“Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız”
M. Kemal Atatürk
Bir ulusun tarihi, hiçbir zaman dünya tarihi içinde yalın olarak algılanamaz. Toplumların uluslaşması; geçmişleri, yani kültür ve uygarlık tarihleri ile bugüne değin olan bütünleşmeleri ile oluşur. Bu görüşler her zaman tartışmaya açıktır. Ancak şunu hemen belirtmemizde yarar vardır: Bugün uzayı değişik amaçlarla kullanma çabasındaki insan, bu olanaklara ulaşmak için, geçmişi en iyi biçimde içine sindirmiş toplumların özlerinden çıkmaktadır. Yurdumuz için de geçerli olan bu düşünceler Cumhuriyetimizin başlangıç yıllarında Ulu önder Atatürk tarafından bizlere değişik bir biçimde verilmiştir: “Dünyada herşey için, maneviyat için, hayat için muvaffakiyet için en hakiki mürşid ilimdir, fendir. îlmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrak etmek ve terakkîyaünı zamanla takib eylemek şarttır.”[1] Batı’nın kültürel gelişimi yanında teknolojideki yakalanamayan yükselişi, hiç kuşkusuz geçmişini ve geçmişteki olayları ve de insanı iyi tanıması ve özümlemesi ile olmuştur, insanoğlu neolitik devrimi nasıl yapmışsa, 20. yüzyıl insanı da geçmişin öğretilerinden yola çıkarak sanayi devrimi yanında uzay devrimini de gerçekleştirmiştir. Geçmişin birikimleri, buluşları eğer olmasaydı, insanoğlu bu kadar çabuk söz konusu olanaklara erişemezdi[2]. Bu noktalardan hareket edersek; ulusların uygarlık tarihi içindeki yerlerini çok iyi saptamaları gerekliliği ortaya çıkar.
Geçmişin irdelenmesinde hiç kuşkusuz tarih ve arkeoloji bilimlerine önemli görevler düşer. Bu öneriden hareket ederek, yurdumuzda Cumhuriyet döneminin belirli bir zaman dilimi içindeki arkeolojik etkinliklere bakmak istiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken bir takım zorlukların, acıların geçirildiğini hepimiz çok iyi bilmekteyiz. îşte arkeoloji bilimi, kimi zorlukların sağlıklı bir biçimde çözümlenmesine olanak sağlamıştır. Şöyleki, üzerinde yaşadığımız topraklan herşeyi ile içimize sindirirsek veya benimsersek, ancak o zaman Atatürk’ün bizlere buyurduğu çağdaş uygarlık yarışına katılabilme olanağına ve aklına erişebiliriz. Nitekim Ulu önder 1925 yılında verdiği bir söylevde çağdaşlaşmanın bir takım devrimlerle olabileceğini söyler: “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâblann gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün manâ ve eşkâliyle medeni bir heyet-i içtimâiye haline isâl etmekdir. İnkılâbatımızın umde-i asliyesi budur. Bu hakikati kabul edemiyen zihniyetleri târümâr etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcud hurafeler kâmilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkânsızdır.” [3]
Bizler, Anadolu ve Trakya topraklarının sahipleri olarak, bu topraklara gelişimiz öncesi ile Osmanlı dönemi öncesinde, kimlerin bu yörelerde yaşadıklarını birinci derecede bilmemiz gerekir. Bu topraklarda yaşayanların ne gibi uygarlıklar bıraktıklarını öğrenmemiz ise çağın gereğidir. En önemlisi ise, bizlerden önce yaşayan toplumların bizlere ne gibi uygarlıklar bıraktıkları yanında, bu uygarlıklardan neleri alıp, neleri almadığımızı veya neleri eklediğimizi çok iyi bilmemiz gerekir. İşte Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, ulus olma çabalarında çekilen bir dizi toplumsal sıkıntıları, zorlukları ve bu sıkıntıların kökenine inme arzuları, yeniden tarih ve arkeoloji bilimlerine yönelmemizi zorunlu kılmıştır.
Kısaca değindiğimiz bu konuların çözümlenmesi, Ulu önder Atatürk’ün ileri görüşleri ve batı türü toplum yapısını sezinlemesi ve tüm gelenek ve göreneklerimizle birlikte kültürel değerlerimizi yitirmeden sağlıklı yeni bir toplumun olabileceği inancı ile O’nun tarafından oluşturulmuştur.
Türk ulusunun üstün uygarlık yeteneklerine ve büyüklüğüne içten inanmış olan Atatürk, bu gelişimin çözümünü birinci derecede yeni eğitim kurumlarının oluşmasında görür. Batı anlamında üniversitenin kurulması bu amaçtan kaynaklanır. Atatürk Türk ulusunun yıllardan beri savaş alanlarında kazandığı yenginin, ulus olmaya yetmeyeceğini ve uygar bir ulus olması için kültür düzeyinin çağdaş toplumlar düzeyine erişmesi gerekliliğine inanır. Bir milletin büyük bir ulus olabilmesi, ancak yaşadığı topraklardaki tarihini iyi bilmesi ile gerçekleşir.
Atatürk tarihimizi, uygarlığımızı yabancılardan değil, ilk kaynaklardan kendimizin araştırarak öğrenmesi, yayması gerekliliğine inanarak, topraklarımızdan fışkıracak yeni bir bilim yolunun, yani Türk arkeolojisinin oluşmasına olanak vermiştir. Bu yeni yönelişler, hiç kuşkusuz uluslararası bilime yeni boyutlar, tadlar kazandırabilmiştir. Nitekim, sonraki yıllarda O’nun kurduğu kurumlar [4] ilk ürünlerini vermeye başladığı zaman, kararın ne denli yararlı ve gerçekçi olduğu anlaşılmıştır.
