir bombardımanına hedef oldu. Kral Saint-Louis Nil kıyılarına geldiği zaman çok büyük bir ateşle karşılandı. "Bu, diye yazıyor Joinville, sanki gökten düşen bir yıldırımdı ve bana havada uçan büyük bir ejderha gibi geldi. Öyle çok ışık veriyordu ki, bizim etrafımız gündüz gibi aydınlık olmuştu. Orada o kadar çok alev vardı, her bomba düşüşünde heyacanlanan Fransız kralı şöyle bağırıyordu: "Güzel Rabbım İsa, beni ve adamlarımı koru.[537].

Anlatılanlara göre Mağripli bir asker emîr Seyfüddin el-İkiz'e (H. 767 / 768) yeni bir silah arz etti. Bu silah ise, ağzı dar, içi yumuşak zift ve idrarla doldurulmuş bazı çömleklerden ibaret idi. Emîr el-İkiz, onun bu icadını görünce çok beğendi ve şehirdeki bir çömlekçiye emir vererek bol miktarda bu silahtan yapmasını istedi. O da yumuşak zift ve idrarla doldurulmuş 10.000 adet çömlek imal etti ve bu çömlekler ihtiyaç anında kullanılmak üzere şehirdeki silah deposuna kondu. Sonra mancınıklarda kullanılmak için büyük boy çömlekler de hazırlanarak aynı depoya kaldırıldı[538].

Rum ateşinin fındık büyüklüğünden fıçı büyüklüğüne kadar birçok çeşidi vardı. Bunlar büyüklüğüne ve yerine gore ok ucuna bağlanarak veya mancınıkla, topun icadından sonra ise toplarla atılmıştır. Şişeler İçinde hazırlananlan ise, günümüzdeki el bombaları gibi kullanılırdı. Surlara tirma- nanlara karşı büyük kaplarla burçlardan aşağı boşaltılan bu ateş araplarm eline geçtikten sonra havai fişeklerle ve mancınıklarla atılmıştır[539]

Rum ateşinin kullanımı XIV. yüzyıldan sonra Anadolu'da da yayılmış ve Timur İzmir Kalesi'ni bu ateş sayesinde alabilmiştir. BizanslIlar bu ateşi son olarak I453'te Osmanlilar'in İstanbul'u kuşatmaları sırasında kullanmışlardır[540].. İstanbul'un fethinden sonra, Osmanlı Türkleri tarafından topun geliştirilmesiyle ikinci planda kalan Rum ateşi Avrupa'da bir süre daha varlığını sürdürmüş, XIX. yüzyılda ise tamamen tarihe karışmıştır[541].

Ortaçağda Müslüman hükümdarlar yapım sırrını gizledikleri, yeni keşfedilmiş silahlan denedikleri ve sakladıkları "Dâru's-Sınâ'a" denilen silah depolarına ve barutluklara sahiptiler. Çok sonraları, XIV. yüzyılda, bu gibi işlerde artık mahirleşmiş olan AvrupalIlar bunların sırlarını aşırmaya başladılar[542].

Barutun İcadı ise uzun zaman Roger Bacon, Büyük Albert, Berthold Schwarz isimlerine bağlanmıştır.

Gustave Le Bon şöyle der : "Casiri'nin ilk ünce takip ettiği yoldan giderek Reinaud ve Fave ve nihayet Andres ve Viardot'un elde ettiği neticeler göstermiştir ki, barutun mermileri bir patlayıcı madde olarak kullanılması sadece Araplar'm eseridir. Bu yazarlardan ilk ikisi, çalışmalarının başında barutun Çinliler tarafından icat edildiği yolundaki yaygın fikri kabul etmişlerdi. Fakat 1850 yılında yayınladıkları bir eserlerinde bu fikirlerinden donüyorlar. Elde ettikleri yeni yazmalar, bütün dünyada harp usullerini kökünden değiştirmiş olan bu buluşun araplar tarafından yapıldığını göstermektedir. Onlar diyorlar ki : "Kühercilenin bulunması ve bunun havaî fişeklere uygulanması Çinlilere aittir. Araplar barutun büyük itici gücünü görmüş ve bu gücü kullanmışlardır, bir kelime ile, ateşli silahların mucidi Araplardir [543].

Tarihçiler genellikle ilk topun 1346 yrhnda yapılan Cercy savaşında kul- !anıldığını kabul ederler. Fakat, Arap yazmalarında bulunan bazı bilgiler, bu silahın çokönceden kullanılmaya başladığını ortaya koruyor. Conde tarafından tercüme edilen yazmalardan birinde Ya'kup isimli bir emir'in 1205 yılında kendisine karşı ayaklanan Afrika'daki Mahedra şehrini nasıl kuşattığı anlatılmaktadır." Kale duvarlarım çeşitli makineler, bombalarla ve o zamana kadar görülmemiş silahlarla tahrip etti. Bu silalılarm her biri büyük taşlar ve demirden bombalar fırlatıyor ve bunlar şehrin ortasına düşüyordu[544].

İbn Hadun topların şehirleri kuşatmada kullanıldığını zikrederek şöyle der: "Sultan Ebu Yusuf Magrib ülkesini fethedince (H. 672 / M. 1273) yi- Irnda Sicilmase şehrini Abdulvadogulları'nın elinden almak için büyük gayret sarfetmeye başladı. Boylece H. 672 yılının Receb ayında üzerlerine ordular gönderdi. Bu İş için de Zenhate, Arap, Berberi ve bütün askerlerini harekete geçirdi. Sonra kuşatma silahları olan büyük ve küçük hacimli mancınıklar, demir gülleler atan toplar kurdu ve bu topların gülleleri barut içinde yanan ateşin önündeki depodan şaşırtıcı bir şekilde çıkıyordu. Bu olay ise, filleri yaratan Allah'ın gücünü göstermekteydi[545].

O zamanki yazmalar ateşli silahların kısa zamanda Arapların arasına ya- yıldığını gösteriyor. Bu silahları özellikle 1342 yılında Algesiras şehrine hücum eden Alphones XI'e karşı kullanmışlardı. Alpliones XI'irı vakanüvisti şöyle diyor: "Şehirdeki Magripliler orduya karşı gök gürültüleri yapıyorlar ve onun üzerine büyük elmalar hacminde demir gülleler atıyorlardı. Bunlar bazen o kadar ileri gidiyordu ki, ordunun üzerinden aşarak gerilere, bazıları ise ordunun İçine düşüyordu[546]. Bu muhasaraya şahsen katılan Ingiltere'nin Derby ve Salisbury kontları barutun yaptığı tesirleri gözleriyle gördüler. Sonra bu buluşu memleketlerine götürdüler. Böylece ingilizler'in bu tarihten dort yrl sonra Crecy savaşında ilk defa barutu kullandılar[547].

Arap el yazmalarında Müslümanların kullanmış oldukları barut ve ateşli silahların formülleri hakkmda bilgiler bulunmaktadır. M. XIII. yüzyılda yazılan ve Reinaud tarafından çevrilen bir el yazmasında şöyle denir: "Topta kullanılacak malzemenin vasfı ve miktarının açıklaması: On dirhem barut tozu,

İki dirhem kömür, birbuçuk dirhem kükürt almarak toz haline gelene kadar dövülür. Sonra yar imasından korkulduğu İçin bu maddeler topun üçte birine doldurulur. Bu sebepten dolayı marangoz ağaçtan bir top yapmalı ve bu topun hacmi namlusuna uygun olmalıdır. Malzeme şiddetli bir şekilde doldurulur. Bir de ona ya kurşun ya da ok eklenir. Sna yakılır ve topun olçüsü, deliğine uygun olmalıdır. Eğer topun ölçüsü namlunun deliğinin genişliğinden daha derin olursa, o top eksiktir demektir[548].

Barutla ilgili Avrupa'da yapılan ilk tarif ve hazırlama formülü, Marc adını taşıyan Grek asıllı biri tarafından yaklaşık 13OO'de yazılmış bir eserdeki "Ek" bölümde bulunmaktadır. 1300 yılından kısa bir süre once muhtemelen bir Suriye'li olan Hasanu'r-Rammah Necmu'd-Din el-Ahdeb,"el-Furûsiyye ve'd-Denâsibu'l-Harbiyye" adil eserini telif etmiş ve bunda barutun yapılmasında kullanılan bir ana madde olan "güherçile" yi zikredip anlatmış ve fişek yapımı ile ilgili bir takım tarif ve formülleri de bize vermiş bulunmaktadır[549].

Barutun İslam dünyasına girişi ve ateşli silahlarda kullanılması, Türk tarihi İçinde belirli merhaleleri de beraberinde getirdi. Silah sanayinin gelişmesi, çok değişik büyüklük ve ağırlıkta silahlann kullanılmaya başlanması, siyasi tarih kadar devletlerin iktisadi yapışına, hatta hukuk kavramlarına da tesir etti [550].

Barutu en iyi tanıyan ve kullananların başında Anadolu Selçukluları geliyor. Çünkü kısa süre içinde Karamanoğullan top imalinde ileri gittiği gibi ele geçirilen kalelere neft atıcılar, zenberekçiler ve topçular koydukları da bilinmektedir[551].Türklerin muhasara aleti ve yangın vasıtası olarak kullandıkları neffatelerin neftleri ve katran Erzurum'da ve Arap coğrafyacılarının (Yanar göller) dediği Antalya 'nin kuzeyinden temin ediliyordu. Türkler Bozdoğan silâhını ve kalelerin muhasarasında Kara-buğra veya Kara-buğa denilen büyük mancınıkları kullanıyorlardı. Erzurum meliki Cihân-şâh'da bu makineye sahipti[552]. XII. asrin sonlarında Sivas'ta harp makineleri imal ediliyordu. Aydınoğullarının şavaşlarda kullandıkları "tüfekler" zemberekle yağmur gibi mermi aüyordu ki bunun modern tüfeğin ilk şekli olduğu itimal dahilindedir[553].

