Gayrimüslim denince ilk akla gelen vergi türü cizyedir. Osmanlı İmparatorluğunda cizye, Gayrimüslim halk içinde belli bir takım şartları taşıyan kimselerden kişi başına alınan vergi idi[1]. Şartlar, belli bir yaşda bulunmak (14-75)[2], hasta, sakat ve işsiz olmamak, ehl-i zimmet olmaktı. Bu nitelikleri üzerinde taşıyan her Zimmî cizye ödemekle yükümlü idi.
1670 tarihli “Kandiye Kanunu”nda cizye şöyle tarif edilmiştir: “Haraç iki nev’i üzere mebni olub, nev’-i evvelki keferenin ruusuna vaz’ olunur. Cizye ile müsemmâdır”[3].
Cizye adı daha çok İmparatorluğun resmî kayıtlarında kullanılıyordu. Halk arasında bu vergiye genellikle “Haraç” denirdi. Resmî kayıtlarda da cizye yerine haraç kelimesinin kullanıldığı olmuştur[4]. Haraç ve cizye terimlerinin gerek Devletin resmî kayıtlarında, gerekse halk arasında birbirine karıştırılması, Osmanlı İmparatorluğu dönemine özgü bir özellik değildir. Daha İslâmiyetin ilk yıllarında ehl-i zimmetden haraç ve cizye alındığı zaman[5], bu terimler birbirine karıştırılmış ve ayırdetmek için bir başka kelime ile tamlama yapmak gereği ortaya çıkmıştır. Mesela, haraç vergisine Cizyetü'l arz, cizye vergisine de Haracu 'r-ru’us denilmiştir[6].
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki cizye ve haracın kökü İslâm hukukuna, oradan da Yahudi, Roma, Bizans, ve Sasanî hukuklarına dayanır. İslâmî devirlerde dinsel bir vergi olan cizye, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de dinsel özelliğini korumakta devam etmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’na gelinceye kadar cizye ve haracın nitelik ve niceliğinde bazı ufak değişiklikler olmuştur. Mesela, paranın birimi ve değeri ile cizye veren Zimmîlerde aranan şartlar bu değişiklikler arasındadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda bir bölgeye veya şahsa cizye veya haraç tayin edileceği zaman verilen ferman, berat, hüküm, nişan ve benzeri belgelerde meselenin aslının İslâm hukukundan geldiği ve İslâmiyetin ilk yıllarında nasıl uygulandığı ve ne miktar vergi alındığı belirtilmek suretiyle cizye ve haracın meşruluğu gösterilmeye çalışılmıştır[7]. Bu dinsel mazeret bir tarafa bırakılsa bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman olmayan halkdan aldığı cizye ve haraç vergisinde, Müslümanlara nazaran bir gayr-i meşruluk görülmemektedir. Çünkü yalnız Zimmîlerin verdiği bu vergilere karşılık, zekât gibi yalnız Müslümanlara özgü olan vergiler de vardır. Cizyeyi zekât ve askerlikten muaf olmanın karşılığı olarak kabul edersek, haraç da Müslümanların ödediği çift resmi veya resm-i dönüm de denilen toprak vergisinin karşılığı olabilir. Ancak, Müslümanın verdiği toprak vergisi ile, Müslüman olmayanların ödediği haraç arasında, çoğu zaman, Müslüman lehine bir fark olmuştur. Devletin bilinçli bir politikasının sonucu olmasa bile şurasını önemle belirtmek gerekir ki pek gelir sağlamayan bir çok devlet memuriyeti ile hemen hemen hiç bir gelir sağlamayan askerlik hizmetinden Müslüman olmayan halkın muaf tutulması, sonucu bakımından zimmîler lehine mukayese kabul etmez bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunda ehl-i zimmet, her türlü tehlike ve gelir getirmeyen görevlerden korunmuş olarak büyük bir güven içinde ticaret ve sanatla uğraşmış ve İmparatorluğun iktisadî hayatını hemen hemen bütünüyle ele geçirmiştir. Bu durum karşısında, Zimmîlerden alınan haraç ve cizye tamamiyle meşruluk kazanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunda toplanan cizyenin miktarı da Fıkıhdaki cizye hükümlerine uydurulmaya çalışılmıştır. Ancak paranın birimi ve değerinin değişmesi nedeniyle, benzerlik yalnız katsayı veya sınıflarda kalmıştır. Yani cizye veren Zimmîler “Alâ, Evsat, Edna’ diye üç sınıfa ayrılmış ve genellikle “Alâ’dan 48, “Evsat’dan 24, “Edna’dan 12 akçe cizye alınmıştır[8]. Nitekim İslâmiyetin ilk yıllarında alınan cizye de 12, 24, 48 dirhem idi. Ama kuşkusuz İslâmiyetin ilk yıllarında alınan 12 dirhem ile Osmanlı İmparatorluğunda alınan 12 akçe, değer bakımından aynı değildi. Buna rağmen bazan Osmanlı İmparatorluğunda alınan cizye miktarı, Şer’i dirhem üzerinden hesap edilerek de toplanmış ve böylece para değeri bakımından standarda uyulmaya ve aynı zamanda para değerinin düşmesi ile azalan gelir, yükseltilmeye çalışılmıştır[9]. Bu durumda 12, 24, 48 katsayısı değişmiş, yalnız alâ, evsat, edna sınıflara uyulmuştur.
Alâ sınıfa Gani veya Zahîru’l-gına muksîr, evsat sınıfa Mulavassıtü’l-hal, edna sınıfa ise Fâkir-i mu’temel veya Fâkir-i kâsib denmiştir. Bunların tayini ise kazanca göre yapılmıştır. Kazancın miktarı da yere ve zamana göre değişmiştir[10].
Cizyenin, sınıflara aynlmadan herkesden eşit olarak toplandığı da olmuştur. Fermanlarda bu durumun meşruluğu için de Fıkıhdan örnekler verilmiştir[11].
