ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Cevat Açıkalın

Anahtar Kelimeler: Cevat Açıkalın, Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünya Savaşı, 1939-1941, Tarih

Sunuş

Cevat Açıkalın Türkiye Cumhuriyeti'nin dış ilişkilerinde önemli so-rumluluklar almış seçkin bir diplomattır.

ı go ı 'de Istanbul'da doğan, Galatasaray Lisesi'nden sonra Cenevre'de yüksek öğretimini tamamlayan Açıkalın, 1920-1936 yıllarında Dışişleri Ba-kanlığı'nın dış ve iç servislerinde çeşitli görevler üstlenmiş; ı 936'da Bakan-lık'ta Elçi payesiyle I. Siyasal Daire Başkanlığı'na getirilmiş ve bu görevde iken Montrö Boğazlar Konferansı'na katılan Türk heyetinin Genel Sekre-terliği'ni yapmış; 1938-1939 yıllarında, Hatay anavatana bağlanıncaya dek, Türkiye adına Antakya'da görüşmeleri yürütmüş ve Atatürk'ün emriyle orada Türkiye'yi Olağanüstü Delege sıfatiyle temsil etmiştir.

Hatay'dan dönüşünde Bakanlık Genel Sekreteri Menemencioğlu'nun yardımcılığına atanmış; bu arada 1939 sonbaharında Saraçoğlu'nun Mos-kova'da Molotof ile yaptığı görüşmelere katılmış; 1941 Türk-Alman Saldır-mazlık Paktı onay belgelerinin verilişi görevi ile Berlin'e gönderilmiş; 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifâkı çerçevesinde Halep ve Hayfa'da Kurmay görüşmelerinde Dışişleri Bakanlığı'nın temsilcisi olarak bulunmuştur.

194.2'de Moskova Büyükelçiliği'ne atanan Açıkalın, ertesi yıl Mene-mencioğlu'nun Dışişleri Bakanı olması üzerine, Bakanlık Genel Sekreterli-ği'ne getirilmiş; bu görevi sırasında Eden-Menemencioğlu arasında I. Ka-hire görüşmelerine ve İnönü ile Roosvelt ve Churchill arasındaki ikinci Kahire görüşmelerine katılmış; ı 944'te Londra'da İngiliz-Türk ticari ve mali anlaşma görüşmelerini yapan heyete başkanlık etmiştir.

194.5 yılında Londra Büyükelçiliği'ne atanmış; 1952 yılında ikinci kez Bakanlık Genel Sekreterliği'ne getirilmiş, bu görevi sırasında NATO Mer-kez Heyeti Başkanlığı'nı da üstlenmiştir.

1954 yılında Roma Büyükelçisi olan Açıkalın, Cumhurbaşkanı Gürsel tarafından 26 Ekim 1961'de kontenjan senatörü atanınca Dışişleri mesle-ğinden emekli olmuştur.

Sultan 2. Abdülhamid'in Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey'in oğlu olan Cevat Açıkalın İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Farsça ve Rumca dillerini bilirdi. Ben Açıkalın'ın 2. kez Genel Sekreterliği sırasında, bir süre onun Özel Kaleminde çalıştım. Açıkalın, iyi mizaçlı ve şakacı bir insandı. Hızlı çalışırdı.

Bu büyük Türk diplomatı son yıllarında anılarını hazırlamış, ancak tamamlayamadan 1970'de bir otomobil kazasında yaşamını yitirmiştir.

Ailesinin, yayımlamak üzere, Türk Tarih Kurumu'na bıraktığı anılar yalnızca 1939 ilkbahanyla 1941 ilkbaharı arasındaki iki yıllık dönemi kap-samaktadır. Oysa daha sonraki dönemleri de not ettiği anlaşılmaktadır. Bunları kaleme almaya belki vakit bulamamıştır. O nedenle, biz sözkonu-su iki yıllık dönemin anılarını düzenleyerek, bir ölçüde bugünkü Türkçeye çevirdik ve metne ara başlıklar ekleyerek bölümlere ayırdık, böylelikle ko-nuları daha belirli duruma getirmeye çalıştık. Sonuna da, metinde özellik-le 1936 Montrö Sözleşmesine ve 1939 Üçlü ittifaka yapılan yollamaların incelenebilmesi için, bir kaynakça koyduk.

Bu anıları, diplomasi tarihimizin aydınlatılmasına bir katkısı olacağına inançla sunuyoruz.

Emekli Büyükelçi
ISMAIL SOYSAL

2. DÜNYA SAVAŞININ ILK YILLARI

I. İngiltere ve Fransa'nın Sovyetler Birliği ile Sonuç Vermeyecek İ ttifiik Müzclkereleri (Nisan-Ağustos 1939)

Bilindiği gibi, Eylül 1938'de, Hitler Fransa ve Ingiltere'ye Münich an-laşmasını kabul ettirmişti. Verdiği sözü hiçe sayan diktatör 15 Mart 1939'da, yani 6 ay sonra Çekoslovakya'yı işgal etti. Artık tehlike işareti ve-rilmiş bulunuyordu.

Türkiye tehlikeyi bütün ciddiyetiyle gören memleketlerden biri idi. Türkiye bu tehlikeyi yanlız bu Balkan Devleti olarak değil, fakat coğrafi mevkiinin ehemmiyeti ile mütenasip, kendisine terettüp eden siyasi ve ta-rihi mukadderat zaviyesinden gözönünde tutuyordu. Esasen Türkiye'nin durumu, I. Dünya Harbi sonrası Rusya, Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorluklan'nın bünyelerinden kopanlıp eklenmek suretiyle genişletil-miş, keyfi ve suni olarak kurulmuş Baltık, Orta Avrupa ve Balkan Devlet-leri'nin hiçbiri ile kıyaslanamazdı.

Türkiye Cumhuriyeti, İstiklal Savaşı'ndan sonra, kendi sınırları içinde belki mali ve iktisadi bakımdan zayıf, fakat siyaseten metin ve sağlam idi. Halbuki, Litvanya, Letonya, Estonya, Finlandiya, Avusturya, Arnavutluk, Polonya, Romanya, Yugoslavya, Macaristan, Yunanistan, Çekoslovakya, Bulgaristan'dan her birinin muhakkak birer "kompleks"i vardı.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, birinin tam çöküşü, diğerinin de bo-zulması sonucu geçirdiği büyük değişiklikler dolayısıyla, dünya siyasi sah-nesinde mevcudiyetleri hissedilmeyen Almanya ve Rusya'yı zayıf bulduğu müddetçe, yukarıda saydığım küçük memleketler kendilerini emniyette saymışlardır. Fakat bunlar tarihlerini unutmamış ve daima Almanya ve Rusya'dan korkmuşlardır. Bu korkunun ne kadar yerinde olduğunu tahlil edeceğimiz siyasi hadiseler göstereceği gibi, küçükler için "kompleks" do-ğuran sebebin Rusya için ne derece değişmez hedef, fikri sabit olduğu ve bu iki ruh haletinin dünya hadiseleri ve bilhassa o zamanki siyasi görüşmeler üzerinde ne kadar derin tesirler yaptığı görülüyor.

Münich anlaşmasının Hitler tarafından ihlâl edilerek, Çekoslovakya iş-gal edildikten sonra, İngiltere ve Fransa Almanya'nın kolay kolay durma-yacağı kanaatine vararak, Avrupa'da sulh için teşkilâtlanmaya karar ver-mişlerdi. Almanya'nın Romanya üzerindeki tazyikleri ve Polonya'yı da meşhur Danzig koridonı meselesinden doğan ve süregelen ihtilâf yüzünden tazyike başlaması, bu iki memleketten birinin Hitler'in ikinci kurbanı olacağını göstermekte idi.

Bu düşünce ile, bilhassa Danzig meselesi dolayısıyla Polonya-Alman krizinin alevlenmesi üzerinedir ki, İngiltere Başbakanı Avam Kamarası'nda 31 Mart 1939'da "Polonya istiklalini tehlikeye koyan herhangi bir hareket olduğu ve Polonya da bu harekete milli kuvvetleriyle karşı koymayı hayati telakki ettiği takdirde, İngiltere'nin bütün imkanlarıyla derhal ona yardım etmeye kendini mecbur addedecektir” yolunda açıklamasını yapmıştır. Po-lonya'nın da bunun üzerine aynı biçimde yaptığı bir açıklama karşısında Hitler'in biraz aklı başına geleceği ve karşısında ingiltere'yi göreceği düşünülmüştü. Bundan başka Avrupa sulhünü korumak tasavvuruna bir şekil vermek üzere Sovyet Rusya'nın da buna iştirakini temin etmek iste-nilmişti. İşte bu düşüncelerledir ki, Nisan 1939'da Sovyet Rusya ile İngil-tere ve Fransa arasında ilk temaslar başlamıştır.

Üç büyük devlet arasında Nisan-Ağustos 1939'da girişilen Moskova müzâkerelerinin ayrıntılarına girmek benim için belki konu dışına çıkmak olur. Ancak, alakalı devletlerin o zamanki ruh haletini, Sovyetler'in talep-lerini ve o zaman ileri sürdükleri şartlar ışığında ortaya çıkan ve bilhassa bizimle olan görüşmelerde ve sonraki münasebetlerimizdeki durumları izah edeceği için, İngiltere, Fransa, Sovyet Rusya müzakeratının çeşitli yanlannı tahlilde fayda görüyorum.

Bilindiği gibi, İngiltere tarafından yapılan ilk teklif, "Herhangi bir Av-rupa devletinin siyasi istiklaline karşı bir tehdit teşkil eden bir hareket ha-linde, buna karşı koymak için Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Polon-ya'nın derhal istişarelerde bulunacaklanna” dair müşterek bir beyanat ya-pılması olmuştur.

Herşeyden önce, müzakereler başlamadan tarafların durumuna bir göz atmak lazımdır:

a) Müzakereleri teklif eden, yani ona talip durumunda bulunan İngil-tere ve Fransa, Polonya için yapmış oldukları Deklerasyon dolayısıyla ta-ahüt altına girmiş ve Almanya'ya karşı siyasi cephe almış memleketlerdi.

b) Sovyet Rusya'nın siyasi yardımını temin etmeyi istiyorlardı. Çünkü buna ihtiyaçları vardı.

c) üstlendikleri bu taahüt, Sovyet Rusya'nın komşusu olan memleket-leri bir tecavüze karşı koymaya yardım amacını gütmek itibariyle, Sovyet Rusya'nın işine yarayan cinsten idi.

d) Sovyet Rusya'nın henüz hiç bir taahüdü yoktu.

e) Sovyetler Almanya'ya karşı cephe almış değildi.

f) Sovyet Rusya siyasi bağlantısı olmadığı için hareket serbestliğini muhafaza ediyor ve hadiselerin inkişafına göre menfaatlerini en iyi şekilde temin kararları almakta muhtar kalmak istiyordu.

Sovyet Rusya'nın saldırıdan uzak durması ümit ediliyordu. İngiltere sözkonusu Deklerasyon'u yaptığı zaman icabını yerine getirecek askeri du-rumda mı idi? Fransızlar'ın durumu ne idi? İstişareler ne merkezde idi? Bunların hepsi tarihe malolmuş ve uzun tahlillere konu teşkil etmiş hu-suslardır. Her halde İngiltere'nin Polonya hakkındaki Deklerasyon'unu bir siyasi nirengi taşı olarak görmek lazımdır. Münich anlaşmasına varıldığı zaman İngiliz ve Fransızlar'ın Rusya ile istişare ettiklerini hatırlamıyorum. Tersine, bu anlaşma yapılırken Rusya'nın kenarda kaldığı rivayet edilir. Fakat İngiltere Polonya ile böyle bir taahüde girdikten sonra, Rusya mut-lak hesaba katılması lazım gelen bir varlık olarak ortaya çıkmıştır. Rus-ya'nın ehemmiyeti şöyle düşünülmektedir:

a) Polonya Almanya'nın taaruzuna uğradığı takdirde, onun yardımına gitmeyi taahüd edenler için Avrupa karayolu tamamen kapanmış olacak-tır. Tek yardım yolu denizden ve Rusya'dan geçiyordu. Bunun için, mümkün olduğu takdirde, Rusya ile anlaşmak lazımdı.

b) Almanya Polonya'ya taaruz ettiği takdirde, ne olur, ne olmaz Rus-ya'nın Almanya'ya karşı asgari bir kuvvet yığma suretiyle düşmanca bir durum takınmasını temin etmeliydi.

c) Almanya'nın Polonya'ya taaruzu üzerine, İngiltere ve Fransa'nın müdahalesi bir savaş ortaya çıkarınca, Rusya'yı müttefik edinmek gerekir-di.

Sovyet Rusya, Fransa ve Polonya'nın da bu Deklerasyon'a iştirak et-meleri şartı ile, onu kabul etmiştir. Fakat Polonya böyle bir Dekrasyon'un ihtiva ettiği taahhüdün, Sovyet Rusya'ya kendi işlerine müdahale etmese bile, Sovyet Rusya'nın yardımını kabul etmek demek olacağını düşünüyor, ayrıca böyle açık bir taahhüdün Hitler'i tahrik edeceğinden çekiniyordu. O nedenlerle Deklerasyon'a katılmayı kabul etmemiş idi. Belki de kendine fazla güveniyordu. Hatta kendisini büyük devletlerden sayıyordu. Bu yan-lış ve hatalı bir politika gibi görünebilirdi, ama Sovyetler'in emellerini ve ruh haletini iyi bilen Polonya'nın politikasının mantıksız olduğu söylenemezdi. Polonya'nın istediği, kendisinin, müstakil bir devlet olarak, talep ettiği zaman, münasip göreceği yardımın ona yapılması idi. Bu durum karşısında, İngiliz ve Fransızlar tarafından Nisan ortalarında Sovyet Rus-ya'ya "Sovyet Rusya'nın Avrupa komşularından herhangi biri bir tecâvüze maruz kaldığı ve bu tecâvüze karşı koyduğu takdirde, bu memleketin tale-bi üzerine, Sovyet Rusya'nın yardım edeceği" yolunda açık bir Dekleras-yon yapması teklif edilmişti. Bu teklife Sovyetler'in Nisan ortalarına doğru yaptıkları mukabil teklifte:

a) İngiltere, Fransa, Sovyet Rusya arasında, âkid taraflardan her biri-nin Avrupa'da vaki herhangi bir tecavüze karşı, askeri mahiyette yardım da dahil olmak üzere, derhal her türlü yardım yapmak taahüdünü ihtiva edecek 5 il â ı o senelik bir andlaşma âkdi;

b) İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından Baltık denizi ile Karadeniz arasında Sovyet Rusya ile hududu bulunan Doğu Avrupa memleketlerin-den birine tecavüz halinde, bunlara askeri yardım da dahil olmak üzere, derhal her türlü yardım taahüd edilmesi;

c) İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya arasında yukarıdaki fıkralarda öngörülen durumlarda taahütlerimi yerine getirmek üzere, âkid memleket-lerden her birinin yapacakları askeri' yardımın şekil ve genişliğinin en kısa zamanda müzakere ve tesbit edilmesi.

Bu Sovyet teklifine verilen İngiliz-Fransız cevabı Sovyetler'i memnun etmekten hayli uzaktı. Çünkü onlar bir taraftan Sovyet yardımını elden kaçırmak istemezken, öte taraftan Polonya'nın hassasiyetini hesaba katma-dan Sovyetler Birliği ile birleşmiş olmanın dahili siyasetleri bakımından mahzurlannı düşündükleri gibi, bunu Alman propagandasının istismar edeceğini biliyorlardı. Ayrıca Almanya'yı tahrik etmekten de kaçınıyorlar-dı. Birbirine ters düşen zaruretlerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa, icabında yapabilecekleri yardımı sadece Polonya, Romanya ve Türkiye'ye inhisar ettirmek kararında idiler.

Bütün bu düşüncelerden çıkan bir yeni teklif Sovyetler'e ı g3g mayı-sında sunulmuştu. Teklif "İngiltere ve Fransa bazı doğu Avrupa memle-ketleri için almış oldukları yeni taahütlerin yerine getirilmesi sonucunda savaş durumuna girmiş olurlar ve talep ederlerse, Sovyetler derhal yardım edecekti. Bu yardım kararlaştınlmış olacak şekil ve mahiyette yapılacak-tır", şeklinde idi. (Fransızlar ingilizler'den çok daha ileri giderek hazırla-nan bazı Sovyet tekliflerini kabule mütemayil idiler).

Ingiliz-Fransız-Sovyet müzâkereleri bu merkezde iken, Litvinof un Ha-riciye Komiserliği'nden ayrılarak, yerine Molotov'un tayin edildiği öğrenil-di. Litvinof, muhakkak ki, Batı zihniyetini kavramış Cemiyeti Akvam'da itibar ve şöhret kazanmış kuvvetli bir Dışişleri Komiseri idi. Zannederim herkes kendisini Avrupa sulh davasına inanmış bir devlet adamı olarak görüyordu. Avrupa emniyeti davasına katılmış Litvinof Almanya'da sevil-mezdi. Hatta Hitler'in "Rusya ile aramızda bir Litvinof vardır" dediğini daha 1934 senelerinde Moskova'da iken duymuş idim. Litvinorun Stalin tarafından değiştirilmesinin sebebi ne olursa olsun, bu haberi duyduğum gün Hitler'in bu sözlerini hatırlamıştım. Molotov'un ise, donuk, donuk, çelik gibi eğilmez halini ve yahudi olmadığını hatırladım ve kendi kendi-me "acaba bunun manası yok mu? Bu değişiklik Rusya-Almanya müna-sebetlerinde bir mânâ ifade etmez mi?" diye faraziyeler ve istifhamlar üze-rinde düşünmeğe başladım. Zamanla ben ve benim gibi düşünmüş olan-ların yanılmadığı görülüyordu. Stalin'in meşkük bir istikbâl peşinde, iste-diği hareket serbestliğine kavuşmak için Avrupalılar ile çok ülfet etmiş, Avrupa'yı tercih eden, Avrupalı ıihniyetine sahip Litvinof u bertaraf ede-rek, katı ve tam bir icra aleti olan Molotov'u tercih etmiştir. Muhakkak olan şey şudur ki, Molotov'un Hariciye Nezareti'ne tayininden sonra Ingi-liz-Fransız-Sovyet görüşmelerinde Sovyet Rusya'nın sesi büsbütün başka bir perdeden çıkmaya başlamış ve yukarıda işaret ettiğim karşılıklı teklif-lerde ifadesini bulan amaçlar daha cüretli ve çıplak biçimde şartlar olarak ileri sürülmeye başlanmıştır.

Sovyet Rusya için dört ihtimal mevzubahis idi:

ı) Almanya'nın çıkaracağı bir Avrupa savaşında bitaraf kalmak,

2) Almanya ile beraber harp etmese dahi, onunla anlaşmak,

3) Almanya'nın tecâvüzüne maruz kalmak,

4) Almanya'ya karşı koymak için Avrupa sulhünü temin amacıyla bir anlaşma akdetmek (ki, bu aslında Almanya'ya karşı cephe almak ve ica-bında Almanya'ya karşı savaşa girmek demek idi).

Bütün bu ihtimallerin üzerinde teyakuz ve titizlikle durulması gereği-ni duyuyoruz. Bitaraflık ihtimali düşünüldüğünde, bu Sovyet Rusya'ya muazzam faydalar temin edecek bir vaziyetti, çünkü Almanya ile İngilte-re-Fransa arasında çıkacak ve bütün Avrupa'yı viraneye çevirip kana bula-yacak bir savaş sonrasında, bu badireye karışmamış, bütün kuvvet ve kay-naklarını muhafaza etmiş bir Sovyet Rusya'nın durumunun ne kadar imtiyazlı ve üstün olacağı aşikârdı. Sovyetler'in önünde hiçbir mania kalma-mış olacaktı. İkinci ihtimal Almanya ile anlaşma olabilirdi. İster bitaraflık teklifi olsun, ister ittifâk teklifi olsun, Almanlar'ın Sovyetler'i çok memnun edecek tavizlerde bulunmaları ihtimali bir faraziyeden çok, makul bir ihti-mal idi. Üçüncü faraziye olan, Almanlar'ın düpedüz bilvasıta veya doğru-dan doğruya Sovyet Rusya'ya taartız etmeleri şıkkının ise İngiltere ve Fransa'yı Sovyet Rusya'nın tabii müttefiki durumuna getirecekti. Dördüncü şık, yani o anda İngiltere-Fransa ile Rusya arasında cereyan eden müzâkerelerin yaratacağı durum büsbütün başka idi. Bu Sovyet Rusya'yı bazı kayıt ve şartlara tabi tutan, taahütlerle bağlayan bir vaziyet yaratacaktı. Sovyet Rusya Almanya kendisine dokunmasa bile, İngiliz ve Fransızlarla beraber, Avrupa sulhünü ve Avrupa memleketlerinin istiklâli-ni temine çalışacak, İngiliz ve Fransızlar'ın Almanya ile girişecekleri bir savaşta galip gelmeleri halinde, bu savaştan sonra, müdafaasına koştukları memleketlerin toprak bütünlüğüne istiklâline riayet edecek idi. Bu memle-ketler arasında Rusya imparatorluğu bünyesinden ayrılmış Estonya, Lit-vanya, Letonya bulunduğu; ayrıca hududu üzerindeki Romanya ve Fin-landiya gibi Sovyetler'in daima ihtirasını tahrik eden memleketler olduğu gözönüne getirilecek olursa, İngiltere ve Fransa'nın Sovyetler'i sürüklemek istedikleri yolun Sovyet Rusya'yı sınırlarının ötesindeki emellerinden ve hadiselerin inkişâfma göre, fırsatlardan istifade inakânlarından ne kadar uzaklaştırdığını izaha lüzum yoktur. Bundan başka, bu bağlantı Sovyetler'i Almanya ile harbe götürebilecekti. Böyle olunca nasıl savaş edilecek idi? Yardımlaşma nasıl olacak idi? Kim kime ne kadar, nasıl, nerede yardım edecek idi? Ruslar için bütün bunlar hayati konulardı ve haklı olarak bunlara açık cevaplar bekliyorlardı. Bitaraflık Almanya ile uyuşmayı ve bundan doğan muhtemel menfaatları sağlayabilecek iken, İngiliz ve Fran-sızlar'la anlaşma bütün bunları bertaraf edip Almanya'ya karşı cephe al-mak durumunu doğurabilecekti. Öyle ise hesapları sarih, çıplak yapmak lâzımdı. Rus ittifâkma tâlip olanlar bunun fiyatını ödemeliydiler.

Mayıs ortalarına doğru Litvinof un yerine Dışişleri komiserliğine gelen Molotov, Batılılar'ın teklifınin boş lâftan ibaret olduğunu, zira bu teklif Sovyet Rusya doğrudan doğruya taaruza maruz kaldığı takdirde, ona yar-dım taahüdü ihtiva etmediği gibi, Finlandiya, Estonya, Letonya ve Litvan-ya'yı da teminat altına almadığını, sadece Sovyet Rusya'ya karşı bir taaru-zu kışkırtmaktan başka bir işe yaramayacağını ileri sürerek reddetmiş ve Sovyetler'in evvelce ileri sürmüş olduğu şu üç esas şartı tekrarlamıştır:

a) İngiltere ve Fransa ile Sovyet Rusya arasında mütekabil müzaheret (Asistance mutuelle),

b) Baltık denizi ile Karadeniz arasında Sovyet Rusya ile hududu bu-lunan memleketlerin her üç devlete müzahareti,

c) Bu üç devletin a, b fıkraları gereğince girişecekleri yardımlaşmala-nn şekil ve mahiyetinin derhal tesbiti.

Avrupa'da o devirlerde hâkim olan ruh haletinin açık ve salim olmak-tan çok uzak bulunduğunu, o devirleri yaşayan meslek adamları pek iyi hatırlarlar. Yukarıda temas ettiğim gibi, Polonya ve Romanya'nın Sovyet Rusya'dan endişeleri, İngiliz ve Fransızlar'ın, hatta Fransızlar'dan çok in-gilizler'in Almanya'yı tahrik etmekten kaçınma temayülleri, Sovyet Rus-ya'dan korkan Polonya ve Romanya'nın hassasiyetini koruma endişesi, Sovyet Rusya'nın kendi zaviyesinden bakılacak olursa, haklı olarak hesabı gayet sıkı tutması, İngiliz ve Fransızlar'ın askeri alanda hazırlıksız olmaları ve bütün bunlardan başka Baltık memleketlerinin de Sovyet yardımı iste-mediklerini siyasi yollardan beyan etmesi, Sovyetler'in de icabında istedik-leri yerde, istedikleri vakit müdahale edebilme talepleri hep bir araya ge-lince, zamanın ruh haletini hatırâlarda canlandıran kaba taslak bir krokisi çizilmiş olur zannederim. Her halde İngiliz, Fransız, Polonya ve Romanya hükümetleri arasında bir hayli istişâreden sonra ve Fransa'nın tesiriyle İn-giltere'nin tereddütleri bertaraf edilerek, Mayıs ortalarına doğru, İngiliz ve Fransızlar Sovyetler'e "Milletler Cemiyeti'nin bir kararı ile tasvip edilmek şartıyla, Sovyet Rusya doğrudan doğruya Almanya'nın saldırısına maruz kaldığı veya Almanya'nın saldırısına uğramış bir memlekete, onunla mev-cut yardımlaşma muahedesi gereğince, veyahut o memleketlerden birinin bitaraflığını muhafaza etmek için kendisini müdafaa neticesi Almanya ile savaşa tutuştuğu takdirde" İngiliz ve Fransızlar'ın Sovyet Rusya'ya yardım taahüdünü gerektiren bir tasarı metni vermişlerdi. Fakat Molotov bu formülü reddetmiştir. Sovyet Rusya bu kadar hayati bir meselenin Millet-ler Cemiyeti'nde mesela savaş ile hiç bir alâkası olmayan bir kıtadaki bir memleketin ileri sürebileceği düşüncelere bağlı kalmasını kabul edemeye-ceğini, ayrıca bir çok noktaların açık kaldığını beyan ederek, bir mukabil teklif yapacaktı.

Sovyet Rusya, 2 Haziran'da şöyle bir formül üzerinde duruyordu: Bir Avrupa devleti tarafından Müttefikler birine vaki olacak saldırı neticesi ve-ya bu Avrupa devleti tarafından İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya'nın her-hangi bir saldırıya karşı müdafaa etmeyi kararlaştırdıkları Belçika, Yuna-nistan, Türkiye, Romanya, Polonya, Litvanya, Estonya ve Finlandiya'ya (Hollanda ve İsviçre yok) karşı girişilecek saldırı neticesi mahsaamata giriştikleri takdirde derhal birbirine fiilen yardım etmeyi taahüd edeceklerdir. Ancak, bu formülde anlaşmazlık çıkaracak nokta üç âkidden birinin, müdafaası üstlenilen memleketlerden birine hangi durumlarda diğer ikisi-nin yardımına güvenerek müdahale edebileceği idi. Müzakereler bu safha-da iken Sovyetler bir de dolaylı (indirecte) saldırı mefhumunu ortaya çı-karmaya başlamıştı. Şöyle ki, Almanya Baltık memleketlerinin siyasi istik-rarsızlığından istifâde ederek, onları kendi tarafına çekmeye muvaffak olur veya o memleketlerde Alman taraftarı hükümetler kurulursa, Sovyet Rus-ya da bu vaziyeti kendi emniyeti için tehlikeli görüp vaziyetin düzeltilmesi için müdahale eder de bu yüzden Almanya ile savaşa tutuşacak olursa, İngiltere'nin ve Fransa'nın tıpkı Almanlar tarafından kendilerine saldırı ol-muş gibi yardım etmesini ve bu yardımın önceden tesbitini istemişlerdi. Burada açıkca Baltık memleketlerine müdahale manasını taşıyan bir du-rum ortaya çıkacağı düşüncesiyle, İngiliz ve Fransızlar, ancak "kuvvet kul-lanılması neticesi öyle bir vaziyet doğarsa" kaydının ilâvesi şartiyle bu Sov-yet talebinin kabulüne kısmen razı olabileceklerini ifade etmişlerdi. Bu yüzden müzakereler ciddi sarsıntıya uğramıştı.

Burada şunun da hatırlanması yararlıdır ki, gerek Polonya, gerek Ro-manya, yukarıda izah ettiğim veçhile, herhangi bir bahane ile, kendi karar ve talepleri olmaksızın Sovyetler'in müdahalesinden ısrarla çekinmişler, Baltık devletleri de aynı endişeyi daima açıklamış ve henüz Litvinof ayrıl-madan herhangi bir Sovyet yardımını reddettiklerini bildirmişlerdi. Ayrıca, daha mart ayında Sovyet Rusya'nın Litvanya ve Estonya hükümetlerine, bu memleketlerin kendi rızaları ile dahi olsa, egemenliklerini kısıtlayacak herhangi bir durum karşısında Sovyet Rusya'nın alakasız kalamayacağı yolunda bir ihtarda bulunduğu da bilinmekte idi.

I. Dünya Harbi'nin enkazı üzerine kurulmuş bir Avrupa haritası üze-rindeki küçük memleketlerin korku ve komplekslerine yukarıda değinmiş-tim. Buna bir yandan, seneler boyunca bir nevi zafer havası içinde yaşa-yıp biraz uyuşmuş İngiliz-Fransız siyaseti, öte yandan kendi ihtilal ve so-nuçları ile uğraşan Rusya'yı siyasi kombinezonların kolayca dışında bırak-maya alışmış olan İngiliz ve Fransızlar'ın birdenbire Rus gerçeği ile böyle çıplak biçimde karşılaşması, bu arada Almanlar'ın meydan okuması karşı-sında zayıf ve hazırlıksız Avrupa'nın tahriklerden kaçınma temayülü ve ni-hayet Batılılar'ın başka memleketlerin istiklaline hürmet ve onların içişleri-ne müdahale etmekten kaçınmak kaygısı bir arada düşünülürse, Ruslar karşısındaki Avrupalı müzakerecilerin ruh haleti hakkında bir fikir edinil-miş olur.

Hitler'in Münich'ten sonra saldırı hazırlıkları karşısında İngiltere ve Fransa'nın, Avrupa'da barışın korunması uğrunda giriştikleri faaliyette giz-li bir emelin bulunmadığını söylemek bir hakikattir. Buna mukabil Sov-yetlerin, bütün müzakerelerde, bilhassa Molotov Dışişleri Bakanlığı'na gel-dikten sonra, zahiren objektif savunma icapları olarak ileri sürdükleri şart-lar aslında gizli emellerinin tahakkukunu temin etmeye matuftur. Hülâsa Sovyetler'in istediği, kendilerince takdir edilecek durumlarda veya bahane ile Polonya ve Baltık memleketlerine müdahale hakkını sağlamak idi. Di-yorlardı ki: "Polonya taarruza uğrayınca ve İngiltere ile Fransa onun yar-dımına koşunca, bizimle akdi istenilen muahede gereğince bizim de İngi-liz ve Fransızlar ile beraber Almanya'ya karşı savaşmamız icap edeceğine göre, biz Polonya'dan geçmeden nasıl Almanya ile savaşabiliriz? Polonya önceden bizim ile bu meseleyi kararlaştırmalıdır. Askeri ayrıntılar tesbit edilip istediğimiz şekilde Polonya'da hareket edebilmeliyiz. Bunun gibi, Baltık memleketleri Almanya'ya karşı gevşek bir siyâset takip edecek olur-lar ise, bunu nasıl kabul ederiz? ilgisiz kalamayız. Müdahale etmemiz lâzım gelir. Muahede "direct" ve "indirect" taaruzu öngörmeli ve bu tak-dirde yardımlaşmayı ve müdahaleyi gerektirmelidir. Bu istekler belki sırf Sovyet zaviyesinden haklı görülebilirdi. Ancak mevzubahs olan, başka memleketlerin egemenlik hakları ve istiklâlini önceden ve kendi rızaları ol-maksızın tasarruf etmek demek idi ki, bunun bir zorlama, bir saldırı veya savaş hadisesi çıkıp uluslararası nizamı altüst etmeden böylece kabulü ko-lay değil idi. Bu itibarla İngiliz ve Fransızlar şöyle bir mukabil teklif ileri sürmüşlerdi:

a) İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya Devletleri'nden biri, kendilerin-den rızalanyla yardım taahhüdü almış olan bir Avrupa devletine başka bir Avrupalı devlet tarafından girişilen saldırı neticesi, saldırıcı devletle savaşa girişmesi halinde, İngiltere, Fransa ve Rusya birbirlerine yardım etmeyi taahhüt edeceklerdir. (Belçika, Yunanistan, Türkiye, Romanya, Polonya sözkonusu).

b) Üç âkid devletten biri herhangi bir Avrupa devletinin (Baltık dev-letleri, Finlandiya, Hollanda, İsviçre sözkonusu) bitaraflık veya istiklâline müteveccih bir tehditten dolayı kendi emniyetinin de tehlikeye maruz kal-dığı kanaatında ise, üç âkid aralarında istişâre edecektir. Şayet öbür iki âkid devlet böyle bir tehdidin mevcudiyeti hususunda mutabık kalır da, bu arada kendi emniyetini tehdit altında gören âkid, vaki tehdit neticesi, savaşa tutuşursa öbür iki âkid onun yardımına gidecektir.

Bu teklifleri yaparken, Ingiliz ve Fransızlar muahedenin böylece imza edilip, askeri mukaveleyi beklemeksizin, onun derhal tatbik mevkiine ko-nulmasını istemişlerdi. Ancak, Molotov 17 Haziran'da bu teklifi toptan reddederek, Baltık memleketlerinin de isim tasrihi suretiyle, Belçika, Yu-nanistan, Türkiye, Romanya, Polonya için istenilen garanti şartlarına aynı-sıyla tabi tutulmasını, bu olmadığı takdirde öngörülen muahedeyi üç âkid devletten birinin arazisine bir saldırıcı tarafından yapılacak direkt bir taa-ruza karşı yardımlaşma anlaşmasına inhisar ettirmeyi teklif etmiştir. Bu Sovyet teklifi Fransa ve İngiltere'nin elbette işine gelmiyordu. Çünkü bütün doğu Avrupa'yı garanti etme tasavvurlan suya düşüyordu. Açıkcası Sovyetler Baltık devletlerinin Alman siyâsetine kaymalan endişesini ileri sürerek, kendi takdirlerine göre, bu memleketler istesinler istemesinler, on-lara müdahale etmek hakkını mahfuz tutmak istiyorlardı. Ingiliz ve Fran-sızlar ise böyle bir muahedenin âkdini mutlak arzu ettiklerinden, Sovyet talebine uzlaştırıcı karşı teklifler ileri sürmüşlerdi.

Sovyet Rusya Temmuz başında:

a) "Garanti edilecek devletlerin listesi muahede metninden çficanlarak onların bir protokolde belirtilmesini,

b) Polonya ve Türkiye'nin Sovyet Rusya ile karşılıklı yardımlaşma paktı âkdini kabul etmesini; Hollanda ve İsviçre'nin bu protokoldeki liste-ye sokulmamasını,

c) Endirekt saldırının protokolde tasrihini" istemişti.

Sovyet Rusya bundan başka, muahede ile birlikte akdedilecek askeri mukavelenin aynı zamanda yürürlüğe girmesini, o sebeple askeri görüşmelerin hemen başlamasını istiyordu.

Sovyetler'in bu talepleri kabul edildi ve 27 Temmuz'da İngiliz ve Fransızlar, hükümetlerinin askeri görüşmelerin hemen başlamasını kabul ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra, yani ağustos başında Molotov bir görüşme esnasında Büyükelçiler'e, Avam Kamarası'nda İngiliz Dışişleri Müsteşan'nın, Sovyetler'in Baltık memleketlerindeki niyetlerini yanlış ak-settiren beyanatta bulunduğundan ve Sovyet Rusya'yı bu memleketlerin istiklaline müdahale eder mahiyette gösterdiğinden sert ve acı biçimde şi-kayet etmişti. Böylece görüşmeler tatsız havaya bürünmüştü. Endirekt taa-ruz meselesi de halledilmemişti.

Askeri görüşmeler 12 Ağustos'ta başlamıştı. Fakat Polonyalılar Sovyet kuvvetlerinin toprakları üzerinden transit geçmelerini kabul etmeyeceklerini, Alman saldırısı halinde, Polonya-Rusya işbirliğinin ne şekilde yapılma-sı lazım geleceği konusunda Polonya'daki İngiliz ve Fransız askeri heyetle-rinin tavsiyelerini kabul edebileceklerini bildirmiştir.

Bu müzakereler böylece sürüncemede kalmışken, 23 Ağustos'ta Rib-bentrop Moskova'ya gelmiş, ve 24 Ağustos'ta Sovyet-Alman ademi tecavüz muahedesinin imzalandığı ilan edilmiştir. Bu suretle dünya tarihin en muhteşem madrabazlığını öğrenmiştir.

Sovyet-İngiliz-Fransız muahedesi imzalanıp Avrupa savunma sistemi kurulmuş olsa idi, acaba Alman saldırısı önlenmiş olur mu idi? Belki evet, belki hayır. Fakat savaş önlendiği takdirde mevcut devletlerin statükosu değişmeyecek -ki bu Sovyet emellerine aykırıdır- şayet savaş önlenemeye-cek olursa, Sovyetler bu savaşa sürüklenmiş olacak ve İngiltere-Fransa ve müttefiklerinden görecekleri şüpheli yardım dolayısiyle, savaşın bütün ağırlığını taşıyacaktır. Halbuki, Almanya ile anlaştıkları takdirde, bu anlaş-ma karşılığında Almanlar'ın kabul edeceklerini ümit ettikleri veya peyle-dikleri tavizler ile, Almanya savaş başlatsa bile kendilerinin bitaraf kalabil-meği, Polonya ve Baltık Devletleri üzerindeki emellerini tahakkuk ettirebil-meği hesap ettiklerine muhakkak nazan ile bakmak hatalı olmaz. Diğer taraftan, amansız bir savaşa tutuşmuş olacak Batı Devletleri ve Alman-ya'nın savaş sonunda zafer ne tarafta olursa olsun, düşecekleri perişan du-rum Sovyet emelleri için yeni imkanlar bahşedecek, nurlu ufuklar açacak-tı.