Türk arkeolojisinin kurulması, Atatürk’ün açtığı eğitim ve kültür seferberliği içinde, O’nun ilkelerine uygun bir biçimde yeşerip filizlendi ve bugünkü çağdaş düzeyine ulaştı. Türk arkeolojisinin çağdaş düzeye erişmesinde, Ulu önder’in bu konudaki düşüncelerini, ilkelerini en iyi bir biçimde özümleyen ve yardımcı olan Dr. Reşit Galip’in de büyük katkıları vardır. Zamanın Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip’in kimi deyişleri, sözünü ettiğimiz katkılarını açık seçik ortaya koyar [5].
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 - 1950 yıllan arasındaki kültür politikasına kısaca bakacak olursak, gelişmekte olan tarih ve arkeoloji bilimlerinin bir devlet politikası içinde oluştuğunu anlarız. Ancak kültür politikasının oluşmasında ve ilkelerin saptanmasında, Atatürk’ün düşünce ve görüşleri en büyük etken olarak karşımıza çıkar. Uygulama ise direkt olarak devlet ve devletin ilgili kurumlan ile gerçekleşir. Bu gelişim süreci içinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin yanında Halkevleri, Türk Tarih Kurumu, Maarif veya Kültür Bakanlıkları ve 1936 yılında Ankara Üniversitesinin nüvesini oluşturan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin de büyük görevler üsdendikleri görülür.
Yurdumuzda arkeolojinin bu denli gelişmesine ve önem kazanmasına sebep, Türk tarihi ile ilgili çalışmalar sırasında ortaya çıkan bir takım zorluklardır. Diğer taraftan 1930 yılının sonlarına doğru “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti” daha önce basılmış olan “Türk Tarihinin Ana Hatları”[6] adlı eseri tekrar bastırır. Bu eser, Türk tarihi hakkında yepyeni bir görüşü ortaya atar. Bu, “Tarih Tezi”dir. Söz konusu eserin “II. Türk Tarihine Medhal” bölümünün sonunda Atatürk’ün şu deyişleri yeralır:
“Ey Türk ulusu, sen yalnız kahramanlık ve cengaverlikte değil, fikirde ve uygarlıkta da insanlığın onurusun. Tarih, kurduğun uygarlıkların övgü ve takdirleri ile doludur. Mevcudiyetine kasdeden siyasi ve toplumsal etmenler birkaç yüzyıldır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, onbin yıllık fikir ve eski kalıtın, ruhunda arı ve tükenmez bir güç halinde yaşıyor. Belleğinde binlerce ve binlerce yılın anısını taşıyan tarih, uygarlık safında layık olduğun yeri sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel. Bu senin için hem bir hak, hem de bir görevdir.” [7]
Bu seslenişten bizler, tarih ve arkeoloji bilimlerinin o evrede nedenli önemli olduğunu açık seçik anlamaktayız. Nitekim Ulu önder Türk Tarih Tezi’ni ortaya atarken, bir yandan Türk ulusuna kişiliğini kazandırmak, öte yandan ise, yurdumuz üzerinde kötü emelleri olan bir takım devletlere manevi bir silahla cevap verme isteğinde bulunmuştur. Anadolu topraklarına göz dikmiş, doyumsuz devletlerin varlığını hepimiz o zamandan beri bilmekteyiz. Bundan dolayıdır ki, Anadolu’nun sahibinin Türkler olduğunu dünya uluslarına anlatmak ve kanıtlamak gerekiyordu. Devlet politikasının kökeni bizce buradan kaynaklanıyordu. Mussolini, Anadolu’nun İ.Ö.. 2. yüzyıldan sonra bir Roma eyaleti olduğunu söylemeye başlamış ve emelleri için bu savsata diyebileceğimiz eskiye dönüş düşüncelerini açıkça ortaya atabilmişti. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan’ın, kimi yörelerimiz üzerinde kendi uygarlıktan diye haklar iddia ettiğini ve hatta îç Anadolu’ya kadar geldiklerini biliyoruz. îşte bu gerekçeleri çürütecek ve bu yurdun bizlerin olduğunu anlatabilmek için, bir karşı teze gereksinme vardı. Bu karşı tezin sağlıklı olabilmesi için de tarih ve arkeolojinin iyi biçimde bilinmesi gerekiyordu. Nitekim 1933 yıllannda yoğunlaşan Türk Tarihinin Ana Hatlan çalışmaları sırasında kaynaklara eğilmenin zorunlu olduğu görüldü ve arkeoloji biliminin güçlenmesi gerekliliği billurlaşmış oldu. Ulu önder’in bu konuda nedenli duyarlı olduğunu, Türk Tarih Kurumu’nun yapmış olduğu çalışmalara, bizzat katılarak, ortaya koymuş olduğunu görürüz [8].
Türk Tarih Kurumu çatısı altında oluşan çalışmalar sırasında Eskiçağ Türkiye Tarihinin çok iyi bir biçimde araştırılması istenir. Türk Tarih Kurumu’nun 15 Eylül 1932 tarihinde yaptığı bir Yönetim Kurulu toplantısında, tarih ile birlikte arkeolojinin çok iyi bilinmesi gerekliliği ortaya çıkar [9]. Yazılacak kitap içinde Anadolu’nun Eskiçağ tarihinin iki ana bölümde toplanması kararlaştırılır. Bunlar: 1- tç Anadolu Kavimleri ile 2- Ege Havzası Kavimleri’dir [10]. Bu kavimlerin tüm uygarlık kalıntılarının incelenmesi için doğal olarak arkeoloji dalına gereksinme duyulur. Somut belgeler ancak arkeolojik kazı ve çalışmaları ile gerçekleşebilecektir.
