Devşirme sorununu ve bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşmaya 1 etkisini iyi bir şekilde anlamak ve açıklayabilmek için, daha önce Anadolu ve Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşmayı ortaya koymak gerekir. Bu nedenle yazımız üç bölümden oluşacaktır.
- Anadolu’da türkleşme.
- Balkanlarda türkleşme ve İslamlaşma.
- Devşirme sistemi ve bunun Osmanlı İmparatorluğunda türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi.
Anadolu’da türkleşme olayı Osmanlı İmparatorluğundan önce gerçekleşmiştir. Türkler, Müslüman olduktan sonra ilk kez Abbasîler döneminde geniş ölçüde Hıristiyan topluluklarla karşılaşmışlardır. Abbasî İmparatorluğu içinde yalnız Türklerden oluşan orduların ortaya çıkması, Türklerin görünüşte Halife’ye bağlı fakat gerçekte bağımsız devletler kurması ile sonuçlanmıştır. Bunlardan Tulunoğullan (868-905) ve thşidoğulları (935-969) kısa ömürlü olmuşlar ve daha çok askerî bir sisteme dayandıklarından Müslüman olmayan halkla doğrudan ilişkide bulunamamışlardır. Zimmîlerle ilişkiyi ancak yönetsel görevlerde bulunan yerli halk kurmuş olabilir. Bu nedenle Tulunoğullan ve thşidoğulları devletlerinde geniş ölçüde bir Müslim (Türk)-Gayr-i müslim ilişkisinden sözetmenin doğru olmayacağı kanısındayız.
Mısır’da İhşidoğullannın yıkılışından sonra İran’da yeni bir Türk devleti kurulmuştur 2. 1040 tarihinde kurulan Büyük Selçuklu imparatorlu ğu’nun, daha önce kurulan Müslüman-Türk devletlerinden (Karahanlılar ve Gazneliler gibi) konumuz bakımından en önemli farkı, çeşitli Türk boylarını Batıya göndermeleri ve böylece, Müslüman olan Türklerin yeniden ve doğrudan doğruya Hıristiyan dünyasıyla ilişkiye geçmesidir3.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde, bir komutanın yönetimi altında Anadolu’ya ilk sefer 1018 yılında yapılmış ve bu seferi Çağrı Bey yönetmiştir. Bir keşif seferi niteliği taşıyan bu seferi sonraları daha düzenli ve plânlı seferler izlemiştir. 1028, 1038, 1044 ve 1047 yıllarında büyük gruplar halinde Anadolu’ya giren Türkler, büyük kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmışlardır4. Bu yenilgilerden sonra Tuğrul Bey kendisi Anadolu’ya seferler düzenlemiş ve ilk sürekli fetihler bundan sonra yapılmaya başlamıştır5.
Böylece başlayan fetihle, sürekli olarak Doğudan gelen Türkler Anadolu’ya yerleşmişler ve o dönem için “darü’l-harp” ve “uc bölgesi” 5 olan bu yerlerde Bizans, Ermeni ve Gürcülere karşı savaşmışlardır. 26 Ağustos 1071 tarihinde Bizans imparatoru Romanos Diogenes’e karşı Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın kazandığı Malazgirt zaferi, Türklerin Anadolu’da kesin olarak yerleşmelerine yol açmıştır. Alp Arslan’la birlikte Anadolu’ya gelen Türk prens ve komutanlarından bazıları, Malazgirt zaferini izleyen yıllarda birer devlet kurmuşlardır7.
Malazgirt savaşından sonra Türklerin Anadolu’ya göçleri çok hızlı olduğundan kısa sürede etnik yapı değişmiştir. Batılı tarihçilerden bazıları bu ani değişikliği yerli halkın büyük ölçüde türkleşmesi veya Türkler tarafından yok edilmesiyle açıklamaya çalışmışlardır8. Kültürel ve etnik yapı değişiklikleri kısa sürede gerçekleşmez. Bu nedenle Türklerden önceki Anadolu halklarının türkleşmesi bu kadar kısa süre içinde mümkün değildir. Hızlı etnik yapı değişiklikleri, ancak dışarıdan çok sayıda ve hızh bir şekilde gelecek yeni etnik gruplarla mümkün olabilir. XI. yüzyıldan başlayarak Türklerin ne ölçüde Anadolu’ya gelip yerleştikleri ve yeni hangi unsurları getirdiklerini belgesel olarak tesbit etme imkânı vardır. Yerli halkı toptan yok etme konusuna gelince, görüşü destekleyecek bugüne kadar hiçbir belge ele geçmiş değildir 9.
Malazgirt Savaşından sonra on yıl gibi kısa bir süre içinde Türkler Ege Denizi’ne kadar ilerlediler10. Malazgirt’ten dört yıl sonra (1075) Anadolu’nun Batı ucu demek olan İznik ele geçirildi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti oldu. Savaştan on yıl sonra ise İzmir ele geçirilip, Ege adalarının fethine ve denizötesi seferlere başlandı. Hatta İzmir beyi Çaka Bey, Bizans’ı ele geçirmeyi düşünecek kadar güçlendi. Balkanlardaki Şamanist ve Hıristiyan Peçenek, Kuman ve Uz’larla ilişkiler kurdu11. Gerçekten bu, o dönem için şaşılacak bir ilerlemedir. Ayrıca, Anadolu’nun türkleşmesinde Müslüman olmayan Türk topluluklarından Peçenek, Uz, Kuman ve diğerlerini gözden uzak tutmamalıdır.
Anadolu Selçuklu Devleti kurulduktan kısa bir süre sonra Haçlı Seferleri başladı, özellikle Birinci Haçlı Seferi, Anadolu Selçuklu Devletini geniş ölçüde sarstı. Hatta bir müddet Marmara ve Ege bölgesinin türkleşmesini geciktirdi12.
Birinci Haçlı Seferi sırasında Çukurova’da bir Ermeni devleti kuruldu. Ermeniler daha önce Bizans İmparatoru II. Bazil zamanında Sivas ve çevresine göç ettirilmişler ve Ermenistan bir Bizans eyaleti olmuştu *3. Türklerin Anadolu’ya gelmesi ile birlikte Ermeniler, Türkmenlerin baskısı ile Güneye Çukurova’ya doğru inmeye başladılar. Bu arada Birinci Haçlı Seferinin yol açtığı karışıklıktan da yararlanarak Çukurova’da devletlerini kurmuşlardı.