Memlükler XIV. asrın ikinci yansında topu savaşlarda kullanmaya başladılar. el-Kalkaşandî, el-Eşref Şa'ban b. Hüseyn zamanında İskenderiyye şehrinde görmüş olduğu bir topu şöyle tanıtır: "el-Eşref Şa'ban b. Hüseyn döneminde İskenderiyye'de Emîr Salahaddin b. 'İrâm'ın (Allah ona rahmet eylesin) valilik konağında bakır ve gümüş madeninden imal edilmiş bir top gördüm. Bu top demir zincirlerle bağlanmıştı. Onunla meydandan, demirden yapılmış ve aşırı bir şekilde ısınmış muazzam bir gülle fırlatıldı ve bu gülle uzak bir mesafede yer alan boğazdaki kumsala düştü[554]. el-Kalkaşandî diğer bir haberinde de kuşatma silahlarını anlatır ve şöyle der: "Kuşatma alederi çok çeşididir. Bunlar mancınıklar, oklar, mızraklar ve barut toplarından oluşmaktadır. Toplarla Rum ateşi fırlatılır ve bunların durumu daha da farklıdır. Bunlardan bazıları ile bir taşı delecek kadar güçlü oklar atılır. Diğerleriyle de on ile yüz Mısır rıtlı ağırlığında demirden yapılmış gülleler fırlatılmaktadır."[555]

Fakat topun Memlükler tarafından yaygın bir şekilde kullanışı ancak M. 1389-1390 yıllarında gerçekleşmiştir. Bu da Memlüklü hükümdarı Berkûk ile ikddarı ele geçirmeye çalışan karşıdan arasındaki çekişme dönemine rastlamaktadır. Bu esnada özellikle Kahire ve Dımaşk Kalelerinin muhasarasında geniş çapta toplar kullanıldı[556].

Arnavuduk'la ilgili 1431 sonrası kayıtları topun en geç Sultan Mehmed I (1413-1421) zamanında ve belki de daha önce Osmanlı Devleti’nde kullanılmaya başladığını gösteriyor. Osmanlılar'da topun kullanışıyla ilgili bazı bilgiler bulunmaktadır: Örneğin; Bizans'a karşı (1422), Adalia'da (1424) ve Korent berzahı Hexamilion’a karşı (1446). Bunlar dışında en iyi bilineni; Mehmed II'nin (1451-1481)İstanbul Kuşatmasına büyük toplar getirmiş olmasıdır (1453). Osmanlılar'ın topu ilk kez Kosova Meydan Savaşında (1448) kullandıkları bilinmektedir[557].

Ispanyol topçu Collado, Osmanlı toplarında topu meydana getiren unsurların ebatlarının birbirine olan oranlarının uyumlu olmadığını ve kusurlu olduklarını, ancak metallerinin sağlam olduğunu ifade eder. Osmanlılar, genellikle, çok ağır ve taşıması zor olduğundan savaş alanına hazır dökülmüş top götürmezler, gerekli metal malzemeleri götürürlerdi. Kale kuşatması başlamazdan önce bu malzemelerle top dökümü yapılır ve kuşatma sona erdiğinde bir sonraki kuşatmada kullanılmak üzere taşımada kolaylık olsun diye parçalarına ayrılırdı[558].

XIV. yüzyılda Osmanlı Devleti, silah fabrikalarında çalışan çok yetenekli sanatkârların yanında demir ve bakır ocaklarında çalışan işçilere de sahip bir ülkeydi. Ayrıca Osmanlı ordusu fethettiği kalelerde bol miktarda top ve muhimmât ele geçiriyordu ve bu toplar tekrar düşmanlara karşı kullanılmaktaydı. Devlet, kuşatma altında bulunan kalelerin yakınında kurmuş olduğu geçici silah atölyelerinin yanında, önemli merkezlerde büyük askerî hamlelerin ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla top üreten fabrikalar kurmuştu. Anlatılanlara göre büyük toplar 1440 yılında Semederevo'da, 1456 yılında da Krusevac'da imal edilmekteydi[559].

Fatih Sultan Mehmet'in emri ile Urban tarafından imal edilen topların her birinin ağırlığı 18,75 ton, uzunluğu 5,10 m., ayarı 62,5 sm. ve ,bu topların fırlatmış olduğu her güllenin ağırlığı ise 800 libre idi[560]. İstanbul kuşatmasından ondört yıl sonra Crito Polis bu topların nasıl imal edildiğini anlatarak şöyle der: "Bir miktar temiz ve hafif silikatlı çamur alınır ve birkaç gün yoğurmak suretiyle yapışkan bir madde haline getirilir. Sonra bu madde keten ve kendir lifleri ile karıştırılır. Sonra bu karışım daha da yapışkan bir duruma gelmesi için defalarca yoğrulur ve ondan kalıp yapılarak içine sıvı şeklindeki bronz maddesi dökülür. Bununla birlikte kalıbın boyu 40, namlunun çapı 12 ve barut haznesinin çapı da yaklaşık 16 karış olması gerekir[561].

Top, ancak kuşatma savaşlarında layık olduğu mevkie ulaştı. Kullanılmakta olan döküm teknikleri halen oldukça kabaydı. Üretimi tamamlanmış olanlar beklenen atış sıklığını ve hassasiyyetini sağlamaktan uzaktı. Hedefe yöneltme için top, namlusunun altında, namlunun istenilen yüksekliğe getirilmesini sağlayan ve doldurma bölmesinde geri tepmeyi kontrol eden kiriş ve kamalardan müteşekkil bir mekanizmaya sahipti. Bundan dolayı ilk gelişme evrelerinde top harekedi hedefler üzerinde fazla etkili değildi[562].

Kuşatma savaşında kullanılan büyük topa mükemmel bir örnek Osmanlı bacaluşkasıdır. Bu toplardan birisi Malta'da kullanılmıştı; kendi ağırlığının 18 ton ve atüğı demir güllelerin de 100 kg. olduğu söylenir[563].

Kuşatma savaşında toptan daha önemli olan aletler barutun kullanışına bağımlıydı. Bunlar arasında; büyük taş ve metal parçaları fırlatan havân; patlayıcı ve parçalanabildi malzemelerle (demir ve cam parçaları) doldurulup havândan fırlatılan bomba (humbara); tunçtan, camdan ve hatta topraktan yapılan, yanıcı ve patlayıcı maddeler ihtiva eden el bombası (el humbarası); yakın yerlere atılabilen fitilli sacchi di polvere ve hendek kazılması sırasında duman perdesi oluşturmada tutuşmayan karışımlar ya da geceleri aydınlatma sağlayan mermiler zikredilebilir[564].

Buna rağmen bütün bu kuşatma savaşı alet ve silahlarının hiç biri mayından (lağım) daha etkili değildir. Bu kuşatma savaşı silahını kullanmada geniş insan gücü kaynağına sahip oluşları nedeniyle Osmanlılar büyük bir başarı göstermişlerdir. Yeraltı lağımları, genellikle kalenin altında kazılmış birden fazla galeriden oluşan ve herbirisinin sonunda barutla doldurulmuş odalar şeklinde hazırlanırdı[565].

Bibliyografya

A. Yu. Yakubovskiy, Altin Ordu ve Çöküşü, (Gev: Hasan Eren), Ankara, 1992.

A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981.

Abda Ali Mehna, Lisânu'1-Lisân (Tehzibu Lisânî'1-Arab li İbn Manzur), Beyrut, 1993.

Abduccebbar Mahmud es-Samarrâî, Takniyetü's-Silah 'indelArab (Aletü'1-Hisâr), el-Mevrid, Bağdat, 1986, c. XV, s. 1, s. 12.

Abdulkadir Ozcan, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Ateş-i Rûmî Maddesi, İstanbul, 1991, c. IV, s. 57.

Adem Metz, el-Hadaretii '!-İslamiyye fi'1-Karni'r-Râbi' el-Hicri, (Trc: Muhammed Ebu Ride), Beyrut, 1967.

Afetinan, Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti, Ankara, 1992.

Ahmed Muhtar el-ibâdî, fi Tarihi'1-Mağrib ve'1-Endelüs, Beyrut, (Trz.).

Ali Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, (Gev: Bahriye ü؟ok), İstanbul, 1972.

Azimî, Azimi Tarihi (Selçuklularla ilgili Bölümler), (Yay: Ali Sevim), Ankara, 1989.

Barthold, Moğol istilâsına Kadar Türkistan, (Gev: Hakki Dursun Yıldız), Ankara, 1990.

Bertold Spuler, İran Moğollan, (Gev: Cemal Köprülü), Ankara, 1987.

CevadAli, el-Mufassal fi Tarihi'l-Arab Kable'l-İslam, Bağdat, 1983.

Claude Cahen, OsmanlIlardan önce Anadolu 'da Tiirkler, (Gev: Yıldız Moran), İstanbul, 1979.

Corci Zeydan, Tarihu't-Temeddiini'l-İslami,Beyrut, (Trz.).

Ebu Ya'la, el-Ahkamu 's-Sultaniyye, Kahire, 1973.

El-Alûsî, BuluğuTEreb fi Ma'rifeti AhvairiArab, Beyrut,(Trz.).

El-Askeri, el-Evail, Beyrut, 1987.

El-Bekrî, Mıı'cem mâ Ista'cem mîn Esmâi'l-Bilâd ve'l-Mevâzi', (Thk: Mustafa es-Sakka), Beyrut, 1983.

El-Belazuri, Fütûhuî-Büldan, (Çev: Mustafa Fayda), Ankara, 1987.

El-Beyrunî, el-Cemâhir fi Ma'rifeü'l-Cevâhir, Beyrut, 1984.

El-Cahız, el-Mehâsin ve’l-Ezdâd, Mısır, 1324

El-Câhız, et-Tabassıır bî't-Ticâre, (Thk: Haşan Hüsni Abdulvehhab), Beyrut, 1983.

El-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler'in Faziletleri, (Çev: Ramazan Şeşen), Ankara, 1988.

El-Cehşiyarî, el-Vüzera' ve'l-Kııttâb, (Thk: Mustafa es-Sakka-İbrahim el- Ebyarî-Abdulhafîz eş-Şiblî), Kahire, (Trz.).

El-Hemdanî, Sıfattı Cezîreti'l-Arab, Kahire, 1953.

El-Himyerî, Sıfattı Cezireti'l-Endelüs, Kahire, 1937.

El -İbşihî, el-Müstatraf mîn külli Fennin Müstazraf, (Thk: Mufıd Muhammed Kamiha), Beyrut, 1986.

El-İdrisî, Nüzhetü'l-Müştâk fiİhtirâki'l-Afak, Kahire, 1994.

El-İsfahanî, Mehâsinu İsfahan, Tahran, 1933 .

El-İstahrî, el-Mesâlik ve'l-Memâlik, Leiden, 1927.

El-Kalkaşandî, Sııbhu'l-A'şa fi Sınâ'ati'l-İnşa', Beyrut, 1987.

El-Kazvinî, Asâru'l-Bilâd ve Ahbâru'l-İbâd, Beyrut, (Trz.).

El-Kettanî, et-Terâtibuî-İdâriyye, Beyrut, (Trz.).

El-Makdisî, Ahsenu't-Takâsim fi Ma'rifeti'l-Akâlim, Leiden, 1904.

El-Makrizî, el-Mev'âiz veî-İ'tibâr fi Zikri'l-Hıtat ve'l-Asâr, Kahire, 1270.

El-Makrizî, İğâsetü'l-Ümme b! Keşfi'l-Ğamme, Humus, (Trz.).