Sovyet-İngiliz-Fransız muahedesi imzalanıp Avrupa savunma sistemi kurulmuş olsa idi, acaba Alman saldırısı önlenmiş olur mu idi? Belki evet, belki hayır. Fakat savaş önlendiği takdirde mevcut devletlerin statükosu değişmeyecek -ki bu Sovyet emellerine aykırıdır- şayet savaş önlenemeye-cek olursa, Sovyetler bu savaşa sürüklenmiş olacak ve İngiltere-Fransa ve müttefiklerinden görecekleri şüpheli yardım dolayısiyle, savaşın bütün ağırlığını taşıyacaktır. Halbuki, Almanya ile anlaştıkları takdirde, bu anlaş-ma karşılığında Almanlar'ın kabul edeceklerini ümit ettikleri veya peyle-dikleri tavizler ile, Almanya savaş başlatsa bile kendilerinin bitaraf kalabil-meği, Polonya ve Baltık Devletleri üzerindeki emellerini tahakkuk ettirebil-meği hesap ettiklerine muhakkak nazan ile bakmak hatalı olmaz. Diğer taraftan, amansız bir savaşa tutuşmuş olacak Batı Devletleri ve Alman-ya'nın savaş sonunda zafer ne tarafta olursa olsun, düşecekleri perişan du-rum Sovyet emelleri için yeni imkanlar bahşedecek, nurlu ufuklar açacak-tı. Bu itibarlıdır ki, şahsi kanaatim, Sovyet Rusya'nın Batılılar'la müzake-releri, Almanya ile gizlice yürüttükleri temaslarında bir nevi müşteri kızış-tırma taktiği olarak kullandıkları merkezindedir. Nitekim oyunun birinci perdesinde Almanlar Sovyet isteklerini temin ettiler. Bu arada ı Eylül'de Dünya Savaşı başlamıştı. Almanya delice atıldığı bu savaşı sürdürebilmek için Sovyet Rusya'ya muhtaçtı. Sovyetler, Almanya'yı tatmin edecek şekil-de bitaraf idi. Böyle kalmaya azmetmişti. Türkiye ise savaşan bir tarafın müttefiki idi. öyle kalmak istiyordu. Boğazlar Türkiye'nin elinde idi. Rus-ya bunu kabul etmiyordu. Boğazlar Sovyet kontrolü altında olmalı idi. Halbuki, yukarıdan beri anlattıklanmızdan anlaşıldığı gibi Sovyetlerin emelleri bu kadar kötü olmasa idi, daha doğrusu üstün politikacı geçinen devlet adamları, başta Stalin olarak, ihtirastan gözü dönmüş, burnu kafda-ğına değmiş, ince, kurnaz hesaplar içinde, mantık ve muvazeneyi kaybet-miş olmayıp da, şu komşu ve dost Türkiye'nin uzattığı temiz elin kuvveti-ni küçümsemeden, sunduğumuz yardımlaşma anlaşması imza edilerek Türk-Sovyet ittifakı kurulmuş olsa idi, acaba Almanya Sovyet Rusya'ya taaruz eder mi idi, edebilir mi idi? Basit mantığın bu suallere vereceği ce-vap herhalde o zamanki Sovyet devlet adamlarnun lehine olmazdı.

II. Tiirkiyı-İngiltrre-Fransa Üçlü ıttiflikının Hazırlanması (Nisan-Ağustos 1939

Fevkalade murahhas olarak 1938'de Hatay'da iken bir gün Başkan Refik Saydam'ın beni telgrafhanede makina başına çağırdığını haber ver-diler. Antakya'dan, emniyet mülahazası ile konuşmak doğru olmadığı için, bütün telgraf muhaberatını Türkiye hududunda bulunan Payas'da yapar-dım. Otomobile bindim, hemen Payas'a gittim. Eski Payas kalesinin ha-rap bir burcunun içine yerleşmiş telgrafhaneden makina başında olduğu-mu arzettim. Başvekil de karşıma çıktı. Bana telgrafhanede yanımda başka kimse olup, olmadığını sordu. Telgrafçıdan başka kimse olmadığını söyle-dim. "Gayet gizli bir şey soracağım Cevat Bey, yanında sakın kimse bu-lunmasın" diye kendisine has biçimde tekrar ısrar etti ve aynen şunlan söyledi: "Fransızlar kendileriyle bir askeri ittifâk akdetmemiz şartı ile Ha-tay meselesini halle muvaffakat edeceklerini söyledi. Siz ne düşünürsünüz Cevat Bey? "Kendisine", Beyefendi Hatay meselesi fiilen hallolunmuştur. Bence Hatay için tarafımızdan ödenecek hiç bir karşılık mevzubahs ola-maz. Yalnız Hatay için Fransızlar'la bir ittifak çok pahalıdır" dedim, ve muhavere burada bitti.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ankara'ya gittim. Fransız Sefare-ti'nden, Büyükelçi M. Massigli bir resmi kabulüne (14 Temmuz 1938 Fransa'nın milli günü olabilir) beni de davet etti. Orada eski Fransız Büyükelçilerinden Bertrand de Jouvenel'in, yanılmıyor isem, yeğeni Matin gazetesinin muhabiri, Mr. de Jouvenel namında bir zat kendini bana ta-nıttı. Gayet parlak ve konuşkan olan bu zat teklifsizce, "O halde bizi kapı dışarı etmek istiyorsunuz" diye söze başladı. Ben de kendisine gayet ya-vaştan "Mais no" (Yok canım) diye mukabele ettim. Bana, "Alors, qu'est que vous voulez" (O halde ne istiyorsunuz) diye sordu. "Sadece sizin bor-cunuz olanı bize geri vermenizi" diye cevap verince, "Görüyorum ki nüktedansınız ve ağzınız kalabalık. Fakat şunu bilin ki Fransa'da iskende-nın Sancağı'nı Türkiye'ye bırakmayı kabul edebilecek hiç bir hükümet, hiç bir Dışişleri Bakanı, isterse bu Dışişleri Bakanı M. Bonnet ya da başkası olsun, bulunmamaktadır. Böyle bir şeyi Fransız kamuoyuna kabul et-tirebilmek mümkün değildir. Muhatabımın bu yolda uzun uzun konuş-masına, Hatay için hiç bir şey ödenmesine taraftar olmadığım, çünkü Ha-tay meselesinin mahallinde hallolmuş bir mesele olduğu karşılığını ver-dim. Tekrar Hatay'l karışıklığa garketmek pahasına yeniden kuvvet sevket-mek suretiyle işgale kalkışmadan Fransızlar'ın Hatay'da kalmasına imkân olmadığını anlattım. Ve kendisine dedim ki: "Türkler bugün, yani Münich anlaşması sonrası, dünya tarihi için ortadaki tehlikeyi belki sizden daha iyi görüyorlar. Bundan her halde sizden daha fazla korkuyorlar. Bi-zim aradığı= dünyaya musallat olmak istidadını gösteren istilâ ve tecavüz tehlikesine karşı koyacak bir teşkilâtın kurulmasıdır. Binnetice Türkler'in bu gayede birleşenlerle ittifakı elbette icap edecektir. Fakat bu şey başka, sizin dediğiniz mahalli bir soruna karşılık olarak Türk-Fransız ittifâkı başka bir şey

Aynı günün akşamı Cumhurbaşkanı İsmet Inönü'nün davetinde ken-dileriyle baş başa yemek yedikten sonra, Fransızlar'ın Hatay karşılığında bizden istedikleri askeri ittifâk mevzuu hakkında görüşümü sormaları üze-rine, hem Başbakan ile makina başında Hatay'dan görüşmemi, hem de Fransız Sefareti'ndeki gazeteci ile konuşmamı anlattım ve Hatay anlaşma-sına karşılık Fransızlar'la ittifak akdetmeyi pahalı bulduğumu söyledim. Sayın Cumhurbaşkanı bir hayli düşündükten sonra, "Bak, Numan Mene-mencioğlu (Dışişleri Genel Sekreteri) da, sen de pahalı buluyorsun" diye karşılık verdi. (Sonradan işlere daha yakından vakıf olmaya başladığım za-man öğrendim ki, bu konuşmamız sırasında, yani henüz Türkiye tutacağı yolu kesinlikle kestirmediği sırada "bir idare-i maslahat, bitaraflık ve kuv-vetler dengesi siyaseti" takibinin geleneksel Türk siyaseti ve menfaatlerine en uygun olacağını müdafaa edenler varmış. Numan da bunlar meyanın-da imiş).

Bir müddet sustuk. Yüzüme istifhamkâr bir tarzda bakıp eli ile "Eh! ne yapacağız" manasına gelen bir el işareti yapması üzerine kendisine de-dim ki: "Paşam, ben uzun zamandan beri memleket dışında ve muayyen bir iş ile meşgulüm. Merkezde hükümetin ve dışişlerinin faaliyetinin ay-rıntılarına vakıf değilim ve çalıştığım muhit de Avrupa değil. Ancak göre-bildiğim kadar bu Münich emr-i vakiinden sonra dünyaya saldırı zihniyeti meydan okuyacaktır. Tabirimi mazur görün, hamamda deli var. Hem de çok kuvvetli, azgın deli var. Görebildiğim kadar Avrupa, Balkanlar ve Rusya'nın durumu çok acaip. Korku da var. Şaşkınlık da var. Her halde tehlikeli bir kararsızlık var. Almanya başı boş meydan okuyor. Gerçi İngiltere ve Fransa'nın belki bir gün karşı koymak için tedbire başvuracakları-nı tahmin etmek yerinde bir düşüncedir. Fakat Orta Avrupa ve Balkan Devletleri'nin zaafları korkutucudur. Bunların ötesinde de Rusya'nın takı-nacağı durumu çok endişe ile mütalea ediyorum. Hatta başlangıçta Al-manya ile işlerin paylaşmaya kadar gitmesini mümkün görürüm. Türkiye-miz öyle bir kavşakta veyahut öyle bir coğrafi mevkidedir ki, kopacak her-hangi bir kasırganın sarsıntısında onun tek başına ve bilhassa kimsesiz ol-duğuna kanaat getirilecek olursa, yanlız başına dayanabileceğine inanmak güçtür. Bunu bilhassa tekrar ediyorum, Türkiyemiz için ittifâklar aramak, dostlar bulmak bir zarurettir. Çünkü halimiz de malüm. Ne paramız, ne de maddi takatimiz var. Ordumuzun atacak mermisi bile yok. Onun için zatı devletinizin elbette takdir buyuracağınız üzere, bitarallık ne siyaseten, ne fiilen kabildir. Bize el uzatacak müstakbel müttefiklerimizin gerek mali, gerek askeri külfetlerimizi de tekeffül etmeleri bir zarurettir" dedim. Sayın Cumhurbaşkanı yani? diye sual buyurmaları üzerine, "Yani Paşam, müttefıklerimizle ittifâk muahedesini akdetmeden önce, hem para, hem si-lâh ve her konuda bize yardım edecekleri taahhüdünü kendilerinden al-mak lâzımdır" dedim. Cumhurbaşkanımız sözlerimi tasvip ettiklerini ifade eder şekilde iltifatta bulundular ve Hatay'a dönmeden önce Genel Kur-may Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ile görüşmemi tavsiye ettiler.

Antakya'ya vazifem başına dönmeden evvel, veda için Mareşal Çak-mak'a gittim. Bana, dünyanın siyasi manzarasından büyük endişe duydu-ğunu, saldırının pervasızca ve önünde hiç bir engel görmeden istediği gibi ve istediği yere saldırabilecek bir hava yarattığını, Almanya'nın ister siya-sal kombinezon ve tedbirlerle, ister askeri tehdit ve saldırı ile Orta Avrupa ve Balkanlar'a hakim olacağını, ondan sonra bizim eşiğimize de gelince, onu hangi kuvvetin durdurabileceğini hayale kapılmadan düşünmek ge-rektiğini, Almanlar'ın kafasında "Drang nach Osten"ın geleneksel bir sabit fikir olduğunu bunun kendilerince gayet haklı nedenlere dayandığını, İn-giltere'nin imparatorluk yollarını kesmek için Süveyş'e gitmek isteyecekle-rini ve bu yolun Türkiye'den geçtiğini söyledi. Bu arada, İngiltere ve Fransa'nın hareketsiz durduğundan şikayet etti. Türkiye'nin muhakkak bir tehlike karşısında garanti ve ittifâklar araması zaruretinde ısrar etti. Mare-şal'in görüşüne göre, Türkiye'nin bir baskına maruz kalması hemen he-men kaçınılmaz bir durum idi. Onun için mutlaka İngiliz ve Fransızlar'la bir araya gelip bu tehlikeye karşı koyacak tedbirler almak lâzım geliyordu.

Yukarıdanberi nakledegeldiğim konuşmaların Almanya'nın Münich anlaşmasını yok sayıp, Çekoslovakya'yı işgal etmesinden, Polonya, Balkanlar, Orta Avrupa ve Fransa'yı boyunduruk altına sokmasından bir hayli zaman önce cereyan ettiğini, sonradan ortaya çıkan olaylar gözönünde bulundurulacak olursa, Türkiye'nin endişe ve dikkatinin ne kadar isabetli olduğu görülür.

Çılgınca bir birini izleyen dünya olayları geleceğin işaretleri idi. Avus-turya ile Anschlus'dan başlayarak Çekoslovakya'nın, Arnavutluk'un işgali, Polonya üzerinde gün geçtikçe ağırlaşan Alman tazyiki, Balkanlar'a mu-sallat olan Italyan ve Alman faaliyeti çok anlamlı ve tehlikeli durumlar meydana getiriyordu. Bu durum karşısında Türkiye, Fransa, İngiltere ve Sovyet Rusya ile istişârelere başlamış idi. İngiltere ve Fransa ile istişârele-rimiz mütekabil bir anlayış, ve yavaş olmakla beraber, müsbet bir hedefe doğru gittiği halde, yakın dostumuz Sovyet Rusya'nın tutumundan, onun hakiki niyetleri hakkında hiç bir mana çıkarmak kabil olamıyordu.

Yirıe bazı işlerin takibi için 1939 Şubat başında Antakya'dan Anka-ra'ya gelmiş idim.

Dışişleri Bakanı Saraçoğlu Cumhurbaşbakanı İnönü ve Başbakan Say-dam ile görüşmelerimden, İngiliz ve Fransızlar'la istişârelerin, bu memle-ketlerin dünyadaki durum karşısında almaya hazırlandıkları kararlar ile muvazi bir şekilde, yavaş olmakla beraber, esaslı biçimde inkişaf ettiğini öğrendim.

Şubat ayında Balkan Paktı Dışişleri Bakanları yıllık toplantısının Bükreş'te yapılması kararlaştırılmıştı. O sırada İngilizler ile hazırlanmakta olan Ortak Deklerasyon, iki hedef güdüyordu:

a) Uzun süreli bir anlaşma akdi ve

b) Balkanlar'da emniyetin kurulması için çalışma.

Bu bakımdan Bükreş toplantısı hususi bir ehemmiyet arzediyordu.

Bakanlıktaki asli görevim I. Daire Başkanı olmakla birlikte, o sene Balkan Paktı Sekreterliği de üzerimde idi. Siyasi durumun yarattığı ger-ginlik karşısında tehlikeye maruz memleketlerin müttehit bir tutum içine girmeleri her zamankinden fazla lüzumluydu. Bükreş'teki bu Balkan top-lantısı özel bir önem kazanmıştı. Sorumlu devlet adamlarının baş başa ve-rip müşterek bir hareket ve karar tesbit etmeleri için toplantı pek müsait bir fırsat olacak idi. Türkiye Dışişleri Bakanı da meslekdaşlarına bu fırsat-tan bilistifade vaziyetin vahametini anlatmayı ümit ediyordu. Bakanımız Saraçoğlu bana, Yunan ve Yugoslav Büyükelçileri'nin, benim de kendisiyle beraber Bükreş'e gitmemin pek iyi olacağını söylediklerini nakletti ve öteden beri işe vakıf olmaklığım nedeniyle, beraber gitmemde kendisinin de faydalar gördüğünü söyledi. Gerek o esnada Hatay'da fevkalade Mu-rahhas olarak görev yapmaklığımdan doğan sıfatımın, gerek Hatay'daki iş-lerim dolayısiyle bunun ne uygun ne de mümkün olamayacağını arzettim. Kendisi de bunu tasvip etti. Ben Antakya'ya döndüm.

Şubat ı g39'da Saraçoğlu başkanlığındaki Türk heyeti Balkan Pak-tı'nın Bükreş toplantısına hareket etti. Bükreş'te Saraçoğlu muhataplarına vaziyeti bütün çıplaklığı ile anlatmış, ama hiç bir netice çıkmamıştı.

Nisan ayında yeniden Ankara'ya gelmiştim. İngilizler ve Fransızlar ile istişâreler bir hayli ilerlemişti. Bu arada, Balkan müttefiklerimizin durumu önem arzediyordu. Sovyet Rusya'nınki ise tamamen kanşık ve belirsizdi.

28 Nisan'da Sovyet Dışişleri Komiser Muavini Potemkin, Ankara'ya dostça bir ziyaret yapmaya geldi. Mr. Potemkin Dışişleri Komiseri Litvi-noPun çok itimat ettiği, iyi yetişmiş ve daha ziyade eski ekolden kıymetli bir adam idi. Eskiden Istanbul'da Sovyet Konsolosluğu yapmıştı, Atatürk'ün cenaze merasimine gelen heyete de dahil idi. Bizi oldukça iyi tanır sayılırdı. Moskova'da iken kendisiyle görüşmüşlüğüm de vardı. Po-temkin Balkanlar'da bir inceleme gezisinden dönüşünde Türkiye'ye de uğ-ramış idi.

Kendisine o zaman Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki siyasi müna-sebetler çerçevesi dahilinde ve bilhassa 1925 muahedesine bağlı proto-kolün koymuş olduğu usul dairesinde, Moskova'daki Büyükelçimiz ve An-kara'daki Sovyet Büyükelçisi kanaliyle esasen verdiğimiz bilgilere muvazi olarak, İngiliz ve Fransızlar ile görüşmelerimiz hakkında Saraçoğlu ayrıntı-lı malılmat verdi. Ankara'da bulunduğu sürece Potemkin Dışişleri Bakanı Saraçoğlu ile geniş görüşmelerde bulunmuş, Türkiye-İngiltere-Fransa ara-sında hazırlanmakta olan üçlü ittifaka müşabih olarak Sovyet Rusya ile Türkiye Cumhuriyeti arasında da bir muahede akdini pek tasvipkar bir şekilde karşılamış idi. Potemkin Mayıs ayının ilk günlerinde, zannedersem 6'sında, Ankara'dan ayrılırken "Her iki tarafın görüş birliğinden ve iki memleketi birbirine bağlayan rabıtaların daha da sıkıştırılması niyetlerin-den" bahseden bir resmi bildiri yayınlandı. Bu hava içinde o memnun, biz memnun, Potemkin Bükreş'e hareket etti. Ben de Antakya'ya döndüm. Potemkin'in hareketinin hemen akabinde Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinor un görevinden ayrıldığını ve yerine Molotov'un tayin edildiğini dünya ajansları ilan etti.

Litvinof yukarıda değindiğim gibi, uluslararası şöhrete sahip, "s&i.ırit colective" fikrine bağlı bir kişi idi. Ayrılması muhakkak ki bir mana ifade ediyor ve daha da ifade edecek idi. Nitekim tahminimde yanılmamışım.

12 Mayıs'ta Türk-İngiliz Deklerasyon'u ilan edildi. Fransızlarla yapıla-cak Deklerasyon ise aynı tarihte yapılmadı. Çünkü Fransa ile aramızda Hatay (Sancak) meselesinin halline ulaştıracak anlaşma yolu, Fransızlar'ın gösterdikleri gecikmeler ve hatta isteksizlik yüzünden bir türlü açılamıyor-du. Bu şartlar altında, gayet tabii olarak, Türk Hükümeti, Türk-Fransız Deklerasyonu'nu Hatay işinin halline erteledi. Meclis'te İngiliz-Türk Dek-lerasyonu ilan edildiği gün Başvekil Refik Saydam Fransızlar'la da aynı samimiyet içinde müzakeratın devam ettiğini ve yakında neticeleneceği ümidini açıkladı,

31 Mayıs'ta Nlolotov yaptığı bir konuşmada, gayet manalı bir ifade ile, bu Türk-İngiliz anlaşmasının genel durumda bir değişiklik yaptığını açıkladı. Lehte mi, aleyhte mi idi?

Hatay'daki hakiki ve fiili durumun Fransızlar ile bir muahede ile tes-biti ve ihtilafın tasfiyesi gerekiyordu. Fransa Hükümeti ise fiili durumu bildiği halde ayak diriyordu. Bunun Hatay durumu üzerinde tesir edeceği yok idi. Bir Türk Hatay'l kurmuş idik. Fakat onu bir ahite bağlamak şart-tl. Meselenin aynntılanna burada girecek değilim. Sorumluluğu tam ve mutlak olarak taşıdığım bu eşsiz menkıbenin safhalannı, bana ömrümün en büyük ve şerefli görevi, Hatay Fevkalade Murahhaslığını tevdi eyleyen "Atatürk'e Rapor" olarak tesbit edip yazdım. Zamanında neşredebilmeyi temenni ederim.

Gerek dünya olaylarının inkişafina, gerek İngilizler ile Deklerasyon'un imzalanmasına rağmen, Hatay sorunu iyice halledilmedikçe bir Türk-Fransız Deklerasyonu imzalayıp ihtilafa taraf bir devletle taahüde girmeyi kamuoyu kabul etmiyeceği için Türk Hükümeti'nce onun imzalanmayıp, sorunun hallinin ertelenmesi gerekmişti.

Fransız hükümeti işin ivediligini anladığından, Ankara'da müzakereler Saraçoğlu-Nlassigli arasında yeniden başladı. Aldığım talimat üzerine 1939 Haziran başında Ankara'ya hareket ettim. Hatay'daki Fransız temsilcisi Collet de Ankara'ya gelmiş bulunuyordu. 23 Haziran'da Hatay'ın anava-tan sınırları içine girmesini temin eden "Arrengement portant rglement defınitif des questions territoriales entre la Turquie et la Syne" muahedesi imza edildi. Nlerasim öğleden sonra Dışişleri Bakanlığı'nda çok samimi bir hava içinde cereyan etti. Aynı günün sabahı da, önceden kararlaşmış olduğu üzere, Paris'te Büyükelçi Suad Davaz ile Dışişleri Bakanı Mr. Georges Bonnet, 12 Mayıs Türk-İngiliz Deklerasyonu'nun aynını imza ettiler. Dr. Refik Saydam Büyük Millet Meclisi'nde Türk-Fransız Deklerasyonu'nun imza edildiğini açıklamıştı. Hatay meselesinin tasviyesine müteallik anlaşma Meclis'in tasdikine sunulacağı için ayrı bir merasim mevzuu olduğundan, Başbakan bundan o gün Meclis'te sözetmemişti.

Hatay Anlaşması 'nın imzası üzerine, yerinde bununla ilgili uygulamaları yapmak üzere hemen Antakya'ya döndüm. Hatay hükümetini tasfıye ve idareyi, Hatay Valisi tayin edilen Şükrü Sökmensüer'e devreyledikten sonra, 22 Temmuz'da Ankara'ya geldim.

Ankara'da Dışişleri I. Siyasi Daire başında eski görevime başladığım zaman durum şöyle idi:

1. Türk-İngiliz ve Türk-Fransız Garanti Deklerasyonlar'ı yürürlüğe girmiş idi.

2. Hatay işi halledilmiş idi.

3. Almanlar bütün güçleriyle Polonya-Romanya-Macaristan- Bulgaristan üzerinde tazyikte bulunuyorlardı.

4. İ ngiliz-Fransız-Sovyet görüşmeleri hiç bir netice vermemişti ve ne yolda inkişaf edeceği de belli değildi.

5. Potemkin'in ümit verici ziyaretinden sonra Sovyetler'den ses seda çıkmamış tı.

6. Berlin ve Roma Türk-İ ngiliz ve Türk-Fransız Garanti Deklerasyonlar'ı üzerine ateş püskürmeye başlamışlardı.

7. Almanya Ekim 1938'de imza edilip yürürlükte bulunan kredi anlaşması gereğince bize verdiği silahların sevkini durdurmuş, vadesi gelen kredilerin erteleneceğini de tebliğ etmiş.

8. Üçlü ittifakı n akdi için Türk-İ ngiliz-Fransız görüşmeleri memnuniyet verici şekilde inkişaf ediyordu. Ancak iktisadi ve mali meseleler bir hayli sürüncemede kalmıştı.

Dünyada karışık ve endişe verici durumu hükümet dikkatle izlerken, 1939 yı lı Ağustos başı nda Sovyet Büyükelçisi Terentief Dışişleri Bakanımız Saraçoğlu'ndan mülakat talep eyledi. Büyükelçi Moskova'da İ ngiliz ve Fransızlar'la cereyan eden görüşmelerin yakında neticeleneceği konusunda iyimser yorumlarda bulunduktan sonra, Molotov'tan aldığı talimat uyarın-ca Türkiye'nin Sovyet Rusya ile akdini istediği anlaşma hakkında bazı su-aller sordu ve Sovyet Rusya'nın Türkiye ile bir yardımlaşma paktı imzala-maya hazır olduğunu, geçen nisanda Ankara'da Potemkin ile başlamış olan görüşmelere Moskova'da devam etmek üzere Bakan Saraçoğlu'nu Moskova'ya davet ettiklerini bildirdi. Ayrılırken de kendi el yazısiyle bir sual listesi bıraktı.

9 Ağustos'ta, Saraçoğlu Terentieri davetle, Molotov'un suallerine ce-vap olarak, düşündüğümüz antlaşmanın saldırıya karşı geniş kapsamlı bir mana taşıyan, savunma niteliğinde bir akid olduğunu, böyle bir antlaş-manın Fransa-İngiltere-Rusya arasında akdi öngörülen anlaşmaya muvazi olabileceğini veya ondan ayrı bir nitelik taşıyabileceğini bildirmişti.

Türk-Sovyet temasları bu safhada iken Moskova'daki İngiliz-Fransız-Sovyet görüşmeleri görünürde Sovyet kuvvetlerinin Polonya'dan geçmesine bu memleketin müsaade etmemesi yüzünden, aslında Sovyet-Almanya arasındaki gizli temasların Sovyetler'in istediği şekilde neticelenmesi üzeri-ne, 23 Ağustos'da imzalanan Alman-Sovyet saldırmazlık paktının bomba gibi patlaması ile iflas etmiş bulunduğu öğrenildi. 25 Ağustos'ta da İngil-tere-Polonya yardımlaşma paktı imza ve ilan edildi. Artık, önümüzdeki Moskova-Ankara müzakerelerinin nirengi noktalannın allak bullak olduğu meydanda idi.

Nitekim Sovyetler bize Ankara'da Fransa-İngiltere-Türkiye arasında cereyan eden müzâkereleri, Moskova'da aynı memleketlerle cereyan eden müzakerelerin ana hatları ile uyumlu olduğu inancı ile bunu iyi karşıla-dıklarını, ama Moskova müzakerelerinin Batılı Devletler'in takındıkları du-rum dolayısiyle akamete uğradığını, şimdi ise Sovyetler ile Almanya ara-sında bir andlaşma imza edildiği için yeni durum ve şartlar karşısında Ni-san ayında Ankara'da Potemkin ile öngörülen esaslann meteber olamaya-cağı, bu nedenle Türk-Sovyet işbirliğine faydalı olabilecek yeni esaslar ara-mak gerektiğini beyan ile, Türk-Sovyet yardımlaşma antlaşmasının Bal-kanlara ve Karadeniz-Boğazlar'a yönelik bir saldırıya münhasır olmasını teklif etmişlerdir.

23 Ağustos'ta imzalanan Sovyet-Alman saldırmazlık Paktı dünya siyasi durumunu altüst eden, safdillerin hesaplarını şaşırtan, Almanlar'a, aldatıcı olsa bile, doğu hudutlarından emin olarak Batı Devletleri'ne rahatça saldı-rıya imkan veren ve çıkacak savaşın ilk şiddetli çarpışmaları ve hasımlann birbirlerini yıpratmaları esnasında Sovyet Rusya'nın bitaraf kalmasını te-min eden ve durumun inkişafını kendi menfaatlerine göre rahatça düşünme ve herhalde Rusya'ya bugün ve gelecek için uçsuz bucaksız im-kanlar bahşeden bir hadise idi. Sovyet Rusya peşin olarak Polonya ve Bal-tık memleketleri üzerindeki emellerini gerçekleştirmek olanağını elde et-mişti. Almanya Batı Devletleri'yle çarpışmalardan zayıflamış çıkacağından, Rusya dünyada beğeneceği yolu seçme ve yüksek, çok yüksek sesle konuş-ma ve pervasız hareket etme imkanını sağlamıştı. Sonradan, Nurenberg belgelerinden öğreniyoruz ki, 23 Ağustos Andlaşması'yla Polonya'yı taksim hattı da tesbit edilmiş idi.

Bizim durumumuza gelince, Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifakı'mn Sovyetler'in hoşuna gitmeyecek bir belge olacağı ayan beyan ortaya çıkı-yordu. Bizde, Ankara'da, Sovyetler'in Almanya ile akdettiği Saldırmazlik Paktı'nın sırf kendini korumaya matuf bir tedbir olup Sovyetler'in Polon-ya'ya saldırmayacağına inananlar vardı. Ben şahsen, İngiliz-Fransız-Sovyet müzâkerelerinin akamet sebebi Polonya olduğuna göre, Sovyetler'in Al-manya'ya yalpa yaparken mutlaka Polonya hakkında birşeyler koparmış olacaklarına kesinlikle inanıyordum. En iyimser ihtimallerle, olsa olsa Al-manya Polonya'ya saldırıp arazisine girmediği sürece belki harekete geç-meyeceklerine, ama Almanya, Romanya'ya girer girmez de Rusya'nın Po-lonya'ya dalacağına inanıyordum.

III. Moskova'da Tiirk-Sovyet Gdriişmelen.nin Son uçsuz Kalması (26 Eylıi1-16 Ekim 1939)

Nihayet ı Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya'ya taaruz edip arazisine girdikleri öğrenildi. Artık Cihan Savaşı'nın birinci perdesi açılmıştı. 3 Eylül ı 939'da İngiltere, bir iki saat sonra da Fransa Alman-ya'ya savaş ilan ettiler. Böylece İngiltere-Fransa-Almanya savaşa girmiş ol-dular. Sovyet Rusya Almanya ile bir Saldırmazlık Paktı ile bağlanmış ola-rak bitaraftı. Akdeniz'de İtalya kaypak, biçimde bitaraf bir tutum muhafa-za ediyor, müttefikler de İtalya'nın bu tarafsızlığı temin ve idame ettire-ceklerini ümit ediyorlardı.

Türkiye'ye gelince, görüldüğü üzere, Moskova ile görüşme hazırlıklan içinde iken, müstakbel müttefikleri İngiltere ve Fransa ile âkdi öngörülen ve maddeleri hemen hemen hazırlanmış bulunan Üçlü ittifak Andlaşması ve ona ekli Askeri Anlaşma, Türkiye'nin şart koştuğu mali, iktisadi ve tec-hizat anlaşmalarının Londra ve Paris hükümetlerince henüz kabul edilme-miş olması yüzünden, daha imza edilmemişti. Hükümetimiz kendi kara-rıyla seçtiği Üçlü ittifak siyaset ve esaslarına sadıktı, ancak onu yapmak için iktisadi, mali ve techizat anlaşmalannın müttefıklerimiz tarafından ka-bulünde ısrarlı idi. Müttefiklerin Almanya'ya savaş ilanı= ertesi günü, Saraçoğlu vaziyeti İngiliz ve Fransız sefırleriyle görüştü ve iktisadi mali ve techizat anlaşmalarının bir an evvel sonuçlandınlmasını istedi. Sovyetler ile yapılacak görüşmelere temas etti.

Gerçi Türkiye Üçlü Anlaşma esaslarına uygun biçimde Sovyetler ile bir antlaşma âkdine hazırdı. Ancak Sovyetler bize Balkanlar ve Karadeniz-Boğazlar bölgesinde vaki olacak bir saldırıya karşı yardımlaşmayı amaçla-yan bir antlaşma teklif ediyorlardı. Bu bir zincir halkası teşkil edemez mi idi? Ortadaki olaylara rağmen, Türkiye istiklal savaşından beri büyük komşusu ile sürdürdüğü münasebetlerin samimiyetine ve iki devletin uz-laşmaları lazım geldiğine inanmak isityordu. Aramızda 1925 Andlaşması vardı ki, bu Türkiye-Sovyet münasebetlerine çok hususi ve samimi bir mahiyet vermişti.

Türk devlet adamlarının kanaati Sovyet Rusya ile müzakereleri dene-menin bir mantık icabı olduğu merkezinde idi. Bu itibarladır ki, Terenti-ef in son teklifi ile ilgili olarak, Hükümet, "kapsamı sınırlı olan" bir proje hazırlayarak, 8 veya 9 Temmuzda Moskova'ya bildirdi. Bu projeden İngi-liz ve Fransız sefirlere de malüm verildi. Projenin esasları şunlardı:

a) Karadeniz ve Boğazlar bölgesinde savaşı doğuracak, karadan ve de-nizden bir saldırı: Bu bölgelere açıkça yönelmek istidadında bulunan bir savaş halinde Türkiye ve Sovyet Rusya fiilen işbirliği yapacaklar ve ellerin-de bulunan bütün kuvvetlerle birbirlerine yardım edecekler ve destek sağ-layacaklardır.

b) Yukarıda sözkonusu işbirliği, yardım ve desteğin biçimini tesbit edecek olan askeri sözleşmeyi hazırlamak üzere iki akit taraf kurmayları birbiriyle temasa geçeceklerdir.

c) Türk-İngiliz-Fransız İttifakındaki Sovyet çekincesine muvazi bir İn-giliz-Fransız çekincesi Türk-Sovyet Andlaşmasına konulacaktır.

Bizim projenin sunulmasından sonra Moskova'dan arka arkaya haber-ler gelmeye başladı: ro Eylül'de ajanslar Rusya'da kısmi seferberlik ilan edildiğini bildirdiler. 15 Eylül'de Sovyet Büyükelçisi Terentief Sovyet Hükümeti'nce Saraçoğlu'nun resmen Moskova'ya davet edildiğini tebliğ etti. Bu görüşme sırasında Saraçoğlu'nun kendisine Türk projesi hakkında Sovyet görüşünü sorması üzerine Büyükelçi bu hususta bir talimat alma-dığını, fakat seyahat sonunda herhalde Sovyet-Türk antlaşması imza edile-ceğini gayet tatlı ve iyimser bir ifadeyle söyledi. Daveti müzâkere eden Ba-kanlar Kurulu, bunun kabulüne karar verdi.

17 Eylül 1939'da Sovyet ordusunun Polonya arazisine girdiği öğrenil-di. Ayrıca Sovyet Hükümeti, devletlere birer nota tevdi ederek, Sovyet or-dusunun doğu Polonya'ya batı Ukranya ve Batı Beyaz Rusya halkının mallarını ve canlarını müdafaa için girdiğini, Polonya ve hükümetinin mevcudiyeti kalmadığını ve Sovyet Hükümeti'nin bitaraflık siyaseti güdece-ğini bildirmiştir. Bu haber Avrupa Hükümetleri tarafından çeştili biçimde yorumlanırken, bizim hükümet Sovyet hareketinin Polonya arazisinde iler-leyen Alman kuvvetlerinin, Sovyet hudutlarına yaklaşması ihtimâline karşı bir tedbir olabileceği faraziyesini tercih ediyor ve Almanlar'ın daha sonra Romanya üzerinden Karadeniz'e sarkmadıkça Sovyet Rusya için tehlikeli bir durum olmayacağını düşünüyordu. Durum karışık, her türlü inkişaf mümkün idi. Sovyetler Almanlar'la saldırmazlık paktının gizli veya zımni hükümlerinden istifade ederek Polonya'yı Almanlar'la taksim etmiş olsalar bile (Bu tarihte ne biz, ne de müttefikler 23 Ağustos'ta Polanya'nın taksi-medi üzerine Almanya'nın Sovyet Rusya ile gizlice anlaştığını bilmiyor-duk. Bu durum savaştan sonra Nürenberg mahkemesinde açıklığa kavuşa-caktı.) düne kadar birbirile amansız düşman olan iki güçlü devletin ordu-ları karşı karşıya mevzi almış bulunuyorlardı. Birbirlerini kollamamaları imkânsızdi. Sovyetler Alman işgali altında bulunan Polonya'ya girmekle fi-ili bir durum yaratılmış oluyordu. Başka bir deyişle, artık bir Alman-Sov-yet cephesi kurulmuş sayılabilirdi. Sovyet Rusya'nın hesabı savaş sonrası çöküntüleri üzerinden menfaatler temin için, birinci safhada bitaraf kal-mak idi. Yukarıda bunu açıklamıştım. Sovyetler'in Polonya'yı işgalden sonra da devletlere verdiği nota anlamlı idi: "Polonya Hükümeti ve Devle-ti kalmadığı için ..." diyordu. Yani Almanya Polonya'yı işgal ve yok etmiş, kendisi de, sahipsiz araziyi kendisine buyur etmiş... Eder ya... Üstelik bir de bitaraffik teyidi... Aslında, Almanya ile kararlaştırılmış olsun olmasın, isterse hodbehod hareket etmiş olsun, Polonya Sovyet saldırısına uğramış idi. Polonya'yı Alman saldırısına karşı garanti eden ve bu garanti gereği ı Eylül'de Almanlar'ın saldırısı üzerine Almanya'ya savaş ilan eden Fran-sız ve İngilizler'in tıpkı Almanya gibi Polonya'ya saldıran Sovyetler'e savaş ilan etmeleri akla geliyordu. Ancak böyle bir şey büyük bir hata olurdu. Çünkü, bu Sovyetler'i ister istemez Almanya'nın muharip müttefiki yapar-dı. Kaldı ki, garanti konusu Polonya Devleti iki tarafın işgali dolayısiyle ortadan, haritadan, hiç değilse müttefiklerin son zaferine kadar, kalkmış bulunuyordu.

Bu itibarla hükümetimiz müttefiklerine bu yoldaki görüşünü bildire-rek, ihtiyatlı ve hesaplı hareket etmeleri gereğini bildirdi. Türkiye devlet adamları hiç bir hayal ve hülyaya kapılmıyordu. Alman-Sovyet anlaşması ne kadar cali, samimilikten uzak ve muvakkat olursa olsun, iki tarafın menfaatleri bunu devam ettirmek olduğu müddetçe, birbirlerine hoş görünmek, birbirlerine itimat telkin edip, birbirleri delaletiyle menfaatler temin etmek isteyeceklerdi. Hatta birbirlerini avutmak için, her türlü fena-lığı yapmaktan çekinmeyeceklerine hiç şüphe yok idi.