İmparatorluğun her tarafında toplanan cizye, miktar bakımından aynı değildi. Mesela, Şam vilayeti ile Safed livasından seksen akçe[12], Sis livası ve Çukurâbâd (Adana) vilayetinden elli Halebî akçe[13] alınırdı. Zamanla bu miktarlar de değişmiş, cizyeler artırılmıştır[14]. Bazan bölgenin verimsiz olmasına veya stratejik durumuna bakarak vergide ayarlama ve indirme yapıldığı da olmuştur[15].
Macaristan ve çevresinde bulunan Hatvan, Kopan, Şamantuma ve Lipova livalarında Macar kırallığı zamanından kalan bir filorilik vergi cizyeye çevrilmiş ve buna Resm-i filori denilmiştir[16]. Buradaki cizye yine fılori vergisi şekline uygun olarak evden eve toplanmıştır. Yalnız bir evde oturan kardeşlerin veya akrabaların yiyecekleri, ticaretleri ve ekinleri birbirinden ayrı ise hepsinden ayrı vergi alınır, aynı evde oturmalarına bakılıp tek vergi alınmazdı. Bu verginin miktarı Macar parasıyla 106 penezdi. Bunun 106 penezi -ki bir filori eder- cizye karşılığı, iki penez Resm-i hane diye mirî için, iki penez emîn, iki penez de kâtip için alınırdı.
Osmanlı İmparatorluğunda cizye "erenlerin ve toplanan cizyelerin miktarı düzenli olarak defterlere kaydedilirdi[17].
Cizye ve haraç dinî bir vergi sayıldığından toplanması ve harcanması için özel bir ilgi gösterilirdi. Genel olarak devletin tayin ettiği memurlar tarafından toplanırdı[18]. Bu memurlar çoğu zaman, özel olarak cizye toplamakla görevli olan mültezimler idi ki bunlara cizyedar denirdi. B.K. Nedkoff’a göre[19], Osmanlı İmparatorluğunda eskiden her hangi bir devlet memuruna toplatılan cizye, II. Mahmut zamanında yolsuzlukların önü alınması amacıyla, iltizam yoluyla mültezimlere toplatıldı. Bu tarihlerde baş mültezimin emri altında 180 kadar mültezim vardı.
Cizyedarlardan başka, silahdarlar, diğer cizye kalemi memurları, ummâl (âmiller), muhassıllar da cizye toplamaya memur edilebilirdi[20].
Lübnan’da özellikle Marunîlerin oturdukları yerlerde vergi toplama işi “Mukaddemin" denilen yerli memurlara verilmiştir[21]. Buna göre daha Kölemen egemenliği sırasında Marunîlerin oturdukları yerler bölgelere ayrılmış ve her bölgeye bir mukaddemin tayin edilmiştir. Bu mukaddemînler Kölemenlerin Tırablus naipliğine bağlanmıştır. Mukaddeminler vergi toplama işinden başka hükümet nezdinde Marunîleri temsil etmişlerdir. Mukaddemînlik babadan oğula geçebilirdi. Bunlar genellikle köy papazı kıyafetinde idiler[22].
Osmanlı fethinden sonra bu teşkilat olduğu gibi devam etmiştir. Yine görevleri vergi toplamak ve toplumla devlet arasındaki bağlantıyı sağlamaktı. Fakat bu defa her hangi bir naipliğe değil, devletin tayin etmiş olduğu mültezime bağlanmışlardır. Osmanlı fethinden bir süre sonra mukaddemînliğin babadan oğula geçmesi kaldırılmıştır.
Bazı yerli ailelerin rekabeti ve vergi toplama istekleri karşısında, mukaddemînlik teşkilatı da 1655 yılında kaldırılmış ve bu görevi yerli aileler yapmaya başlamıştır. XVII.yy.ın sonunda bu bölgelerde yerli ailelerin meydana getirdiği emirlikler, özellikle “Şihab” ailesinden gelen emirlikler kurulmuştur[23].
Osmanlı İmparatorluğunda cizye toplayacak memur özenle seçilirdi. Rüşvet, iltimas veya başka bir yolla yeteneksiz kimselerin atanması önlenir ve bu iş “emin" ve “mutemed" kimselere verilirdi[24].
Cizye toplanacak bölgedeki vergi mükelleflerinin tesbit ve tahriri işine de yine cizye muhasebesinden bir memur bakardı. Memur, o yerdeki vergi verecek durumda olan Zimmîleri tesbit eder ve isimleri ile tek tek deftere yazardı[25]. Daha sonra bu defter İstanbul’da bulunan bir önceki yıla ait defterle karşılaştırılarak aradaki farklar tesbit edilir ve gerekirse bu farkların neden ortaya çıktığı araştırılırdı. Böylece tespit edilen vergi mükellefi, kayıt defteriyle gelen cizyedara Emr-i şerif ile tayin edilen miktar cizyesini öderdi. Toplanan para torbalara doldurulup ağzı mühürlenir, ayrıca cizye verenler defterde işaretlenir ve defter cizyedar tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra İstanbul’a gönderilirdi[26]. Cizye toplandıktan sonra her mahalle veya köye cizyenin toplandığını gösteren bir belge verilirdi. Bu belgeye Temessük veya Tezkîre denirdi[27].
Cizyenin maktua bağlandığı da olmuştur. Ancak bu sistem çoğu zaman Zimmînin aleyhine olduğundan, yaygınlaşmış ve maktu’ toplanan cizyeler Gayrimüslimlerin istekleri üzerine kaldırılmıştır[28].
Cizye toplanması sırasında yolsuzluklar artınca devlet cizye kâğıtları düzenleyerek her yükümlüden cizyesini alıp kâğıdını dağıtmaya başlamıştır. Böylece yolsuzlukların önü alınmaya çalışılmıştır.
Cizye kâğıtları yine alâ, evsat edna olmak üzere üç sınıf üzerinden takdir ve tesbit edilmiştir. Cizye muhasebesi her yıl, hangi bölgeye ne kadar ve hangi sınıftan cizye kâğıdı yazılacaksa bunları hazırlar ve bu kâğıtlar paketler (bohça) içinde her bölgenin mültezimine verilerek dağıtılırdı. Her mükelleften vergisi alınır ve kâğıdı verilirdi.