Haçlı Seferlerinin yarattığı sıkıntı geçtikten sonra, Selçuklular Anadolu’da eski egemenliklerini daha güçlü olarak yeniden kurdular. Selçukluların en parlak dönemleri olan bu yıllarda, fetih sırasında kurulan Türk beyliklerinin çoğu yönetim altına alındı. Hemen hemen bütün Anadolu’da Türk birliği sağlandı. Bu arada, halâ devam eden Haçlı Seferleri ile ve Haçlı Seferlerinin sonucu olarak Kudüs, Antakya ve Urfa’da kurulmuş olan bazı Hıristiyan devletlerle mücadele devam etti14.
Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemini yaşarken, önce Büyük Selçuklu imparatorluğu, daha sonra Kirman, Suriye ve Irak Selçuklu devletleri yıkıldı. Bu nedenle ortaya çıkan siyasal düzensizlik, bölgede yaşayan göçebe Türklerden bir kısmının Anadolu’ya gelmesine yol açtııs. Böylece, Anadolu elli yıl gibi kısa bir süre içinde türkleşmiş oldu. Türkiye genelinde, Türk olmayan unsurlar artık azınlık durumuna düşmüşlerdi.
Anadolu’da yerli halkın azınlık durumuna düşmesinin tek nedeni, Türklerin anadolu’ya göç etmeleri değildir. Türklerin yaklaşık 300 yıl boyunca Anadolu’ya gelip yerleşmelerine karşılık, yerli halk yurdunu terketmiş, önce Ege ve Marmara kıyılarına, sonra İstanbul ve Balkanlara doğru çekilmiştir. Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, yerli halkın Anadolu’yu terketme nedeninin yalnız Türk göçleri olmadığıdır. VII. yüzyıl sonlarında başlayan ve birkaç yüzyıl süren Arap-Bizans mücadeleleri, özellikle Doğu ve Güney Anadolu’da sosyal düzeni bozmuş, ekonomik hayat da hemen hemen çökmüştür 16 Emevi ve Abbasilerle Bizans arasında sınırı oluşturan ve Tarsus’tan Malatya’ya kadar çizilen bir çizgi üzerinde bulunan kent ve köyler en çok zarar gören bölgeler olmuştur. Sosyal, siyasal, ve ekonomik düzeni bozulmuş olan bölge halkının, büyük ölçüde yurdunu terketmesi doğaldır. Aynı zamanda, Arap-Bizans mücadelesi, Anadolu’nun Hıristiyan halkını sosyal ve psikolojik bakımdan hazırlamıştır. Yani, Anadolu’nun Hıristiyan halkı İslam dünyasıyla, Türklerle karşılaşmalarından daha önce ilişkide bulunmuş ve Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman yerli halk, İslam ve İslamlık kavramlarına yabancı kalmamışlardır. Diğer yandan, Bizans İmparatorluğunda Müslüman olmayan Türklerin varlığı ve Abbasî ordularında hizmet gören Türklerin çok sayıda bulunuşu ve bunların “suğur” denilen Arap-Bizans sınır bölgelerinde oturuşu, bu yabancı kalmayışı Türklük bakımından da hazırlamıştır17.
1237 yılında II. Keyhüsrev’in tahta çıkmasıyla çökmeye başlayan Anadolu Selçuklu Devleti, Saadettin Köpek gibi devlet adamlarının elinde iyice sarsılmıştı18. Bu yıllarda kurulan Cengiz tmparatorluğu’nun ve Batıya doğru büyük bir hızla yayılan Moğal istilasının önünden kaçan pek çok Türk boylan kalabalık gruplar halinde Anadolu’ya gelmeye başladılar. Bu kez yalnız göçebeler değil, yerleşik halkın da birçoğu Anadolu’ya geldi19. Anadolu’nun ekonomik yapısı bu kalabalık Türk topluluklarım çekemediğinden sosyal ve ekonomik hayat bozuldu. Nitekim bu durum, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılma nedenlerinedn biri oldu, önce 1240 Baba İshak ayaklanması, arkasından 1243 Kösedağ yenilgisi, Selçuklu Devleti’nin, Moğol egemeniliğini tanıması ile sonuçlandı.
Anadolu’da İlhanh egemenliği kurulunca Doğu ve Orta Anadolu’daki Türkler kıyılara ve Batı Anadolu’ya doğru yayıldılar20, öyleki, özellikle Batı Anadolu, Orta Anadolu’ya nazaran etnik bakımdan daha çok Türk özelliği kazandı.
1308 yılında Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmış ve Türkiye Tarihinde “Anadolu Beylikleri” dönemi başlamıştır21. Nüfus bakımından çoktan türkleşen Anadolu’da, Beylikler döneminde bu kez, dil, kültür, gelenek, güzel sanatlar ve imar bakımından da türkleşme olmuş, hatta tamamlanmış denebilir22. Anadolu Beyliklerinin yapısı demek, bir bakıma, yine bunlardan biri olan Osmanlı Beyliğinin yapısı demek olacağından bu konu daha sonra yeniden ele alınacaktır.
Anadolu’nun ilk fethi sıralarında Türklerle Hıristiyan toplumların ilişkileri pek dostça olmamıştır. Türkler Anadolu’ya kesin olarak yerleştikten sonra iki topluluk arasında dostça ilişkiler başlamıştır. Bu dostça ilişkiler bazan, Ortodoks rahiplerle anlaşarak, Anadolu’ya Türkmenleri yerleştirme şeklinde bile görülmektedir23.
Anadolu’nun coğrafi yapısı da Türklerin burada kolayca yerleşmeleri için birinci derecede etken olmuştur. Yeni gelenler, bir çok kentleri türkleştirdikleri gibi, kendileri de pek çok kent ve köy kurmuşlardır, özellikle Beylikler döneminde kıyı bölgelerinin, yerli halkla anlaşarak fethedildiği ve buralarda yerli halkla yeni gelenlerin çabucak kaynaştıkları söylenebilir. Saruhan, Menteşe ve Aydınoğulları’nın kısa sürede denizci birer devlet olmaları, Ege adalarından bir kısmını fethedip bir kısmını da vergiye bağlamaları, Karadeniz’e, Yunanistan’a, Mora’ya ve Kıbrıs’a sefer yapmaları, Bizans İmparatoru ve Kölemen Sultanına donanmaları ile yardım etmeleri, bu ihtimali desteklemektedir. Aksi halde, denizle ilişkisi ikiyüz yılı geçmeyen bu topluluğun, denizcilikte bu kadar ilerlemesi ve güçlenmesi, ancak yeni belgelerin ışığı altında başka türlü yorumlanabilir.
