ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Temel Öztürk

Anahtar Kelimeler: Ahlâk-ı Alâî, Kınalı-zâde Ali Çelebi, Çocuk Terbiyesi, Pedagojik Eğitim, Türk Kültürü

GİRİŞ

Kınalızâde Ali Efendi tarafından yazılan Ahlâk-ı Alâî adlı eserin İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde birçok yazmaları ve baskıları mevcuttur. Ancak orijinalinin nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bizim bu çalışma için istifade ettiğimiz baskı, tıpkıbasım şeklinde TTK tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu baskıya takdim yazısı yazan Fahri Unan’ın ifadesinden, baskının ismi belirtilmeyen bir kişi tarafından yazılan bir el yazmasından ve bir istinsah nüshasından yapıldığı anlaşılmaktadır.[1] Yine takdim yazısında bu baskının orijinal eserin farklı bir istinsah nüshası olmasına karşın metinde hiçbir eksikliğin olmadığı da vurgulanmaktadır. Zaten bu husus, günümüzde esere yönelik olarak yapılan transkripsiyon çalışmalarıyla mukayese edildiğinde de görülmektedir.

Çalışma konusunu oluşturan çocuk terbiyesi ile ilgili kısım, mevcut transkripsiyon çalışmalarıyla karşılaştırıldığında eldeki baskının daha çok bilgi içerdiği görülmektedir. Bu yönde bazı mısraların mevcut çeviri metinlerinde olmadığı görülmüştür.[2] Ayrıca mevcut çalışmalarda bazı yerlerin hatalı çevrilişi metnin baştan sona titizlikle incelenmesini elzem kıldığı gibi çalışma sonunda hem orijinal hem de transkripsiyon halinin verilmesini gerektirmiştir. Öte yandan eldeki baskının sayfa numaralandırma şekli, yazma eserlere uygun olduğundan çalışmada atıf yerlerinin gösterilmesi için bir yaprağın ön yüzü “a”, arka yüzü “b” olacak şekilde bir takip sırası belirlenmiştir.

Ahlâk-ı Alâî üç kitaptan oluşmaktadır. Çocuk terbiyesi, ikinci kitap olarak da zikredilen “ilm-i tedbîru’l-menzil” adlı bölüm içerisinde bir alt kısım olarak yer almaktadır. Çocuk terbiyesi, toplumu oluşturacak nesillerin sağlam kişiliğe ve karaktere sahip olması açısından oldukça önemli olduğundan bir ailenin en önemli görevleri arasında yer almaktadır. Hatta Kınalızâde ailenin oluşmasındaki en büyük etkenin, neslin devamını sağlayacak çocukların terbiyesi olduğunu ileri sürmektedir.[3] Kınalızâde’den önce gerek batı gerekse doğu âlimleri bu konu üzerinde önemle durmuşlardır. Bunlar içerisinde Aristoteles ve Nâsıruddîn Tûsî önemli bir yere sahiptir.[4] Kınalızâde bir İslâm âlimi olarak İslâm’ın çocuk terbiyesine bakışını çok iyi özümsemesi yanında bu konuda Nâsıruddîn Tûsî’nin Ahlâk-ı Nasırî’sinden, Celâluddîn Muhammed Devvânî’nin Ahlâk-ı Celâlî’sinden büyük oranda istifade etmiştir.[5] Kınalızâde bazen farklı açıklamalara yer verse de çocuk terbiyesi noktasında onların düşüncelerine içtenlikle katılırken konuya daha düzenli ve sistemli bir şekilde yaklaşmıştır.

DOĞUMDAN ÖNCE ÇOCUK TERBİYESİ

Ahlâk-ı Alâî’de çocuğun terbiyesinin daha o doğmadan önce başladığına ilişkin tespitler söz konusudur. Gerçi hem İslâm dini muvacehesinde İslâm âlimleri hem de Batı âlimlerinden Aristoteles bu konuya aynı açıdan işaret etmektedirler. Neslin devamı için öncelikle ailenin kurulması gerektiği bilinmektedir. Yani çocukların doğması ve eğitilmesi daha doğrusu neslin sürdürülebilmesi için ailenin şart olduğu ifade edilmektedir.[6] Kınalızâde bu hususu eşlerin evlenmeden önce uygun birini tercih etmesi şeklinde işaret etmekte ve soyu sopu temiz olan, düşük ailelerden olmayan hür kadınlarla evlenilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.[7] Aslında bu hususun anneden gelecek asil bir kanla irtibatlandırılması yönündeki ifadelere karşın asabiyet ve sosyal yapı ile ilgili olduğu muhtemeldir.[8]

Çocuğun doğmadan önce terbiye edilmesine ilişkin İslâm dininde de benzer yaklaşımlar görülmektedir. İslâm dini terbiye noktasındaki sınırı nikâh öncesi gibi oldukça hayati bir noktadan başlatmaktadır. Bu konuda dindar, ahlaklı, asaletli ve iyi huylu kadınlarla evlenilmesi gerektiği önerilir.[9] Hatta evlilikte her iki tarafın iyi eş seçmesi, evladın anne ve baba üzerindeki haklarından biri olarak ifade edilir. Nikâh öncesi başlayan çocuk terbiyesini hamilelik dönemi takip eder. Burada çocuğun ana rahmine düşüşünden itibaren ceninin hayat bulması ve gelişmesi evresinde anne adayının beslenmesinden ruhsal ve fiziksel her türlü hareketlerine kadar meselenin geniş boyutuyla ele alındığını görmekteyiz. Bilhassa İslâm açısından çocuğun ana rahminde iken beslenmesi üzerinde ehemmiyetle durulmakta ve bu aşamada anne adayının yediği-içtiği her şeye dikkat etmesi gerektiği belirtilmektedir. Özellikle beslenmenin helâl lokma ile yapılması önemle işaret edilmektedir. Zira bu hususun çocuğun geleceğinde ruh halini etkilediği görüşleri ileri sürülmektedir. Yine çocuğun ruh haliyle ilgili olarak anne adayının içerisinde bulunduğu ruhsal durumun da oldukça önemli olduğu vurgulanmaktadır. Yani bu süreçte ana rahmindeki çocuk anneye bağlı olduğu kordondan hem gıda açısından hem de ruhsal gelişim açısından beslenmektedir.[10]

Batı âlimleri içerisinde bilhassa Aristoteles de çocuk eğitiminin evlilikten önce başladığını, evlenen çiftlerin fizik ve sosyal mevki olarak birbirlerine denk olmaları ve evliliklerin uygun yaşlarda yapılması gerektiğini belirtir. Zira erken evliliklerde çocukların cılız olacağını ifade etmektedir. Aristoteles, hamile kadınların beslenmesi ve fiziksel hareketlerine dikkat etmesi noktasında İslâm âlimleriyle benzer şekilde konuya yaklaşır ancak kusurlu olarak doğacak çocukların yaşatılmaması noktasında İslâm’dan oldukça ayrı ve uzak görüşleri ifade eder.[11]

Günümüzde tıp alanındaki gelişmeler yukarıda bahsedilen nitelikleri oldukça makul ve dikkat çekici unsurlar olarak değerlendirmektedir. Zira anne adayının fiziksel hareketlerinden yediği içtiği gıdalara kadar bu konuda günümüz jinekologları bilgiler sunmaktadır. Bilhassa hamilelik zamanında kullanılan ilaçlar üzerinde de hassasiyetle durulmaktadır. Yine anne adayının ters bir hareketi hamilelikte sadece çocuğun değil kendi canı açısından da tehlikeler arz edebilmektedir.[12]

Görüldüğü üzere Ahlâk-ı Alâî’de aşağıda değineceğimiz çocuğun doğumdan sonraki asıl terbiye noktası belirli ölçülerde doğumdan önceki terbiye çerçevesinde şekillenmektedir. Kınalızâde bu hususa yönelik olmak üzere doğumdan önceki terbiyeyi bilhassa ruhen ve bedenen sağlıklı kadınlarla evlenilme noktasından başlatmaktadır.[13] Bu konuyu İslâmi boyutlar çerçevesinde değerlendiren Kınalızâde burada İslâm’ın belirttiği nitelikte “doğurgan, sağlıklı, soyu sopu temiz olan kadınlarla evlenin” düsturundan hareket etmektedir.[14] Öte yandan çocuğun doğacağı ortamın düzenlenmesi yönünde babanın üzerine büyük görevler düştüğünü belirtmektedir. Zira çocuğun doğacağı ortamın düzenli olması oldukça önemlidir. Bunun yapılabilmesi için de babanın vasıflı ve ailesini yönetebilir durumda olması gerekir.[15] Kısacası bu safhanın ana temasını erkeğin kendisini evlilik ve aile yönetimine hazır hissetmesi, anneliğe ve çocuk terbiyesine uygun bir eş seçmesi oluşturmaktadır.

