Ermenilerin Osmanlı idaresi Alandaki Durumlarına Kısa Bir Bakış
Yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında yaşamış olan Ermeniler bu süre içinde toplumun bir parçasını oluşturmuşlar, çeşitli devlet görevlerinde bulunmuşlar, içlerinde birçoğu da ticaret, musiki, edebiyat, mimari vs. gibi alanlarda önemli işler başarmışlardır. Sosyal ve iktisadi hayatta kazanmış oldukları bu statü sayesinde Türklerle rahatça uyum sağlayarak en nüfuzlu reaya konumuna sahip olmuşlardır. Öyle ki, görev yaptığı yıllarda Ermenilerin Osmanlı Devleti'ndeki durumunu gözlemleyen Helmut von Moltke onlar için şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Bu Ermenilere hakikatte hıristiyan Türkler denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına rağmen Ermeniler Türk adetlerini hatta dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların, hıristiyan olarak tek kadınla evlenmelerine izin verir, fakat onlar Türk kadınlarından fark edilmez, ayrılmaz. Bir Ermeni kadınını sokakta Türk kadmından ayırmak mümkün değildir[1]. Bu konumları ile Ermenilerin "Sadık Millet" olarak vasıflandırıldıkları da bilinmektedir. Sahip oldukları ayrıcalıklar sayesinde Ermenilerin müslüman tebaadan daha zengin hale geldiği ve memuriyette de vezirlik gibi en yüksek mevkilere gelebildikleri bir vakiadır[2].
Ermenilerin bütün bu avantajları elde edebilmeleri Osmanlı Devleti'nin kendilerine yönelik olarak sonsuz bir himaye ve lütuf göstermesi sayesinde olabilmiştir. Gerçekten de Osmanlı Devleti, kuruluş döneminden itibaren Ermenileri iyi niyetle himayesine almıştır. Osmanlı Devleti bu iyi niyetli tutumunu her zaman devam ettirmişse de, özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupalıların gayri müslim teba üzerindeki kışkırtıcı faaliyetlerine kanan Ermeniler, Osmanlı Devletine düşmanca bir tavır almaya ve çeşitli isyanlar çıkarmaya başlamışlardır. Bilhassa 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rusların Ermenilere bağımsızlık vaadi Osmanlı Devleti için bir Ermeni meselesinin gündeme gelmesine vesile olmuştur. Bu savaşın sonunda yapılan Ayastefanos Andlaşması'nda Ermenilerin bağımsızlık istekleri yürürlüğe girmemişse de sakin oldukları vilâyetlerde ıslahat yapılması öngörülmüştür. Bilâhare Ayastefanos hükümsüz kaldığı için mesele Berlin Kongresi'nde görüşülmüştür. Buna göre, 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Andlaşması' nın 61. maddesi uyarınca Bâbıâli, Ermenilerin sakin oldukları vilâyetlerin muhtaç olduğu ıslahatı vakit geçirmeksizin tatbik etmeyi ve Ermenileri Kürtlerin ve Çerkezlerin saldırılarından korumayı taahhüt etmiştir[3]. Esas amaçları olan bağımsızlık hedefine ulaşamayan Ermeniler bu durumdan yeterince tatmin olmamışlardır. Bundan sonra 1887 yılında Taşnak ve 1890 da Hınçak komitelerini kurarak hedeflerine ulaşabilmenin yöntemi olarak terörizmi benimsemişlerdir. Bu komitelerin inancına göre: Yakın maksada gidecek biricik yol ihitilâldir. Doğu Anadolu'daki bütün müesseseleri alt-üst etmek, değiştirmek, halkı umumi isyan yolu ile Türk hükümetine karşı savaştırmak gerekmektedir[4].
Bu şekilde örgütlenmiş olan Ermeni komiteleri silahlanmışlar ve Osmanlı Devleti'nde isyanlar çıkarmak için faaliyete geçmeye hazır hale gelmişlerdir. Bu faaliyetlerde, Ermeni savunuculuğunda Rusya'nın yerini alan ve Doğu Anadolu'daki hıristiyanları himaye politikası güden İngiltere'nin katkılarını da belirtmek gerekmektedir. Dolayısı ile 1894 yılında İngiltere'nin Van konsolosunun güya incelemeler yapmak maksadıyla Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlere yaptığı seyahat Sason olaylarının çıkmasına sebep olmuştur. Konsolosun dolaşmasını Osmanlı otoritelerine karşı mukavemete geçmek için bir işaret gibi değerlendiren Ermeniler 1894 yılında Sason'da isyan etmişlerdir[5]. Osmanlı Devleti'nin isyanı bastırmasını Avrupalılar Anadolu'da Ermeni katliamı yapılıyor şeklinde değerlendirmişler ve protesto gösterilerinde bulunmuşlardır.
Ermeni isyanları bundan sonra da devam etmiş, Avrupa'yı harekete geçirerek Osmanlı Devleti'ne müdahaleye sevk etmek isteyen komiteler 1895 yılında İstanbul'da Bâbıâli üzerine kanlı bir yürüyüş düzenlemiş, yine aynı amaca dayalı olarak 1896 yılında Osmanlı Bankası baskınım gerçekleştirmişlerdir[6]. Bu arada Anadolu'nun çeşitli yörelerinde isyanlar çıkarmaya da devam etmişlerdir[7].