Kentlere nazaran ovalık yerler ve köyler daha çabuk türkleşti. Kentlerin türkleşmesi yavaş olmakla birlikte, sayısal durum hep Müslüman olmayan toplumların aleyhine gelişti. Anadolu’da Beylikler dönemi başladığı sırada Müslüman olmayın halk çoktan azınlık durumuna düşmüştü. Müslüman olmayan halk gruplarından Rumların dışında kalanlar (Ermeniler, Süryaniler, Kildaniler, Maruniler, Yahudiler ve diğerleri) daha Bizans İmparatorluğu zamanından beri azmhk durumunda idiler. Uzun Haşan döneminde Diyarbakır halkında sözedilirken, Hıristiyan ve Yahudiler sayı bakımından ikinci derecede sayılmışlardır24.
Anadolu türkleştikten sonra, Hıristiyanlık bununla ters orantılı olarak gerilemeye başladı. Bundan, Türklerin Müslüman olmayanlara karşı kötü davrandıkları sonucunu çıkarmamak gerekir. Hıristiyanlığın gerilemesi, Hıristiyan nüfusun azalmasıyla ilgilidir ve bunun nedenlerini yukarıda açıklamaya çalıştık.
Anadolu’nun türkleşmesini yerli halkın ihtidasıyla açıklamak ne kadar yanlışsa, Anadolu’da hiç ihtida olmadığım söylemek de o derece yanlıştır. Bu ihtidaların Türklerin, etnik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapılarını bozamayacak ölçüde olduğunu önemle belirtmeliyiz.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman yalnız siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hayat değil aynı zamanda manevî hayat da çökmüş durumda idi. Çünkü topluluğu azalan kilise ve manastırların gelirleri de azalmış ve bu yüzden birçok piskoposluk ve metropolittik merkezleri kapanmış, bazıları da diğer bölgelerin yardımıyla yaşayabilmiştir. Daha çok mezhep kavgası ve maddî sıkıntı yüzünden çıkan anlaşmazlıklar, manevî hayatın çöküşünün önemli bir nedenidir. Bu anlaşmazlıklardan biri Efes ve Birgi Metropolitleri arasında olmuştur. Efes Metropolidi, maddî sıkıntı nedeniyle, Birgi Metropolitliğinin piskoposluk olarak kendine bağlanmasını istemiş, Patrikhane bunu kabul etmeyince, Birgi Meropolidini cinayet ve yalancılıkla itham etmiştir. Bunun üzerine Patrikhane, olayı yerinde incelemek için Denizli Metropolidini görevlendirmiştir. Sonuçta, olayın iftira olduğu anlaşılmış, Efes Metropolidi ise bunu Aydınoğlu Umur Bey’in zoruyla yaptığını ileri sürerek kurtulmuştur2S. Bu olay aynı zamanda Menteşe Beyliği yönetiminde olmasına rağmen îstabul’la ilişkisinin kesilmediği, Efes ve Birgi Metropolitleri arasında çıkan anlaşmazlığı, Denizli Metropolidinin, yerinde inceleyecek kadar hareket ve davranış özgürlüğüne sahip olduğunu göstermektedir26.
Bazı bölgelerde ise kiliseler topluluklarıyla birlikte türkleşmiş fakat Hıristiyan dinlerini korumuşlardır. “Türkiye’nin birçok yerlerinde kilise adamlarının, piskopos ve arkepiskoposların Türkler gibi giyindikleri, onların dilini konuştukları ve ancak mes, İncil ve mektupları Rumca okuyabildikleri, fakat öbür bütün dualarını Türkçe olarak söyledikleri” hakkında 1437 yılına ait kayıtlar vardır27.
Bu kültür ahş-verişi para alanında daha geniş olmuştur. Birçok Anadolu Beylikleri yabancı para kullanmışlar veya onlara benzer paralar bastırmışlardır. Sözgelişi, Aydın ve Saruhanoğulları, Napoli ve Anju Krallarının gümüş paraları olan “gillat”ı 28 taklit ederek Hıristyan tipinde paralar bastırmışlardır29. Menteşeoğulları da zambak çiçekleri ile süslü “gigliyati” şeklinde paralar bastırmışlardır30. Dikkat edilecek olursa bu durum daha çok kıyı beyliklerinde ve deniz yolundan Latin tüccarlarıyla ticaret yapanlarda görülmektedir. Bununla ticareti kolaylaştırma yolu düşünülmüş olabilir. Mamafih, adıgeçen beylikler yalnız bu paralan kullanmamışlar, kendilerine özgü, İslâmî paralar da bastırmışlardır .
Osmanh İmparatorluğu döneminde Anadolu’nun türkleşmeye devam ettiği kuşkusuzdur. Yalnız, zaten türkleşmiş olan Anadolu’da, Osmanh döneminde de devam eden türkeşme olayının hızını tesbit etmek şimdilik imkânsızdır. Konunun mahiyetini ve etki alanını tahmin etmek ise aşağı- yukarı mümkündür.
Kuruluş döneminde Osmanh Devleti topraklarına yalnız Anadolu’nun diğer bölgelerinden değil, Anadolu dışındaki birçok ülkelerden de göçler olmuştur. Bunlar arasında İran, Deşt-i Kıpçak, Ortaasya, Mısır ve Suriye gösterilebilir32. Bu arada Anadolu kentlerinin pek çoğunda ekonomik bozukluk ve asayişsizlik sürerken, Osmanh Devleti topraklarında, büyük bir düzen ve ekonomik rahatlık vardı. Bu durum, Osmanh egemenlği altında bulunan yerlere, diğer bölgelerden göçü sağlamış ve Marmara ile Ege bölgelerinde Müslüman olmayan topluluklar yok denecek kadar azalmıştır. Bunda Osmanh Devletinin jeopolitik durumu ayrıca rol oynamıştır .
