ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Yaşar Yücel

Anahtar Kelimeler: XVI. Yüzyıl, XVII. Yüzyıl, Edebî Metin, Osmanlı İmparatorluğu, Devlet Yapısı, Toplum Düzeni

Klâsik Osmanlı siyasal ve sosyo-ekonomik yapısına bakıldığında, göze çarpan ilk özellik, teorik olarak yapıya vücut veren bu sistemde yer alan bütün kurumların pâdişâhın mutlak otoritesini gerçekleştirme amacına dönük işleyişleridir. Merkezdeki en büyüğünden en uzak köyündekine kadar ülkenin bütün yöneticileri hükümdarın kullarıydı. Yine ülkedeki üretime elverişli bütün topraklar mîrî yâni mülkiyet hakkı devlete ait bulunuyordu. Yönetici kadroların dışında bulunan, re’âyâ adıyla ifâde edilen Osmanlı toplumunun bütün zümrelerinin yaşantısına şeriat ve belki ondan daha çok Osmanlı Pâdişâhının tedvin ettiği örfî kanunlar şekil veriyordu. Bu öyle bir etkiydi ki, kişinin giyim tarzından mesleğindeki üretim biçimine kadar her alanda kendini göstermekteydi.

Toplum içindeki zümreler arasında ve mekândaki yer değiştirmeler bile bir ölçüde sınırlı tutulmuştu. Bilindiği üzere Osmanlı toplumunda başlıca iki tabaka vardı. Birincisi, hükümdârın otoritesini temsil eden yönetici tabaka ki, bunlara askeriler denmekteydi. Her kademedeki yönetici ve askerler ile ilmiyye mensupları, devlet dairelerinde çalışan kâtipler bu tabakayı oluşturmakta idiler.

Toplumun re’âyâ diye adlandırılan bölümü ise üretim yapan bütün tebaayı kapsıyordu. Yönetenler ile yönetilenleri biribirinden ayıran en önemli özellik, birinciler vergi vermez ve fiili üretimde bulunmazlarken, İkincilerin vergi yükümlüsü üreticiler olmalarıdır. Bu ayırım Osmanlı İmpartorluğunun her döneminde geçerli olmuş ve biribirine geçişler, daima devletin dayandığı anlayışla, pâdişâhın otoritesiyle sınırlandırılmıştır.

Ancak, bu durum Osmanlı toplumunun tarihî gelişimi boyunca incelendiğinde teoride bir değişiklik olmadığı halde, Osmanlı kurumlarının siyasal ve sosyal muhtevâsında zaman ve mekâna göre yeni gibi görünen özelliklerin ortaya çıktığı göze çarpmaktadır.

Kökleri bir yandan eski Türk töresinden bir yandan İslâmî kurallardan beslenen Osmanlı İdarî hukukunun pratikte tam anlamıyla uygulanmadığı yapılan araştırmalardan ortaya çıkmaktadır.

İşte, Türk toplumunun yarattığı kendine özgü bir devlet düzeni sayesinde Osmanlı İmparatorluğu XVII. yüzyılın başlarında Yakın-Doğu ve Balkanların sahibi durumuna gelmiştir. Bu gelişme; toprak mülkiyeti, iktisadî٠malî hayat, kişilerin devlet ile kendi aralarındaki hukukî ilişkilerini ayrıntılı biçimde düzenlemiş, yukarıda sözü edilen kânunların başlangıçta iyi işlemesinin bir sonucudur.

Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun XVI. yüzyılın başlarından itibaren yönetim açısından sosyal ve ekonomik durum bakımından yeni şartlarla karşı karşıya geldiği gözlenmektedir. Gerek çağdaş arşiv, gerekse kitaplık bilgileri bu devrenin başlangıcını Kanûnî devrine kadar indirmekte, III. Murad’ın saltanatında kesin şekilde belirlendiği hususunda birleşmektedirler. Gerçekten de, III. Murad ve oğlu III. Mehmed devirlerindeki sosyo-ekonomik değişmeler gözlendiğinde, böyle bir tarih yaşantısının önceki yüzyılın devlet düzenini sarsıp Osmanlı İmparatorluğuna en az, XVII. yüzyılın ikinci yansından başlayarak yeni bir sosyal ve siyasal düzen içine atmış olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar imparatorluk III. Murad devrinde en geniş sınırlarına erişmişse de bu dönemin Türk ve Batılı tarih araştırıcıları, imparatorlukta başlayan çalkantıya dikkati çekmekte ve yakın bir gelecekte siyasi kuruluşta başlıyacak çöküntüden söz etmektedirler. İşte sözü edilen yüzyılda, devlet ve toplum düzenini çöküşe götüren değişiklikleri, bir yandan Osmanlı iç bünyesinde görülen nüfus artması, malî bunalım, merkez ve taşra örgütlerindeki boşluklar ve Celâli fetreti gibi çok önemli olaylar hazırlarken diğer yandan da, o dönemin dünya konjonktüründeki şartlar bu tarihlere doğru Osmanlı aleyhine büyük gelişmeler göstermekteydi. Sözünü ettiğimiz yüzyılın ikinci yarısında başlayarak meydana çıkan bu kesin ve genel değişikliklerin Osmanlı devlet mekanizmasını da olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmazdı.

Bu araştırmada amaç imparatorlukta baş gösteren bunalımların edebî eserlere nasıl yansıdığını, bir başka deyişle de tarihçinin edebî eserlerden (şiir türü) kaynak olarak yararlanması gerçeğini ortaya koymaktadır.

Tarihçinin edebî eserlerden, edebiyatçının da tarihten yararlanması gerektiği gerçeği, ne ilk olarak tarafımızdan düşünülmüş, ne de ilk olarak tarafımızdan ileri sürülmektedir. Bu öteden beri herkesçe kabul edilen, temelde tartışılmasına bile ihtiyaç duyulmamış bir gerçektir. Ama tarihçinin, bütün iyi niyetli tutum ve çabalara rağmen edebî eserlerden gerektiği biçimde yararlanamadığı da abartılmış bir yargı sayılmasa gerektir. Bunun belli başlı sebebleri arasında:

  1. Edebiyatın ve tarihin iki ayrı uzmanlık alanı olması,
  2. Her iki alanın uzmanlarının gerektiğinde, kaynaklara, diğer uzmanlık alanında çalışanların yardımına muhtaç olmadan eğitebilecek biçimde yetişmeleri,
  3. Doğal olarak bu iki alanın her birinde çalışan uzmanların öncelikle kendi alanlarını ilgilendiren konulara öncelik vermek zorunda bulunmaları,
  4. Bizim öğrencilik yıllarımızdaki bir uygulamanın, yani; edebiyat bölümü ihtisas öğrencileri için tarih’in, tarih öğrencileri için de edebiyat’ın, 4 sömestr (2 yıl), okunması zorunlu dersler arasında yer verilmesinin yaygınlaşmamasını!! ve dolayısıyla uzmanlar dışında kalan, geniş bir tarihçi ve edebiyatçı kitlesi için tarih ve edebiyatın birbirinden iyice uzaklaşmaya başlaması,
  5. Diğer bir ifâdeyle ve özetle tarihçi-edebiyatçı, işbirliğinin ihtiyaç duyulan ölçüde gerçekleşmemesi ve buna pek de lüzum görülmemesi,
  6. Dîvân edebiyatımızın kendi şiir anlayışı gereği, tarihçi için önem taşıyan malzemeye fazlaca yer vermemesi ve tarihçinin edebî eserlerden genellikle ayrıntılara ilişkin bilgiler çıkarmak durumunda bulunması, gibi muhtelif hususlar düşünülebilecektir.

Herhangi bir yanlış anlamaya ve polemiğe yol açmamak için hemen belirtmemiz gerekir ki amacımız, bu konularda yapılmış ve yapılmakta olan ve saygı ile anılması gereken çalışmaları hafife almak değil, aksine, bu tarz çalışmaların daha da artmasına ilişkin dileklerimizi dite getirmektir.