Bu koşullar altında birtakım program ve önlemler sonunda ülkemizde ilk yerli kazının 1933 yılında gerçekleştirildiğini görürüz. Söz konusu kazıya değinmeden önce, bu çalışmaların doğmasına neden olan kimi olaylardan da söz etmemiz gerekir. Ulu önder’in bir yurt gezisi sırasında 1931 yılında Konya dan devrin Başbakanı îsmet İnönü’ye çektiği telgraf, 1930 yılında buyurduklarına daha bir açıklık getirir ve eski eserlerimizin korunmasının önemini bir kez daha vurgular. Konya’dan çekilen bu telgrafın içeriği şöyledir:
“Yurdumuzun hemen her tarafında paha biçilmez defineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ileride tarafımızdan meydana çıkarılarak bilimsel bir surette korunma ve tasnifleri ve geçen çağların sürekli gözardı yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan anıtların korunmaları için daha fazla talebe yetiştirilmesi (22.3.1931, Konya)”[11].
Bu telgrafın kısaca yorumuna geçersek; Atatürk’ün eski uygarlık kalıntıları ile harap hale gelen Selçuklu-Islam eserlerinin bir arada ayırım yapılmaksızın korunmasını ve geçmişin sağlıklı anlaşılması için de öğrenci yetiştirilmesini istediklerini anlarız. Nitekim, 1930’lu yılların başında ve ortasında, ülkemizden birçok öğrencinin özellikle Almanya’ya yollandığını ve orada tarih, arkeoloji ve eski ön asya dilleri üzerine öğrenim gördüğünü ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin 1936 yılında kurulduğunu hepimiz anımsamaktayız. Bu çalışmalar, zamanımız arkeolojisinin temellerini oluşturmuştur. Ancak şunu da belirtmemizde yarar vardır; II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye Üniversitelerinde (Ankara ve İstanbul) çalışan Alman bilim adamlarının da bu çabada, gelişimde büyük paylan vardır. Nitekim Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin nüvesini ve oluşumunu yabancı bilim adamları sağlamıştır.
İlk kazıların yapılmasından sonra Ulu önder’in işi ne denli bilinçli tuttuğu ve kararlı olduğunu Prof. Dr. Tahsin özgüç’ün bu konu üzerinde yaptığı araştırmadan, O’nun buyruklarından, bir kez daha anlamaktayız [12]. Bu buyruklar içinde Türkiye arkeolojisinin politikası ve geleceğinin varolması çok önemlidir. Atatürk, 1935 ythnda Dolmabahçe Saray ında, bu ilkelerini bizzat Türk Tarih Kurumu Başkanı ile Asbaşkanı olan Haşan Cemil Çambel ile Afet înan’a yazdırmışlardır.
Bunlar:
- Her türlü tarihi vesika, malzeme ve abideleri bulmak, toplamak, muhafaza ve restore etmek,
- Memleket içinde ve dağınık bir halde açıkta duran tarihi eserleri tahrip olunmak, çalınmak, satılmak, ziya’a uğramak ve zamanla kendi kendine harap olmak tehlikelerinden masun bulundurmak için hükümetçe bütün tedbirler alınmak,
- Hükümet otoritelerinin ve belediyelerin yakın ilgi, takip ve mesuliyetleri altında Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkevlerine ve Parti organlarına açtıracağı sürekli ve usanmaz bir propaganda faaliyeti ile ve Basın Yayın Umum Müdürlüğü nezareti ve takibi altında günlük gazete ve mecmualarda yaptırılacak sürekli, tesirli, popüler neşriyatla, bu milli tarih mallarını asıl sahibi olan Türk halkına muhafaza ettirmek,
- Gerek içerde gerek dışardaki müzeler ve kütüphanelerde mevcut eski eserlerin ve tabloların kopyalarından koleksiyonlar vücuda getirmek,
- Ankara, İstanbul, Bursa, İzmir, Edirne’de muayyen devirlere ve kültürlere ait eserleri toplayarak bu şehirleri büyük üslupta birer “eski eserler ve abideler merkezi” haline koymak,
- Ecnebi tarih ekspedisyonların büyük sermayelerle başardıkları kazıları, ileride mali kudretimizin vüs’ath zamanında yapmak üzere, şimdilik, küçük mikyasta kazılar tertibi ile arkeolojik ve antropolojik araştırmalar ve keşifler yapmak,
- Memleket içinde ve dışındaki mühim kazı ve keşif yerlerine seyahatler tertip ederek, bulunan tarihi eserler ve abideler üzerinde ilmi tetkikler yapmak,
- Hükümete düşen işleri, bu projeleri uygulamakla görevli komisyonların hükümet nezdinde takip etmeleri,
- Yabancı bilim müesseseleriyle ve otoritelerle, mütehassıslarla işbirliği kurmak,
- Kültür Bakanlığı’nın verimli yardımını, işbirliğini sağlamak.
Tahsin özgüç tarafından tekrar sadeleştirilerek ve özümlenerek kaleme alınan yukarıda verdiğimiz on maddelik buyruğu irdelersek, belirli biı zaman dilimi içindeki Türk Arkeolojisi’ndeki gelişmeyi görebiliriz:
1.Her türlü tarihi vesika, malzeme ve abideleri bulmak, topla mak, muhafaza ve restore etmek.