Ermeni meselesinin gündeme geldiği bu yıllarda Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) bulunuyordu. II. Abdülhamid Ermeni meselesi ve Doğu Anadolu ıslahatı konusunda çok kararlı bir tutum sergilemiş ve Berlin Kongresi'nde öngörülen hususlar' hiç bir zaman yürürlüğe koymamıştır. Bu konuda Alman elçisine söylemiş olduğu şu sözler kararlı tutumu hakkında yeterli bir fikir vermektedir: "Ölürüm de Doğu Anadolu'da Ermenilere muhtariyet hakkı tanıyan Berlin Andlaşması'nın 61. maddesini uygulatmam '[8]. II. Abdülhamid Ermeni meselesi konusunda batı ülkelerinin, özellikle de İngiltere'nin önyargılı yaklaşımından da hep şikayetçi olmuştur. O'na göre, Ermeni sorununda İngilizlerin gözü hiçbir şeyi görmez olmuştur; İngilizlerin emelleri "Bulgar Mezalimi" tarzındaki yaygaralarını bir kez de Doğu Anadolu'da tekrarlayarak burada bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Ermenistan'ın tesisi ise sadece Müslümanların büyük bir haksızlığa uğraması sonucunu değil aynı zamanda ülkenin varlığının da sona ermesi neticesini doğuracaktır[9]. Bu tür düşüncelere sahip olması hasebiyle II. Abdülhamid Ermeni sorunu karşısında her zaman tavizsiz olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid'in bu konudaki kararlı tutumu Ermeni emellerinin gerçekleşmesini engellemekte, dolayısı ile terör örgütlerinin O'na düşman gözüyle bakması için yeterli bir sebep teşkil etmektedir. Bu çerçeve içinde, Ermeni terör örgütleri, Anadolu'da ve İstanbul'da çıkarmış oldukları çeşidi isyanlar yanında, en sonunda Padişahın hayatına kasteden bir suikast teşebbüsünde de bulunmuşlardır.
Suikast Hazırlıkları ve Faaliyete Geçiş
1904 Ocak'ında Sofya'da yapılan Taşnak kongresinde İstanbul ve İzmir'de yoğun eylemler yapma konusunda karara varılmıştır. Bu kongreye İstanbul temsilcisi olarak katılmış olan Kristafor Mikaelyan'ın teklifiyle benimsenen bu karara göre, Padişah'a suikast düzenlenecek, sonra da Bâbıâli, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı Bankası, yabancı büyükelçilikler ile diğer bazı özel ve resmi müesseseler havaya uçurulacak, böylece müthiş bir kargaşalık ve ihtilâ1 çıkarılarak İstanbul kan ve ateş içinde bırakılacak, bu suretle Avrupa devletlerinin müdahalesi sağlanacaktır[10].
Ermeni terör örgütlerinin almış olduğu bu kararın çeşitli şekillerde İstanbul'a duyuruldu& anlaşılmaktadır. Mesela Mısır'da bulunan Ahmed Celaleddin Paşa gönderdiği bir arizada Jön Türk ve Ermeni komitelerinin birleşmesi sonucu Padişah'a suikast düzenleneceğini duyurmuştur. Yine, Alman sosyalistlerinden Henri Adolf yazmış olduğu mektupta Ermeni komitelerinin suikast niyetlerini aktarmış ve şu hususları vurgulamıştır: "Her ne kadar Osmanlı Padişahı sosyalist düşüncelere karşı hareket etmekte ise de, Alman menfaatlerinin Padisahın şahsi ile alâkalı bulunması ve Alman sosyalistlerinin her şeyden önce Alman menfaatlerini ön plânda tutuyor olmaları hasebiyle Jön Türk, Ermeni ve Bulgar komitelerinin Padisahın nefsine karşı tasarladıkları suikast' çok geçmeden icra etmeye yeltenceklerini bildirmeyi kendime vazife addeder [11]. Bunun gibi, bazı dış temsilcilikler de bu konuda aldıkları duyumlar! bildirmişler, Ermeni gazeteleri de sık sık meseleden bahseder olmuşlardır. Bu şekilde suikastin tertipleneceği sabit olmakla beraber, nerede ve ne zaman harekete geçileceği gayet ,tabii belli değildir.
Ermeni komitecileri, almış oldukları karar doğrultusunda suikast hazırlıklarına başlamışlardır. Suikast tertipçileri arasında en önemli rolü Samuel Fain (Kristafor Mikaelyan), kızı Robina Fain ve Lipa Rips (Konstantin Kabulyan) adlı Rusya Ermenileri oynamışlardır. Bunlar anarşist ruhlu bir şahıs olan Belçikalı Edward Jorris ile irtibat kurarak O'nu da yanlarına almışlardır. II. Abdülhamid'in hareketlerini izlemeye başlayan suikastçılar, Padişah'ın Yıldız Camii'ne geldiği Cuma selâmlığı esnasında suikasti düzenlemeye karar vermişlerdir. Suikastçıların tesbit ettiğine göre Padişah'ın, namaz sonrası camiden çıkıp arabasının yanına varması ve harekete geçmesi 1 dakika 42 saniye tutmaktadır. Bu çerçeve içinde yapılan plana göre, içine saatli bomba yerleştirilecek bir araba cami dışına getirilecek ve ayarlanan saatli bomba Padişah tam oradan geçerken patlayacaktı. Böylece Padişah ve yanındakiler yok edilmiş olacaktı[12].