Ortaya attığımız bu tezi daha açık gösterebilmek için İzmir, Aydın ve çevresine ait timar ve vakıf defterlerinin bir kısmını tarayıp basit istatistikler çıkardık 34. Bu defterlerdeki kayıtlara göre İzmir, Aydın ve çevresinde 14511583 yıllan arasında Müslüman olmayan halk çok azdır. Nitekim, 1451 tarihli “Mufassal Aydın timar defteri"ndc on beş tane nahiye, köy, timar ve vakıf yeri kayıtlı olmasına rağmen, bunlardan yalnız Arpaz ve Fota’da Müslüman olmayan halk bulunduğu görülmektedir. Hepsi beş mahalle olan Arpaz'da Müslüman olmayan halk sadece on haneden ibarettir. Arpaz daki, Müslüman olmayan bu on hanelik topluluk, Fatih dönemine ait başka bir defterde, sayısı belli olmamakla birlikte, bir mahalle olarak kaydedilmiştir 3S.
Aydın livasının nüfus ve hasılatını, timarlannı, Ayasuluğ (Selçuk) ve Mastura kaleleri mustahfızlarına ait timarlan gösteren, Fatih dönemine ait tarihsiz bir defterde ise, yirmi iki tane nahiye, köy, timar ve vakıf yeri kayıtlıdır. Bunlardan otuz dört haneli Eskihisar için “öşür ve haraçların verirler” kaydından burasının Gayrimüslim köyü olduğunu, veya bu köyde Müslüman olmayan halkın da oturduğunu düşünebiliriz. Ayasuluğ’da ise on sekiz mahalle bulunup, bunun iki tanesi Zimmîlere aittir. Bunlarda otuz dört haneli “Mahalle-i küffaran Eskihisarın haremi” ve dokuz haneli “Mahalle-i küffaran Hisaryakası” mahalleleridir. Ayrıca, “Kemer” mahallesinde otuz tane Müslüman olmayan halkın bulunduğu görülmektedir. Tire’de ise yirmi altı mahalle bulunup, yalnız biri (elli üç haneli) “Küffaran” mahallesidir36.
Fatih dönemine ait başka bir defterde (1467 tarihli nüfus defteri) ise Müslüman olmayan halkın varlığını gösterecek hiçbir kayıt yoktur37.
1506-1507 tarihli Tire vakıf defteri parçasında yirmi köy ve vakıf yeri (mezraa, çiftlik, han, hamam, değirmen vs.) kayıtlıdır 38. Bunlardan on yedi hanelik Süleymanköy’dc üç hane “cemaat-ı gebran” varlığı kayıtlıdır. Bu üç hanelik Zimmî grubu, 1583 tarihli Aydın vakıf defterinde beş kişi olarak kaydedilmiştir. Bir aileyi ortalama beş kişi kabul edersek 1506-1507 yılında Süleymanköy’deki “cemaat-ı gebran”ın on beş kişi olması gerekir. Seksen yıl sonra 1583’de beş kişiye inmiş olması Anadolu’nun türkleşmesi bakımından bir örnektir. Bir örneğin alınıp bütün bir ülkeye uygulanması sağlıklı bir yöntem olmamakla birlikte, yine de bir örnektir. Bu köyde oturan Müslüman olmayan halkın haraç ve cizyelerinden elde edilen gelir aynı defterde (1583 tarihli Aydın vakıf defteri), Gedik, Ahmet Paşa’nın, Karahisar’daki imaretine vakıf kaydedilmiştir. Ayrıca, Gazi Umur Paşa’nın türbesine ait vakıflarda Ortakçı Kulların bulunduğu kayıtlıdır. Bu vakıflar 1583 tarihli defterde de vardır ve Bazdegümi köyündedir. Bu köyde Yenişehir imareti vakfına ait Zimmî adları kayıtlıdır. Hem 1506-1507 tarihli defterde hem de 1583 tarihli defterde Alaşehir kazasında Müslüman olmayan halkın bulunduğu kaydedilmiş fakat sayıları belirtilmemiştir.
I. Selim dönemine ait “Nefs-i îzmir ve kurası Evkaf defteri” parçasında altı adet nahiye, köy ve vakıf yeri kayıtlı fakat hiçbirinde Zimmî yoktur39.
1530-1531 tarihli “Bursa, Aydın, Saruhan, Biga, Alaiye livaları kazalarındaki nüfus, hasılat ve timarları ve evkafı ve cebelü ve Aydın kanunnamesini mübeyyin mücmel tahrir defteri”nde otuz iki nahiye, köy, timar ve vakıf yeri kayıtlıdır. Bunların içinde yalnız Birgi’deki Aydınoğlu Mehmet Bey medresinin vakfına ait, iki çiftlik yer tutarındaki mezraada Ortakçı Kulların varlığı kayıtlı olup bundan başka Gayrimüslimlerle ilgili hiçbir kayıt yoktur40.
1583 tarihli Aydın vakıf defterinde ise doksan dokuz nahiye , köy ve vakıf yeri kaydedilmiş olup41 yukarıda saydıklarımızdan fazla olarak Ayasuluğ’a bağlı Çirkince nahiyesinin Yayla köyünde bir kısım Gayrimüslim ve Megrigümi köyünde ise üç tane “cemaat-ı nasara”nın bulunduğu kaydedilmektedir.
Görüldüğü gibi 1451 ile 1583 yılları arasına ait çeşitli timar, vakıf ve tahrir defterlerinde kayıtlı yüzden fazla kaza, nahiye ve köy içinde tamamen Gayrimüslimlerin oturduğu bir tek köy bulunmadığı gibi, Türklerle Müslüman olmayan halkın karışık oturdukları kaza, nahiye ve köylerin sayısı da on’u geçmemektedir. Bunlarda da oran Zimmiler açısından çok düşüktür. Sözgelişi, beş mahalleli Arpaz’da on hane (veya bir mahalle), Süleymanköy’de beş kişi (veya üç hane), on sekiz mahalleli Ayasuluğ’da iki mahalle (üçüncü mahallede Türklerle karışık), yirmi altı mahalleli Tire'de ise sadece bir mahalledir.
Bu rakamlardan çıkarılacak önemli bir sonuç da Müslüman olmayan halkın artmayıp -hatta eksilmesine karşılık- Türk köylerinin sürekli artış göstermesidir. Nitekim 1451 tarihli defterde kayıtlı olan Güzelcehisar Türk köyünün Kilise-cami adındaki mahallesi on beş hane iken, Fatih dönemine ait tarihsiz defterde aynı köyün, aynı mahallesi otuz hane olarak kaydedilmiştir.