DOĞUM SIRASINDA ÇOCUK TERBİYESİ

Çocuğun Doğumu ve Cinsiyeti

Kınalızâde, doğacak çocuğun cinsiyeti konusunda aile çevresinin tutumuna ilişkin yaklaşımları eleştirerek konuya başlar. Doğacak çocuğun ister kız ister erkek olsun Allah’ın bir armağanı olarak bilinmesi ve Allah’a bu konuda şükür edilmesi gerektiğini vurgular.[16] Yine doğan çocuğun ailesi fakir ve kalabalık olsa dahi ebeveynlerin bu konuya üzülmemeleri ve her doğanın rızkını Allah’ın vereceğini bilmeleri gerektiğini belirtir. Zira “belki bu çocuğun başına saadet, rızkına genişlik verilmiştir” denilerek babasının mal ve ikbalinin çoğalmasına sebep olabileceğine işaret edilir. Ayrıca bir erkeğin hanımına kız çocuğu doğurdun diye sitem etmemesi gerektiğini de vurgulamaktadır. Kınalızâde bu hususu eserinde bir hikâye ile ders mahiyetinde nakleder. Devamla zaten böyle bir isteğin yani çocuğun cinsiyetini tayin etme noktasındaki beklentilerin kimsenin elinde olamadığını güzel bir ifade ile belirtir. Zira insanın kendi iradesi dışında bir şeyi istemesinin de cahillik olacağını işaret eder.[17]

Çocuğun İsmi

Çocuğun doğumundan sonra onun terbiyesinde en önemli safhayı çocuğa konulacak isim oluşturmaktadır. İslâm inancında babanın çocuk üzerindeki en önemli haklarından biri olan bu husus çocuğa güzel bir ismin konulması yönünde teşekkül etmektedir. Zira doğumunda bir kişiye konulan isim çoğunlukla ölümüne kadar devam etmektedir. Bu yönde isminin belirlenmesinde yeni doğan çocuğun rolü olamayacağından öncelikle babaya büyük bir görev düşmektedir. Çocuğa konulacak isim zamanına uygun güzel bir isim olmalıdır ki sonradan beğenilmeyip değiştirilmesine gerek olmasın. Bu noktayı Kınalızâde yine hikâye tarzında bir dersle[18] izah etmekte ve bir babanın çocuklarına doğmadan önce, doğumda ve doğduktan sonra da çeşitli yollarla iyilik yaptığını ifade etmektedir. Çocuğa güzel bir isim konulması da bunlar arasındadır. İsmin bir çocuk üzerinde terbiye açısından nasıl bir izlenim bıraktığı noktası oldukça manidardır. Bilindiği üzere yeni doğan bir çocuk fiziksel ve ruhî gelişiminde etkili olacak değerlerin bir kısmını irsi olarak da belirtilen aile yapısından alır. Bilhassa ruh yapısında etkili olacak diğer kısmını da isminden alır. Bir kişi kendisine ömür boyu hitap edilen ismin özelliklerini de taşır ve yansıtır. Zira kişi ismiyle müsemmadır.[19] Kişinin ruhsal gelişiminde ismin belirlenmesi hem bu yönüyle hem de bu kişiyle çevresi tarafından alay edilmemesi açısından etkilidir. Nitekim çocuğa güzel isim konulma noktası da bu hususları vurgulamaktadır.[20] Bilhassa zamana göre ismin tespiti konusunda Kınalızâde’nin önerileri, sosyal ve kültürel değişikliklerin kişiler üzerindeki etkilerinin önemine de vurgu yapmaktadır.

DOĞUM SONRASI ÇOCUK TERBİYESİ

Süt Dönemi

Çocuğun ruhen, bedenen ve ahlaken iyi olması açısından yukarıda bahsedilenler kadar bir diğer önemli unsur onun beslenmesidir. Kınalızâde’ye göre yeni doğan bir çocuğun beslenmesinde en önemli gıda anne sütüdür.[21] Tabir yerinde ise çocuğun ikinci doğumu ve terbiyesinin en önemli safhasından biri, bu dönemde cereyan eder.[22] Bunun için çocuk sütanneye verilecekse güzel ahlaklı bir sütannenin tercih edilmesi önemlidir. Zira anne sütüyle beslenme devresinde çocuğun ahlaki gelişimi tamamıyla sütannesinin ahlakı üzere olur. Hatta bu o derece ileri noktada olur ki; Kınalızâde eserinde, mavi gözlü bir çocuğun Habeşli anneden süt emmesiyle siyah gözlü olacağını iddia eden filozofların olduğunu belirtir.[23]

Süt döneminde çocuğun ahlaken ruh yapısı şekillenirken bir taraftan da terbiyesiyle alakadar olunmalıdır. Süt dönemi tamamlandığında bilhassa bu husus ön plana çıkmaktadır. Bu sırada çocuğa güzel ve hoş hareketler telkin edilmeli kötü hareketlerden uzaklaştırılmalıdır. Çocukların zihinleri saf olduklarından her yöne eğilimlidirler. Tam bu aşamada iyi ve kötü hareketlerin ayırımı çocuğa öğretilmelidir. Yanlış bir hareket yaptıklarında “hay sakın ayıptır, bir daha yapma” şeklinde telkinlerde bulunulmalıdır. Bu şekildeki telkinlerle yasak olan şeylerden sakınması onun kalbinde yer bulur.[24]

Hayâ Duygusu ve Çevre

Çocuğa iyiyi telkin edip kötüden uzaklaştırma yönündeki davranışlar onun kalbindeki ilk kuvvet olan hayâ duygusunun gelişmesine de sebebiyet verir. Bir kişi için daha çocukluk devresinde hayâ gibi bir kuvvete sahip olması onun ilerideki asalet ve efendiliğinin göstergesi olacaktır. İşte bu yönde çocuğun terbiyesine yönelmeli ve huyunun güzelleşmesi için gayret gösterilmelidir. Bilhassa çocuğun iyi yaptığı şeylerden onu men etmemek ve aksine takdir etmek gerekir.[25]

Çocuğun terbiyesi aşamasında en önemli faktörlerden birini de onun çevresi oluşturmaktadır. Bu aşamada çocuk akranlarıyla çok fazla bırakılmamalıdır. Zira çocuk iyi ve kötü huyları kendi akranından daha çabuk alır.[26] Bu çerçevede çocuğun yanında büyük ve faziletli olanları övmek kötüleri de yermek gerekir. Çocukluk çağlarında taklit alışkanlıkları fazlaca olduğundan çocuğun çevresine, oyun arkadaşlarına dikkat edilmeli, çocuğun oynamasına izin verilmeli ancak bu oyun içerisinde kötü davranışlar olmadığına dikkat edilmelidir. Ayrıca çocuk ilk kez kötü bir işe meylettiğinde hemen kızmamalı, onun kötülüğü ima yoluyla kendisine hissettirilmelidir.[27]

Dini Eğitim ve Nefis Terbiyesi

Kişiliğin oluşmasında din faktörü oldukça önemlidir. Bunun için çocuğa din eğitiminin ve terbiyesinin öğretilmesi ve bu yönde sünnet ve farzların bildirilmesi gereklidir. Bilhassa vacip ve farzların çocuk üzerinde uygulanmasında devamlılığın sağlanmasına özen gösterilmelidir. Bu konuda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) namazla ilgili meşhur hadisine uygun olarak çocukların namaz ve farz ibadetleri noktasına dikkat edilmelidir.[28]

Çocukların temizliği de dikkat edilmesi gereken konulardan biridir. Ancak bu noktada gösterişe yönelik saçların taranıp seçkin elbiseler giydirilmesinin ve gerekli olmadıkça yüzük takılmasının uygun olmadığı çocuğa telkin edilmelidir. Bilhassa çocuklar arasında güzel yiyecekler ve süslü elbiseler hakir gösterilmeli, gerektiğinde sade elbiseler ve kuru ekmek ile yetinilmesi öğretilmelidir. Özellikle erkek çocuklar açısından süsün hanımlara mahsus olduğu; bir erkeğin süsünün onun hüneri, olgunluğu ve fazileti ile olacağı vurgulanmalıdır.[29]

Öte yandan süslenmenin kadınlara, çok yemenin de hayvanlara mahsus olduğu işaret edilerek bunlara itibar etmenin hayvanat derecesinde olacağı belirtilmelidir. Bunun aksini söyleyenlerin ise dünyadan amaçlarının yemek ve içmek, giyinmek ve bağlanmak olduğu hatırlatılmalıdır. Çocuğa bu yöndeki nasihatler sürekli tekrar edilmelidir. Bilhassa bunların nefsi azdıracağı noktası göz önünde bulundurulduğunda henüz nefsin kemale ermediği çocuklarda yalan söylemekten hırsızlığa kadar çeşitli fiiliyatın meydana gelebileceği aşikârdır. Bu fiiliyatlar karşısında çocuğu men edip gerekli cezayı vermek icap eder. Yine bu aşamada nefsin azmasını önlemek için gerekirse çocuğun bir kuru ekmeğe bile alışmasını sağlamak gerekir.[30]

Ahlâk ve Beden Terbiyesi

İyi bir bedene sahip olmak, her şeyden önce iyi beslenme ile alakalıdır. Bu yönde çocuğa sabah kahvaltısını çok vermemek gerekir. Aksi halde vücudunda ağırlık ve tembellik oluşacağından gün boyu talim ve rahat hareket yapması engellenir. Beslenme hususunda çocuğa su, helva ve meyve çok verilmemesi, yemek yerken bilhassa meyve yerken su içirilmemesi ve sarhoş edici içeceklerden kaçınılması gerektiği belirtilmektedir. Hatta derslerini ve çalışmalarını tamamlamadan gıda verilmemesi üzerinde de durulmaktadır. Vücudun dinç kalması ve bazı zorluklara alışması açısından çocuğu gece çok uyutmaktan, gündüz ise uyumaktan alıkoymalı, yazın çok sıcaktan ötürü elini ayağını ovdurmak, kışın kalın kürkler giydirip çok sıcak yerlerde oturtmaktan da sakındırmalıdır. Ayrıca çocuğa kötü örnek olacak şeylerden uzak durulmalı ve yetişkinlerin bu yöndeki meclislerine girmekten onları sakındırmalıdır. Bunlar çocuğun zihninde fesada sebebiyet vereceğinden, sonradan düzeltilmeleri de zor olur. Ancak yine de gizli işler yapmaya çocukları alıştırmamak açısından bazı işleri çocuklardan gizlememek gerekir.[31]