Ermeni suikastçılar planladıkları şekilde 21 Temmuz 1905 Cuma günü arabaları ile Yıldız Camii'ne gelmişler ve namaz bitince de saatli bombayı harekete geçirmişlerdir. Fakat bir tesadüf neticesi, Sultan II. Abdülhamid namaz sonrası Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü bir müddet sohbet etmiştir. Dolayısı ile bu sırada harekete geçirilmiş olan bomba dışarda müthiş bir gürültü ile patlamıştır. Padişah böylece suikasttan kurtulmuş olmaktadır. Fakat bu arada arabanın yakınında bulunan çok sayıda insan ölmüş ve yaralanmıştır.
Hadiseyi bizzat gören Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa intibalarını şu şekilde anlatmaktadır: "Bombanın infilâkı Hünkârın yüreğinde korku uyandırdı mı, uyandırmadı mı? Bunu bilemesem de dış görünüşü ile büyük bir cesaret gösterdiğini inkâr etmek mümkün değildir'[13] Yine, hadise günü Cuma selâmlığını izlemek üzere Yıldız Camii'ne gelmiş olan Sultan II. Abdülhamid'in kızı Ayşe Sultan da gördüklerini şu şekilde aktarmıştır: " Atlarımız çıkartılıp arabalarımız sıraya dizilmişti. Hazır ol borusu çalınmıştı. Yaverandan Kenan Paşa binek taşın da duruyordu. Tam bu sırada, saat kulesi istikametinden top gibi şiddetli bir sedayla müthiş bir patlama duyuldu. Bu ses toptan daha kuvvetli ve dehşetliydi. Bizim araba şiddetle yerinden sıçradı. Yanımda oturan abamla karşımda oturan Nevin ur kalfa ve ben korkuyla bağırmaya başladık. Allah Allah diyorduk ama ne olduğunu anlayamıyorduk. Caminin avlusu bir anda karmakarışık olmuştu. Toz duman içinde kalmıştı. Ortalığa takır takır bir şeyler yakıyor, saat kulesinin taşları düşüyordu. Gözümün önünde duran Kenan Paşa'nın başından aşağı tahtalar düştüğünü görüyordum, şaşkına dönmüştüm. Birdenbire babam aklıma geldi. Babam! Babam! diyerek ağlamaya başladım. Yanımdaki ağalarla Gidiş Müdürü Halim Efendi, "Arslanım! şahadet getiriniz. Gökten bir şey düştü" diyorlardı. Bu anda merdivenin tahminen üçüncü basamağında duran babamı gördüm. Babam gür sedasıyla ve ellerini açarak: "Korkmayınız! korkmayınız! diye iki defa bağırdı. "Herkes yerinde dursun" diyerek ağır adımlarla inmeye başladı. O'nu bu halde görenler, dağılmış olan maiyet bölüğü, askerler, zabitler hemen yerlerine gelmeye başladılar. Arabasının önüne gelen babam. "Telaş edilmesin. İzdihamdan kimse incinmesin" diyerek arabasına bindi. Burhaneddin Efendi birader de koşarak arabaya girdi. Babam dizginleri eline aldı. Arabasını her zamankinden daha ağır kullanarak yokuştan çıkmaya başladı. Avusturya-Macaristan Büyükelçisi Baron Von Calice, Misalirhane-i Hümayü'un penceresinden başını sarkıtmış: "Vive le Sultan, vive! "diye bağırıyordu. O gün bir çok Viyanalı selâmlığı seyre gelmişler, Sedde bulunuyorlardı. Onlar da şiddetle el çırparak "Vive vive (yaşa yaşa) "diye bağırıyorlardı [14].
Suikaste Tepkiler
Ermenilerin Sultan Abdühamid'e düzenlediği bu suikast ertesi günkü gazetelerde yayınlanan resmi bir tebliğ ile duyurulmuştur. Bu tebliğ şöyledir: "Dünkü Cuma günü selâmlık resm-i"âlisi'nden avdet-i hümâyün şevket-makrün hazret-i hilâfetpenâhi buyrulacağı sırada Cami-i Serif havalisiyie caddenin ortasında süvâri-i asâkir-i şâhânenin bulunduğu mevkin] arka cihetinde züvvâr arabalarının durduğu mahalde ve Cami-i Şerife yüz metreden ziyâde baid yerde bir iştiâl vuku bulmuş ve cenâb-ı hâfız-ı hakiki velinimet-i bi minnetimiz şevketmeab efendimiz hazretlerini savn-ı samedâniysiyle muhafaza buyurmuştur. Zat-ı akdes hazret-i hilafetpenahi bu yak 'ada kemal-i derece meta' l-Jet ve mekânet ibraz ile asla telaş buyurmayarak her zaman olduğu gibi gerdüne-suvar-i izz-ü ida.] oldukları ve istade-i mevki-i ihtiram bulunan asakir- i şahanelerini ve Avusturya imparatoru hazretleri canibinden me'müren merâsim daire-i falıiresinde bulunan Avusturya sefiri kebfr-i hazretleriyle selamlık resm-i âlisini tem aşa için hazır bulunan yerli ve ecnebi zevki selam ve iltifat-i hümâyün-ı mülükaneleriyle taltif buyurdukları ve cümlesi taraflarından alkışlandıkları halde Saray-ı Şevket-ihtiva-yı hümâyünlanna avdet buyurmuşlardır. İşbu iştial-i cinâiyyenin Faili bulunan deni taharri olunmakta olup bu bâbda icâbeden tedbir ittihâz olunmuş ve duayı tezâyüd-ü ömr ve âfiyet cihan-kıymet cenab-ı padişahi her taraftan tekrar kılınmıştır[15].