Yine bu belgelerde dikkati çeken diğer bir nokta da defterlerde kayıtlı olan Gayrimüslimlerden bir kısmının Türkçe adlar taşımasıdır. Sözgelişi, 1506-1507 tarihli defterde, Gazi Umur Paşa’nın türbesine ait vakıflarda çalışan Ortakçı Kullardan bazıları, 1583 tarihli defterde üç adet “cemaat-ı nasara dan ikisi, yine aynı defterde Bazdegümi ve Süleymanköy’deki Zimmîlerden bir kısmının adları Türkçedir. Dikkati çeken diğer bir nokta da bu adların Türkçede kullanılan Arapça adlar değil, tamamen Türkçe adlar olmasıdır. Bazarlu, Karaca, Karagöz, Bali, Yahşi, Satılmış gibi.
Bu defterlerde kayıtlı bulunan bazı köy ve mahalle adları, buralarda daha önce müslaman olmayan toplulukların oturduklarını göstermektedir. 1451 tarihli ve Fatih dönemine ait tarihsiz defterlerdeki Güzelhisar köyünün Kilise-cami mahallesi, 1467 tarihli defterde ise Karaca-kilise, Papazlık, Kilise-pınar köyleri adlarından anlaşılacağı gibi daha önce Zimmi köyleri iken, bu tarihlerde artık Türk köyleri olmuşlardır42.
Yine bu köy ve mahalle adlarından bazı kiliselerin camiye çevrildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz Kilise-cami ile 1583 tarihli defterde kayıtlı Birgi’de kiliseden camiye çevrilen ve bu tarihde harap olmuş bulunan bu yerleri örnek olarak gösterebiliriz43.
Anadolu Beylikleri döneminde hemen hemen Türkiye’nin her yerinde devam eden türkleşme olayının Osmanlı Beyliğinde de devam etmiş olması doğaldır. Nitekim, İbni Batuta’nın Osmanlı Beyliği topraklarından geçerken, Orhan Bey’in yönetiminde bulunan Göynük’de hiçbir Müslüman bulunmadığını yazması ve bu kasabanın I. Murat ve I. Bayezit dönemlerinde ise tamamen Türklerle meskûn bulunması, görüşümüzü açıklayan bir örnektir44. Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde köyler kentlere göre daha çabuk ve kolay türkleşmiştir. Bu durumu sağlayan en önemli etken, Anadolu’ya gelen Türklerin bir kısmının göçebe oluşudur. Göçebe Türkler her ne kadar hayvancılıkla uğraşmışlarsa da kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar tarımla da uğraştıkları kuşkusuzdur . Anadolu’ya gelen Türkler arasında göçebelerin çoğunluğu ölçüsünde köylerin kentlere göre daha çabuk türkleştiği söylenebilir. Diğer yandan, yerleşik olsun göçebe olsun, bütün Türk toplumunun tarımı tanıdığı, bildiği ve uyguladığı bilinmektedir. Gerçi yerleşik Türklerin bilim, sanat ve ticaret hayatına yabancı olmadıkları biliniyorsa da Anadolu’ya yeni gelen Türklerin, eski sakinlerin ellerinden bilimi, ekonomiyi ve sosyal hayatı alıp, onları ikinci plânda bırakmaları, herşeyden önce zaman sorunudur. Kentlerdeki bu zaman kaybına karşılık, köylerde tarım hayatına geçiş daha kolay ve daha çabuk olmuştur*4. Ayrıca, kentler ele geçirilirken yerli halktan bir kısmı ölüp, bir kısmı tutsak olup, bir kısmı da fetihden sonra kaçmış olacağından, daha başlangıçtan kentlerde ezici bir Zimmi çoğunluğunun bulunmuş olması hemen hemen imkânsızdır47.
Osmanlı imparatorluğunda bir iskân ve kolonizasyon politikası olarak uygulanan vakıflar ve temlikler ile yerleşmek için yer ve imkân arayan dervişler, özellikle Osmanh imparatorluğunun Kuruluş döneminde önemli ölçüde Anadolu’nun türkleşmesine yardım etmiştir. Vakıf ve temlikler ile dervişlerin kurduğu tekke ve zaviyelerin pek çoğunu, toplumsal ve istatistiksel açıdan tesbit imkânı vardır. Çünkü, bunların düzenli bir biçimde tutulmuş kayıt ve defterleri bulunmaktadır48.
Anadolu’ya dışarıdan gelen Türk göçlerinin Safaviler döneminde durduğunu veya hiç olmazsa azaldığını tahmin edebiliriz. Osmanh Devleti, kuruluşunu tamamlayıp yavaş yavaş bir imparatorluk haline gelmeye başladığından ve îran’da kurulmuş başka bir büyük devlet olan Safavilerle karşı karşıya geldiğinden itibaren, Anadolu’nun türkleşmesi artık mahiyet değiştirmiştir. Bu dönemden başlamak üzere Anadolu’da türkleşme, dışarıdan gelen etkenlerle değil, Anadolu’nun içinden çıkan etkenlerle devam etmiştir. Bize göre bu dönemde türkleşme, daha öncekilere göre önemsizdir ve geniş çapta değildir. Çünkü, bu dönemde türkleşme sürgün, acemi oğlan toplama ve din değiştirme (ihtida) gibi iç etkenlere dayanmaktadır ki bunların da etki alanı pek dardır.
îhtida, aslında din değiştirmedir. Müslüman olmayan birinin İslam dinine girmesidir. Fakat Anadolu Müslüman halkının büyük bir kısmı Türk olduğu için, ihtida eden bir kimse en geç bir nesil sonra, yalnız dinini değil, dil, kültür ve geleneğini de değiştirmekte, yani türkleşmektedir*9. Nitakim, din değiştirenlerin birçoğu İslâmî bir ad yerine Kurt, Kaplan, Yardoğdu gibi Türkçe adlar almışlardır50. Hatta bu arada din adamlarından bile ihtida edenler olmuştur51.
Rumeli’ye göre, din değiştirme olayı Anadolu’da daha azdır. Bunu Müslüman olmayan halkın, Balkanlara göre Anadolu’da daha az sayıda olmasıyla açıklayabiliriz. Zaten Anadolu’daki ihtidalar, Osmanlı tarihinin her döneminde az ve münferit olmuştur. Arnavutluk ve Bosna’daki gibi geniş çaph ihtidalar Anadolu’da sözkonusu değildir 52. Osmanh imparatorluğu görünüşte, gerek Balkanlarda gerek Anadolu’da ihtidayı teşvik etmiş ve ihtida edenleri ödüllendirmiştir. Fakat diğer yandan, verginin azalmaması ve İslam hukuku gereği, İmparatorluk sınırları içinde, geniş bir dinsel hoşgörü ve özerklik politikası uygulamıştır.