Öte yandan ilerleyen yaşlarda çocuğu yürümeye koşmaya alıştırmak gerekir. Bu aşamada çocuğa hareket, durmak, oturmak, konuşmak, yemek adabının öğretilmesi elzemdir. Çocuk yalan söylemekten ve gerek doğru gerekse yalan yere yemin etmekten sakındırılmalıdır. Yetişkin meclisinde az söz söylemelerine ve sordukları sorulara cevap verilmesine dikkat edilmelidir.[32]

Öğretmen (Mürebbi) ve Terbiye

Çocuğun ilk terbiye aldığı yer ailesi iken bunu çevre ile irtibat içerisinde yürütüp bunlardan sonra terbiyesinde en önemli rolü öğretmen üstlenmektedir. Bu noktada Kınalızâde öğretmenin çeşitli vasıflarda olması gerektiğini belirtir. Öğretmen her şeyden önce akıllı, ahlaklı ve dindar olmalıdır. Büyüklerin edep ve terbiyesine vâkıf, öfke ve yumuşaklığında itidalli yani bir nevi tatlı sert olmalıdır.[33] Zira fazla gazap gösteren öğretmen karşısında talebe hem öğrenemez hem de eğitimden nefret eder. Yani öğretmen çocuğa hem kendini hem de dersini sevdirmelidir. Disiplin açısından gerekirse uyarmalı ve darp etmeli ama darbı az ve gayet uygun durumlarda gerçekleştirmeli, gereksiz yere darp etmemelidir. Öğrenme noktasında çocuğa kolaylıklar sağlanmalıdır. Arkadaşlarına bilhassa yaşıtlarına ihsanda bulunması telkin edilmelidir. Bu yönde kibir ve gösterişlilikten men edip sadaka vermek istediğinde kendi eliyle verdirilmesi uygundur.[34]

Dünya malını çocuğun gözünde küçük göstermek gerekir. Özellikle bu konuda çocuk, sadece altın ve gümüş sevgisinden değil bunların saklanmasından da nefret ettirilmelidir. Kınalızâde bu noktada İmam Gazali hazretlerinin “Allah’ım beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan koru”[35] ayetindeki putlardan maksadın altın ve gümüş olduğunu dile getirdiğini belirtmektedir. Eğitim noktasında bilhassa çocuğun anne-babaya, öğretmen ve büyük abisine karşı utanma duygusu ve saygı içerisinde olmasına dikkat edilmelidir. Bu hususta anne ve baba çocuğa mübalağa derecesinde aşırı bir muhabbet göstermemelidirler ki, çocuğun korku ve utanma duygusu ile saygısı körelmesin. Aksi halde eğitimi ve ilim öğrenmesi noksan olur. Bu noktada çocuk, öğretmeninden gördüğü zorluk karşısında sevgi ve muhabbeti belirli derecede anne ve babada bulmalıdır. İşte tam burada bilhassa babaya ait sevgi ve muhabbet göstergesi tabi bir surette olacağından bunun çocuğun terbiyesi açısından kısılması bir kusur olarak telakki edilmez.[36]

Çocuk cinsel olgunluğa eriştikten sonra yakınlarına, mal ve mülküne sahip olmaktan, her türlü eşyayı kullanmaktan maksadın sağlam bir karakter ve manevi bir olgunlukla ahret mutluluğunu kazanmak olduğu kendisine öğretilmelidir.[37]

Meslekî Eğitim

Çocuğun terbiye noktasındaki eğitiminde dikkat edilecek bir başka husus, onun hangi ilim ve fenne yatkın olduğunun tespit edilmesidir. Zira her insan doğuştan bir ilim ve fenne yatkındır. Bunda Allah’ın hikmeti vardır. Bu husus iyi bir şekilde değerlendirildikten sonra çocuk hangi ilim ve fenne uygunsa onunla iştigal ettirilmelidir. Bilhassa öğretmen, çocuğun bu yönünün tespitinde oldukça önemlidir. Çocuğun doğuştan uygun olduğu ilim ve fenle iştigal ettirilmesi, hem onun hem de dünya düzeninin uygunluğu açısından önemlidir. Herkes farklı yeteneklerde yaratıldığı için uğraş alanları da farklıdır. Aksi halde herkes aynı yetenekte yaratılmış olsa idi, dünya üzerinde bu derece meslek dalları oluşmaz, dünyanın düzeni bozulurdu. Bu yönde insan, yeteneği olduğu dalda çalışırsa az zamanda ve fazla gayret göstermeden neticeye ulaşır. Aksine yeteneği olmayan bir dalda aşırı uğraş vereceğinden çok zamanda az iş ortaya çıkarabilir.[38]

Kınalızâde ayrıca çocuğun yatkın olduğu ilim ve fende yetişmesi üzerine de bazı tespitlerde bulunmaktadır. Bu yönde çocuk yatkın olduğu ilim ve fende oldukça teferruatlı yetiştirilmelidir. Kınalızâde buna ilişkin çeşitli örnekleri çalışmasında zikretmektedir. Verdiği örnekte eğer bir kimse kitabet ve inşa noktasında yetişmek istese önce hat tecvidini sonra söz üzerine kendisini yetiştirmesini ki bu safhada çeşitli risaleleri, faziletli hatip ve benzerleri ile seçkin hikâyeleri ezberlemeli akabinde belâgat yanında sarf-nahiv ve Arapça bilgisi ile vs lüzumlu olacak edebî, hesabî ve defter kaidesini bilmelidir.[39] Yoksa birkaç divani yazı tarzı ve defter yanında kâtip görmekle kitabet ve inşa noktasında yetişilmez. Kınalızâde’nin burada vurguladığı husus; bir kişinin meslekte tebarüz etmesi yanında kendisini diğer alanlarda da yetiştirmesi, daha doğrusu günümüz ifadesi ile kültürlü bir kişi konumuna gelmesi için alan dışındaki eğitiminde çok detaylı tatbikatlar yapmasına gerek olmadığıdır. Yani kişinin kendi mesleği dışındaki alanlarda yetişmesi için yeterli seviyede okumaların kâfi geleceği belirtilmektedir. Aslında bu yöndeki bir eğitim çalışmasını kişinin kendi yeteneği yönündeki faaliyetlerini geliştirecek yan dallar açısından da uygulayabileceği vurgulanmaktadır. Zira ömrün kısa ve ilmin geniş olduğu belirtilerek her şeyi detaylı öğrenmeye ömrün vefa etmeyeceği işaret edilmektedir.[40]

Meslekî açıdan çocuğu bir sanatla uğraştırmaya kalkınca eğer yeteneği ve o sanat dalındaki alet edevatı kullanmaya eğilimi yoksa aşırı zorlamadan uygun olan bir sanat koluna yönlendirmek icap eder. Ancak bulunduğu sanat kolunda biraz zorlanmasını da makul görüp ona göre hareket etmek uygundur. Çocuk sanatla uğraşırken bizatihi ilgilenmek gerekir ki hem sağlığını muhafaza etmesi hem de yetişmesi tam yerinde olsun. Ayrıca uğraştığı sanat kolunda hem ürün vermesine yardım edilmeli hem de geçimini belli oranda da olsa desteklemeli ki uğraştığı sanat kolundaki isteği ve hevesi artsın. Bu şekilde elinin kazancından iaşesini kazanmağa da alışmış olur ve anne-babasından kalacak mirasa itibar etmez. Zira nice miras yoluyla zengin olanların malı zaman içerisinde heba olmuştur. Böylece çocuk, istikbali için çalışması gerektiğini de anlamış olur.[41]

Kınalızâde eğitimde çevrenin de önemini vurgulayarak bu yönde çeşitli örnekleri zikretmiştir. Mesela Mısır Çerkezlerinin çocuklarını Çerkezistan’da eğittikten sonra orduya aldıklarını belirtmesi, eğitimin hem çevre hem de bedenle yakından ilişkili olduğunu vurgulamaktadır.[42] Bununla ilgili olarak Ahlâk-ı Alâî’de beden terbiyesi açısından Nuşirevan-ı Adil’in eğitimine yönelik üstadının ileride kendisini zor durumlar için nasıl yetiştirdiğine dair misaller zikredilmektedir.[43]

Kız Çocuklarının Durumu

Kız çocuklarının terbiye noktasına da ayrıca değinen Kınalızâde onlara hayâ, iffet ve erkeklerden sakınma ile ev hususlarında fazlaca bilgi verilmesi gerektiğini belirtir. Hatta bunların bir kısmının sadece kız çocukları için değil erkek çocukları için de geçerli olduğunu ifade eder. Öte yandan yukarıda değinilen tüm terbiye noktalarının kızlar için de uygulanması gerektiğini vurgular. Kız çocuklarının okuma yazma noktasında ise farklı görüşlerin olduğunu belirtir. Bu hususta Nâsıruddîn Tûsî, kızların yazmaktan ve okumaktan men edilmeleri gerektiğini ifade eder.[44] Diğer ulemaya göre ise yazmaktan men edilmeli fakat okumaktan men edilmemeleri gerektiğini belirtir. Kınalızâde İslâmi çerçevede öğrenme noktasını “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslüman’a farzdır”[45] hadisine dayandırarak erkekle kadın arasında bir fark bulunmadığını vurgular. Bilhassa kızlar için dinin lüzumlu yönlerini, sünnet hükümlerini ve kadınlara mahsus hallerin öğrenilmesi gerektiğini belirtir.[46]

Yine bu noktada Hz. Aişe’yi de örnek göstererek birçok hadisin ravisinin kadın olduğunu söylemektedir. Bu misallere Merveziye’nin kızını da dâhil etmektedir.[47] Hatta Hanefi imamlarından Tuhfe sahibinin kızı hakkında verdiği örnek oldukça dikkat çekicidir. Tuhfe sahibinin kızı olan Fatıma o kadar bilgiliydi ki babasına sorulan fetvada onun cevabı bulunmazsa olmazdı. İmamın, kızı Fatıma’yı dönemin bir diğer önemli âlimi olan Kâşâni ile evlendirmesi sonucu fukahalar nezdinde fetvanın Tuhfe’nin sahibi, kızı Fatıma ve Kâşâni olmak üzere üç elden çıktığı kanaati oluşmuştur. Kınalızâde bu izahatlar ve örneklerle dönem içerisinde kız çocuklarının okuması ve yazmasına ilişkin hususun ne derece hayati olduğunu ortaya koymuştur.[48]