Bu arada suikaste gerek ülke içinden gerekse ülke dışından büyük tepkiler gelmiştir. Dönemin birçok hükümdarı ve devlet başkanı saraya geçmiş olsun telgrafları gönderip suikasti lanetlediklerini bildirirken yine aynı şekilde Avrupa gazeteleri de suikasti eleştirmişlerdir. Suikaste karşı halkın tepkisi de büyük olmuş, Osmanlı tebaası olsun, yabancı uyruklu olsun çok sayıda insan yurtiçi ve yurtdışından saraya telgraf çekerek Padişah'a geçmiş olsun dileklerini duyurmuşlardır[16]. Bu arada Sultan II. Abdülhamid'in muhaliflerinin tepkisi farklı olmuş ve suikastin başarısızlığa uğraması sebebiyle üzüntülerini belirtmekten geri kalmamışlardır[17].
Olayın Soruşturulması
Hadise ile ilgili ilk rapor Beşiktaş Zabıtası Kumandanlığı ile Daire-i Belediye Müdüriyeti tarafından hazırlanmıştır. Buna göre olayda dördü gazeteci ve üçü asker olmak üzere 26 kişi hayatını kaybetmiş 56 kişi ise ağır veya hafif şekilde yaralanmıştır. Ayrıca 20 kadar hayvan ölmüş ve bir çok araba da enkaz haline gelmiştir. Olay sırasında "Machine Enfernale" yani cehennemi makine adı verilen ve 80 kilo patlayıcı madde ihtiva eden bir bomba kullanılmıştır. Bombanın patladığı yerde 70 cm. derinliğinde bir çukur meydana gelmiştir.
Olayın hemen akabinde tahkikat işine girişilmiştir. Bu amaçla Necib Melhame Paşa başkanlığında bir soruşturma komisyonu kurulmuştur. Tahkikat devam ederken Yıldız yokuşunda bulunan bir lastik parçası olayın aydınlatılmasında önemli ölçüde yarar sağlamıştır. İstanbul'da lastik tekerlekli arabanın pek kullanılmadığı nazarı dikkate alınarak başlanılan tahkikatte, yeni deliller olarak parçalanan arabanın enkazı arasında 11123 numarası ve Neseldorfer yazısı tesbit edilmiştir. Bu şekilde suikastte kullanılan arabının Viyana'da bir fabrikada imal edildiği anlaşılmış ve bundan sonra birbiri peşi sıra bulunan delillerle hadisenin cereyan şekli ortaya çıkarılmıştır. Bu arada elebaşlardan Edward Jorris ve bazı sanıklar yakalanmışlar, yine elebaşı sayılabilecek bazıları ise yurtdışına kaçmayı başarmışlardır. Olayın aydınlatılmasında Edward Jorris'in vermiş olduğu ifadelerin bir hayli işe yaradığım da belirtmek gerekmektedir.
Tahkikat komisyonu görevini tamamladıktan sonra hazırlamış olduğu bir hayli uzun rapor kitap halinde yayımlanmıştır[18]. Dönemin sadrazamı Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa da Padişah'a olayı açıklayıcı bir ariza sunmuştur'[19]. Bütün bunların değerlendirmesinden, hazırlık safhasından başlamak üzere suikastin cereyan tarzının şu şekilde geliştiği anlaşılmaktadır. Ermeni itilal komiteleri Sofya'da yaptıkları toplantıda aldıkları suikast kararından sonra faaliyete geçmeye başlamışlardır. Ermeni komitacılarından Kendiryan Singer Fabrikası memurlarından Belçikalı anarşist ruhlu bir şahıs olan Edward Jorris ile temas kur-muştur. Ermeni iddiaları hakkında fazla bir bilgi sahibi olmayan Jorris ile Kendiryan arasında, ikisinin de anarşist olmaları hasebiyle, önemli bir dostluk kurulmuştur. Böylece Jorris Kendiryan'ın her anlattığına inanmaya başlamıştır. Kendiryan Jorris'e yapmayı düşündükleri büyük çaplı eylemleri ve bu arada Padişah'a yönelik suikast teşebbüsünü de anlatmıştır. Kendiryan bilahare Jorris'e komite mensubu olan Rus Ermenilerden Samuel Fain (namı diğer Kristafor Mikaelyan komite lideri) ile kızı Robine Fain ve Lipa Rips (Konstantin Kabulyan) ve de karısını tanıştırmıştır. Bunlar İstanbul'da kiralamış oldukları bir evde sabahlara kadar süren konuşmalarla suikastin ne şekilde yapılacağını tartışmışlardır.
Bir süre sonra Aralık 1904'de Lipa Rips, karısı, Samuel Fain, kızı ve arkalarından da Kendiryan Cenevre'deki Ermeni ihtilâf komitelerinin toplantısına katılmak amacıyla yurt dışına çıkarak öncelikle Bulgaristan'a uğramışlardır. Sonradan gelen Kendiryan Sofya'da Samuel Fain ile irtibata geçmiştir. Bunlar şehir dışında bir yerde Sultan Abdülhamid'e yapacakları suikastin denemelerini yapmak üzere bomba atma tecrübelerine başlamışlardır. Fakat bu denemeleri sırasında ikisi de hayatını kaybetmiştir. Bu olaydan sonra İstanbul'daki ihtilâl komitelerinin liderliği Samuel Fain yerine Lipa Rips tarafindan yürütülmeye başlanmıştır. Rips de diğerleri gibi Sofya'da bombalama tecrübelerine devam etmiştir. Bu denemeler sırasında bomba atma suretiyle bir suikast gerçekleştirmenin güçlüğü göz önünde bulundurularak yeni bir yöntemin denenmesine karar verilmiştir.