O dönemde tayakkuzun gerekli olduğu yollar üzerinde atılacak her adım ihtiyatlı olmalıydı. Batılı müttefiklerimiz Sovyetler'in Moskova'da bi-zi Üçlü İttifak'tan ayırmak için tazyik edebileceğini, bu şartlar içinde, Moskova'ya gitmenin hatta lüzumsuz olduğunu bildirmekten geri durma-mıştı. Ama, Saraçoğlu, Üçlü İttifâk'tan vazgeçmenin hiç bir veçhile söz konusu olamayacağını gayet tabii olarak İngiliz ve Fransız Büyükelçileri'ne tekrar eyledi. Bu bir yılancık çıbanlydı ki, deşilmesi bizim için hayati idi. Bu da ancak mahallinde, Moskova'da olabilirdi.

Hükümet Saraçoğlu'nun Moskova davetini kabul ettiğini Sovyet Büyükelçisi'ne bildirdi. Saraçoğlu heyeti Dışişleri Genel Sekreter yardımcı-sı olarak ben, Birinci Daire Başkanı Feridun Cemal Erkin ve Özel Kalem Müdürü Zeki Polar'dan oluşuyordu. Moskova Büyükelçisi Haydar Aktay orada heyete katılacaktı.

21 Eylül 1939'da Ankara'dan ayrılarak ertesi gün öğleden sonra saat 5'te Kadeş vapuru ile Odesa'ya hareket edildi. Saraçoğlu'na Sovyet Büyükelçisi refakat ediyordu. Odesa'ya kadar gezimiz tatlı hikayeler anla-tan Sovyet Büyükelçisi'nin eşliği ile gayet hoş ve neşeli geçi. Tek şikayeti-miz Terentierin kendine has telaffuzu ile "ç"leri çatlatarak bizi arka arka-ya bir düzine çay içmeye teşvik etmesiydi.

Bu seyahattan beklenen sonuçlara, yukarıda da temas eylediğim gibi, bir türlü aklım yatmıyor idi. Mutmain ve rahat değildim. Seyahatin verdi-ği ve eski İsviçre ahbaplığımızın havası içinde baş başa kalma ve sohbet etme imkanlarından yararlanarak, Saraçoğlu'na seyahatin neticesinden ümitvar olup olmadığını sordum. Bu suali sormadan gayet şen olan Saraçoğlu birdenbire ciddileşti ve kendisine has olan nüfuz edici, zeki ve şüpheci eda ile yüzüme baktı. Ben de kendisine dedim ki: "Başından beri aklımın erdiğince, sonuçsuz kalan İngiliz-Fransız-Sovyet müzâkerelerini iz-lemiştim. Dün gece de Sovyetler'in Almanlar'la yaptığı Saldırmazlık Pak-tı'nı ve bizim İngiliz ve Fransızlar'la akdedeceğimiz antlaşma projesini bir daha okudum. Alman-Sovyet Antlaşması diyor ki: İki âkid taraftan hiç bi-ri doğrudan doğruya veya bilvasıta öteki tarafa yöneltilen herhangi bir devletler grubuna iştirak etmeyecektir. Halbuki, bizim projenin maddeleri ve bünyesi malâm. Sovyetler bir taraftan, Almanlar öte taraftan Polonya'yı işgal ediyor. Fiilen cürüme iştirak halindeler. Şimdi biz bu ortaklardan bi-rine, diğerine karşı bizimle ittifak akdetmesini istiyoruz. Ne olacak?" Sara-çoğlu'nun ciddi bakışı yüzümde toplandı. Başını salladı ve hiç cevap ver-medi.

Odesa'ya vardık. Heyeti karşılamaya Hariciye Komiserliği Yakın Do-ğu Şubesi Müdürü Novinkof gelmişti. Hemen trene binip Moskova'ya ha-reket edildi. Odesa'da fevkalade durum havasının hakim olduğunu, ka-rartma uygulandığını gördük. Moskova'ya kadar güzergâh üzerinde trenler dolusu asker sevkediliyordu. Bunların henüz elinde silah yoktu. Arkaların-da kalın lokmalı kısa hırkalar vardı. Ortada mühim bir tahşidat ve sevki-yat vardı. İstikamet Polonya ve Romanya hudutları gibi görünüyordu. Sevkiyat dolayısiyle yollardaki tıkanıklık yüzünden 25 Eylül akşamı Mos-kova'ya vardık. İstasyonda Dışişleri Komiser muavini Potemkin, diğer Muavin Dekanazof, Moskova Sovyeti Başkanı Korolof, Merkez Komutanı Albay Suvarof, Büyükelçimiz Haydar Aktay, Iran Büyükelçisi Saad, Afga-nistan Büyükelçisi Sultan Ahmet Han, Yunanistan Büyükelçisi Marketti, Bulgaristan elçisi Antonof, Romanya Elçisi Diano Türkiye Dışişleri Baka-nını karşılamaya gelmişlerdi. Istasyon Türk-Sovyet bayraklanyla donatıl-mıştı. Karşılamaya gelen Sovyet ileri gelenleri Molotov'un bizzat istasyon-da bulunamamasını Kremlin'deki fazla meşguliyetinden ileri geldiğini sa-mimiyetle anlatmağa çalışıyordu. Heyetimizi ecnebi misafırlere tahsisi mu-tad olan Spiridonova adlı çok güzel eski zamandan kalma bir binada mi-safir ettiler. Bu binayı iyi bilirdim. Eskiden (ı931-1934 yıllarında) Mosko-va'da iken burada İsmet Paşa da oturmuştu. Karahan burada oturur ve sık sık kendisile bahçede tenis oynardık. Bir çok davet burada verildiği için, çok defa hoş vakit geçirmiş idim. Burada yıllar sonra kaldığım ilk ge-ce bütün bu hatıralar zihnimde canlandı.

Ertesi gün, 26 Eylül sabahı Saraçoğlu Molotov'u ziyarete gitti. Önce Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet Meclisi Divanı Başkanı Kalenin tarafından kabul edildi. Öğle vakti Molotov, Saraçoğlu şerefine bir ziyafet verdi. Bu yemekte Mareşal Voroşilov, Mikoyan, Hariciye Komiser Muavini Potem-kin, Dekanazof, Lozrovski gibi bilinen seçkin kişiler vardı. Molotov çekici ve dost görünmeye çalışıyordu. Herkesin şerefine ayrı ayrı nutuklar söyle-di ve her nutkun sonunda elindeki kadehi usul üzere bir kerede içti. Saraç-oğlu her kadeh kalkışında usul ve erkâni ile ağzına götürdü, bir yudum almakla yetindi. Tabii ben de öyle yaptım. Sofradaki Sovyet ileri gelenleri, eskiden tanışıklığım, hatta bazılariyle oldukça hususiyetim bulunması ne-deniyle böyle ihtiyatlı içişimden dolayı bana şaka yollu tariz ettiler. Ben de şakalaşarak, idare ettim. Yemeğin sonunda Molotov bir nutuk daha verdi ve kadehini Türk-Sovyet dostluğunun şerefine kaldırdı. O zaman ben de kadehimi bir hamlede içtim. Molotov yanında oturduğum Voroşi-lov'a "Bak istediği zaman nasıl da içmesini biliyor" diye söz etmesi üzeri-ne ben de "değerine olmak şartiyle" diye karşılık verdim.

Aynı gün öğleden sonra Molotov'la Saraçoğlu ilk görüşmelerini yaptı-lar. Molotov Türkler'in müttefikler ile akdetmeyi tasarladığı Üçlü İttifâk Andlaşması üzerinde inceden inceye sualler sorarak bunun niteliği ve kap-samını öğrenmek istedi. Zaten Potemkin ve Terentief vasıtasiyle Sovyet Hükümeti durumdan bilgi edinmişti. Saraçoğlu elindeki metinlerle tekrar Sovyet meslekdaşını enine boyuna aydınlattı. Molotov'un bizim Türk-Sov-yet Andlaşması projesine teması beklenirken bundan sözetmedi. Görüşme-leri hükümetine intikal ettireceğini açıkladı ve Saraçoğlu'na bir kağıt uzat-tı. Saraçoğlu "Nedir?" diye sordu. Molotov, Montrö mukavelesinin bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına ilişkin olduğunu söyledi. Saraçoğlu hemen, böyle bir işin görüşme mevzuu olamayacağını ileri sürerek, kağıdı almak bile istemedi. Fakat Molotov nasıl olsa görüşmeler ve konuyu kap-sayacağı için bunu bilmemezlikten gelmenin pratik bir faydası olmayaca-ğını behrtip ısrar etti. İlk günün intibaı herhalde acaipti. Gelecek hakkın-da bir hayli işaret belirmiş sayılabilirdi. Bazı başka meselelerin de olduğu ortaya çıkmıştı.

Ertesi gün, 27 Eylül, toplantı Stalin'in önünde yapıldı. Stalin baba-can, cana yakın, tatlı edasıyla Saraçoğlu'nu Üçlü İttifâkımızın müzakere-sindeki çalışmaları ve başarısından ötürü övdü. Ve bu Üçlü Antlaşma'yı "Moskova'da âkdedilecek Türk-Sovyet Andlaşmasıy'la uyumlu kılmak için" Üçlü Andlaşma'ya iki değişiklik yapılmasını teklif etti. Bunlardan bi-ri, İngiliz ve Fransızlar'ın Yunanistan ve Romanya'ya verdikleri garantiler-den herhangi biri dolayısiyle bu memleketler savaşa sürüklendikleri takdirde Türkiye'nin onlarla işbirliği yapacağı taahüdünü taşıyan 3 üncü mad-denin değiştirilmesi, diğeri de Sovyet Rusya lehine rezervi içeren iki nu-maralı protokole bir fıkra eklenmesini öngörüyordu. Üçüncü maddedeki İngiliz ve Fransızlar ile Türkiye'nin işbirliği taahüdü yerine, Türkiye'nin bu iki devletle istişare (consultation) edeceğinin yazılması isteniyordu. 2 No.lu protokole yapılacak ilâveye gelince, mevcut Sovyet Rusya lehine re-zerv hükmünden sonra "İngiltere ve Fransa Rusya ile savaşa girerse, bu taahhütler Türkiye'yi bu memleketlere yardıma mecbur edemez. Bu du-rumda savaşın bütün süresince İngiltere-Fransa-Türkiye Andlaşması tesir-siz (sans action) kalır" diye bir cümlenin eklenmesi teklif ediliyordu.

Bundan başka Stalin, Sovyetler ile Türkiye arasında âkdi tasarlanan andlaşmanın yeni Sovyet-Alman siyasetine uygun düşmesi için "Türkiye Almanya'nın saldırısına uğradığı takdirde, Sovyet Rusya'nın Türkiye'nin yanında Almanya'ya karşı her hangi bir harekata geçmiyeceğine dair bir çekince konulması gerektiğini söyledi.

Müzakereler esnasında Stalin yeniden Molotov'un geçen toplantıda Saraçoğlu'na söylediği Montrö Sözleşmesi hükümlerinde değişiklik yapıl-ması meselesine temas etti. Molotov'un verdiği kağıtta yazılı olandan anla-şıldığına göre Sovyetler'in istediği:

a) Barış ve Savaşta Türkiye muharip olsun olmasın, Karadeniz sahil-darı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçişi hakkında, her seferinde Sovyet Rusya ile Türkiye'nin müştereken karar verecekleri-dir.

b) Montrö sözleşmesinin 18 inci maddesinde belirtilen tonajın ı /5 bi-rimden fazlasının geçmesine Türkiye müsaade etmeyeceğini taahüt ede-cektir.

c) Karadeniz sahildarı olmayan devletlerin insancıl yardım için Kara-deniz'e gönderecekleri Savaş gemilerinin geçmesine Türkiye müsaade et-meyecektir.

d) Akvam Cemiyeti Konseyi'nin bir kararı gereğince muharip devlet-ler savaş gemilerinin geçmesine, bu karara Sovyet Rusya iştirak etti ise, müsaade edilecektir.

e) Sovyet Rusya ve Türkiye arasında önceden anlaşmadan, iki taraf Montrö sözleşmesinde değişiklik için her hangi bir müzâkereye katılmaya-caklardır.

Stalin'in tatlı mı tatlı bu talepleri ileri sürmesi üzerine Saraçoğlu, Üçlü Antlaşma metninin üç devlet arasında karara bağlandığını, bu met-nin Stalin'in istediği şekilde tadil edilmesine muvaffakat etmenin ne kendi, ne de yalnız Türkiye hükümeti elinde olmadığını, bilhassa müttefiklerimi-zin Romanya ve Yunanistan'a vermiş oldukları garantileri tesirsiz bırak-mayı amaçlayan değişikliğe haklı olarak itiraz etmelerinin tabii olacağını izah etmiş ve meseleyi hükümetine bildireceğini söylemiştir. Yapılacak Sovyet-Türk ikili antlaşmasına Stalin'in konulmasını istediği Alman rezer-yine gelince, bunun antlaşmayı, istenilen şeyin tamamen tersine, manasız ve hedefsiz bırakacağını anlatarak red etmiştir.

Saraçoğlu'nun, Montrö sözleşmesi hükümlerinde değişiklik yapılması-na ilişkin teklifleri de, evvelki celsede Molotov'a söylediği üzere, kesin bir dille reddetmesi, Sovyet tarafının ise bunda ısrarı üzerine müzakere, hava-sı kızışmaya başlamıştı. Sovyetler, iki memleket arasında varılacak antlaş-mada yer alması tabii olan bu talebi Saraçoğlu'nun görüşmeyi red etmesi nedenini anlamadıklarını belirterek ısrar etmeye devam etmişler, Saraçoğ-lu da uluslararası çok taraflı bir anlaşmayı Sovyet Rusya ile karşılıklı anla-şarak değiştirmeğe Türkiye Hükümeti'nin muvafakat etmesinin imkansız olduğunu, değişikliklerin sözleşme metnindeki hükümler ve koşullar gere-ğince yapılması icab ettiğini ifade etmiştir. Sovyet tarafının ısrar ve sıkıştır-ması üzerine de Saraçoğlu kesin biçimde, "eğer Stalin yolda§ Montrö Sözleşmesi hükümlerinin değiştirilmesi hususundaki talebinde ısrar etmek kararında ise benim derhal Türkiye'ye geri dönmem için gerekli kolaylık-ların yapılmasını rica ederim" demiştir.

Durum bu merkezde iken Stalin Molotov'un değişiklik projesini ala-rak okumuş ve gayet yumuşak ve tatlı bir eda ile "Canım bu proje çok kaba yazılmış" diye kağıdı bir kenara koymuştur. Böylece o günkü toplan-tı belirsiz bir yumuşama havası içinde sona ermiştir.

Büyükelçiliğe döndüğümüzde, Saraçoğlu'nun hükümete raporu hazır-lanırken, durum tekrar gözden geçirildi. Kızgın, yorgun, hırçın olması lazım gelen mücahidin "Benden söylemesi, Sizden yazması" diye bizlere ne kadar samimi iç döktüğünü, Kremlin'deki görüşmeler esnasında muha-tapları tarafından sarfedilen kelimeleri hemen hemen teker teker hatırlaya-rak kıymetlendirdiğini, zamanın ağır koşullarına rağmen nasıl bir hoş meşreplik içinde bizimle çalıştığını hatırlarken bugün hala içim sızlar.

Sovyet dostlarımızın ileri sürdükleri tekliflerin Türkiye'yi düpedüz kı-sırlaştırmaktan ve onu siyasi hacir altına almaktan başka bir manası olmadığı aşikar idi. Bu teklifler gayet ustaca, birbiriyle irtibatlı düzenlenmiş ve Türkiye'yi Sovyetler'in izlemekte oldukları ve gelecekte izlemeği tercih edecekleri siyasete hiç değilse paralel, fakat aslında onu tabi duruma soka-cak nitelikte idi. İngiliz ve Fransızlar Yunanistan'a ve Romanya'ya verdik-leri garantiler dolayısiyle savaşa sürüklendikleri takdirde, Türkiye'nin İn-giltere ve Fransa ile işbirliği taahhüdü yerine konsültasyon, istişare yer alacak. Tabii bu istişare yapılırken Sovyet müttefikimizin kararı hakim olacaktı. Böylece mesela Romanya saldırıya uğradığı ve İngiltere ile Fran-sa saldırıcıya karşı savaşa sürüklendiği ve Romanya'ya yardım etmek iste-dikleri takdirde, önce bizimle istişareye başlayacaklar. Bu istişare devame-de dursun, Türkiye İngiliz-Fransız-Romen yardımlaşmasında bir taahüdü bulunmadığı ve ona taraf olmadığı için Montrö Sözleşmesi'nin 19. uncu maddesinin öngördüğü durum ortaya çıkmış olacak ve İngiliz ve Fransız-lar Boğazlar'dan Romanya'ya yardım gönderemiyeceklerdi. Beklenenin tersine, konsültasyon neticesinde Türkiye işbirliğine karar verecek olursa, bu sefer de Sovyetlerin Montrö hükümlerinin tadiline ilişkin projesi gere-ğince Türkiye, Karadeniz sahildarı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Karadeniz'e geçmesine izin vermeyecek. Böylece perçinli olarak İngiliz ve Fransızlar Romanya'nın yardımına gidemeyecek.

Üçlü İttirak tasarısına ekli iki numaralı protokole Sovyetler'in eklemek istedikleri cümle, görünürde normal gibi geliyor: Üçlü andlaşmanın iki numaralı protokolünde "Türkiye'nin bu anlaşma ile üstlendiği taahütlerin, bu memleketi Sovyet Rusya ile silahlı bir ihtilafa sürükleyecek her hangi bir harekete zorlayamayacağı yolundaki Sovyet rezervi açık ve esas oldu-ğuna göre, Sovyetler'in, "bahusus ki, bu taahütler, İngiltere ve Fransa Sovyetler'le savaşa girdikleri takdirde Türkiye'ye bu memleketlere yardıma zorlayamaz. Böyle bir durumda savaş süresince Türk-İngiliz-Fransız anlaş-ması hareketsiz kalır, tatbik edilemez" hükümünün eklenmesini istemeleri Türkiye'nin bitaraflığını sağlamak ve andlaşmanın işlemez hale geldiğini kendilerine göre katmerli biçimde perçinlemek için eski edebiyatçılarm "hüsnü tekrar" yani güzel faydalı tekrar anlamına gelen deyimiyle, Sovyet vesvesesinin siyasi bir mahsulü idi.

Biraz yukarıda belirttiğim Montrö Sözleşmesi'nin tadiline ilişkin teklif-lerine gelince: Molotov'un projesinin yazılı§ şekli ne olursa olsun, amaç Montrö sözleşmesi hükümlerinin tadili konusundaki usul, merasim ve şartları koyan 29 uncu maddeyi, bir elin tersile, bir tarafa atarak, uluslar-arası çok taraflı bir andlaşmayı sabote etmek ve Karadeniz'de kıyısı olma-yan devletlerin savaş gemilerine geçişi yasaklayan, Sovyetler'in ağır basacakları, Sovyet vesayeti altında ikili bir Türk-Sovyet Boğazlar rejimi kur-maktan başka bir şey değildi.

Saraçoğlu müzâkereler esnasında Boğazlar Sözleşmesi'nin tadili teklifi-ni reddetmişti. Bundan başka andlaşmaya konulmasını istedikleri Alman rezervini de geri çevirmişti. 3 üncü maddeki işbirliği taahüdünün konsültasyona dönüştürülmesi talebini ve iki numaralı protokole Sovyet-ler'in eklenmesini istedikleri cümleyi ise, hükümetinin takdirine bırakaca-ğını bildirmişti.

Türk Hükümet'i Sovyetler'in 3 üncü madde taahüdünün konsültasyo-na çevrilmesini ve 2 no.lu protokolde Sovyetler'in istediği fıkranın eklen-mesi teklifi üzerinde durmuştur. Bir İngiliz-Fransız-Sovyet silâhlı ihtilafın-da esasen mevcut rezerv gereğince Türkiye bitaraf kalacağına ve Üçlü İtti-fâk zaten işlemez olacağına göre Sovyetler'in konulmasını istedikleri cümlenin kabulü fazla bir değişiklik sayılmazdı. Parafe edilmiş Üçlü İtti-ralc Andlaşması'nın 3 üncü maddesindeki yardım taahüdünün konsültas-yona çevrilmesi de incelenmeğe değer görülmüştü. Bir kere konsültasyona girişecek Türkiye, isterse yardım kararına varabilirdi. Bundan başka, Sov-yet Rusya ile akdi beklenen yardımlaşma andlaşmasında, Balkan bölgesin-de saldın halinde iki tarafın istişare edecekleri hükmü yer alınca, Üçlü İt-tifâk'ın 3 üncü maddesinde ve Türk-Sovyet anlaşmasında yer alacak istişa-re dolayısiyle Balkanlar'da güvenliğin kurulmasını amaçlayan bir zincir halkası teessüs etmiş olabilirdi. Bu suretle Sovyet dostlarımıza iyi niyetimi-zin ve onlara güvenimizin bir delilini daha vermiş olurduk. O nedenle hükümet 28 Eylül'de Ankara'da parafe edilmiş olan Üçlü İttifâk'ın 3 üncü maddesinin ve iki numaralı protokolün Sovyet taleplerine uygun olarak değiştirilmesini İngiltere ve Fransa hükümetlerine teklif etti.

Bu konuda iki Batılı müttefikimizle Ankara'da cereyan eden müzake-reler kolay olmamıştır. İngiliz Hükümeti nisbeten anlayış gösterdiği halde, başlangıçta Fransa Hükümeti tepki göstermiştir. Bu müzakereler devam eder ve aşamaları bize bildirilirken Saraçoğlu'nu sık sık ziyarete gelen Fransız Maslahatgüzan eski dostum Payar ve Boğaziçi'nden komşum, İs-tanbul efendisi Kont S. Ostrorog'un durumumuzu ve ümitlerimizi benim-seyerek, gösterdikleri anlayışı, hele Ankara'da hükümetine Türk görüşünü benimsetmek için içtenlikle çalışan Büyükelçi Massigli'yi anımsamamak olanaksızdır.

Ankara-Paris-Londra arasında cereyan eden müzâkereler neticesinde, Üçlü İttifâk metninin Sovyetler'in istediği şekilde değiştirilmesini müttefiklerimizin kabul ettikleri Saraçoğlu'na bildirilmişti. Türk Hükümeti'nin bu kararı Sovyet dostluğuna ve onunla dürüst ve samimi bir poltika izlenme-sine ne kadar kıymet atfettiğinin en güzel bir delilidir. Kuşkusuz bu deği-şiklik, yapılacak Türk-Sovyet ikili Andlaşması ile irtibatlı idi.

Ankara'dan bu yolda alınan talimat üzerine Saraçoğlu ile Molotov 14 Ekim'de buluştular. Saraçoğlu Molotoy'a sözkonusu Sovyet değişiklik ta-leplerini hükümetinin kabul ettiğini bildirdi. Molotov hemen Alman rezer-vi konusunu ele aldı ve ısrar etti. İşin tuhafı, bu kaydı koydurmayı Al-manlar'a vadetmiş olduklarını açıklamaktan geri durmadı. Saraçoğlu gene güzel bir dille reddetti. Olacak şey değildi. İş Alman rezerviyle de kalmı-yordu. Çünkü Almanya'nın müttefiki olan İtalya, bize saldıracak olursa, Sovyet Rusya Alman rezervi dolayısiyle yine seyirci kalmak istiyordu. Bir saldırıya karşı öngörülmüş olan Türk-Sovyet yardımlaşmasının ne manası kalıyordu? Saraçoğlu'nun direnmesi üzerine Molotov, anlaşmaya Alman rezervi konulması Sovyet Hükümeti'nin bir kararı olduğuna göre, durumu hükümete arzetmek gerektiğini söyleyerek, bu meseleyi gelecek celseye bı-raktı. Ve hemen yeniden Boğazlar meselesine geçti. Saraçoğlu'nun Mare-şal Voroşilov'la konuşurken güya, Boğazlar rejiminin Sovyetler'in menfaa-tine uygun olarak Sovyetler'le birlikte değiştirilmesine taraftar olduğu yo-lunda sarfettiği bir ifadesine atıf yaptı. Saraçoğlu, böyle bir şey söylemedi-ğini ve söyleyemeyeceğini, Voroşilov'a kısa bir nezaket ziyareti yaptığını odada hiç bir şekilde siyasi konulara temas etmemiş olduğunu kesinlikle ve hemen belirtti. Molotov gene israr edip Saraçoğlu'na, resmi bir antlaş-ma yerine, Türkiye'nin Montrö Sözleşmesi'nin kendisine verdiği yetkiler ve hakları Sovyet güvenlik menfaatlerine uygun olarak kullanış şeklini sap-tayacak bir beyannameye konulmasını istedi. Saraçoğlu yeniden, her ne şekilde olursa olsun, ikili olarak, gayri hukuki yoldan, Montrö sözleşmesi-nin değiştirilmesi ve zedelenmesini kabul edemeyeceğini söyledi. Bu celse de böylece sona erdi.

16 Ekim'de yeniden toplanıldı. Molotov'un yanında yalnız Potemkin var idi. Molotov, Saraçoğlu'na Stalin'in "çok kaba" diye kenara koyduğu proje yerine hazırlanmış bir başka proje sunarak, Hükümeti'nin gerek Bo-ğazlar rejiminin tadili, gerek Alman rezervinin konması hususunda israr ettiğini açıkladı. Stalin'in "çok kaba" bulduğunu söylediği projesi yerine hazırlanan yeni "zarif" proje ağdan bir Fransızca ile yazılı olup ortaya hiç bir yenilik getirmiyordu. Projeye göre:

"Türkiye Sovyet Rusya'nın Boğazlar bölgesi ve Karadeniz'de ortak menfaatlerinin en etkin şekilde korunması gereğine ilişkin olarak Montrö Sözleşmesinin, özellikle onun 20 ve 21 inci maddelerinin, işbu maddelerde öngörülen şartlar altında, Karadeniz'e geçecek Karadeniz'de kıyıları olma-yan devletlerin savaş ve yardımcı gemilerinin,ayrıca bu devletlerin askeri nakliyatının kabul edilmemesini sağlayacak biçimde uygulanması konu-sunda iki hükümet, danışıklı olarak, harekete karar vermişler ve bu çerçe-vede iki hükümet, Avrupa'daki savaş nedeniyle, işbu antlaşmanın Boğaz-lar'a hemen uygulanmasını uygun bulmuşlardır."

Daha önceki Sovyet taleplerinin şekil değiştirerek, tekrardan ibaret olan bu teklifi de Saraçoğlu aynı kesinlikle reddetmiştir. Ancak bu sefer Molotov "Voroşilov'a vadettiğiniz halde şimdi neden vazgeçiyorsunuz" yo-lunda bir tarizde bulunmuştur. Saraçoğlu yeniden bu işte Molotov'un bir yanlışı olduğunu, özel bir nezaket ziyareti esnasında, esasen Stalin'e bile red ettiği bir talebi, kabul ettiği yolunda bir söz söylemiş olmasının man-tığa da uymadığını açıkça ve kesinlikle anlatmaya çalışmış ise de, Mol°. tov daha da ileri giderek, "Voroşilov gibi büyük bir devlet adamına yapı-lan ziyaret her zaman resmidir, orada söylenen sözler de resmidir" diye karşılık vermiştir. Saraçoğlu'nun bize akşam anlattığına ve hükümete gönderdiğimiz raporda belirttiğimiz üzere müzakere, tartışma ve hatta bir nevi boğuşmayı andıran bir hava içinde cereyan ederek, akıl ve mantığa sığmayan ve Türk Devleti'nin haysiyetile bağdaşmayan taleplerin kabul edilmemesi yüzünden Türk-Sovyet müzâkereleri sona ermiş, sonuçsuz kal-mıştır.

Şükrü Saraçoğlu, Türkiye ve Sovyet Rusya arasında, Türkler'in sami-miyetle mevcut olmasını istedikleri ve Sovyetler'in de mevcut olduğuna bi-zi inandırmak istedikleri dostluk esası üzerine karşılaşabilecekleri bir tehli-keye karşı bir savunma ve işbirliği binası kurmaya samimiyetle azmetmiş, memleketini seven, istiklal ve egemenliğin ufak bir sınırlamaya ya da ayrı-calığa tahammülü olmayan mefflumlar olduğuna kesinlikle inanmış, mu-h'akemesi matematiksel bir biçimde işleyen ve görevlendirildiği görüşmeleri iki memleket arasında eşit şartlarla sonuçlandırmayı içtenlikle isteyen bir adam idi. Saraçoğlu kuşkusuz Moskova görüşmelerinde Türk-Sovyet ilişki-lerini perçinlemek için çok samimi uğraşmış, son denli sabırlı, temkinli, memleketinin prestiji ve bağımsızlığının gereklerini tamamen müdrik yüksek vasıfil bir devlet adamı ve Türk vatanseveri olarak hareket etmiştir. Memleketindeki siyasi mevkii ve kişiliğini korumak sevdasına kapılmamış, Dışişleri Bakanı sıfatıyla yürüttüğü görüşmeleri mutlaka başarılı sonuç ver-miş olarak göstermek için herhangi bir formül oyununa yer vermemiştir. Siyasi tarihimizin Saraçoğlu'nun bu tutumunu takdir ile kaydetmesi ve memleketin onu hürmet ile anması gerekir.

Bizim heyet Moskova'ya vardığı zaman manzara şöyle idi: Almanlar ı Eylül'den itibaren Polonya'yı "Yıldırım Savaşı" ile işgale başlamışlardı. Sovyetler ı o Eylül'de kısmi seferberlik ilan etmiş, 17 Eylül gecesi Polonya Büyükelçisi'ne bir nota vererek, Rusya'nın menfaatlerini korumak ve doğu Polonya'da yaşayan Ukranyalı azınlıkları korumak için Kızıl Ordu'ya erte-si sabah Moskova saatiyle Polonya Sovyet sınırını geçmek emrini verdikle-rini bildirmiş ve Polonya'ya fiilen saldırmıştı (Polonya Büyükelçisi Notayı almak istememişti). Sovyetler Polonya'nın leşine konmuşlar, daha doğrusu leşi Alman sırtlanının ağzından kapmışlardı

Moskova'da yorumlar birbirini izliyordu. Ortalıkta tam bir esrar hava-sı esiyordu. Temas ettiğimiz sefaretlerin hiç birinin hiç bir şeyden haberi yoktu. Her zamanki gibi Moskova'da hakim olan gizlilik havası ola-ğanüstü durum tedbirleri nedeniyle bir kat daha esrarengiz ve boğucu bir atmosfer yaratmıştı. Bunun içinde yaşayan yabancılar bu normal olmayan koşullar içinde ömür sürmek ve Sovyet Radyosu'nun ve TAS Ajansı'nın verdikleri haberlerle yetinmek zorunda idiler. Sovyet Radyosu denildiği za-man akla kuşkusuz telsiz alıcı cihazı gelir. Ancak, o zamanlar Moskova'da radyo, merkezden bazı imtiyazlı kişilerin evlerine ve sefaretlere çekilmiş hatlara bağlı "haut parleur" lerden ibaret idi. Neyse ki, yabancı sefaretle-rin kendi küçüktü, büyüklü radyoları vardı.

Moskova'da kaldığımız 23 gün esnasında başta Ribbentrop ve sonra oraya çağrılan Baltık Devletleri Dışişleri Bakanları ile Sovyetler'in yaptığı görüşmeler yüzünden ve biraz da bizim asabımızı hırpalamak gayesiyle, günlerce müzakerelerin askıda kaldığı olmuştur. Bu hoş günlerde "ya sa-bır" çekerken Sovyet konukseverliğinin gereği olarak, baleye, operaya, sir-ke, nehir üstünde vapurla gezinti davetlerine de katılırdık. Bundan başka Saraçoğlu'nun sefarette, tunç heykel gibi, mütevekkil güler yüzlü kaldığını arkadaşlar ile bitmez tükenmez satranç oyunu oynadığını da anımsarım. Büyükelçi Haydar Akday, Behçet Türkmen, Zeki Polar, Başkonsolos Ce-mal epeyce şah mat olmuşlardı.

Biz Moskova'da iken 27 Eylül'de gelen Ribbentrop'la 29 Eylül'de bir Dostluk ve Sınır Andlaşması imza edildi. Sovyetler Estonya, Letonya ve Litvanya Dışişleri Bakanlarını sırasiyle Moskova'ya çağırarak, Estonya ile 28 Eylülde, Letonya ile 5 Ekimde, Litvanya ile de ı o Ekim'de imzaladık-ları Andlaşmalarla, bu memleketlerde askeri üsler elde etmişlerdi. Finlandiya'dan da benzeri taleplerde bulunmuşlar, ancak 12 Ekim'de başlayan görüşmeler sonuç vermemişti. 16 Ekim'de Polonya'nın Almanlar ve Sov-yetler tarafından işgali tamamlanmıştı. Sovyetler 16 Eylül'de Japonya ile imzaladıkları sınır anlaşmasıyla, Japon-Mançu ve Sovyet-Moğol sınır işleri-ni istedikleri formüle bağlamışlardı.

Sovyetler ile Almanlar'ın vardıkları sonuç, o anın koşullarına göre, muhakkak ki, herbirinin ihtiraslarını tatmine imkân verecek ufuklar açan bir başarı olmuştu. Polonya, Almanya ile Rusya arasında taksim ve tasfiye edilmişti. Rusya'ya Baltık memleketleri üzerindeki bütün emellerinin ger-çekleşmesi olanakları açılmıştı. Rusya, sınırları dışından itibaren bir nevi dış savunma sınırını sağlayacak şekilde toprak ilhak imkânlarını elde etmiş ve Almanya'nın savaş faaliyetini bu suretle kurulan sınırın dışında tutmuş-tu. Almanya ise böylece tatmin ettiğini sandığı veya umduğu Rusya'nın bitaraflığı, lehteki tutumu ve yardımı sayesinde Avrupa'yı kana bulayacak olan başarılı saldırılarını hazırlamak ve uygulamak olanaklarını bulmuş oluyordu.

Demek oluyor ki, Baltık'tan Karadeniz'e kadar Doğu'da Sovyetler sa-vunma sistemlerini anavatan sınırları dışına yerleştirmeği, bir koruyucu ih-tiyat çemberi kurmayı başarmışlardı. Ancak bir tek gedik kalmış idi. O da Akdeniz'e götüren Yakın Doğu ve Karadeniz'in kilidi olan Boğazlar ve Türkiye idi. O'nu da yola getirmek gerekiyordu. İşte Saraçoğlu'nun Moskova'da karşılaştığı Sovyet istekleri ve koşullarının anlamı ve amacı bu gerçekte yatmaktadır. Boğazlar Rusya'nın eski ve marazi bir sabit fikri idi. Cumhuriyetin onuncu yıldönümü şenlikleri vesilesiyle memleketimize ge-len dost Sovyet Rusya heyetinin başındaki Mareşal Voroşilov'un gezisinin tertibi görevini Hükümet bana vermişti. O zaman ben Moskova büyükel-çiliği müsteşarlığından yeni dönmüş idim. Programda Ankara, İstanbul, Bursa, İzmir, Kayseri vardı. İzmir'den sonra Mareşal Gelibolu Savaş alan-larını da ziyaret etti. Yanındaki askerler ve bizim mihmandar Generaller-den bilgi aldı. Onlara Çanakkale'deki çarpışmalar konusunda kendi görüşlerini açıklarken, şu cümlesini hep anımsarım: "Rusya'nın savunması buradan başlar". Rahmetli Moskova Büyükelçisi Hüseyin Ragıp (Baydur) ile bu sözün üzerinde uzun durmuştuk. Moskova'da Saracoğlu'nun Voro-şilov'la konuşması ile ilgili olarak, Molotov'un ona atfettiği sözler vesilesiy-le bu hatıra zihnimde canlanmıştı.

Moskova'dan ayrılmak üzere çantaları toplarken zihnimde şu kanaat-lar belirdi: Ruslar kumazca, Almanlar'ın hiç beklemedikleri bir anda Polonya'nın üzerine atlamakla bir olupbitti yapmışlardı. Rusya bunu yapar-ken, en azından da olsa, bir rizikoyu göze almış, ancak Almanlar'ın reak-siyonunun o anda fiili olmayacağını iyi hesaplamışlardı. Almanya bu ol-dubittiyi, o zamanki koşullar içinde, kerhen de olsa, bile bile, sırf Avru-pa'daki savaşı gereği gibi yapabilmek için kabul etme ve onu 29 Eylül sı-nır anlaşmasıyla bir formüle bağlamak zorunda kalmışdı. Almanya rahat-ça Avrupa'ya, Sovyetler de istedikleri küçük memleketlere çullanabilecek-lerdi. Artık, Dünya Savaşı başlamış idi. Rusya savaşın dışında idi. istediği kadar kalabileceğini hesaplıyordu. Avrupa Savaşı ister Almanya'nın, ister İngiliz-Fransızlar'ın lehine neticelensin, galipler o kadar perişan olacaklar idi ki, savaş sonrası galip veya mağlup zümrenin, savaş dışı kalmış, kılıcını bilemiş Sovyet Rusya karşısında kıymet ve manası kalmamış olacak idi. Herhalde savaş sonrası devresine gelinceye kadar Rusya kendi aleminde, Almanya da kendi bölgesinde istediklerini yakıp, yıkıp at koşturabilecek-lerdi.

Demek oluyor ki, başlayan savaş ne kadar feci ise, bir gün savaş filan bittikten sonra ortaya çıkacak "Savaş sonrası" daha da tehlikeli olacak idi.

Saraçoğlu ve maiyetindeki heyet 17 Ekim akşamı saat 18.! o'da Mos-kova'dan ayrıldı. İstasyonda son dakikada Molotov ve Voroşilof un uğurla-maya geldiklerini gördük. Uğurlama esnasında gösterilmeye gayret edilen samimiyet, 23 günlük boğuşmanın doğurduğu menfi sonuç ile hiç de mütenasip değildi. Marşlar çalınırken trenimiz Sivastopol'a hareket etti. Saraçoğlu haklı olarak, kulakların çok alışmış olduğu ve zihinlerde yer et-miş olan Türk-Sovyet dostluğundan beklenen semerenin alınamamış ol-ması gibi bir başarısızlığın kendisi üzerinde kalabileceği endişine düşmüş olabilirdi. Her halde, sonucun böyle bir siyaset adamının zihnini kurcala-ması tabii idi. Bu ruh haletini açıklayan bir tek kelime söylememekle be-raber, üzüntüsü bizim gibi yakınları için belli idi.