Kınalızâde kız çocuklarının evlenmeleri ile ilgili de önemli bilgileri zikreder. Ona göre kız çocukları ergenlik çağına geldiği zaman onları bekletmeden uygun bir kişiyle evlendirmek gerekir. Uygun kişinin tespitinde İslâmi kaidelere göre hareket edilmelidir. Yani kız çocuğunun evlendirileceği kişinin dindarlığı, güzel ahlâkı, iyilik ve şanı hem görülmeli hem de araştırılmalıdır. Fizikî güzelliğe ve mal çokluğuna bakılmamalıdır. Şayet manevi şartlar yanında bunlar da varsa aliyyül ala olur. Damadın anne ve babası varsa kız çocuğu bunlara güzellikle muamele etmeli, kötü söz ve usandırıcı hareketlerden sakındırılmalıdır. Ayrıca zaruret olmadıkça taraflar boşanmaya meyletmemelidirler. Kınalızâde bu izahatıyla çocuk terbiyesi bahsini tamamlamakta ve herkese bu adabın lazım olacağını vurgulamaktadır.[49]

SONUÇ

Görüldüğü üzere Kınalızâde çocuk terbiyesini üç safhada ele almakta ve bunlar içerisinde doğum öncesi terbiyede ana rahminde iken çocuğun asil bir kadının kanı ile beslenmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece asaletin manevi meziyetini işaret ederek verasetin etkisini kabul etmektedir. Beslenme noktasında gıdanın kişinin ahlâk ve maneviyatı üzerinde değişiklik yapacağı, anne sütü örneği ile işaret edilmekte ve çocuğun sütü ile beslendiği annenin ahlaki yapısını da aldığı üzerinde durulmaktadır. Böylece bu dönem ana rahmi dönemi kadar önemli hatta çocuğun ikinci doğum dönemidir. Tabiî terbiye dönemi olarak da adlandırılan bu dönemde istenmedik davranışlarda ebeveynin hiçbir rolü olmaz. Zira bu dönem tamamen kendiliğinden teşekkül eder.

Tabiî terbiye döneminden sonra telkin dönemi olarak da belirtilen hakiki terbiye dönemi başlar. Bu dönemde çocuğa sürekli iyi ve güzel şeyler telkin edilerek olumlu davranış ve alışkanlıklar kazandırılır. Bunlar zamanla çocuğun zihninde yerleşir. Bu terbiye döneminde iyiler anlatılmalı, kötüler yerilmelidir. Ayrıca örnek ahlâk kahramanları da zikredilmelidir.

Kınalızâde tabiî ve telkini terbiye döneminden sonra üçüncü olarak iradî terbiyeden bahseder. Bu dönemin en önemli etkeni mürebbiye olarak da bahsedilen öğretmendir. Öğretmen bir takım özelliklere sahip olmalı ve çocuğun tabiat ve yeteneğini, bunların seviyesini dikkate almalıdır. Ayrıca çocuğun temayülünü tespit noktasında feraset sahibi olmalıdır. Terbiye dönemleri içerisinde uzun bir safhayı oluşturan bu dönemde beden terbiyesinden de bahsedilmekte ve çocuğun gelecekte karşılaşacağı zorluklara karşı dayanıklı bir şekilde yetiştirilmesi vurgulanmaktadır. Burada çevrenin eğitim üzerindeki etkisine de dikkat çekilmektedir.

Öte yandan Kınalızâde ile Batı âlimleri arasında önemli bir yere sahip olan Aristoteles arasında çocuk terbiyesine ilişkin benzer ve farklı bazı yönlerin olduğu görülmektedir. Bilhassa bunlar çocukların eğitimi üzerindeki görüşlerde ortaya çıkmaktadır. Mesela terbiyeye doğum öncesinden başlanması, ilk olarak anne sütü ile beslenilmesi, ileriye dönük olarak zor işlere alıştırılmaları, onların yanlarında her şeyin konuşulmaması ve yeteneklerinin ortaya çıkartılarak bu doğrultuda yetiştirilmeleri benzer hususları içermektedir. Ancak Aristoteles bu görevlerde sorumluluğu devlete verirken Kınalızâde sütanne ve mürebbiyenin etkili olacağını belirtmektedir. Ayrıca Aristoteles çocukların eğitiminden bahsederken hür çocukları ifade ederek toplumda bir sınıf ayrımına gittiği görülmektedir.[50] Kınalızâde de ise böyle bir durum asla söz konusu değildir.

Kınalızâde terbiye açısından cinsiyet farkına da dikkat çekerek kız çocuklarının terbiyesine ayrıca değinmektedir. Onların daha çok kadınlara mahsus hallerin ve ev idaresinin bilinmesinde bizzat eğitilmesi üzerinde durmaktadır. Hatta kız çocuklarının terbiyesi noktası Kınalızâde’nin ahlâk ilmine getirdiği yeniliği ortaya koymaktadır. Kınalızâde eserinde bilhassa çocuk terbiyesi hususunda Nâsıruddîn Tûsî’den büyük oranda istifade etmesine karşın bu bölümde kız çocuklarının terbiyesi ile ilgili olarak ondan ayrı görüşleri ifade eder. Eserinde kız çocuklarının okuma-yazması hususunda Tûsî’nin kız çocuklarını okuma ve yazmadan men etmek gerektiği yönündeki görüşünü belirtir ve buna kendisi karşı çıkar. Ayrıca yine bu bölümde bazı âlimlerin kız çocuklarını okutmak ancak yazmaktan men etmek gerektiği yönündeki görüşleri de ifade eder ve bunlara da karşı çıkar. İşte bu hususta kız çocuklarının hem okuma hem de yazmayı öğrenmesi gerektiği, ayrıca hayâ, iffet, erkeklerden sakınma ve ev idaresi hususlarında yetiştirilmelerini savunarak ahlâk ilmine bu açıdan bir yenilik getirmiş olur. Kınalızâde işte bu yönde Nâsıruddîn Tûsî ve diğer önemli âlimlerin aksine kız çocuklarının okuma ve yazma öğrenmesi gerektiğini İslâmi temele dayandırarak dile getirip kendisini çağımıza taşıyan bir düşünceye temel oluşturmuştur.

KAYNAKLAR

Aksoy, Hasan, “Kınalızâde Ali Efendi” Diyanet İslam Ansiklopedisi, 25 (2002), ss. 416-417.

Canan, İbrahim, Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Sünnetinde Terbiye, Işık Akademi Yayınları, İstanbul 2011.

Eren, Mehmet, “Kadınların Hadis İlmine Katkıları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLIV/1 (2003), ss. 83-110.

Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2006.

Kahraman, Ahmet, “Ahlâk-ı Alâî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2 (1989), ss. 15-16.

Kınalızâde, Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâʿî (Tıpkıbasım), Fahri Unan (takdim yazan), TTK Yayınları, Ankara 2011.

Kocatepe, Kağan, 9 Ay 10 Gün Hafta Hafta Hamilelik, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2012.

Koç, Mustafa (haz.), Ahlâk-ı Alâî, Klasik Yayınları, İstanbul 2007.

Komisyon (haz.), “İlm-i Tedbîru’l-Menzil”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, Ankara 1992, ss. 923-952.

Kur’an, İbrahim. 35.

Oktay, Ayşe Sıdıka, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî, İz Yayıncılık, İstanbul 2005.

Öztürk, Hüseyin, Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara 1990.

Ek 1: Ahlâk-ı Alâî’de Çocuk Terbiyesi İle İlgili Kısmın Transkripsiyonu (s. 203a-210b)

(203a) Beyân-ı Âdâb-ı Terbiyet-i Evlâd u Etfâl

Çün veled eğer puser ve eğer duhter vücûde gele Hakk Celle ve Alâya şükr u senâ eyleye ve ânı mahz-ı fazl ve mevhibe-i Hakk bile. Ve eğer duhter ise yâ fakîr-i kesîru’l-iyâl ise zinhâr bî-huzûr u müteberrim olmaya. Hakk Tebâreke ve Teʿâlâ ânın rızkını takdir etmiştir. Mümkindir ki beğenmeyub teberrüm ettiği mevlûdun başında saʿâdet ve rızkında vüsʿat konulmuş olub kudûmu pederine mûcib-i ikbâl u irfâk ve sebeb-i vüsʿat-i emvâl u erzâk ola. Ve ehline duhter vilâdet ettin deyu izhâr-ı melâlet ve melâmet eylemeye. Zirâ ihtiyarûn (203b) hâlîdir bî-ihtiyâr-ı levm cehilden nâşidir. Ebu Hamza derler bir Aʿrabînin hatunu duhter vilâdet edicek müte’ellim olub ehlini muhâceret ve hıbâ-i âherde sâkin olıcak hatunu bükâ idub bu beyti okudu ki (Beyt):