Bundan sonra 1905 yılı Nisan ayının ikinci haftasında Man i Zayn adında bir kadın, beraberinde uzun boylu ve sakallı, Bulgarca'dan başka lisan bilmeyen bir şahıs ile beraber Viyana'da bir araba fabrikasının mağazasına müracaat ederek resmini gösterdikleri Avusturya sisteminde bir fayton seçmişlerdir. Daha sonra Silviyo Ricci (Köse Aristidi) adlı şahıs bu arabayı sipariş vermiştir. İstanbula gönderilen araba Mateo ve Mihal isimli kişilerin yardımıyla gümrükten çıkarılarak Silviyo Ricci'nin önceden seçmiş olduğu Şişli'de bir ahıra nakledilmiştir. Burada Mıgırdıç ve Yervant adlı şahıslar araba ve atlarla meşgul olmaya başlamışlardır.
Diğer taraftan Beyoğlu'nda bir evde ikamet etmekte olan Lipa Rips, Vafyadis adlı arabacıdan bir araba kiralamıştır. Kiralanan bu araba ile Mıgırdıç on gün müddetle İstanbul sokaklarında gezerek yolları ve araba kullanmayı öğrenmiştir. Mıdırgıç bilahare Belçikalı Jorris'e de araba kullanmayı ve yolları öğretmiştir. Bunlar daha önce de Rus Konsolosluğu'ndan temin ettikleri sahte izinle Yıldız Camii'ndeki Cuma selâmlıklarına defalarca gidip yabancılara ayrılan yerden Padişah'a ne şekilde bomba atılabileceğinin hesaplarını yapmışlardı.
Yukarıda değindiğimiz üzere bu yöntem terk edilince araba içine yerleştirilmiş bir saatli bombanın patlatılması yoluyla suikasti gerçekleştirme kararına varılmış ve bunun gözlemleri ile denemeleri yapılmaya başlanmıştır. Böylece Padişah'ın hareketleri tesbit edilmiştir. Bundan sonra suikastte kullanılacak bomba Paris'de satın alınmış, Atina ve Varna yoluyla istanbura gönderilmiştir. Bomba bir çok ayrı paketler halinde gelmiş ve Silviyo Ricci tarafından teslim alınmıştır. Hadiseden sonra yakalanan Jorris'in ifadesine göre gerek arabanın satın almış', gerekse suikaste yönelik harcamaların yekünü 300 bin frank' bulmuştur. Bu paralar çoğunlukla Amerika, Rusya ve Bulgaristan'dan gönderilmiştir.
Suikastin gerçekleştirileceği gün olan 21 Temmuz 1905 tarihinde, titreşimi önlemesi için tekerleklerine lastik takılmış araba, içinde 80 kiloluk bomba olduğu halde Yıldız Camii'ne getirilmiştir. Jorris'in ifadesine göre arabada Lipa Rips ve Matmazel Robina bulunmaktaydılar. Dolayısı ile saatli bombayı da bunlar harekete geçirmişlerdir. Fakat Sultan Abdülhamid'in o gün her zamankinin aksine camiden çıkarken biraz gecikmesi Ermeni anarşistlerin bütün plânlarının boşa gitmesini sağlamıştır. Olaydan hemen sonra bir çok elebaşı yurtdışına kaçmışsa da, sürdürülen tahkikat sırasında Jorris yakalarımıştır[20].
Belçika İle Kriz Başlıyor
Belçika vatandaşı olan Edward Jorris Sultan Abdülhamid'e suikast düzenleme suçuyla yargılanmaya başlanmıştır. Zaten bu konudaki suçluluğunu itiraf ettiği için cezalandırılması muhakkaktır. Karar safhasının yaklaşması üzerine Belçika Jorris'i geri isteme teşebbüsünde bulunmuş ve dolayısıyla Osmanlı Devleti ile Belçika arasında diplomatik bir kriz süreci başlamıştır. Hadisenin gelişimi şu şekilde olmuştur.
Belçika Büyükelçisi 17 Aralık 1905 tarihli bir yazı ile Hariciye Nezareti'ne başvurarak mahkeme sonuçlanınca Jorris'in kendilerine iadesini talep edeceğini belirtmiştir. Büyükelçi söz konusu başvurusunda sanık Jorris'in tevkifinden beri Belçika hükümetinin her türlü kolaylığı gösterdiğini beyan etmekle beraber, tahkikat sonuçlanmakta ve mahkeme de neticeye ulaşmak safhasında bulunduğuna göre, Belçika ile Osmanlı Devleti arasında imzalanmış olan 3 Ağustos 1838 tarihli anlaşmanın 8. maddesi gereği Jorris'in iadesini isteyeceğini bildirmiştir[21]. Büyükelçi, suikast olayının Jorris'in itirafları sayesinde tamamiyle aydınlatılmış olduğuna göre, sanığın artık Osmanlı ülkesinde kalmasının bir fayda vermeyeceğini, dolayısı ile şayet mahküm olursa cezasını çekmek üzere Belçika'ya iade edilmesi gerektiğini de belirtmiştir[22].
Belçika büyükelçisinin bu mektubundan bir gün sonra Edward Jorris mahkemece idama mahküm edilmiştir. Bunun üzerine büyükelçi 19 Aralık 1905 tarihinde Hariciye Nezareti'ne yeniden başvurarak, daha önceki talebi doğrultusunda ve 3 Ağustos 1838 tarihli andlaşma hükümleri gereğince cezasını Belçika'da çekmek üzere Jorris'in tarafına teslimini istemiştir[23].