El-Makrizî, en-Nukudu’l-Kadîme ve'l-İslamiyye, (Çev: İbrahim Artuk), Belleten, XVII / 67 (1953).

El-Maverdî, el-Ahkâmıı’s-Sultaniyye ved-Düveli'l-İslamiyye, Kahire, 1973.

El-Mesudî, Murûcu'z-Zeheb ve Me'adini'l-Cevher, (Thk: Kasım eş- Şemma'î er-Rifâ'î) Beyrut, 1989.

El-Müberred, el-Kamil, (Thk: Muhammed Ahmed ed-Dâlî), Beyrut, 1993.

El-Ömerî, Mesâliku'l-Absâr fî Memâliki'l-Amsâr, (Thk: Dorothea Krawulsky), Beyrut, 1986.

El-Ya'kubî, Kitabu'l-Bııldan,Leiden, 1892.

Enver Abdul'alîm, el-Milâha ve Ulûmu'l-Bihâr Inde'1-Arab,Kuveyt, 1979.

Es-Suyutî, Tarihıı'l-Hulefa, Beyrut, (Trz.).

Eş-Şeyzerî, Nihâyetü'r-Rütbe fî Talebi'l-Hisbe (İslam Devletinde Hisbe Teşkilâtı), (Çev: Abdullah Tunca), İstanbul, 1993.

Et-Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülük, İran (Trz.).

G. Le Strange, Büldânu'l-Hilâfeti'ş-Şarkıyye, (Trc: Beşir Fransis- Gorgis Avvâd), Beyrut, 1985.

Gustav Le Bon, Hadâretıı'l-Arab, (٦١rc: Adil Zu'aytır), Kahire, 1948.

Halil Sahillioğlu, T. D. V. İslam Ansiklopedisi, Dinar Maddesi, İstanbul,c. IX, s. 353.

Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan, en-Nuzumn’l-İslamiyye, Mısır, 1939

Haydar Bammat, İslamiyetin Manevî ve Kültürel Değerleri, Ankara, 1963.

Heyet, el-İrak fî't-Tarîh, Bağdat, 1983.

İbn Abdi'l-Berr, el-İsti'ab fî Ma'rifeü'l-Ashab, Beyrut, (Trz.).

İbn Batuta, Rilıletü İbn Batuta, Mısır, 1938.

İbn Cübeyr, Rihletü İbn Cübeyr, Bağdat, 1937.

İbn Fazlan, Seyâhatnâme, (Haz: Ramazan Şeşen), İstanbul, 1975.

İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi's-Sahabe, Beyrut, (Trz.).

İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1992.

İbn Havkal, SuretiiTArz, Leiden, 1967.

İbn Hurdazbih, el-Mesâük ve'1-Memâlik, Bağdat, (Irz.).

İbn Kuteybe, Uyunu'1-Ahbâr, Beyrut, (Trz.).

ibu Manzur, Lisânu'1-Ârab, Beyrut, 1990.

İbn Memmâû, Kavinin u 'd-Devâvîn, (Thk: Aziz Stryal Atiyye), Kahire, 1991

İbn Rüşte, (‘!-A 'lâkıı İı-Nefise, Leiden, 1891.

İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kubra, Beyrut, 1985.

İbn Sina, el-Kanûn fî't-Tıb, Bulak, 1294.

İbnu'l-Esîr, el-Kamil fî'1-Tarih, Beyrut, 1979.

İbnu'1-Fakîh, Muhtasarı¡ Kitabi'l-Buldan, Leiden, 1302.

İbnu'1-Mücâvir, Tarihliİ-Miıstabsır, Leiden, 1951.

İbnu'l-Baytar, Kitâbıı'1-Câmi' li Müfredat¡TEdviye ve'1-Ağziye, Bulak, 1291.

İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara, 1991.

İsmail Hakki Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devlederi, Ankara, 1988.

Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul, 1986 1989

Komisyon, İslam Tarihi (Kültür ve Medeniyeti) ,İstanbul, 1989.

Kudame b. Ca'fer, el-Harac ve Smâ'atu '1-Kitâbe, (Thk: Muhammed Huseyn ez-Zebidi), Bağdat, 1981.

Lewis Ma'lûf, el-Muncid fî'l-Luğa ve'l-A'lâm, Beyrut, 1981.

Mahmud Yasin Ahmed etTekriti, el-Eyyııbiyyıın fî Şimâli'ş-Şam ve'1- Cezire, Beyrut, 1981.

Mahmut H. §akiroğ!u, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Barut Maddesi, İstanbul, 1992, c. V, s. 92.

Marco Polo, Geziler Kitabi, (؟ev: Ömer Güngören), İstanbul, 1985.

Mehmet Zeki Kuşoğlu, Resimli Ansiklopedik Türk Kuyumculuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1994.

Mourice Lombard, el-Cuğrafiyyetü't-Târihiyye li'l-Alemi'l-İslami Hilâle'l- Kurûni'l-Arba'ati'l-Ulâ, (Trc: Abdurrahman Hamide), Dımaşk, (Trz.).

Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (Çev: Salih Tuğ), İstanbul, 1980.

Muhsin Muhammed Hüseyn, el-Ceyşu'l-Eyyûbî fi Ahdi Salahaddin, Beyrut, 1986.

Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara, 1982.

Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1993.

Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul, 1980.

Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara, 1988.

Philip Hitti, Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, (Çev: Salih Tuğ), İstanbul, 1983.

Ramazan Şeşen, Salahaddin Devrinde Eyyûbîler devleti (H. 569-589/M. 1174-1193), İstanbul, 1983.

Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1985.

Reşidi, Umdetü'l-Muhtâc fi 'İlmeyyi'l-Edviye ve'l-'İlâc, Bulak, 1283.

Ruy Gonzales de Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur, (Trc: Ömer Rıza Doğrul, Sad: Kâmil Doruk), İstanbul, 1993.

Salah Hüseyn el-Ubeydî, el-Kazâifü'n-Nâriyye ve'l-Bârudiyye el-Arabiyye fi Davi'l-Masâdiri'l-Eseriyye, Mecelletü Kulliyyeti'l-Adâb, Bağdat, 1978, S. 23, s. 56.

Semiru'l-Hâdim, es-Silâhu'n-Nariyy ve Eseruhu fi'ş-Şark, Beyrut, 1980.

Şeyhü'r-Rebve, Nühbetü'd-Dehr fi Acâibi'l-Berr ve'l-Bahr, Beyrut, 1988.

Uluslararası İbn Türk. Harezmî, Farabî, Beyrûnî ve İbn Sina Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1990, s. 396-398.

Ulker Erginsoy, İslam Maden Sanatmm Gelişmesi,Istanbul, 1978. üsâme b. Münkız, ibretler Kitabi, (؟ev: Yttsuf Ziya Comert), İstanbul, 1992.

Yakut el-Hamavi, Mu 'cemu '!-Buldan, (Thk: Ferid Abdulaziz el-Cündî), Beyrut, (Trz.).

Yasin İbrahim Ali elCa'feri, e!-Ya'kubî el-Miierrih ve'1-Cuğrafîyy, Bağdat, 1980

Zekiyye Ömer el-Ali, Huli İslamiyye iktanaha el-Methafu'1-İrâkî, Siimer Der., Bağdat, 1974, c. XXX, s. 1, 2, s. 281.