Şüphesiz tarihçi için tarihî eserlerin ana kaynak olduğu tartışılamaz. Meselâ Kadı Burhaneddin’in dîvânına dayanılarak Kadı Burhaneddin devletinin tarihi ve Kadı Burhaneddin’in hayatı yazılamaz. Ama, bu şâir hükümdarın (H. 745 - 800/M. 1345 - 1398):

(I)

Ezelde Hak ne yazmış ise bolur [1],
Göz neni ki görecek ise görür
İki âlemde Hak’a sığınmışız
Tohtamış ne ola ya Ahsah Temur[2]

Allâh tâ ezelde (alnımıza) ne yazmışsa, (ne takdir etmiş ise), o olur, (gerçekleşecek olan odur),
Göz, neyi görmesi takdir edilmiş ise onun görür.
Biz her iki âlemde (dünyâda da, âhiretde de) Allâh’a sığınmışız:
Toktamış ya da Aksak Timur bizim için ne ola ki, kim ola ki?” diyen tuyuğu veya başka tuyuğlarından aldığımız:

(II)

Himmetümüz iki âlemde gezer
N’ohsar Âmasiye ya Nikisâr[3]
(Bizim himmetimiz her iki âlemde gezer
Amasya ya da Niksar nedir ki?)

(III)

Er oldur Hak yoluna baş oynaya,
Döşekde ölen yiğit murdâr bolur[4].

(Er, yiğit Hak yolun canını fedâ etmekten çekinmeyen kişidir; Yatağında ölen yiğit murdar ofur).

Mısraları Kadı Burhaneddîn’in düşüncelerini, emellerini, karakterini değerlendirirken tarihçinin kanâatini güçlendiren konuya ışık tutan birer belge olarak elbette gözden ırak tutulamayacaktır.

Daha önce de değinildiği gibi, dîvân edebiyatımızda tarihçinin işine yarayan malzeme fazla değildir ve tarihçilerimiz zâten bunlardan büyük ölçüde yararlanmıştır. Ancak bu durum, yararlanacak malzeme kalmadı anlamına gelemeyeceği gibi bilinen malzeme de, araştırmalar derinleşip yönlendikçe değişik yönlerden değerlendirilebilecek, tarihçinin ihtiyacına ve bakış açısına göre önem kazanabilecektir. Elbette, bize fazla bir şeyler söylemeyen dîvân şiirimizin çağının insânına neler söylediği daha iyi öğrenilebilinir, anlaşılabilirse o suskun, o dereden tepeden bahseder görünen şiirlerin şu ya da bu ölçüde kimi olaylara ışık tutacağı da muhakkaktır. Somut bir örnekle arzı ,gerekirse XVI. yy’ın ünlü şâiri Bâkı’nin dîvânında yer alan ancak Bâkı’nin olmadığı da saptanmış bulunan bir ,gazelin bazı beyitlerine göz atmakta yarar vardır:

Cihânun ni’metinden kendi âb ü dânemiz yeğdür
îlün kâşânesinden gûşe-i vîrânemiz yeğdür

Gınâ sadrında şol mağrur nâ-âsûde serverden
Fena bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yeğdür

Hümâ-yı evc-i izzet gibi gayretsizden ey Bakı
Muhabbet şem’ine şeh-per yakan pervânemiz yeğdür[5].

Bunlardan:

“Ganilik, zenginlik, bolluk makâmının, yerinin en üst köşesinde oturan ve gailesiz, rahat olmayan uludan, yokluk meclisindeki uykulu sarhoşumuz daha iyidir, üstündür.

Ey Bâkı! îzzet (yücelik, kuvvet, kudret) şâhikasının (doruğunun) Hümâ kuşu gibi bir gayretsizden, muhabbet mumuna kanadını yakan pervânemiz daha iyidir, daha üstündür”.

Diyen ve ilk bakışta pek çok benzeri gazelde olduğu gibi şâirin tasavvuf ilkelerine uygun biçimde, dünya nimetlerinden, zevklerinden el etek çekmeyi, İlâhî aşk ile yanmayı, o aşk ile mest olmayı; mevki, zenginlik, dünya mutluluğu gibi herkesin peşinde koştuğu çekici nimetlere üstün tuttuğunu belirten deyişler olarak kabul edilmesi doğal olan beyitler, Kınah-zâde Haşan Çelebi’nin tezkeresindeki (Cilt, t, s. 208)[6] tanıklığından anlaşıldığına göre devrin pâdişâhı III. Murad’a BâkI’nin düşmanları tarafından şöylece arz edilmiştir:

Mestâneden (sarhoştan) maksat babanız Sultân Selîm’dir (yani II. Selîm, sarhoşluğuyla tanınan Sarı Selîm’dir) Bâkı senin için gayretsiz diyor ve babanı senden üstün tuttuğunu açıklıyor.

Bilindiği gibi, günümüzün insanının aklına gelmeyecek bu açıklamalar Sultan II. Murâd tarafından ma’kul bulunmuş Baki derhal görevinden azledilmiş, dostlarının araya girmelerine, şiirin Bâkı tarafından yazılmadığı- nı kanıtlamalarına ve eski mecmualarda bu şiirin Nâmî adlı bir başka şâirin adıyla kayıtlı bulunduğunu göstermelerine rağmen, Bakı, ölümden kurtulmuş ise de, tekrar eski görevine iâde olunmamıştır.

Durum böyle olunca Bâkı’nin [7](gerçekten Bâkı’ye ait) olan şu gazele değişik açılardan bakılabileceği derhal akla gelmektedir.

Zahm-ı dilden kan akar bu çeşm٠i giryân bî-hâber;
Garka virdi âlemi bir katre umman bî-haber.

Yâr bî-pervâ Celâli gibi hat kaldırdı baş;
Memlekette fitne peyda oldu sultân bî-haber

Muttasıl atar dile peyveste müjgân okların,
Câna geçdi zahm-ı tîr-i gamze cânân bî-haber

Mest olub uyurken öpmüş lâ١l-i cânânı rakîb;
Ehremenler Hâtemi almış Süleymân bî-haber

İtlerünle her gice gavgâda Baki çâkerin
Hâb-ı gafletde yatur ağyâr-ı nâ-dân bî haber[8]

Gazelde şöyle denilmektedir:

  1. Gönlün yarasından kan akıyor, fakat bu göz (kendisinden gözyaşı olarak akan bu kandan) habersiz. Bir damla bütün dünyayı suya boğdu, fakat deniz (ancak kendisinin yapabileceği ya da kendisinin bile yapamayacağı bu işi bir damlanın yaptığından) habersiz.
  2. Sevgili pervasız, oysaki hat (sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri) Celâlî eşkıyası gibi baş kaldırdı, Memlekette fitne (isyân, kargaşalık) çıktı, fakat Sultân bundan habersiz.
  3. Hiç durmadan ard arda kirpik oklarını gönle atar; Gamzenin oklarının yarası tâ cana dek geçti, işledi, fakat sevgili bundan habersiz
  4. Sarhoş olup kendinden geçmiş bir hâlde uyurken, rakîb sevgilinin dudağını öpmüş; Cinler yüzüğü ele geçirmiş, fakat Süleyman bundan habersiz.
  5. Bâkı kulun her .gece senin köpeklerinle didişip durmadadır; Nadan ağyar (rakib) ise gaflet uykusuna dalmış uyumada ve bu olup bitenden habersiz.

Gazelin ikinci beytinde, sevgilinin yüzünde biten ayva tüylerinin ki, dîvân şirinde “fitne” olarak nitelendiği bilinir. Celali eşkıyâsına teşbih edildiği ve böylece XVI. yy'da devlet İçin büyük bir tehlike olarak ortaya çıkan Celali isyanlarına telmihte bulunulduğu belirgindir. Beyitte müşevveş, leffü neşr sanatı yapılmıştır. Birinci beyitteki “Yâr” ile “Celâlî” ve hatt’â karşılık ikinci beyitte sultân ve fitne zikredilmiştir. Şair bir yandan memleket ile ifade ettiği sevgilinin yüzünde fitnenin yani hattın ortaya çıktığını belirtirken, hatt fitne-celâli-sultân-sevgili kelimeleri arasındaki ilişkiye dayanarak gerçekten ülkede Celâli'nin ortaya çıktığını yani fitnenin belirdiğini, ama sevgilinin karşılığı olan Sultân'ın yani pâdişâhın da (sevgilinin pervâsızlığına mukâbil) habersiz gibi davrandığını belirtmiş olmaktadır.

Dördüncü beyitte ise Hz. Süleymân'ın karışına telim ettiği hâteminin - ki Süleymân bu yüzük sâyesinde buyruğu altındakilere, cinlere de hükmedebilmededir- Sahr (ya da Sâhir) adil bir dev tarafından-Süleymân Peygamberin kılığına girilerek yani onun yerine geçilerek, Süleymân Peygamberin haberi yokken karısı Cerâde'den alınması Hz. Süleymân’ın tahttan uzaklaşıp kudret ve hâkimiyetini yitirmesi olayına telmih vardır.