Belçika'nın bu üstten bakan tavrı üzerine Hariciye Nezareti 23 Aralık 1905 tarihli bir yazı ile yapılan talebin yersizliğini vurgulamıştır. Hariciye Nezareti Belçika sefirine özetle şu hususları hatırlatmıştır: "Osmanlı Padişahı'na suikast yapmaktan idama mahküm olan Jorris'i 3 Ağustos 1838 tarihli muahedenin 8. maddesinin tarafınızdan yapılmış bir yorum una istinaden talep ediyorsunuz. Şurası kesin olarak bilinmelidir ki gerek söz konusu tarihte ve gerekse halihazırda Belçika hükümetine diğer yabancı ülkelerden daha geniş hukuki imtiyazlar tanınması için hiç bir özel sebep olmadığı gibi, BâbiaIi'nin Belçikaya böyle bir ayrıcalık tanımaya da niyeti yoktur. O dönemde söz konusu olan; Belçika uyruklara diğer yabancılara tanınan haklarm tanınması idi ve başka türlüsü de olamazdı. Dolayısı ile Belçika'nın 8. madde ile kendi tebaası için cinayet davalarında özel bir müsaade sahibi olması mümkün değildir. Esas itibariyle, bu hususlarda yapılacak uygulamalar 1675 ve 1740 tarihlerinde Osmanlı Devleti'nin İngiltere ve Fransa ile karşılıklı olarak teati ettiği andlaşmaların 42. ve 65. maddelerinde açıldıkla belirtilmiştir[24]. Buna göre, ecnebilerle Osmalı vatandaşlarının beraber karıştığı cürüm ve cinayetlere dair olan davalarda konsoloshane memuru hazır bulunabilir. Fakat hüküm ve karar verilmesinde Osmanlı adliyesi tam yetki sahibidir. Gayet açık olan bu maddeleri ayrıca izaha gerek yoktur. 1838 tarihli muahede de bu ahval üzere yapılmış ve tefsir edilmiştir. 65 senedir de uygulama devam etmektedir. Belçika hükümeti bu hususları iyi bir şekilde tetkik etmelidir. Ayrıca gerek Osmanlı ülkesinde gerekse yabancı devletlerde büyük nefret uyandıran bir suikast ve ülkenin huzur ve asayişini çok yakından ilgilendiren böyle bir konuda Belçika hükümetinin almış olduğu tavra da teessüf olunur[25].
Tarafların karşılıklı olarak bu tür iddialarda bulunmaları meseleyi bir krize dönüştürmüştür. Bu çerçeve içinde Belçika sefiri 26 Aralık 1905 tarihinde Hariciye Nezareti'ne yeniden bir yazı gönderir. Burada Jorris'in talep edilmesi hususunda Bâbıâli'nin cevabi yazısının Brüksel'e gönderildiği ve oradan gelecek direktife göre hareket edileceği belirtilmektedir. Sefir, daha önce iddia ve talep olunan hususların değişmeyeceğini tahmin ettiğini, kendisinin de aynı kanaati taşımaya devam etmekte olduğunu da ilave etmiştir[26].
Belçika hükümetinin konu ile ilgili yorumu 9 Ocak 1906 tarihinde yine sefiri aracılığı ile Bâblâli'ye duyurulmuştur. Buna göre Belçika 1675 ve 1740 tarihli kapitülasyonlardan sonra yapılan 1838 muahedesinin 8. maddesinin muhakeme ve cezalandırma konusunda gayet açık hükümler taşıdığını, bundan dolayı da Bâbıâli'nin beyanının kabul edilemeyeceğini belirterek şu hususlar' vurgulamıştır: "Kapitülasyonlar ile bahş olunan haklar bilâhare tatbikatta daha geniş bir şekilde icra edilmeye başlamıştır. Mesela 1830 da ABD, 1838 yılında ise Belçika ile yapılan muahedeler ve diğer anlaşmalar kati sürede tasdik edilmiş bir teamül oluşturmuştur. (k-renkler hakkında müessis olan adata göre] ibaresi ile başlayan madde bizim fikrimizi teyid ettiği halde Bâblâli bunu kendi nokta-i nazarına göre tesfir etmektedir. Halbuki muahedede öngörülen hususlar bunlar olamaz. Zaten muahededen sonra, 14 Ağustos 1838 tarihinde, murahhaslarımız tarafindan Belçika hükümetine bildirildiğine göre kendi tebaaımızı muhakeme etme ve cezalandırma hakkını bize bahş eden Fransızca metne karşı hiç bir Osmanlı murahhası kiraz etmemiştir. Biz de bu hükme dayanarak kendi kanımlarımızda değişiklik yapma ihtiyacı hissettik. 31 aralık 1851 tarihli özel bir kanun ile Osmanlı ülkesinde bir cinayet veya cürüm yapan Belçika uyrukların muhakeme edilme yöntemlerini tanzim ettik. Söz konusu kanun halen mevcuttur ve 1838 muahedesi gibi yürürlüktedir. O tarihten beri bu kanun hükümleri tatbik edilmemiş ise ve bize bahş olunan hakların tatbikini hiç bir zaman talep etmemişsek bunun sebebi bu hakkın tatbikine neden olacak ciddi bir olayın vukua gelmemiş olmasıdır. Bu arada gayet önemsiz bazı suçlarda Osmanlı mahkemelerinin salâhiyetini kabul etmişsek de, bu durum 1838 tarihli muahedenin tarafımıza sağladığı haklardan vazgeçdiğimiz anlamına gelmez. Suçluyu cezalandırma hakkımız her zaman bakidir. Yalnız bu olayda müzakere ve hüküm verme safhasına iştirak etmeyip sadece mahkumun teslimini talep edeceğimizi evvelce beyan etmiştik. Yine tekrarlayalım ki burada talep ettiğimiz husus Jorris'i muhakeme etme hakkı değil, sadece tarafimıza teslimidir. Bu da umumi bir hak olup bundan yalnızca yapmış oldukları bir anlaşma gereği Avusturya-Macaristan Devleti feragat etmiştir. Hatta onlar da anlaşma öncesinde kendi tebaası olan suçluları Osmanlı ülkesinden alabiliyorlar& Görüldüğü üzere Bâblâti geçmişte bugüne benzer bir hali kabul etmekte idi. Bizim talebimiz de bu misak göredir. Her ne kadar Belçika tebaasından birinin Padişahınıza yönelik bir saldırıda bulunması bizi hayli mütessir etmişse de, zat-ı şahanelerinin bu suikastten zarar görmemelerine son derece sevinmiş bulunuyoruz.Jorris'in teslimini, müstehak olduğu bir cezadan kurtarmak maksadıyla istemiyoruz. Belçika hükümeti işin mahiyetine bakmayarak, daima yürürlükte kalmış bir muahede ile kendine bahş olunmuş saydığı haklardan feragat etmek istememektedir[27].