Cizye kâğıdının üzerinde, alâ, evsat veya edna mı olduğu, toplanacağı yıl ve defterin, cizye muhasebecisinin ve mültezimin adları yazılı idi. Ayrıca mültezim cizye verenin adını, eşkâlini ve bölgenin adını da bu kâğıt üzerine yazardı. Cizyesini ödeyen her Zimmî bu kayıtları taşıyan kâğıdını alır saklar ve gerektiği zaman onunla cizye verdiğini kanıtlardı[29].
Ödeme kolaylığı sağlamak için taksitle cizye alındığı da olmuştur[30].
İslâmiyetin Arap egemenliği döneminde cizye toplanırken Zimmîye bazı küçültücü davranışlarda bulunulduğu yine bazı tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir[31]. Buna göre, vergi toplanırken mültezim oturur, Zimmî ayakta dururdu. Para alınırken Zimmînin eli altta, mülteziminki üstte bulunurdu. Mültezim parayı aldıktan sonra Zimmîye bir tokat veya yumruk vurur ve onu kaba bir şekilde kovardı. Araplardaki bu durumun tarihsel gerçekliği tam olarak tesbit edilememekle birlikte Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, cizye toplanırken Gayrimüslimlere bu veya buna benzer haraketlerin yapıldığına dair hiç bir kayıt yoktur. Aksine devlet cizye ve haraç toplanırken Müslüman olmayan halktan fazla para alınmaması, herhangi bir zarar verilmemesi ve hakaret edilmemesi için sık sık emirler vermiştir. Ancak bazan cizye ödemek istemeyen veya herhangi bir yolla bundan kurtulmak isteyenleri de vergiden kaçan bir teb’a sayarak cezalandırmıştır[32].
Cizye aslında Gayrimüslimlerden alınan bir baş vergisi olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğunda Müslümanlardan da cizye alındığı olmuştur. 1613 tarihli “Ohri Kanunu"nda belirtildiğine göre[33], Gayrimüslimlerin baştinelerini alıp tasarruf eden Sipahi ve Müslümanlardan da tıpkı Zimmîler gibi haraç, cizye ve ispençe istenmiş, onlar da bu parayı diğer Zimmîlere ödetmişlerdir. Bunun üzerine Kanunnameye, baştine tasarruf eden Sipahi ve Müslümanların, bu vergileri mutlaka kendilerinin ödeyecekleri hükmü konmuştur. Cizye ve ispençe ödemek istemeyenlerin ise baştinelerinin ellerinden alınıp Zimmîlere verilmesi bildirilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunda haraç ve cizye gibi şer’i vergilerle, bunun dışında kalan örfî vergilerden bağışlanan Zimmîler vardı. Bunlar belgelerde genellikle muaf ve müsellemler diye geçmektedir.
Bir Zimmînin veya Zimmî topluluğunun vergiden bağışlanması mutlaka bir hizmet karşılığı olurdu. Zimmîler şer’i vergilerden daha çok avârız-ı divaniye ve lekâlif-i örfiyye’den muaf tutulmuşlardır. Çünkü cizye ve haraçtan muaf olmakla beytü’l-mal-i müslimîn gelirinin azalacağı dikkate alınmıştır. Bu sebepten şer’i vergilerden muaf olma çok özel durumlarda yapılmıştır ki bunlar da genellikle askerî hizmetler karşılığında olmuştur[34]. Başka bir deyimle devlet, mükellefi vergiden bağışlarken önce avârız sonra rüsûm-ı raiyyet daha sonra da rüsûm-ı şer’iyye sırasını izlemiştir[35]. Bazan bunların birinden, bazan da hepsinden bağışlanma olmuştur.
Geçit yerlerinde, kalelerde, adalarda ve sınır boylarında bulunan Gayrimüslimler çoğrafî konumları ve buralarda gördükleri hizmetler nedeniyle ya cizye ve diğer vergilerden muaf tutulurlar veya pek az vergi öderlerdi[36].
Diğer yandan uçlarda bulunan kalelerin onarım ve yapımında çalışan[37], madenlerde çalışan[38], Müslümanlara ait bir kuruma vakfedilen topraklar üzerinde yaşayan[39], vergi toplanmasına yardım eden[40], Zimmî iken Müslüman olan[41], verimsiz topraklarda oturan[42], çalışamayacak kadar yaşlanan Zimmîlerden[43] durumlarına göre kısmen veya tamamen vergi alınmazdı.
Yeniden tahrir edilen bir yerde önce vergiden muafiyet varsa bu genellikle aynen devam ederdi[44]. Zaman zaman bazı maddelerin bac’ından bağışlanma olduğu gibi[45] bazı maddelerin de gümrüğünden bağışlanma olmuştur[46]. Geçerliliği kalmayan vergiler derhal kaldırılmıştır. Mesela, Taşözi adasında eskiden domuz vergisi alınırmış. Adada artık domuz beslenmemeye başlanınca bu vergi de (resm-i hınzır, resm-i canavar) kaldırılmıştır[47].
Bir yerin fethi sırasında hizmeti görülen veya fetihden sonra o bölgede oturan Zimmîlerin de bazan geçici bir süre için, bazan da sürekli olarak vergileri bağışlanmıştır[48].
Ehl-i zimmet olanların yaptıkları bu genel hizmetler dışında, devlet memuru ve asker olarak görev yapan Zimmîler de vergiden muaf tutulmuşlardır. Özellikle Zimmîlerin kalabalık olduğu yerlerde yine kendi aralarında seçtikleri yöneticiler bu gruptandır. Bu yöneticiler genellikle melik, kinez, pirimkür, teklic, biro veya voyvoda diye adlandırılırlardı[49]. Ordunun daha çok geri hizmetlerinde çalışan askeri sınıftan Zimmîlerden voynuk, martolos ve eflak’lar da vergiden muaf tutulmuşlardır[50]. Bunlardan voynuklar casusluk işlerinde devlete önemli hizmetler görmüşlerdir[51].
Zimmî doğancılar, duruma göre bazan tam, bazan da bir kısım vergiden bağışlanmıştır[52].