Öte yandan dîvân şiirinde sevgilinin dudağı hâtemdir. Sevgili, Sultân yani süleymân'dır, rakib ise Ehrimen'dir. Yani gerek teşbihler, gerek telmih, gerekse ifade bakımından gazelde dikkati çekecek hiç bir şey mevcut değildir. Fakat 2. beyitteki fitne-Celâ,î ilişkisi vesilesiyle gerçeğe değinildiği göz önüne alınınca Bâkı'nin bu beyitte ve hatta bütün şiirde Kanunî'yi habersiz olduğu ya da onun önem vermediği bazı konularda uyarmaya çalıştığı ihtimâli de derhal hatıra gelmektedir.

Bâkı'nin bu tarz gazellerinin dışında doğrudan doğruya somut tarihî olaylara değinen ve aşağıya dört beyti alman gazelininkine benzer şiirleri yok denecek kadar azdır[9].

Reh-İ mey-hâneyi kat' itdi tîğ-i kahn Sultânun
Su gibi arasın kesdi Stanbul u Kalata'nun

Miyân-ı âb ü âteş oldu cây-i keştî-i sahbâ
Yitürdi rüzgâr âyîn-i ayşın bezm-i rindânun

Yakan âb üzre âteş sanmanuz keştî-i sahbayt
Şufa-i tîg-i kahrından tutuşdu Şâh Süleymân'un

Hilâl-âsâ fiirûzan oldu bahr-ı nîlgûn üzre
Şafaktan dem urur âb-1 şarâb-âlûdu deryanın [10].

Baki diyor ki:

  1. “Padişâh'ın kahr kılıcı, meyhanenin yolunu kesti, “O kılıç İstanbul ile (meyhanelerin çok olduğu) Galata'nm arasım su gibi kesti
  2. Şarap gemisinin yeri su ile ateşin arası oldu. Rüzgâr (zaman) rindlerin meclisinin yaşama ve eğlence ayinini mahv etti.
  3. Suyun üzerinde şarap gemisin ateşin yaktığını sanmayınız. O gemi Sultan Süleyman'ın kılcının şuamdan, yalımından tutuşmuştur.

Sadece bu beyitlerden dahi Sultan Süleyman’ın içki yasağı koyduğunu, meyhaneleri kapattığını, emre uymayarak şarap getiren gemileri denizin üzerinde yüküyle birlikte yaktırdığını anlamak kabildir.

Baki H. 1008/M. 1600'de ölmüştür. Kendisinden 18 yıl kadar önce 1582'de ölen ve

Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yani
Ecel celalleri aidi Mustafa Hanı

diyerek Celâlî eşkıyasına da şiirinde yer veren Taşlıcalı Yahya Bey'in eserlerinde tarihi olaylar daha fazla yer alır.

Yahya Bey, vâsıta beyti:

Hem hasib u hem nesib u hem sa'id u hem şehîd
Hem veli hem gazi hem derviş hem şâh-1 ferid

olan 5 bendlik terci-i bendinin Sultan I. Murad (Hüdâvendigar)’m şehâdetini anlattığı 2. bendinde[11]aynen:

Ol mahalde el öperken âl ile itdi şehîd
Kafirün elçisi adına gelub bir ehl-¡ nâr

Ya'ni 'Bir cehennemlik, kişi, kâfir; düşmanın elçisi sıfatıyla gelip, o yerde (Kosova ovasında) el öperken, hile ile kendisini şehîd etti" diyerek genellikle eski Türk kaynaklarınca benimsenen ve Ahmedi’nin Tevârîh-i Â1-İ Osmân'ında olduğu gibi:

Kana bulaşubeni tâ pâ vü ser
Bir geber yatur İmiş anda meger

Gevdeler İçinde olmışdur nihân
Lik Gazi Hân'ı ğörürdi ayân

Çün kaza irdi yaturken turdi ol
Sıçrayub hançerle şahı urdi ol

Ol arada demde Sultân-1 sa'îd
Cam Hakk'a viriiben oldi şehîd [12]

Yani (Meğer orda tepeden tırnağa kana bulaşmış bir Allâhsız yatarmış. Cesetler arasına gizlenmişti, fakat Gazi Pâdişâhı apaçık görebiliyordu. Vaktaki kazâ erişti, o yattığı yerden kalktı, sıçrayıp hançerle pâdişâhı vurdu. O yerde o anda o mübârek (âhiretini hazırlamış) Sultân canim Allâh'a teslim edip şehit oldu) şeklinde anlatılan rivâyetin dışında bir ölçüde Rum tarihçisi Dukas'ın anlattıklarına yaklaşan ve Miloş Kobiloviç'i bir savaş alan, kahramanı olmaktan çıkaran değişik bir görüş getirmiş olmaktadır.

XVII. yüzyıl, Osmanlı imparatorluğunda olayların değişik boyutlar kazandığı, sosyal çalkantıların arttığı, yükselme devrinin sona ermesinin yarattığı mes'elelerin iyice boyutlandığı, ancak bazı kesimlerde apaçık görülen duraksamanın Türk Edebiyatım etkilemediği, aksine edebiyatta yeni büyük şâirlerin ortaya çıkmasının devam ettiği ilginç bir asırdır. Bu durum, bu olayların edebiyatımıza daha fazla yansımasına ve tarihçiyi ilgilendiren daha geniş bir malzemenin şiire girmesine de yol açmıştır.

Meselâ 8 yıldır Nefi ve Sihâm-ı Kazâ’sı üzerinde çalışan edebiyat araştırıcısı Halil Erdoğan Cengiz’in bu konuda hazırladığı henüz yayımlanmamış eserindeki ön tesbitlerine göre, gerçek ya da takma adlarıyla, görevleriyle, ya da aile bağlarıyla (oğlu, kızı, anası, eşi, uşağı gibi) belirtmelerle birlikte Sihâm-ı Kazâ’da anılan kişilerin sayısı tt5’in üzerindedir. Bunlardan:

64 kişi

1'er

şiirde

20

kişi

2 er

şiirde

7

kişi

3’er

şiirde

3

kişi

4 er

şiirde

2

kişi

5١er

şiirde

5

kişi

6’şar

şiirde

4

kişi

7'şer

şiirde

1

kişi

8

şiirde

1

kişi

9

şiirde

2

kişi

10

şiirde

1

kişi

14

şiirde

1

kişi

20

şiirde

1

kişi

24

şiirde

1

kişi

25

şiirde

1

kişi

31

şiirde

1

kişi

47

şiirde

anılmış bulunmaktadır.

Bu sayılar yeni bulunacak hicviyelere ya da görülecek başka yazmalardaki nüsha farklarına göre çok az bir değişiklik gösterebilecek ise de, temelde, ana çerçeve değişmeyeceğinden önemli bir tesbit olarak ele alınmıştır.

47 şiirde anılan kişi devrin ünlü şairlerinden ve kazaskerlerinden Ganî- zâde Nâdiri Mehmed Efendidir.

31 şiirde adı geçen Vahdeti, 24 şiirde anılan ünlü şâir Kaf-zâde Faizi, 21 şiirde adı geçen Nev’î-zâde Atâyî 10’ar şiirde anılan devrin Defterdârlarından yani Maliye Bakanlarından Bâkı Paşa ve Ekmekçi-zâde Ahmed