Sivastopol'a vardığımızda bizi bir otele götürdüler. Öğleye doğru kal-kacak olan vapurun hareketine kadar istirahat için birer oda verdiler. Bu esnada Saraçoğlu'nun odasına gittim. Pencereden bakıyordu. Dalgın ve durgun idi. Kendisine dedim ki: "Ne kadar üzülseniz haklısınız. Ancak üzülmeyin, tersine memnun olun. Türk-Sovyet dostluğuna hizmet ettiniz. Türk-Sovyet dostluğunu çok civanmertçe savundunuz ve onlara Türk dostluğunu fiilen isbat ettiniz. Eğer bu dostluk bizim için olduğu gibi Sov-yetler için de bir gerçek ise, bundan sonra semere vermelidir. Samimi söylüyorum, Sovyetler ilk defa bu açık lisanı duydular. Yok eğer onların zihniyeti, maalesef Moskova'da belirdiği gibi, bizimkinden başka ise, o za-man bizi oyalayan zehabın artık bir seraptan ibaret olduğu meydana çıka-caktır. Bu da büyük bir hizmettir." Yüzüme baktı, kendisine has eda ile başını sallıyarak, gülümsemekle iktifa etti. Aynı gün Sovyetler'in tahsis et-tikleri Moskova savaş gemisiyle İstanbul'a hareket edildi.

Moskova'da hareket günü 18 Ekim'de Sovyetler'in yayımladığı resmi bildiri şöyle idi:

"Mukâbil bir ziyaret için Sovyetler Birliği'ne gelmiş olan Türkiye Dış-işleri Bakanı Bay Saraçoğlu'nun Moskova'da ikâmeti Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti münasebetleri üzerinde Türk Hükümeti ile Sovyetler Birliği Hükümeti temsilcileri arasında geniş görüş alışverişine vesile teşkil etmiştir. Samimi bir hava içinde geçen bu görüş alışverişi, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki dostluk münasebetinin değişmez niteliği olan iki hükümetin barışı sürdürmekteki ortak arzularını bir kere daha teyid et-miştir. İki hükümet, Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti'ni ilgilendi-ren meseleleri birlikte incelemek için ileride temasların sürdürülmesinin arzuya şayan olduğunu da tesbit etmişlerdir".

Sovyet gazeteleri de bu resmi bildiriyi yorumlarken, müzakereler iki hükümeti tatmin edici sonuçlar vermemiş olmakla beraber, Saraçoğlu'nun Moskova'dan hareketinin, müzakerelerin kesilmesi ve Türk-Sovyet dostlu-ğunun bozulması anlamına gelmeyeceğini özellikle belirten yazılar yazmış-lardı. Türk-Sovyet dostluğunun payidar olması, bizim her şeye rağmen iç-ten özlemimiz olduğuna göre, böylece biten müzâkerelerden sonra, iki memleket arasındaki dostluk münasebetlerinin bozulduğu şeklinde değer-lendirilmemesi lazım geldiği yolundaki Sovyet yorumlarına biz de canı gönülden "âmin" dedik.

Moskova görüşmelerinin akamete uğraması üzerine Saraçoğlu'nun Moskova'dan hareket günü olan 17 Ekim günü Başvekil Refik Saydam'ın Halk Partisi Büyük Millet Meclisi Grubun'da yaptığı açıklama durumu kamuoyuna açıkça anlatmış olmakla burada aktarılmağa değer:

"Dışişleri Bakanımız Moskova'ya giderken, Sovyetler'le aramızda ne yolda bir Andlaşma yapılabileceği iki hükümet arasında görüşülmüştü. Moskova'da bu esaslar çerçevesinde cereyan eden müzakerelerin bir anlaş-maya varması mümkün olmamıştır. Bunun sebebi Sovyet Hükümeti'nin Dışişleri Bakanımız'a büsbütün yeni teklifler yapılmış olmasıdır. Bu yeni tekliflerin, Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında, Sovyetler'in bilgisi içinde, kararlaştırılmış esaslarla bağdaştınlması mümkün olmadığı gibi, güvenliğimiz bakımından bize verilen garantilerin bizden istenen taahütleri de karşılamadığı, ayrıca Boğazlar üzerinde Türkiye'nin uluslararası genel taahütlennden başka hükümlerden kaçınmayı temel sayan siyasetiyle, Sov-yet taleplerinin bağdaşamadığından Türk-Sovyet müzâkerelerinin bu defa Moskova'da sonuçlandırılması mümkün olmamıştır. Bununla beraber Sov-yetler'le olan münasebetimizin eskisi gibi dostluk esaslarına dayanması sü rd ürülecektir.

IV . Üçlü İttifâk'in Ankara'da imzalanması (19 Ekim 1939); Buna Sovyetler Birliğinin Tepkisi

20 Ekim'de öğleye doğru Istanbul'a vardığımızda Türk-Ingiliz-Fransız Üçlü ittifâk Andlaşması'nın imzalanmış olduğunu öğrendik.

Aynı gün trenle Ankara'ya hareket edildi. Akşam vagon-restoranda Saraçoğlu'nun etrafında oldukça kalabalık vardı. Kimi mütecessis, kimi sohbet kabilinden ve hepsi merak içinde haber almak istiyordu. Saraçoğlu, arkadaşlarından Hamit Şevket İnce ve iki milletvekili ile bir masaya otur-du. Ben başka bir yan masada oturuyordum. Bir aralık ismimin geçtiğini duydum. Saraçoğlu'nun yüzüne baktım. Biraz kulaklanmın ağır duyması nedeniyle duyabilmem için sesini yükselten Saraçoğlu'nun, benim kendisi-ne Sivastopol'da söylediklerimi naklettiğini ve kendi kanaatlerini de benim düşüncelerime dayandırdığını bildirmekle bana açıkça bir cemile ve iltifât-ta bulunduğunu gördüm. Saraçoğlu gibi kendine güveni olan ve mesafele-ri daima muhafaza etmeyi bilen bir kişinin iltifâtı beni gerçekten duygu-landırmıştı.

21 Ekim sabahı Ankara'ya varan Saraçoğlu hükümete, Parti Gru-bu'na ve Cumhurbaşkanı'na geniş izâhat verdi. Aynı gün Anadolu Ajan-sı'nın Moskova'dan aktardığı İzvestiya gazetesinin bir makalesi, Saraçoğ-lu'nun Moskova'dan ayrılırken yayımlanan bildiri ve gazete haberlerinin ılımlı ve yatıştıncı lisanının tersine, hırçın, hatta saldırgan bir ifade ile "Üçlü Ittifak Andlaşması'nın Türkiye'yi savaş yoluna sürüklediğini, İngiliz ve Fransızlar'ın Türk-Sovyet dostluğunu istismar ederek, Sovyetler'i Al-manlar'la savaşa sürüklemeğe uğraştıklarını, Sovyet Rusya'nın bunu önle-diğini, Türkiye'nin kendi üstüne büyük sorumluluklar aldığını, her halde yakında izlediği siyasete karşı tepkilerin ortaya çıkacağı" yolunda sanki ateş püskürüyordu.

25 Ekim günü Sovyet büyükelçisi Terentiyef Saraçoğlu ile görüşmek istedi ve geldi. Sovyet Hükümeti'nin öğrenmek istediği şunlardı:

a) Ne için kendisinin Moskova'dan dönüşü beklenmeden Türkiye, Üçlü lttiraleı imza etti?

b) Yeni bir durum mu ortaya çıktı?

c) imzalanan metin Moskova'ya gösterilen metin midir? Değişiklik yapılmış mıdır?

d) Türk Hükümeti Sovyet Hükümeti ile müzakereleri kesilmiş mi sayıyor? Sovyet Hükümeti'nin kararına göre, müzakereler devam etmiş olsa idi bir sonuca bağlanır idi.

e) Bir Sovyet-Türk anlaşmasına varılacak olursa, Üçlü ittifak bu Türk-Sovyet anlaşmasına uyacak şekilde değiştirilebilir mi?

f) Sovyet Rusya Romanya ile savaşa tutuşacak olursa, Türkiye Montrö sözleşmesini nasıl uygulayacaktır?

g) Moskova'da Molotov'un ileri sürdüğü, ancak kendisinin kabul etmediği teklifleri Türkiye Hükümeti müzakere etti mi?

Büyükelçi mülakat esnasında Sovyet Hükümeti'nin Üçlü ittifak Andlaşması'nı tasvip etmediğini de belirtti.

Nakarat aynı idi. Saraçoğlu'nun verdiği cevapta, "Türkiye'nin Sovyet Rusya'nın dostluğunu sürdürmek kararında olduğunu, Moskova görüşmelerini kesilmiş saymadığını, Moskova Hükümeti isterse hemen yeniden görüşmelere başlanabileceğini, Üçlü Andlaşma'da değişiklik yapılmasının sözkonusu olamayacağını ve Türkiye'nin Montrö mukavelesi hükümlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu, Sovyet Rusya Romanya ile savaşa tutuşacak olursa Türkiye'nin Montrö mukavelesini nasıl uygulayacağı meselesine gelince, böyle farazi şeylerin müzâkeresine mahal olmadığını ve tartışmak istemediğini" ifade etti.

T.B.M. Meclisi'nin 1 Kasım günü açılışı münasebetiyle Cumhurbaşkanı Inönü'nün, o zamanki deyimiyle Milli Şefin demeci hazırlanırken, 31 Ekim akşamı Moskova radyosu Molotov'un Sovyet Şurası önünde yaptığı bir açıklamayı verdi. Bunda bize ihtar ve tehdit bile var idi. önemli parçalarını burada tekrarlamaya değer:

1. Türkiye ile yapılan müzakerelerin mahiyeti hakkında yabancı memleketlerde uydurulan masallar arasında Sovyetler'in Kars ve Ardahan'ın geri verilmesini istediklerine dair uydurma haberler varmış, bu yalan imiş.

2. Sözkonusu olan Karadeniz ve Boğazlar'a münhasır bir karşılıklı yardım paktının imzası imiş. Sovyetler Birliği bu yolda akdedilecek bir paktın kendisini hiç bir zaman Almanya ile silahlı bir ihtilafa sevkedecek hareketlere yol açmamasını istiyormuş.

3. Savaş tehlikesi halinde Karadeniz Devletleri dışındaki devletlere ait savaş gemilerinin Boğaziçi yolu ile Karadeniz'e geçmelerine Türkiye'nin müsaade etmiyeceği yolunda Sovyet Rusya'nın bir güvenceye sahip olması gerekirmiş.

4. Türkiye Sovyet Rusya'nın bu iki talebini reddetmiş ve bu nedenle paktın imzası mümkün olmamış.

5. Müzakereler bir Pakt âkdi sonucunu vermemiş bulunmakla beraber, Sovyetler'i ilgilendiren bir çok siyasl meselelere temas etme imkanını vermiş.

6. Sovyetler Birliği için bugünkü uluslararası siyasi durumda Sovyetler'le münasebetleri ciddi önem taşıyan devletlerin gerçek çehresini ve siyasetini bilmek lüzumlu birşey imiş.

7. Gerek Moskova görüşmelerinden, gerek Türkiye Hükümeti'nin siyaset alanındaki son davranışlarından sonra Türkiye'nin siyaseti Sovyetler Birliği için daha çok açıklığa kavuşmuş.

8. Türkiye Hükümeti kendi mukadderatını savaşa katılan Batı Avrupa Devletleri grubuna baglamayı tercih etmiş.

9. Türk hükümeti Almanya'ya karşı iki aydan beri savaş halinde bulunan İngiltere ve Fransa ile karşılıklı bir Yardımlaşma Paktı imzalamış.

10. Bunu yapmakla Türkiye tam ihtiyatlı tarafsızlık siyasetini reddederek, gelmekte olan Avrupa savaş mihrakına girmiştir.

11. Kendi savaş alanlarına mümkün olduğu kadar fazla tarafsız memleket çekmek arzusunda bulunan İngiltere ve Fransa bundan memnunmuş.

12. Türkiye acaba bu hareketine bir gün esef etmiyecek midir?

13. Sovyetler Birliği, komşusunun dış siyasetindeki yeni gelişmeleri gözönünde tutarak olayların gidişini dikkatle izlemek görevindedir.

14. Eğer Türkiye Hükümeti şimdi ellerini böylesine bağlayarak, sava-şan devletler zümrelerinden bir tarafın maruz bulunabileceği tehlikelerin ağırlığını kendi üzerine almaya razı olmuş ise, pek açıktır ki, üstlendiği sorumluluğa her halde müdriktir.

15. Ancak bu tutum Sovyetler Birliği tarafından izlenen dış siyaset yo-luna uygun değildir; o yol ki Sovyetler Birliği dış siyasetinde pek çok menfaatler sağlamıştır.

16. Sovyetler, ellerini gelecekte de serbest bulundurmak ve tarafsızlık siyasetini sürdürmekle, savaşı körüklemekten uzak durduğundan başka, barışı sağlamak için mevcut temayüle katkıda bulunmayı da tercih etmek-te imiş.

17. Sovyetler Birliği bu siyaseti, Karadeniz havzasında da hem Sovyet-ler Birliği'nin hem de onunla dost olan memleketlerin menfaatlerinin ge-rektirdiği şekilde tamamen gerçekleştirmek yolunda azimle izleyecekmiş.

Molotov'un ateş püsküren bu demecine rağmen "Milli Ser Cumhur-başkanı İsmet Inönü'nün T.B.M.Meclisi'nin açılışı vesilesiyle I Kasım günü yaptığı konuşma itidal, soğuk kanlılık, basiret ve yanlış yola sapmış Sovyetler'e dostluk kapısını açık tutan inatçı denebilecek bir iyi niyetin parlak bir örneği olup o zamanki Türk siyasetinin esas çizgilerini ve amaçlarını ifade etmesi bakımından buna kısaca değinmekte yarar vardır:

"19 Ekim'de imza edilen andlaşma hiç bir devletin aleyhinde olmaya-rak, hiç olmazsa etkimizin ulaştığı alanda uluslararası barış ve güvenliğe hizmet etmek suretiyle, kendi güvenliğimizi masim tutmak amacını gütmektedir. Barışı korumak ülküsü her memlekete kendi özel bünyesi, coğrafi konumu ve imkanlarına göre ayrı ayrı tedbirler ilham edebilir. Türkiye için hareket hattını önceden açıkça ve içtenlikle belli etmek barış yolundaki görev ve tedbirlerinin en etkin olanıdır, denebilir. Biz bu an-dlaşma ile, savaş faciası içinde ızdırap çeken Avrupa'da bir güvenlik bölgesi kurmakla, bu facianın ileride yayılma ve gelişmesini önlemek ama-cını güdüyoruz. Andlaşmanın harekete geçmesi bu meşru amaçları çiğne-mek isteyenlerin bulunmasına bağlıdır. Bu ihtimal dışında bizim Mütte-fikler ile olan bağlarımız ve hep beraber ilan etmiş olduğumuz yüksek ideal etrafındaki beraberliğimiz diğer devletlerle normal dostane münase-betlerimizi bozucu nitelikte değildir. Bu gün olduğu gibi yarın da memle-ketimizi savaş bölgesi dışında bırakmayı, güvenlik ve taahütlerimizi boz-mamak şartiyle, milletimize karşı görev gereği olarak içtenlikle istiyoruz.

Moskova müzakerelerine ilişkin kısım da şöyle idi:

"... Bu müzâkerelerden eski dostumuz Sovyetler Birliği ile aramızda bugünkü mutlu münasebetlerde daha ileri bir durum ifade edecek bir anlaşma meydana geleceğini ümit etmiştik. Sonuca varmak için elimizden gelen bütün gayreti sarfetmiş ve bir ara eldeedildiği kanısına varmış idik. Buna rağmen bizim menfaatimize olduğu kadar karşı tarafın da menfaatine uygun olduğunu zannettiğimiz sonucun elde edilmesi bu defa mümkün olmamıştır. Bununla beraber, bilirsiniz ki, iki komşu memleket arasındaki dostluk kuvvetli temellere dayanı r. Bu devrim geçici icaplanndan doğan şartlar ve imkansızlıklar bu dostluğu bozmamalıdı r. Biz mazide olduğu gibi ileride de Türk-Sovyet münasebetlerinin dostça seyrini içtenlikle izleyeceğiz”.

Ne olacağı meçhul bir geleceğe değin, böylece kapanan bu aşamanın nedenlerine ışık tutan geçmiş olayları şimdi şöyle bir gözden geçirip, tahlil, hatta teşrihte fayda vardır, zannedenm.

V. Türk-Sovyet ıliykileri Üzerinde Genel Bir Değerlendirme

Moskova'daki müzakereler ve sonucu ve şimdi de en yetkili ağızdan işitilen bu sözler Sovyet Rusya'nı n fiilen takibine koyulduğu siyasi tutum ve oldubittiler karşısında Türkiye için büyük bir soru işareti belirmişti. Sovyetler ne yapacak? Sovyetler'e ne oldu? Türk-Sovyet dostluğu ne halde? Daha doğrusu dostluk bu mu? Nereye gidiyoruz? Ne olacak? Bütün bunlar şimşek gibi kafalarda çakarken, Türk-Sovyet münasebetleri ve dostluğu üzerinde şöyle bir değerlendirme yapıyoruz:

1914 Dünya Savaşı'ndan sonra, Rus Çarlı k Imparatorluğu'nun yıkı lması üzerine Brest Litowsk Andlaşması yapılınca Lenin tarafından Rus emperyalizminin açıkça ve resmen reddedilmesi, özellikle Osmanlı imparatorluğu ve Istanbul'u Çarlık Rusyası'na peşkeş çeken tüm gizli antlaşmalann feshedilmiş sayılması, yeni Rusya liderinin açıkladığı anti emperyalist siyasetin samimi bir göstergesi olarak kabul edilmiş ve bu Türkiye tarafından da sevinçle karşılanmıştı.

Rusya imparatorluğu, belki öbür büyük devletlerden daha çok emperyalizmden yararlanmış, bu imparatorluğu istila ve ilhak ettiği memleketler ve ahalisi ile kurmuştur. Osmanlı imparatorluğu ise kesinlikle yıkılmağa başladığı yüzyıllardan beri Avrupa emperyalizminin ancak kurbanı olmuştu ve I. Dünya Savaşı'na kadar Rusya emperyalizminden çekmediği kalmamıştı. Bu itibarla, sırtında daimi bir tehdit olan bu heyülânın yok olması ve yerine dostluk güvencesi veren bir devletin geçmesi, özellikle ye-ni Türkiye için, hiç olmazsa gelecek bakımından tehditsiz bir ufuk açıyor-du. Brest Litowsk Anlaşması'ndan milli mücadeleye kadar geçen dönemin tarihçesi esasen yazılmış olup herkesçe maliimdur.

I. Dünya Savaşı sonrası siyasi manzarayı hatırlayanlar, Rusya'nın he-men hemen bir kenara itilmiş, ihmâl edilmiş ve kanlı devrimi ve rejimi dolayısiyle, Avrupa ve Amerika tarafından afaroz edilmiş durumda, inziva içinde kaldığını bilirler. Hatta Çarlık imparatorluğu arazisinden koparıla-rak, kurulan Baltık memeleketleri ile Polonya ve Batı memleketlerinin küçük müttefikleri Romanya, Yugoslavya vs. gibi memleketler arasında kurulan siyasi kombinezonlarla Rusya'nın "Cordon sanitaire" (Sağlık kuşa-ğı) içine alındığı, o zamanın siyasi edebiyatının ilginç bir deyimi idi. ı Dünya Savaşı'ndan Almanya'nın müttefiki olarak, yenik ve perişan çıkmış ve dünya haritası üzerinde bekâsını bağımsızlık savaşı mucizesine borçlu bulunan Türkiye ise, kendi haline bırakılmıştı. Osmanlı imparatorluğu dağılmış, kendisinden ayrılan arazi üzerinde bir çok küçük devlet kurul-muş ve bu memleketlerde İngiltere ve Fransa, sureti haktan olarak, "man-dater" sıfatıyla sonu bilinmeyen bir dönüm için yerleşmişti. Lozan Andlaş-ması'ndan sonra bir çok yıllar Türkiye'nin Avrupa Devletleri ile siyasi te-ması özellikle ilk yıllarda en alt düzeyde bulunuyordu. Demek oluyor ki, tecrit edilmiş bir Sovyet Rusya ile kendi haline bırakılmış bir Türkiye'nin siyasi faaliyet alanları birbirleriyle münasebetlerinden ibaretti. Bu ifade belki bugün fazla abartılmış gibi görünebilir. Ancak bu satırları yazarken, o dönemleri düşündüğümde, bunun hiç de abartılmış olmadığına inanıyo-rum. Gerçekten 1920-1921 yılları başlangıç alınırsa, bir taraftan Sovyet Rusya bir çok zorluklar içinde yavaş yavaş münasebet kurmaya çalışır-ken, öte yandan Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gaileleri ve Lo-zan Andlaşması'ndan sonra dış münasebetlerini genişletmek için giriştiği teşebbüsler döneminde, o zamanki galip devletlerin pek de ne olduğu bel-li olmayan siyaset satrancı sonucu, uluslararası alanda sağlam yerleri ol-madığı kuşkusuzdu. 1921'de yapılan Türk-Sovyet, Türk-Afgan ve Sovyet-Afgan Andlaşmaları'nın memleketimizin siyasi dostluk zincirini oluşturdu-ğunu görürüz. Bugün garip görünmekle beraber gerçek şudur ki, uzun yıllar Sovyetler dostluk için Türkiye ile Afganistan'dan başka kimse bula-mamıştı. Böylece bir "Statu quo" kurulmuştu. Sovyetler'in samimi olarak memleketlerimizin iç rejimleri üzerinde herhangi bir biçimde etkili olmak ve kanşmaktan kaçınmaları nedeniyle, bir nevi "coexistance" (birlikte yaşa-ma) düzeni içinde uzun yıllar dostça münasebet yürütülmüş, özellikle Türkiye bu dostluğa inanç beslemeğe başlamıştı.

Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'ndan sonra giriştiği devrim atılımları Av-rupa tarafından ve bağımsızlık özlemi içindeki bütün Doğu ve Uzak Doğu devletlerince takdir ve hayranlıkla ve dolayısiyle sempati ile karşılanmakta idi. Sovyet Rusya'nın Bolşevik devriminden sonra giriştiği atılımlar ise, devrimin temelindeki doktrin nedeniyle Avrupa uygarlığı ve Avrupa Dev-letler'i tarafından tehlikeli ve kötü bir rejim olarak sayılmaktaydı. O za-manlar Sovyet Rusya'nın çoğu Batı memleketleriyle siyasi ve ticari müna-sebeti olmadığı halde, Türkiye hemen hemen bütün dünya ile münasebet kurmuştu ve o memleketlerin Türkiye rejimine güveni hergün artmakta idi.

Mesela, Amerika'nın Sovyet Rusya ile siyasi münasebeti yoktu. Tica-ret yapıyor idi, ancak Rusya'dan Amerika'ya ihraç edilen malların "forced labour" yani zorla yaptınlmış işlerin ürünü olmadığına dair bir belgenin Amerikan menfaatlarını koruyan Türkiye Konsoloslukları tarafından onay-lanması gerekirdi. Herhalde Sovyet Rusya'nın, 1921'de Kazım Karabe-kir'in zafer kazanıp Ermenistan'a giren kuvvetleriyle karşılaşması sonrası, Türk-Sovyet sınırını saptayan 1921 Moskova Dostluk Andlaşması'nı imza etmekle, o zaman için çok önemli sayılması gereken bir siyasi başarı sağ-lamış olduğu kesindir. Zira bu suretle sınırlarından birini güvenlik altına almış eldeki kuvvetlerini ve ülke içinde Devrime karşı olan kuvvetler ve ya-bancı Devletlerin Beyaz Ruslara yardım için gönderdikleri birliklerle mücadeleye hasretmek imkanını bulmuşlardır. İşte biz Moskova'da yeni görüşmeler için dönüş tasarısı ile zihin yorarken, bir süre sonra (1945'de) Sovyetler'in Kars'ı ve Ardahan'ı istemeleri ve 1925 Saldırmazlık Paktı'm feshetmeleri suretiyle kafamızdaki sorulara bu kadar açık bir karşılık vere-ceğini tahmin etmediğimi itiraf etmek gerektir.

Afganistan ile de imzaladıklan 1921 Dostluk Andlaşması ile de, Hin-distan doğrultusundaki sınırlarını güçlendirmişlerdi. Böylece Afganistan ve Türkiye Sovyet Rusya'nın iki ucunda dostluk bekçiliği yapmaya koyul-muşlardı. Sovyet Rusya'da devrimciler, karşıtları Beyaz kuvvetleri ezmiş ve ülkesi içindeki yabancı devletlerin birliklerini atmış, bağımsızlıklarını ilan eden küçük memleketleri yeniden ilhak etmiş ve rejimini kurmuştur. Ka-nnca kararınca Rusya'nın güney doğusunda kurduğumuz dostluk sınırlarının (ki buna dostluk kalkanları diyebiliriz) bu memlekete o zamandan itibaren yapmış olduğu yardımı görmezlikten gelmek tarihi bir hata olur. Bu suretle kurulan münasebetlerimizin geçen yıllar boyunca temaslarımız üzerinde, bizim gibi dostluğun içtenliğine ve gereğine inanların bir değer-lendime yapması gerekir.

Görülen şu idi ki, büyük Rusya, büyük işlere girişmiştir. Daha da büyük işleri vardı. Bunlar var iken onun kimseye ayak uydurmaya ne ni-yeti ne de maddi imkanı yoktu. Yani Ruslar'la eşit şartlarla ortaklık yapı-lamaz. Rusya ancak kendisine ayak uydurulmasını ister. Rusya dış müna-sebetlerini ancak "fiziki coğrafya" bakımından düşünür. Yani onun için mana ve kıymeti olan şey ancak o memleketlerin toprağıdır. Başka bir memleketin izlediği siyaseti kendi siyaseti ile uygunluğu açısından değer-lendirmez. Sonunda istediği o memleketi kendi hesaplarına göre kullan-maktır. Bu bir sabit fikirdir. Başka türlü kendisi için güvenlik düşünemez. 1939'da Moskova'da İngiliz-Fransız-Sovyet görüşmelerinde bu zihniyetin kuvvetden fiile geçtiğini gördük. Polonya, Finlandiya, Baltık memleketleri ve Romanya'ya gerektiğinde yardım konusunu bu memleketlerin talebi üzerine değil, sırf kendi takdirlerine göre tasavvur ettikleri ortaya çıktı.

Sovyet Rusya tekelcidir. Eşit şartlar içinde dostluk tasavvur edemez. Koruyucu olacaktır. Dostlar dediği onun koruyuculuğunda geçinecektir.

Türkiye'ye gelince: Türkiye dış dünya ile temasa renksiz ve alt düzey-de olduğu sürece Sovyetler dostluk siyasetinden dem vurmuşlardır. Ancak her ne zaman Türkiye dış dünya ile gerçek manasında siyasi temaslarda bulundu ise Sovyetler'in derhal ters tavrını görmüştür. Balkan Paktı'nı ak-dettiğimiz zaman usulen önceden Sovyet dostlarımıza haber verip müzake-relere başlamıştık. Atina'da andlaşmayı imzalamaya giderken, Dışişleri Ba-kanı Dr. Tevfik Rüştü Aras Bakanlık'ta bizzat benim yanımda Sovyet Büyükelçisi Suriç'e metni göstermiş ve imza için muvafakatını istemişti. Biz Atina'ya varıp tam imza edeceğimiz sırada Suriç, Başbakan İsmet Pa-şa'ya kıyameti kopararak, muvafakat talep edilmemiş olmasını şiddetle protesto etmiştir. Meseleyi halledinceye kadar ak ile karayı seçen Tevfik Rüştü beyin Atina'da gece sefarette hiddetinden tir tir titrediğini, "Paktı imzalar ve sonra intihar ederim" dediğini hatırlarım. Herşeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti devlet adamları Sovyet dostluğuna özen göstetirlerdi ve gerçekten Türkiye'nin dış münasebetlerinin bu dostlukla uyumlu olmasına dikkat ederlerdi. Türkiye her zaman 1925 Saldırmazlık Paktı'nın 1929'da yapılan Uzatma Protokolü gereği belirli konularda temas, müzakere ve bir uzlaşıya varılması yükümlülüğüne uyduğu halde, Sovyet Rusya aynı şeyi ancak isteksizlikle yapardı. Hele son zamanlarda giriştikleri müzâkerelerden büsbütün zoraki bilgi vermeye başladıklarını da görüyorduk. Mesela, Bulgaristan ile konuşmaya başladıklarından bize bilgi vermediler. Hatta biz bunu protesto bile ettik. Bir takım tatlı lakırdılar ile işler tatlıya bağlanmıştı.

Türkiye Cumhuriyeti güçlendikçe ve dünyadaki konjonktür I. Dünya Savaşından sonra değişmeye başlayınca, özellikle Türkiye, 1932'de Millet-ler Cemiyeti'ne girdikten sonra Batı Devletleri'yle münasebetleri gelişme yolunu tutmuştu. Bilhassa 1935 italyan-Habeş Savaşı dolayısiyle Milletler Cemiyeti'nce kabul edilen yaptırımlar ve 1936 Akdeniz Anlaşması vesile-siyle ingilizlerle siyasi işbirliği bir hayli gelişmişti. Türkiye'nin tuttuğu bu yol, dost Sovyet Rusya'yı memnun edeceği yerde, sinsi sinsi tepkilerin en çirkin işaretlerine bile şahit olunmuştu. Bir dostluk ziyareti vesilesiyle Moskova'ya giden Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras ile içişleri Baka-nı ve o zaman Halk Partisi Genel Katibi Şükrü Kaya ve iktisat Başkanı Celal Bayar'dan oluşan heyet şerefine verilen bir resmi kabulde, yüksek mevkili bir Sovyet Generali'nin sanki sarhoş pozuna girerek, Tevfik Rüştü beye açıkça "İngiliz casusu, Avrupalı uşağı, sahtekar, yalancı" gibi en ağır hareketleri uzun uzadıya döküp saçtığı ve bu konuşması üzerine Gene-ral'in koluna girilerek, salondan çıkarıldığı bir vakıadır.

Montreux sözleşmesi akdedilirken, Tevfik Rüştü beyle Litvinof arasın-da cereyan eden olaya bizzat ben tanık olmuştum: Boğazlar'dan geçecek büyük Sovyet savaş gemilerine iki refakat gemisinin eşlik etmesini isteyen Litvinof, Tevfik Rüştü Beye ve Türkiye'ye ağır hücumlarda bulunmuş, Tevfik Rüştü Bey ise konferansta kabul edilen ilkeler uyarınca gemilerin yalnız geçmesinde ısrar etmişti. Litvinof ile aralarında münakaşanın aldığı seyir üzerine Tevfik Rüştü bey "Eğer Sovyet dostluğu böyle bir pahaya olacak ise ben onu istemiyorum" diyerek odayı, selâmlaşmadan terk edip gitmişti. Sovyet Hükümeti bu görüşünde ısrar ve Ankara'da yaptığı baskı sonucu Ankara'dan gelen talimat üzerinedir ki, Sovyet gemilerinin refakat gemileriyle birlikte geçmesi kabul edilmişti. Montreux sözleşmesinin ak-dinden 3-4 ay sonra Milletler Cemiyeti'ndeki bir toplantı vesilesiyle Ce-nevre'de bulundukları sırada Litvinof sanki hiç Montreux sözleşmesi yok-mu§ gibi, Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü beyle Boğazlar'ın ortakla-şa savunulmasını ve Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir Andlaşma ak-dini teklif ettiğini de biliyorduk. Dünya olayları karşısında Sovyet Rusya'nın benimsediği ideoloji gereği tutum, davranış ve girişimlere Türki-ye'nin katılması ve bunları onaylaması imkansız idi. Böyle olmakla bera-ber, Türkiye Sovyet dostluğunu düşünerek her zaman ihtiyatlı hareket et-miş ve Sovyetler aleyhine bir davranıştan kaçınmıştı. Zamanla 2. Dünya Savaşı'nın habercisi kara bulutlarla yüklü günlerin gelip çatmasına kadar, gerek Sovyet Rusya, gerek Türkiye izledikleri yolların birbirlerinin siyaset ve menfeatlerine uymadığına dair bir ifade ve işarette bulunmamışlardı.

19 Ekim 1939 günü Ankara'da Üçlü ittifak Başbakan Dr. Refik Say-dam ile Fransa Büyükelçisi Massigli ve İngiltere Büyükelçisi Knatchbull Huggessen tarafından imzalanmıştı. Askeri Sözleşme ise kısa süre sonra Ankara'ya gelen General Weygand, General Wavel ve Mareşal Fevzi Çak-mak tarafından imza edilmişti. Böylece tüm imza işleri tamamlanınca, Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 8 Kasım 1939'da Üçlü ittifakı Meclis'in onayı-na sundu. Andlaşma oybirliği ve alkışlarla onaylandı. Onay işlemi İngilte-re ve Fransa parlementolarınca da yapılınca, Andlaşma Kasım'da onay belgelerinin testi edilmesiyle yürürlüğe girdi.

Türkiye bu andlaşmayı imzaladığı zaman İngiltere ve Fransa bir bu-çuk aydır Almanya ile savaş halinde idiler. Sovyet Rusya teklif ettiğimiz it-tifakı reddetmişti. Demek oluyor ki, Türkiye fiilen savaş dışında da bulun-sa, artık tarafsız olmaktan çok bir "taraf" idi. Seçtiği yol bu idi.

Türkiye'nin siyasi ve askeri mukadderatına yön verecek olan Üçlü it-tifak Andlaşması'nı kısaca anımsatmakta yarar vardır. Ittifak ile üstlenilen yükümlülükler şöyle idi:

a) Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğradığı takdirde İngiltere ve Fransa ona ellerinden gelen her yardım ve desteği gösterecektir.

b) Türkiye de, bir Avrupa devleti tarafından Akdeniz bölgesinde bir savaşı doğuracak olan ve İngiltere ve Fransa'nın karışmış olacağı bir saldı-rı halinde, bu iki devlete elinden gelen bütün yardım ve desteği göstere-cektir.

c) Romanya ve Yunanistan'a verdikleri garantiler dolayısıyla Fransa ve İngiltere savaşa girecek olurlarsa Türkiye onlarla işbirliği edecektir

d) Andlaşmanın 2. ve 3. maddelerinde öngörülen haller dışında, İn-giltere ve Fransa bir Avrupalı devletin girişeceği saldırı sonucu savaşa sürüklenmiş olursa akid taraflar derhal birbirleriyle istişare edecektir.

e) Taraflardan birinin tarafsı zlık veya bağımsı zlığı nı korumayı üstlendiği başka bir memlekete karşı bir Avrupa devleti saldı rıya geçmesi veya âkid taraflardan birinin kendi güvenliğini tehdit eden bir başka devletle savaşa girmesi hallerinde, âkidler etkin tedbirleri almak için istişâre edecekler.

f) Andlaşma savunma amacı gütmekte olup kimseye karşı değildir.

g) Bu taahütler aynı zamanda iki taraflı sayılacaktı r.

h) Akidler başlamış olan bir muhasematta ayrı mütareke ve barış yapamaz.

ö) Andlaşmanın süresi 15 yı ldı r, bu sürenin sonunda andlaşma beşer yı llı k süreler için kendiliğinden uzar.

Andlaşmanı n eklerine gelince. Bunlar, ilk ikisi açı k, üçüncüsü gizli üç protokol ile, biri Özel Andlaşma ve biri Askeri Sözleşmedir. Bunlar:

1. Andlaşmanı n beklemeksizin meriyet mevkiine gireceğine ilişkin I sayı lı Protokol,

2. Andlaşma hükümlerinin Türkiye'yi Sovyet Rusya ile bir silahlı bir anlaşmazlığa sürükleyecek bir harekete mecbur etmeyeceğine ilişkin II. sayı lı protokol (Sovyet çekincesi).

3. Andlaşmanın 5. maddesiyle ilgili olarak, bir Avrupalı devlet tarafı ndan girişilecek bir askeri hareket Bulgar veya Yunan sını rlarına ulaştığı anda, İ ngiltere ve Fransa'nın, Türkiye'nin talebi üzerine, ellerindeki bütün imkanlarla ona yardı m ve destek göstereceğine ilişkin III, sayı lı protokol (Gizli).

Özel Anlaşmaya göre:

1. İ ngiltere ve Fransa'nı n Türkiye'ye vereceği savaş malzemesinin bedelini ödemek için 20 yı l vadeli, şartları sonradan tesbit edilmek üzere, 25 milyon İ ngiliz liralı k kredi açı lacak,

2. İşbu krediler sipariş edilmiş bulunan techizatın en kısa sürede teslim edileceği ve geri kalan malzemenin teslim programı nı ve özellikle Türkiye'nin Avrupa sını rlarına karşı bir saldı rıya en etkin şekilde karşı koymak için en çok ihtiyacı olan malzemenin listesi Paris veya Londra'da toplanacak bir komisyon tarafı ndan tesbit edilecek,

3. Üç hükümet birlikte bir savaşa giriştikleri takdirde Türkiye'ye bunlardan başka malzeme ve techizat da verilecek,

4. İngiltere ve Fransa Türkiye'ye ekonomik durumunu düzeltmek için 15 milyon İngiliz lirası ödünç verecek ve bu para altın olarak Ankara'da teslim edilecek, verilen para Türk lirası olarak, tütün veya anlaşma yolu ile başka maddelerin alımına tahsis edilmek üzere 20 yılda ödenecek,

5. Kliring hesaplarının serbest bırakılmasına ilişkin krediler sağlana-cak,

6. Türkiye, andlaşmadan doğan taahütlerini ancak 2. maddede (b) yazılı ivedi malzeme listesindeki techizâtın ve 15 milyonluk istikrazın altın olarak kendisine tesliminden sonra yerine getirmek zorunda kalacaktır.

Gene gizli nitelikteki Askeri Sözleşme ise savaşta öngörülen çeşitli ha-rekât varsayımlarma göre işbirliğinin düzenlenmesidir.