Vergiden bağışlanma konusunda Müslüman olmayan din adamlarının özel bir yeri vardır. Başlangıçta bütün din adamları vergiden bağışlanmışlardı. Mesela, Fatih Sultan Mehmet gerek Gennadios’a verdiği fermanda[53] gerekse kanunnamesinde belirttiği üzere[54] din adamlarını vergiden bağışlamıştır.
Din adamları sahip oldukları bu aşırı imtiyazı, zamanla kötüye kullandıklarından kaldırılmıştır. Mesela, önceleri bütün din adamları vergiden muaf iken sonradan, çalışan, para kazanan ve ticaret yapanlar vergiye tabi olmuşlardır. Vergiden bağışlanma, hastalar, sakatlar, yaşlılar ve kendini tamamen ibadete vermiş ve başka hiç bir işle meşgul olmayan gerçek din adamlarına uygulanmıştır. Bunların durumları bir çok fermanlarla belirlenmiştir[55].
İslâmda bir tapu sicil hukuku bulunmamasına rağmen Osmanlılar defter kayıtlarına çok önem vermişler, düzenli bir arşiv oluşturmuşlardır. Defter deyimiyle, tahrir sonucu bir bölgenin ve o bölge toplumunun aldığı hukukî durumu tesbit eden ana kütük defterleri kastedilmektedir. Mesela, mufassal defterler, icmal defterleri, vakıf ve emlak defterleri, avârız ve cizye defterleri, voynuk ve eflak defterleri gibi. Örf ve yasalarla çözülemeyen herhangi bir meselede derhal bu defterlere başvurulur ve defterde nasıl yazılmış ise, öyle hareket olunurdu[56]. Defterin en büyük önemi buradan gelmekte idi.
Osmanlı İmparatorluğundaki defter kayıtları kuruluş yıllarına kadar çıkarılabilir. Çünkü ilk Osmanlı padişahları devrinde düzenlenmiş olan vakfiye ve mülknamelerde görülen bey, paşa ve benzeri gibi bir takım belirli unvan ve memuriyetlerin bulunması Osman Gazi ve ondan sonraki padişahların, sanıldığı gibi basit birer göçebe boy beyi olmadıklarını göstermektedir[57].
Özellikle Müslüman olmayan halkla ilgili olan haraç ve cizye gibi vergilerin toplanmasından önce ve sonra tutulan defterler, Defterdarlık dairesine bağlı Cizye Muhasebesi Kalemi tarafından tutulurdu. Ayrıca Cizye Baş Bakı Kulu, Cizye Mukataacısı gibi memuriyet ve kalemler de vardı[58].
Gerek Başbakanlık Arşivinde, gerekse diğer kütüphane ve arşivlerde pek çok muhasebe defterleri vardır. Bu defterlerdeki kayıtlar, mukataa yoluyla değil, devlet tarafından doğrudan toplanan gelirlere aittir. Cizye ve ispençe gibi vergiler, devletin tayin etmiş olduğu memurlar tarafından toplanmış olduğundan bu defterlerin çoğunu cizye ve ispençe defterleri oluşturur. Fakat bazan cizye ve ispençenin mukataaya verildiği de olmuştur[59].
Gayrimüslimlerle ilgili vergilerin toplanmasına bakan cizye muhasebesinde defterler gayet düzenli ve özenle tutulurdu. Önce merkezden atanan bir memur vergi toplanacak bölgeyi yazar ve cizye muhasebesinde buna dayanılarak vergi mükelleflerine ait bir defter meydana getirilirdi. Her cizye toplama bölgesi için bu işlem ayrı ayrı yapılırdı. Padişah tuğrası ile onaylanan bu defterler cizyedarlara verilerek, ilgili bölgelere gönderilirdi. Bu arada o bölgenin kadısına da bir ferman gönderilir ve cizye toplamada yardımcı olması istenirdi. Cizye, cizyedanın elindeki deftere dayanılarak toplanır ve toplanırken de ayrıca bir defter cizyedar ve bir defter de kadı tutardı. Cizye toplandıktan sonra defterler birbirleriyle karşılaştırılarak kontrol edilirdi. Bundan sonra defter, kadı tarafından imzalanıp mühürlenir[60] ve bir torba içine konduktan sonra tekrar torbanın ağzı mühürlenir ve cizyedar eliyle cizye muhesebesine gönderilirdi[61]. Bu sıkı kayıtlarla hem Zimmînin hem de devletin herhangi bir zarara uğraması önlenirdi[62]. Bu defterler merkezde icmal defterlerine kaydedilir, ayrıca cizye ve haraçla ilgili hükümler de ayrı defterler halinde tutulurdu[63]. Gerektiği zamanlarda vergi yükümlüsünün özelliklerini gösteren belirtiler de deftere kaydedilir, bu kayıtlar bu günkü fotoğraf yerini tutardı[64].
Bütün bunlara rağmen, cizye, haraç ve diğer vergilerin toplanması sırasında ortaya çıkan yolsuzluklara engel olmak için cizye kâğıtları çıkarıldığı zaman bu kâğıtları dağıtma işini de cizye muhasebesi yapmıştır[65].
Haraç vergisine gelince; XVI. yy.ın ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda toprak üç ana bölüme ayrılmıştı.
1 — Arazi-i öşriyye. Müslümanlara ait olan öşür toprakları. Bu çeşit toprakların açıklaması kanunnamede şöyle yapılmaktadır: Bilâd-ı İslâmiyede olan arazi mukteza-i şeriat-ı şerife üzere üç kısımdır. Bir kısmı arz-ı öşriyyedır ki hîn-i fetihde ehl-i ıslama temlik olunmuştur. Sahih mülklerdir. Sair malları gibi nice dillerlerse tasarruf ederler. Ehl-i islâm üzerine ibtidaen haraç vaz ’ı nâ-meşru olmağın öşür vaz’ olunmuştur. Ekerler, biçerler, hasıl olan gailenin öşründen gayri asla bir habbe alınmaz. Anı dahi kendiler fukara ve mesâkine vırürler. Sipahdan ve gayrıdan asla bir ferde helâl değildir. Arz-ı Hicaz ve arz-ı Basra böyledir.”