Mâ li-Ebi Hamzete lâ ye’tînâ
Ve innemâ ne’ti’l-lezî ûtînâ

Aʿrâbî işidub rikkat idub ehline râzı olub sulh eyleyub haymesine geldi. Pes mevlûde ism-i hasen vazʿ eyleyeler ki zemân esmâsına muvafık ide zîrâ ki nâm-ı nâmünâsibden müte’ellim olsa gerek. Ve nice kimesne ismini tagayyür idub kenduye gayri ism vazʿ eyler. Ammâ yine tamâm metruk olmaz. Efâdıldan birisi evlâdına der idi ki ben size vilâdetinizden evvel vilâdetiniz zamânında vilâdetinizden sonra ihsân ider dururın. Vülâddan evvel nice ihsân olur deseler der idi. Vilâdetinizden evvel sizi harâyie-i nisâ ve asîlât-ı havâtinden tahsil itdim. Kabâyil-i deniyye ve ʿaşâyir-i hasîseden ihtirâz itdim ki müddet-i hayâtınızda matʿûn-ı taʿn-i tâʿin ve meşmûli levm-i lâyim-i lâʿin olmayasız. Ve hıyn-i vilâdetinizde esâmi-i hısâniyle tesmiye eyledim ki tûl-i hayâtınızda kubh isminiz ile müte’ellim olmayasız. Vilâdetinizden sonra envâʿ-ı te’dîb ü terbiyet ve tehzîb ü takviyet eyledim ki mümtâz-ı akrân oldunuz. Ve câhil-i gabi kalub zemân-ı hayâtınızda memâtınıza tâlip olmadınız. Baʿdehu eyu dâye kılına ki sahîhu’l-cism kâmilü’l- kavî emrâz u eskâmdan beri ve ʿaklı sahîh ve hulkı selîm ola. Ve hukemâ demişler ki er-rızâʿu vülâde sâniyeten ve dâyenin ahlâk u ʿâdâtı sütü gıdâ-yı mevlûd olmağıyla sirâyet idub mevlûd ânın ahlâkı ile tahallük ider. Hukemâ derler ki bir mevlûd kebûd-çeşm olsa dâye-i Habeşiyeye (204a) irzâʿ ile siyâh-çeşm olur. Pes murzıʿa suret-i zâhirde bu mertebe tagayyür ifade edicek sıfât-ı bâtında dahi tagayyür virmesi mukarrerdir. Çün rızâʿ tamâm ola terbiyyete meşgul olub ʿale’t-tedrîc efʿâl-i hasene ve ahlâk-ı râzıyye telkin edub mesâvî-i efʿalden menʿ idub âr u ʿayb olacak efʿâle ikdâm ettikçe hay sakın ʿaybdır bir dâhî bunu eyleme deyub tefrîʿ u taʿnîf ideler. Etfâlin levh-i idrâkleri sâde olmağla her canibe kâbildir. Eğerçe ekseriya rezâyil-i efʿâl muktezâ-yı tabʿ u behîmi olmağla âna mâyildir. Lâkin zecr u menʿ ve tenbih u tevbîh olıcak levh sâde olmağla imtinâʿ u ihtirâz dahi kalbinde temekkün eder. Nitekim demişlerdir (Beyt)

Etânî hevâhâ kable en aʿrife’l-hevâ
Fe-sâdefe kalbî hâliyen fe-temekkenâ

Ve ekser-i ekâbir-zâdelerde sefeh ve kıllet-i ʿakl u maʿâş şâyiʿ u fâştır. Hattâ baʿzı ehl-i hezl anları es-sefîh çelebi deyu taʿrîf eylemiştir. Hemânâ zemân-ı sabide katı iʿzaz u riʿâyet sebebi ile dâyeleri ve mürebbîleri asla bir fiʿlden zecr u tevbîh etmeyub her ne derse âferin deyub her ne işlerse tahsîn ettikleri ecildendir. Ve hukemâ derler ki terbiyet-i etfâlde fiʿl-i tabîʿate iktidâ etmek gerek yaʿni her kuvvet etfâlde evvel hâdis olur kevvet-i hayâdır. Eğer sabîde hayâ gâlib olub ekser-i evkât âdem beyninde başın aşağa idub vikâhat yaʿni bî-edeblik itmezse necabetine ve hâsıl olacağına delildir. Pes te’dîbine ikdâm ve tehzîbine ihtimâm etmek gerek. Ve evvel-i te’dîb oldur ki rezâyil ile mevsûf (204b) azdâd muhâletasından menʿ oluna. Ve sefeh u fuhş ile mevsûm ve luʿb u lehve katı meşgûl sıbyân ve gılmânıyle mücâleset ü musâhabet ettirilmeye ki henüz sâde olmağıyla anların ahlâk u etvârıyla tahallük eylemeye ki tabîʿat sâriktir. Husûsen ki zemân-ı sabâ ve mevsim-i sıgarda ola. Pes âdâb-ı dîn ve sünen-i şerâyiʿ-i mürselîn taʿlim u telkîn ideler. Ve farz u sünnet ve hill ü hürmet bâb bâb selîm ve tefhîm ideler. Ve ferâyiz u vâcibâta muvâzabet ve müdâvemet ettireler. Nitekim hadîs-i şerîfte vârid olmuştur ki: Etfâlinizi yedi yaşına vardukta nemâz kılmak emr edin. On yaşına varınca kılmazlar ise darb idin ve tekâsül ve tehâvünü huy etmekten gâyet sakınalar. Ve dâyimâ beyninde ahyâr ve sulehâyı medh ve eşrâr ü eşkıyâyı zemm ü kadh ideler ki şürûrdan hârib ve hayrâta râgıb ola. Eğer bir kabîha ikdam eder ise evvelâ serzeniş-i sarih mezemmetle tahvîf ide ânı sehve haml ideler. Ya işitilmemiş anladub âher sabî misl idub ol bu fiʿli etmiş şu makule ʿikâb olmuş diyeler. Ve’l-hâsıl îcâb etmeyince kenduye sen şöyle etmişsin demeyeler ki maʿlûm oldu bana külli ʿikâb olmaduğu deyu muʿâvedâye ikdâm etmeye. Ve saçların tarayub âşikâre koyub ve kenduyi melâbis-i fâhire ile tezyin eylemeyeler. Ve hâcet olmayınca hâtem takmayalar. Ve dâyimâ beyninde me’kel-i hasene ve melâbis-i müzeyyene tahkîr ideler. Ve zihninde mukarrer ideler ki zîb u ziynet hâtunlara münâsibdir. Erlerin ziyneti huly-i hulel ile değildir. Belki hüner ü kemâl ve fazl ü efdâl iledir. (Nazm)

Zen ne’i merdî kün u dest-i kerem bigşâ ki zer
(205a) Merd-râ behr-i kerem berâ-yı zî-verest

Ve hâtırında merkûz eyleye ki müzeyyen hilyeler ve mülevven câmeler ʿavretlere lâyıktır. Ve ekl ü şürbi matmaʿ-ı nazar ve mürtekâ-yı himmet etmek gâv u har-ı ʿalef-hor ʿâdetidir. (Mısrâʿ) Kande ise gâv u venek himmeti merʿâdadır; bu mertebede kalmak hayvanât-ı hasîseye berâber olmaktır. (Beyt)

Be-âb u sebze kanâʿat mekân zî bâğ-ı cihân
Ki în kadar ʿalef-i gâv har tuvâned bûd

Bu makule ebyâtı taʿlîm ideler ve bunun gibi nesâyihi tekrâr ideler ki tûl-i zemân ile hâtırında kala ve makbûl-i tabʿî ola. Bunun zıddın söyleyen kimesnelerden hassâ ki akrân u emsâli ki cihandan murad yemek ve içmek ve giymek ve bağlanmaktır derler. Menʿ u tahzîr idub ihtilât ettirmeyeler. Ve etfâlden ibtidâ-yı neşv ü nemâda efʿâl-i kabîha sâdır olsa gerek. Zirâ nefs-i emmâre mevcûd u hâsıl ve ʿakl ki mâniʿ ü ʿikâl-i kabâyihtir. Henüz gayr-i kâmildir. Baʿzı etfâlden kizb u nemîmet baʿzıdan sirka ve hıyânet sâdır ve bunun emsâli künd ü mekr ve zarar u nefs ü gayr çok vâkiʿ olur. Ammâ hemân menʿ u zecr ve mütehammil olduğu miktar te’dîb ve siyâset etmek gerek. Ve zemân-ı sabîde dâyimâ nefâyis-i etʿıme ve lezâyiz-i eşribe virmeyub gâh gâh nân-ı huşg ile iktifâ etmek gerek ki ne zemânla etvâr-ı zemân ve esfâr-ı zemîn etmekte ol makule ihtiyâc oldukta ânınla dahi iktifâ etmeğe kâdir ola. Nitekim baʿzı Rum şâh-zâdelerinin ceng-i birâderden hezîmet vâkiʿ olub kilâr ve hazinesinden dûr ve nefer-i maʿdûdıyle gürîzân oldukta bî-gıdaliktan ʿâciz olıcak nân-ı rû-tünk ki yufka dedikleridir bir rûstâyîden (205b) almışlar. Şâhzâde muʿtâd olmamağın tenâvüle kâdir olmayub cehd-i ʿazîm ile bir rûstâyî dahi bulub enbânında bir miktar külçe-i rûstâyî bulub getürub bir miktarın teʿaddî edub bâkısin gulâmına hıfz etmek emr etmiş. Pes ifrâd-ı nâz-perverlik selâtîn ve ümerâya münâsib değildir. Bu kande kaldı ki evsât-ı nâs eyleye. Ve etfâle sabah gıdasın çok virmeyeler ki zihnine belâdet ve tabʿına kesel verub taʿallümden mâniʿ olmaya. Ve âb ve helvâ ve meyve ve serîʿu’l-istihâle nesneleri çok vermeyeler ve taʿâm yerken husûsen meyve yerken su içirmeyeler. Ve müskirattan eğerçi her kimesneye ictinâb vâcibdir. Ammâ etfâle ictinâb be-gâyet lâzımdır. Zirâ mizâcları hârr u ratabdır gayet muzırdır ve anları gazab u tehevvür ve hiffet ü vekâhat u fesâda bâʿis olur. Ve melekât-ı rediyye vüsʿatlerinde müstahkem olub izâlesi ʿasîr olur. Ve ol tâyifenin mecâlisine dahi iletmeyeler ve anların hikâyât u eşʿâr-ı müfessika ve müfessekaların istimâʿ ettirmiyeler. Eğerçi baʿzı kimesneler eşʿâr-ı zarîfe tabîʿat-ı etfâle rikkat u zekâve eder derler. Ammâ sahîh değildir. Zararı fâyidesinden artıktır. Ve vazife-i ders u taʿallümîn temâm etmeyince gıdâsın vermeyeler. Ve baʿzı umuru ihfâ etmeğe muʿtâd etmeyeler ki ihfâ etmeğe muʿtâd olub kabâyihe ikdâm eylemeye. Ve gice çok uyumaktan ve gündüz mutlaka uyutmaktan menʿ edeler. Ve esbâb-ı tenaʿʿumdan yazın serdâbelere gitmek ve bütün mirvahalara saldırmak ve elin ayağın ovdurmak gibi ve kışın kalun kürkler ve gâyet sıcak yerde oturmak gibi menʿ edeler. (206a) Ve piyâde yürümeğe ve süvâr olmağa riyâzet ettireler. Ve hareket ve sükûn ve durmak ve oturmak ve söz söylemek ve taʿâm yemek bu cümle âdâbın taʿlîm eyleyeler. Nitekim ʿan-karîb beyân olunsa gerek. Ve kizb söylemekten ve yemin etmekten eğer sâdık eğer kâzib menʿ eyleyeler. Ve mecâlis-i ricâlde sözü az söyleyub sordukları nesneye cevâb vermeğe iktisâr ettireler. Ve muʿallim sâlih u dindâr ve ʿâkıl u perhîzkâr-ı selîmu’l-hulk sahîhu’l-ʿakl kimesne ola. Ve ahlâk-ı hasene ve âdâb-ı mülûk ve ekâbire vâkıf ve gazab ve hilmde muʿtedil ola. Gâyet halîm olmaya ki te’dîb ve tehzîbden ʿâciz olur. Nitekim ki Şeyh Saʿdi Rahmetullahi Teʿâlâ ider (Beyt):