1933 yılında Hamit Zübeyr Koşay’ın başkanlığında devlet adına başlayan Ahlatlıbel kazıları bu konuda ilk deneyim olarak tanımlanır[13]. Ahlatlıbel kazılarının yapılmasında Ulu önder’in ileri görüşleri büyük etkendir. Bu arada zamanın Milli Eğitim Bakanı ve Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri Dr. Reşit Galip’in katkıları da çok büyüktür. Devletin, Milli Eğitim Bakanlığı adına yapılan ilk kazısı olan Ahlatlıbel, olanaksızlıklara karşın, birinci ilkedeki amaçları yerine getirmiştir.
Ahlathbel’in arkasından yine aynı yıl içinde Remzi Oğuz Arık’ın başkanlığında yine Devlet adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Karalar kazısı yapılır[14]. Söz konusu kazının da, Ahlatlıbel kazısında olduğu gibi, sonuçları zamanın olanakları içinde en ileri bir biçimde yayınlanarak, bilim alemine duyurulmuştur. Bu örnekleri çoğaltmak olanaklıdır[15].
1935 yılı Türk Arkeolojisi için bir dönüm noktası olur. Şöyleki, kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek için, Türk Tarih Kurumu ilk kazısı olan Alacahöyük kazılarına Hamit Zübeyr Koşay’ın başkanlığında başlar. Alacahöyük kazısı ilk ulusal kazı olarak nitelenir ve o zamanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm olanakları ile dünyaya duyurulur[16]. Alacahöyük kazısı, arkeolojik araştırmalar tarihimiz içinde, ilklerin yapıldığı kazı olarak da önemli bir yer işgal eder. Bu ilklerden birkaç örnek vermek bizim için büyük bir zevk olacaktır:
- İlk ulusal Türk kazısı olma onuru,
- Türk Tarih Kurumu’nun ilk kazısı olma onuru,
- Bilimsel bir kazıda çalışması gerekli olan elemanlardan; mimar, fotoğrafçı, restoratör ve mutemet gibi temel kazı elemanlarının ilk kez Alacahöyük kazı ekibinde yeralması,
- İlk kazı evi ve yöresel müzenin yapılması,
- İlk taşıtın Alacahöyük kazısına satın alınması,
- İlk kamulaştırmanın yapılması,
- Kazı ekibine 1939 yılında ilk kez bir hanım öğrencinin kazı üyesi olarak katılması (Prof. Dr. Nermin Aygen Erdentuğ) [17],
- İlk kez kültür kalıntıları dışında elegeçen tahıl cinsi buluntuların ilgili kuruluşlarca incelenmesi, Maden Tetkik Araştırma Enstitü- sü’nde elegeçen maden analizlerinin yaptırılması,
İlkler olarak akla gelenlerdir.
Türk Tarih Kurumu ve Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün başlattıkları çalışmalar ile, ülkemizdeki araştırmalar, bugüne değin sürmektedir. Zamanımızda Genel Müdürlük eliyle saptama, arşivleme gibi çalışmalar bir düzen içinde sürdürülmekte ve şo’nin üzerinde yerli bilim adamları ile müzeler elemanlarının sürdürdükleri kazılar devam etmektedir. Ancak Ulu Önder’in her alanda istediği onanm-restore çalışmaları hâlâ bir hız kazanamamıştır. Özellikle Türk kurullarınca büyük bir onarım, özellikle arkeolojik restorasyon çalışmaları yok gibidir. Ülkemizdeki kimi büyük onarımların gerçekleştirilmesi, büyük ölçüde yabancı bilim kurullarınca olmuştur. Bunda bir takım parasal zorluklar da bizim yönümüzden etmendir. 60’lı yıllardan itibaren tekrar bir hareket, dinamizm kazanan arkeolojimiz, müzelerin çoğalması ve konunun adamlarının yetişmesi ile tarihi vesika ve malzemelerin toplanmasına daha çok özen gösterilmiş ve kültür yönünden olumlu birikimler sağlanmıştır. Bu oluşumda en büyük etken ise, 60’lı yıllardan itibaren gençlerimizin arkeolojiye duydukları
büyük ilgi ve sevgidir. Diğer taraftan parasal olanakların tekrar sağlıklı bir biçimde artması ve bilim adamları arasında hakça dağıtılması da gelişmenin diğer bir aracı olarak akla gelebilir. 1950’li yıllara dek tüm heyecanı ile sürdürülen Türk arkeolojisi, her nedense bundan sonra bazı çevrelerde eski sevecenliğini yitirmeye yüz tutmuş, ikinci plana atılmıştır. Bu evrede daha çok kişisel eğilimler ağır basmış ve başlangıç zamanında olduğu gibi büyük halk kitlelerine olay iletilememiştir. Ancak yine de sade bilim adamları, Ulu önder’in buyruklarından ödün vermeyerek bugüne dek hizmetlerini sürdürebilmişlerdir. 60’lı yılların genç kuşağı, bugün eski heyecanına yaraşır bir biçimde, büyük olanaksızlıklara göğüs gererek, eski anlamına yaraşır bir çaba içinde araştırma ve kazıları yürütmektedirler.
2. Memleket içinde ve dağınık bir halde açıkta duran tarihi eserleri tahrip olunmak, çalınmak, satılmak, ziya’a uğramak ve zamanla kendi kendine harap olmak tehlikelerinden masun bulundurmak için hükümetçe bütün tedbirler alınmak.