2— Arazi-i haraciyye. Gayr-i müslimlere ait olan haraç toprakları. Bu çeşit toprakların açıklaması kanunnamede şöyle yapılmaktadır: “Bir kısmı dahi arz-ı haraciyyedir ki hîn-i fetihde keferenin ellerinde mukarrer kılınub, kendülere temlik olunub, üzerlerine hasıllarından öşür yahud sümün yahud subu’ yahud südüs nısfa değin, arzın tahammülüne göre harac-ı mukaseme vaz’ olunup, yılda bir miktar akçe dahi harac-ı muvazzaf vaz’ olunmuştur. Bu kısım dahi sahiplerinin mülk-ı sahihleridir. Bey’e ve şiraya ve sair enva-ı tasarrufala kadirlerdir. İştira idenler dahi veçh-i mezbur üzere ekerler, biçerler, harac-ı mukasemesin ve harac-ı muvazzafın virürler. Ehl-i İslâm iştira itseler dahi kefereden alınagelen haraçları sakıt olmaz. Bî-kusur eda iderler. Eğerçi ehl-i İslama ibtidaen haraç vaz’ olunmak meşru değüldir amma bekaen almak meşrudur. Mutasarrıf olanlar eğer ehl-i zimmetdir, eğer ehl-i islâmdır mademki ellerinde olan yerleri ziraat ve hıraset idüb ta’til eylemeyeler, asla dahi ve taarruz olunmaz. Nice dilerler ise tasarruf iderler. Fevt oldukda sair emval ve emlâkleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-ı Irak arazisi böyledır. Kütüb-i şer’iyyede mestur ve meşhur olan arazi bu iki kısımdır".
3— Arazi-i memleket veya arz-ı mîrî. Mülkiyeti Devlete ait olan topraklardır. Bu çeşit toprakların açıklaması ise kanunnamede şöyle yapılmakta-dır: “Bir kısım dahi vardır kı ne öşriyyedir, ne veçh-i mezbur üzerine haraciyyedir. Ana arz-ı memleket derler. Aslı haraciyyedir. Lâkin sahiplerine temlik olunduğu takdirde fevt olup, verese-i kesîre mâ-beynlerinde taksim olunub, her birine bir cüz ’i kıt'a degüb, her birinin hissesine göre haraçları tevzi’ ve tayin olunmakta kemâl-ı su’ubet ve işkâl olub, belki adeten muhal olmağın rakabe-i arazı beytü’l-mal-ı Müslımin içün alıkonulub, reayaya ariyet tarikiyle virilüb ziraat ve hıraset ıdüb ve bağ ve bağçe ve bostan idüb, hasıl olandan harac-ı mukasemesin ve harac-ı muvazzafın virmek emr olunmuştur. Sevat-ı Irak’ın arazisi bazı eimme-ı din mezheplerinde bu kabildendir”.
Yukandaki sınıflandırma Ebu’s-su’ud Efendinin “Üsküp ve Selânik Tahrir Defteri’nin başına yazdığı açıklamaya göredir. 1574 tarihlerine doğru Rum vilayetini tahrir eden Tırabzon sancakbeyi Ömer Bey, Sivas Mufassalının başına yazdığı önsözde Ebu’s-su’ud Efendinin bu üç sınıf toprak kaydını aynen aktarmış fakat kendisi de dördüncü bir çeşit toprak eklemiştir ki bu da “öşr-i malikâne” topraklarıdır[66].
Osmanlı İmparatorluğunda zamanla toprak sistemi gelişerek aşağıdaki şekli almıştır.
1 — Arazi-i mevkufe. Vakıf arazidir. Bu topraklar da Evkaf-ı sahiha ve Evkaf-ı gayr-ı sahiha diye iki kısma ayrılırdı.
2 — Arazi-i mevat. Boş arazi. Kimsenin tasarrufunda olmayan ve kimseye terk ve tahsis edilmeyen, köy ve kasaba sınırlarının dışında bulunan taşlık, kıraç yerlerdi.
3 — Arazi-i metruke. Halkın toplu olarak yararlanması için terkedilmiş topraklardır. Herkese açık yol, namazgâh, meydan, pazar ve panayır yerleri ile bir veya bir kaç köy, kasaba ve şehir halkına tahsis edilen mera, kışlak ve baltalıklar bu kısım topraklardandı.
4— Arazi-i miriyye. Buna Arz-ı memleket veya Arazi-i havzda denirdi. Mülkiyeti Devlete ait olup kira veya icare yoluyla yine halka verilen topraklardı[67].
5 — Mülk arazi. Toprağın hem tasarrufu, hem de mülkiyeti şahıslara ait olan topraklardır. Mülk toprak da kendi arasında beş kısma ayrılırdı.
A — Eskidenberi köy ve kabasa içinde ve çevresinde bulunan mülk topraklar.
B — Arazi-i miriyyeden ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.
C — Arazi-i mevatdan ayrılıp mülk olarak verilen topraklar[68].
D — Arazı-i öşriyye. Müslümanların mülkiyetinde olan topraklar. Bu da kendi arasında üç kısma ayrılırdı. Birincisi bir yerin fethinden önce isteyerek Müslüman olanların ellerinde bırakılan topraklar. İkincisi fetih sıra-sında, fethedenlere verilen topraklar. Üçüncüsü ise fetih sırasında, fethedenlerden başka Müslüman kimselere mülk olarak verilen topraklar[69].
E — Arazi-i haraciyye. Gayr-i müslimlerin mülkiyetinde olan topraklar[70]. Arazi-i haraciyye de iki kısma ayrılırdı.
a — Bir ülke zorla veya barış yoluyla fethedildikten sonra, Müslüman olmayan yerli halkın mülk olarak elinde bırakılan topraklar.
b — Bir ülke fethedildikten sonra kaçan halkın yerine başka yerden Gayrimüslim getirilip iskân edilmesi ve onlara mülk olarak verilen topraklar.
Bu iki grup haraç topraklar arasına sokulabilecek bir de arazi-i ukriyye denilen toprak çeşidi vardır. Bu topraklar önceleri haraç toprakları iken, zamanla sahiplerinin çoğu varis bırakmadan öldüklerinden hâzineye geçmiş ve pek azı sahiplerinin elinde kalmıştır. Fakat bunlar da sonraları devlet tarafından zaptolunup arazisinin yirmide veya yirmi beşde biri sahibinin elinde bırakılan hisseye arazi-i ukriyye denmiştir[71].