Üstâd ve muʿallem çû bûd bî-âzâr
Harseg bâzend kûdekân der-bâzâr

Gâyet gazûb ve mütehevvir dahi olmaya ki beyhûde gazabdan tıfl melûl ve taʿallüm-i ʿilm u edebden nefûr olmaya. Ve mektebde taʿlîm etmeyeler. Ammâ hulk ve edebî müstahsen olan merdûm-zâdeleriyle bile hem ders ve taʿlîm ki anlardan kesb-i kemâl ve hulk-i hasen itmek ihtimâli ola mücevvesdir. Ammâ bu zemânda kalîlü’l-vücuddur. Ve muʿallim darbla te’dîb ettikte feryâd u şenâʿat etmekten menʿ edub bu fiʿl-i zuʿâfâdur diyeler. Ve muʿallim dahi ol darbı az ide ammâ gayet mü’ellim ide ki muʿâvedet itmekten muhteriz ola. Ve muʿallim dahi bî-mûcib darb eylemeye. Ve tıflı sehâvete muʿtâd ideler. Ve akrânına ihsân u birr etmek telkîn edeler. Ve anlara tekebbür ü tecebbür ve istihzâ vü izdirâ etmekten küllî menʿ edeler. Ve sadaka itmek istese anın eline virub sadaka (206b) ettireler ki muʿtâd-ı bezl ola. Ve mâl-ı dünyâyı gözüne hakir göstereler. Ve sîm ü zere muhabbetten ve saklamasından tenfîr edeler ki muhabbet-i sîm u zer hayyât u ʿukkârîden bedterdir. İmam Gazali Rahmetullahi Teʿâlâ “ve’cnubnî ve beniyye en naʿbude’l-esnâm” âyet-i kerimesinin tefsirinde esnâmdan murâd sîm u zerdir. Ve beni ve evlâdımı sîm u zer mahabbet u taʿallükundan ki maʿnâda ibadettir hıfz eyleye dimek işârettir der. Ve her gün bir mikdar ʿutlet zemânında lüʿb ü bâziye ruhsat vereler. Ammâ fuhş u kabâyihe müştemil bazî olmaya. Ve peder ve mader ve muʿallim ve ulu birâder her birine nazar-ı taʿzîm ü iclâl ve anlarda hayâ ve haşyet üzre olmağı âdet ettureler. Ve peder ve maderin mahabbet-i müfritaları dahi olursa mehmâ emken iʿlâm etmeyeler. Zîrâ tıfl ânâ muttaliʿolıcak havf u haşyeti kalmayub taʿlîm-i ʿilm ve âdabda noksân üzre olur. Ol sebepten cevr u cefâ-yı üstâd mihr ü mahabbet-i âbâ ve ümmehâttan tercîh olunur. Nitekim Şeyh Saʿdî demiştir ki (Nazm)

Pâdişâhî puser be-mekteb dâd
Levh-i sîmîneş ber-kenâr nihâd
Ber-ser-i levh-i û nevişte be-zer
Cevr-i üstâd bih ki mihr-i peder

Ammâ baʿzı âbâ ki akl-ı selîm ve nazar-ı dûrbîn sahibi olur. Mihr-i tabiʿîsi dahi olursa izhâr etmeyub te’dîb u tehzîb etmekte taksîr eylemez. Ve bu makûle pederdir ki zahr-ı Faryâbî rüzgârdan şikâyet ve kıllet-i terbiyet-i ehl-i hüneri hikâyet ettüğü kasîdesinde zikr edub der ki (Nazm)

Me-râ zi-dest-i hünerhâ-yı hûşten feryâd
Ki her yekî be-diğer güne dârdem nâ-şâd
Temettuʿî ki men ez-fazl der-cihân dîdem
Hemân cefâ-yı peder bûd u silî-i üstâd

(207a) Ve çün mertebe-i tufûliyyetten terakkî edub ağrâz ve metâlib-i ricâle vâkıf ve lehv ü lüʿbden aʿlâ dahi matlab ve merâm var idüğune ʿârif olıcak âna tefhim edeler ki hayl ü haşem ve zıyâʿ u ʿabîd ve mâl u menâl ve esbâb u fürüş istiʿmâlinden garaz tashîh-i mizâc ve harr u berd ve cûʿ u ʿatş alâmından berî olub mizâc-ı selîm ve kuvvâ-yı sahîha ile kesb-i kemâlât-ı maʿneviyye ve istiʿdâd-ı te’ehhüb-i dâru’lbekâ tahsil edub civâr-ı kurb-i ʿazîz-i muktedirde saʿâdet-i hakîkıyyeye fâyiz ve murâdât-ı câvidâniyi câyiz olmaktır. Ve illâ mücerred tenaʿʿum-ı hâb u hor ve tereffüh-i me’kel ve meşârib ve menâkih-i hayvanât-ı ʿacm ve behâyim-i hâyimeye dahi müyesserdir tâki himmeti ʿâlî ve maksad-ı nazarı mahall-i sâmî olub andan sonra iştigâl-i ʿulûm ve tahsîl-i fünûna düşüreler. Ve tahsîl-i ʿulûmda nice tertîb ve tedrîc gerek kitâb-ı evvelde mezkûr olmuştu. Ânın üzerine ʿamel ve iştigâl oluna tâ ki müntehâ-yı ʿilm-i ʿulûm ki aʿlâ-yı ilâhîdir. Âna vâsıl olub âbâ ve ümmehâttan taklîd ile mütelekkın olan ʿakâyidi burhân u delîl vesâtatıyla mütelakkın ola. Ve evveli oldur ki tabîʿat ve istiʿdâdını teferrüs edub ne fenne tabiʿî mülâyim ve istiʿdâdı münâsib ise âna iştigâl edeler. Zîra her kimesne mebde’i fıtratında bir fenne müsteʿidd ve bir sınâʿata müteheyyîdir. Ve bu kazıyyede Hakk Cell u ʿAlânın sırr-ı hafî ve hikmet-i gâmizası vardır. Ve ol husûl-i nizâm-ı ʿâlem ve kıvâm-ı benîâdemdir. Zîra sâbika dedik ki cümle sınâʿata ihtiyâc vardır ve bekâ-yı mukarrer anlarsız olmaz. Pes eğer cümle bir istiʿdâd üzerine mecbûl ve herkes bir himmet üzre meftûr ve mecʿûl olsa sınâʿat-ı mühimme ve ʿulûm u fünûn-ı mütenevviʿa (207b) zâyiʿ olurdu. Ve her kimesne eşref-i sanâyiʿa meşgûl ve evsât u edânî sanâyiʿ tahsîl dâyiresinden maʿzûl olub nizâm-ı ʿâlem bâtıl ve kâr-hâne-i maʿâş hâlî ve ʿâtıl olurdu. Pes hikmet-i ilâhî iktizâ eyledi ki her tabîʿat bir fenne münâsib ve her istiʿdâd bir sanʿata mülâyim ola. Zâlike Takdîru’l-ʿAzîzi’l-ʿAlîm. Ve insan müsteʿidd olduğu sınâʿata iştigâl edicek zemân-ı yesîr ve saʿy-i gayr-ı kesîr ile tahsîl eder. Ammâ gayr-i istiʿdâdına tâlib olıcak zemânını tazyîʿ ve üstâdını tasdîʿ edub bi’l-âhir ya hâsıl olmayub yahud zemân-ı kesîrde şey’-i yesîr hâsıl olmak lâzım olur. (Hikâyet)