Yukarıda da işaret ettiğim üzere Türkiye çarpışan iki zümreden birisi-nin tarafına arzusuyla ve milli bir kararla katılmıştı. Artık hayatımızı buna göre düzenlemek gerekiyor ve Anlaşmanın fiilen uygulanmasına geçiliyor-du. Ve doğuracağı tüm sonuçları ile askeri, iktisadi, mali, ticari, siyasi tüm meseleler, birbiriyle bağlı olarak hükümetin karşısında idi.

Daha 12 Mayıs 1939 İngiliz-Türk Deklerasyon'u ilan edilir edilmez Ribbentrop ısrarla 150 milyon altın marklık 1938 Funk kredisinin uygu-lanmasıyla ilgili Kliring Anlaşmasını uzatmamış ve Almanya'ya sipariş et-tiğimiz silâhlan da teslim etmeyeceğini bize bildirmişti. Alışveriş de dur-muştu. Ekonomik durum kötüye gidiyordu. Savaş koşulları içinde Türk dış ticaretine yeni bir düzen verilmesi ve özellikle Almanlar'ın silâh tesli-matını durdurmaları üzerine büsbütün önem kazanan Üçlü Andlaşma'nın öngördüğü ihtiyaç listesindeki silahların gönderilmesinin çabuklaştırılması hayati bir hale gelmişti. Silah teslimatı listelerinin hemen düzenlenip gönderilmesi için esasen Orgeneral Kazım Orbay 3 Ekim 1939'dan beri Londra'da idi. Orada bir ay kalmış ve 24 Kasım'da Paris'e geçmişti.

Andlaşmaya bağlı Özel Anlaşma'da öngörülen düzenlemelerin yapıl-ması için Numan Menemencioğlu'nun Londra ve Paris'e gitmesi kararlaş-tırıldı. Menemencioğlu 20 Kasım'da Ankara'dan hareket etti. Müzâkerele-rin müttefiklerimizin anlayışsız denecek tutumundan doğan zorluklar için-de cereyan ettiği Numan'dan gelen, hatta bir defasında ümitsizliğe kapıla-rak görevinden affedilip geri çağırılmasını rica eden telgraflarından anlaşı-lıyordu.

Başlıca zorluk İngilizler'in bizden ulusal ekonomimizin temel ürünleri olan tütün, incir ve üzümü yeter miktarda almak istemediklerinden ileri geliyordu. Uzun çekişmelerden sonra Numan Paris'e geçerek 8 Ocak 1940'da İngiliz ve Fransızlar'la gereken anlaşmaları imza etti. Bu anlaşma-ların, o zamanın koşulları içinde, çok önemli başarı saymak gerekir. Bu uygulama anlaşmalarının ilki Özel Anlaşma gereğince bize iki Hükümetin açtığı 25 milyon sterlinlik krediyle ilgili idi. Bu kredi bize verilecek silahla-rı ödemeye kullanılacak, karşılığı 20 yılda Türkiye'den Fransa ve İngilte-re'nin her türlü ürünlerin satılmasında kullanılmak üzere Türk lirası ola-rak 20 yılda % 4 faizle geri ödenecekti. İkinci uygulama anlaşması bize verilen 15 milyon sterlinlik krediyle ilgili idi. Bu kredinin karşılığı altın olarak en geç altı hafta içinde Ankara'da teslim edilecek, kredinin karşılığı % 3 faizli olacak 20 yılda tütün veya ayrıca kararlaştırılcak başka malların alanında kullanılmak üzere Türk lirası olarak geri ödenecekti.

Biri İngiliz-Türk, öteki Türk-Fransız anlaşması olmak üzere başlıca iki anlaşmaya göre ertelenmiş ticaret borçlarının ödenmesi için İngiltere 3 milyon sterlin, Fransa da 1.5 milyon sterlin karşılığı Frank, Türkiye'ye kre-di açtı. Bu kredilerden artacak para Türkiye'nin istediği malları tercihen Sterlin ve Frang bölgesinde satın alarak kullanacaktı.

Bir başka anlaşma krom ihracatı ile ilgili idi. Fransa ve İngiltere iki yıl süre ile her yıl ancak 250.000 ton olmak üzere, Türkiye'den krom (Fransa 4/15, İngiltere ı 1/15 oranında) satın alacaklardı. Müttefikler ken-di paylarından feragât ettikleri takdirde başka memleketlerin almaları da mümkün idi.

Özel Anlaşmanın 2. Maddesinin öngördüğü techizat ve silahlara ge-lince: Bunların istenilen miktarda temin ve yollanmasının çabuklaştırılma-sı konusundaki uygulamanın tatminkar olmaktan çok uzak kaldığı ve müttefiklerimizin bu işte üretim kapasitelerinin umulduğu kadar olmadığı, geri kaldıkları ve kalacakları görülüyordu.

Ticari ve mali anlaşmanın bu şekilde gerçekleşmesine ne kadar mem-nuniyet verici ise, silahların teslimi temposunun gecikmesi de o derece düşündürücü idi. Kaldı ki, durum her gün daha ağırlaşmakta ve bizim ihtiyacımız o nisbette acele hale gelmekte idi.

Altınlar 28 Ocak 194o'da Ankara'da Merkez Bankası'na teslim edil-mişti. Bir iki gün sonra Özel Anlaşma'nın hükümlerinin yerine getirildiği-ni bildiren müttefiklerimizin gösterdikleri iyiniyete karşılık, ilgili maddede-ki çekince kaldırdı ve durum Fransa ve İngiltere Büyükelçileri'ne birer mektupla bildirmiş olmakla, Üçlü ittifak Andlaşması tüm hükümleriyle yürürlüğe konulmuş oldu. Bundan sonra andlaşma ve yeni akdedilen an-laşmaların uygulanması için gereken örgütü kurup işletmek gerekiyordu. Yıllardır, ekonomi ve ticaretimiz Almanya ile gelişmekte idi. Birden bire dümenin başka yöne çevrilmesi gerekmişti. Eğer Müttefıklerle anlaşmaları-mız iyi işlemezse kuşkusuz pek çok zorluklar çıkabilirdi.

VI. Sovyet Rusya'nın Finlandiya'ya Saldırısı (30 Kasım 1939); Balkanlarda Durum ve Menemencioglu'nun Sofya ziyareti (Ocak 1940); Balkan Paktı Konsey:-nin Belgrat Toplantısı (Şubat 1940).
Biz bu işlerde yoğun biçimde çalışırken, Kuzeyde kaygı verici şim-şekler çakmaya başladı. Ruslar Finlandiya'dan, deniz ve hava üssü olarak kullanmak için, Hango limanının geri verilmesini, ayrıca Ribani yarıma-dasını, Petsamo limanını istiyor, Finlandiya körfezindeki adalarda üs kura-caklarını bildiriyorlardı. Finlandiya'nın bunları reddettiği ve Fin Heye-ti'nin Moskova'dan ayrıldığı sırada, Kareli bölgesindeki sınırın kapandığı, Sovyetler'in 25 Kasım 1939'da Finlandiya ile yaptığı Saldırmazlık Paktı'na son verdiği ve Finlandiya'nın düşmanca davranışları nedeniyle 28 Ka-sım'da onunla münasebetleri kesdiklerine dair bir nota verdikleri öğrenil-di. Arkasından da Sovyet Rusya, küçücük Finlandiya'ya 30 Kasım 1939'da savaş ilan edip üstüne yürüdü. Zaten ızdırap içindeki dünya için bu çok feci durumda Finlandiya'nın 3 Aralık'ta Milletler Cemiyeti'ne baş-vurması üzerine konu 9 Aralıkta Konseyde görüşülmeye başlandı, ancak Sovyetler katılmak istemedi. Konsey savaşa son verilmesi kararı aldığı hal-de Sovyet Rusya aldırış etmeden saldırısını sürdürdü. Milletler Cemiyeti, üyelerine Finlandiya'ya yardım edilmesini tavsiye etmişti. Dünya kamuo-yunda bu iyi karşılanmıştı. İngiltere ve Fransa yardıma hazır olduklarını açıkladılarsa da, Norveç ve İsveç askeri sevkiyatın kendi arazilerinden geç-mesine izin vermediler. 13 Aralık'ta, Arjantin delegesinin Sovyet Rus-ya'nın Milletler Cemiyeti'nden çıkarılması teklifi üzerine Sovyetler Birliği Örgütten çıkarıldı. Bu kararda Türk delegesi Necmeddin Sadak çekimser kalmıştı. Amerika'nın aracılık teklifine, Milletler Cemiyeti'nin ateşkes ve hatta örgütten çıkarma kararına Sovyetler aldırış bile etmemişti. Biçare Finlandiya ise Sovyet devi ile umulmadık bir cesaret, kuvvet ve ateşle bo-ğuşuyordu. Ordusu, hayranlık veren kahramanlıklar gösteriyordu. İlk za-manlar Sovyetler'i oldukça önemli hezimetlere u ğrattı. Finliler arslanlar gi-bi üç ay döğüştü, ancak Sovyetler'in Mannerheim hattını yarması üzerine dayanmayarak 8 Mart 194o'da Sovyet koşullarını kabule razı oldu. (Molo-tov kokteyli bu Savaşta Finlandiyalılar'ın Sovyet tanklarına attıkları patla-yıcı maddeden kalma bir deyimdir).

insafsız kuvvetlerin saldırganlığı şaşırtıcı oluyordu. Bunlar coğrafi du-rumlarının yarattığı imtiyazlı koşullardan pervasızca yararlanıyorlardı. Dünya kamuoyu Sovyetler'in saldırısı karşısında heyecana gelmişti. Özel-likle Fransa ve İngiltere'de halk hükümetler üzerinde baskı yaparak ma-sum Finlandiya'ya yardım edilmesini istiyordu. İnsancıl ve medeni bir düşünce olmakla beraber, bu yardımın bu memleketlere fiilen nasıl yapı-labileceği bir sorun idi. Bu, mümkün olsa bile, kuvvet israfından başka işe yaramayacaktı.

Türkiye olarak biz de müteyakluz kalıyor ve onlara itidal tavsiye edi-yorduk. Bu arada, Milletler Cemiyeti karan üzerine, Müttefikler Yüksek Savaş Kurulu karariyle Fransa asker, İngiltere de uçak göndermek suretiy-le Finlandiya'ya yardım etmeye karar vermişti. Bu sevkiyat ancak Naryik yoluyla İsveç'ten ve Norveç'ten geçerek mümkün olabilirdi. Anlaşılması kolay nedenlerle Norveç ve İsveç, geçit vermiyordu. Böylece girişim sonuç vermemiş oldu. Sovyet ejderi şimdilik bir lokma yutmuş idi.

Gerçi, İsveç ve Norveç'in tutumu dolayısiyle Finlandiya'ya gönderile-cek yardım meselesi kapanmış idi. Ancak arada, özellikle Şubat ayı içinde doğrudan doğruya Türkiye'yi ilgilendiren durumlar ortaya çıktığını gördük: Finlandiya'ya yardımı İngiliz ve Fransızlar yaptığı takdirde Sovyet Rusya'nın bunu bir "casus belli" saymayacağı ne malüm idi? Fransa ve İngiltere bunu göze alabilirler miydi? Bu takdirde -sırf farazi dahi olsa-Türkiye Üçlü Andlaşma'ya koyduğu Sovyet rezervi dolayisiyle tarafsız ka-lacak idi. Ama gariptir ki; bu esnalarda kaynağı ne olduğu pek belli ol-mayan haberlere dayanarak, Londra basını ve onu izleyerek başka basın-larda Kafkasya'da bir Türk-Sovyet çarpışmasını doğuracak şekilde tahşidat yapıldığı söylentileri Yayılmağa başladı. 23 Şubat'ta Sovyet "Kızıl Yıldız" gazetesi de Kafkas'ta 350 bin Türk askeri tahşid edildiğini yazıyordu. Biz yalanladık. Bu bulandırıcı haberlerin kaynağı tavuğun mu yumurtadan, yumurtanın mı tavuktan çıktığı konusu gibi çözümsüz kalkacaktı. Gerçek-te böyle birşey olmadığı için hükümet yalanlamasına rağmen yabancı ba-sın ısrar etti. Rahatsızlık veren bir hava oluştu. Bir sinir gerginliği (pyschose provocative) yaratılmaya çalışıldığı anlaşıllyordu. İşi kökünden kesmek için Başbakan Refik Saydam yaptığı bir radyo konuşmasında ha-beri kesinlikle yalanladı. Ancak gizli istihbaratımız havada birşeyler dolaştığını bize gösteriyordu. Londra ve Paris hükümetlerinin gizlice Kafkas-ya'ya ve özellikle Bakü'ye hava akınları yapma kararı aldıkları takdirde, bunun uygulanması biçiminin ilgili servisler tarafından gizli olarak ince-lenmesi konusunda bazı emirlerin verildiği anlaşılıyordu. Bize bu yolda bir girişim yapılmış değildi. Fakat, müttefik askeri servisler arasında Fin-landiya'ya yardım dolayısiyle Sovyet Rusya ile çatışmak gerekirse harekâ-bn yapılması lazım geleceğine dair plânların hazırlanmakta olduğuna ke-sinlikle inanmıştık. Bunu teyiden şubat ayında, İngiliz ve Fransız Büyükel-çilerinin Saraçoğlu'ndan "haber isteyici" nitelikte yaptıkları bir girişimi ha-tırlarım. Anlamak istedikleri "hangi durumlarda müttefik donanmasının Karadeniz'e girmesine izin verileceği" idi. Görülüyor ki, edindiğim bilgiler doğru idi.

Siyasi ve askeri düşüncelere gerek bile kalmaksızın, haritaya bakıldığı zaman Balkanlar'ın Türkiye için ehemmiyeti elle tutulur, fizik bir gerçek olarak meydana çıkar. Türkiye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Balkan Devletleri'yle iyi ilişkiler sürdürmeğe özen göstermiş ve Bal-kan bölgesinin huzur, barış ve süldin içinde saldırıdan uzak kalmasını kendi güvenliğinin icaplarından saymıştır. Gayretleri de daima bu doğrul-tuda olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı'nın şüphe götürmez işaretleri her gün biraz daha açıklıkla belirdikçe Balkan bölgesinin önemi bizim için bir kat daha artı-yordu. Almanlar'ın, italyanlar'ın ve Sovyetler'in Balkan hükümetleri üze-rinde baskılara varan faaliyetlerine bakılırsa, çeşitli faraziye, ihtimal ve konjonktürlere göre, ister tek başına hareket ederek Alman, İtalya veya Sovyet Rusya, ister herhangi bir siyasi kombinezonun gerçekleşmesi sonu-cunda (Polonya'da olduğu gibi) birlikte saldırıya girişilerek Balkan bölgesi-nin üç yönden saldırıya açık olabileceğini göz önünde tutmak gerekiyordu.

Sovyet Rusya'nın Romanya Besarabyası'na göz koymuş olması ve Slav Bulgaristan'a iştihâ ile bakması, Italya'nın Arnavutluk ve Yunanistan üzerindeki kötü düşünceleri faaliyetleri ve baskıları, yukarıda sözünü etti-ğim karanlık faraziyelere kuvvetli ışık tutan gerçeklerdi. Bu istidâtlardan hangisi olursa olsun, ister tek başına, ister koordone bir halde, bu memle-ketlerden birinin akeri işgal yolu ile olsun, ya da ağır baskı altına sokmak biçiminde olsun, hareket saldırıcıyı Türkiye sınırlarına yaklaştırmak olur- du.

Baskıya dayanabilmek, bağımsızlıklarını korumak için en iyi vasıtanın Balkan Devletleri'nin hep beraber bir karar ve hareket birliğine varmaları, bizim düşündüğümüz ve Balkanlı komşularımızın da menfaatlerine en uy-gun düşeceğine kâni olduğumuz bir siyaset idi. Bu siyasetin gerçekleşme-sine yardım ederek, onu mümkün kılacak şartlar da yok değildi. Balkan Devletleri'nin her biri bütünlüklerini ve bağımsızlıklarını korumak azmin-de idiler. Ortada bir Balkan Anlantı vardı. Ayrıca Yunanistan'a İngiliz-Fransız garantisi ve Romanya'ya İngiliz-Fransız garantisi vardı. Bu garan-tilere Üçlü ittifak dolayısiyle Türkiye de katılmıştı. O nedenle her şeyden önce bir moral cephe kurmak gerek idi. Bu cephe ise Türkiye dahil bütün Balkanlar'ı ihtiva etmeli idi. Bu bakımdan Bulgaristan'ın durumu-nun özelliği ve önemi bulunuyordu. Bulgaristan, komşularıyla ve özellikle Romanya ile Dobruca üzerindeki talepleri nedeniyle ihtilaflı durumda idi. Balkan Paktı aslında ona karşı idi. Bu zorlukların giderilmesi imkansız de-ğildi. Kaldı ki, Bulgaristan'ın Balkan Paktı'na katılması epeyce zamandan beri öngörülüyordu. Türkiye Balkan Paktı Konseyi içinde bu yolda müsbet faaliyet sarfediyordu. Mantık ölçülerine vurulunca Balkan Devlet-leri'ni birbiriyle yaklaştırıp bir bütün olarak manevi cephe kurulabilirdi. Böyle bir teşebbüsün başarılı olması ihtimali yok sayılamazdı. Fazla iyim-serliğe kapılmaksızın Saraçoğlu ve hükümet bunun tecrübeye değer oldu-ğu konusunda idi. Bu memleketlerin coğrafi ve siyasi durumu itibariyle herhangi bir kışkırtıcı sayılabilecek hareketten mutlak surette çekinmekte oldukları da biliniyordu.

Paris'te Üçlü ittifak çerçevesinde alınacak kredilerle ilgili olarak müza-kerelerden dönerken trenin Sofya'dan geçmesinden yararlanan Numan Menemencioğlu, Sofya elçimiz Şevki Berker'in hazırladığı Bulgarlar'a bir nezaket ziyareti fırsatını bulmuştu. 12 Ocak f94o'da Kral Boris tarafından kabul edilmiş ve Bulgar Başbakan ile de görüşmeler yapmıştı. Başbakan Köseivanof 1939 Mart ayında Ankara'yı ziyaret etmiş, esaslı görüşmelerde bulunmuştu. Türk hükümetinin görüşlerini biliyordu. Menemencioğlu da Sofya görüşmelerinden Ankara'ya müsbet denebilecek intibalar ve sonuç-ları getirmişti. Bulgarlar ona:

a) Kesinlikle tarafsızlıklarını korumak istediklerini,

b) Her hangi bir yabancı devletin silahlı kuvvetlerine geçit vermeye-ceklerini,

c) Herhangi bir saldırı halinde, veya

d) Gerek Almanya, gerek İtalya veya Sovyet Rusya'dan biri Bulgaristan'a bir ittifak teklif ettiği taktirde derhal bizimle istişâre edeceklerini söylemişti.

Hazırlanan güzel bir ortak bildiri ile bu ziyaretin mahiyeti ve Sofya'nı n tarafsızlığı ve Türkiye'nin bu bitaraflığa riayet kararında olduğu belirtildi.

İzlenmek istenilen yolda bu sonuç müsbet bir adım sayı labilirdi.

Şubat ayı başında Belgrad'da Balkan Antantı Konseyi'nin toplantısına giderken Saraçoğlu, yol üstünde Sofya'da Başvekil Köseivanorla görüşmek fı rsatı nı buldu. Bu görüşmelerde Saraçoğlu'na ümit verici önemli sözler söylenmişti. Bulgar Başvekili özellikle:

a) Dobruca meselesinin hallini genel barışın âkdine değin ertelelendiğini,

Romanya bir Sovyet saldı rısına uğrarsa fı rsattan istifade edip, Romanya'ya çullanmayacağını bildirmiş ve bunların Romenler'e aktarılmasına razı olmuştu.

Saraçoğlu 2 Şubat 1940 günü Belgrad'da Konsey toplantısında Sofya görüşmelerini ve Bulgar Başkanı'nı n verdiği güvenceyi Yugoslav, Yunan, Romen Başbakanları'na anlattı. Romen Dışişleri Bakanı Gafenco kendisine Dobruca üzerindeki Bulgar taleplerini, Romanya'nın tayin edeceği zamanda tatmin etmeyi kabul ettiğini, zamanın Romanya tarafından tayininin, buna benzer Rus ve Macar taleplerine de yol açmamak bakımından önemli olduğunu anlattı ve Saraçoğlu'nun bu konuşmayı Koseivanora bildirmesini kabul etti. Belgrad'dan dönüş yolunda trenin Sofya'da durması ndan yararlanan Saraçoğlu kendisini karşılamaya gelen Başvekil Köseivanora Gafenco'nun karşılı klarını bildirdi. Koseivanof da ona şayet:

a) Kuzeyden gelecek bir saldı rı karşısında Yugoslav veya Romen ordusu çekilme haliade Bulgar sı nı rlarına iltica edecek olurlarsa, Bulgaristan'ın bunları n çekilmesiri kolaylaştı racağını ve

b) Bizzat Bulgaristan _ehdit edilecek olursa, Bulgar Genel Kurmayı 'nın derhal Türk Genel Kurmayı ile temasa geçeceğini bildirmişti.

Zamanın şartları na göre, Saraçoğlu'nun bu görüşmelerinin önemli ve ümit verici sonuçlar getirdiği muhakkak idi.

Belgrad toplantısı kararları da çok memnuniyet verici idi: Konsey Romanyalı Gafenco'nun başkanlığında toplanmış tı. Yunanistan'ı Metaxas, Yugoslavya'yı Markoviç temsil ediyordu. Konsey bildirisi, Balkan Paktı'nın 7 yıl uzatılması, toplantının 194I'de Atina'da yapılması, kendi bölgelerin-de barış sükünun korunması ve sağlanması için ortak menfaatlerini mev-cut savaş karşısında herbirinin durumlarını koruyarak, bağımsızlık ve milli topraklarının savunulması ve barışsever bir siyaset izlenmesi konusunda dört üyenin kararlarını açıklıyordu. Demek ki, aranan karar ve hareket birliğine götürecek manevi ve siyasi cephenin kurulması tasavvuru kuvve-den fiile geçmek durumuna yaklaşmıştı.

Belgrad toplantısından sonra, Konsey başkanlığı Türkiye Dışişleri Ba-kanı'na geçmiş. Yeni Başkan Saraçoğlu Belgrad Konseyi görüşmelerinin bir parçası sayılabilecek Bulgar-Romen yaklaşmasını gerçekleştirmek üze-re, Gafenko ile vardığı sonucu Belgrad toplantısında açıklamaktan başka, üye devletlere bir yazı ile bildirmeyi ve metnin bir örneğini de bilgi için Sofya'ya vermeyi uygun görmüştü.

Arada Köseivanof istifa etmiş ve yerine geçen Filof eski Başbakan'ın Saraçoğlu'na ifadelerini aynen kabul ettiğini bildirmiş idi ki, bu da önemli bir nokta idi. Saraçoğlu usulen ve nezaketen yazıyı göndermeden önce, ta-savvurunu Gafenco'ya bildirmişti. Beklenmedik bir karşılık geldi. Gafenco, Saraçoğlu ile konuşması sırasında öbür Balkanlı meslekdaşlarının da o za-man bilgi sahibi olduğu açık ifadesine rağmen, böyle bir yazıdan Bulgar Başbakanı'na bilgi verilmemesini istedi. Aradan bir kaç gün sonra da An-kara'daki Romanya Elçisi Saraçoğlu'ndan bu yazının Balkan ittifakı üyele-rine bile gönderilmemesini istedi. Bu suretle güzel ve çok verimli gelişme-lere müsait bir fırsat elden kaçırıldı. Bu kaypaklığın nedeni anlaşılamadı çünkü birkaç zaman sonra da Gafenco istifa etti. Hızla gelişen olaylar da yeniden bu yolda bir girişimi zaten olanaksız kılacaktı.

VII. İngiliz-Fransız Türk Kurmaylannın Halep Toplantısı (Mart 1940); Müttefiklerin Bakı2 Petrollerini Bombalayacağı Söylentileri

1939 yılı Şubat-Mart ayının sonuna kadar Avrupa cephesinde çarpış-ma olmamıştı. Müttefiklerde yoğun bir hazırlık faaliyeti vardı. Günün en önemli konusu, her halde müttefiklerin İtalya'nın tarafsızlığını temin için sarfettikleri çok büyük gayret, gösterdikleri müsamaha ve iyiniyet idi. hal-ya'ya Almanya'dan kömür götüren gemilerin İngilizler tarafından mart başında tutulmasına ve İtalyanlar'ın protestosu üzerine, mart ortalarına doğru İngilizler'in italyanlar'la bir anlaşmaya vararak, Alman kömürünün Italya'ya sevkine izin vermeleri, italya'yı tatmin etmeye ne kadar gayret edildiğini gösteriyordu.

Yukarıda işaret ettiğim üzere, Finlandiya'ya yardım yüzünden savaşın başka sahalara sıçraması ihtimali halinde ne gibi planlar ve harekât uygu-lanabileceği konusunun İngiliz-Fransız yüksek askeri konseylerinde müzâ-kere edilmiş olduğunu anlıyorduk. Bize müttefiklerimizden bu yolda bir resmi girişim ve plan teklif edilmiş değildi. Böyle bir hayati konuda vu-zuhsuzluk var idi. Diğer taraftan Balkanlar'da müttefik harekât planları ve hazırlıkları ne idi, ne olacak idi? Bu da günün sorunu idi.

Türkiye'ye gönderilmesi gereken silahların teslim temposu ümit edi-lenden aşağı oluyordu. 1939 Martı'nın ikinci haftasında Müttefik Türk-İn-giliz-Fransız Genelkurmayları'mn Halep'te toplanmasına karar verildi. Ge-nel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz başkanlığında bir he-yetin gönderilmesi kararlaştırıldı. Heyetin trenle hareketinden bir kaç saat önce Saraçoğlu beni bularak, derhal heyetle Halep'e hareketimi bildirdi. Askeri bir heyete benim katılmamdaki neden ve lüzumun ne olduğunu kendisinden sordum. "Sen orada "hükümet" olarak bulunacaksın" dedi. Mesuliyetimin ağır olacağını söyledim ve talimatının ne olduğunu sor-dum. "İttifâkın ve siyasetimizin icaplarına göre karar verirsin. Her ikisini de en iyi bilen sensin" dedi. Bu suretle akşam trenle Halep'e hareket et-tik. İstasyondan Fransız ve İngiliz Büyükelçileri heyeti uğurlamaya gelmiş-lerdi. Fransız Büyükelçisi benim de gittiğimi görünce, ismim kendisine he-yet azası içinde bildirilmemiş olduğu için, şaşırdığını söyledi. Saraçoğlu "o orada hükümeti temsil edecek" dedi.

Halep'e varışımızda konferans bir okul binasında güzel sözlerle, sami-mi bir hava içinde çalışmalarına başladı. Başkanlık mevkiinde olan İngiliz temsilcisi gündemdeki müzakere mevzuunun, "Italya'nın tarafsızlığı kesin-likle temin edildiği takdirde Türkiye'ye yapılacak yardım" olduğunu açık-ladı. Bir ruznamenin ikinci ve sonraki maddelerinin ne olacağını bekledi-ğimiz halde görüşmelerin bu tek mevzua münhasır olacağı anlaşılınca, Asım Paşa'yı uyararak, itiraz ettik. Askeri ve siyasi durumun gösterdiği manzara karşısında, Halep'te toplanan Müttefik Kurmaylar'ın görevleri memleketlerinin bekasını tehdit eden, saldırgan, saldırganlar, saldırı ve sal-dırılara çeşitli tutumlarda ne şekilde karşı konulması lazım geldiğini çeşitli varsayımlara göre inceleyip ona göre planlar yapmak olduğu için, ihtimal-lerden yalnız biri olan İtalya bitaraflığı üzerinde durulamayacağı, İtalya'nın tarafsızlığı, Rusya'nın tek başina saldırısı veya Rusya ve Alman-ya'nın birlikte saldırısı veya İtalya-Rusya tarafsız kalıp Almanya'nın tek başına veya üçünün birlikte saldırısı haline ve Balkan Devletleri'nin, mese-la Bulgaristan'ın alacağı duruma göre bütün ihtimallerin incelenmesi lazım geldiğini izah ettim.

Müttefiklerimizin gündeminde ancak birinci varsayım bulunduğundan yalnız onun müzâkere edilmesinde ısrar etmeleri üzerine, hükümetimiz-den talimat almadan bu gündemi kabul edemeyeceğimizi ileri sürünce toplantı ertesi güne ertelendi. Durumu Ankara'ya arzettik. Gelen uysallık gösterilmesi yolundaki cevap üzerine durumu idare edici biçimde ertesi gün görüşmelere devam edildi. Ancak gayet iyi temennilere rağmen "planlama" ve karar bakımından memnunluk verici pratik sonuçlara varı-lamadı. Londra ve Paris'in de gelecekteki harekât hakkında, özellikle bizi ilgilendiren Yakın Doğu, Akdeniz ve Balkanlar'da Rusya şayet tarafsızlık-tan ayrılır ve saldınya geçecek olursa, onun için plan proje ve kararları bulunmadığı anlaşılıyordu. Halep konferansının dostane bir hava içinde bu şekilde sona ermesi üzerine, heyetimiz Orta Doğu Başkomutanı Gene-ral Weygand'ın davetlisi olarak Beyrut'a gitti. Kendisini 1922 Lozan Kon-feransı'ndan beri tanıdığım bu entellektüel büyük Fransız askeri ile ciddi hasbıhalde bulunduk. Büyük adamlara has fikir cesareti ve açıklığı ile ba-na, o da kendi dertlerinden sözetti. idarenin yavaşlığından, gecikmelerden, zaman kayıplarından, "Doğu ordusunun" kurulmasındaki ağırlıktan şika-yet etti. Bunların biran önce yola konulmasında kararlı olduğunu söyledi. "Bunlar çok geç olmadan yapılmalıdır, vakit kaybedilmemelidir" dedi. An-cak içindeki üzüntü ve kaygıyı hissetmemek kabil değildi. Halep konferan-sından yukarıda değindiğim suallere cevap almadan dönmüş oluyorduk.

Ankara'ya dönüşümde durumu hükümete ve beni kabul eden Cum-hurbaşkanı İnönü'ye anlattım. Ne benim ne de Asım Gündüz'ün intibala-=iz tatmin edici değildi. Daha cephelerde döğüşme başlamamış idi. Ak-deniz açık idi, ancak bizim sipariş ettiğimiz malzeme istediğimiz tempoda ve miktarda gönderilemiyordu. Ortak hareket planları yapılamamış idi. önemle üzerinde durulacak meseleler bunlar idi. Bu savaş yılının ilk ayla-rında, hükümetlerde olağanüstü durumların doğurduğu şartların gerekleri-ni yerine getirmek üzere, çabaları koordone edebilmek için, sarfedilen yo-ğun çalışmalann henüz tam semere vermediği izlenimi doğuyordu.

Fransız ve İngiliz Hükümetleri'nin açığa vurulmayan ve bize sözedil-meyen tasavvurları arasında Bakü petrollerinin bombardıman edilmesi ve Karadeniz'den Ruslar'ın Almanlar'a yaptıkları yardımlara bir nevi abluka uygulama projeleri olduğunu anlıyorduk. Bunun tabii bizi birinci derece-de ilgilendireceği kuşkusuzdu. Bakü'nün bombardımanını İrak'tan, Hab-baniye üssünden İngilizler yaparsa, Iran toprakları üzerinden geçecekleri için, bize bilgi vermeye bile ihtiyaç hissetmeyebilirlerdi. Halbuki, Fransız hava kuvvetleri de bu harekete katıldıkları takdirde, Suriye'den Cezire'den kalkacaklarına göre bizim topraklar üzerinden geçmeleri sözkonusu olaca-ğından, ya usulen bizden izin almaları veya bizden protestoyu göze alarak haber vermeden kaçak uçmaları gerekecekti. Fakat bunun pek ala Sovyet Rusya tarafından bir "casus belli" sayılacağı açıktı. Sovyetler'in ilk tepkile-rinin bizim üzerimizde olacağını tahmin için siyasi dehaya ihtiyaç yok idi.

Henüz esas cephe olan Avrupa'da düşmanla karşı karşıya duran ve gelecek muharebelerin doğrultu ve gelişmeleri belli olmadan müttefiklerin bu farazi Kafkas ve Karadeniz faaliyetlerinin, akla en uygun ihtimale göre, Almanya'ya bir müttefik kazandırmak ve savaş alanını genişletmek ve bize sirayet ettirmekten başka pratik bir yarar sağlayıp sağlamayacağı düşünülmeğe değerdi. Halbuki, biz ne siyasi ne askeri bakımından Sovyet Rusya'dan bize bir saldırı olmadıkça, onunla bir anlaşmazlığa sürüklen-meyi asla istemiyorduk. Esasen ittifak Andlaşması bunu II. Protokol'de açıkça ortaya koymuştu. Bize bu yolda bir teklif yapılmış olsa idi, buna katılmayı reddedeceğimizi müttefiklerimiz de biliyorlardı. Onun içindir ki, bize açıkça bir girişim yapılamamıştı.

Acaba müttefiklerimiz, özellikle Fransa, Batı cephesinin aşılmaz ve Maginot hattının yıkılmaz bir kale olması itibariyle, Avrupa'nın kesinlikle güvenlik içinde olduğu düşüncesiyle başka cephelerde düşmanı vurmak hevesine mi kapılmışlardı? Bunu yaparken de bir düşman daha yani Sov-yet Rusya'yı üstlerine çekmenin sonuçlarını hesaplamışlar mı idi? Hesap-ladılar idi ise, herhalde yanlış olduğuna hükmetmek gerekirdi.

Dediğim gibi bize bu tasavvurlar hakkında resmi bir başvuru olmadı. Ancak iki olaydan bir mana çıkarmak gerekiyordu: Mart ayı başında Moskova büyükelçimiz Haydar Aktay'dan bir telgraf gelmişti. Oradaki Amerikan Büyükelçisi Steinhart'ın kendisine söylediğine göre, Bakü petrol alanının vıcık vıcık petrol çamuru halinde denebilecek bir durumda oldu-ğunu ve bir bombardıman halinde buranın söndürülmesi imkansız şekilde tutuşmasından Sovyetler'in endişe ettiğini, fikirlerine başvurdukları Ameri-kalı uzmanların 1917 Devrimi'nden hemen sonra gerek Dnieperstroy bara-jının yapılmasında gerek ihmal edilmiş ve işlemez hale gelmiş bulunan Bakü petrol alanını yeniden işler durumuna gelmesinde pek çok Amerika-lı mühendisler çalışmıştı. Burada bir yangın çıkacak olursa, aylarca söndürülemeyeceği ve petrol üretiminin yıllarca geri kalacağı görüşünde bulunduklarını haber veriyordu. Saraçoğlu bir konuşma esnasında bilgi olarak bunu Massigli'ye anlatmış, Massigli de "Evet bombardıman uçakla-rının hareket alanları çok geniştir. Kuzey İrak'tan ve Cezire'den kalkan uçaklar kolayca Bakü'ye varabilirler, ancak bunun için Iran ve Türkiye toprakları üzerinden uçmak gerekir "diye cevap vermesi üzerine Saraçoğ-lu da "demek siz İran'ın protestosundan çekiniyorsunuz" demişti. Bu görüşmeyi bize naklederken Saraçoğlu "demek İran protestosundan çekini-yorsunuz" cümlesini bir nevi nükte olarak, yani yapabilmenize tek mani bu mu? kabilinden söylemiş olduğunu anlatmıştı.

Aradan on gün geçtikten sonra Fransız Büyükelçisi, Başbakan Deladi-er'nin yerine geçmiş olan Reynaud'dan "İki memleket arasındaki dayanış-manın teyidine yarayan bir Deklerasyon, bir güvence getirmişti. Bu nak-lettiğim vakayı ve anlamını yıllar sonra yayımlandığı güzel kitabında Mas-sigli bütün ayrıntıları ve inceliği ile anlattığı için sözü O'na bırakıyorum. Bu mesele bir çok savaş sonrası yayınlarında anlatıldı. Almanlar ele geçir-dikleri Fransız belgeleri arasında Massigli'nin bu konuşmayı nakleden tel-grafını sanki Türkiye'nin izni kesinlikle elde edilmiş gibi göstermek iste-mişlerdi. Massigli bunu yalanlamıştı.

Massigli, kitabında şöyle yazmıştı: "13 Mart'ta aramızda yerleşmiş adet üzere hemen her gün bilgi alışverişi için kendisini ziyarete gittiğim Saraçoğlu bana, Moskova Büyükelçileri'nden aldığı bir telgrafı okudu. Büyükelçi Sovyetler'in bir bombardıman halinde Bakü petrol alanının kar-şılaşacağı tehlikeden endişe ettiklerini, Amerikalı uzmanların görüşüne başvurulduğunu, bunların üretim yöntemlerinin geçmişte pek kötü olması nedeniyle, toprağın sünger gibi vıcık vıcık bulunduğunu, çıkacak bir yan-gının bütün bölgeye sirayet edeceğini, bunu söndürmek için aylarca uğ-raşmak gerekeceğini ve yeniden üretime ancak yıllar sonra başlanabilece-ğini söylediklerini naklediyordu. Saraçoğlu "Ne düşündüğümü" sordu. Ben de ertesi günü Quai d'Orsay'a (Fransa Dışişleri Bakanlığı) gönderdi-ğim telgrafta yazdığım üzere, kendisine, "şüphesiz modem bombardıman uçaklarının Cezire veya Kuzey İrak'tan kalkarak Bakü'ye varmak için ye-ter bir hareket sahasına sahip olduklarını, ancak bunun için Türk ve Iran arazisi üzerinden uçmak lazım gelir" diye cevap verdim. Bakan: "Demek İran'ın protestosundan endişe ediyorsunuz" diye karşılık verdi. Zorluğun Türkiye tarafından gelmeyeceğini, daha açık bir şekilde ihsas edemezdi. Düşüncesini açıklığa kavuşturmak için zorlamak yersiz olurdu. Sözleri üzerinde ısrar etmedim. Ancak anlamlı olduğu için dikkatinize arz ediyo-rum. İngiliz meslekdaşıma da bilgi verdim".