Osmanlı İmparatorluğunda, mirî topraklar en çok Anadolu ve Rumeli’de bulunuyordu. Hatta Mora yarımadası bile mirî toprak haline getirilmişti[72]. Müslüman olmayanlar içinde mirî toprak tasarruf edenler de çok olmuştur[73]. Bu topraklar Fıkhın miras hükümlerine tabi değildi. Ancak bazı derecelerdeki yakınlara geçebilirdi. Tasarruf hakkı bir başkasına satılamazdı. Ancak gönül rızasıyla devredilebilirdi. Bu noktayı aydınlatan bir kayıt 1716 tarihli “Kanunname-i Vilayet-i Mora"da vardır. Kanunnamedeki kayıt açıklama yapmaya gerek bırakmayacak kadar açık yazılmıştır. Buna göre, Rumeli ve Mora’daki miri topraklarda oturan Zimmîler, “...müddet-i nâ-ma‘lum icar tarikiyle mutasarrıf olub, ziraat ve hıraset ve bağ ve bağçe ve bostan gars edüb vesaır vücuh-ı ıstığlal ile ıstığlal edüb, öşür adına harac-ı mukasemesın ve çift akçesi adına harac-ı muvazzafın verüb, mademki muattal etmeyûb hukukun eda ederler, kimesne dahi ve taarruz eylemeyüb, fevt olunca nice dilerse tasarruf ederler. Fevt olduktan sonra oğulları kendülerinin makamlarına kaim olub tafsil-i mezbur üzere tasarruf ederler. Oğulları kalmayup kızları ve kız kardaşları kalsa il verdüğı tapu ile anlara verilüb, kızı ve kız karındaşı yoğıse hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele ile tapuya verilüb, anlan dahi tafsıl-ı sabık üzere tasarruf ederler. Şöyleki mezburların tasarrufunda olan yerlerin üç sene tatil eyleye, elinden alınub âhere tapuya verülür. Bunların hiç birisi vücuh-ı merhumeye muhalif tasarrufa kadir değildir. Bey’ ve şıra ve hibeleri ve sair vücuh ile temlik ve temelluklen ve vakıf etmeleri cemian merfudur. Amma bir kimesne ta-sarruf etdüğı yerlerinden feragat etmek murad edüb sipahi manfetiyle bir kimesneden hakk-ı karar içün bir miktar akçe alub feragat etdikde, sipahi ol kimesneye tapuya verse muteberdir. Halâ Rumeli ’nde can olan kaide budur”.
Bu duruma göre Gayrimüslimler, Müslümanlardan farklı olmayarak arazi-i miriyye ve arazi-i metrukede toprak tasarruf edebiliyorlar ve mülk arazide ise yine Müslümanlar gibi toprak sahibi olabiliyorlardı.
Burada sözünü ettiğimiz haraç, şüphesiz baş haracı (cizye) değil, toprak haracıdır[74]. Haraç, toprağın mülkiyetinden dolayı sahiplerinden maktu olarak alınan para veya hasılatından alınan hissedir. Müslümanlardan alınan öşür ve resm-i dönüm (veya çitf akçesi) vergisinin karşılığıdır[75].
İki türlü haraç vardır. Birincisi Harac-ı muvazzafa, İkincisi ise Harac-ı mukaseme'dir[76]. Harac-ı muvazzafa ki buna Harac-ı mukataa da denir, Müslümanların çift akçesi yerine alınır. Hesabı toprağın genişliğine göre dönüm, cerip veya başka bir yüzey ölçüsü birimi üzerinden hesab edilir[77]. Miktarı genellikle on dirhem-i şer’i karşılığı olan 100 akçedir. Şüphesiz bu miktar yere ve zamana göre değişebilir[78]. Bu vergi belirli bir vergidir. Yani vergi vermekle yükümlü Zimmî toprağını yılda birkaç defa ekse de, hiç ekmese de aynı vergiyi verir. Ayrıca toprak Zimmînin mülkü olduğu zaman toprağını hiç ekmese bile elinden alınmaz.
Harac-ı mukaseme, Müslümanların ödediği öşür karşılığı olarak mahsulden alınan hissedir. Zimmî toprağını yılda iki kere ekerse harac-ı mu-kaseme de iki kere alınır. Toprak ekilmediği zaman vergi de alınmaz. Mukaseme, “bölüşmek, paylaşmak” demektir. Mahsulden alınan bu pay onda birden, ikide bire kadar değişir. Fakat hiç bir zaman yarıyı geçmez. Toprağın verim gücüne göre miktarı azaltılıp çoğaltılabilir[79].
Öşür ve resm-i dönümün karşılığı olan harac-ı muvazzafa ve mukaseme İmparatorluğun bir çok bölgelerinde Müslüman ve Zimmîden eşit miktarda alınmıştır[80]. Ege adaları ve Rumeli dışında bulunan Osmanlı Avrupasındaki toprakların bir kısmının mülkiyet üzere arazi-i haraciyye olduğu düşünülürse, özellikle Zimmîlerin kalabalık olduğu bölgelerdeki vergi eşitliği açıkça görülür. Arazi kanunnamelerinin pek çoğunda haraç konusu üzerinde özellikle durulmuş, meşruluk, miktar ve çeşitler tayin ve tesbit edilmiştir[81].
Haracın toplanması işlemi cizyeden farklı değildir. Daha önce de belirtildiği gibi zaten genellikle cizye deyimi yerine haraç deyimi kullanılmış ve harac-ı ru’us, harac-ı arazi diye birbirinden ayırdedilmiştir.