Cumhuriyet’in başlarında, Ulu önder’in buyrukları ile halka dek indirilmiş olan eski eser sevgisi ile devletin yetişemediği yörelerden gelen haberlerden, eski eserlerin yanında ata yadigârı eserlerimizin de korunması yönünden önemli adımların atıldığım görürüz, örnekleyecek olursak: İstanbul’daki Haseki imaret, Medrese, Darüşşifa ve Mektebinin tahripten kurtarılması için Türk Tarih Kurumu’ndan yardım ve ilgi istenir[18]. İstanbul’daki ata kalıtı Hapishane binasının yıkılıp yerine adliye binası yapılmak istenir. 16. yüzyıl Osmanlı sivil mimarisinin bir göstergesi olan bu yapı ancak büyük uğraşılardan sonra korunabilir[19]. Bu örnekleri çoğaltmak olanaklıdır. Atatürk, bizzat kendisi, bir yurt gezisi sırasında bir tarih hâzinesi olan Diyarbakır kent surlarının yıkılmasına engel olur. 16.11.1937 yılında Diyarbakır’da yaptığı bir konuşma sırasında, yıkılmakta olan surları görür ve olaya el koyar, yeniden onarılmasını ister[20] . Buyruklar öncesinde de yine O’nun direktifleri ışığında ülkemizde geleceğe dönük çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde saklanan Afyon-Şuhut Lahdi’nin, güzel örneklerden biri olarak anımsanması gerekir. 1930 yılının olanakları ile Ankara’ya getirtilen bu eserin koruma altına alınması, zamanı için çok büyük bir olaydır[21]. Diğer taraftan yine korumaya yönelik diğer bir çalışma olarak yabancı bilim kurulları ile Türk kuruluşlarının üzerine eğildiği olay ise, St. Sophia Camii’nin mozaiklerinin korunmasıdır[22]. 1932 yılında başlatılan bu çalışmanın Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde herhalde büyük bir anlam taşıması gerekir.
Zamanımıza dek sürüp gelen ve şiddetli boyutlara ulaşan eski eser kaçakçılığı ile mücadele ve ilginin Ulu Önder’e dek uzandığını, bu konuda ne denli duyarlı olduğunu, 1936 yılında Türk Tarih Kurumu’na ulaşan direktiflerinden anlarız. İzmir civarında gerçekleşen bir eski eser kaçakçılığı Köşk tarafından öğrenilerek izlenmesi istenir (1.12.1936)[23] .
Yabancı ülkelerin ve zenginlerinin eski eserlere karşı olan doyumsuz tutumu, ülkemizde eski eser kaçakçılığının çok büyük boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Buna diğer bir neden olarak da dış göçleri gösterebiliriz. Büyük paralara satılan kültür varlıklarımızın yıllar sonra Avrupa özel koleksiyon ve müzelerinde ortaya çıktığını hepimiz bilmekteyiz. Devletin bu probleme serinkanlılıkla eğildiğini biliyoruz. Ancak halkımızın da bu kültür varlıklarına sahip çıkması, benimsemesi gerekir. Bunun için de Atatürk’ün buyrukları ışığı altında eskiden yaşatılan heyecanın sürekli kılınması için gerekli önlemleri almada gecikmemeliyiz. Halkımıza güzel anlatıldığı zaman, böyle konular her zaman ilgi görmüş ve onlarca desteklenmiştir. Nitekim Keban Barajı yapılırken bir üniversite ile bir gazetemizin ortak önderliği ile göl alanında kalan birçok Türk-Islam eserleri ile eski çağlara ait tarihi kalıntıları içeren maddi kültür varlıkları kurtarılmıştır.
Ancak yine de devleti oluşturan kurumlann kimi zaman zaafa düştükleri görülmüştür. 50’li yıllarda ve öncesinde bir takım yanlış işlerin yapıldığını hepimiz anımsayabiliriz. Temizlenmek ve koruma amacı ile yurt dışına, Almanya’ya 50’li yıllar öncesi gönderilen Boğazköy çivi yazılı tabletleri, bir türlü geri getirtilememiştir. Yine 50’li yılların ortasında hükümetçe kendi topraklarımızdan çıkan birkaç parça eseri yabancı bir devlet adamına armağan etmek için Bakanlar Kurulu kararnamesi çıkartılabilmiştir [24]. Olay, 1955 yılında Efes Kazılarında geçer ve zamanın AvusturyalI Kültür Bakanı devlet konuğu olarak yurdumuzu ziyaret eder ve kazı başkanının arzusu ile kendisine üç kandil armağan edilir. Bunun suçlusu Genel Müdürlük olmayıp, onun üstünde, devlete-hükümete etkin kişi veya güçler olmalıdır. Bugün için hiçbir arkeolog veya müzeci kendi topraklarından çıkan eserleri bir yabancıya, hatta kendi yurttaşına armağan etmez. Nitekim, kazı temsilcisi büyük çabalar harcamış, ancak bu eserlerin verilmesine engel olamamıştır[25].
Eski eserlerin korunması, harap edilmemesi için çağımızda devletimize büyük görevler düşmektedir, özellikle ülkemiz kıyı şeridi birçok kültürleri içeren eski kalıntılarla doludur. Ancak turizm olgusu ve sayfiyecilik ile birçok ören yeri acımasızca bir kıyıma uğramaktadır. Hele değiştirilmek istenen eski eser yasasında belediyelere verilecek bir takım yeni değerlendirmeler, önü alınmaz yaralara ve yok olmalara neden hazırlayacaktır. Yetkili kurulların bu konular üzerinde çok duyarlı olması ve Ulu önder’in buyruklarını akıllarından çıkarmamaları gerekir. Yoksa O’nun düşünce ve buyrukları yalnızca yazınlarda kalacaktır.
3. Hükümet otoritelerinin ve belediyelerin yakın ilgi, takip ve mesuliyetleri altında açtıracakları sürekli ve usanmaz propaganda faaliyetleri, iletişim araçları ile yapılacak yazıh ve sözlü propaganda ile bu milli tarih mallarını asıl sahibi olan Türk halkına muhafaza ettirmek.