Türkleşme ve İslamlaşmada, bir devlet politikası olarak uygulanan “sürgün” yönteminin de etkisi vardır. Sürgünler genellikle yeni fethedilen yerlerdeki sanatkâr, tüccar ve bilim adamlarının aileleriyle birlikte İstanbul veya Edirne’ye iskân edilmesi53, bunun dışında, Devletin resmen “sürgün” adı altında bir kişiyi veya bir toplumu bir yerden başka bir yere göçürmesidir. Kişilerin veya toplumların Anadolu’dan balkanlara sürgün edilmesi de yine bir Devlet politikası olarak uygulanmıştır. Bunun için, Kıbrıs’a yapılan sürgünler güzel bir örnektir. Sürgünler hem cezalandırma amacıyla, hem de iskân veya yararlanma amacıyla yapılırdı. Her iki durumda da sürülenler içinde Müslüman olmayanlar da bulunurdu 54. özellikle Trabzon bölgesindeki Rumlar, Balkanlara sürgün edilerek bu bölge büyük ölçüde türkleştirilmiştir5S.
1831 yılında, vergi yükümlülükleri ve erkek nüfus bakımından yapılan sayıma göre, Osmanh İmparatorluğunun Anadolu, Sivas, Karaman, Adana, Trabzon, Kars ve Çıldır eyaletlerinde 258.696 (% 12) Müslüman olmayan halklara karşılık 1.841.824 (% 88) Türk halk (Müslüman) vardı. Müslüman olmayan halklardan 236.815’i (% 91) Reaya (Rum?), 6.601 i (% 3) kipti (Çingene), 1.679 (%O7) Yahudi ve 13.601’i (% 5,3) Ermeni idi56. Bu rakamlar dikkate alınarak XVI. ve XVII. yüzyıl Osmanh Türkiyesindeki Müslüman olmayan halklar ve 1 ürk halkının miktarı tahmin edilebilir.
Balkanlarda Müslüman olmayan halkın durumu ne idi? Osmanh Avrupasında İslamlaşma (ihtida) niçin ve nasıl oldu? Balkanların türkleşmesi ve İslamlaşması Anadolu'dan oldukça farklıdır. Anadolu ya Türklerin İran, Irak ve Suriye’den gelmelerine karşılık, Rumeli’deki
Türkler hemen hemen yalnız Anadolu’dan gitmişlerdir57. Balkanlara Türklerin geçmesi ilk kez Osmanlılar döneminde olmamıştır 58. OsmanlIlardan önce Beylikler döneminde de Türkler Balkanlara geçmiştir. XIV. yüzyılda Bizans imparatorlarına yardım amacıyla Anadolu Beyliklerine ait kuWetler Balkanlara geçmiş ve bunlardan bir kısmı buralarda kalmıştır 59. Zaten bu dönemde Balkanlar boş ve harap bir durumda idi. Bu nedenle Türklerin Balkanları işgal ve iskânı, Anadolu’ya ilk geldikleri zamanki duruma benzemektedir60. Bu durumda, Anadolu Beyliklerine ait kuWetlerden bir kısmının Balkanlarda kalmış olması doğaldır. Hatta Anadolu’da Türk nüfusunun durmadan artması karşısında zorunlu bir durum almıştır. Nitekim, Osmanhlann ilk Rumeli fetihlerinden sonra buralara yerleştirdikleri Türkler, yine bu beyliklerde oturan Türkler olmuştur, özellikle Karası ve Saruhanoğulları buna örnek gösterilebilir61.
Osmanh imparatorluğunun Kuruluş döneminde ve kısmen Yükselme döneminde Anadolu’dan Balkanlara doğal göçler de olmuştur, özellikle Kuruluş döneminde bu göçler büyük boyutlara ulaşmıştır. Osmanh Avrupasının türkleşmesinde diğer önemli bir nedeni oluşturan bu olay, Türk nüfusuyla tamamen dolmuş bulunan Anadolu’da sosyal ve ekonomik dengenin sağlanması için zaten zorlayıcı bir duruma gelmişti. Zira Osmanh imparatorluğunun Kuruluş döneminde Suriye, Irak ve İran’dan halâ Türk göçleri devam ediyordu. Ancak, İran’da güçlü bir devletin kurulması (Safaviler) ve bu Devletin kendine şiîliği resmî mezhep kabul etmesiyle birlikte, Anadolu’ya dışarıdan açılan en önemli göç kapılarından biri kapanmıştır. Fakat öte yanda Osmanlılar da bu tarihlerde Avrupa’da en geniş sınırlarına ulaşmışlardı. Osmanlı Avrupasında dışarıdan türkleşme olayının yavaşlaması aşağı-yukarı bu döneme rastlar.Balkanlarda ilk plânda Makedonya ve Eflak-Boğdan sınırlarına kadar büyük toprak parçalarını Türk göçmenleri doldurmuştur. Bu yerleşme sırasında yerli halk baskı altında tutulmamış, göçmenler genellikle ıssız ve harap yerlere yerleştirilmişlerdir. Bu yerleşme sırasında bazan Hıristiyanların da yeni kurulan köy veya mahallelerde Türklerle birlikte oturtulması, yerli halka baskı yapılmadığı hakkındaki tezimizi desteklemektedir62. Bu konuda Arşiv belgelerinde pek çok kayıt vardır. Bu kayıtlarda dikkati çeken bir nokta da Müslümanlara ve Hıristiyanlara, toprakların bazan “mülkiyet üzerine” verilmesidir. Eğer Osmanlı imparatorluğunda Hıristiyan yerli halkı ezmek ve baskı altında tutmak politikası olsaydı, bu örneklerin ve buna benzer daha yüzlerce örneğin olmaması gerekirdi. Ayrıca, bugünkü Balkan ulusları ve devletlerinin bugün daha farklı bir durumda olmaları gerekirdi.
Selçuklu döneminde uc bölgelerinde bulunan “gazi” sınıfının yerini, Osmanh imparatorluğunda akıncı sınıfı almıştır. XVI. yüzyıldan itibaren akıncı sınıfının bozulmaya başlaması, Avrupa’da türkleşmenin eski hızını kaybetmesinin bir sonucu sayılabilir.