Halîl ibn Ahmed ʿilm-i ʿarûzu kuvvet-i karîhasıyla istihrâc ettikten sonra talebei ʿilme taʿlîm ederdi. Bir kimesne bu fenne gâyette harîs olub nice zemân şedîd ve cehd-i cehîd edub hiç nesneye fâyiz olmayub Halîl taʿlîm u tefhîminde âciz kaldı. Âhir Halil eyitti bu beyti taktîʿ ile (Beyt)

İzâ lem testatiʿ şey’en fe-daʿhu
Ve câvizhu ilâ mâ testatîʿu

İşâret-i Halîli fehm eyleyub min baʿd tereddüd-i Halîl-i fâzıl ve tasdîʿ ve tazyiʿ-i bî-tâyil etmekten ferâgât eyledi. Halîl eydur bu mertebe belâdet-i tabʿî ile bu işâreti fehm ü te’eddüb ettiğine tamâm taʿaccub eyledim. Ve çün bir fenne yâ bir sınâʿate iştigâl ettireler gerektir ol fenn ve sınâʿatin meʿâric ve merâtib ve etrâf ve cevânibini tahsîl ve tekmîl ettireler. Fi’l-cümle bir miktârını tahsîl edub ferâgat eylemeye. Meselâ kitâbet ve inşâ ʿilmini murâd eylese evvelâ tecvîd-i hat sâniyen tehzîb-i nutk ve berâʿat-i kelâm ve hıfz-ı resâyil ve hutab-ı fuzalâ ve emsâl ve eşʿâr-ı bülegâ ve muhâdarât ve hikâyât-ı zurefâ ve nahv ü sarf ve lügat-ı ʿArap vesâyir levâzim-i ʿilm ü edeb belki hisâb (208a) ve kavâʿid-i defter cümlesini tahsîl ve tekmîl eyleye ki fende ser-efrâz ve akrân u emsâl katında mümtâz ola. Ve illâ mücerred dîvânice hatt ve birkaç fıkra ve mektub ve sermâye-i galat görmekle âdemî münşi ve kâtib ve lâyık-ı menâsıb ve merâtib olamaz. Belki evvel makûle kâtib olur ki hakkında demişlerdir. (Kıtʿa)

Fe-deʿ ʿanke’l-kitâbete leşte minhüm
Ve lev sevvedte vecheke bi’l-midâdi
Ve dîvânü’l-harâci bi-hazfi cîm
Ve dîvân-ı zıyâʿi bi-fethı’d-dâd

Ammâ bu deduğumuz şol ʿilm ü fenndedir ki matlûb-ı hakîki ve maksûd bi’zzât ola. Meselâ bir kimesne re’îsü’l-küttâb ferzendî olub kendu dahî mansıb-ı pedere vâsıl ve ol sınâʿati hâsıl etmek istese dediğimiz etmek lâzımdır. Ammâ bir kişi fenn-i mühimmden gayrı baʿzı fünûnu dahî bi’l-külliye hâlî olmamağ içun tahsîl etmek istese ise ifrât ile teveggul edub cemîʿ-i cevânib ve levâzımını tahsîl lâzım değildir. Meselâ fakîh fi’l-cümle ʿilm-i mîkattan nesne görmek istese heyetten Şerh-i Caʿminî ve mîkattan baʿzı resâyil-i muʿtebere görse kâfidir. Lâzım değildir ki muhitti kitâbîn tahsîl ve Oklidis ve mütevassıtât makâlâtın tekmîl ede. Zîra ʿömr kalîl ve ʿilm kesîrdir. Zemâne hod mevâniʿ ve ʿalâyık ile mâlâ maldır. Pes cemîʿ-i ʿulûmu yâ ekserini ʿalâ vechi’l-kemâl tahsîl etmek muhâldir. Hemân ehemm ile iktifâ etmek gerek. (Mısrâʿ) İlmi ki nâ girîz tûpa şedîdân-ı girây. Nitekim demişlerdir. (Kıtʿa)

Leyse yahvi’l-ʿilme küllen vâhiden
Lâ ve lev mâ resehe elfe seneh
İnneme’l-ʿilmu baʿîdun gavruhu
Fe-huzû min külli şey’in ahseneh

Ve sabî bir sınâʿate iştigâl etturücek yâ ʿadem-i istiʿdâd yâ nâ müsâʿade-i âlât sebebiyle tahsîli müteʿassir ve müteʿazzir olsa âher sınâʿate meşgûl edeler. Elbette ol (208b) sınâʿati teklîf etmeyeler. Zîra fünûn-ı sınâʿatte kesret ve füshat çoktur. Ammâ evvelki sınâʿatten ye’s-i küllî olmayınca etmeyeler. Zîra bir sınâʿatten cüz’î taʿassür ve suʿûbet izhâr ettikte ferâgat ettirmek ʿalâmet-i ızdrâb-ı re’y u ʿaceledir ve bu hâliye olanlar değmede kemâlâttan behremend ve sanâyiʿden ber-cevâzdâr olmaz. Müteʿallim ve tâlib-i kemâlde sabr u sebât gerek. (Beyt)

Ez-sebât hodem în nükte hoş âmed ki be-cevr
Der-ser-i kûy-i tû ez-pây-i taleb ne-nişestem

Ve her sınâʿatin iştigâlinde âna münâsib riyâzet ettireler ki tahrîk-i harâret-i garîziyye edub meded-i hıfz-ı sıhhat ve defʿ-i kesel ü betâlet eyleye. Çün sınâyiʿden bir sınâʿati taʿlîm ede ândan taʿayyüş ve iktisâb-ı mal ettireler ki eseri hâsıl ve halâvet-i husûl-i netîce mezâkına vâsıl olıcak rağbet ve neşâtı artub ol sınâʿati nihâyetine yetiştirmeğe saʿy eyleye. Ve hem kesb-i yemînden taʿayyüş etmeğe muʿtât ola ki şîme-i ebrâr ve haslet-i ahrârdır. Ve âbâ vü ümmehâttan intikal edecek mal-ı mîrâsa iʿtimâd etmeyeler. Zîra ekser-i ağniyâ-zâdeler mâl-ı mîrâsa iʿtimâd ve ve ittikâ edub taʿallüm-i sınâʿatten ebâ ederler. Tagallüb-i rüzgâr ve tagallüb-i havâdis leyl ü nehâr ile ol mâl u ʿakâr-ı ʿarsa telef ü bevâr olub bî-nevâ kalmışlar. Ve çün gulâm istiklâle iktisâba kâdir ola. Evveli budur ki müte’ehhil edub ve rahl u esbâbını ayuralar. Ve ʿâdet-i mülûk-i Fürs bu idi ki oğulların hadem u haşem terbiyet etmeyub sikât-ı ümerâdan birisine verub bir tarafa gönderub terbiyet ettirirler idi ki huşûnet-i ʿayş ve denâ’et-i me’kel ve melâbisle kâniʿ olub ziyâde tenaʿʿum ve tecemmül ve refâhiyyet-i ʿayşe muʿtâd olmaya. Nitekim Yezdecird-i Esîm (209a) oğlu Behrâm Kürdî Emîr-i ʿArab Münzir bin Nuʿmana teslîm edub ol dahi ânı Hîre şehrine götürub ânda terbiyet edub Havernak Kasrını ânınçun bünyâd eyledi ki henüz bâkîdir. Pes âdâb-ı lügât-ı ʿArab ve taʿlîm-i fürûsiyye ve âdâb eyledi. Ol sebebden Behramın ʿArabî şiʿirleri vardır. Ve evvel şiʿr-i Fârisi diyen Behramdır baʿzı ʿulemâ kavlinde. Zîra ʿÂrabî şiʿrden intikâl eyledi. Ve İslâmda dahi Büveyh ki mülûk-i Deylemdir ve baʿzı Âl-i Selçuk bu tarîka zâhib olurlar idi. Ve ümerâ-yı Çerkes dahi diyâr-ı Mısrıyyede devletleri muntazam iken bu üslûba sâlik olub evlâdlarını diyâr-ı Çerkese gönderub ânda terbiyet edub getururler idi ve ânda terbiyet olan fürûsiyyet ve şecâʿatte kâmil olub katlarında muʿteber olub tabakât-ı ecnâda dâhil edub terbiyet ve terakkî ile merâtib-i ʿaliyyeye vâsıl ederleridi. Ammâ Mısır’da müterebbî olanlar şecâʿat ve fürûsiyyete kâbil olmayub belki gâliba tahannüs üzerine olub kem-nâm ve câhil kalurdı. Ve zemân-ı sayyâde baʿzı âlâme muʿtâd ve murtâz olmak nâfiʿdir. (Hikâyet)

Nûşirevân-ı ʿÂdil’in muʿallimi her zemân darb-ı bî-sebeb idub ve eline kar ve buz verub elinde tut deyu emr ederdi. Serîr-i kisrâ âna intikâl edecek muʿallim tevârî ve firâr eyledi. Baʿdehu Nuşin-revân üstâdıma riʿâyetim mukarrerdir emân üzerine gelsun deyucek zuhûr eyledi. Melik riʿâyet ve nüvâziş-i şahâne ettikten sonra darb-ı bî-cürmün vechi ne idi deyu su’âl etti. Muʿallim eytti ânınçûn ederdim ki bî-günâh ve mazlûm rencîde olanların te’ellüm ü inkisârı ve zâlimine hıkd u kînesi ne mertebede olduğu maʿlûmun olub kisrâ tahtına geçduğun (209b) vakt bî-günâhı rencîde etmekten ihtirâz edesin. Eytti ya elimi niçun karda ve buzda durmak emr ederdin. Dedi ki ʿan-karîb bunun dahi vechi zâhir olur. Baʿde zemân melik baʿzı hademi ile bir muharebeye mübâşir oldukta vakt-i sabah mülâkât müyesser olub eshâbî kemanlarına zih etmeğe kâdir olmayub inhizâma karîb olıcak melik iʿtiyâd-ı mezbûr sebebi ile cümlenin kemanlarını zih ile eyleyub düşmene zafer bulıcak isâbet-i re’y-i üstâd-ı dûr-endîş zâhir olub hılʿat u niʿmet-i bî-kıyâs verdi. Ve ol kimesne ki dediğuz hılâfı üzere maʿâş etmiş ola. Baʿdehu ânı ıslah ve ol ahlâkı izâle ʿasîr olur. Husûsen ki şebâb gidub şeyb gelmiş ola. Nitekim demişlerdir. (Nazm)