Dipnotlar

  1. Bkz. Ülker Erginsoy, İslam Maden Sanatının Gelişmesi, İstanbul. 1978, s. 7-8
  2. Aynı eser, s. 8
  3. Afetinan, Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti, Ankara, 1992, s. 203
  4. Aynı eser, s. 204.
  5. Heyet, d-irâk E't-Tarîh, Bağdat, 1983, s. 201
  6. Cevad Ali, d-Mufassal E Tarihi'l-Arab Kable’l-islam, Bağdat, 1983, c. VII. s. 515
  7. Neşet Çağatay, idam öncesi Arap Tarihi ١'e Cahiliye Çağı. Ankara, 1982, s. 151. Baz, kaynaklar. Ebu Cehl'in kardeşi elAs b. Hişam. Cerir b. Amr, ed-Dahhak b. Kays'ııı babasr Kays, Ma'mer b. Osman ve Sirin b. Muhammed b. Sirin adındaki kişilerin Mekke'de demircilikle uğraştıklarını bildirmektedir. Bkz. el-Câhız. el-Mehasin ve'1-Ezdâd, Mısır, 1324. s. 107: ibn Ruste, d-A 'iâktı 'n-NeEse, iden. 1891, c. VII, s. 215.
  8. Neşet Çağatay, s. 151
  9. Philip Hitt, Siyasi ve Kültürel islam Tarihi. ( Çev: Salih Tuğ ), İstanbul, 1989. c. I, s. 77- 78
  10. Neşet Çağatay, s. 157. Bazı fıkıh imamları madenlerden zekat alınmasını savunurken, diğerleri beştebir şeklinde bir verginin alınmasını uygun görmektedir. Kudame b. Ca'fer. el Harac ve Sınâ'atu'l-Kitâbe adlı eserinde konuya şöyle bir açı klık getirmektedir: ~elle rikâz da denilir. Ali b. Ebi Talib'e dayanan bir Hadis'te, Ebu'l-Waris el-Esedi yüz koyun kaşılıgı nda bir maden ocagını satın aldığında Hz. Peygamber ona: " Sahip olduğun rikaz " demişti. Bu söze dayanarak madene rika' zdendi. Bir rivayete göre 'Ad kavminin savaşları esnasında yere gömülen ve sonradan ortaya çı karılan mallar konusunda Hz. Peygamber'e sorulduğunda, o : " Bu mallardan ve rikâzdan beştebir vergisi alınır " demişti. Bu sözde!' de rikâzı n gömülen mallar anlamına gelmediği anlaşılmaktadı r. Bu meyanda Iraklı fakihler maden ve yere gömülen malları rikâzdan kabul ederek, bundan beştebir vergisi alınır derlerken, Hicazillar, rikâz, sadece gömülen malları kapsar ve ondan beş tebir vergisi alınır, maden rikâz kapsamı na girmez, dolayısıyla ondan beştebir vergisi de alınmaz, fakat ondan zeltat alınır iddiasında bulunurlar. Bkz. Kudame b. Ca'fer, el-Hat-ac ve Sina'atul-Kitâbe, ( Thk: Muhammed Hüseyn ez-Zebidi ), Bağdat, 1981, s. 238-239.
  11. İ bn Sa'd, et-Tabakattfl-Kubra, Beyrut, 1985, c. IV, s. 277 ; İbn Hacer, el-İsabe fi Temyizi's-Sahâbe, Beyrut, ( Trz. ), c. IV, s. 45.
  12. Cevad Ali, c. VII, s. 514.
  13. Bu maden, el-Yemâme ile Zırye toprakları arası nda olup, Ebu Bekr b. Kilâb oğullarına aitti. Bkz. Yakut el-Harnavi, Mu'remul-Buldan, (Thk: Ferid Abdulaziz el-Cündi ), Beyrut, ( Trz. ), c. I, s. 138.
  14. Bu maden ocağından bol miktarda altı n çıkanlmaktaydı. Bkz. Cevad Ali, c. VII, s. 512.
  15. Aynı eser, c. VII, s. 512.
  16. Bu altın madeni Akil topraklarındachr ve burası Arap Yarımadası'nın en zengin maden ocaldarı ndan biridir. Hz. Peygamberin bu madenle ilgili şu sözü meşhurdur: "Akil topraklarına altın yagdınlmışur. " Bkz. Cevad Ali, c. VII, s. 512.
  17. el-Alüsi, Buluğul-Ereb İl Marifeti Ahvall'I-Arab, Beyrut, ( Trz. ), c. I, s. 204
  18. Aynı eser, c. I, s. 204; Cevad Ali, c. VII, s. 513.
  19. Yakut el-Hamavi, c. I, s. 138
  20. Bu maden ocağı Kilâboğullan'na ait olup, Medine sını rları içerisinde idi. Bkz. Cevad Ali, c. VII, s. 513.
  21. el-Ya'kubi, Kiabu l-Buldan, Leiden, 1892, s. 341
  22. Yakut el-Hamavi, c. I, s. 557; Cevad Ali. C- VII. s. 513
  23. el-Alûsî, c. I, s. 204
  24. Bu alun madeni Kilâbogulları'ndan el-AzbatoğullarıTun topta klarmda bulunuyordu. Bkz. Cevad Ali. c. VII. s. 513
  25. Bu alttn madeni ayni ismi taşıyan bir dağda bulunuyordu ve bu dağın toprağı zırnık madeni gibi san renklidir. Bkz. Ibnu'1-Mücâvir, Talihu '1-Müsubsır, leiden. 1951, c. II. s. 199
  26. Burası bir dag ismi olup, yanında altın madeni bulunmaktadır. Bkz. Cevad Ali, c. VII, s. 513.
  27. Cevad Ali, c. VII, s. 513
  28. Aynı eser, c. VII, s. 513.
  29. Bu madende alun, gümüş ve bakır bulunmaktaydı. Bkz. Cevad ?Mi, c. VII, s. 513
  30. Bu altın madeni Kilâboğulları'nın topraklarından olan Dırye'dedir. Bkz. Yakut el- Hama١î, c. V, s. 256
  31. Bu al tin madeni el-Yemame ile Mekke arasındadır. Bkz. Yakut el-Hamavi. c. V. s. 293
  32. Cevad Ali, c. VII, s. 513
  33. Ayni eser, c. VII, s. 514
  34. Yakut el-Hamavi. c. II. s. 271; Cevad Ali, c. Vll. s. 514
  35. Cevad Ali, c. VII, s. 514.
  36. Ayni eser, c. VII, s. 514.
  37. Ayni eser, c. VII, s. 514
  38. Ayni eser, c. VII, s. 514
  39. Ayni eser, c. VII, s. 514
  40. Bkz. ibn Rüşte, c. VII, s. 113; el-Kazvini, Asârııl-Bilâd ve Ahbâru'1-ibâd, Beyrut (Trz.), s
  41. ibn Hanbel, Miisned, İstanbul, 1992, c. III, s. 4.
  42. es-Suyutl, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut, ( Trz. ), s. 382
  43. Ali Mazaheri, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, (Çev: Bahriye ü çok), İstanbul, 1972,5.314
  44. el-Makdisi, AJısenıı't-Takâsim fi Ma'rifeü'1-Akâlim, ikiden, 1904, s. 397. Aynca bkz. el- isfahani, Mehâsinıı Isfahan, Tahran, 1933, s. 18
  45. el-idrisi, Nıızhetü'1-Müştâk fi İhurâki'1-Afâk, Kahire. 1994, c.l.s. 506
  46. el-Makdisi, s. 402
  47. es-Suyuti, s. 382.
  48. el-Kazvini, s. 443
  49. Ayni eser, s. 399
  50. ibnu 1 Fakih, Muhtasaru Kitabi'l-Buldan, Leiden, 1302, s. 206-207; el-Kazvini. s. 192; Mourice lombard. el-Cuğrafiyyetü't-Tarihiyye li'l-AJeıni’l-İslami Hilâle'1-Kurûni'l-Aıba'ati'l-Ulâ, ( Trc: Abdurrahman Hamide ), Dımaşk, ( Trz. ). s. 232.
  51. Yakut el-Hamavi. c. III, s. 435
  52. Mourice Lombard. s. 232.
  53. el-istalrri, el-Mesalik ve'1-Memâlik, leiden, 1927, s. 312-313,334; el-Kazvini, s. 603
  54. Yakut el-Hamavi, c. I, s. 347
  55. el-istahri, s. 312-313.
  56. Yakut el-Hamavi, c. 1. s. 205
  57. İbn Hurdazbih, el-Mesâlik ve'l-Memâlik, Bağdat, ( Trz. ),s. 179.
  58. el-İdrisî, c. II, s. 722
  59. Mısır'ın Esvan şehrinden güneye doğru onbeş günlük mesafede yer alan bölgelinin adıdır. Bkz. Yakut el-Hamavî, e. IV, s. 163.
  60. Mısır'ın güneyi ile bugünkü Sudan ülkesinin kuzeyinden oluşan bölgenin eski adıdır. Bkz. Yakut el-Hama١٦, c. V, s. 357
  61. Afrika ülkelerinden Mozambik'in güneyinde yer alan bir liman şehridir. Bkz. Lewis Ma'lüf, el-Muncid fî'l-Luğa ve'l-A'lâm, Beyrut, 1981, s. 357
  62. Mourice Lombard, s. 146
  63. el-Ya'kubî, s. 333-335. el-Ya'kubî, diğer bir rivayetinde el-'Allâkî vadisinde yer alan alun madenlerini şöyle tamur: Kim altın madenlerine gitmek istiyorsa Esvan'dan çıkarak sırasıyla iki dağ arasında bulunan ed-Dayyıka , el-Büveyb, el-Bayziyye, Beytü İbn Ziyad, 'Uzeyfır, Cebelü’l- Ahmer, Cebelü'l-Beyâd, Kabru Ebî Mes’ud, 'Ufâr ve Vâdi'l-'Allâkî bölgelerine uğrasın. Bütün bu bölgelerde arayanların bulabilecekleri altın madenleri vardır... Bkz. el-Ya'kubî, s. 334
  64. Aynı eser, s. 334-335
  65. Sudan'da bir bolgcdir. Burada kıldan çadırlarda oturan, şehirleri ve tarlaları bulunmayan, giyim-kuşam bakımından Araplar'a benzeyen ve Habeşistanlılardan daha da siyah tenli ayni adi taşıyan bir topluluk yaşamaktaydı, ülkelerinin sınırları Habeşistan. Nube ve Mısır topraklan ile çevrili idi. Bkz. el-istahri. s. 35. Buccelilerle ilgili geniş bilgi İçin bkz. ibn Havkal, Suretü'1-Arz, iden. 1967. s. 50-56
  66. Bkz. el-Belazuri, Fütûhu'l-Bûldun, ( Çev: Mustafa Fayda ).Ankara. 1987, s. 325
  67. et-Taberi. Tarihu'l-ûmem vc'1-Mülûk, itan, ( Tiz. ). c. VII, s. 377-378.
  68. Aym eser, c. VII, s. 378-379; el-Belazurl, s. 342; Kudame b. Ca'fer, s. 353.
  69. el-idrisi. c. I, s. 46.
  70. Ayni eser. c. I. s. 46.