"Bu görüşmelerin dört ay sonra Türk politikasında nasıl beklemedik bir önem kazanacağı görülecektir. Herhalde telgrafımın metni bu konuş-manın geçtiği gün Türk arazisi üzerinden uçuş sorununun söz konusu edilmediğini açıkça kanıtlar. Başbakan Paul Raynaud'ın 23 Mart 194o'da kişisel bilgim için gönderdiği bir telgrafta, Fransız Hükümeti'nin İngiltere ile incelenmesini sürdürmeyi düşündüğü işlerin başında, hava ve deniz harekatının Karadeniz ve Kafkasya'ya teşmili ihtimalinin ortaya koyacağı sorunlar geldiği, gizlice bildiriliyordu. Amaç yanlız abluka alanının geniş-letilmesi ve deniz seyriseferinin kontrolünden ibaret olacağı için mutlaka Rusya'ya karşı bir savaş harekatı sözkonusu olmayacaktı. Ancak bu giri-şim Türkiye'nin dostça tarafsızlık uygulamasına (neutralite bienveillante) ve sessizce kolaylıklar sağlamasına (facilites discretes) bağlı idi. Saraçoğ-lu'nun bana 13 Mart'ta sarfettiği sözler bunların (kolaylıkların) red edil-meyeceğini ümit etmeme uygundu. Zamanı gelince bana gönderilecek ta-limatı beklemeksizin Başbakan P. Reynaud şimdiden bu projenin bana telkin ettiği düşünceleri öğrenmek istiyordu. Aynı zamanda, hemen uygu-lanacak bir de talimat veriyordu. Dışişleri Bakanı'na ve uygun düşerse bizzat Cumhurbaşkanı'na savaşı, güçlenmiş bir azimle, her alanda devam ettirme kararında olan yeni hükümetin Türkiye'nin talepleri ve menfaatle-riyle kesinlikle beraberliğini açıklamaklığım isteniliyordu. Bu dayanışma Üçlü İttifak'ın öngördüğü ihtimallerle sınırlı olmayacak, Balkanlarda ve Karadeniz'de manevi mevkiini ve haklı menfaatlerini güçlendirmeğe vesile verecek her türlü durumların doğurabileceği tüm ihtimalleri kapsamı içine alacaktır. Bu taahhüde bir de ek maddi yardım ve bu konunun gerektire-ceği tamamlayıcı gayretler vadi, aylarca umursamazlıktan sonra, Paris'te gemi azıya alıyordu. Yeni kabinenin Türk Hükümeti'ne mesajı ne olcaktı? Ancak ortaklarımızın endişe edecekleri veya belirli olmayan bir gelecekte bize hatırlatabilecekleri deyimler kullanmamak gerekirdi. Saraçoğlu'nun kendisine verilen mesajların birer örneğini almak için ısrar etme adetinde olduğunu da unutmuyordum. Bunların hepsi Bakan'ın telgrafın metnini biraz değiştirmek için sebepler idi. Türk talepleri ile-ki bunlar bize hiç bir zaman söylenmemişti-dayanışma açıklaması yerine "iki memleketin menfa-atleri arasında tam bir "beraberlik" deyimini koydum. Bana tevdi için ve-rilen mesajın açık seçik muhtevasını "Türkiye'nin Balkanlar'da ve Karade-niz bölgesinde mevkiini müdafaa etmesi durumlarıyla" sınırlandırmayı ih-tiyatlı buldum. Ancak böylece hafifletilmiş mesaj yararlı olabilirdi".

Büyükelçi Massigli mesleğinde usta bir kişiydi. Türkiye'nin hayati menfaatleri tehdit edilmedikçe Rusya ile sergüzeşte girişmeyeceğini biliyor-du. Tutumunu takdir ederim. Ancak benim bildiklerime göre Quai d'Or-say'a çektiği telgraftaki "zorlukların Türkiye tarafından gelmeyeceğini açık bir şekilde ihsas edemezdi" kanısını Saraçoğlu'nun sözlerinden edindiği yanlış bir izlenimden doğan bir yorum olduğu kanısındayım. Amansız bir düşmanla topyektın savaş halinde bulunan bir memleketin o düşmana yardım edene karşı en şiddetli tedbirleri almak istemesi doğaldır. Ancak bunların doğuracağı tepkilere karşı koyabilmek imkan ve tedbirleri sağla-mış bulunması da şarttır. O zaman bu imkanların pek mevcut olmadığına ilişkin işaretler yok değildi.

Büyükelçi Massigli mesleğinde usta bir kişiydi. Türkiye'nin hayati menfaatleri tehdit edilmedikçe Rusya ile sergüzeşte girişmeyeceğini biliyor-du. Tutumunu takdir ederim. Ancak benim bildiklerime göre Quai d'Or-say'a çektiği telgraftaki "zorlukların Türkiye tarafından gelmeyeceğini açık bir şekilde ihsas edemezdi" kanısını Saraçoğlu'nun sözlerinden edindiği yanlış bir izlenimden doğan bir yorum olduğu kanısındayım. Amansız bir düşmanla topyektın savaş halinde bulunan bir memleketin o düşmana yardım edene karşı en şiddetli tedbirleri almak istemesi doğaldır. Ancak bunların doğuracağı tepkilere karşı koyabilmek imkan ve tedbirleri sağla-mış bulunması da şarttır. O zaman bu imkanların pek mevcut olmadığına ilişkin işaretler yok değildi.

Dışişleri Bakanlığı'nda benimsediğimiz usule göre, her sabah Saraçoğ-lu gelir gelmez, ilk iş olarak Genel Sekreter Numan Menemencioğlu ve Genel Sekreter yardımcı olarak benimle bir toplantı yapardı. Gece gelen telgraflar değerlendirilir, günün meseleleri gözden geçirilir, beklenen giri-şimler konuşulur, icaplara göre hareket hattı tesbit edilirdi. Bunun üzerine artık ağız birliği yapardık. Saraçoğlu tok sözlü, temkinli bir Dışişleri Baka-nı idi. Alınmış bir devlet kararı gereğince kabul veya reddi gerektiren bir mesele olmadıkça, yabancı Büyükelçiler'in başvurularını dinler, işin müzâ-keresi için Numan'a veya bana havale ederdi. Talimat üzerine yaptığımız müzakereler kendisine arz edilir, isteklerin kabul veya reddine göre karar şeklini alırdı. Dışişlerinin bu sıkı "ağız birliği" kordiplomatik içinde de bi-linirdi. Hatta bir gün Büyükelçiler'den biri bana "canım nasıl yapıyorsu-nuz? Ben size geliyorum, Fransız Büyükelçisi Numan'a gidiyor, İngiliz Büyükelçisi Bakan'a gidiyor. Noktalara ve virgüllere varıncaya kadar aynı şeyi duyuyoruz. Sizden birşey sızdırmanın imkanı yok" diye takdir ve şaş-kınlığını dile getirmişti.

Dünyanın bu buhranlı döneminde, savaşlar içinde müttefiklerimizin yanında ve memleketin ve müşterek menfaatlerin icap ettirdiği tutumu be-lirleme çabaları içinde, Türkiye'nin başında İsmet Paşa (İnönü) gibi savaş görmüş bir askerin, siyasi ve savaş alanında başarılı olmuş bir liderin, kılı-cına ve kalemine güvenilir bir devlet adamının, bulunması muhakkak ki büyük bir şanstı. Cumhurbaşkanı İnönü geniş bilgisi ve tecrübesi, aralık-sız çalışmasiyle en ufak ayrıntılara varıncaya kadar her meseleyi bilerek geceli gündüzlü işleri izler, hergün bazen birkaç defa Saraçoğlu'nu, Nu-man'ı, beni çağırır, bilgi alır, istişare eder, talimat verirdi. Yukarıda dedi-ğim gibi müstesna bir asker olarak çeşitli stratejik durumları ve kon-jonktürleri kıymetlendirmede emsalsiz bir kabiliyeti olduğunu söylemeli-yim.

1940 yılının ilk aylarında Batıda henüz muharebeler başlamamıştı. Biz Akdeniz, Karadeniz ve Balkanlar olmak üzere üç muhtemel cepheden gelebilecek tek başına veya ortak bir saldırıyla karşılaşbilirdik. Müttefikle-rin çeşitli ihtimallere göre yardımı ne olacak idi? Ne kadar zamanda ola-bilecek idi? Herhalde yardım kesinlikle gelinceye değin tek başına dayan-mak gerekiyordu. Bunun için mücehhez olmamız lazımdı. Sipariş ettiği-miz ve teslimi vaadedilen silahlar ve cephane zamanında ve istediğimiz miktarda gelmiyordu. İngiliz-Fransız Müttefik Yakın Doğu Ordusu henüz gereği gibi kurulamamıştı. Enfrastrüktür hazırlıkları da memnunluk verici değildi. Görevin sıklet merkezi Türk Ordusu'nun sırtına yüklenmiş bulu-nuyordu.

VIII. Batı Cephesinde Alman Saldırılar: ve zaferleri (1940 baharı); Beyrut ve Hafya'da Türk-İngiliz-Fransız Kurmay Toplantılar: (Mayıs 1940); Italya'nın Savaşa Katılması ve Türkiye'nin Savaş Dışı Kalma Kararı (Haziran 1940)

Nisanın başında Alman ordularmın Danimarka ve Norveç'e taaruzu ile başlayan harekât müttefiklerin aleyhine gelişerek sonunda Norveç ve Danimarka Alman işgali altına girmiş bulunuyordu. Mayıs başında Al-manlar, Belçika ve Hollanda ve küçücük Lüksemburg'a saldırdılar. Dene-bilir ki, Avrupa kıtasının geçici mukadderatını tayin eden savaş, bu cephe-lerde başladı. Müttefikler yardıma koştukları bu cephelerde Almanya'ya yenilmeye ve geri çekilmeğe başladılar. Almanlar hızla Manş kıyılarına doğru yürüyerek İngilizler'i Dunkerk'e sıkıştırdılar. Fransa doğrultusunda-ki harekâtın, özellikle kuzeyden gelişen saldırının sonucu müttefikler için ümitsiz gibi görünmeye başlamıştı.

Avrupa cephesinde Alman başarıları birbirini izlemeye dururken, özellikle önemi olan Akdeniz ve Balkan bölgesinde müttefiklerin durumu-nun ümit edildiği gibi iyi olmadığı, hatta aleyhte geliştiği görünüyordu. Ümitlerin tersine Balkan Paktı devletleri bir Balkan cephesi kurulmasına hiç bir bakımdan yanaşmamışt. Yakın Doğu'da İngiliz-Fransız Müttefik Doğu Ordusu kurulamamış idi. Italya'nın tarafsızlıktan çıkarak savaşır du-ruma geçmesi şüphe götürmez bir seyir gösteriyordu. İngiliz ticaret gemi-lerine Akdeniz sularından uyanık olma ve olay çıkarmaktan kaçınma emri verilmişti. Yazık ki, bizimle üçlü olması lazım gelen tedbirler fiili olarak gerçekleşmekten uzaktı.

Böyle bir hava içinde durumun müzâkeresi için İngiliz ve Fransızlar Mareşal Fevzi Çakmak'ın Wavel ve Weygand ile buluşmasını teklif ettiler. Görüşme 22 Mayıs'ta Beyrut'ta oldu. Ancak Mareşal Beyrut'ta Weygand ile buluşamadı. Çünkü Weygand Fransa'ya hareket etmiş, General Game-lin'un yerine Başkomutan atanmıştı. Görüşmeler, General Wavell, Amiral Cunningham ve Fransız General Carpentier ile Çakmak arasında cereyan etti. Nazmi plan ve tasavvurların kuvveden fiile geçmesi için gereken im-kân ve vasıtaların elde olmaması yüzünden, Üçlü Askeri Sözleşme gere-ğince öngörülen hedeflerin ele geçirilmesi için zorunlu ortak harekatın, bilhassa hava ve deniz desteklerinin, durum nedeniyle, yapılamayacağı, meydana çıkmış ve Mareşal görüşmeden müsbet bir netice alamadan dönmüştü. Tüm ağırlığın Türkiye üzerine yükleneceği ve kalacağı ortada idi. Askeri Sözleşme hükümleri Italya'nın savaşa karışması halinde Oniki Ada'nın müttefiklerin eline geçirilmesi, yani işgali derpiş edilmiş idi. Bu-nun için müşterek kara, hava, deniz harekatı gerekliydi. Bunun tek başına Türkiye tarafından yapılması maddeten imkansız olduktan başka, tek başı-na bir sembolik hareket, mesela Rodos'a karşı bir hareket, doğrudan doğ-ruya Türkiye üzerine şiddetli bir Italyan taaruzunu davet edecek, böylece Almanya ve hatta Rusya'nın harekete geçmesini doğurabilecekti.

Yukarıda işaret edildiği üzere, Italya'nın savaşan durumuna geçmesi gün meselesi idi. Italya'nın savaşa girmesi ile Balkanlar-Karadeniz bölgesi-nin kritik ve hayati bir önem kazanacağı kuşkusuzdu. Atılacak her adımın hesaplı ve tedbirli olması lazım geliyordu. Avrupa'da Alman başarılarının etki ve tehdidi altında Balkan Devletleri kışkırtmalardan uzak durmak kaygısı ile gayet çekingen kavranıyorlardı. Balkanlılar arasında bir askeri konferans toplanmasını Belgrad iyi karşılamıştı. Bu durum karşısında Türkiye'nin de son denli dikkatli davranıp hesaplı hareket etmesi lazım geliyordu.

Avrupa'da Fransa harekatı tamamen ümitsiz bir şekilde gelişirken müttefiklerimizce Hayfa'da toplantıya davet edilmiştik. Hükümet bu yeni Genelkurmaylar toplantısında benim de bulunmamı kararlaştırdı. Hay-fa'ya hareketimizden önce durumu görüşmek ve talimat almak üzere Sa-raçoğlu'nun makamında ben, Numan Menemencioğlu bir toplantı yaptık. Savaş durumunu inceden inceye ve ihtimallere göre ayrıntılariyle değer-lendirdik. Italya'nın savaşa katılması ihtimaline göre, bizden istenebilecek şeyleri inceledik. Bunun, sonuç olarak, Türkiye'nin savaşa girmesi demek olacağı ortaya çıktı. Her ne kadar tüm kararların hükümetin onayına bağ-lı olacağı muhakkak ise de, Genelkurmaylar toplantısının Askeri Sözleşme hükümlerinin tatbikiyle ilgili olması nedeniyle konferansta alınabilecek ka-rarların hükümetleri bağlayıcı bir nitelik kazanabileceğini gözden uzak tutmamak gerektiğinden, durumun tamamen açıklığa kavuşturulması gere-kiyordu. Ben, İtalya savaşan olduğu takdirde, müttefikler bizden Hayfa'da Askeri Sözleşme hükümlerini tatbik etmemizi isteyecek olurlarsa, içinde bulunduğumuz hazırlıksız koşullar ve üçlü planların yapılmamış olması ve istediğimiz malzeme ve teçhizatın verilmemiş olması dolayısiyle, özellikle Dışişleri ve hükümetin de bildiği üzere, Alman-Sovyet tepkilerini göz önünde bulundurmamızı, elimizi kolumuzu sallayarak mezbahaya gideme-yeceğimizi, Türkiye'nin müttefiklerin durumu düzelinceye kadar kendisini israf etmemesi, bilakis kuvvetlerini tasarruf etmesinin onlara en büyük hiz-met olacağı yolundaki görüşümü anlattım. Saraçoğlu da "Sen bildiğin gi-bi, vaziyetin icaplarına göre idare edersin. Sıkışırsan bize sorarsın" diyerek bana yetki ve direktif verdi.

Hayfa Genelkurmaylar Konferansı 27 Mayıs'ta toplandı. Görüşmeler dostane bir hava içinde, Askeri Sözleşme'nin öngördüğü durumlar gözönünde tutularak, müttefiklerimizin, özellikle İngiliz General Smith he-yetinin, soruşturma niteliğinde durumumuz ve yapacaklarımız konusunda çeşitli bilgi almak istemesiyle başladı. Asım Gündüz'ün yanında bulunan Harekat Dairesi Başkanı Fasıh Kayabalı, kendisine çevirmenlik yapan yar-bay Emin Dirvana aracılığı ile, varsayımlara göre planlar üzerinde bilgi vermişti. Birinci gün böyle geçti. Akşam otele döndük. Mütevazi, rahat bir oteldi. Üst katta restoranda yemek yerken yanımızdaki bir radyo alıcısından haberler verilmeye başlandı. Fransa'da Alman taaruzu ve ona karşı Müttefik harekatının aynntılan veriliyordu. Asım Gündüz önce ezbere kri-tik yapmaya başladı. Sonra bir harita getirdik ve harita üzerinde konuştu. Bu esnada yanımızda bulunan mihmandar subayların da ilgilendiklerini görünce, oldukça çetrefil fransızcasıyla, eliyle ve kalemle, kuşatma ve karşı hareketleri tarif edip "yanlış" diyerek eleştirisini sürdürdü. Ertesi sabah ge-len haberlerden Asım Gündüz'ün öngördüğü üzere, Alman taaruz hareka-tının başarılı ve Fransız kuvvetlerinin gerilediği anlaşıldı. Radyo etrafında Asım Paşa'nın eleştirileri rağbet görmüş olacak ki, sonraki akşamlar dinle-yici sayısı daha da çoğalmış idi. İkinci gün toplantıda yine görüşmeler dostça olmakla birlikte varsayımlarla araştırıcı nitelik ve belirsizlik içinde devam etti. Fransız temsilcisinin durumu zordu. Görüşmeleri bir sonuca bağlamak zorunlu& olduğundan, bu ön görüşmeler sonucunda gereken bilgilerin edinilmiş olması dolayısiyle, artık ortak hareket planlarının, müttefiklerimizin tasavvur ve yardımları, geciken malzemenin verilmesi ko-nularının ele alınmasını ve karara bağlanmasını istedim. Başkan duru-munda bulunan General Smith kısa bir sessizlik üzerine, öğleden sonra gizli bir toplantı yapılacağını, bu toplantıda Asım Gündüz, ben ve uygun göreceğimiz çevirmenin, Fransız tarafından da Fransız temsilcinin şahsen bulunabileceğini isim belirterek söyledi ve oturuma son verdi.

Öğleden sonra buluştuk. General büyük bir sadelikle Avrupa'da geli-şen harekatın müttefikler için bir felaket halini aldığını, muharebenin bir hezimetle başladığını, ne olursa olsun İngiltere'nin savaşı mutlaka kazana-cağını, ancak bunun zamana bağlı olduğunu, büyük bozgunun büyük za-rarlar doğuracağını, bunların kuşkusuz giderileceğini, ama bunlar gideri-linceye kadar yazık ki her hangi bir yardım yapılamayacağını, bu itibarla Türkiye'nin başının çaresine bakması lâzım geldiğini söyledi. Bu sözleri söylerken muhatabımızın yüzünde gözlemlediğimiz elem, azim ve vakar bize dürüstçe ve civanmertçe hitab eden bu sayın askere karşı duyduğu-muz takdir hissini bir kat daha arttınyordu.

Bu konuşmanın geçtiği gün Fransa'da Calais Almanlar tarafından iş-gal edilmişti. Belçika ordusu teslim oluyor, Dunkerk düşmek üzere dur-madan bombardıman altında bulunuyordu. Flandres ve Artois muharebe-leri ümitsizlik içinde sona eriyordu. Tarihte bir kahramanlık destanı ola-rak kaydedilecek Dunkerk boşaltılması 26 akşamı başlamıştı. Hükümetin gönderdiği gemilerden başka yüzlerce kayık, sandal, motor, kotra, yelken-li, kürekli tekne sahibi İngiliz vatandaşları heyecanla ve kendiliklerinden kardeşlerini, evlatlannı, İngiliz askerlerini Dunkerk'ten anavatan kıyılarına götürmeğe koşmuşlardı. Bu destan, İngiliz milletinin nasıl ters bir talihe karşı azimle dövüşeceğinin ve dostumuz İngiliz generalinin bize söylediği sözlerin bir kanıtı idi.

Hayfa Konferansı böylece sona erdikten sonra, Beyrııt'tan yeni gelen Fransız Komutanı General Mittelhauser'i ziyarete gittik. Pek saygı değer bir kişiliği olan General ile görüşmeler ancak olayların yarattığı havanın etkisi altında, durum ve şartlarla orantılı olabildi. üzgünlük vardı.

Ankara'ya dönüşümüzde ben Saraçoğlu'na durumu anlatırken, Cum-hurbaşkanı Inönü beni çağırttı ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Abdülha-lik Renda'nın odasında kabul etti. Kendilerine bilgi verdim ve Ingiliz Ge-neralinin sözlerini, aktardım. Bu sözler gizli olarak söylendiği için zabıtla-ra geçmediğini, siyasi ve tarihi önemi büyük olan bunları yanlız benim kendilerine sözlü olarak arzetmekliğim benim için fazla bir sorumluluk olabileceğini, o nedenle Asım Paşa'ya da teyid ettirilmesini rica ettim. "Yazınız» diye emir verdi. Inönü ile bu görüşmem sırasında kişisel izlenim olarak Fransa harekatının büyük olasılıkla kesin bir yenilgi ile sonuçlana-bileceği, Fransa'nın işgal edilip saf dışı kalacağı, İngiliz kuvvetlerinin de, esasen başlamış olduğu üzere, Avrupa'dan çekileceği, ancak savaşın Ingil-tere için bundan sonra başlayacağı ve İngiltere'nin canla başla döğüşeceği, Italya'nın tarafsalıktan çıkıp, savaşa gireceği, Akdeniz'in kapanacağı, Bal-kanlar, Akdeniz ve Karadeniz ile çevrili olan Türkiye'nin bir kilit nokta-sında tek başına yaşamak sorunu ile karşı karşıya olduğu, o nedenle üç yandan düşmanla çevrili Türkiye'nin, asıl bundan sonra beklenmedik kombinezonlarla başlayacak ve uzun, çok uzun sürecek savaş içinde ken-dini israf ettirmeksizin, İttiralc Andlaşması'nı imza ettiğimiz günden beri kendimize hedef saydığımız amaca sadakatle ve en yararlı şekilde hizmet edebilecek bir tutum benimsemesi lâzım geleceği yolundaki kanımı bildir- dim.

Cumhurbaşkanımız'ın yanından ayrıldıktan sonra hemen Bakanlığa gidip Asım Paşa'yı telefonla aradım. Kendisine Inönü ile görüşmemi ve emirlerini anlattım. Bu yiğit Türk askeri: "Sen ne söyledinse ben altına imzamı basarım. Yaz gönder imzalayayım" diye cevap verdi. Çevirmen Emin Dirvana görevini yapmış olduğundan ve onun kulağı benimkinden daha iyi işittiğinden, kendisini bana göndermesini rica ettim. Dirvana gel-di. Hemen Hayfa'da söylenenlerin tutanağını yazdım ve imzaladım. Asım Paşa da imzaladı ve bu gizli belge Cumhurbaşkanı'na sunuldu.

194o Haziran ayı Fransa'nın çökmesi ve Italya'nın savaşa girmesiyle önem taşır. Hemen bütün cephelerde Fransız ve Ingiliz kuvvetleri çekilme içinde iken Italya ı o Haziran'da Ingiltere ve Fransa'ya savaş ilan etti. Mussolini'nin italya'yı savaşa sürüklemesini tarih gereğince yorumlamıştır. Ancak benim aklıma onun aşamaları, günü gününe ve aynntılariyle yaşa-dığımız o dönem, Churchill ve Reynaud'un isteği üzerine Amerika Başka-nı Rossevelt'in Mussolini'ye "Italya'nın ileri süreceği talepleri savaş sonun-da özenle yerine getireceklerine ve Italya'nın barış konferansına savaşan devletlerle aynı statüye sahip olarak katılması için Ingiliz ve Fransız garan-tilerine Amerikan garantisinin eklenmesiyle" ilgili 26 Mayıs mesajı, "sava-şın Italya'nın katılmasıyla genişlemesi halinde Amerika'nın müttefiklere is-tedikleri malzemeyi temin için silah yapımı programını hızlandırması so-nucunu vereceğini, Amerika'nın Akdeniz'e tarihi ilgisini" belirten 30 Ma-yıs ihtarı, Fransa'nın 3 Haziran'da yalnız başına "Italya'nın arazi talepleri-ni tatmin için" yaptığı teklif geliyor ve o günleri düşünüyorum.

Bunca yalvarmalar, güvence ve vaatleri hesaplayıp İtalya kimsenin zorlamadığı bu savaşa girmese idi, Afrika'da müstemlekleri emin, Avru-pa'da her memleket döğüşürken onun gelişecek iktisâdi ve ticari faaliyeti ile savaş sonrası barış konferansına, vaadedildiği gibi, katılacağı andaki "statü"sünü düşünüyorum da, 50 milyonluk uygar bir milleti, memleketi, çatlak dengesiz bir kişinin kibir ve büyüklük krizleri içinde, ateşe, ölüme ve yıkılmaya sürükleyebilmiş olması tarihte yazık ki tekrarlana gelen insan oğlunun anlaşılmaz kaderi gibi görünüyor.

Italya'nın Fransa ve Ingiltere'ye savaş ilan etmesi arifesinde Fransız cephesinin ve hükümetin durumu konusunda bizdeki bilgiler iyimser ol-maktan çok uzaktı. Hükümet Paris'i terke hazırlanıyor, geniş bir cepheden Paris üzerine yürüyen düşman karşısında çekiliş hareketlerinde ordunun ümit edilen savaşma gücünden yoksun olduğu izlenimini veriyordu. Hatta hükümetin mütareke talebine meylettiği yolunda haberler vardı.

Mussolini'nin ı o Haziran'da Italya'nın savaşa girdiğini bildiren tanta-nalı nutkunu Numan'ın evinde radyoda dinlemiş idik. Ertesi sabah Ba-kanlığa gittiğim zaman, sabah erkenden Ingiliz Büyükelçisi K. Huggessen ve Fransız Büyükelçisi Massigli Menemencioğlu'nu ziyarete geldiler. Büyükelçiler gittikten sonra Numan odalanmızın arasındaki kapıyı açarak bana kısaca Büyükelçilerin Italya'nın savaşa girmesiyle Türkiye'nin Itti-fak'ın hükümlerini uygulanmasını istemeğe geldiklerini haber verdi ve he-men Saraçoğlu'nu bulmaya gitti. Istenilen şey İtalya ile derhal münasebetlerinin kesilmesi, genel seferberlik ilanı ve ona savaş ilanı idi. Çöküntü ha-linde bir müttefik cephesi karşısında öteki müttefiği mahfuz ve sağlam tu-tacak yerde onu israf etmek anlamına gelen bu talepte mantığa aykırı bir taraf olduğu ilk bakışta göze çarpıyordu. Cumhurbaşkanı Ankara'da değil-di, denetim gezisine çıkmış idi. Akşama bekleniyordu. Numan ile görüştükten sonra, Saraçoğlu İngiliz ve Fransız Büyükelçileri'ni çağırarak kendilerine Cumhurbaşkanı'nı akşam döneceğini ve cevabımızın ertesi gün toplanacak Bakanlar Kurulu'nun varacağı karardan sonra bildirileceğini söylemişti.

Öğleden sonra Bakan ve Genel Sekreter ile temasım olmadı. Akşam geç vakit yorgun, üzgün eve döndüm. Yemek yedikten sonra havanın ve mehtabın güzelliğinden yararlanmak üzere yürüyüşe çıktım. Saat 23.30'a doğru eve döndüğümde beni köşkten, Cumhurbaşkanlığı'ndan israrla ara-dıklarını söylediler. Hemen telefon ettim. Başyaver rahmetli Celal, İsmet Paşa'nın benim gelmemi emrettiğini söyledi. Derhal köşke çıktım. Cum-hurbaşkanı kapıdan girince sol taraftaki Yaverler odasında, Başyaver'in masasının karşısında bir koltukta oturuyordu. Gayet ciddi ve kaygılı bir hali vardı. Taşıdığı tarihi sorumluluğun ifadesi adeta yüzünden okunuyor-du. Bana yanında yer gösterdi. Bir süre konuşmadı ve sonra bir görüşme-nin aklında kalan bir devamı gibi "İngilizler verdi, şimdi bizden karşılığını istiyorlar" yolunda bir cümle ile beni konuşmaya itti. Benden önce Saraç-oğlu ve Numan ile ne görüştüğünü bilmiyordum. Ben ses çıkarmadım. o devamla "Sonra bize ne derler" dedi. Bunun üzerine ben dedim ki: "Paşam, önce bize verdiler" deyimini açıklığa kavuşturalım. Verilenin is-mini koyalım. Verdiler, denilen bizim para ile satın aldığımızdır. Vermek bu... İkincisi ve önemlisi bu satın aldıklarımızı tam olarak henüz teslim edemediler. Bizim sipariş için öncelik listemizdeki malzeme ve teçhizatın yarısı bile elimize gelemedi. Hava ve deniz destekleri ortaya çıkmadı. Bir türlü ortak planlar hazırlanamadı. Ne yazık ki bu günlerde savaş, mütte-fiklerimiz aleyhine gelişti ve gelişiyor. Fransa cephesi yıkılmaktadır. Fran-sız Hükümeti'nin mütareke isteyeceği kesin gibi görünüyor. İtalya Fran-sa'ya karşı sembolik bir savaş yapacak. Bir iki gün sonra Fransa İtalya ile ateş keserek mütareke yapar. Döğüşemeyecekler. Öğrendiğimize göre, İn-gilizler'in Milano ve Torino'yu bombardıman için Marsilya'da bir hava alanına yığdıkları uçakların uçuşu bile, İtalya'nın karşılığından korkan halk, hava alanında uçakların önüne araba, kamyon traktör gibi bir sürü araç koyup bunu engellemişler. Demek ki, İtalyanlar'ın Fransa cephesinde döğüşmelerine neden kalmadı. İtalya elindeki taze kuvvetlerle ve herhalde gayet kuvvetli bir donanma ile saldıracak yer arayacak. Onun doğal savaş ve hareket sahası Balkanlar, Akdeniz ve dolayısiyle Türkiye. Tahmin edilir ki, Almanlar Italya'nın Balkanlar'da tek başına hareketine müsaade et-mezler. Onlar da fırsattan yararlanıp bir bahane bularak ellerinde serbest kalacak kuvvetlerini istedikleri yere saldırabilirler. Bunun sonucu da, biz savaşan durumunda isek, bizim üstümüze gelirler. Bu hengâme başlarsa Ruslar'ın seyirci kalacaklarını sanmak saflıktır. Düşmanın şu anda mütte-fiklerden daha hazır ve kuvvetli olduğu kuşkusuz. Fransa saf dışı olacak, ama İngiltere için savaş yeni başlıyor. Amerika savaşa girer mi? girmez mi? bilinmez. Fakat Ingiltere'ye her türlü yardımı yapacağı kesindir. Al-manlar'ın İngiliz Adaları'na saldıracağı da kuşkusuz. öğrendiğimize göre anavatanın savunulması için İngilizler yoğun faaliyet içindedir. Italya'nın Afrika'da Mısır'a doğru Don Kişot'ça taaruza geçeceklerinden kuşkum yok. Böyle bir harekete Almanlar iştirak eder mi? etmez mi? bilmem. Me-sele, ilk darbeyi üstümüze çekmemektedir. Kimseden yardım göremeyece-ğimiz kesin ve fiziksel bir gerçek . Bize bunu, namuslu askerler olarak, İn-gilizler Hayfa'da anlattılar. Türkiye seçtiği ve tuttuğu yoldan ayrılmamalı-dir. Türkiye üzerinde yaşadığı topraklar bir bütündür. Statik büyük bir kuvvettir. Bulunduğumuz kilit noktasında müttefikimize bugün savaş hari-ci, sonra da tutacağımız muazzam cephe ve geçit kapısı ile pek büyük hiz-metler görebiliriz. Mesele, şimdi düşmanı üstümüze sıçratmamaktır. Allah göstermesin bize taaruz olursa, o zaman mukadderatımız elbetteki döğüşmek olacak, ama mümkün mertebe bu anı geciktirmek gerek. Be-nim kanaatim bütün bunları müttefiklerimize anlatarak, savaşın bu safha-sında tarafsız kalmaktır. Esasen Rusya'nın kuşkulu durumu dolayısiyle bi-zim iki numaralı Protokol'deki rezervi kullanarak tarafsızlığımızı korumak ve her an taaruza uğrayacak imişiz gibi hazırlıklara devam etmek lâzım-dır. Benim vicdan i kanım budur".

Bu açıklamam sırasında, söylediklerimin Cumhurbaşkanı'nın kendi düşüncelerine de uyduğunu hissettim. Sonunda görüşlerimi tasvip ettiğini ifade eden iltifatlı sözler sarf etti ve bu koşullar altında savaşa girmenin mantıksızlık olacağını belirtti. Cumhurbaşkanı'nın yanından ayrıldığım za-man, saatin gece yarısını bir hayli geçmiş olduğunu hatırlıyorum. Ertesi sabah, 12 Haziran'da Bakanlığa gittiğimde henüz Saraçoğlu gelmemişti. Geldiği zaman adetimiz üzere beraberce yanına gitmek üzere Genel Sek-reter Numan'ın odasına girdim. Yanında Genel Müdürlerden arkadaşımız Faik Hüseyin Hazar vardı. Geceki görüşmeyi ve arzettiğim düşünceleri an-lattım. İtiyadının tersine Numan birden bire kızgınlığa kapılarak, "tamamen benim görüşümün aksine konuşmuşsun, sen Alman tarafına kaydın" diye bir çıkış yaptı. Ben de aynı kızgınlıkla "Sen İngiliz tarafına kaydın ise benim kabahatim ne? Memleket yıkılmağa giderken insan körü körüne ta-rafgirlik edemez" dedim. Gayet mahçup mizaçta olan Faik Hüseyin, alış-mamış olduğu bu tartışma tarzımızdan ürktü, odadan çıkmağa kalktı. Nu-man ile aramızdaki derin dostluğun arada bir böyle tezahürleri de olabile-ceğini kendisine anlattık, oturdu. Derken, Saraçoğlu'nun geldiğini haber verdiler. Hemen ikimiz yanına gittik. Içeri girince Numan, Saraçoğlu'na gülerek "biz Cevat ile kavga ettik" dedi. Saraçoğlu da hemen "Bu memle-kette şu anda kavga etmeye hakkı olmayan üç kişi vardır. O da biz üçümüz" dedi. Tartışmanın nedenini anlattık. Ben tarafsız yani savaş dışı kalmaklığımız lüzumuna dair görünüşümü tekrar ettim. Numan Türkiye savaşa girdikten sonra "savaş ekonomisi" mekanizması hızla işleyerek, yar-dımın yoğun ve daha hızlı olacağını söyledi. Aramızda oldukça esaslı bir tartışma oldu. Ben bu koşullar altında savaşa sürüklenmenin cinnet olaca-ğını, tarihin bir gün bizi lânetle yadedeceğini söyledim ve görüşümde ısrar ettim. Görüşlerimizi ve akademik tartışmamızı o zamana kadar dinlemekle yetinen Saraçoğlu: "Öyle değil Numan, asgari garantiler temin edilmeden bu iş olmaz. Cevat'ın hakkı var" dedi. Darısı gelecek nesiller meslekdaşla-rımın başına, Numan ile aramızda öyle bir samimiyet var idi ki, sadece içimizdeki kurtları dökmüş olduk. Saraçoğlu kalktı, Bakanlar Kurulu'na gitti. Biz de işimize, gücümüze...

Öğleden sonra geç vakit hükümetçe, günün koşulları önünde, ittifak Andlaşması'nın 2. maddesinin uygulanmasının Türkiye'yi Sovyet Rusya ile silahlı bir anlaşmazlığa sürükleyebileceği kanaatine varıldığından, An-dlaşmaya bağlı protokoldeki Sovyet rezervi hükümlerinin uygulanmasına karar verildiği, yolunda bir cevap hazırladık. Saraçoğlu bu cevabı 13 Hazi-ran'da İngiliz ve Fransız Büyükelçileri'ni davet ederek, kendilerine bildir-di. İngiliz ve Fransız Büyükelçileri'nin bu kararı tasviple karşılamaları bek-lenemezdi. Fakat Saraçoğlu ciddiyetle ve içtenlikle kendilerine, Türki-ye'nin müttefikleri yanında savaş dışında kalarak ve hiç bir geri adım at-maksızın onlara daha yararlı olacağını anlattı. Büyükelçiler'in cephe duru-mundan bizim kadar bilgisi olmadığı, sonradan yayımladıkları hatıralarm-dan da anlaşılıyor. Özellikle üzüntü içinde bulunan Fransız Büyükelçisi dostumuzun hiç olmazsa İtalya ile siyasi ilişkilerin kesilmesinde ısrar etti-ği, buna İngiliz Büyükelçisi'nin katılmakla beraber, daha anlayış gösterdi-ği görüldü. Nitekim, Temmuz ayında Lord Halifax'ın Avam Kamara-sı'nda verdiği bir demeçte, İngiltere Hükümeti'yle her zaman sıkı temasta bulunmuş olan Türkiye Hükümeti'ni bu karara götüren koşulları hükümetinin tamamen anladığını , iki milletin dostluğuna dayanan, geçmişte olduğu gibi gelecekte de, savaş devam ettikçe ve gelecek barış yıllarında da yapıcı işbirliği için yararlı bir temel olan andlaşmamızın yerinde durduğunu açıklamıştı. Böylece Türkiye savaş dışı bir taraf durumuna girmiştir.

IX. İtalya Yunanistan'a Karşı Saldırıya Geçerken Almanya ile Sovyet-Rusya
Arasında Sıkı ntı lı Diplomatik Temaslar (Ekim-Kamu 1940)

1 9 4H0 aziran ayı nın sonuna kadar geçen olayların kısa ve elim bilançosu şöyle oluyor: İtalyanlar ilk önce Malta'yı havadan bombardımana başladılar. Paris Almanlar tarafından işgal edildi. Hükümet önce Bordeaux'a, Oradan da Vichy'ye geçti. Fransızlar Almanlar'la 17 Haziran'da mütareke görüşmelerine başladılar ve mütareke 2 2 Haziran'da Comp4- ne'de yapı ldı. Fransa-İtalya mütarekesi de 24 Haziran'da Roma'da imzalandı.

Avrupa'da bu çöküntü olurken 16 Haziran'da Sovyetler Letonya ve Estonya'yı, 28 Haziran'da Besarabya ve Bukovinya'yı işgal ve arkası nda ilhak ettiler. İkinci Dünya Savaşı'nın bu baş döndürücü olaylarını bu yazı içinde anlatmak elbetteki imkânsızdır. Ancak özellikle Türkiye'nin durumunu ve onun siyasetini inceleyebilmek için bazı olaylar üzerinde durmak gerekir.