Ve’ş-şeyhu lâ yetrükü ahlâkahu
Hattâ yuvârî fî serâ emsihi

Sokrât-ı hakîm tâze cüvânlar taʿlîm ederleridi. Hattâ baʿzı aʿdâsı ânı ʿamel-i Kavm-i Lût nisbet eylediler. Ve hâşâ ʿan-zâlik su’âl edenlere der idi ki şâh-ı terî rast etmek kâbildir ammâ huşk olduktan sonra ânı müstakîm etmek müşkildir. (Beyt)

Çûb-i ter-râ çunân ki hâhî piç
Neşuved huşk cüz be-âteş rast

Bu mezkûrât terbiyet-i puser içundur. Ammâ duhter terbiyetini dahi buna kıyâs edub münâsib olan hısâl u âdâbı taʿlîm edeler. Ammâ ânlar hakkında mülâzemet-i hayâ ve ʿiffet ve ricâlden taharrüz ve tasavvun ve mülâzemet-i hicâb ve günc-i hâne bâbında mübâlağa edeler. Ve bi’l-cümle sâbikâtta zikrettuğumuz âdâbı telkîn ve taʿlîm edeler ve ʿamel ettireler. Ve Hâce Nâsır eydür okumaktan yazmaktan menʿ edeler. Lâkin sâyir ʿulemâ kelâmında olan oldur ki yazmaktan menʿ edeler velâkin okumaktan (210a) menʿ edeler velâkin okumaktan menʿ olunmaya. Belki kadr-i vâcibât-ı dîn ü sünen ve ahkâm-ı şerʿ husûsen nisâya muhtass ahkâm-ı hayz ve nifâs gibi taʿlîm olunmak lâzımdır. “Talebu’l-ʿilm farîzatün ʿalâ külli Müslim ve müslimetin” ve ʿÂyişe-i Sıddîka’nın radıyellahu ʿanhâ ʿilmi nice ahkâm-ı şerʿ ânların rivâyetlerinden maʿlûm olduğu mukarrerdir. Ve ümmet-i Muhammed’den nisâ-i ʿalimât husûsen muhaddislerden çoktur. Kerime-i Merveziye ve Şehd-i Kâtibe gibi. Ve eyimme-i Hanefiyeden sâhib-i Tuhfe’nin Fâtıma nâm duhteri var idi. Ol kadar ʿâlime ve fâkihe idi ki babasına gelen fetvâda ânın dahi cevabı olmayınca olmaz idi. Çün Kâşâni-i sâhibu’l-Bedâyiʿ gelub Bedâyiʿ kitabını Tuhfe’ye şerh olmak üzerine te’lîf eyledi. İmâm-ı sâhib-i Tuhfe duhteri Fâtıma Kâşâni’ye tezvic eyledi. Fukahâ derler idi ki “şeraha Tuhfetehu fe-ehaza ibnetehu”. Baʿdehu her fetvâ üç cevâb ile çıkar oldu. İmâm-ı sâhib-i Tuhfe ve duhteri Fâtıma ve dâmâdı Kâşâni sâhibu’lBedâyiʿ hatları ile çıkardı. Ve çün duhter hadd-i bülûğa yetişe küfüvv-i münâsib bulub tezvic edeler te’hîr etmeyeler. Ve dâmâd olıcak kimesnenin dînin ve hüsnhulkın ve kerem ü şânın göreler. ʿUluvv-i mansıbına ve kesret-i emvâline ve rifʿat-i nesebine şekâletine çendân nazar etmeyeler. Eğer didiğimiz umûr olduktan sonra bunlar dahî olurise fe-bihâ ve niʿmetün nûrun ʿalâ nûr ve tezvic olduktan sonra damâdıyla ve mâder ve pederi varise hüsn vechile muʿâşeret edub bî-şerm ve dilâzârlıktan menʿ edeler. Ve temâm zarûret olmıyacak tefrîk tarafına meyl etmeyeler. Çün şerh-i terbiyet-i evlâd mektûb oldu. Baʿzı âdâb ki her kimesneye lâzımdır. Ve esnâ-yı kelâmda zikr olunmasına vaʿde ettik idi. Ânları dahî beyân (210b) edelim. Eğerçi âdâb-ı mezkûre evlâd u etfâle mahsûs değildir lâkin ânların te’dîb ve tehzîbe ihtiyâcları ekser ve semere-i te’dîb u tehzîb ânlarda artık zâhir olmak ihtimâli evferdir. Binâ-yı ʿaleyh bu bâbda îrâd olundu.

Dipnotlar

  1. Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâʿî (Tıpkıbasım), Fahri Unan (takdim yazan), TTK Yayınları, Ankara 2011, s. XIV.
  2. Mesela bizim istifade ettiğimiz kitabın baskısında yer alan “Kande ise gâv u venek himmeti merʿâdadır” mısrası diğer çalışmalarda mevcut değildir (Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 205a). Bunun karşılaştırılması için bkz. Komisyon (haz.), “İlm-i Tedbîru’l-Menzil”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, Ankara 1992, ss. 937-945; Mustafa Koç (haz.), Ahlâk-ı Alâî, Klasik Yayınları, İstanbul 2007, ss. 363-373.
  3. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 203b.
  4. Hüseyin Öztürk, Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 24-36, 140-143; Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. XIII-XVI.
  5. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. XIII.
  6. Öztürk, a.g.e., s. 26.
  7. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 203b.
  8. Ayşe Sıdıka Oktay, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî, İz Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 369.
  9. Bu, Peygamberimizin hadisinde şöyle belirtilir: “Kötü muhitte yetişen güzel kadınlardan sakının, çünkü o, kendi aslına benzeyeni doğurur. Soyu sopu iyi olanı (zâtu’l-aʿrak) tercîh edin. Çünkü o, babası, amcası ve kardeşlerinin mislini doğurur”. Bu konuyla ilgili diğer hadisler için bkz. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Sünnetinde Terbiye, Işık Akademi Yayınları, İstanbul 2011, ss. 80-86.
  10. İslâmi açıdan doğumdan önce çocuğun terbiyesi hakkında geniş bilgi için bkz. Canan, a.g.e., ss. 80-98.
  11. Aristoteles’in bu tezi hakkında bkz. Öztürk, a.g.e., ss. 26-27.
  12. Bu hususlar ve ayrıca günümüzde tıp alanında hamilelikle ilgili tavsiyeler için bkz. Kağan Kocatepe, 9 Ay 10 Gün Hafta Hafta Hamilelik, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2012.
  13. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 196a-196b.
  14. Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Canan, a.g.e., ss. 80-85.
  15. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 183b.
  16. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 203a.
  17. Kınalızâde Ali Efendi, a.y.
  18. Bu hikâye için bkz. Ek 1, s. 203b.
  19. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2006, s. 32.
  20. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 203b.
  21. Kınalızâde Ali Efendi, a.y.
  22. Kınalızâde Ali Efendi, a.y. Bu konu Nâsıruddîn Tûsî’nin eserinde de belirtilir (Öztürk, a.g.e., s. 112).
  23. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 203b.
  24. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 204a.
  25. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 204a, 204b.
  26. Nâsıruddîn Tûsî’nin bu değerlendirmesine ilişkin bkz. Öztürk, a.g.e., s. 112.
  27. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 204b.
  28. Kınalızâde Ali Efendi, a.y.
  29. Kınalızâde Ali Efendi, a.y.
  30. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 205a.
  31. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 205b.
  32. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 206a.
  33. Bilhassa Kınalızâde’nin bu noktada istifade ettiği Nâsıruddîn Tûsî’nin konuya yönelik tespitleri için bkz. Öztürk, a.g.e., s. 113.
  34. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 206a.
  35. Kur’an, İbrahim, 35.
  36. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 206b.
  37. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 207a. Nâsıruddîn Tûsî konuya aynı şekilde değinmektedir (Öztürk, a.g.e., s. 113).
  38. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 207a, 207b. Meslekî eğitim noktasında Nâsıruddîn Tûsî de benzer görüşleri ileri sürer (Öztürk, a.g.e., s. 113).
  39. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 207b.
  40. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 208a.
  41. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 208a, 208b.
  42. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 208b, 209a.
  43. Bu misaller için bkz. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 209a, 209b.
  44. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 209b
  45. Bu hadis ve rivayet kaynakları için bkz. Canan, a.g.e., s. 153.
  46. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., ss. 209b, 210a.
  47. Bahsi geçen kadın, Ahmed el-Merveziye’nin kızıdır. Kerime el-Merveziye veya Kerime bint elMerveziye olarak da zikredilen bu kadın Mekke’de yaşamış ve orada vefat etmiştir (Hicrî 463/Miladî 1071). Kendisi bilhassa kadınların eğitimi noktasında olmak üzere çeşitli islamî konularda hadis rivayetinde bulunmuştur. Geniş bilgi için bkz. Mehmet Eren, “Kadınların Hadis İlmine Katkıları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLIV/1 (2003), s. 94.
  48. Kınalızâde Ali Efendi, a.g.e., s. 210a.
  49. Kınalızâde Ali Efendi, a.y.
  50. Aristoteles’in bu yöndeki yaklaşımı için bkz. Öztürk, a.g.e., s. 27.