Cizye, haraç ve bağlantıları dışında, Müslüman olmayan halk Müslümanlarla aynı vergileri öderlerdi[82]. Bu vergiler içinde Zimmîler yönünden en önemlisi ispençe idi. İspençe, Müslüman olmayan halktan baş vergisi mi yoksa toprak vergisi olarak mı alınmıştır’ Önce şurasını belirtmek gerekir ki ispençe aslında şer’i bir vergi değildir. Fakat aşağıda açıklanacağı üzere sonradan şer’ileştirilmeye çalışılmıştır. Buna rağmen XVII. yy.a ait bir kanun dergisinde “...ru’us-ı kefereye emr-i şerîf ile ispençe vaz’ olunmuştur...” ve yine aynı kanunun başka bir yerinde “...Zimmîden alınan baş resmine ispençe derler...” şeklindeki kayıtlar dikkat çekicidir[83]. Nitekim 16 ve 90 nolu dipnotlarda görüleceği üzere Macaristan’daki cizye ve ispençe birbirine büyük benzerlik göstermektedir.
Prof. Halil İnalcık’a göre[84] ispençenin kökeni Osmanlılardan önce Sırbistan’da yılda bir hyperper[85] olarak ödenen bir vergiye dayanmaktadır. Nitekim XIV.yy.da bir hyperper yaklaşık olarak yirmi beş akçe değerindedir ki ispençe genellikle yirmi beş akçe olarak toplanmıştır. Gerçekten de Osmanlı imparatorluğunda ispençe daha çok Balkanlardaki sınır bölgelerinde vaz’ edilmiş, genellikle Macaristan’da olmakla birlikte, özellikle Uyvar, Hatvan, Kopan, Şamantuma, Lipova, Çanad ve Göle’de uygulanmıştır[86]. Anadolu ve Rumeli’de bunun yerine “Çift resmi” alınmıştır[87]. Daha sonra doğu Anadolu ve Kafkasya’da ispençe terimi ve vergisi yerleşmiştir.
XVIII.yy.da örfi bir baş vergisi olan ispençenin bid’at olduğu ileri sürüldü ve kaldırılması yoluna gidildi. Ancak bu kez Osmanlı hukukçuları, ispençeyi çift resmine kıyasla şer’ileştirdiler. Mesela, XVIII.yy.a ait kayıt bu bakımdan çok ilginçtir, “...Harac-ı muvazzafa Türkîde çift hakkı ve boyunduruk hakkı derler, kâfir dilince ispençe derler... ”[88].
İspençe miktarı genellikle yirmi beş akçe olmuş ve şahıs başına öden-miştir[89]. Fakat XVI.yy.da Macaristan’da “Resm-i kapu” adı ile ve iki taksitte olmak üzere elli akçe veya bunun karşılığı olan penez alınmıştır. Birinci taksit “Kasım” ayında, İkincisi ise “Hızırilyas gününde” toplanmıştır. İspençe Macaristan dışında diğer bölgelerde genellikle “Mart” ayında ve bir defada toplanmıştır[90].
Pek az olmakla birlikte ispençe miktarının değiştiği de olmuştur. Mesela, Ankara’daki Hıristiyan Çingenelerin ispençeleri yirmi altı akçe olarak alınmış[91] ve Taşözi adasının ispençesi 100 akçeden kırk akçeye indirilmiştir[92].
Çoğu zaman ispençe herkesten eşit olarak toplanmasına rağmen XVIIl.yy. başlarında Mora’da Hıristiyanlardan yirmi beş, Yahudilerden ise 125 akçe olarak alınmıştır[93]. Ayrıca İmroz adasında 1519 yılında Alâ ve mutavssıtü’l-hal’den yirmi beş, Edna’dan ise on akçe ispençe toplanmıştır[94]. 26 Temmuz 1599 tarihli bir sicil kaydına göre de[95] Ankara’da evli Yahudilerden otuz iki, bekârlardan on altı akçe olarak alınmıştır.
Derbentçiler diğer vergilerden olduğu gibi ispençeden de ya bağışlanmışlar veya daha düşük vergi ödemişlerdir. 1525 tarihli “Sofya Kanunu” ve 1613 tarihli “Ohri Kanunu”na göre, derbentçiler on akçe, 1569 tarihli “Silistre Kanunu”na göre, on iki akçe ispençe ödemişlerdir. 1704 tarihli “Hanya Kanun”unda ise ispençe tamamen kaldırılmıştır[96].
Kanunnamelerde Rodos, İstanköy, Silistre ve Tırhala’daki ispençe toplanmasında ilginç bir uygulama vardır. Buralarda ispençe toplandıktan sonra her evli hane birer tavuk ve boğaça[97] verirlermiş. 1650 tarihli kanunname ile Rodos ve İstanköy’den bu uygulama kaldırılmıştır[98].
Zimmîlerin ödedikleri belli başlı diğer vergiler şunlardır: Resm-i bive, dul Gayrimüslim kadınlardan alınır. Genellikle altı akçedir[99]. Resm-i gerdek, Resm-i arus veya Arusiye, evlenme vergisi olup bazan alâ, evsat ve edna sınıflarına ayrılmış, bazan kız ve dul diye ayrılmış, bazan da herkesten eşit olarak alınmıştır. Mesela 1650 tarihli kanunnameye göre, Rodos ve İstanköy’de evlenme vergisi eşit olarak alınmıştır[100]. Genellikle Zimmîler, Müslümanların ödediği evlenme vergisinin yarısını ödemişlerdir[101]. Yalnız 1716 tarihli Mora Kanunnamesine göre, Zimmîler, Müslümanlardan daha fazla evlenme vergisi ödemek durumunda bulunmuşlardır[102].
Müslim ve Gayrimüslim halkın birlikte ve eşit olarak ödedikleri vergiler de vardı. Bu vergilerin belli başlıları şunlardır: Resm-i asiyab, değirmen vergisi. Velaviçe, kebe dolapları. Samakov[103]. Nal ve mıh vigne’lerinden alınan vergiler[104]. Resm-i kovan, öşr-i küvvare, resm-i asel yani bal vergisi[105]. Resm-i ganem veya adet-i ağnam, resm-i mevaşi, resm-i hanadır, resm-i ağıl ve resm-i bellut, hayvan vergisi adı altında toplayabileceğimiz, koyun, domuz, inek, ahır vs. vergileri[106]. Resm-i kanare, hayvan kesme vergisi[107]. Resm-i mahi, balık vergisi[108]. Resm-i harir, ipek vergisi[109]. Resm-i obruçına veya espine, çenber hakkı da denir, bir çeşit şarap satış vergisidir[110]. Resm-i sergi, pazar vergisi[111]. Resm-i ırgadiye[112] gibi vergilerdir.