Ancak, Selçuklu uc’larınm gazi sınıfı ile, Osmanh sınır boylarında bulunan akıncı sınıfı arasındaki şu önemli farkı unutmamak gerekir. Selçuklu döneminde fetih hareketlerini genellikle uc bölgelerindeki gazi kuWetlerinin yapmasına karşılık, Osmanlı döneminde akıncılar fetih hareketlerinde pek az bulunmuşlardır. Bu gibi işler daha çok Devletin düzenli orduları tarafından, büyük savaşlar sonucunda olmuştur, öte yandan, Selçuklu uc gazilerinin sultana karşı yarı bağımsız durumları yanında, akıncılar padişahın doğrudan doğruya kulları idiler.
Osmanh Avrupasında türkleşmenin en önemli nedenlerinden biri de “sürgün”lerdir. Bu sürgünler bizzat Devlet tarafından plânh bir şekilde yapılmıştır. Sürgünler ya yeni fethedilen yerlerde boş ve ıssız bölgeleri “şenlendirmek” için veya bir kişiyi yahut aile, aşiret, köy gibi bir toplumu cezalandırmak, yani o bölgede asayişi sağlamak için yapılırdı.
Sürgünler, toplulukların gelişigüzel bir yerden diğer bir yere nakil işi değildir, her yönüyle düşünülmüş, göçmenlerin iskân edildikleri bölgede uğrayabilecekleri güçlükler gözönüne alınarak önlemler getirilmiştir.
Çeşitli nedenler yüzünden muaf ve müsellemler sürgünden de muaf tutulmuşlardır. Bu muaf olanlar dışında, Devlet gerektği zaman herkese sürgüne tabi olmak zorunluluğunu koymuştur. Bir yere sürgün uygulanırken oranın bütün halkı gitmez, ancak on hanede bir hane veya iki hane, ihtiyaca göre giderdi. Sözgelişi, Rodos adası fethedildiği zaman Ayasuluğ (Selçuk) kasabası sürgünden muaf tutulmuştur. Buna neden olarak da kasabanın deniz kıyısında ve tehlikeli bir yerde bulunduğu, zaten “ulakdan, suhreden ve cerehordan ve hisar yapmasından ve doğancıdan ve sekbandan ve azebden ve sair avârız-ı divaniyeden muaf’ olmak üzere II. Beyazit ve I. Selim tarafından verilmiş hükümleri bulunduğu ileri sürülmüştür 63.
Düzeni sağlamak için ceza olarak verilen sürgün hükümlerinin dışında, belli bir bölgenin iskânı için verilmiş en güzel sürgün örneğini, Kıbrıs’ın fethinden sonra, buraya Türk halkı göndermek üzere yazılan hüküm vermektedir 64. Buna göre bir yerin iskânı gerektiği zaman, Devlet gereken yerlerin kadılarına “sürgün hükümleri” göndermektedir. Bu hükümlerde, o bölgeden kaç hanedan ne kadarı gidecek ve bu hanelerin özellikleri65 ne olacaktır, bu ve bunun gibi durumları belirten bir çeşit sürgün talimatnamesi yazılı idi.
Sürgün toplanırken bir çok güçlükler çıkardı. Çünkü her şeyden önce bir yerden sürgün gitmesi, orada verginin ve mahsulün azalması demekti. Bazı zamanlar sürgün gitmek istemeyenler de olurdu. Böylece güçlükleri gidermek için merkezden, her sürgün bölgesine birer memur gider ve bu memurlar sürgünlerin düzenli defterlerini tutarlardı.
Sürgün kafilelerinin düzenli bir şekilde gidebilmesi için de her türlü önlem alınır ve iskân edilecekleri yere gittikleri zaman oranın yönetim amirine defterleriyle birlikte teslim edilirdi. Defterden kontrol yapıldıktan sonra, bu defter İstanbul’a gönderilerek aynı defterin oradaki suretile karşılaştırılır, kaç kişinin gittiği, kaç kişinin kaçtığı tesbit edilip ona göre önlem alınırdı.
Bu sürgünler gittikleri yerlerde genellikle iki yıl her türlü vergiden bağışlanır, diğer reayaya göre farklı muamele görürdü.
Sürgün kafilesinin gittikleri yerlerde nasıl yerleştirildikleri ve nasıl dağıtıldıkları hakkında şimdilik kesin bilgimiz yoktur. İleride yeni belgelerin ışığı altında bu sorun da çözülebilir. Ancak, görevini kötüye kullanan memurlara ve kaçan sürgünlere her zaman en ağır cezalar verilmiştir.
Sürgün toplanacak bölgeler gelişigüzel seçilmemiş, aksine üzerinde titizlikle durulmuştur. Sözgelişi, toprağı taşlık bölgelerde toprak sıkıntısı çekenler, kira ile toprak işleyenler, başka yerlerden gelip yerleşenler, araları bozuk olup da bir türlü düzelmeyen kimselerin özellikle sürgün gönderilmesi öngörülmüştür 66.
Bu normal sürgünlerin dışında, ceza olarak yapılan sürgünler de vardı. Bunlar, işlenen her hangi bir suçtan dolayı verilmiş bir tür cezadır. Kuşkusuz, diğer sürgünlerin yanında, bu gibi sürgünlerin itibarı az olurdu 67.
Bu arada, göçebe Türkmenlerin, Yörük ve Tatarların da pek çoğunun normal sürgün işlemine tabi tutulduklarını belirtmemiz gerekir. Ancak, bu göçebe aşiretlerin bir kısmı dışında, çoğu asayişi sağlamak ve güvence düşüncesiyle Balkanlara yerleştirilmiş, Kıbrıs gibi geniş çaplı bir iskân politikası güdülmemiştir.
Yörüklerin Balkanlara yerleştirilmesi, OsmanlIların Balkanları ele geçirmesi ve orada yerleşmelerinden sonra başlamıştır. Yörüklerin Rumeli’ye geçtiklerine dair ilk kayıt I. Murat dönemine aittir. Buna göre, 1385 yılında Saruhan’dan Serez yörelerine ilk Yörük grubu gönderilmiştir. Lütfi Paşa’nın kaydına göre bu Yörükler önce Anadolu’da düzeni bozdukları için Balkanlara nakledilmişler, daha sonra Avrupa’da Osmanlı fetihleri için de yararlı olmuşlardır6 .