Paşa, 6’şar şiirde anılan Sadrazam Gürcü Mehmed Paşa, Veysî, Hekimbaşı Emîr Çelebi, 5 şiirde anılan Azmî-zâde Hâletî gibi kişiler elbette İmparatorluk içinde sivrilen şu ya da bu alandaki ünlü kişiler kimi devlet adamı, kimi sanatçı ve bilgin, kimi hem bilgin hem üst düzeydeki devlet görevlisi olarak tarihçinin dikkatinden uzak tutulamayacaktır. Bilgilerin tarihçinin işine ne ölçüde yarayacağı ayrı bir konudur. Ama kimi zaman en küçük, kırıntı kabilinden bir bilgiye dahi ihtiyaç duyulduğu bir anda belki tarihçi hiç bir işe yaramaz görünen bir bilgiyi elindekilerle birleştirerek kullanmaya yönelebilecektir. Meselâ Nefî, Ekmekçi-zâde Ahmed Paşa ile ilgili olarak şiirleri arasında (anası, babası, eşi, dâmâdı, Habib Ağası, Hâfız’ı, İsmail’i, kapıcısı, Kasım çavuş’û, kethüdası, Kodaman’ı, sır kâtibi, hazinedârını) anmıştır. Hiç bir tarihte Etmekçi- zâde’nin yakınında bulunan bu kişeler hakkında böyle bir kadro çizen bilgiye rastlanmamaktadır. Nefînin, Ahmed Paşa için (Anası aşçı kenizek, babası etmekçi) demesi ve böyle anasının bir aşçı câriye, Ahmed Paşa’nın dâmâdının kendisi gibi sarışın bir kişi, haznedâr haşişinin 16 yaşında biri olduğunu ortaya koyması, gerektiğinde tarihçinin kullanabileceği birer kırıntı bilgidir. Yine Genç Osman vak’asında adı geçen bir yeniçeri çavuşu Karamazak hakkında tarihlerimizde olaylardaki rolünü anlatanlar dışında hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat Nefî, Kemân-keş Ali Paşa’ya yönelik hicviyesinde Keman-keş Ali Paşa’nın son derece esmer bir kişi olduğunu, damadının da kendisine benzediğini, Bâki Paşa ile küfürleşerek şakalaştıklarını, kayınbabası Rumeli kazaskerlerinden Bostanzâde Mehmed Efen- di’nin Ali Paşa’nın yanında son derece itibârı bulunduğu gibi hususları anlatırken Karamazak’ın son derece şişman bir kişi olduğunu da söz arasına sıkıştırmaktadır.

Nefî üzerinde ayrıca durulacaktır. Şimdi XVI. yüz yılın sonlarında H. 1005/M. 1595’te doğan H. 1065/M. 1645’teölen XVII. yy’ın ünlü hattat ve şâiri Cevrî’nin divanına [13] bir bakalım:

IV. Murâd’ın ok ve cirid atmaktaki silah kullanmaktaki ustalığı tarih kaynaklarında ayrıntılı bir biçimde yer alır. Ama aynı bilgileri Çevri dîvânında da ayrıntılı olarak bulmak mümkündür. Târih-i Beyzâ Bâ- fermân başlıklı tarih kıt’ası aynen şöyledir:

Hazret-i Hân Murâd-ı zî-şânun
Her hünerde olur kemâli ’ıyân

Cümleden bir tüfeng ile hâlâ
Ki tokuz dirhem idi bî-noksân

Urdı bu beyzâyı sühûlet ile
Oldı fındık yeri şikeste hemân

Atdı kırk dört zirâ yerden anı
Zûr-ı bâzûsına yeter bu nişân

Didi târihini görüp Çevri
Âferin ey dilîr٠i Sâm-Akrân [14]

Şâir bugünki dille şöyle demektedir:

Şanlı Sultân Murâd Hazretlerinin,
Kemâli her hünerde apaçık ortadadır.

Bu meyanda hâlen bir tüfeng ile
Ki (kurşunu) noksansız dokuz dirhemdi,

Bu yumurtayı kolayca vurdu
Fındığın değdiği yer hemen kırıldı.

O fındığı 44 zirâ (yaklaşık 33-40 m) yerden attı.
Kolunun gücüne bu nişan yetişir.

Çevri bu olayı görüp şu tarih mısrâsını söyledi:
Aferin ey Sâm’ın akranı olan yiğit.

Bu olay H. 1049’da (M. 1640)’da cereyan etmiştir.

Yine dîvânda, Sultân Murâd'ın cirid oyunundaki ustalığını gösteren 2 tarih kıt’ası vardır.

Bunlardan birincisine göre[15] .

Sultan Murâd H. 1043 (M. 1633’te) Eski Sarây’a gittiğinde 100 dirhemlik (yaklaşık 800 gr. lık) bir ciridi atmıştı. Bu cirid Bâyezid câmını geçip ta Harem'deki minarenin dibine düşmüştü. Şâir en kat, bir yaydan 6 dirhemlik (yaklaşık 20 gr'lık) bir ok atılsa en sert bir rüzgârı arkasına alması halinde ancak bu mesafeye ulaşabilir demektedir.

ikinci tarihe göre ikinci cirid atışı pâdişâhın H. 1047 (M. I637)'de Beykoz bahçesi'ne gittiğinde şöyle vuku bulmuştu:

Seyr İçin geldükde Begkoz Bâğı'na İclâl ile
Pâyına yüz sürdü cûlar itmeyüb sabr u sükûn

Kurdılar piş-i sarâya bir mu’allâ sâye-bân
Eyledi anda vücûdın tâb-1 germâdan masun

Gâh hışt u geh cirid alub o meydanda ele
Kuvveti sâhib-kırânısin iderken azmûn

Atdı ol yerden ciridin zûr-1 bâzû gösterüb
karşusmda oldı menzü-gâh ana mermer sütün

Add olundı bu'd-1 meydânı yüz otuz beş zirâ
İrmeye ol menzile bâd olsa tire reh-nümûn [16]

Bugünkü dille olayı şöylece anlatabiliriz:

Sultan Murâd kudret ile ululukla Beykoz bahçesine gezinti İçin geldiğinde.

Akarsular yerlerinde durmaya sabredemeyip onun ayağına aktılar, yüz sürdüler.

Sarâym önüne yüksek bir sayvan (gölgelik, çadır) kurdular.

Pâdişâh mevsim sıcağının harâretinden vücûdunu orada korudu.

O meydanda eline kimi zaman tuğla, kimi zaman cirid alıp,

Sâhib-kıranlarda bulunan kuvvetine sınarken.
Kolunun kuvvetini gösterip ciridini oradan attı.
Ciridin yere düştüğü mahal karşıdaki mermer direğin bulunduğu yer oldu.

Aradaki uzaklık 135 zira yani (yani 1 zirâ 75 cm’den hesaplanırsa 99 metre, 90 cm’den hesaplanırsa 121.5 metre) kabul edildi ki, yol göstericisi rüzgâr olsa bile, bu mesâfeye ok dahi erişemezdi.

Çevrinin diğer bir tarihi şudur:

Feth idüb Bağdâd’ı Gazı Murâd Hân
Çün Diyâr-ı Bekr’i kıldı müstakarr

Anda atdı altı dirhem bir tüfeng
Bir guruşa eyledi darbı eser

Add olundı otuz üç buçuk zirâ
Tûl-i meydân-ı nişânı ser-be-ser

Didiler târihini idüb duâ
Kuvvetün olsun mezîd ey nâm-ver [17]

Çevri demektedir ki:

Gazi Sultan Murad, Bağdâd’ı fethedip
Diyarbakır’da karar kıldığında,

Orada bir tüfeng attı ve altı dirhemlik bir kurşunu
Bir kuruşa isâbet ettirdi,

Nişan alanının uzunluğu bir uçtan öbür uca,
33,5 zirâ (yaklaşık 25 ya da 30 metre) ölçüldü,

Duâ edip, olayın tarihini şu mısra ile söylediler
Ey ünlü (pâdişâh) kuvvetin ziyâde olsun,

Târih mısrâ’ı hesaplandığında bu olayın H. 1048/M. 1638’de vuku’ bulduğu anlaşılmaktadır.

Hatıra gelebilecektir ki bu olaylar bazı tarihlerde de yazılıdır, Evliya Çelebi bile Sultân Murâd’ın sportmenliği hakkında oldukça ilgi çekici bilgiler vermiştir. Şu hâlde uzun incelemeleri, çalışmalara yol açan bu edebî

eserlerin değerlendirilmesine ne gerek vardır? Cevrî’nin tarih kıt’aları tarihçiye yeni ne öğretmiştir?

Bir tarihçi gözüyle, bu konudaki kişisel düşüncelerimizi şöylece özetleyebiliriz.

  1. Bir çok kaynakta bu olaylara ana çizgileriyle değinildiği halde kiminde olayın yeri kiminde kurşunun ağırlığı gibi ayrıntılara yer verilmemiştir. Tarihçi, ihtiyaç duyduğunda, ayrıntılara ilişkin bilgileri buradan tamamlayabilecek, ayrıca tarih kaynaklarında yer alan bu bilgilerin doğruluğunu, edebî kaynaklardan da te’yît etme imkânına kavuşacaktır.
  2. En önemlisi, şâirin tarih kıt’alarının her birinin sonuna eklediği “Bâ- fermân-ı ،âli-şân” ya da “Bâ-fermân” ibareleridir, bu kıt’aların pâdişâhın fermanı, emri üzerine kaleme alındığını belirten bu küçük ibare tarihçi için; kaynağın ve dolayısıyle bilginin güvenilirliğini, doğruluğunu belirten önemli bir ipucu olmaktadır. Ayrıca sâdece bu ibâre, pâdişâhın kişiliğini değerlendirirken, pâdişâhın hangi olaylara önem verdiğini tesbit ederken güvenilir bir dayanak oluşturmaktadır. Şüphesiz sadece bu ibârelere dayanarak dahi Sultan Murad’ın günümüzün deyimiyle rekorları olarak adlandırılabilecek olan o devrin deyimiyle pehlevanlıktaki başarılarına ne kadar büyük bir önem verdiğini ve ayrıca olayın belgelenmesi, kalıcılık kazanması için şâirelere de tarih düşürmelerini emrettiğini söylememiz mümkündür.