  71. Ayni eser. c. I, s. 6869.
  72. elBeyruni, el-Cemâhir fi Ma 'rifeti'l-Cevâhil Beyrut, 1985, s. 241-242; Mourice Lombard, s. 146
  73. Ayni eser. s. 241-242: Ayni eser, s. 146147. Bu ticaret kervanlarının güzergâhı altınların depolandığı SenegalNijer bölgelerinden başlar, Nol Lamta, Sicilmase (Cezair), Rakle şehirleri ile el-Cerld bölgesinin bulunduğu Büyük Sehra'nııı kuzeyinde son bulurdu. Bu bolge ve şehirler, ozelliklede M. 757 yılnrda kurulan Sicilmase şehri, Mağrib ülkesinin altın limanlan konumundaydilar. Bkz. Mourice Lombard, s. 147. Sicilmase limam hakkında geniş bilgi ¡؟in bkz. e!-Ya'kubî, s. 359; elMakdisi, s. 231; el-istahri, s. 39; Yakut el-Hamavi, c. III, s. 217.
  74. el-istahri. s. 44; elKazvini, s. 503; el-Himyeri. Sıfatu Ceziı-eü'1-Endelûs, Kahire, 1937. s. 1.
  75. el-Kazvini, s. 502; el-Himyeri, s. 24.
  76. İbnu’l-Fakîh. s. 87
  77. el-Himyeri, s. 24; Yakut elHamavi, c. IV, s. 221
  78. Ayni eser s. 143
  79. elKazvini. s. 555; Yakut el-Hamavi, c. V, s. 19
  80. el-idrisi. c. II, s. 547: el-Himyeri, s. 16
  81. Mourice Lombard, s. 147
  82. el-İdrisî, c. II, s. 581; el-Himyerî, s. 10
  83. Bkz. Mourice Lombard, s. 147
  84. Aynı eser, s. 233.
  85. Ce١٦١d Ali, c. VII, s. 514-515
  86. Aynı eser, c. VII, s. 515
  87. Mekke ile Medine arasında yer alan bir bölgenin adıdır. Bkz. İbn Manzur, Lisânu'1-Aıab, Beyrut, 1990, c. VIII, s. 251
  88. Yemen’e bağlı bir eyalettir. Bkz. Yakut el-Hamavî, c. V, s. 308
  89. Vâdi'l-Kurâ’da yer alan bir köydür. Bkz. Yakut el-Hamavî, c. V, s. 136.
  90. Birçok köyün bulunduğu Medine'ye bağlı bir vadidir. Bkz. Yakut el-Hamavî, c. V, s. 397.
  91. el-Belazurî, s. 17
  92. Bkz. el-Alûsî, c. I, s. 204; Cevad Ali, c. VII, s. 568-569
  93. Mourice Lombard, s. 148.
  94. Yakut el-Hamavî, c. I, s. 591. Ayrıca bkz. İbn Kuteybe, Uyunu'I-AhbAr, Beyrut, ( Trz. ), c. 1/2, s. 76; Adem Metz, c. II. s. 322-323; Ali Mazaheri, s. 315
  95. İbnu'l-Fakîh, s. 207-208; el-Kazvinî, s. 192
  96. el-İdrisî, c. I, s. 506; Yakut el-Hamavî, c. I, s. 399
  97. İbn Havkal, s. 434; el-İdrisî, c. II, s. 692-693
  98. el-Makdisî, s. 397. Ayrıca bkz. el-İsfahanî, s. 18
  99. Aynı eser, s. 326
  100. Marco Polo, Geziler Kitabı, ( Çev: Ömer Güngören ), İstanbul, 1985, s. 43
  101. el-Kazvinî. s. 443
  102. Aynı eser, s. 399
  103. el-İstahrî, s. 280; İbn Havkal, s. 448
  104. Aynı eser, s. 155
  105. el-İstahrî, s. 321-313; İbn Havkal, s. 509-560; Yakut el-Hamavî, c. 1, s. 347
  106. el-İdrisî, c. I, s. 491
  107. Yakut el-Hamavî, c. 1, s. 205
  108. el-İstahrî, s. 312-313, 334; el-Kazvinî, s. 603
  109. Aynı eser, s. 312-313.
  110. Aynı eser, s. 312-313
  111. Aynı eser, s. 318-319
  112. el-Kazvinî, s. 584
  113. Aynı eser, s. 443.
  114. Aynı eser, s. 489
  115. Bkz. el-İdrisî, c. II, s. 842
  116. Ibî Hurdazbih, s. 38-39
  117. Mourice Lombard, s. 147-148
  118. Ayni eser, s. 148
  119. el-istahrî, s. 44; el-Himyerl, s. 24
  120. Ayni eser, s. 44; Ayni eser, s. 24
  121. Ayni eser, s. 44; el-Kazvinî, s. 552
  122. el-Himyer, s. 143.
  123. İbnu'1-Fakîh, s. 87
  124. Ayni eser, s. 87
  125. el-Kazvinî. s. 199
  126. Ayni eser, s. 199-200
  127. Ayni eser. s. 200
  128. Claude Cahen. OsmanlIlardan önce Anadolu'da Türkler, ( ؟ev: Yıldız Moran ), İstanbul, 1979. s. 165; Ayrıca bkz. ibn Batuta, c. I, s. 189-190; Marco Polo, s. 21; Osman Turan, Seçuklular Tarifli ve Turk-Islam Medeniyeti, İstanbul, 1980, s. 363.
  129. Mourice Lombard, s. 148
  130. Osman Turan, s. 373
  131. Mourice Lombard, s. 231
  132. Komisyon, İslam Tarihi ( Kültür İT Medeniyeti ), İstanbul, 1989, c. IV. s. 69
  133. Mourice Lombard, s. 233
  134. el-Hemdanî, Sıfatu Cezireti'l-Arab, Kahire, 1953, s. 202. Ayrıca bkz. Makdisî, s. 97.
  135. Yemen'in Sa'de şehrine bir konaklık uzalıkta bulunan bu köyde onbeş kadar körükte demir dökümü yapıldığı anlatılmaktadır. Bkz. Yakut el-Hamavî, c. III, s. 60
  136. el-Hemdanî, s. 202; el-Alusî, c. I, s. 204; Cevad Ali, c. VII, s. 516
  137. Cevad Ali, c. VII, s. 568.
  138. Aynı eser, c. VII, s. 568
  139. el-Makdisî, s. 184; el-İdrisî, c. I, s. 371
  140. Muhsin Muhammed Hûseyn, el-Ceyşu'l-Eyyübi fi Ahdi Salahaddin, Beyrut, 1986, s. 264
  141. Mahmud Yasin Ahmed et-Tekritî, el-Eyyübiyyün, fi Şimâü'ş-Şam ve'l-Cezire, Beyrut 1981, s. 367.
  142. Ayni eser, 367.
  143. Yakut el-Hamavi, c. III, s. 504; Muhsin Muhammed Huseyn, s. 264. Musul'dan 30 fesah, imadiyye'den de 3 mil uzaklıkta yer alan bu bolgede ayni zamanda mumyay (bir ؟eşit zifttir) madeni de bulunmaktaydı. Bkz. Yakut el-Hama١4, c. III. s. 504.
  144. elKazvini, s. 383
  145. Yakut el-Hamavi, c. I, s. 392; Osman Turan, s. 363
  146. el-Kazvinî, s. 383
  147. el-Makdisı. s. 443
  148. İbır Havkal, s. 434; el-Makdisi, s. 323324: Haydar Bammat, islamiyetin Manevî ١'e Kültürel Değerleri, Ankara. 1963, s. 89
  149. ibn Havkal. s. 310; el-Makdisi, s. 470; Marco Polo, s. 30-31
  150. Ayni eser, s. 300; Yakut el-Hamavi. c. I, s. 250
  151. ibn Havkal, s. 450; el-İdrisî, c. I, s. 196.
  152. Bkz. el-Makdisi. s. 340; ibn Hurdazbih, s. 38; Ali Mazaheri, s. 314
  153. İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara, 1991, s. 132.
  154. ibn Havkal. s. 506: Adem Metz, el-Hadâretü'l-lslamiyye fî'l-Karni'r-Râbi el-Hicri, (Trc: Muhammed Ebu Ride), Beyrut, 1967, c. II, s. 323
  155. el-İdrisî, c. I. s. 513-514
  156. Maurco Polo, s. 54-55.
  157. el-Ya'kubi, s. 349; ibn Havkal, s. 84; el-Kazvini. s. 260.
  158. el-İdrisî, c. 1, s. 260
  159. Morice Lombard, s. 96
  160. ibn Havkal, s. 123
  161. Ayni eser, s. 123; Adem Metz, c. II, s. 324
  162. Ayni eser, s. 114; el-Kazvinl. s. 503; el-Himyerl, s. 143
  163. Adem Metz, c. II, s. 324
  164. el-İdrisî, s. 67-68
  165. Mourice Lombard, s. 234
  166. Ayni eser, s. 234.
  167. Aynı eser, s. 234.
  168. Aynı eser, s. 235
  169. Aynı eser, s. 236
  170. Yakut el-Hamavî. c. 1, s. 373.
  171. elYa'kubî, s. 289; Şeyhü'r-Reb١’e, Nühbetii d-Dehr fi Acâibi'1-Ben veTBahr, Beyrut. 1988,295
  172. ibu Havkal, s. 434; el-İdrisı. c. II. s. 692-693; Seyhu'r-Rebve, s. 296
  173. Marco Polo, s. 43.
  174. AliMazaherî, S.315.
  175. İbiU'1-Fakîh, s. 206-207; el-Kazviııİ, s. 192; Mourice Lombard, s. 60.
  176. el-Makdis!, s. 402
  177. el-İsfahini. s. 18
  178. ibu Rüşte, c. VII, s. 157; Adem Metz. c. II, s. 323.
  179. Yakut el-Hamavi, c. IV, s. 346; Seyhü'r-Rebve, s. 73, 190-191; Mourice Lombard, s. 149.
  180. Mourice lombard, s. 149; Claude Caheu, s. 165
  181. Azimi. Azimi Tarihi ( Selçuklularla ilgili Bölümler ), ( Yay: Ali Sevim ), Ankara. 1989; s. 45; Ibnu'1-Esîr. el-Kamil fi't-Tarih, Beyrut. 1979, c. X. s. 605. Ayrtca bkz. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1993. s. 212
  182. etTekriti, s. 367.
  183. el-istahri, s. 312-313, 334; elKazvini, s. 603.
  184. Yakut el-Hamavi, C.I.S. 205.
  185. ibn Batuta. RjhletH ibn Batuta, Mısır, 1938, c. II. s. 209. Bu bakir levhalar bolge halkr tarafından para birimi olarak da kullanılmaktaydı. Onlar ince levhalarla kendilerine et ve odun, kalınlarıyla da koleler, mısır, yağ ve buğday satın alıyorlardı. Bkz. ibn Batuta, c. II. s. 209
  186. Mourice Lombard. s. 149.
  187. el-İdrisî, c. I. s. 241.
  188. Mourice Lombard, s. 97. 149.
  189. el-Kazvini, s. 502; el-Himyerl. s. 24; Yakut el-Hamavî, c. I, s. 289
  190. Ayni eser. s. 210
  191. Ali Mazaheri, s. 318
  192. el-Makdis¡, s. 324
  193. Haydar Bammat, s. 89.