Söz konusu düşünceler Cumhuriyetin başlangıç yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirilmiş ve halka bir tarih sevgisi aşılanmıştır. Şöyleki, bir tütün inhisarı harita memuru, Ege bölgesinin jeolojik ve eski kentlerini içeren bir harita hazırlayarak Türk Tarih Kurumu’na yollamıştır[26]. Balıkesir Halkevi oluşturduğu bir ekip ile çevresinde tarihi yerlere ve olabilecek yörelere araştırma gezileri tertip etmiştir [27]. Kütahya civarındaki mağaraları saptayan bir köy öğretmeni Türk Tarih Kurumu’na başvurarak ilgilerini çekmiştir[28]. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
II. Türk Tarih Kongresi sırasında İstanbul, Dolmabahçe Sarayı’nda Kurum önderliğinde devletçe açılan tarih ve arkeoloji sergisi, zamanı için büyük bir olay niteliği taşır. Olasılıkla bu sergi sırasında bastırılan ve halka sergi boyunca dağıtılan bildiri ise, eski eser ve tarih bilinci için Türk Tarih Kurumu'nun yaptığı önemli girişimlerden biridir [29]. Milli Eğitim Bakanlığı içinde daha sonra genel müdürlük olarak çalışan Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü büyük olanaksızlıklar içinde yine de kendine düşen görevleri yerine getirir. Özellikle ören yerleri ve müzeler için içerikli olarak hazırlattığı küçük kitapçıklar, gelecek için önemli yapıtların ortaya konmasına aracı olur. Bu arada kimi büyük kentlerimizde kurulan kimi dernek ve kuruluşlar da kendi olanakları ile zaman içinde büyük hizmetler vermişlerdir[30]. Halka indirgenebilen bu çabalar, daha sonraki yıllarda kimi tercihler yüzünden bir süre gündemden çıkarılmıştır. Ancak yine bilim dünyası ile olan ilişkiler Türk Tarih Kurumu tarafından her beş yılda bir tekrarlanan Tarih Kongreleri ile sürdürülür. 50’li yılların ortasından itibaren ise, Genel Müdürlük, etkinliklerini ve kazıları kendi dergisi ile duyurmaya başlar (Türk Arkeoloji Dergisi). 70’li yılların başında devlet- hükümet işbirliği ile dünya bilimine ve ülkemize indirgeyebileceğimiz önemli olay, 1973 yılında Türkiye’de toplanan IX. Uluslararası Klasik Arkeoloji Kongresidir [31]. Bu kongre ile Türkiye turizm ve arkeoloji alanında ilk kez büyük bir coşku ile adını yurt dışına duyurabilmiştir. Daha sonraki yıllarda, ilki 1979 yılında Ankara’da yapılan ve Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü bünyesinde tertiplenen “Kazılar Sempozyumu” bu bilimi, genç kuşaklara sevdirmede en büyük etken olmuştur[32]. IX. Uluslararası Klasik Arkeoloji Kongresinden sonra, Cumhuriyet döneminin en büyük ikinci olayı ise, 46 yıl sonra ikinci kez tekrarlanan, 1983 yılında İstanbul’da Avrupa Konseyinin de katkılarıyla açılan “Anadolu Uygarlıkları Sergisi”dir. Birçok yerli ve yabancı kişi bu sergiyi gezmiş ve Anadolu topraklarının dünya uygarlığı içinde ne denli zengin olduğunu ve uygarlığın kökeninin bizim topraklarımızdan kaynaklandığını bir kez daha anlamıştır. Bu biçimde yapılan etkinlikler arttırılırsa, bizim ülkemizde de kimi çağdaş ülkelerde olduğu gibi, arkeoloji neden milli bir uğraşı olmasın! 21. yüzyıla girerken iletişim araçlarının ne denli etkin olduğunu bilmekteyiz. Sözel ve görsel iletişim kurumlan bu konularda halkı eğitici çalışmalarını ortaya koyarlarsa, sözünü ettiğimiz uğraşının gerçekleşmesine neden olurlar. Devletin iletişim araçları ile, bu konu üzerindeki duyarlılığının artması gerekecektir. Yılın belirli günlerinde, veya belirli olaylarla arkeoloji ve tarih bilinci yaratmak bugünün tercihleri içinde çok zor olacaktır. Bunun için devletin tez elde saptayacağı uzun süreli bir politika ile, halkta yine kendi kültür varlıklarına karşı ilgiyi çekebilme olanağı sağlanabilir. Arzumuz Devletin iletişim araçlarını, özellikle televizyon gibi büyük kitlelere ulaşan olanaklarını, en iyi biçimde seferber etmesidir. Doğal olarak, ilkelerin saptanması sırasında da konunun sadece bürokrasi içinde değil, daha geniş çevrelerde tartışılması gerekir.
Buyruğu irdelemeye devam edersek,
4. Gerek içerde, gerek dışardaki müzeler ve kütüphanelerde mevcut eski eserlerin ve tabloların kopyalarından koleksiyonlar vücuda getirmek.