Şimdi “bâ-fermân” gibi ibârelere dayanarak pâdişâhların tarih düşürmesi için Cevri’ye hangi konularda emir verdiklerini görelim:

Ferman yani, buyruk, sipâriş gereği yazıldığı belirtilen, 13 manzumeden 8’i Sultan Murâd’la ilgilidir. Bunların 2'si cirid, 2’si tüfeng atışları; 1'i köşk, 1'i has oda yaptırılması, 1’i has oda tâmiri 1'i gümüş taht yaptırılması konusundadır.

Sultan İbrâhim’in tarih düşürülmesini istediği konular ise 3 adet köşke, ayrıca 1 başka köşk ve sebil yaptırılmasına ve 1 köşkün tamirine ilişkindir. Kalan 1 tarih ise Kırım Hânı’nın yaptırdığı çeşme için düşürülmüştür.

Cevrî Dîvânı’nın tenkidli basımındaki tarih kıt’alarının sayısı 121 ١dir. Pâdişâhların ve Kırım Hânı’nın teklifi yani sipârişi, emri üzerine yazılan, sözünü ettiğimiz 13 kıt’a çıkarılınca geriye 98 kıt’a kalmaktadır.

Şimdi de bu 98 kıt’anın hangi konularda olduğuna bakalım.

  1. İçlerinde Bağdad’ın fethinin Sultan İbrahim’in ve IV. Mehmed’in cüluslarının, IV. Murad’ın ve Sultan İbrâhim’in şehzâdelerinin doğumlarının da yer aldığı önemli tarihi olayları, pâdişâhları, hânedânı konu alan 13,
  2. Kaptan-ı deryalık, Beylerbeydik, Defterdarlık, Hekimbaşılık, Şeyhü’l-islâmlık, Anadolu Kazaskerliği, Nakibü’l-eşraflık gibi görevlere yapılan atamaları konu edinen 18,
  3. Sadrâzamlardan Bayram Paşa, Sofu Mehmed Paşa, Ahmed Paşa gibi şahısların yaptırdıkları da içlerinde bulunan cami, mescit ve türbeleri konu edinen 6,
  4. İçlerinde Valide Sultanın, Yeniçeri Ağasının; Siyavuş, Mehmed ve İbrahim Paşaların yaptırdıkları da yer alan köşk, ev, han, hamam gibi yapıları konu edinen 26,
  5. Kara Mustafa Paşa ile Silahdar Mustafa Paşa, Musa Paşa, Ahmed Paşa gibi Paşaların, Yeniçeri Ağası Tekeli Mustafa Ağa’nın, Dilsiz Tavşan Ağa’nın da içlerinde bulundukları muhtelif kişilerce yaptırılan sebil ve çeşmeleri konu edilen 17,
  6. Muhtelif kişiler tarafından açtırılan kuyuları konu edinen 2,
  7. Sadrâzam Mustafa Paşa’nın yaptırdığı köprü konusunda 1,
  8. Harem-i hümâyunda olan silahdar odası, Tîr-en-dâzlar Tekyesi gibi bina, tekke, câmi tamirlerini konu edinen 4,
  9. Değişik yıllarda kış mevsimlerinin nasıl geçtiğini ve bunlardan birinde denizin donduğunu konu edinen 3,
  10. Şâir Hayli Bey, Ayşî, IV. Murâd’ın ünlü ve sevgili müsâhibi Musa Çelebi’nin de içlerinde bulunduğu değişik kişilerin ölüm tarihlerini belirten 6,
  11. Bir şükûfe-zârın (çiçek bahçesinin) yaptırılışını belirten 1,
  12. Değişik olayları, bu arada Enmuzce, Ahsenü’l-hadîs, Nasâyihü’l- Mülûk li-Hüsni’s-Sülûk adlı kitapların yazılış tarihlerini konu edinen 1, tarih kıt’asının toplamı 98’e ulaşmaktadır. Bu malzemeden tarihçinin yararlanmayacağı elbette düşünülemez.

Bu kez de tarih kıtası olmayan manzumelere bir göz gezdirelim.

Görülen manzumeler arasında:

  1. DER TA’RÎF-1 TUÖRA-YI GARRÂ BÂ-FERMÂN başlıklı 7 beyitlik manzume[18],
  2. ŞEHENŞÂH-I CİHAN PÂDİŞÂH I ZAMÂN HAZRF.T-I SULTÂN İBRÂHÎM HÂN YAPDURDUĞI KAYIK VASFINDADUR Kİ FERMÂN-I ÂLÎ-ŞÂN ile söylenmişdür başlıklı 13 beyitlik manzume[19],
  3. KIT’A DER-TARÎF-t ARABA BÂ-FERMÂN başlıklı 2 beyitlik kıt’a [20],
  4. KIT'A DER- TA'RİF-1 KEMER BÂ-FERMÂN başlıklı 2 beyitlik kıt'a[21],
  5. KIT'ADER VASF-1 KEMER BÂ-FERMÂN başlıklı keza 2 beyitlik kıt'a [22],
  6. KIT 'A DER.TA'RİEİ CÂM BÂ-FERMÂN başlıklı 3 beyitlik kıt'a [23],
  7. KIT’A DER TAVSİF-! SÂÜAR BÂ-FERMÂN başlıklı yine 3 beyitlik kıt'a [24],
  8. KIT’A DER-SİTÂYİŞ-1 PlYALE BÂ-FERMÂN başlıklı 3 beyitlik kıt'a[ 25],
  9. KIT’A DER MEDHl SER-PÜÇI CÂM BÂ-FERMÂN başlıklı 3 beyitlik kıt'a [26],
  10. BEYT DER-TA’RÎF-1 OTAKA BÂ-FERMÂN başlık beyt[27],
  11. BEYT DER-MF.DH-1 ELDlYEN BÂ-FERMÂN başlıklı beyt [28].

ki ikisi beyi olmak üzere toplam 11 parça etmektedir, bunların da pâdişâhların fermânı ile yazıldıkları, şâirin koyduğu ibarelerden kesinlikle anlaşılmaktadır.

Bunların dışında “Bâ-l'ermân” kaydım taşımadıkları hâlde, sunulan örneklere bakılarak, ferman gereği yazıldıkları söylenebilecek parçalar da şunlardır:

  1. Saltanat Kayığı konusundaki 2 beyitlik kıt'a[29],
  2. Kolçak konusundaki 3 beyitlik nazm [30],
  3. Kemer konusunda mesnevi tarzında yazılmış 3 beyit[31],
  4. Kemer konusundaki 3 beyitlik nazm[32],
  5. Kemer konusunda mesnevi tarzında yazılmış 2 beyit[ 33],
  6. Sorguç konusundaki i beyit [34],
  7. Tuğra konusundaki 6 beyitlik nazm[35].

Bunlardan 2 parçanın Sultân İbrahim'in diğerlerinin Sultân Murâd’ın emriyle yazıldıkları var olan ipuçlarına dayanalıarak değerlendirilebilecektir.

Bunlar pâdişâhların karakter ve zevklerine ışık tutan belgeler olarak ele alınabilecektir. Meselâ Sultân Murâd’ın kadehleri, kemeri, av eldiveni sadece onun içki ve av düşkünlüğünü değil, aynı zamanda bir sanatçı ruhuyla, yaptırdığı eşyaları ne kadar çok severek yaptırmış ve kullanmış olduğunu da gösterebilecektir.