Taraflar arasındaki diplomatik kriz ve hukuk savaşı bu şekilde sürerken başka süpriz bir gelişme meydana gelmiştir. Belçikada yayınlanmakta olan Conservateur de l'Eparne Gazetesinin 14 Ocak 1906 tarihli nüshasında ülkenin meşhur hukukçularından Paul Wauwermans'ın konu ile ilgili bir mütaalası neşredilmiştir. Wauwermans mütaalasında Jorris olayının yorumunu yapmakta, objektif bir yaklaşım ve dürüstlük örneği ile Belçika hükümetinin haksızlığını ortaya koymaktadır. Wauwermans bir çok Avrupalı hukukçunun görüşleri ve geçmişte yaşanan bazı olaylarla desteklediği yorumunda şu hususları belirtmektedir: lorris meselesinde tartışma konusu olan 3 Ağustos 1838 tarihli anlaşmanın 8. maddesidir. İlk bakışta, bu maddede yazılı [suçlular sefir, maslahatgüzar, konsolos veyahut konsolos vekili tarafından muhakeme edilecekler ve frenkler hakkında cari olan usule uygun olarak cezalandırılacaklardır] ibaresi Belçika'nın iddiasında haklılık payı olduğu intibaını uyandırmaktadır. Fakat bu değerlendirme 31 Aralık 1851 tarihli konsoloshaneler nizamnamemizin 32. maddesindeki hıristiyan olmayan ülkelerde Belçikalılar tarafından gerçekleştirilen cinayetler Braban Cinayet Mahkememiz tarafından tanınacaktır şeklindeki hükme ters düşmektedir. İşin doğrusu 1838 anlaşmasının ancak o dönemde geçerli adetler ve hukuki kurallar çerçevesinde dikkate alınabileceğidir. Aslında mesele, sahip olduğumuz kapitülasyonlarla elde ettiğimiz hakları kendi insanlarımız lehine kullanmaktan ibarettir. Bu kapitülasyonlarda sözü edilen [frenkler hakkında cari adetler mucibince muhakeme edilecekler ve cezalandırılacaklardır] tabirleri sadece Fransızlar] kapsamaz. Bu tabir Belçikalılar da Fransızlar gibi muamele göreceklerdir anlamını ihtiva eder. Dolayısı ile kapitülasyonların uygulanış şekline bakacak olursak: 1740 tarihli kapitülasyonun 15. maddesinde [Fransızlar tarafından diğer Fransızlara karşı bir suça tevessül olunduğunda kendi mahkemelerinde yargılanmaları denilmektedir[28]. Şu halde yabancılarla Osmanlı tebaasından kişiler arasında meydana gelen olaylarda Osmanlı mahkemeleri yetkili olmaktadırlar. Nitekim bu hususa dair bir çok örnek de yaşanmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1829 yılında yapılan Edirne Muahedesi'nde de benzer bir nokta karşımıza çıkmaktadır. Burada Rus uyruklu kişiler arasındaki davalarda Rus konsoloslarına muhakeme yetkisi verilmiştir. Ama hadisenin içinde herhangi bir Osmanlı tebaası bulunduğunda mahalli mahkemelerin salâhiyeti titizlikle korunmuştur. Şu halde gösterdiğimiz gerek çelerden de anlaşılacağı üzere, Belçika Osmanlı Devleti'ne karşı olan talebinde haksız bir mevkide bulunmaktadır. Belçika hükümetinin yapabileceği şey ancak, şimdiye kadar talep vukubulmamış bir husus için Osmanlılardan izin istemek olabilirdi. Bunun yanında adaleti tam anlamıyla yerine getireceği konusunda da güvence verebilmeliydi. Halbuki bazı gazetelerimizde çıkan yazıların ve tertiplenen mitinglerin etkisi altındaki Belçika hükümetinin Jorris meselesinde adil olabileceği intibaını edinmek mümkün değildir'[29].