Ülkemizde bugün de bu konuda ciddi bir çalışma yoktur. Özellikle arkeoloji dalında öğretim yapan üniversitelerin ilgili fakültelerinde, yurt dışındaki üniversitelere bağlı arkeoloji enstitülerinin % 90’ında mevcut alçı kopya eserlerden oluşan laboratuvar müzelerini, bizde görmemiz olanaksızdır. Ancak 1936 yılında Atatürk’ün direktifleriyle kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde böyle bir oluşumun nüvesi arkeoloji, etnografya ve antropoloji dallarında atılmış, daha sonra her nedense devam ettirilememiştir. Diğer taraftan devlet de bu konuda fazlasıyla duyarlı, hemen hemen hiç olmamıştır. Osmanlı döneminde topraklarımızdan kaçırılan veya armağan edilen çok değerli kültür kalıntılarının kopyalarını getirtip, bulunduğu yörelerde sergileyip, topluma bunların özgünlerinin bizim olduğunu anlatamamıştır. Eğer Ulu Önder’in bize buyurduklarını yapmış olsaydık, bugün başlangıç dönemindeki heyecanı yaşayan bir topluluk oluşturma olanağımız olurdu, örneğin Bergama antik kentini gezenler, bir sanat şaheseri olan Zeus sunağının temelleri yerine onun görkemli plastik kabartmalarını da görerek, topraklarımızdan fışkıran kültürleri, onların sanat anlayışlarını daha iyi bir biçimde özümleyebilirler- di. Bu örnekleri çoğaltmak olanaklıdır, ancak kısıtlı bir yazıda burada daha fazlasına girmek istemiyoruz.
5. Ankara, İstanbul, Bursa, İzmir ve Edirne’de muayyen devirlere ve kültürlere ait eserleri toplayarak bu kentleri büyük üslupta birer “Eski Eserler ve Abideler Merkezi” haline koymak.
Atatürk’ün bu arzusu bugün büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunmaktadır. örneğin, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi bir ihtisas ve İç Anadolu uygarlığını yansıtan dünyaca ünlü bir müze haline gelmiştir. Doğal olarak, bu gelişim uzun yıllarda gerçekleşmiş ve bunu gerçekleştiren büyüklerimiz ve onları izleyen meslekdaşlardan bu konuyu dinlememiz gerekir; ne sıkıntı ve ne güçlükler çektiler. Üç büyük kent dışında Ulu önder’in düşünceleri ışığı altında kimi küçük müzeler de kendilerinden istenenin üstünde büyük boyutlara ulaşan hizmetler verdiler. Bir Efes Müzesi ile Bodrum Müzesi en güzel örnekleri oluştururlar. Her iki müze de yöresini, çevresini ve-tarihini en iyi biçimde sentez yapabilme başarısını gösterdiler. 1983 yılında İstanbul’da açılan sergi ise, kentimizin kültürel değerlerinin bir kez daha anımsanmasına olanak verdi. Bu nedenle kültür merkezleri (özellikle müzeler)-abideler tümlemesi, ülkemizde en iyi gerçekleştirilen arkeolojik çalışmalardan biridir.
6. Yabancı tarih ekspedisyonların büyük sermayelerle başardıkları kazıları, ileride mali kudretimizin vüs’atlı zamanında yapmak üzere, şimdilik, küçük mikyasta kazılar tertibi ile arkeolojik ve antropolojik araştırmalar ve keşifler yapmak.
Zamanımızda da olduğu gibi, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında özellikle parasal olanakların kısıtlı olması, büyük boyutlarda kazılar yapmamıza engel olmuştur. Bugün için 1935 yılında başlatılan Alacahöyük kazısı gibi görkemli ölçüde kazı yapma olanağımız çok azdır. Ülkemizde şimdiye kadar büyük boyutlarda gerçekleştirilmiş kazılar bir ehn parmaklan kadar azdır. Bunlann çoğunluğunu ise İç Anadolu ve Güney Anadolu bölgelerinde yapılan kimi kazılar oluşturur. Bugün artık ülkemizde büyük çapta kazıları başarı ile yürütebilecek elemanlar, ilim adamlan yetişmiş durumdadır. Parasal olanaksızlıklar bu çahşmalann başlamasına engel olur niteliktedir. Yabancılann ta o zamandan beri büyük olanaklarla çahşmalan, yalnızca kendi devletlerinin ödenekleri ile değil, özel sektör dediğimiz kuruluşların çok büyük katkılan ile gerçekleşmektedir. Ülkemizde nedense özel sektör geçmişimizi ve uygarlığımızı inceleyen arkeoloji ilmine ve onun araştırmalarına ilgi göstermemiştir. Kimi kuruluşlar belli bir zamanda belli kişilere birtakım yardımlarda bulunmuşlardır. Ancak bu yardımlar devamlı olmamıştır. Bunda suçun kimde olduğu zaman içinde araştırılmalıdır. Yine de şunu belirtmede yarar görüyoruz: Yakın zamanımızda devletin dışındaki kimi kurumlar arkeolojik çalışmalara yardımda bulunma çabası içine girmişler ve geçmişteki bir takım hataları düzeltme yolunu yeğlemişler ve adil davranma yollarını tekrar açabilmişlerdir.
7. Memleket içinde ve dışındaki mühim kazı ve keşif yerlerine seyahatler tertip ederek, bulunan tarihi eserler ve abideler üzerinde ilmi tetkikler yapmak.