Her biri şu yada bu ölçüde değerli sayılabilecek bilgileri muhtevi bu eserlerin dışında, arayanlar daha başka şeylerde bulabileceklerdir. Meselâ, Çevri Dîvânı’nın Tenkidli Basımında 110 - 113’ünca sayfalarında yer alan ve başındaki “bâ-teklif” kaydına bakılarak IV. Murâd’ın emri üzerine kaleme alındığı kabul edilebilecek olan kaside tarzında kafiyelerimiz bu manzumeye dayanarak o zamanki sarây yani Harem-i Hâs-ı Hümâyûn Mûsiki Hey’etinin ana kadrosunu isimleriyle ortaya koymuştur. 53 beyitlik bu manzumedeki:

Çünki ta’rîf-i kibâr oldı bu resm üzre edâ
Yazılursa n’ola şimden girü evsâf-ı sigar

Bir nice nev٠heves ü hûb-nefesler ki henüz
Mûsikî meşkin ider her birisi leyi ü nehâr

Anlar olmış kimi sâzende kimi hânende
Kabiliyyetleri hakka ki olunmaz inkar[ 36].

gibi beyitlerde büyük müsikişinâsların anlatılmasından sonra sıranın küçüklere geldiği; kimi sâzende, kimi hânende yetenekleri inkâr edilmeyecek bir çok güzel sesli ve mûsiki aletlerine hevesli kişinin gece gündüz meşkle meşgul olduğu belirtildiğine göre, bir ana kadro ve bir de yeteneklilerden oluşan geniş bir yedek kadro vardır. Hânende ve sâzendelerin “kibâr”, “büzürg”ü olarak nitelenen ana kadro şu şekilde ortaya çıkmaktadır:



Bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki Osmanlı Sarayında dâimi görevli bir HAREMİ HÂS-I HÜMÂYÛN MUSİKİ HEY’ETİ vardır. Hey’ette.

Kemân
Ud
Çeng
Tanbur
Ney
Miskal
Çöğür

olmak üzere 7 değişik çalgı ile en az 2 tanbur, 2 ney olduğuna göre 9 usta sâzende bulunmaktadır, kemani Hüseyin Rebâb da çaldığına göre hey’etteki musiki aleti 8’e yükselmektedir, İki hanende ile birlikte hey’et tamamlanmaktadır.

Cevrî'nin bu manzumesinde çöğür çalan kişi şu beyitlerde anlatılmaktadır:

Biri çöğürci MUHAMMED ki aceb sihr eyler
Çöğür alup eline perdesin itse hem-vâr

Ud u tanbur gınâsın virür itdükde nagam
Bes ki destinden ider kesb-i nezâket evtâr

İtse meclisde anunla eğer âheng-i sürür
Nağmesi dide٠i mestânda komaz hâb-ı humâr

Çöğürün böyle kemâlin bilicek şerminden
Adem-âbâd a fırâr itdi KOR OĞLI nâ-çâr[37]

Buradan anlamaktayız ki bu Çöğürcü Muhammed eline sazını alıp sihirli parmaklarıyla dokunduğunda ona ud ve tanburun ses zenginliğini verebilen, sarhoşların gözünden mahmurluk uykusunu kaldıran bir kişidir. Çöğürün böylesine ustaca, kemâl derecesinden çalındığını öğrenince ünlü halk şâiri KOR OĞLU utancından ölüp gitmiştir.

Ancak bu sözlerden, bu çöğürcünün ustalığının ötesinde, çıkarabilecek şu önemli sonuçlar da vardır:

  1. KOR OĞLU, Cevrî’nin bu şiiri kaleme aldığı tarihte ölmüş bulunuyordu.
  2. Çöğür Türk Halk Musikisinin bir sazıdır. XVII. yy’ın ortalarında İstanbul’da çöğür çalan 3000 profesyonel sazende vardı. Yeniçeri Ocağında da son derece tutulmuştu. Kopuza benzerdi, 6 çift telli idi. Müzik araştırmacıları çöğürün bir yandan saz şâirleri tarafından son derece sevildiğini bir yandan da XVII. yy’da Klâsik Mûsikimizde kullanıldığını kaydetmektedirler. Cevrî’nin bu şiiri çöğürün sarâydaki Musiki Heyeti’ne girdiğini göstermesi bakımından araştırıcıları doğrulayan bir belge kimliği kazanmaktadır.

Şâyet çöğürle sarâyda halk musikisi çalındığını gösterir bilgiler de elde edilebilirse bu, daha da önemli bir durum ortaya çıkaracaktır.

Nefîye gelince, XVII. yüzyılın bu büyük ve ünlü, çok okunan şâirinin eserlerindeki tarihî unsurları çok kısa ilk olarak Prof. Dr. Abdülkadir Karahan ortaya koymuş ve bir daha Doç. Dr. Tulga Ocak’ın dışında, Nefî’deki tarihi ilgilendiren hususlara eğilmek ihtiyacı hissedilmemiş gibidir.

Oysa ki Nefî’de bile hâlâ tarihçinin üzerinde durmasını gereken ilgi çekici başka bilgiler vardır. Meselâ:

Merhabâ ey pâdişâh-ı âdil ü âlî٠nijâd
Oldu teşrifinle şehr-i Edrene reşk٠i bilâd

Matla’h kasidede yer alan şu beyitlere bir bakalım:

Sen tamâm ahvâl-i dîn ü devlete virdin nizâm
Eyledin hakka umûr-i saltanatda ictihâd

Bir gazâ itdin ki hîç itmiş değül bir pâdişâh
İşidüb olsa n’ola Sultân Selîm’in rûhu şâd

Bir gazâ itdin ki tahsîn eyledi âlem sana
Aferin ey husrev-i gazı gazâ ferhûnde-bâd

Kati idüb ol fasidi bozdun tılısm-ı fitneyi
Buldu bâzâr-ı fesâd icrâ-yı hükmünle kesâd

İki hâin idi bunlar kim isabet oldu pek
İkisinin dahi katli bir sebîl-i ittirâd

Biri bu ıblîs-ı pür-telbîs٠i fettan kim müdâm
İtmedeydi fitne vü âşûba tertîb٠i mevâd

Bir de ol ifrît-i kâfır-kîş-i küfr-endîş kim
Ana mensûb idi heperbâb-ı bagi vü irtidâd

İkisi de tîg-i kahrınla cezâsın buldular
Koluna kuvvet ola günden güne ömrün ziyâd

Fitne bir yerde dahi başgösterir mi gör nice
Gamze-i dil-ber gibi pinhân olur ehl-i fesâd

Belki dil-berler kalur cümle hat-âver olmadan
Ol kadar âh zuhûr-i fitne bulur insidâd

Ne memâlikde olur hiç ihtimâl-i ihtilâl
Ne adû bâc u harâcı virmege eyler inâd

Arşa as şimdengirü şemşîr-i cevher-dârını
Anı ta’lîk itmeğe lâyık değil seb’-i şidâd

Düşdü gerçi havf٠ı tîginle kulübe tefrika
İtdi ammâ dîn ü devlet birbiriyle ittihâd

Sana şimden sonra yokdur hîç bir emr-i muhâl
Buldun a’lâ zabt u rabt-ı memleketde i’tiyâd

Devlete lâzım umur oldu tamâm illâ hemân
Kaldı erbâb-ı tarîk-i ilmi itmek inkıyâd

Ana da kâfidir ednâ iltifât-ı himmetin
Ne murâd eyler ki olmaz şendeki rüşd ü sedâd [38]

Nefî, bugünkü dille şunları söylemektedir:

Sen din ve devlet işlerini tümüyle düzenledin,
Doğrusu saltanat işlerinde gücün yettiği kadar çalıştın ve bu alanda yeni bir müctehid oldun.

Böylece, öyle bir gaza etdin ki hiç bir pâdişâh böyle bir gazâ etmemiştir,

Sultân Selîm’in ruhu bunu duyunca şâd olsa şaşılır mı?

Öyle bir gazâ ettin ki cümle âlem seni beğendi,
Aferin ey gazi hükümdar, gazân mübârek olsun

O Fâsidi (Fesâdcıyı) katlettirip fitnenin tılsımını bozdun, Senin buyruğunun yerine getirilmesiyle (fitne pazarı kesâd buldu, alış verişte durgunluğa uğradı) Fitne pazarının malları sürümünü yitirdi.

Bunların ikisi de hâindi, ikisinin de katli
Birbirine uygun bir yoldu ve son derece isâbetli oldu
Bunların birisi fitneci, sûret-i hakdan görünerek hile edip aldatan bir şeytan idi ki,

Hiç durmadan fitne ve kargaşalık sorunları tertiplerdi.
Biri de küfr düşünen kâfir yaradılışlı o ifrit idi ki
Dininden dönen ve şekâvetle uğraşanlar guruhu hep ona mensuptu,

İkisi de kahrının kılıcı ile cezâlarım buldular
Koluna kuvvet olsun, Allan günden güne ömrünü artırsın
Gör bakalım, bir daha, bir yerde fitne baş gösterebilir mi?
Gör, gönlü alan güzelin süzgün yan bakışı gibi, fesadçılar nasıl gizlenir!