Görüldüğü üzere Belçika, yapmış olduğu girişimle Osmanlı Devleti'nin adli mekanizmasına müdahale etmek gibi hatalı bir davranış içine girmektedir. Bu konudaki haksızlığının kendi hukukçuları tarafından da ortaya konmuş olması bunun bir göstergesidir. Belçika'nın küçük bir ülke olmasına rağmen takınmış olduğu bu müdahale edici tavır günümüzde de bazı Avrupa ülkeleri tarafından tekrarlanmaktadır. Aslında Osmanlı Devleti'nin, hıristiyanların kendi aralarındaki meselelere karışmamak için tek taraflı olarak bahsettiği hukuki imtiyazlar geçen zaman içinde zayıflayan devletin aleyhine işlemeye başlamıştır. Dolayısı ile bu hakkın ecnebiler tarafından sı k sık suistimal edildiği görülmektedir. Belçika'nın yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Osmanlı Devleti ise hukuk sınırları içinde Belçika'ya gerekli cevabı vermekten geri kalmamıştır. Nitekim bu defa 1 Şubat 1906 tarihinde yine Hariciye Nezareti aracılığı ile Belçika sefaretine gönderilen cevabı yazıda ana hatları ile şu hususlar vurgulanmıştır: "1838 muahedesinin Belçika 'ya ait tasdiknamesinin Fransızca metninden kaynaklanan bir delile dayanan Belçika hükümeti, kendi tebaasına Osmanlı hükümetince bazı fevkalâde imtiyazlar bahş edilmiş gibi aslı olmayan bir tavır takınmaktadır. Halbuki Bâbıâli kendini sadece kendi taahhütlerinden sorumlu tutmaktadır. Dolayısı ile yabancı bir devletin aslına uygun olmayan tercüme bir muahede metnine dayalı iddiaları kabul edilemez. Belçika'nın elinde bulunan ve tasdik-i âli'- den geçmemiş muahede metni ile Türkçe metin arasında farklılık söz konusu ise geçerli kabul edilecek nüsha Türkçe olandır. Türkçe nüshada ise ceza davaları söz konusu olduğunda Belçika 'ya hiç bir şekilde yargılama hakkı tanınmamaktadır. Yalnızca diğer frenklerde olduğu gibi Belçikalılara da bir konsolos memuru bulundurma hakkı verilmektedir. Buna karşılık konsoloshanelerin yargılama yetkisinin 1838 yılına kadar tedrici olarak genişlediği konusundaki iddianız hiç bir delile dayanmamaktadır. Eğer ileri sürdüğünüz gibi karma suçlarda bütün Avrupa konsolosluklarının yargılama yetkisi var idiyse, bu derece önemli bir konuda Avrupa hükümetlerinin hiç bir resmi mukavele yapmadan bu haklarından vazgeçtiklerini nasıl isbat edebilirsiniz? Yine bunun gibi Osmanlı Devleti'nin Rumeli ve Anadolu vilâyetlerinde yürürlükte olan yargılama hakkını Trablusgarp vilâyetinde de uygulamak için Fransa, İngiltere ve İtalya hükümetleriyle yapmış olduğu protokole karşı nasıl bir gerekçe göstereceksiniz? İşin aslı şudur ki, çok eskiden beri karma işlenen suçlarda yabancılar Osmanlı mahkemelerinin yargılama yetkisine tabi olmuşlardır. Dolayısı ile Belçika hükümetinin diğer milletlere uygulanan muamelelerden daha fazla bir talepde bulunabilmesi mümkün değildir. Ayrıca Osmanlı Devleti'nin yargılama yetkisiyle ilgili olarak 1880 yılında çıkarılan (Tahkikat-ı Cinaiyye Kanunnamesi) hakkında yabancı elçiliklerle teati olanan görüşmelerde bu elçilerin hiç bir itirazda bulunmamaları da önemli bir delil değil midir? İster adi bir cürümden, ister hakiki bir cinayetten ibaret olsun, Osmanlı mahkemelerinin yargılama yetkisi hakkındaki esas kaide asla değişmez. Şimdi, Avrupa hükümetlerinin bu ana kadar talep etmedikleri bir imtiyaz] Belçika hükümetinin istemeye teşebbüs etmesi şaşırtıcı olmaktadır. Jorris işine dair sizinle yaptığımız şifahi görüşmede icra eylemiş bulunduğum beyanata hiç bir şey ilave etmek istememekle beraber, şurasını ihtardan geri kalmam. Eğer bu görüşmede Osmanlı yargı yetkisine yönelik en küçük bir itirazınızı hissetmiş olsaydım, mülakatımız sırasında bunu çok şiddetle protesto ederdim[30]. Hariciye Nazırı bu gerekçeleri öne sürdükten sonra suç işlediği için Osmanlı mahkemelerince cezalandırılıp yine bu cezalarını Osmanlı tevkifhanelerinde tamamlayan Fransız, Rus, İngiliz, İtalyan ve Avusturya uyruklu yabancıların bir listesini de Belçika'ya sunmuştur[31].
Meselenin bundan sonraki safhası beklenmedik bir sonla noktalanmıştır. Bilindiği üzere II. Abdülhamid idam cezasından hoşlanmazdı. Dolaysısı ile hayatına kastetmiş olmasına rağmen Jorris'i affetmiştir. Fakat bunu Belçika istediği için değil, kendi şahsi iradesi o yönde tecelli ettiği için yapmıştır. Hatta affetmenin ötesinde Jorris'e bir takım ihsanlarda bulunmuş ve O'nu Osmanlı Devleti hizmetinde de kullanmıştur.