Ulu önder’in söz konusu buyrukları kendisi tarafından gerçekleştirilen yurt gezilerinde en iyi bir biçimde uygulanmış bulunmaktadır. 1933 yılında Ege Bölgesi’nde yaptığı geziler sırasında Bergama ören yerini gezer ve geziden sonra tekrar bu yörelerde Türk Tarih Kurumu’nun üyeleri ile birlikte Efes, Sardes ve tekrar Bergama’yı içeren bir gezi yapma arzusunu Afet İnan aracılığı ile bildirir [33]. Atatürk’ün daha sonraki yurt gezilerinde Antalya bölgesindeki kimi antik kentlerde araştırmalarda bulunduğunu görürüz. Daha sonra Türk Tarih Kurumu üyelerinden Afet İnan ile Ruşen Eşrefin Yunanistan, Girit, Rodos, Mısır, Filistin, Suriye’yi kapsayan salt arkeolojik amaçlı gezileri Atatürk tarafından övgü ile karşılanır. Amaç genç kuşakların bilgi ve görgülerini arttırmak, meslekdaşları ile ilişkide ve fikir alışverişinde bulunmak, yeni keşifleri yerinde izlemek, görüş boyutunu genişletmektir. Zamanımızda bu tür gezi ve araştırmalar azınlıktadır. Ancak belirli zamanlarda yapılan yurt içi ve dışındaki kongreler bu ilişkilerin gelişmesine olanak verir. Üniversitelerde doktora çalışması yapan genç araştırmacılar, konulan ile ilgili malzeme ve yenilikleri görmek için yakın komşumuza veya İtalya’ya gitme olanağından yoksun gibidirler. Kimi araştıncılar kişisel girişimleri ile az da olsa bilimin gereğini yapabilmektedirler. Halbuki, Ulu önder’in arzularında yatan gerçek espri, kaynağında görme, görüşlerin genişlemesi ve bilimsel ilişkinin oluşmasına dayanır. Bugün arkeoloji öğrenimi yapan öğrenci kitlesini hiçbir üniversite kendi kaynaklarını kullanarak bir araştırma gezisine çıkaramazken, Avrupah arkadaşları, binlerce kilometre yaparak kaynaktan kimi ören yerlerini, anıtları ve müzeleri izler ve görürler. Üniversitenin dışında arkeoloji politikasına büyük işlerlik kazandıran Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü teşkilatında da bu olanaklar azdır. Gelecek kuşakların sağlıklı yetişmesi için söz konusu araştırma gezilerinin desteklenmesi gerekir. Yurt dışındaki bir yabancı arkeolog Yunanistan, İtalya, Kuzey Afrika kıyılan ve Türkiye’yi görmemezlik etmemiştir. Ayrıca mezuniyet sonrası bu tür araştırma gezilerini gerçekleştirmek için burs alabilecek kurumlan bile vardır.
9. Yabancı bilim müesseseleriyle ve otoritelerle, mütehassıslarla işbirliği yapmak.
Cumhuriyet döneminin başlangıcından beri Atatürk’ün söz konusu buyrukları hemen hemen her dönemde yerine getirilmiştir, özellikle Türk Tarih Kurumu kurulduğundan beri tarih ve arkeolojiyi içeren uluslararası kuruluşlarla ilişkide bulunmuş, beraberce çalışmalar yapmışlardır. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü de kendi alanlarını kapsayan ICROM ve ICOMOS gibi kuruluşlarla organik bağlar kurmuştur. Diğer yandan 40’lı yılların sonunda başlayan ve 50’li yılların içine dek devam eden kimi kazılar, yabancı bilim adamları ve kuruluşları ile birlikte Türk heyetleri ile gerçekleştirilmiştir. Bugün arkeolojiye servis veren kimi disiplinlerle de bu çalışmalar, ülkemiz bilim ve araştırıcıları ile olumlu bir biçimde sürdürülmektedir. Yurdumuzda arkeoloji 70’li yıllardan bu yana büyük bir birikimin oluşmasına olanak bulmuş ve her dalda yetişkin bilim adamı ve araştırmacıların ortaya çıkması ile, yabancılarla ortak birtakım çalışmalara artık gereksinim pek duymamaktadır. Ama yine de konusunda mütehassıs olarak bilinen yabancıların yurdumuz ünivesitelerinde misafir olarak bulunmaları, yeni görüşler için faydalı olacaktır.
8. ve 10. maddenin içeriği, her evrede, kimi zaman büyük coşku ile izlenmiş, kimi zaman ise gereğince üzerine eğilinmemiştir. Ancak zamanımızda Kültür ve Turizm Bakanlığının verimli yardımı ve işbirliği olumlu bir biçimde gerçekleşebilmektedir. Aksayan kimi noktalar vardır. Bunların aşılması ise, yine 8. maddede öngörülen “Hükümete düşen işleri, bu projeleri uygulamakla görevli komisyonların Hükümet nezdinde takib etmeleri” deyişlerinde aramak gerekecektir. Bu da bağımsız bilim kuruluşları ile bakanlığın eşgüdümü ile sağlanabilir.
Sonuç olarak toplarsak, 1933 yılında fiilen başlayan Türk arkeolojisi ve kazıları bugün Ulu önder Atatürk’ün istediği biçimde yürüyebilmektedir. Ülkemizde arkeoloji biliminin kurulmasında Atatürk’ün çok büyük yardım ve katkıları vardır. Kısa olarak verdiğimiz Buyruklarında ve izlemesinde bu gelişimi görebilmekteyiz. Onun öğretilerinden yola çıkarak bu ateşi yakanlar ve büyük olanakların hazırlayıcıları olarak başta Sayın Prof. Dr. Afet tnan’ı, Dr. Reşit Galip’i. Dr. Hamit Zübeyr Koşay’ı, Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ı, Ord. Prof. Dr. Arif Mülid Mansel’i, Aziz Oğan’ı ve o günlerin aramızdaki tek temsilcisi Mahmut Akok’u anmadan yapamayız. Diğer taraftan ise, 40’lı yıllardan itibaren bu işe gönül vermiş ve Atatürk kuşağının genç nesli bizlerin yetişmesine büyük katkıları olan tüm hocalarımıza şükranlarımızı sunmak bir borçtur.
25 Nisan 1986