Hattâ, fitnenin ortaya çıkması, âh, o kadar önlenir ki
Belki, dilberlerin bile, güzel yüzünün fitnesi olan hat denilen ayva tüyleri bile çıkmaz olur.
Ne ülkede ihtilâl çıkması ihtimâli kalır,
Ne de düşman bacını haracını vermemekte inada kalkışabilir. Yedi kat gök o kılıcın asılmasına lâyık yer değildi,
Bundan sonra o mücevher işlemeli kılcını Arş’a göklerin en üst katma as,
Gerçi kılıcının korkusuyla kalplere tefrika düşdü ama, Din ile devlet de birbiriyle birleşti.
Bundan sonra senin üstesinden gelemiyeceğin hiç bir iş yoktu, Memleketde zapt ü rabtı temin etmeyi itiyâd edindin Devlet için gerekli işlerin hepsini yaptın, tamamladın, Sadece ilmiye yolu mensuplarına boyun eğdirmek işi kaldı

Himmetinin en küçük bir ilgilenişi, bunu da yerine getirmeye yeterlidir,

Şendeki bu akıl ve tedbirle doğru yolda hareket ediş
Neyi arzular da üstesinden gelemez ki?

Bilindiği gibi Ne٢î bir pâdişâhı çıkmadığı bir sefere dayanarak “O cevherli kılıcını gökler as” gibi gerçekle hiç ilgisi bulunmayan sözlerle övmüş bir şâir olarak eleştirilmiş ve bu tutumu dîvân şâirlerinin tipik dalkavukluk örneği olarak gösterilmek istenilmiştir. Nef i bu tarz övgülerinden biri Genç Osman’a (Sultân II. Osman’a) yazdığı “Aferin ey rüzgârın şeh-süvâr-ı safderi Arşa as şiınden girü tîg-i süreyya-cevheri matla’h kasidesinde diğeri de IV’. murâd’a yazdığı bu kasidede yer alır. Edebiyatçı arkadaşımla birlikte yaptığımız iki yanlı değerlendirmeleri birleştiren çalışmamıza göre:

Nefi’nin “gaza” demiş olması genellikle "muhârebe” olarak kabul edilmiştir. Oysa ki burada Sultân Murâd'ın Lehistan Seferi için Edirne’ye geçip sonra işi barışla sonuçlandırmasını ele almış değildir. Nefî “gaza" kelimesini anmadan önce “sen din ve devlet işlerini düzenledin, saltanat işlerinde ictihâd yoluna gittin" diyerek övgü konusunu belirtmekte ve bunu izleyen beyitlerde de bunu “gazâ” yani din uğruna savaş saydığını açıkça vurgulamaktadır. Yaptığı işle Sultân Selîm’in rûhunu şâd etmesi de değerlendirmemizle çelişemez. Çünkü Sultan Selîm sâdece gâzi bir hükümdar değil, aynı zamanda o çağ için büyük önem taşıyan halifeliği Osmànli tacıyla birleştiren bir hükümdardır. Şayet bu şekilde düşünmeseydi, Nefi’nin, çıkmadığı bir sefer için böyle parlak sözler söylemesi Sultân Mıırâd’ı övmek değil, belki de yermek, alay etmek olurdu.

Daha aşağıdaki beyitlerde gazanın iki kişinin katli olduğu da yine apaçık söylenmektedir. Bu kadar övgüye lâyık görülen olay ne olabilir? Kroniklere bakıldığında burada söz konusu edilen asıl olayın, Naimâ tarihimle de uzun anlatılan sultân Murâd’ın önce İznik Kadısı’nı sonra da Şeyhü’l-ıslâm Ahî-zâde Hüseyin Efendi’yi öldürtmesi olabileceği anlaşılmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunda ilmiyye sınıfının, din adamlarının, bilginlerin, şeriat adına yargılayan kadıların seçkin ve saygın bir yeri vardır. Medreseden yetişen bu kesim, asker kesimiyle birlikte devlet içindeki temel güçleri oluşturmaktadır.

Kadıların öldürtülmesi pek büyük, iyice açığa çıkmış önemli suçları olmadıkça sık sık rastlanan olaylardan değildi. Kazaskerlerden şâir Tâci- zâde (Tâc-zâde) Ca’fer Çelebi’nin Yavuz Sultân Selim tarafından öldürtüldüğü de bilinmektedir. Fakat Şeyhü’l-islâm’lardan birinin öldürtülmesi, değil görülmüş, hatırdan bile geçmiş bir şey değildi.

Sultân Murâd'ın ٨hî-zâde Hüseyin Efendi’yi öldürtmesi yepyeni bir olaydı ve o zamâne dek, suçlu görüldüklerinde, en ağın görevden alınmak ve sürgüne yollamak suretiyle cezâlandırıldıklarından, bu olay, can korkusuna düşen ulemâ üzerinde şok etkisi yaratmıştı. İznik Kadısı'nın astırılmasına tepki gösteren ulemânın Şeyhü’l-İslâm’ın öldürülmesine tepki göstermemesi düşünülmeyecektir. Eski kaynaklarda bu tepkinin somut belirtilerine ilişkin somut girişimlerden söz açılmaması böyle bir tepkinin var olmamasından değil, Sultân Murâd’ın aman vermez, insafsız tutum ve davranışlarının yarattığı sindiricilikten kaynaklanmış olsa gerektir.

Nefî’nin “Düşdü gerçi havf-ı tîginle kulübe tefrika” (Kılıcının korkusuyla kalplere tefrika düştü) diyen mısrâ’ı ile Naimâ’nın ،،İznik Kadısı’nın selb olunduğu (asıldığı) âleme şâyı olub (yayılıp) herkes müteaccib (şaşkın) ve zümre-i kudata (kadılar zümresine) havf ve haşyet (korku ve ürkme) târî olub....” diyen cümlesi aynı görüntünün değişik kelimelerle yansıtılmasından başka bir şey değildir.

Pâdişâhın ilmiyye sınıfı üzerine, kendisini tahttan indirecekleri yolundaki duyumlar, söylentiler sebebiyle, şiddetle yürüdüğü ve Şeyhü’l- İslâm’ı bile öldürttüğü bir dönemde Nefî’nin bu durumu ،،ictihâd” olarak nitelemesi ve üstelik bunları yeterli görmeyerek ،،Devlet” işlerinin hepsini yoluna koydun Pâdişâhım, şimdi geriye ilmiyye sınıfına boyun eğdirmek işi kaldı” deyip pâdişâhı daha hâlâ ulemâ üzerine yürümeye kışkırtması, tarihçi tarafından çok yönlü olarak değerlendirilmesi gereken bir gerçektir.

Nefî’deki tarihle ilgili öğeler birkaç makaleyi kapsayacak bir genişlikte olduğundan örnekleri çoğaltmıyoruz.

Şimdi son olarak her mısrâ’ı çağının tarihî olaylarını yansıtan ve 40 beytiyle, yazıldığı zamanın tarihinin bir özeti gibi de değerlendirilebilecek olan bir kaside ile [39]araştırmamızı sonuçlandırmak istiyoruz.

67 beyit tutan, İstanbul halkına ve bu arada özellikle pâdişâha seslenen bu kasidenin devrin ünlü şâir ve nesir yazan Veysi’ye ait olması ihtimâli güçlü görülmektedir. Tarihçi İçin kasidenin kimin tarafından yazıldığından ziyade, büyük bir cesaretle ne gibi hususlara değindiği önem taşımaktadır.

Padişahtan başlayarak vezirlerin, kadıların, din adamlarının, askerin durumlarım dile getiren beyitlere ,öylece göz atılabilir:

SİPÂHÎ VE YENİÇERİNİN DURUMU

Çalışur bir tarîk ile seferden kalmağa herkes
Kani bir atlanur gider gazaya fi-sebilillah
Beş on Akça ulufeyle sipâhî neylesun nitsün
Eğer yeniçeri dirsen ne kâdir söylemek billah

Bozulmasına dünyânın sebeb paşalar ağalar
Fesâd u fitneye bâ'is bulardur subhesüz vallah

"Herkes bir yoluna bulup savaşa, sefere gitmemeye çalışır.
Hani, atına binip Allah yoluna gagaya giden kim ar, nerede?