  194. İbnRüste, c. VII,s. 157
  195. el-Ya"kubî. s. 289.
  196. ellstahri. s. 255.
  197. el-Kazvinl. s. 399
  198. Marco Polo. s. 43
  199. el-lstahri, s. 334.
  200. Yakut el-Hamavî, c. I. s. 205
  201. Ali Mazaheri. s. 315
  202. Bkz. el-Kazvinl. s. 148
  203. el-Ya'kubî. s. 349; el-Kazvini. s. 260.
  204. ibn Havkal. s. 114; el-Kazvini, s. 503; el-Himyeri. s. 1, 24
  205. Ayni eser, s. 502.
  206. Ayni eser. s. 210
  207. Mourice l^ımbard. s. 149.
  208. Ayni eser. s. 149.
  209. 'Aynı eser, s. 237
  210. Ibn Ruste, c. VII. s. 157
  211. Yakut elHamavî, c. IV. s. 553
  212. Mourice Lombad s. 237
  213. el-Kazvin¡. s. 502-503; el-Himyeri, s. 1, 24; Yakut el-Hamavi. c. I, s. 289.
  214. Marco Polo, s. 36
  215. Ali Mazaherl. s. 314.
  216. Bkz. el-istahri. s. 334; Yakut el-Hama١'î. c. I. s. 205; ibu Havkal. s. 515. Aynca bkz. Ramazan Şeşen, islam Coğrafyacılarına Göre Türklerle Türk ülkeleri. Ankara, 1985, s. 241.
  217. el-istahri, s. 334
  218. Yakut el-Hamavi, c. 1, s. 205.
  219. Ali Mazaherl , s. 315-316.
  220. Mouricc Lombard, s. 248
  221. İbnu'l-Mü avir. c. II, s. 199
  222. Cevd Ali, c. VII, s. 522
  223. ’Ayni eser, c. VII, s. 523.
  224. ibn Hurdazbih, c. VII, s. 79; ibn Havkal. s. 502.
  225. el-istahrl. s. 155; ibn Havkal, s. 300; el-Kazvini, s. 188; §eyhû'r-Rebve. s. 240
  226. Yakut el-Hamasi, c. I, s. 373.
  227. ibn Batuta, c. I, s. 173
  228. el-Himyeri, s. 97.
  229. Yakut el-Hama١٦, c. II. s. 26
  230. Ayni eser, c. IV, s. 293.
  231. ibn Hurdazbih, s. 38.
  232. idame b. Ca'fer, s. 103
  233. Marco Polo, s. 135.
  234. Mourice Lmbard. s. 248-249.
  235. Mourice Lmbard. s. 248249.
  236. el-Kaz١’inî, s. 26.
  237. Ayni eser , s. 26.
  238. ibn Batuta , c. II, s. 192. ibn Havkal ise, Sudan'da bir yük dolusu tuzun 200-300 dinara satıldığını bildirmektedir. Bkz. ibn Ha١’kal,s. 101.
  239. İ bnu'l-Fakih, s. 247
  240. Ibn Ha١kal, s. 255-256; el-Kaz١in؛, s. 210.
  241. el-istahri, s. 288; el-Kaz١ini, s. 509, 603
  242. ibnu'l-Fakih, s. 206-207; el-Kaz١ini, s. 192; Yakui el-Hama١i, c. II, s. 536-537
  243. Bkz. Nasir Hüsre١٦ s. 6.
  244. Adem Metz, c. II. s. 317.
  245. el-Mesudî, Muıûcu'z-Zeheb ve Me'adini'l-Cevher, ( Thk: Kasım eş-Şemma'î er-Rifâ'î ), Beyrut, 1989, c. I, s. 149-150. Ayrıca bkz. İbn Havkal, s. 505-506; Adem Metz, c. II, s. 318.
  246. Bkz. el-İstahrî. s. 327-328; İbn Havkal, s. 505-506; el-Kaz١'inî, s. 509; Yakut el-Hamavî, c. I, s. 399; Ayrıca bkz. G. Le Strange, Büldânu'l-hilâfeti'ş-Şaıkıyye, ( Trc: Beşir Fransis-Gorgis A١vâd ), Beyrut, 1985, s. 510; Ramazan Şeşen, İslam, s. 235.
  247. Adem Metz, c. II, s. 319.
  248. aynı eser c ıı. s 319 Sicilya adasındaki nışadır madenleri için bkz. İbn Havkal, s. 255-256.
  249. Cevad Ali. c. VII, s. 520
  250. Claude Cahen, s. 164.
  251. İbnu'l-Fakîh, s. 247
  252. Adem Metz, c. II, s. 316
  253. el-Kazvinî, s. 26.
  254. Aynı eser, s. 210
  255. Aynı eser, s. 503, 552; el-Himyerî, s. 1.
  256. İbnu’l-Fakîh, s. 247; el-Kaz١٦nî, s. 52.
  257. Cevvad Ali, c. VII, s. 520.
  258. Claude Cahen, s. 164.
  259. Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, s. 136.
  260. el-Kalkaşandi, Subhu'l-A'şa fi Sına'aü'l-inşa', Beyrut. 1987. c. III. s. 527. Aynca bkz. Hasan İbrahim Hasan-AIi İbrahim Hasan, en-Nuzumu'!-islamiyye, Mısır, 1939. s. 323
  261. Ramazan Şeşen, Salâhaddin Devrinde Eyyübiler Devleti (H. 569-589/M. 1117-1193), İstanbul, 1983, s. 195.
  262. Ayni eser, s. 195.
  263. Ayni eser, s. 195.
  264. Claude Cahen. s. 164.
  265. Ayni eser, s. 164. Aynca bkz. Osman Turan, Selçuklular, s. 363.
  266. İsmail Hakki Uzuırçanılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara, 1988, s. 251.
  267. ’Ayni eser, s. 252.
  268. ’Ayni eser, s. 252.
  269. اel-lstahrl, s. 155; Ibn Havkal. s. 300; Yakut el Hamavi, c. 1, s. 250.
  270. el-Ya'kubî, s. 289; Çeyhû'r-Rebve, s. 295
  271. el-Kazvini. s. 399.
  272. İbnu'l-Fakîh, s. 297.
  273. el-Kazvinl, s. 519
  274. el-Makdisi, s. 326.
  275. el-istahrl, s. 312- 313, 334; el-Kazvin¡. s. 603.
  276. اYakut el-Hamavi, c. III, s. 315.
  277. el-Kazvinl, s. 210.
  278. ¡bn Havkal. s. 114.
  279. Yakut elHamavi, c. III, s. 345.
  280. İbnu'l-Fakîh. s. 87; Yakut el-Hamavi. c. I, s. 583; el-Kazvinl, s. 503; elHimyerl, s. 1; el- ib؛ihî, c. 11, s. 301.
  281. el-idrisl, c. II. s. 581. Aynca bkz. el-Himyeri, s. 10; Adem Metz. c. II, s. 324.
  282. İbnu’l-Mücâvir. c. I. s. 190-191.
  283. el-MakdisI, s. 184
  284. elKazvin؛, s. 106-107.
  285. Ayni eser, s. 578.
  286. Ayin eser. s. 194.
  287. elMakdisi. s. 324-325.
  288. el-lstahri, s. 155.
  289. elKazvini, s. 216.
  290. Ayni eser, s. 503; el-ib؛ihî. c. II, s. 301.
  291. Ayni eser, s. 345
  292. Ayni eser, s. 345. Aynca bkz. Nasır Husrev, s. 6.
  293. Ali Mazaheri, s. 315.
  294. Ayni eser, s. 314.
  295. el-İdrisî. c. II. s. 827
  296. el-Kazvinl. s. 399
  297. Yakut el-Hama١4. c. III, s. 435
  298. ibn Havkal, s. 346; el-İdrisî, c. II, s. 827.
  299. Ayni eser. s. 346; Adem Metz, c. II, s. 316.
  300. Yakut elHamavî, c. III, s. 153.
  301. ibn Memmati, Kavâninu'dilemin, (Thk: Aziz Suryal Atiyye), Kahire. 1991, s. 334-336; elKalka ndi. c. III. s. 527-528; el-Makrizi, el-Mevâîz ve'l-iübâr fi' Zikri'l-Hitat ve'l-Asâr, Kahire, 1270. c. I, s. 109. Aynca bkz. Ramazan Şeşen, Eyyûbiler Devrinde, s. 196.
  302. el-Kazvini, s. 138.
  303. el-Kalkaşandi. c. III. s. 527.
  304. İbn Memmâtî, s. 334; Aynı eser, c. III, s. 527-528.
  305. İbn Memmâtî, s. 334-336; el-Kalkaşandî, c. III, s. 528.
  306. Ramazan Şeşen, Eyyûbîler Devrinde, s. 196.
  307. Bkz. el-Marizî, el-Hıtat, c. I, s. 109-110; Ramazan Şeşen, Eyyûbîler Devrinde, s. 196.
  308. el-Kalkaşandî, e. III, s. 528.
  309. Aynı eser, c. III, s. 528.
  310. Yakut cl-Hanuvî, c. I, s. 380.
  311. Marco Polo, s. 21.
  312. el-Makdisî, s. 402; el-İstahri, s. 92; el-Cehşiyari, el-Vûzem' vc'I-Kuttâb, ( Thk: Mustafa es- Sakka-İbrahim el-Ebyari٠Abdulhafîz eş-Şiblî ), Kahire, ( Trz. ), s. 64. Bir rivayete göre, bir gün, Abbasî vezirlerinden Yusuf b. Ömer, Kuhzum b. Ebî Süleym'e " bu petrol nereden gelmektedir " diye sorunca, o da : " Allah emîri İslah eylesin! Siyah olanı Azerbaycan'dan, beyazı ise. Ramehürmüz ( Hüzistan )'den getirilmektedir... ” Bkz. el-Cehşiyari, s. 64.
  313. el-İstahri, s. 155.
  314. Aynı eser, s. 312-313.
  315. Aynı eser, s. 312-313; el٠Kazvinî, s. 603.
  316. Yakut el-Hamavî, c. I, s. 205.
  317. el-Makdisî, s. 326
  318. el-Kazvinî, s. 578; Yakut el-Hamavî, c. I, s. 390.
  319. el-Câhız, el-Mehâsin, s. 42.
  320. Aynı eser, s. 42.
  321. el-Kalkaşandi, c. III, s. 313.
  322. et-Tekritî. s. 298.
  323. el-Kazvinî, s. 216.
  324. el-Makdisî, s. 402; el-İstahri, s. 92.
  325. Aynı eser, s. 326.
  326. el-İstahrî, s. 312-313; el-Kazvinî, s. 603.
  327. el-İdrisi, c. I, s. 260
  328. ibn Cubeyr, Rihletu ibn Ciibeyr, Bağdat. 1937, s. 186-187. Aynca bkz. ibn Batuta, c. I. s. 148: el-Kazvini, s. 371; Yakut el-Hamavi, c. I. s. 380. c. IV, s. 476.
  329. ibn Cubeyr, s. 182-183; ibn Batuta, c. I, s. 140-141.
  330. Ali Mazaheri s. 315.
  331. el-Yakubi, s. 349; el-Kazvini, s. 260.
  332. el-Kazvini, s. 210.
  333. Aynı eser, s. 544-545.
  334. Aynı eser, s. 505; el-Himyeri, s. 44-45.
  335. el-Cahız. Ct-Tabassur bî't-Ticâıe, (Thk: Hasan Husni Abdulvehhab). Beyrut.1983, s. 39; ibn Havkal, s. 372; el-Makdisi. s. 397; el-lstahrl. s. 203: ibn Rüşte, c. VII, s. 157.