1940 yazının başında beliren işaretlerin önemlileri şunlardı:

a) Amerika'nın İ ngiltere'ye yardımının her gün artması ve savunma bütçesini zamanı n icaplarına göre büyük ölçüde arttırması.

b) Mussolini kahramanlık bunalımları içinde müttefiki Hitler'e nazireler yaratmak, menkıbelerine zaferler katmak sevdasıyla Afrika ve Akdeniz'de taaruza başlamıştı. Balkanlar'a ve dolayısiyle Boğazlara sarkması ihtimali yok değildi. Böyle bir hareketin Almanya'yı Balkanlar'da harekete geçmeye zorlaması da doğaldı.

c) Dikkatle izlenilmeye değer, büsbütün başka bir konu daha vardı ki, o da Churchill'in girişimi ile İngilizler'in Moskova Hükümeti, özellikle Stalin nezdinde giriştikleri faaliyet ve bu yolda yeni İngiliz Büyükelçisi Stafford Chipps'ı n Ruslar'a teklifleri idi. Haziran ayında bu mantıld, ancak sonuç vermeyen ve Rusya'nın savaş sonrası tutumu bakımından belki de zararlı sayılabilecek böyle bir "hultil" girişimi şöyle açıklanabilir: Daha ilk günlerden beri Sovyet-Alman işbirliğinin bir rüyadan ibaret olduğu ka-nısı siyasi gelişmeleri izleyen tecrübeli devlet adamlannda hakim idi. Bu yazının başında da belirtilmiş olduğu üzere, özellikle Türkiye devlet adamları ve başta İsmet İnönü bu "ezeli iki zıt" kuvvetin birbirine yaklaş-masını, herbirinin kendi yararına olduğu sürece devam edecek geçici bir olay, bir durum saymışlardır. Hitler Avrupa'da rahat savaşmak istiyordu. ihtiyacı olan maddeleri Rusya'dan temin edecek, Stalin ise hem Hitler'in savaşa dalmasiyle onu başından defetmiş olarak Rusya'ya bir nevi güvence sağlamış olacak, hem de başka türlü bir siyasetle elde edemeyeceği talep-lerini temin ederek, uzun sürecek savaşta, ister yenen ister yenilen aynı şekilde perişan olurken kendisi dışardan seyirci kalacağı savaş sonrasında bir nevi hakem durumunda üstün kuvvet olacaktı. Sovyet Rusya rahatça Nazi Almanya ile cürüm ortaklığının parsalannı toplayacak, her fırsattan yararlanacaktı, yararlanıyordu. Kendisi harp dışında iken, ortağı savaş içinde yıpranacaktı.

Bu amaca yönelik durumu sürdürmek için Rusya Alman kozunu oy-nuyor ve oynayacak idi. Ne zamana kadar? Belli olmayan bu idi. Ancak yukarıda yapılan tahlil ve tahminlere dayanarak, "herkes takatsız" kalınca-ya kadar, dolasıyla canı istediği kadar, diye cevap vermek kabildi.

Fakat anlaşılıyor ki, Churchill, siyasetini Hitler'i yıpratacak uzun bir savaşa göre plânlamış olan Stalin'in, Almanya'nın umulmadık kısa bir za-manda Fransa'yı savaş dışı ettikten sonra, Avrupa kıtasında serbest ve ha-kim duruma gelmesinden endişe ettiğine belki de haklı olarak hükmede-rek, Rusya'yı Almanya'dan ayırmak ve İngiltere tarafına çekmek imkanını aramayı tecrübeye değer görmüştü. Bu teşebbüsün gelişmesini o zamanlar bize gelen bilgiler ve edindiğimiz intibalara göre sırası geldik-çe anlatacağım. Bu sorun savaş sonrasında çıkan yayınlarda aynntılariyle yorumlanacaktı.

Fransa'nın yıkılması ve İtalya'nın savaşa girmesinden sonra, Türki-ye'nin ilan ettiği "savaşı dışı" tutumu, Alman ve Italyan Hükümetleri tara-fından bir nevi korku ve zaaf sayılmıştı. Bu iki hükümet, bu durumda Türkiye'yi İngilizler'den ayırmanın tam sırası geldiği kanaatine vararak, Türkiye'ye karşı bir siyasi yaylım ateş propagandası açmışlardı. Akıllan sı-ra hedef Saraçoğlu idi. O değişirse her şey değişecek, yerine onun kadar İngiliz dostu olmayan biri gelecek, Türkiye yılacak, "Mihver" tarafına kayacaktı. Tabii bunlar, o zamanki su geçmez milli şuur içinde tek vücut ve tek ruhlu Türkiye siyasetçileri için deli saçması idi. Ama sinek ne de olsa mide bulandınr kabilinden, en aşağıdan bize karşı niyetlerinin açık ifadesi idi.

Yukarıda Saraçoğlu-Massigli'nin Bakü petrollerine dair bir görüşmesi etrafındaki söylentilere değinmiştim. Almanlar Fransa'da zaferlerle iler-ledikleri sırada, Fransız Genelkurmayı arşivlerini vagonlara yükleyip bir yere naklederken, Almanlar bu vagonu La ChanWde ele geçirrnişti. Bir de bakmışlar ki içinde Genelkurmay'ın gizli planları ve bunlar arasında da Bakü petrollerinin bombardımanına ilişkin projeler var. Ribbentrop bunu ganimet bilerek, Saraçoğlu'yu idam sehpasına gönderme fırsatını buldum, kanısına kapılmıştı. Bir sabah Alman ve Italyan haber ajansları Saraçoğlu'nun Massigli'ye Bakü ve Kafkasya'nın bombardıman edilmesine razı olduğuna dair belgeleri bulduklarını ilan etmeye başladılar. Kuşkusuz bu yalandı, ama mesele Ruslar'ı aleyhimize kışkırtmak ve bu vesile ile de Saraçoğlu'nun başını yemek için propagandaya yanyordu. Bulunan ve ya-yımlanan belgeler gerçekten vardı. Ancak bunlar tahrif edilerek yayımlan-mıştı. Çünkü Türkiye'den hiç bir zaman böyle bir şey istenilmemiş, Türkiye hiç bir zaman böyle bir şey kabul etmemiş ve etmezdi. Memleke-tinin sürüklendiği felaketten esasen çok muzdarip olan dostumuz Fran-sa'nın Ankara Büyükelçisi M. Massigli'nin bu olaydaki davranışı övülme-ğe değerdi, Saraçoğlu'na böyle bir teklif yapılmadığını ve ondan asla bir muvaficat almadığını hemen yazdığı bir mektupla yalanlamış olmasını tak-dirle hatırlamak gerekir. Ribbentrop boş yere ısrar edip Massigli'nin ya-lanlamasmın doğru olmadığını açıklamıştı. Türkiye Hükümeti de Alman yayınlarını ve yalanlamayı basına olduğu gibi vermişti. Başbakan Refik Saydam da B.M.Meclisi'nde bir açıklama yaparak, yalancılarm Türkiye'de cirit oynatamayacaklarmı veciz bir lisanla belirtti. Bu olayı Alman Büyükelçisi Von Papen'in düzenlediğini iddia edenler olmuştur. Ama doğ-ru değildir. Tersine kendisinin bu saçmadan müşkül duruma düştüğünü, onu kınadığını, özellikle Massigli'nin yalanlamasından sonra yapılan Al-man DNB Ajansı'nın yayını üzerine Ribbentrop ile bir hayli çekiştiğini ve Ribbentrop'un izniyle Saraçoğlu'ndan özür dilediğini bilirim. Bu, biraz da bükülmeyen el öpülür kabilinde idi.

Mussolini fetih sevdasına düşmüştü. O da bir yıldırım savaşı ile is-kenderiye'yi fethedecek, Kahire'ye girecek, Süveyş'i zaptedecek idi. O ne-denle kuzey Afrikada savaşa tutuşmuştu. italyanlar Sidi Barrani'ye kadar ilerlediler, fakat orada artık kurulmağa başlayan İngiliz kuvvetleriyle karşılamalarda durakladılar ve kaldılar. Karşılaştıkları Ingiliz kuvvetlerini yene-mediler.

Ekimde Hitler ile Mussolini Brenner'de buluştu. Parlak haberler ve projelerin gerisinde, italyanlar'ın bu işi yalnız başına beceremeyecelderi kuşkusunun Alman Genelkurmayı'nı meşgul ettiği kanısı yerleşmeye baş-ladı. Ne var ki, Afrika'da duraklayan Mussolini, mutlaka zaferler kazan-mak istiyordu.

28 Ekim'de sabahın pek erken saatlerinde Italyan Büyükelçisi, Yunan Başvekili Metaxas'ı yatağından kaldırarak kendisine bir ültimaton verdiği, Nletaxas'ın ültimatonu reddetmesi üzerine de aynı sabah Italyan ordusu-nun Arnavutluk üzerinden Yunanistan'a yürümeye başladığı öğrenildi.

Italya'nın er geç Akdeniz'de, Balkanlar'da saldırıya geçmesinin ve ilk hedeflerden birinin Yunanistan olacağının tahmin edileceğini yukarıda yazmıştım. Daha ağustos ayında Helli adlı Yunan harp gemisinin bilin-meyen, aslında Italyan olduğu şüphe götürmez bir denizaltı tarafından batınlması, savaşın hemen o anda patlamak üzere bulunduğuna bir işaret idi. Fakat o zaman Almanlar'ın, savaşın Balkanlar'a sirayet etmesine taraf-tar olmadıklarını Mussolini'ye anlatmalan üzerine, Mussolini'nin isteme-yerek frenlendiğine dair sağlıklı haberler ulaşmıştı. Ancak bu sefer olan ol-muş, saldırı eşiğimize yaklaşmıştı. Savaş fiilen Balkanlar'a sirayet etmişti. Bu öyle bir savaştı ki, önceden kestirilmesi kabil olmayan çeşitli ihtimalle-re göre önemli, çok önemli gelişmelere yol açacaktı. Bu doğrudan doğru-ya Türkiye üzerine de gelebilirdi. En basit ihtimal Italyan taaruzu ile Bul-garistan'ın da Yunanistan'a yürümesi ve beslediği emellerin gerçekleşmesi için Selanik'e inmeğe kalkabileceği idi. Bunun için Italyanlar'ın Meriç'e varmasını beklerler mi idi? Beklemezler mi idi? Bu defa Italyanlar Yuna-nistan'ı istilâ ederlerse ve Bulgarlar'la birleşirlerse dururlar mı idi? Kuşku-suz, hayır. Acaba Italyan taaruzu Almanya ile ortak bir plan ürünü mü? idi ve Almanya da Bulgaristan üzerinden hareket edecek mi idi? Böyle olursa Italyan-Bulgar-Alman kuvvetleri bizim sınınmıza vannca, bizi zorla-malan ve Boğazlar'a yürümeleri halinde Sovyet Rusya rahat durur mu idi? Kuşkusuz hayır. Gerçi bazı iyimser hayalperestler Almanya Balkan-lar'a taaruz edecek olursa Rusya'nın İngilizier'le birieşip Yunanistan'ı ve Bulgaristan'ı da içine alacak bir blok kurulmasının mümkün olacağı kanı-sında idiler. Ingiliz Büyükelçisi Stafrord Cripps'in Moskova'da, yukarıda değindiğimiz Sovyetler'i Almanlar'dan ayırmayı amaçlayan girişimleri var-dı. Bunun semere verebileceği konusuda Cripps zehaplara düşmüştü. Gerçekten o tarihlerde, daha doğrusu 2 2 Ekim'de Stafford Gripps, ayın başları nda Sovyetler'in İ ngiltere ile ticaret anlaşmasını yenilmeği kabul etmesini bir işaret sayarak, artık zamanı n geldiğini ve Sovyetler'e açı k ve çekici teklifler yapmanın uygun olacağını hükümetine telkin etmişti. İngiliz Hükümeti de Büyükelçi'nin görüşünü benimseyerek Moskova'ya şunları önermişti:

a) Sovyetler'le önceden istişare etmeden İngiltere barış yapmayacak,

b) Sovyet Rusya'ya karşı her hangi bir devletle anlaşma akdetmeyecek,

c) İ ngiltere Sovyetler'le akdedeceği ticaret anlaşması çerçevesinde Sovyet Rusya'nı n ihtiyacı olan maddeleri verecek,

d) Buna karşılık Sovyet Rusya savaşta dostça tarafsı zlığını koruyacak ve Türkiye ile Iran Mihver devletleri ile anlaşmazlığa sürüklendikleri takdirde onlara karşı da dostça tarafsızlı k güdecek,

e) Sovyet Rusya İ ngiltere ile bir Saldı rmazlı k Paktı yapacak,

f) İ ngiltere Baltı k Devletleri'nin Sovyetlerce ili-lakin' tanıyacak ve bu memleketlerin İngiltere'de bulunan alacakları nı Sovyet Hükümeti emrine verecek.

İ ngilizler bu teşebbüslere Amerika'yı da katmak ve Amerika'nın Rusya'ya Japonya'nı n bir tehlike teşkil etmemesi çarelerini temine çalışacağını ve Amerika'daki Baltı k memleketlerinin paralarını Sovyet Rusya'ya vereceğini açıklamasını istemişlerdi.

Moskova'da cereyan eden bu garip faliyetin başlıca aktörleri duygusal bir solcu olan Stafford Cripps, Alman Büyükelçisi Kont Shulenburg, Dışişleri Komiser yardımcısı Vishinsky, Amerikan Büyükelçisi Steinhardt idi. Buraya bir de sessiz sedasız seyirci, fakat zekası, büyük bir hazırlama ve muhakeme kabiliyeti olan mütevazi Türkiye Büyükelçisi Haydar Atay'l katmak gerektir.

Stafford Cripps pür telaş başarı hülyaları içinde faaliyet sarfediyordu. Molotov'tan mülakat almadan Vishinsky ile görüşmekle yetinirken, Amerikan Büyükelçisi bu girişimi akamete mahküm bir hayal saymakta, Kont Shulenburg ise, Molotov'un kendisine Batı lı lar'ın bir zaaf işareti olarak nakleylediği bu teklifleri efendisi Hitler ve Ribbentrop'a bildirmekte ve Molotov'un Berlin ziyaretini hazırlamakta idi. Çünkü, hesapta ve siyasi görüşte tam bir yanlışlık vardı. Gerçek görülememişti. Başka türlü hareke-te mecbur olmadıkça Sovyetler'in, savaşanlann yıkılmasını, zayıflamasını bekleyerek savaş dışı kalmak ve bu an gelinceye kadar Almanlarla işbirli-ğini bozmamak kararında olduklarını anlamamışlardı. Bir Japon-Ameri-kan savaşını da nimet sayıyorlardı.

Ayrıntılarına giremeden bu konuyu kaparken, o zamanın tablosunu şöyle çizebiliriz: İtalya-Almanya-JaponYa arasındaki Üçlü Pakt'a Sovyet Rusya'nın katılmağa davet edilmesi bir yandan, İngilizler'in yaptığı çekici teklifler öte yandan, Sovyet Rusya'ya, dünya birbirini kırıp geçiriken se-yirci kalıp, istediği şekil ve zamanda, istediğini yapmak imkanını veriyor-du. Böyle bir durumda Molotov Berlin'e geziye hazırlanıyordu. Stafford Cripps mutlu sonuçlar beklerken, bir sabah, 12 Kasım 194o'da Molo-tov'un Hitler ile Berlin'de buluşması haberiyle tatlı uykusundan uyandı.

Bu konuya burada, hem 28 Ekim Italyan-Yunan savaşı başladığı sıra-daki havayı göstermek, hem de aşağıda geleceğim Molotov-Hitler-Ribbentrop görüşmelerine bir başlangıç olarak değindim. Şunu da belirte-yim ki, gelişmelere ilişkin haberler iyi kötü bize ulaştıkça Saraçoğlu İngiliz sefirine "Sizin teklifleriniz ve görüşmeleriniz şu anda sonuç vermeyecek, ama Molotov bunları cebinde saklayacak. Beklemediğiniz zaman, bekle- mediğiniz anlamlarda size hatırlatacak" derdi.

Şimdi yeniden 28 Ekim tarihindeki duruma dönelim: Anlattığım üze-re, mukadder ve daima gözönünde bulundurduğumuz musibet gelip çat-mıştı. Yunanistan Italyan taaruzuna uğramış ve bu Balkanlar'ın başına çökecek felaketlerin başlangıcı idi. Biz bunu gördüğümüz için, Tükiye Hükümeti Balkanlılar'ın bir hareket ve karar birliği içinde birleşmesine çalışmıştı. Ancak, bu sonuç vermemişti.

Stafford Cripps'in Moskova'dan verdiği kendince iyimser haberlerin etkisi altındaki Londra Hükümeti Balkanlar'da Sovyet-Alman rekâbetini aklı sıra körüklemek ümidi içindeydi ve böyle bir tasavvura Amerika'nın katılması kabil olursa mutlaka başarılı olacağını düşünmekte idi.

Hükümetçe kasım başında Washington Büyükelçimiz'e bir talimat gönderilerek, Amerika'ya durumumuzun ve Balkan durumunun anlatıl-ması, Türkiye'nin kendini savunacağı, ancak Balkan Devletleri'nin tutu-munun karmakarışık olduğunun, felaketin gelip çatmadan önce Sovyet Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye'den oluşan ve Amerikan desteği-ne mazhar olacak bir blok kurulacak olursa, belki durumu kurtarmanın mümkün olacağını izah etmesi istenildi. Büyükelçimiz Münir Ertegün'den bir kaç gün sonra gelen karşılıktan anlaşılıyordu ki, Amerika Hükümeti bütün endişelerimizi takdir etmekle beraber, bir davranışta bulunmayı mümkün görmemişti. Amerikan muhataplan Münir Ertegün'e, Sovyet-ler'in, bu aşamada mutlaka savaş dışı kalmakta menfaat gördükleri için Almanya'ya karşı cephe almak eğiliminde olmadıkları kanısını izhar ettik-ten sonra, Amerika'nın tarafsızlık durumuna da değinerek, asıl meselenin Sovyet Rusya, bugünkü tutumu içinde, zorbalıkla arazi işgali ve memle-ketleri yoketme siyasetine devam ettiği müddetçe, Amerika'nın onunla iş-birliğinde bulunmasının mümkün olamayacağını da söylemişlerdi.

Türkiye'nin bu teşebbüsünün ana rahminde ölü bir çocuk sayılması zaten mukadder idi. Sovyetler'i Balkanlar'da egemen kılmak ise büsbütün acaip bir düşünce idi. Bu temasların bir yazarı oldu ise o da, Balkan-lar'da başlayacak ateş karşısında Türkiye'nin evvelallah kendisinden başka hiç bir yardımcısı olmayacağı kanısının yerleşmesiydi. Artık ona göre tu-tumumuzu düzenleme yolunu tuttuk. O sırada Ankara'daki Sovyet Büyükelçisi Terentiye'in yerine Vinogradef ın atanması olumlu biçimde yorumlanmıştı.

Italya'nın Yunanistan'a saldırısı üzerine Yunanlılar kahramanca silaha sanlırken, devlet adamları, ingilizler'den ve bizden yardım istediler. İngi-lizler italyanlar'ın Sidi Berrani'de hareketsiz durmalanndan yararlanarak 1940 Kasım'ı başında Girit'e çıkartma yapmış ve Limnos adasını da işgal etmiş ve Mısır'dan Yunanistan'a uçak göndermişlerdi. Ancak yardım bu-rada durmuştu. Mısır cephesinden başka kuvvet Yunanistan'a gönderilme-mişti. Sonuçta, Yunanistan kendi başına savaşmıştır. Amerika'nın da ne para ne de vadettiği uçakları veremediği görülmüştü. Türkiye, Bulgaristan saldırıya geçecek olursa, ona karşı harekete geçmek zorunluğunda olduğu-nu Yunanlılar'a ve ingilizler'e bildirmiş, böylece Yunanlılar kuvvetlerini doğu Trakya'da Arnavutluk cephesine geçirmişler ve orada italyanlan durdurduktan başka, bir de karşı taarruza geçerek onları hezimete uğrat- mışlardı.

Böylece ilk aşamada Italya'nın Yunanistan'a taaruzu bir fiyaskoyla so-nuçlanmıştı. Ancak Mısır'dan Yunanistan'a yardımın devam etmemesi, edememesinin İngilizler'in Mısır'dan italyanlar'a karşı harekete geçmek üzere iken ellerindeki esasen sınırlı kuvveti başka cepheye gönderememele-rinden ileri geldiği anlaşıllyordu. Bunun bir hata olduğu kesindi. Fakat o zaman orada İngiliz kuvvetlerinde bu ölçüde bölme yapmanın mümkün olamayacağı da belli idi. Her ne olursa olsun, Girit ve Limnos'un İngiliz-ler tarafından işgali, bizim Bulgaristan'a karşı Yunanistan ve İngilizler'e verdiğimiz güvence sayesinde Yunanlılar'ın kuvvetlerini Arnavutluk cephe-sine rahatça kaydırmış ve orada İtalyanlar'ı durdurmuştu. Bu bir gerçek-tir.

Almanya'yı endişeye düşüren şey, Türk-İngiliz-Yunan işbirliğinin be-lirgin bir hale gelmiş olması, İngilizler'in rahatça Romanya petrollerini bombardıman etme imkanlannı bulacakları ve İtalyanlar'ın Balkanlar'da işi yanlız başına beceremeyeceklerinin ortaya çıkmasıydı. Almanya'nın sa-vaşı Balkanlar'a sirayet ettirmeksizin, orasını "ayrılmış bölge" olarak kendi ekonomi ve siyasi etki alanı gibi kullanmak istediği genel bir kanı idi. Za-ten Mussolini'nin Yunanistan'a saldınsını Almanya'ya haber vermeden yaptığını daha o zaman öğrenmiştik. Ancak olaylar, bu noktaya gelince Hitler'i Balkan seferine ve müttefiki İtalya'yı desteklemeye mecbur edecek-ti. Daha kasım ayı başında Romanya'ya uçak takviyeleri gönderilmeye başlandığı ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan ve Türkiye'ye karşı hare-ket hazırlıklarına dair haberler, sağlam haberalma kaynaklarına dayanıyor-du. AnlaşIllyordu ki, Almanlar, Balkanlar ve Akdeniz'de geniş çapta bir hazırliğa başlamışlardı. Ellerinde serbest durumda yaklaşık 200 tümen vardı. Yunanistan'ın bütünüyle işgalinin İtalya'nın Libya harekatının des-teklenmesinin ve, Mısır üzerinden Süveyş'e İtalyanlar varamayacaklarına göre, Türkiye üzerinden Süveyş'e doğru bir taaruzun, bizzat Alman kuv-vetleri tarafından yapılmasının kararlaştırıldığını gösteren işaretler bulu-nuyordu.

1940 senesi sona ererken, Fransa zaferinden sonra Hitler'in yerinde saydığı ve umduğu başarıları, özellikle İtalya'nın fiyaskolan yüzünden sağ-layamadığı görülür. İngiltere'yi istila edip diz çöktüremedikten başka, her gün gelişen Amerika yardımı nedeniyle hırçınlaşıyordu. öte yandan, Franco ile anlaşamamış, İspanya Almanlar'a Cebeli Tarık'a geçme iznini vermemiş idi. Mussolini ise Yunanistan'da ve Libya'da yenilgi derecesinde bocalamış durumda idi.

Sovyet-Alman münasebetleri, aralarındaki andlaşmaya dayalı dostluk çerçevesi içinde cereyan eder gibi görünüyor ise de, zorluklar da eksik de-ğildi. Sovyetler'in Polonya'nın mirasına ve Baltık memleketlerine konmala-nna ve Bessarabia ile Bukovinya'yı işgallerine karşılık, Hitler 5 Eylül 194o'da Transilvanya'yı Macarlar ve 2 1 Eylül'de de güney Dobruca'nın Bulgarlar tarafından işgalini sağlamış, Romanya da Kral Karol'un oğlu Mişel lehine tahttan vazgeçmesinden ve General Antonescu'nun iktidara gelmesinden sonra, onunla anlaşarak bu ülkeye askeri uzmanlar gönder-meye başlamış ve hatta İtalya ile birlikte Romanya'nın toprak bütünlüğünü garanti etmişti. Bundan başka, Sovyet taleplerine ve bunla-rın gerçekleşmesine, vakit bırakmadan Finlandiya üzerinden Norveç'e kuv-vet göndermek üzere Finliler'le anlaşma yaparak Alman kuvvetleri Fin li-manlarına yerleşmeye başlamıştı. Bu yüzden Almanya ile Sovyet Rusya arasındaki tatsızlıklar basına bile yansımıştı. Gelecekte kopacak fırtınanın müjdecisi bu "dostça geçimsizlikler" çok anlamlı ve önemli olmakla bera-ber, gerek Sovyet Rusya, gerek Almanya kurdukları ortaklığın hala verimli bir yatırım olacağına inanmakta ve bundan azami yararlanma azminde idiler. Her halde, savaş dışında kalan Sovyetler bakımından Almanya'nın her gün kuvvetlenen bir düşmanla döğüşüp yıpranması ve Almanya ile sa-vaşan İngiltere'nin de savaş sonrası güçsüz kalması, başlı başına, her türlü Sovyet amaçlarının sağlanmasına ulaştıran bir durum, bir ümit idi. Al-manya'ya gelince, zafer ancak İngiltere'nin yıkılması ile elde edilebileceği-ne göre, büyük darbeyi indirme zamanı gelmişti. Almanya Italyan mütte-fikinin hiç bir işe yaramaz, beceriksiz, Almanya için bir külfet, bir ağırlık olduğunu anlamıştı. Son darbeyi kendisinin indirmesi gereğinin farkında idi. Bunun için de Hitler'in yeni bir garantiye ihtiyacı vardı. Bu garantiyi, Fransa ve İngiltere ile savaşa başlarken, nasıl Rusya ile anlaşmaya vardı ise, bundan sonra da iki taraf arasındaki "ufak tefek" meseleleri bir kena-ra bırakıp yine Rusya ile anlaşarak, onu memnun kılıp istediğini elde edeceğini hesaplamıştı. Bir Sovyet-Alman ittifakı, bir Sovyet-Alman işbirli-ği kurulacak olursa buna hiç bir kuvvet dayanamazdı.

Bu amaca götürecek araç Japonya, Almanya ve İtalya arasında yapıl-mış 27 Eylül 1940 tarihli Üçlü ittifak olabilirdi. Asya'da kurulacak yeni nizamın liderliğini Japonya'ya, Avrupa'da kurulacak yeni nizam liderliğini de Almanya ve Italya'ya mütekabilen tanıyan ve bu suretle dünyayı üç devlet arasında bölen bu Pakt'a Sovyet Rusya da katılınca, dünya bu sefer dört etki bölgesine ayrılacak, Pakt'ın 3. maddesi gereğince Sovyet Rusya da müttefik olacak, böylece hem Mihver, daha doğrusu Almanya muaz-zam bir blok haline gelecek, hem Rusya memnun edilecek, hem de Ame-rika bile "mat" edilecekti. Plan çok cazipti. Nasıl ki, Avrupa, İtalya ve Al-manya'nın, Doğu Asyada Japonya'nın "Lebenstraum"ı (yaşam rüyası olarak ayrılmışsa, şimdi de Rusya'ya bir "Lebenstraum" ayrılması gerekecekti. Çünkü onu da memnun etmek gerekiyordu. Bu suretle Hitler, Rusya ile daha ileri bir işbirliği, hatta bir ittifak sağlamış olacaktı. Ancak bunun be-delini ödemek gerekiyordu.

12 Kasım 194o'da Molotov'un Berlin ziyaretini ajanslardan öğrendik. İki gün sonra da Molotov'un Moskova'ya dönüşünde yayımlanan bildiri Sovyet ve Alman devlet adamları arasındaki görüş alışverişinin karşılıklı bir güven havası içinde cereyan ettiğini ve iki devleti ilgilendiren önemli tüm meseleler üzerinde mutabakata vardıklarını bildiriyordu. Bu pek mütevazi bir bildiri idi. Demek ki, iki deyin buluşmasından beklenen büyük sonuçlar alınamamış veya henüz alınmamıştı. Belki asıl sonuç Rib-bentrop'un Moskova'ya yapacağı karşı ziyaret münasebetiyle oradan alına-cak diye düşünülebilirdi. Bildiriden başka görüşmelerin nitelik ve kapsa-mına ışık tutacak bir bilgi yoktu. Ancak bir iki gün sonra 15 Kasım'da Moskova'da Tas Ajansı Japonlar'la Sovyetler arasında Uzak Do'ğu'da etki bölgeleri ayrılmış olmadığını bildirmişti. Bu arada Almanya'nın Sovyet-ler'e Boğazlar'da imtiyazlar tanıdığı konusunda yazılar çıktığı ve haberler dolaştığı görüldü. Aynı zamanda, pek garip olarak, Londra basım Stafford Cripps'in ekim ayında Sovyetler'e yaptığı, yukarıda değindiğim, teklifi üze-rinde yazılar çıktı ve bilgiler açıklandı. Böyle gizli konuşmaların, bu şekil-de sızıntı vermesi pek ilginçti. Ne kadar safdil olursa olsun, biraz günün meseleleriyle yakından ilgilenen bir gözlemci için, bunun Sovyetler'in bir müşteri kızıştırma takdiği olduğunu anlamak güç değildi ve ne de olsa olaylara ışık tutacak nitelikte idi. Büyükelçimiz rahmetli Haydar Aktay aracılığı ile Sovyet Hükümeti'nden ilgi istedik. Dışişleri Komiser Yardımcı-sı beylik bir cevapla yetinerek sırf Alman-Sovyet münasebetini ilgilendiren işlerin görüşüldüğünü bildirdi.

Bu önemli Ribbentrop-Hitler-Molotov görüşmesi ve sonuçları üzerin-de tam bilgi ve ayrıntılar savaştan sonra Amerikalılar'ın ele geçirdikleri Al-manca tutanaklar sayesinde öğrenilmiştir. Görüşme sırasında ve hemen sonrasında kalın bir esrar perdesi olayları ve sahne gerisinde oynanan dra-mı gizliyordu. Ancak, beliren olaylar öncesinde eldeki verilere, bilgilere ve tecrübelerimize dayanarak muhakeme yürütünce oldukça sağlam bir fikir edinmek kâbil oluyordu. Mesela, 17 Kasım'da Bulgar Kralı Hitler ile görüştükten sonra, 25 Kasım'da Sovyet Hükümeti de Sobolov'u Sofya'ya göndermişti. Hitler'in istediği aşağı yukarı şuydu: Bulgaristan'ı Üçlü Pakt'a almak. Ama Ruslar ne istiyorlar dı? Türkiye'ye mevcut 1929 Proto-kol Andlaşması gereğince bilgi vermeleri gerektiği halde, hiç bir şey söyle-memişlerdi. Moskova Büyükelçimiz aracılığı ile sorduğumuz suale Molo-tov, Türkler'in sınırda yaptıkları yığınağın Bulgaristan'a karşı muhtemel bir taaruza delalet ettiğinden, böyle bir durum ortaya çıktığı takdirde M. Sobolev'in Kral Boris'e bir yardımlaşma paktı teklif ettiğini, ancak Kral'ın durumunun düzelmiş olması nedeniyle, teklifi kabul etmediğini bildirmiş-tir. Türkiye Büyükelçisi'nin, böyle bir teşebbüsü 1929 Protokülü'nün açık hükümlerine rağmen nasıl Türkiye'ye haber vermeden yapabildiklerini, yoksa Andlaşma'yı Protokol'ü bilmezlikten mi geldiklerini sorması üzerine, Molotov bunun bir istifsardan ibaret olduğunu, yoksa Protokol'ün geçerli olduğunu söylemekle yetinmişti.

Anlaşılıyor ki, nasıl İtalya ve Almanya Romanya'yı garanti etmişler ise, Sovyetler de buna karşılık, Bulgaristan'ı garantileri altına almak iste-mişti. Bunu sezmek için siyasi bir dehaya ihtiyaç yok idi. Bulgaristan böyle bir yardımlaşma paktı ile Sovyet Rusya'ya bağlanacak olursa, Kremlin'in hesap ve tasavvurlarına göre, Almanya'nın Bulgaristan üzerin-den yapmayı tasarlayacağı bir hareket kolaylıkla kontrol altına alınabilece-ği gibi, doğrudan doğruya Boğazlar da kontrol edebilecek duruma gire-cekti. Böyle bir kararın gerekleşmesi hem Almanlar'ın Balkanlar'daki ha-reketlerine müdahale, hem de her hangi bir ihtimalle Türk-İngiliz işbirliği sonucunda yapılabilecek bir harekete de müdahale imkanları sağlayabilir-di. Anlaşılıyor ki, Kral Boris, Almanya'da Berchtesgaden'de Führer'in bas-kısını, Sovyet tehdidini ileri sürerek, şimdilik önleyebilmiş, Sovyet teklifi ve baskısını da, Alman korkusunu bahane ederek, bir yana bırakmayı başar-mıştı. Sovyetler'in Sofya Hükümeti nezdinde bu teşebbüsü Berlin'e son cevaplarını verdikleri gün yani 25 Kasım'da yapılmıştı. Sonradan yayımla-nan belgeler sayesinde Berlin'e Sovyetler'in 25 Kasımda, Üçlü ittifak'a gir-melerinin bedeli olarak ileri sürdükleri şartları içeren cevabın metnine bir göz atılacak olursa, bunun bir paragrafında, "Sovyet Rusya'nın Boğaz-lar'daki güvenliğinin, coğrafi bakımından Sovyet Rusya'nın Karadeniz güvenlik sınırları içinde bulunan Bulgaristan ile Sovyet Rusya arasında bir yardımlaşma Paktı'nın imzası ve Boğaziçi ve Çanakkele bölgesinde Sovyet-ler Birliği'nin kara ve deniz kuvvetleri için bir üs tesisi suretiyle sağlanmış olmak şartiyle" diye yazılı olduğu görülür.

Moskova'dan döneli ancak bir yıl olan Saraçoğlu ve çalışma arkadaş-ları bu Sovyet faaliyetini tam bir açıklıkla değerlendirdiklerini, Türkiye Hükümeti'nin vaziyeti gayet sağlıklı biçimde izlediğini belirtmek isterim. Kısa bir süre karanlık kalan nokta ise şu idi: Amaç Rusya'yı Üçlü Pakt'a almak ve yeni bir işbirliği kurmak, Bulgaristan'ı da bu Pakt'a katmak ol-duğuna göre, gerek Berchtesgaden'de Almanlar'ın, gerek Sovyetler'in Sof-ya'da Bulgarlar'a teklifi acaba kararlaşmış bir Alman-Sovyet olan ürünü mü idi? Tahmin edilirdi ki, Molotov Berlin'den istediğinin reddedilemeye-ceğinden bir ölçüde ümitli olarak ve bir nevi oldu-bitti yapmak için böyle bir teşebbüse girmişti.

Yukarıda değindiğim gibi, Molotov-Ribbentrop mülakatı ve tepkileri-nin hikâyesi savaştan sonra ele geçirilen Alman belgelerinin yayımlanma-siyle açıklığa kavuşmuştu. Sovyet menbaından hiç bir vesika neşredilme-miştir. Sovyet-Alman savaşı patladıktan sonra da Almanlar tarafından ya-pılan propaganda yalnız Sovyetler'in Boğazlar üzerindeki iddialarına iliş-kin teraneleri tekrar ederken, Sovyet ajansları da bu haberleri yalanlayıp durmuşlardı.

Molotov-Ribbentrop mülakatının Türkiye'ye ilişkin bölümü üzerine tam ve ayrıntılı bilgi sonradan yayımlanan belgelerle kanıtlanmıştır. Ben 8 ay sonra 1941 Temmuz ayında Türk-Alman Andlaşması'nın teatisine gittiğim zaman Alman Genel Karargâhı'nda görüştüğüm Von Ribbentrop bunları bizzat anlatmıştı. Sırası geldiğinde ayrıntılarını vereceğim bu görüşmede Ribentrop'tan, Sovyetler Birliği'nin Alman-italyan-Japon Üçlü İttifak'ına katılması karşılığında, 25 Kasım'da Molotov'un şu şartları ileri sürdüğünü öğrenmiştim.

a) Sovyetler'in, Karadeniz güvenlik bölgesi içinde saydıkları Bulgaris-tan ile Sovyet Rusya arasında bir yardımlaşma paktı imza edilmesi ve Bo-ğaziçi ve Çanakkale Boğazlar'ı yakınlarında Sovyet kara ve deniz üslerinin kurulması,

b) Batum ve Bakü'den Iran (Bedeni Fars) körfezine doğru uzanan bölgenin Sovyet taleplerinin merkezi olarak tanınması,

c) Türkiye bundan sonra kendi rızasıyla sözkonusu Dörtlü Pakt'a gir-meyi kabul ederse, Almanya-İtalya-Sovyet Rusya tarafından Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının garanti edilmesi, aksi takdirde bu üç devletçe ona karşı gerekli askeri ve siyasi tedbirlerin uygulanması.