Ama be, on akçe. ulûfe ile sipahi neyapsın, ne etsin?
Şâyet yeniçeri ne haldedir dersen, allah İçin kimde söyleyecek kudret car.

Dünyânın bozulmasının sebebi paşalar ve ağalardır,
Fesat ve fitnenin sebebi hiç süphe yok bunlardır?'

SAMİMİYETSİZ DİNDARLARIN,
HAM SOFULARIN DURUMU

Hemân bir hay u huy ile yıkar câmi'leri sufi
Kanı evrâd ile esmâ kani tevhid-i zikrullah

Gerek va'zu hitabetler gerek ders ü imâmetler
Virilmez olsa ücretler okunmazdı Kelâmuüâh

Şâir bu beyitlerde ham .sonların hayhuy ile camide şamata ettiğini, ama Allah.'in adını bile anmadıklarını; okuma ücreti verilmemi, olsu Kur’an-1 Kerim’in bile okunmayacağını dile getirmektedir.

VEZİRLERİN DURUMU

Vezire i'timâd itme benüm devletlü hünkârum
Olardur düşmeni dinün olardur devlete bed-hah

Vezaret sadrına geçmiş oturmış bir bölük hayvan
Bu din ü devlete yokdur ider hizmet bir âdem vah

“Benim devletü pâdişâhım! Vezirlerine itimad etme,
Dininin düşmanı onlardır, devletin kötülüğünü isteyenler onlardır.

bir bölük hayvan vezirlik makamına geçip oturmuştur,
Yazıklar olsun! Bu dine ve devlete hikmet eden bir kimse kalmamıştır,yoktur.’’

REİSÜ’L-KÜTTÂB VE DEFTERDARIN DURUMU

idinmiş kalfa iblisi re'îs kuttâb ü defter-dar
Tarîk-İ şeytanetde ol degul mi bunlara hem-râh

“Reisü’l-kültâb ile defterdar iblisi kalfa edinmişler,
Şeytanlık yolunda bunlara yoldaş 0 iblis değil mi?„

ASESBAŞI VE SUBAŞININ DURUMU

Cihanda hırsız u yankesici kim durur dirsen
Ases başı ile tahkik subaşıdur inan billah

Bu dünyada hırsız ve yankesici kimdir dersen.
Doğrusu Allah İçin inan, asesbaşı ile subaşıdan başkası değildir.’’

PÂDİŞÂH HAKKINDAKI BEYİTLER

  1. Acebdur izz ü devletde cemi'an Arnavud Boşnak
    Çeker devrinde zilletler şehâ Â1-İ Resûllullah
  2. Huzûr-1 Hakk'a vardukda olursuz evvela mes'ûl
    size tefviz olunmışdur emanetdür ibadullah
  3. Süleymanlar gelüb gitdi nice bu fâni dünyâya
    Kanı cedd٠i izâmun pes kime kaldı bu mülkullah
  4. Bugün adi eyleyüb halka idersen lûtf u ihsânı
    Yüzün ağ olısar yarın makamun zıll-ı arşullah
  5. Bir alay mudhik ü dilsüz cücelerle karin olma
    Şeyâtin kavmine uyma değildür fi’l٠i zıllullah
  1. Ey pâdişâh! şaşılacak şeydir, senin zamanında, cümle Arnavut ve Boşnaklar yüksek mevkilerde ve mutludur,
    Fakat Allah’ın Peygamberinin soyundan gelenler hakir ve hor görülür durumdadır.
  2. Allah’ım huzuruna vardığımızda önce siz sorumlu tutulursunuz.
    Tanrının kulları sizin elinize bırakılmış, size emânet edilmiştir.
  3. Bu dünyaya Süleymân Peygamber gibi dünyaya hükmeden niceleri geldi ve gitti,
    Hani senin büyük ataların¡‘ Bu Allah’ın mülkü kime kaldı?
  4. Bugün adaletli davranır halka lütuf ve ihsânda bulunursan,
    Yarın yüzün ak, makamın da Allah’ın arşının gölgesi olacaktır.
  5. Bir alay maskara ve dilsiz cüceleri yakın olma,
    Allah’ın gölgesi hükümdar ve halifenin işi, şeytanlar topluluğuna uymak değildir.

KAZASKERLERLE İLGİLİ BE١'İTLER

Bunlardan dahi azlemdür efendüm kâdı’askerler
Cihânı irtişa birle haraba verdiler vallah

"‘Efendim! Kazaskerler, bunlardan (yani asesbaşı ile subaşıdan) daha da zâlimdirler,
Bunlar, rüşvetle, vallâhi cihanı harab elliler.”

KADILAR

Kudât ahvâlini dirsen ne mümkindür beyân itmek,
Eğer hasmun ise kadı efendi yarıcun Allâh

Kurub bir dâm-ı tezviri dimişler mahkeme adın
Kanı seccâde-i Ahmed kam ahkâm-ı şer’ullah

“Kadıların durumunu sorarsan anlatabilmek hiç mümkün mü?
Eğer kadı seni hasmınsa Allah yardımcın olsun.

Bir yalan-dolan tuzağı kurmuşlar, adını da mahkeme koymuşlar,
Hani Hz. Muhammed'in seccadesi, hani Allah’ın şeriâtinin hükümleri nerede?” Sonuç olarak diyoruz ki, burada verdiğimiz örnekler nazım parçalarından tamamlayıcı bir tarihî kaynak olarak yararlanmanın gerektiğini ortaya koymaktadır. Umuyoruz ve bekliyoruz ki, ileride yapılacak yeni araştırmalar çoğaldıkça, bu düşüncemiz daha da güç kazanacaktır.

Dipnotlar

  1. Bu tuyuğun birinci mısrasında vezin bozukturŞayet mısra (Hak ne yazmış ise ezelde bolur) şekline konulursa vezin düzelmektedir.
  2. Kadı Burhanettin Divani. I. Tıpkı basım TDK. c. II. Istanbul 1943. s. 586.
  3. Age., S. 588.
  4. Age., S. 598.
  5. Divân-ı Baki . Istanbul, 1276. s. 110-111.
  6. Kınalı-zade Hasan Çelebi, Tezkiretü'ş-Şuarâ. Eleştirmeli baskıya hazırlayan Dr. Ibrahim Kutluk. I. Ankara, 1978.
  7. Sadettin Nüzhet Ergun, Baki, Hayatı ve şiirler I, Divan. Istanbul 1935, S. 340-341.
  8. Divân-ı BMJ, Istanbul, 1276 s. 109.
  9. Sadettin Nüzhet Ergun, Age., S. 312.
  10. Divân-ı13âld Istanbul, 1276 S. 155.
  11. Yahyâ Bey, Divân. Tenkidli basım Haz. Dr. Mehmed Çavuşoğlu. İstanbul 1977, S. 143.
  12. Krş. Die Altosmanischen Anoniymen Chroniken, Tevarih-i Al-i Osman. In Text und übersetzung Herausgegeben von Dr. Friedrich Giese Ordentl. Honorarprofessor an der Universitat Breslau. Tcil I Text und Variantenverzeichnis. Breslau 1922, S. 27.
  13. Doç. Dr. Hüseyin Ayan, Ceyri hayâti, Edebi Kişiliği, Eserleri ve divânin Tenkidli Metni. Erzurum 1981.
  14. Age., s. 289.
  15. Age., s. 284-285.
  16. Age., s. 285-286.
  17. Age., S. 295.
  18. Age., s. 138.
  19. Age., S. I 42- I 43-
  20. Age., s. 148.
  21. Age., s. 149.
  22. Age., s. 49
  23. Age., S. 149.
  24. Age., S. 149-150.
  25. Age., s. 152.
  26. Age., s. 152
  27. Age., S. 153.
  28. Age., S. 154.
  29. Age., s. 151.
  30. Age., S. 151.
  31. Age., s. 152-153.
  32. Age., S. 153.
  33. Age., S. 153.
  34. Age., s. 139.
  35. Age., s. 139.
  36. Age., S. 113.
  37. Age., S. 112.
  38. Nef'i Divanı. Bulak baskısı s. 59, Istanbul baskısı s. 83-84.
  39. H. E. Cengiz'in eski bir mecmücada buldu~u metin esas alınmış, Prof. Fahir İz'in ve Doç. Dr. Günay Kut'un yayınladıkları metinlerle de kararlaştırılmıştır.

Şekil ve Tablolar