  336. el-ibşihî, el-Mustatraf min kulli Fennin Mustazraf, (Thk: Muftd Muhammed Kamiha), Beyrut. 1986. c. II, s. 94. Aynca bkz. el-lsfahanl. s. 7.
  337. el-Makdisi. s. 420, 443; el-Beyruni, s. 204.
  338. Bkz. el-İstahri, s. 154-155; el-İdrisi, c. I, s. 408; el-Beyruni, s. 204.
  339. ibnu'l-Fakih, s. 199-200; el-Kazvini, s. 141; Yakut el-Hamavi, c. I, s. 172-173. Bu madenin Kühistan'ın Keran ve Kerkükrân köylerinde de çıkarıldığı bildirilmektedir. Fakat buradaki mumyay ancak mahalli ihtiyacı karsıllyordu ve diğer bölgelere ihraç edecek kadar bol değildi. Bkz. el-Beyruni, s. 205.
  340. el-Makdisi, s. 324; el-idrisi, c. I. s. 506.
  341. Aynı eser, s. 397; el-Kazvini. s. 345.
  342. ibn Rüşte, c. VII, s. 157.
  343. el-Kazvini, s. 603
  344. el-Makdisi, s. 209.
  345. el-Himyeri, s. 1.
  346. el-Kazvini, s. 210.
  347. Ayni eser, s. 503; el-İdrisî, c. II, s. 581; Yakut el-Hamavi, c. 1, s. 583; el-ibşihî, c. II, s. 301.
  348. Yakut el-Hamavi, c. I, s. 373
  349. el-istahri. s. 312-313. 334.
  350. el-Yakubi. s. 349; el-Kazvini, s. 260.
  351. el-Kazvini, s. 345.
  352. el-Himyeri, s. 1.
  353. el-Makdisi, s. 209.
  354. Ayni eser, s. 326, 443.
  355. Ayni eser. s. 33; Marco Polo, s. 54-55; Adem Metz. c. II, s. 425; Philip Hitti, Siyasi ve Kültürel ¡sinin Tarihi, ( Çev: Salih Tuğ), İstanbul, 1983, c. l.s. 535.
  356. el-Belazurî, s. 682; el-Makrizî, /ğâsetü'l-Ümme bi Kaşfi'l-Ğamme, Humus, (Trz.), s. 48.
  357. el-Makrizî, İğâse, s. 52; el-Makrizî, en-Nukudu'l-Kadîme ١e'l-İslamiyye, ( Çev; İbrahim Artuk ), Belleten. XVII/67, ( 1953 ),s. 373.
  358. Aynı eser, s. 53; Aynı eser, XVII/67, s. 374.
  359. Aynı eser, s. 54; Aynı eser, XVll/67, s. 374-375.
  360. el-Belazurl. s. 687; Kudame b. Ca'fer, s. 59-60; el-Askeri, el-Evâîl, Beyrut, 1987, s. 174.
  361. Kudame b. Ca'fer, s. 59-60. Aynca bkz. el-Askeri, s. 174; el-Makrizi, iğâse. s. 59.
  362. el-Belazuri. s. 687. Aynca bkz. el-Makrizi, iğâse, s. 59.
  363. Ayni eser, s. 687; Kudame b. Ca'fer. s. 6061: el-Maverdi. el-Ahkâmu'sSultaniyye re'd- Düveli'l-islnmiyye, Kahire, 1973, s. 154.
  364. Mourice lompard. s. 150.
  365. Ayni eser, s. 159.
  366. ibn Fazlan, Seyahatname, (Haz: Ramazan Şe؛en), İstanbul, 1975, s. 26.
  367. ibn Havkal, s. 490. Aynca bkz. Ramazan Şeşti, islam, s. 225.
  368. A. Zeki Velidi Ilgan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, s. 122. Ayca bkz. Osman Tutan, s. 383
  369. A. Zeki Velidi Togan . s. 122.
  370. Ayni eser. s. 122-123.
  371. el-Makrizi, en-Nukûd , s. 383.
  372. el-Makrizi, el-Hitat, c. 11, s. 110. 445; Ramazan 5eşen, Eyyûbiler Devrinde, s. 218.
  373. Ramazair 5eşen. Eyyûbiler Devrinde, s. 223.
  374. el-Makrizi, iğâse, s. 66.
  375. el-Makrizî, en-Nukûd, s. 387.
  376. el-Kalkaşandî, c. III, s. 535-536.
  377. el-Makrizî, İğâse, s. 47; el-Makrizî. en-Nukûd, s. 389-390.
  378. Aynı eser, s. 71.
  379. el-Makrizî, en-Nukûd, s. 391.
  380. İbn Memmâtî, s. 331-332; el-Kalkaşandî, c. III, s. 533.
  381. Aynı eser, s. 333.
  382. el-Kalkaşandî, c. III, s. 535.
  383. Ayın eser, c. III, s. 535.
  384. Aynı eser, c. III, s. 536.
  385. Ramazan Şeşen, Salahaddîn Devrinde, s. 223.
  386. Aynı eser, s. 223-224.
  387. Aynı eser, s. 224.
  388. Marco Polo, s. 122.
  389. Halil Sahillioğlu, T. D. V. İsinin Ansiklopedisi. Dinar Maddesi, İstanbul, 1994, c. IX, s. 353.
  390. Aynı eser, c. IX, s. 353
  391. Zekiyye Ömer el-AIi, Huli islamiyye iktanaha el-Methafu’l-İraki, Sümer Der., Bağdat, 1974, c. XXX, S. 1,2. s. 281.
  392. Cevad Ali, c. VII, s. 562.
  393. Kuyumcular tarafından ve aynca tara 1 kaplamastnda kullamlan güzel kokulu bir ağaçtır. Bkz. el-Kettaui, et-TerAtibul-İdâriyye, Beyrut, ( Trz. ), c. II, s. 63.
  394. Aynı eser, c. II, s. 63.
  395. Aynı eser, c. II, s. 63.
  396. Aynı eser, c. II. s. 293.
  397. Aynı eser, c. II. s. 293.
  398. Cevad Ali. c. VII, s. 561.
  399. Yasin İbrahim Ali el-Ca'ferî.ام-Ya 'kubi el-Miienih ve'1-Cuğıafîyy, Badat. 1980. s. 282
  400. el-ibşihî, C.II.S. 104.
  401. Ayni eser, c. II. s. 1104-105.
  402. Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük islam Tarihi, İstanbul, 1986-1989, c. III. s. 519.
  403. Philip Hitti, c.l, S.1121.
  404. Ali Mazaheri. s. 246.
  405. Ayni eser. s. 246
  406. eş-Şeyzerî, NihayetüT-Rutbe fi Talebi'l-Hisbe ( islam Devletinde Hisbe Teşkilâtı ), ( Cev: Abdullah Tunca ), İstanbul, 1993, s. 123-124.
  407. el-Hadid, 25.
  408. Cİ-AİUSÎ, c. III, s. 400.
  409. Muhammed Hamidullah. islam Peygamberi. ( Çcv: Salih Tuğ ). İstanbul, 190, c. II, s. 997.
  410. el-Kettan, c. II, s. 299.
  411. Cevad Ali, c. VII. s. 556. Aynca bkz. Muhammed Hamidullah, c. II, s. 997.
  412. Aynı eser, c. VII, s. 556.
  413. ibn Abdi'l-Berr. el-isti'ab fi MaTifeti'l-Ashab, Beyrut. (Trz.), c. I. s. 423; ibn Hacer, c. I, s.416.
  414. el-Kettâni, c. II, s. 299.
  415. Ayni eser, c. II, s. 300
  416. Ayni eser, c. II, s. 300
  417. Cevad Ali, c. VII. s. 555.
  418. el-Ketânî.c. II. s. 299
  419. ibn Havkal. s. 483; Ali Mazaherl. s. 316.
  420. Ayni eser, s. 316. Aynca bkz. Yakut eI-Hama١,î. c. V. s. 267.
  421. Bkz. ibn Havkal. s. 506; Ramazan Şejen, islam, s. 236.
  422. Nasır Husrev. s. 62.
  423. el-Yakubi. s. 331; elldrisî. c. I. s. 131.
  424. el-Kazvinl, s. 524.
  425. Ayni eser. s. 210-211.
  426. İbnu'1-Fakîh. s. 204-205.
  427. Ali Mazaheri. s. 245.
  428. Aynı eser, s. 245.
  429. eş-Şeyzerî, s. 125.
  430. Ali Mazaheri, s. 245-246.
  431. et-Tekritl, s. 367.
  432. Osman Turan. Doğu. s. 212.
  433. Bu raporda geçen bilgilerden bir kısmı ؛öyledir: " iki yüz kadem büyüklüğünde ve on be؛ buçuk kadem genişliğinde küçük tuğlalarla örtülü dort köşe bir alanda: yanmı؛ bir halde kırık, renkli cam kaplar, bardaklar, hokkalar, deri parçalan, çizme ve ağaç ayakkabıları İçin biçilmiş deriler, keten bezi, ipek kuma؛, elbise, sonra bıçaklar, yatağanlar, kılıçlar, baltalar, kürekler, tavalar, abdest leğenleri, köseğiler, kavlar, çakmaklar, kazanlar, bakir maşrapalar, bakir kupalar, bakir şamdanlar, örgü işlerine mahsus kemik ؛İşeler, makas parçalan, kolyeler, yamk kağıtlar, bıçaklar, kayın ağacı kabuklan, " koga " otundan örülmüş yamk hasırlar, çiviler, çengeller, kapı rezeleri, takma ve asma kilitler, yamk ekmek parçalan, çavdar, buğday, ceviz ve fındık, mazi, palamut, badem, kum üzüm, erik kurusu, erik, incir, keçiboynuzu, şeftali, fıstık, karanfil, biber, bakla, pirinç ve kahve bulundu. Burada üç taş bodrumda, yığın yığın kristal parçalan, boyalar (mavi, san. gök. yeşil, kırmızı ve beyaz ). hamut ve gem kalkanları, gemler. demir zincirler, nallar, demir tekerlek bilezikleri, katran, bakir levhalar, bileği taşlan, ta؟ tahtalar, boya ezmeğe mahsus taçlar, ؟amurdan yapılmış mahrut ve toplar, bakir teller, kazmalar, kükürt, ؟ap, gUherçile, dan goze çarpıyordu.Bkz. A. Yu. Yakubovskiy, Altın Ordu ve Çöküşü, ( Çev: Hasan Eren ), Ankara, 1992, s. 86.
  434. Aynı eser, s. 86-87.
  435. Ayni eser, s. 87.
  436. Ayni eser, s. 89.
  437. el-İdrisî, c. II, s. 542؛ el-Himyeri, s. 110-111. Ayrıca bkz. Ahmed Muhtar el-ibâdî, fi Türihî'l-Mağrib ve'1-Endelüs, Beyrut, ( Trz. ), s. 132-133.
  438. Ali Mazaheri, s. 316-317.
  439. Mourice Lombard, s. 149, 173.
  440. Ali Mazaheri, s. 317
  441. İbn Batma, c. I, s. 190. Ayrıca bkz. Osman Turan, Doğu, s. 71.
  442. el-lbadî ve arkadaşı, s. 178-179.
  443. el-Makdisî, s. 325-326.
  444. el-İdrisî, c. II, s. 562; el-Himyerî, s. 111.