X. Balkanlarda Alman-Souyet Rekabeti; İngiltere'nin Başarısız Müdahak Gi-rişimleri ve Almanya'nın Balkanlan İstildsı (Kasım 1940-Nisan 1941)

Balkanlar'da Kasım I 94o'dan Temmuz 1941'e kadar cereyan eden olayları, biri İngiliz-Yunan-Türk teşebbüsleri, öteki Alman-Mihver faaliyet-leri olarak iki yönden izlemek gerekir. Şöyle ki:

Almanya'nın Fransa'yı işgalinden, italyanlar'ın Yunanistan'da Arna-vutluk sınırında durdurulmasından ve gene İtalyanlar'ın Afrika'da bocala-masından sonra, İngiltere'nin, özellikle Churchill'in Almanya'ya taaruz için Birinci Dünya Savaşı'ndan miras kalan bir stratejiden esinlenerek da-ha ı 939'da yani Fransa yıkılmadan önce Müttefik Askeri Konseyi'nce ta-sarlanan planlar gereğince, bir Selânik cephesi kurmak istediği, Alman-ya'ya darbeyi bu yoldan indirmeyi hesapladığı bilinmektedir. Böyle bir taaruzun gerçekleşebilmesi, ingilizler'in yapabilecekleri kuvvet yığınağın-dan başka, Bulgaristan, Yugoslavya ve Türkiye'nin harekata katılmasına bağlı idi. Bunlar olsa bile, başarı ihtimali askeri uzmanları çok düşündürüyordu. özellikle Oniki Ada, Akdeniz yolları ve Mısır kaynakları kontrol altında bulunmadıkça böyle bir hareketin sonuçsuzluğa mahldim bir serüven olması ihtimali ciddi olarak göz önünde bulunduruluyordu. Almanya'nın Balkanlar'da ilerlemesini önlemeyi amaçlayan siyasi te-şebbüsler ne kadar yerinde ise, askeri' harekat ve Bulgaristan ile Yugoslov-ya'yı bir askeri harekata katılmaya zorlamak o derece sakıncalı ve iflasa mahkum görünüyordu. Almanlar'ın taze ve en modem şekilde teçhiz edil-miş 200 tümenle Balkanlar'da istediği harekatı yapabilecek durumda oldu-ğu göz önünde tutulacak olursa, Selanik üssünden hareket etmesi gereken müttefik kuvetlerinin ne çapta olması lazım geleceği kendiliğinden meyda-na çıkar. Almanlar bu tasavvurdan kuşkulandıklarmdan, özellikle Yuna-nistan'a yardım vesilesi ile, az da olsa Girit'te Suda körfezinde üslenen İn-giliz kuvvetlerinin, Türkiye'yi zorlayarak genişletecekleri üslerinden, Ro-manya petrollerini rahatça bombardıman edebileceklerini hesaplayarak, her ne pahasına olursa olsun, ingilizler'in Balkanlar'a ayak atmasını önle-mek ve ilk hedef olarak Yunanistan'dan ayaklarını kesmek kararında ol-dukları anlaşılıyordu, daha doğrusu biliniyordu. Bu kararı ancak mecbur olurlarsa uygulayacakları kanısında olan Bulgarlar ve Yugoslavlar herhangi bir kışkırtmadan kaçınmaya çalışıyordu. Yunanlılar bile Ocak 1941'de Al-manlar'ı boş yere kışkırtmamak için İngilizler'in göndermeği teklif ettikleri ufak bir kara kuvvetinin Yunanistan'da üslenmesini reddetmişlerdi. Yugos-lavya Hükümeti de Yunanlılar'a, şayet İngilizler'e Selânik'de üslenme izni vermesi suretiyle Almanlar'ı kışkırtacak olurlarsa, Almanlar'a Yugoslav-ya'dan geçme hakkı vereceklerini bildirmişti.

O zamanki İngiliz yardım imkanlarının ne olabileceği hakkında bir fi-kir edinilmek üzere, bu gün bir çok yayında yer almış olmak itibariyle ar-tık sır niteliği kalmayan, ancak o buhranlı günleri yaşayan ve karar verme sorumluluğunu taşıyan adamlarm gizli olarak bildiği bir noktayı belirtmek yerinde olur: 1941 Ocak ayı başında Yunan Devlet Bakanı Papagos ve Başbakan Metaxas, General Wavel ile bir görüşmede, bir Nazi saldırısına karşı koyabilmek için ilk olarak 9-1 o İngiliz tümeni ile esaslı hava kuvvetinin, Alman Orduları'mn daha Bulgaristan'a girmesinden önce, gelmiş ol-masını istemişti. Wavel derhal bir topçu alayına altı tank verilebileceğini, sonra da iki üç tümen gönderebileceklerini, ancak kuvvetlerin en az iki aydan önce yerlerine varamaycaklarmı bildirmişti. İşte bunun üzerindir ki, Matexas Almanlar'ı kışkırtmamak için, Almanlar Tuna'yı aşıp Bulgaris-tan'a girdikten sonra İngiltere'den yardım talep edeceğini bildirip İngiliz kuvvetlerinin Yunanistan'da üslenmesini istememişti.

İngiltere'nin, Balkan Devletleri bir tek cephe teşkil edebilecek olurlar-sa Almanya'nın oraya saldırmaktan vazgeçeceği veya böyle bir saldırıyı önleyebileceği kanısında gerçek payı görmemek kabil değildir. Türk Hükümeti'nin daha ı g39'dan beri buna gayret sarfettiğini, ancak Balkan Devletleri'nin kendi aralarındaki geçimsizlikler ve iddialar yüzünden, bun-ların neticesiz kaldığını anlatmıştım. Biz daha savaştan çok önce Balkan Paktı yolu ile hatta Arnavutluk'u da içine alacak bir birliğin kurulmasına çok çalışmıştık. Düşünülen şey, siyasi bir hareket ve karar birliği etrafında toplanmış bir Balkan Devletler'i camiası idi. Ancak, sonradan değişen şartlar ve düpedüz üstün askeri baskılar karşısında bulunan Balkanlı Dev-letler'in kuşkulu vaadleriyle bir askeri cephe kurmalarına imkan ve ihtimal kalmamıştı.

Bununla birlikte, Yogoslavya ve Bulgaristan'ı iknaa gayret gösteriyor-duk. O sıradaki bir olgu da Amerikalı Albay Donovan'ın Balkanlar'a ve memleketimize yaptığı "özendirme" ziyaretleri olmuştu. Tanınmış bir Cumhuriyetçi ve Roosevelt'in dostu olan bu Amerikalı Albay Başkan Roo-sevelt'in ajanı olarak, Balkanlılar'ı Nazi baskı ve saldırısına karşı koymaya ikna ve bu baskıya karşı koyacak memleketlere Amerika'nın yardımını va-detmekle görevliydi. Donavan, Yugoslavya'ya, Bulgaristan'a ve hatta bize Amerika'nın İngiliz tezini desteklediğini anlatacaktı. Sırasiyle Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan'ı ziyaret ettikten sonra, şubat ayının başında Ankara'ya geldi. Hükümetimizle görüştü. Aşağıda bu görüşmenin ayrıntı-larını vermeden önce, şimdi mukabil Alman faaliyetlerine bakalım:

1940 Ekimi'nde Romanya Üçlü Pakt'a katılmıştı ve Almanlar oraya yerleşmişti. Yugoslavya Almanya'nın her gün artan baskısına rağmen henüz bu Pakt'a girmiş değildi. Bulgarlar Üçlü Pakt'a imza koymamış ol-makla beraber, Almanlar'la sıkı askeri ilişkiler kurmuştu. Elde ettiğimiz sağlam bilgilere göre, Almanlar Bulgaristan üzerinden Selanik doğrultu-sunda gönderecekleri kuvvetlerin transitini Bulgarlara kabul ettirmişlerdi. Ancak harekat biter bitmez Bulgaristan'dan çekileceklerini Sovyet Hükümeti'ne bildirdikleri ve Sovyetler'in de buna karşılık Bulgaristan ve Boğazlar'ı Sovyet güvenlik bölgesi saydıkları yolunda kısa bir cevap vermiş oldukları yolunda bazı haberler de almıştır. (Bu haberlerin doğruluğu, az farklarla, savaş sonrasında yayımlanan belgelerle kanıtlanmıştır).

Italya'nın fıyoskosundan sonra Almanlar'ın niyeti ne idi? Yunanistan'ı alıp duracaklar mı idi? Yoksa bilinen bir plan gereğince üzerimizden Süveyş'e mi yürüyecekler idi? O sıralarda böyle faraziyeler vardı. Hitler'in ne yapacağı belli değildi. Fakat hedef Türkiye üzerinden Mısır'a doğru olacağı görülüyordu. Alman Genelkurmayı'nın planı bu idi.

Türk Hükümeti bütün bu gelişmeleri ayrıntıları ile günü gününe müttefikimiz İngiltere ile birlikte izliyor, onunla istişare ediyor, değerlendi-riyordu. Hazırlanmakta olan dramın ve gelecek taaruzun şumulü yalnız memleketimizin geleceğini değil, aynı zamanda müttefıkimiz İngiltere'nin de savaştaki durumlarını tehdit edecek nitelikte idi. Balkan taaruzu hazır-lanırken Afrika'da müdahale hazırlıklarının da ilerlemekte olduğu anlaşı-lıyordu. Sicilya'da üslenmiş uçakların başladıkları bombardımanın şiddeti Bingazi limanını İngilizler için hemen hemen barınılmaz ve istifade edil-mez bir hale getirmişti.

Durum bu merkezde iken 31 Ocak 1941'de İngiltere Başbakanı Churchill'den Cumhurbaşkanı Inönü'ye bir mesaj geldi. Bunda, Mart ve-ya Nisan'da olabileceğini tahmin ettiği Bulgaristan üzerinden Alman taa-ruzunu karşılamak üzere göndereceği ro bombardıman grubunun (Squad-ron) Türkiye'de üslenmelerini teklif ediyordu. Eğer Yunanistan işgal edile-cek olursa, oradaki 5 grubun da Türkiye'ye geçirilerek, bunlar da hava muharebelerini Türk alanlarından kalkarak yapabileceklerdi. Ayrıca Mı-sır'a gönderilmekte olan roo uçaksavar topunu da, gerekli personeli ile birlikte, Türkiye'ye göndermeyi vaadediyordu. Churchill mesajında, Rus-ya'nın dostça davranmasını temenni etmekle beraber, onun tutumunun kuşkulu olması nedeniyle, Türkiye'den Bakü petrollerini bombalayabilecek bir İngiliz hava kuvvetinin mevcudiyeti Ruslar'ı dolaylı da olsa Almanlar'a yardım etmekten alakoyacağinı, çünkü Rusya tarımı bakımından, bu pet-rol kuyularına çok muhtaç olduğundan bunların yokedilmesinin büyük bir açlığa neden olacağı kanısını ileri sürüyordu. İşte bu mesajın alınışının ertesi günü de Amerikalı Colonel Donovan Ankara'ya gelmişti. Donovan Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Mareşal ile görüştü. Gayet ciddi, babacan ve görevine inanmış bir adam olarak, Hitler'e karşı koyma konusunda Amerika B.D. Başkanı'nın fikirlerini anlattı. öbür Balkanlılar'ı da özendirdiği gibi, bizi de Yugoslavya ve Yunanistan'la birleşip, İngilizler'in Mütte-fiki olarak Balkanlar'da Almanlar'ı durdurmaya çağırdı. Amerika'nın İn-giltere'ye her türlü yardımı yaptığını ve daha da yapacağını, Hitler'e karşı koymaya karar veren memleketlere de Amerika'nın yardım edeceğini, altı ay sonra Amerikan savaş sanayiinin tam hızıyla çalışmaya başlayacağını, sorunun altı ay dayanabilmek olduğunu, Hitler'i kışkırtmak babasına da olsa, ona karşı koymak gerektiğini anlattı. Churchill'in Cumhurbaşkanı'na gönderdiği mesajdan bilgisi vardı. Zaten benimsediği İngiliz görüşünü Balkanlılar'a kabul ettirmeye çalışıyordu.

Hitler'in saldırısına karşı koymak gereğine Türkiye'yi ikna etmeye za-ten lüzum yok idi. Türkiye daha ilk günden bu yolu seçmişti. Balkan-lar'ın birleşmesine de bütün imkanlariyle çalışmış ve çalışmakta idi. Fakat dava Balkanlılar'ın kendilerinde idi. Yugoslavya'da Sırp, Hırvat ve Sloven-ler'den kurulu bir devletin içinde hükümet adamları çekişme içinde idi ve başka başka eğilimler gösteriyordu. Bulgaristan oynak ve kararsızdı. Öte yandan İngilizler'in yapabileceklerini vaad ettikleri yardımın gerek uzaklık, gerek koşullar bakımından, yani fizik ve geopolitik bir gerçek olarak, sınır kapılarındaki muazzam Alman kuvvetleri ve Sovyetler'in kuşkulu durumu karşısında bu memleketlere herhangi bir tercih bırakmadığını, Hitler'e karşı koyma rizikosunu, onu kışkırtmaktan çekinerek üstlenmek cesaretini vermeyeceğini kendisi de gözlemlemişti. Bize izlenimlerini anlattı. Türkiye devlet adamları da ona, Türkiye'nin her nereden gelirse gelsin, saldırının büyüklüğü ne olursa olsun, kendini son nefesine kadar savunma azmi ve kararında olduğunu, Almanya'yı Bulgaristan sınırlarında durdurmanın, ancak Bulgaristan da buna karar verirse ve imkanları müsait olursa mümkün olabileceğini, yoksa Türkiye'nin böyle bir askeri maceraya atıl-masının, itilmesinin kuşkusuz sözkonusu olamayacağını, kaldı ki, Bulgarla-rın Almanlar'a karşı koymak niyetinde olmaları şöyle dursun, geçit verme konusunda Almanlar'la bir anlaşmaya bile varmış oldukları hususundaki bilgilerimizi söyledi. Devlet adamlarımız, bu arada Türkiye'nin modern si-lah bakımından ne kadar yetersiz olduğunu, ancak potonsiyel bir kuvvet olarak, hem hazırlanmaya vakit kazanması, hem de muhtemel gelişmele-rin gereklerine karşı koyabilmek için mahfuz tutulması, bunun için de Al-manya'yı üzerine çekmemeye çalışması lazım geldiğini, bunun hem askeri hem de siyasi bir tedbir olduğunu da anlattı. Şayet bu tedbirler fayda ver-mez ve Almanlar kapılarımızı zorlarsa, ister yardım gelsin, ister gelmesin, ister az ister çok çok olsun, tek başına da olsa, kayıtsız şartsız saldırıya karşı koyacağını sözlerine ekledi.

Donovan'ın ziyareti konusunu kapatmadan önce bir noktayı daha be-lirtmek isterim: Roosevelt Yugoslavya ve Türkiye'ye birer mesaj gönder-mişti. Amerika'nın İngiltere'ye ve Naziler'e karşı koymaya savaşan millet-lere yardım edeceğini, yakında Kiralama-Ödünç Verme Kanunu'nun çıka-cağını bildirmiş bulunuyordu. Ancak bizzat Roosevelt Yunanlılar'a malze-me ve modern uçak vaadinde bulunduğu halde, Amerika'nın savaş dışı durumu ve mevzuatı bakımından Yunanistan'a hiç bir şey gönderileme-mişti.

Hitler'in büyük çapta bir taaruz hazırladığına işaret taşıyabilecek ter-tipler aldığı görülüyor ve duyuluyordu. Bu taaruzun Bulgaristan üzerin-den olacağı da şüphe götürmez gibi görünüyordu. Nitekim Romanya'dan Bulgaristan'a sevkiyatı kolaylaştırmak için Tuna üzerine bir köprünün ya-pılma hazırlıklarına girişildiği, aldığımız haberler arasındaydı. Bu bakım-dan Cumhuriyet Hükümeti mümkün mertebe Bulgaristan'ın durumunu tesbit etmek imkanlannı aramak ihtiyacını duyuyordu. Nitekim, Sofya Hükümeti nezdinde teşebbüse geçilmişti. Bunun sonucu 17 Şubat 1941 günü bir dostluk ve saldırmazlık demeci olmuştu. O zamanın hercümerci içinde bu demeçten, Bulgaristan'ın Türkiye'ye saldırmayacağı, ayrıca böyle bir demeç konusunda Bulgarlar'ın Almanlar'la mutlaka istişare et-miş olacaklarına göre, Almanlar'ın da Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye yürümeyecekleri manasını çıkarmak mümkündü.

Sınırlanmıza yaklaşan, daha doğrusu modern savaş ölçülerine göre emniyet mıntıkalarımıza dayanmış olan tehdit karşısında ordumuz tam se-ferber ve alarm halinde, Meriç üzerindeki sınır köprüleri ilk emirde uçu-rulmaya hazır, millet, hükümet ve memleket olarak Türkiye elinde silah, olayların gelişmesini bekliyordu.

26 Şubat 1941'de İngiltere Dışişleri Bakanı Eden, yanında Genelkur-may Başkanı General Sir John Dill ile Ankara'ya geldi. Başbakan Refik Saydam, Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, Mareşal Çakmak ile konferans halin-de görüşmeler oldu. İki müttefik taraf gayet sammi ve etraflı olarak duru-mu inceledi. Mr. Eden Yunanistan'da Kral George, Metaxas'ın ölümü üzerine yerine geçen Başbakan Koryzis ve Mareşal Papagos ile yaptığı görüşmeleri, Yunanlılann kahramanca direnme azimlerini ve alınan karar-ları Türk Hükümeti'ne ayrıntıları ile anlattı. Yunanistan'a yapılacak yar-dım nedeniyle Türkiye'ye öngörülen yardımın yapılamayacağını söyledi. Yunanistan'a yapabilecekleri yardımın da Almanlar'ı durdurabilecek ölçüde olmadığını kendilerinin de bildiğini belirtti. İngiliz müttefıklerimizin ve bilhassa Churchill'in tasavvur ettiği şey bir Türk-İngiliz-Yunan-Yugoslav blokunun Almanya'ya karşı kurulması idi. Bunu bir prestij gere-ği ve yiğitçe bir zorunluluk saydıklan belli idi. Mr. Eden de zorlukları bili-yor ve kabul ediyordu. İki müttefik memleket yetkili devlet adamlarının bu Ankara Konferansı, siyasi ve askeri bakımdan büyük önem taşır. içten-likle geçen konuşmalarda durum değerlendirilmişti.

Yugoslavya, çoktan beri yapılagelmekte olan teşebbüs ve gayretlere rağmen herhangi bir kombinezona yanaşmamakta idi. Bulgaristan Alman-ya hareket üssü haline gelmişti. İngilizler'in yapabilecekleri yardım ve da-ha doğrusu bu bölgede bir savaşa katılma olanakları çok sınırlı idi. Hatta yok denebilirdi. Almanya ilk fırsatta saldıracaktı. Ondan sonraki hedef Yakın Doğu'ya ve oradan Süveyş'e ulaşmak için, Türkiye olacağı - o za-manki esaslı bilgilerimize göre - kesindi. Modem silahlardan, bir sürü ge-cikme nedeniyle, yoksun kalmış Türk ordusunun sınırları dışında bir serüvene atılması, savaşın daha sonraki aşamalarında asıl görevini yapabi-lecek olan bir potansiyelin israf edilmesi ve durup dururken Almanlar'a Yakın Doğu'nun yolunu açmaktan başka bir işe yaramaz idi. Türk ordu-su, "statik” bir savunma kuvveti olarak mümkün olduğu kadar zaman ka-zanıp teçhizatın' tamamlamağa çalışılmallydı. İngiltere'nin müttefiki olarak Türkiye'ye düşen en önemli ödev coğrafi durumu nedeniyle oluşturduğu kilit noktasını ve dolayisiyle İngiliz müttefıkimizin gerisini korumaktı. Bil-diriyorlardı ki, Türkiye bütün imkanlarıyla seferber ve alarm halindedir. Bütün tayakkuz ve tedbirimize rağmen Almanya üstümüze yürüyecek olursa, kayıtsız şartsız memleketimizi savunma kararımız kati idi. Böyle bir felaketin gerçekleşmesi halinde Ruslar'ın seyirci kalmayacaklan kesin-di. Bu hususlar, görüşmeler esnasında Mr. Eden'a açıkça anlatıldı. Yugos-lavya nezdinde yapılacak girişimde ümidimiz pek az olmakla beraber, İn-giliz teşebbüslerini destekleme kabilinden bir hareket ve karar birliği için Saraçoğlu tarafından Prens Paul'a bir telgraf çekilmesi kararlaştırıldı. Bu telgraf çekildi, ancak bir cevap bile alınmadı. Mr. Eden, Belgrad elçileri vasıtasıyla girişimlerini sürdürüyordu. Bütün gayretlerine rağmen Prens'ten bir mülakat sağlayamamıştı ve Belgrad'a gelmesi bir kışkırtma olur düşüncesi ile Yugoslav Hükümeti tarafından önlenmişti. Bu arada Saraçoğlu'nun çektiği telgrafla ilgili olarak elçimiz Tevfik Kâmil Koper-ler'den bir haber geldi. Bir görüşme esnasında Yugoslav Başbakanı, küçük memleketlerin böyle büyük işlere karışmaması lazım geldiği yolunda saç-ma bir ifadede bulunduğunu bildiriyordu.

Bu Balkan blokunun kurulması hususunda girişilmiş olan faaliyetin akamete uğradığı yukarıda değindiğimiz üzere daha Şubat 194.o'da Bel-grad Balkan Paktı Konferansı'ndan hemen sonra belli olmuş idi. Şayet Türkiye, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan ve hele Bulgaristan'ın da katılmasıyla, bir hareket ve karar birliği gösterebilecek bir siyasi blok, hali-ne gelebilselerdi, Balkan Devletleri'nin siyasi geleceği büsbütün başka olur ve belki fazla iddialı bir fikir olmakla beraber, Almanya bu devletlerin bir-liğini hesaba katarak Balkanlar'a saldırmazdı. Fakat, ne yazık ki daha Bi-rinci Dünya Savaşı sonrasından beri Orta Avrupa ve Balkan Devletleri'nin kuruluşlarında kullanılan temel harçlarının "etnik", coğrafi ve politik zaaf-larla bozuk olması yüzünden bu memleketler kaderlerinden mutsuz, bir-birlerine karşı ırki ve milli taleplerle hasım gözü ile bakmakta ve fırsat kollamaktaydılar.

Ne küçük İtilâf, ne de Balkan Paktı Orta Avrupa ve Balkanlar'da is-tikrar unsuru olmamıştı. Biri Macaristan'ı, öteki de Bulgaristan'ı mazlum ve fırsat kollayan devlet durumuna düşürmüştü. Eskiden beri Türkiye bu durumu görmüş olduğu için, Balkan İtilafi'nın kurulmasından hemen sonra Bulgaristan'ı da Pakt'ın içine alma gayretinin girişimcisi olmuştur, denebilir. Son Belgrad Konferansı'nda da bu amaca ne kadar yaklaşmış olduğu görülmüştür. Tarihin Balkan Devletleri'nin bir hareket ve karar birliğine varamamalarının sorumluluğunu Romanya ve Yugoslavya'nın o zamanki içinden bölünmüş, her biri ayrı eğilimde, zayıf, kararsız hükümet adamlarına yükleyeceği kuşkusuzdur. Bu çok yazık olmuştur. Yugoslavya gibi siyasi birliğe yanaşmayan bir memleketle askeri bir cephe kurmaya yanaşması herhalde beklenemezdi.

Fakat, ne olursa olsun, özellikle Churchill, Yugoslavya'nın güneyden harekete geçmesinin Yunanistan'daki Italyan kuvvetlerinin tarumar olması sonucunu vereceğine ve bu sayede kurulması istenilen Selanik cephesinin savunmasının sağlanmasına inanarak, Yugoslavya'yı iknaya çalışmakta ıs-rar etmişti. Mr. Eden'in Türkiye'de bulunmasından yararlanarak İngilte-re'nin Moskova Büyükelçisi Stafford Cripps de Ankara'ya gelmiş idi. Mr. Eden, Türkiye'nin Sovyetler'den duyduğu kaygıları yatıştırma bakımından, Sovyetlerin bir Deklerasyon yapmasını telkin etti ve Stafford Cripps'e bu konuda talimat verdi. Stafford Cripps'in gözlemlerine göre -ki bizim ha-berlerimize uygundu-Sovyetler Almanlar'ın Bulgaristan'daki tutumlarından kızgın ve hoşnutsuz idi. Balkanlar'da bir Alman harekatına katılmak iste-meyeceklerdi.

Mr. Eden 28 Şubat Ankara'dan ayrılarak, yeniden Atina'ya gitti. Ya-yımlanan resmi bildiri ve testi edilen telgraflann belirttiği karar birliği ya-nında, olayların içinde yaşamış bir gözlemci olarak, Saraçoğlu-Eden görüşmelerinin ve askeri düzeydeki müzakerelerin açık ve anlayış içinde cereyan ettiğini söylemek isterim.

ı Mart 1941 'de Bulgaristan Alman-İtalya-Japon Paktına Viyana'da tantanalı bir merasimle imza attı. Ertesi günü de Alman orduları Bulga-ristan'a girmeye başladı. Birinci hedefin Yunanistan olacağı kesindi. Hare-katın nasıl gelişme göstereceğini, bunun bize doğru gelip gelmeyeceğini ancak zaman gösterecekti. Türk ordusu amansız bir savaşı göze almış bekli-yordu. Tedbir olarak hükümet Meriç üzerindeki köprülerin atılmasına ka-rar verdi ve bu karar uygulandı. Bunu Asım Gündüz bana telefonla haber verdiği zaman, odamda bir rastlantı olarak Almanya Büyükelçisi Von Pa-pen bulunuyordu. Konuştuğumuz mevzu Balkanlar'daki durum idi. Aldı-ğımız tedbirlerden bir ara bana sözederken biraz da heyecanlı olarak, "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu. Ben de kendisine "Siz ne yapacak ise-niz, biz de aynen öyle yapacağız" diye cevap verdim. "Alors ça ira bien" (öyle ise iyi olacak) karşılığının anlamını anlayamamıştım. 5 Mart'ta Hit-ler'in mesajını İnönü'ye getirdiği günü ne demek istemiş olduğu daha iyi anlaşılacaktı.

Hitler İnönü'ye mektubunda, mecbur kalmadıkça Türkiye'ye saldırma niyetinde olmadığını ve herhangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için ordulanna Türk hudutlanndan belli bir uzaklıkta kalmalarını emrettiğini, iyi niyetlerini teyid ederek bildiriyordu. Bu mesajın gelişi itiraf etmeliyiz ki, beklenmedik bir olay olmuştur. önümüzdeki günlerde ve aylarda ne şekilde gelişeceği bilinmeyen olayların tehdidi süre dursun, ne de olsa o an için anlamlı ve değeri olan bir hareket, bir olgu idi. Alman Führer'i, Türkiye'nin, sınırlarına, siyasi statüsüne dokunulursa kesinlikle ve her ne pahasına olursa olsun, savaşacağma inanmıştı. Anlaşıhyordu ki, o anda bu onun işine gelmiyordu. Türkiye milli azmi ve karariyle ve İngiltere ile itti-fakına dayanan basiretli siyasetiyle geçici de olsa Alman Ordulan'nı kendi sınırlannda ve dolayısiyle Yakın Doğu'nun eşiğinde durdurabilmiş görünüyordu. Ancak Almanya'nın Balkanlar istilası fiilen başlamıştı.

İngiliz müttefikimiz, hala Yugoslavya'yı tarafımıza çekip ortak bir cephe kurup Almanlar'ı durdurabilmek ümit ve isteğinde idi. Ne kendi askeri imkanları, ne de Yugoslav devlet adamlarının eğilimi ve tepelerindeki fiili baskı ve tehdit, bu İngiliz emelinin gerçekleşmesini mümkün kılacak âmillerden sayılmazdı. Ne Prens Paul, ne de Yugoslav devlet adamları, İngilizler ve bizler ile temas bile kurmak istemiyordu. Buna rağmen, İngiliz si-yasi' adamları ve bilhassa Churchill Yugoslavya'yı kendisine müttefik yapabileceği zehabında idiler. Bu zehaba mesaj verecek en ufak bir işaret ol-madığı halde, ısrarlarını anlamak cidden pek güçtü.

Kendileriyle yüksek düzeyde açık ve samimi görüşmeler yapılmış olan İngiliz komutanlarının askeri durum ve felsefemizi baştan başa anlamakta olduklarını biliyorduk. Mutabık idik. Fakat Mr. Eden sonradan yayınladı-ğı anılannda da belirttiği gibi, Türkiye'nin Balkanlar'da yeni saldırılara karşı olduğu konusunda Yugoslavya'yı özendirecek nitelikte bir dekleras-yonda bulunmasında fayda görmüştü. Kahire'den Saraçoğlu'na bir telgraf çekip Kıbrıs'ta bir gizli bir buluşma teklif etti. Daveti kabul eden Saraçoğ-lu ile mülakat 18 Mart'ta oldu. Konu Yugoslavya'nın durumu ve İngiliz-ler'in Yugoslavya'yı, Almanlar'a karşı, kendi safına çekmek gayret ve ümi-di idi. Eden Saraçoğlu'dan yeniden Belgrad'a İngiliz görüş ve talebini des-tekleyen bir mesaj göndermesini istiyordu. Yugoslavya kuşkusuz önemli ve değerli bir faktör olabilirdi. Fakat ne yazık ki, yukarıda da değindiğim gi-bi, işin hiç ümit bağlanacak bir tarafı yoktu. Saraçoğlu Kıbrıs'a davet edil-meden bir iki gün önce hükümete gelen haberler Yugoslav devlet adamla-rının Selanik'in kendilerine bırakılmasını garanti etmesini Almanya'dan is-temekte oldukları yolunda idi. Saraçoğlu Mr. Eden'in Yugoslavya'ya affet-tiği önemi tamamen takdir ediyordu. Belgrad Hükümeti'nin kararsızlığı ve oynaklığına rağmen teşebbüslerini desteklemeyi ve bir karar birliğine var-mak için Yugoslavlar'a istişare önerisinde bulunmayı kabul etti. Dönüşünde bu mesajı Belgrad'a gönderdi. Fakat, tahminimiz üzere, ami-yane deyimi ile, Yugoslavlar bunu hasır altı ettiler.

Mr. Eden anılarında bu mesajın gönderilmediğini yazar. Yanılmıştır, bu mesajı Büyükelçi Tevfik Kazım Koperler sunmuş, ancak mesaj cevap-sız kalmıştır. Naib Prens Paul Başbakan Cvetkovic ve Dışişleri Bakanı Markovic'in çoktan Almanlar'a hoş görünmekten başka çareleri bulunma-dığı inancında oldukları açıktı. Nitekim, 25 Mart'ta Yugoslav Başbakan'ı gene parlak bir merasimle Üçlü Pakt'ı Viyana'da Fuhrer'in önünde imza etti. öğrendiğimize göre, daha Kıbrıs mülakatı esnasında Prens Paul Hit-ler'in daveti üzerine kendisiyle buluşmuş, Hitler ona yarı tatlı, yarı ültima-tom niteliğinde Üçlü Pakt'a girmesi için süre tanıyarak, şayet Yugoslavya Pakt'a girecek olursa, Yugoslavya'dan kuvvet ve malzeme transiti istemeye-ceği güvencesini de vermiş. Bu oldukça önemli bir nokta idi. Acaba bir kaç gün sonra Belgrad'da hükümet darbesi olmasa idi Hitler sözünde duracak mı idi? Bulgaristan'dan geçit sağladığına göre belki Yugoslavya'yı hareket sahasına sokmak istemeyeceği akla gelebilirdi. Her halde hükümet darbesi ve Sovyetler'le general Simovic hükümetinin Moskova'da imzala-dığı pakt olmasa idi, Yugoslavya Almanya'dan yediği hain ve hunhar dar-beden belki uzak kalırdı.

Yugoslav dramının kısa bir hülasasını yapmak gerekir. 25 Mart 1941 Prens Paul Alman Führer'inin kendisine söylediği tatlı sözlerin aslında ültimatom niteliğinde olduğunu anlamış olacak ki, hükümet Alman isteği-ne boyun eğerek Üçlü Pakt'ı imza etmişti. Bunun üzerine General Simo-vic liderliğinde bir darbe ile Prens Paul indirilmiş, yerine merhum kral Alexandr'ın oğlu Piyer tahta oturtulmuştur. Yugoslavya'nın Üçlü Pakt'a karşı bir davranışı sayılabilecek bu ayaklanma müttefiklerde büyük ümit ve tasviple karşılanmıştı. özellikle Mr. Churchill ümitlere kapılmış, Sir John Dill Belgrad'a uçmuş, General Simovic'le görüşmüş, ancak Simovic kendisine Hırvat lideri Maçek'in muhalefette bulunduğunu, kendisi ile iş-birliğinde bulunmak istemediğini, büyük iç zorluklarla karşı karşıya oldu-ğunu, Üçlü Pakt'ı onaylamadan ortada bırakarak, Almanlar'la çatışmamak ümidinde bulunduğunu söyleyerek, direnmiştir. Bununla birlikte, 4 Ni-san'da Yankovic adında bir Generalin Flovina'da General Dili, Papagos, General Wilson ve Türk genelkurmayının bir temsilcisi ile bir görüşme yapmasına razı olmuştur. İngiliz dostlarımızın bazen acaip hataları görülüyordu. Yugoslavya'da, Sırplar ile Hırvatlar'ın çekişmesi, iç karışıklık, Dr. Macek'in açık muhalefetini sanki ortada hiç bir şey yokmu§ gibi, du-rumu gül gülistan sayan İngilizler, Yugoslav Ordusu'nun Arnavutluk'ta harekete geçmesini istemişlerdir. Yugoslav Generali ordularının sınır dışı-na çıkacak durumda olmadığını ve esasen bütün kuvvetlerini gerektiğinde ancak Almanlar'a karşı ve hatta belki memleket içinde asayişin sağlanma-sına tahsis etmeleri gerekeceğini söyleyerek, bir harekata katılmayı reddet-miştir.

Bütün bu gelişmeler karşısında Cumhuriyet Hükümetimiz Yugoslav-lar üzerinde Türkiye tarafından her hangi bir etki teşebbüsünün tamamen yersiz olduğunu Mr. Eden'e, Büyükelçisi Sir Huggesen aracılığı ile gönderdiği bir mesaja karşılık olarak bildirdi.

Belgrad'ta darbenin hemen arkasından Büyükelçimiz Koperler "De-mir Pençe" adlı bir örgütün iki temsilcisinin Moskova'ya gitmek üzere Türkiye'den transit geçmek istediklerini bildirdi. Sovyetler bunların Mos-kova'ya gelmelerine izin verdi. Biz de gereken transit vizesini verdik. Bu heyetin 4 Nisan'da Moskova'ya vardığını, ümitlerinin Ruslar'la bir askeri ittifak yapmak olduğunu belirtip, Molotov'un aynı gün Alman Büyükelçisi Von Schulenburg'a heyetin gelişine ve Sovyet Hükümeti'nin bu heyetle bir saldırmazlık ve dostluk Paktı •-•.,,mak niyetinde olduğunu, bilgi için bildirdiğini, Moskova Büyükelçiliği'nden öğrendik. Gerçekten 5 Nisan'da Sovyet-Yugoslav Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imza edildi. Bu olay da Mr. Churchill'i ümitlendirmişti. Sandı ki, tam sırasıdır, Alman tehdidin-den ürkmeye başlayan Sovyetler hemen İngiltere ile birleşerek Balkan-lar'da Almanlar'a karşı fiilen cephe alacaktır. Bu düşünce ile, Mr. Churc-hill Stalin'e bir de mesaj göndererek "Sovyet Rusya'ya karşı pek çok işa-retleri beliren Alman tehdidini önlemek için Sovyet Rusya'nın İngiltere ile birleşerek, Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan'a yardım etmek suretiyle, Almanlar'ı Balkanlar'a inmekten alıkoymağa” davet etmişti. Mr. Churchill Inönü'ye de bir mesaj gönderdi. Mr. Churchill Yugoslavlar'ın sağlayacak-ları pek çok tümenle Almanlar'ın yolunu kesmenin kâbil olacağını zanne-diyordu. Ancak bu tasavvurlann hayalden ibaret olduğunu, muhataplan-nın bu düşüncelere yanaşmak niyetinde olmadıklarını çoktan anlaması ge-rekirdi. Hükümet darbesinden sonra bile Simovic Almanlarla anlaşmaya ve üçlü Pakt'ı reddetmeyip askıda bırakarak durumu idare etmek karar ve ümidinde idi. Sovyet Rusya da Yugoslav kardeşlerinin sırtını Dostluk Paktı ile okşamakla yetinmiş, zaten buna kızan Almanlar'ı engellemek için parmağını bile kımıldatmamıştı. Çünkü yıkıntılar üzerinde konmak için potansiyelini korumak istiyordu. Kaldı ki, Alman belasını önleyeceğim di-ye Sovyet felâketini davet ve musallat etmenin ne dereceye kadar doğru olduğunu sonradan beklenmedik şekilde ortaya çıkan olaylar gösterecekti.

Yugoslavya'daki hükümet darbesinden hemen sonra Simovic hüküme-tinin Almanya'ya vermeye gayret ettiği güvenceye rağmen, Sovyet-Yugos-lav Dostluk Paktı'nın Moskova'da imzalanması Hitler'i büsbütün çileden çıkarmıştı. Nitekim, 5 Nisan genel taaruz emrini vermiştir. Yugoslavya'yı kasıp kavurduktan sonra, Yunanistan'ı istilâ etmiş. İngiltere, Yunanis-tan'daki pek az miktarda İngiliz kuvvetlerini çekmeğe karar vererek ıg Ni-san'da çekilme başlamıştır. 24 Nisan'da Yunan ordusu teslim olmakla Balkanlar tam olarak Alman işgali altına girmiştir.

CEVAT AÇIKALIN'IN ANILARINDA DEĞİNDİĞİ KONULARLA ILGILI BAŞLICA YAYINLAR

Dipnotlar

  1. - Başbakanlı k, Basın-Yayı n Gen.Md., Ayı n Tarihi
  2. - British Stationary Office, "Documents on Biritish Foreign Affairs, 1919-
  3. - 1939", London, Third Series, Cilt V, VI, VII
  4. - Department of State, "Documents of German Foreign Policy, 1918-
  5. - 1945", Washington, Cilt X
  6. - Department of State, "Nazi-Soviet Relations, 1939-1941", Washington, 1948
  7. - Dışişleri Bakanlığı, "Montreux ve Savaş Öncesi Yı lları (1935-1939)", Ankara, 1973
  8. - Eden, Anthony, "The Eden Memories", London 1962
  9. - Erkin, F.C. "Türk-Sovyet ilişkileri ve Boğazlar Meselesi", Ankara, 1968
  10. - Gönlübol, M., ve arkadaşları, "Olaylarla Türk Dış Politikası" (1919- 1973), Ankara 1974
  11. - Gürün, Kâmuran, "Türk-Sovyet ilişkileri (1920-1953), Ankara 1991
  12. - Knatchbull-Huggessen, "Diplomat in Peace and War", London, 1949
  13. - Massigli, Ren, "La Turquie devant la Guerre" Paris, 1964
  14. - Ministere des Affaires Etrangeres, "Documents Diplomitiques Français, 1932-1939", Paris, Cilt XV
  15. - Papen (von), "Memoirs", London 1952
  16. - Sosyal, İsmail, "Türkiye'nin Siyasal Andlaşmaları" Cilt I (1920-1945),
  17. - Bölüm XXXI, Ankara, 1983
  18. - Soysal, İsmail, "1939 Türk-İ ngiliz-Fransı z ittifakı", Türk Tarih Kurumu,
  19. - Belleten, C.XLVI, sayı 182, Ankara 1982