Bunların dışında Müslüman olmayan halkın ödediği bir sefer harcı vardır. Bu vergi de resm-i filori gibi Macar kıralları zamanından kalmış yerel bir vergidir. Padişahın seferleri sırasında ev başına elli akçe toplan-mıştır[113].
Zimmîler için çok özel bir durum da, Kudüs Livası Kanunnamesinde kayıtlıdır. Bu kayda göre, Kudüs’ü ziyarete gelen yabancılar (Efrenc) girişte yedişer sikke filori, Kamame kapısında, resm-i kale diye elli akçe ve çıkışta tekrar Kamame kapısında kırk beş akçe (resm-i âher) vergi alınırdı. Anadolu’dan ve doğudan (şarktan gelenden) gelenlerden üçer Kayıtbay al- tunu ve ellişer akçe resm-i kale ve kırk beşer akçe diğer vergiler (resm-i âher) alınırdı. Halep ve Şam’dan gelenlerden iki Kayıtbay altunu, elli akçe resm-i kale, kırk beş akçe resm-i âher, Mısır’dan gelenlerden bir Kayıtbay altunu, elli akçe resm-i kale ve kırk beş akçe resm-i âher, Salt, ’İclûn, Gazze ve Remle’den gelenlerden yalnız yirmibeş akçe, Kudüs ve Halilü’r- rahman çevresinden gelenlerden yalnız dört akçe, Hıristiyan bayramları için gelen Zimmîlerden üç yerde (Giriş, resm-i kale, resm-âher) birer akçe, Şam’dan gelen Firenk tüccarlarından ikibuçuk altun ve elli akçe resm-i kale, kırk beş akçe resm-i âher, her hafta ziyarete gelen Firenk taifesinden bir akçe vergi alınırdı. Bu vergiler, yalnız Gürcistan ve Habeşistan’dan gelen Gayrimüslimlerden alınmazdı [114].
Osmanlı imparatorluğunda Müslüman olmayan halk yönetim bakımından yarı yarıya, dinsel bakımdan ise hemen hemen tamamen bağımsız idiler. Şimdiye kadar anlatılanlardan, Müslüman olmayan halkın ekonomik bir özerkliğe de sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sanat ve ticaretin, hiç bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, büyük bir çoğunlukla Gayrimüslimler elinde olması, bu ekonomik özerkliğin ilk basamağını oluşturmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi askerî ve idari işlerle Müslüman- Türk halkın ilgilenmesi, Gayrimüslimler için böyle bir imkânın ortaya çıkmasının en önemli sebebidir.
Müslüman olmayan halkın ekonomik özerkliğini yaratan ikinci ve en önemli etken, Zimmînin maktu’a bağlanmasıdır. Devlet, vergi toplamadaki güçlükler ve yolsuzluklar nedeniyle böyle bir çözüm yoluna başvurmuş ve yıllık belli bir vergi alarak, Zimmî toplum içinde bu verginin şahıslardan nasıl toplanacağına karışmamıştır. Yani vergi toplama işinde Müslüman olmayan halka bağımsızlık tanımıştır. Maktu vergi, İmparatorluğun ilk devirlerinde yoktu. Devlet kurumlarının bozulmasına paralel olarak bu sistem de yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Zaten yukarıda da söylenildiği gibi devlet, vergi toplama işindeki yolsuzluk ve zorlukların önüne geçmek için bir önlem olmak üzere bu sistemi getirmiştir.
Haraç, cizye, ispençe ve buna bağlı olan vergiler dışında, Müslüman olmayan halka ait bir takım vergiler hahamhane ve patrikhaneler tarafından toplanıyordu. Belgelerde bu vergilerin mal-ı maktu’, mîr-i maktu’, mir-i rüsum, ayazma, panayır, tasaddukat ve nüzurat akçeleri olduğu kaydedilmiş olup, bunların “...Senevî üzerlerine edası lâzım gelen..." vergiler olduğu da belirtilmiştir. Bu vergiler, Müslüman olmayan halktan, patrik, metropolit, piskopos veya hahambaşının vekili veya tayin ettikleri adamları tarafından toplanıyor ve Devlet buna hiç bir şekilde karışmıyordu. Aksine vergi toplamaya memur olanların görevlerini rahatça yapabilmeleri için fermanlarla onlara bir çok hak ve ayrıcalıklar tanıyordu. Mesela, Müslüman kıyafetinde gezmek, silâh taşımak, ata binmek gibi haklar tanıdığı gibi, atları ulağa aldırılmıyor, geçtikleri yerlerde, ticaret eşyaları yoksa gümrük ve bacdan bağışlanıyor ve bir yerde kaldıkları zaman da yave haracı ödemiyorlardı. Bütün bu ayrıcalıklar patrik veya hamambaşı vekilinin vergi toplama işini kolaylaştırmak için veriliyordu. Ayrıca fermanlarda hiç bir kimsenin, hiç bir şekilde bunlara karışmamaları da belirtiliyordu[116]. Ermeni ve Süryanî patrikhanelerinde bu görevi yapan din adamına “Marhasa”, Marunîlerde ise “Mukaddemin” diye özel bir ad verilmişti.
Patrikhanenin topladığı bu vergilerden başka, seyrek de olsa cizye[116], ispençe[117], haraç ve buna bağlı vergilerin de Maktu’a bağlandığı olmuştur[118]. Bu Maktu’a bağlama işi XV. ve XVI.yy.da yapılmış olup, oldukça eski dönemlere aittir.
Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halkın yönetsel, dinsel ve ekonomik özerkliğe sahip olması, onların uzun Türk yönetimi sırasında dil, kültür ve milliyetlerini yitirmeden yaşamalarına neden olmuştur. Bu durum aynı zamanda İmparatorluk içinde bir birliğe ve kaynaşmaya engel olmuş ve çöküntü döneminde Gayrimüslimlerin bağımsızlıklarını ilân ederek birer birer İmparatorluktan ayrılmalarının temelini oluşturmuştur.