  445. Ali Mazaheri, s. 317.
  446. Bkz. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, ( Çev; Hakkı Dursun Yıldız ), Ankara, 1990, s. 256.
  447. eş-Şeyzerî, s. 125.
  448. Ali Mazaheri„ s. 318. Ayrıca bkz. Haydar Bammat, s. 340.
  449. Komisyon, islam Talihi, c. IV, s. 264.
  450. Ali Ma her, s. 317.
  451. Komisyon, islam Talihi, c. IV. s. 264-265.
  452. Gustav Le Bon, Hadâretü'1-Arab, ( Trc: Adil Zu'ayur ), Kahire, 1948. s. 565.
  453. Komisyon, islam Tarihi, c. IV, s. 266.
  454. Philip K. Hiçti, c. II, s. 939.
  455. Aynı eser, c. II. s. 939-940.
  456. Aynı eser, c. II, s. 940.
  457. Komisyon, İslam Tarihi, c. IV, s. 274.
  458. Haydar Bammat, s. 344.
  459. Bkz. İbnu’l-Mûcâvir, c. I, s. 29-30; Haydar Bammat, s. 125; Neşet Çağatay, s. 151.
  460. el-Himyerî, s. 55; el-Makdisî, s. 325-326; Mourice Lombard, s. 233,236.
  461. Neşet Çağa tay, s. 151.
  462. İbnu'l-Mücâvir, c. 1, s. 29.
  463. el-Ali s. 219.
  464. Nasır Husrev, s. 114
  465. el-Beyruni, s. 253; Muhsiu Muhammed Huseyn, s. 266.
  466. Ayni eser, s. 253; el-Alusl. c. III. s. 401.
  467. Cevad Ali. c. VII. s. 555.
  468. İbnu'l-Fakîh, s. 254.
  469. İ اbnu'1-Mücâvir, c. I, s. 29-30.
  470. el-Ali, s. 220.
  471. Ali Mazaherî, s. 316.
  472. Yakut el-Hamavî. c. ٢V, s. 392-393; el-Ali, s. 220.
  473. Bertold Spuler, İran Moğollan, ( Çev: Cemal Köprülü ), Ankara, 1987, s. 475.
  474. Muhsin Muhammed Hüseyn, s. 267.
  475. İbnu'l-Mücâvir, c. I, s. 30-31.
  476. Yakut el-Hamavî, c. I, s. 634; el-İdrisî, c. I, s. 68.
  477. Aynı eser, c. III, s. 504.
  478. el-Ali, s. 218.
  479. Aynı eser, s. 218-219.
  480. Muhsin Muhammed Hüseyn, s. 267.
  481. Aynı eser, s. 267.
  482. Bkz. Ruy Gonzales de Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur, ( Trc: Ömer Rıza Doğrul , Sad: Kâmil Doruk ), İstanbul, 1993, s. 178.
  483. el-Cahrz, Hilhafet Ordusunun Menkıbeleri ve TUrkler in Faziletleri, ( Çev: Ramazan Şeşen ). Ankara, 1988, s. 82.
  484. Muhsin Muhammed Hüseyn, s. 268-269.
  485. Bir çeşit bitki tohumu olup, meyvesi zeytingillerdendir. Çekirdeği ve İçinin yumuşak yeri olan eteni kokusuz bir meyvedir. Ehlilecin, Ebleç. Mebliç. Kabili, el-Esfar ve Hindi adlarında beş çeşidi vardır. Bu bitki tohumu Afganistan ve Hindistan'da bulunmaktadır. Bkz. Er- Reşidi, ümdetü'1-Muhtâc fi 'İlmeyyi'l-Edviye ve'l-ilâc. Bulak. 1283, c. IV, s. 494: İbnu'l-Baytar, Kitâbu'1-Câmi'liMûfredâü'1-Edriye ve'1-Ağziye, Bulak, 1291, c. IV. s. 196-197.
  486. Bu bitki hakkında bilgi İçin yukarıdaki 471 nolu dipnota bakiniz.
  487. Dallan bol. mtubetli ve yumuşak bir bitkidir. Yüksekliği üç arşın kadar olup, yapraklan çöl bitkisi ve çöllerde biten bitkilerin yaprağına benzer. Suyundan zamk yapılır, bu zamk hafifletildikten sonra müshil olarak kullanılır. Bkz. ibn Sina, el-Kanûn iî't-Tıb, Bulak. 1294, c. I, s. 385.
  488. Muhsin Muhammed Hüseyn, s. 269.
  489. Aynı eser, s. 269. Adı geçen maddeler hakkında geniş bilgi için bkz. Uluslararası İbn Türk., Harezmî, Farabi, Beynini ve İbn Sina Sempozyumu Bildirilen, Ankara, 1990, s. 396-398.
  490. Aynı eser. s 270.
  491. Mourice Lombard. s. 234.
  492. Philip K. Hitti.c. II. s. 940.
  493. Bkz. el-Makdisı, s. 239-240 el-istahri, s. 42.
  494. Haydar Bammat, s. 101-102.
  495. Ayni eser, s. 344-345.
  496. Mourice lombard, s. 233-234.
  497. el-Himyeri, s. 55.
  498. Aynı eser, s. 26.
  499. Mourice Lombard, s. 236-237.
  500. cl-İstahrî, s. 288.
  501. İbnü'l-Fakîh, s. 50; el-Makdisî, s. 325-326.
  502. Osman Turan, Selçuklular, s. 365.
  503. Yakut el-Hamavî, c. II, s. 432. Ayrıca bkz. el-Müberred, el-Kamil, ( Thk: Muhammed Ahmed ed-Dâlî), Beyrut, 1993, c. I. s. 213.
  504. el-Kazvinî, s. 91; Ali Mazaherî, s. 316.
  505. el-Ali, s. 219.
  506. el-Kazvinî. s. 45.
  507. el-ömerî, Mesaliku 1-Absâr fi MemâHki'1-Amsâr, ( Thk: Dorothea Krawulsky ), Beyrut, 1986 s 93.
  508. Ali Mazaheri, s. 156-157.
  509. Ayni eser, s. 157; Ramazan Şeşen, Salahaddin Devrinde, s. 153.
  510. Yakut el-Hamavi, c. III. s. 274: el-Kazvinl, s. 45; el-Ali, s. 219.
  511. el-Kazvini, s. 602.
  512. Üsâme b. M linkiz, ibretler Kitabi, ( Çev: Yusuf Ziya Cömert), İstanbul. 1992, s. 58.
  513. Mehmet Zeki Kuşoglu, Resimli Ansiklopedik Türk Kuyumculuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul. 1994, s. 72.
  514. İbnu'l-Fakîh, s. 50.
  515. Mehmet Zeki Kuşoglu. s. 72.
  516. Muhsin Muhammed Huseyn. s. 271.
  517. Aynı eser. s. 271.
  518. Aynı eser. s. 271.
  519. A. Yu. Yakubovskiy. s. 88-89.
  520. Abduccebbar Mahmud es-SamarrSÎ, Takniyetu's-Silah 'indelArab ( Aletû’l-H؛sâr ). el- Mevrid, Bağdat, 1986, c. XV, s. 1. s. 12.
  521. Musul şehri civarında bir bölgedir. Burada zift kuyuları bulunmaktadır. Bkz. Yakut el- Hamavi, c. IV, s. 476.
  522. Irak topraklarında Fırat nehri üzerinde yer alan bir şehirdir. Bkz. el-Bekri, Mu'cem mâ ista'cem min Esmâi'1-Bilâd ve'1-Mevâzi', ( Thk: Mustafa eSakka ), Beyrut, 1983, c. IV, s. 1357; Yakut el-Hamavi, c. V, s. 482483
  523. Abduccebbar Mahmud es-Samarrai, s. 12.
  524. Salah Huseyn el-Ubeydı. el-Kazâifû'11-Nâriyye ve'I-Barudiyye elArabiyye fi Davi'1- Masadirîl-Eseriyye. Mecelletu KulHyyeü'1-Adâb, Bağdat, 1978, s. 23. s. 57.
  525. Abduccebbar Mahmud es-Samarrai, s. 12. Aynca bkz. Enver Abdul'alim, el-Milâha ve Ulûmu'1-Bihâr İnde l-Ajab, Kuveyt, 1979, s. 115.
  526. Ayni eser, s. 12.
  527. Bkz. Corci Zeydan, Tarihu't-Temeddüni'l-islami,Beyrut, ( Trz. ). c. I, s. 192; Muhsin Muhammed Huseyn, s. 291; AMuccebbar Mamud es-Sa marta¡, s. 13.
  528. Abdulkadir Özcan, T. D. V. islam Ansiklopedisi, Ate۶i Rûmî Maddesi. Istanbul, 1991. c. IV. s. 57.
  529. Muhsin Muhammed Huseyn, s. 292.
  530. Gusta e Le Bon, s. 576.
  531. Bkz. Abda Ali Mehna. Lisânu'1-Lisân ( Tehzibu Lisäni'1-Amb n ibn Manzur ), Beyrut, 1993, c. II, s. 638.
  532. Abduccebbar Mahmud es-Samarrai. s. 13.
  533. Bir çeşit ağaç zamkı olup, kalayla küçük ve kati olarak ağaçtan akar. Kokusu, tadi çam ağacından elde edilen zamka benzer. Bkz. Reşidî, c. II, s. 786.
  534. Muhsin Muhammed Hüscyn, s. 295.
  535. Aynı eser. s. 295.
  536. Aynı eser. s. 295-296
  537. Ali Mazaheri, s. 157-158.
  538. el-İbadi ve arkadaşı, s. 323-325.
  539. Abdulkadir Özcan, c. IV. s. 57.
  540. Ayni eser. c. IV, s. 57.
  541. Ayni eser. c. IV, s. 57.
  542. Ali Mazaheri. s. 157.
  543. Gustar'e Le Bon. s. 557-578. Aynca bkz. Haydar Bammat, s. 125-126.
  544. Ayni eser, s. 578.
  545. Corci Zeydan, c. I, s. 193-194.
  546. Haydar Bammat, s. 126.
  547. Ayni eser, s. 126.
  548. Gustave Le Bon, s. 579-580.
  549. 'Philip K. Hitti, c. II, s. 1071-1072.
  550. Mahmut H. Şakiroglu. 7. D. V. islam Ansiklopedisi, Barut Maddesi. İstanbul, 1992, c. V. s. 92.
  551. Ayni eser, c. V. s. 92-93.
  552. Osmart Turan. Selçuklular, s. 365-366
  553. Aynı eser, s. 366.
  554. el-Kalkaşandî, c, II, s. 144.
  555. Aynı eser. c. II, s. 143.
  556. Semiru'l-Hâdim, es -Silâhu’n-Nariyy ve Eseruhu fi'ş-Şark, Beyrut, 1980, s. 52.
  557. Komisyon, İslam Tarihi, c. IV, s. 408. Aynca bkz. Semiru'l-Hâdim, s. 117-120.
  558. Komisyon, İslam Talihi, c. IV, s. 413.
  559. Semiru'l-Hâdim, s. 120.
  560. Aynı eser, s. 122
  561. Aynı eser, s. 122
  562. Komisyon, İslam Tarihi, c. IV, s. 412.
  563. Aynı eser. c. IV, s. 412.
  564. Aynı eser, c .٢V, s. 413.
  565. Aynı eser, c. IV, s. 413-414. Eyyûbîler zamanındaki lağımcılıkla ilgili bilgi için bkz. Ramazan Şeşen. Salahaddîn Devrinde, s. 153