Kuşkusuz, Yürüklerin Balkanlara yerleştirilmeleri bundan sonraki yıllarda da sürmüştür. Bölgede gittikçe çoğalmaları üzerine, Devlet bunlar için özel yasalar yapmıştır. Nitekim, Fatih Kanunnamesine, Yürüklerle ilgili olarak “Kanun-ı Yörügân” başlığı altında bir bölüm eklenmiştir. XV. yüzyıl sonlarında yazılan bu Fatih Kanunnamesinden sonra, Yürüklerin herbirinin tahrir defterinin başına özel kanunnameler konmuştur69. Daha sonra, Ebussuud Efendi, Tevkii Celalzade ve Hamza Paşa Kanunnamelerinde de yine birer “Yörügân Faslı” bulunmuştur. Yürükler Balkanlara tamamen yerleştikten sonra, çeşitli kolaylıklar sağlamak amacıyla gruplara ayrılmışlar ve bu gruplara, ya kalabalık olarak oturdukları yerin adına, ya her hangi bir özelliklerine, ya da Yörük grubunu yöneten başkanın adından ötürü birer ad takılmıştır. Balkanlarda belli başlı Yörük grupları, Naldöken, Tanrıdağ (veya Karagöz), Selanik, Vize, Ofcabolu ve Kocacık Yörükleridir.
Yürüklerle birlikte yine aynı şart ve sebeplerle Tatar gruplan da Balkanlara göçürülmüş ve Yürüklerle aynı hukukî statü içinde tutulmuştur. Tatarlar da Yörükler gibi, Yörük grupları içinde sosyal bir değişmeye uğramışlardır.
Balkanlardaki Tatar grupları da, Yörükler gibi bir takım adlarla anılmışlardır. Bunlar içinde en önemli gruplar Aktav, Tırhala, Yanbolu, Bozapa (veya Bozata) tatarlarıdır 70.
Balkanlarda yeni bölgeler fethedildikçe bir kısım topraklar, özellikle boş ve sahipsiz olanlar, has, zeamet ve timar olarak dağıtılmış, böylece Osmanh Avrupasına bu yoldan da Türk halk iskân edilmiştir. XV. ve XVI. yüzyıl tapu-tahrir defterleri incelendikte bu gruptan olan Türk halkının ne zaman ve nereden gelip, Balkanların nerelerine yerleştikleri açıkça görülür. Ayrıca Rumeli’ye ait tahrir defterlerinde kayıtlı olan köy ve diğer yerleşim merkezleri ile coğrafi adlar da bu konuyu aydınlatmak bakımından çok önemlidir 7I.
Diğer yandan, Anadolu’da yerleşmeyi ve türkleşmeyi sağlayan vakıflar ve temlikler ile yerleşmek için yer ve imkân arayan dervişlerin kurdukları tekke ve zaviyeler, aynen Balkanlarda da vardı 72.Bu tekke ve zaviyeler hem îslam propagandası yapıyor, hem de yolcu Müslümanlar için misafirhane yerine geçiyordu.
Osmanh Avrupasında yeni fethedilen yerlerde, yeni teşkilâtlar kurulurken buralara, bölgenin önemine göre, az veya çok asker ve sivil devlet memurları gönderilmiştir. Aile ve hatta akrabalarıyla giden bu asker ve sivil görevliler de Balkanların türkleşmesinde oldukça önemli rol oynamışlardır.
Batıh tarihçilerden bir kısmının, bir türlü tarafsız olarak üzerinde duramadıkları konu ihtida sorunudur. Bu konu, Osmanh İmparatorluğunu yermek için kullanılmış ve bazan gerçeklere hemen hemen hiç uymayan görüşler ortaya atılmıştır.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Osmanh İmparatorluğunda zorla ihtida ettirmek yoluna kesinlikle gidilmemiştir. Çünkü böyle bir davranış her şeyden önce Devletin maddî çıkarlarına aykırıdır. Bilindiği gibi Müslüman olmayan halk, askerlikten muaf olmanın karşılığı olarak veya Müslümanların verdiği zekat’ın karşılığı olarak bir vergi (cizye) ödüyor, bu da oldukça önemli bir miktar tutuyordu. Halkın Müslüman olması demek bu gelirin azalması demekti.
Diğer yandan, Müslüman olmayan halk toplulukları genellikle dil, kültür ve geleneklerini korumuşlar, yani türkleşmemişlerdir. Esasen Osmanh imparatorluğunda ihtida konusu incelenirken şu durum daima gözönünde tutulmalıdır. Tek tek ve seyrek zamanlarda olan ihtidalar, ihtida edenin kendi toplumunu Müslüman olma açısından pek etkilememiştir. Ancak, ihtida edenlerde etnik değişme olmuş ve bunlar genellikle türkleşmişlerdir. Bu tür ihtidalar daha çok Anadolu ve Doğu Trakya’da olmuştur13. Bir de yine tek tek fakat sürekli olan ihtidalar vardır. Bu ikinci gruba girenlerde, toplumların etnik yapısı değil dinî yapısı değişmiştir. Arnavutlar, Boşnaklar ve hatta kısmen Gürcüler bu gruba giren topluluklardır.
Anadolu’da hiçbir dönemde toplumların ihtidası sözkonusu değildir. Bunun ana nedeni Selçuklu dönemindeki hızlı türkleşme sonucu, Anadolu’da büyük bir Gayrimüslim toplumunun kalmamış olması ve Anadolu toplumlannın, Arnavutluk, Bosna ve Bulgaristan’daki toplumlar gibi Katolik Kilisesi ile Venedik, Avusturya ve diğer devletlerin müdahalelerine yakın bulunmamasıdır74.
Gürcülerin ihtidasını ise Selçuklulardan daha önceye, Arap istilası dönemine çıkarmamız gerekir. Kuşkusuz Osmanh döneminde de Gürcüler arasında ihtidalar olmuştur. Fakat ne Arap istilası döneminde ne de Osmanlı egemenliği sırasında, Gürcüler arasında yayılan İslamlık çoğunluk durumuna geçememiştir .
İslamiyet! kabul eden Gürcülerden Anadolu’ya yayılanlar çok olmuştur. Bunlar arasında türkleşme de olmuştur. Durum böyle olunca, Kafkasya’da yaşayan Türk, Ermeni, Gürcü ve diğer gruplar arasındaki etnik değişikliği tayin ve tesbit etmek çok zorlaşır. Çünkü bu durumda ortada adeta iç içe girmiş bir kültürler karışımı vardır.
İkinci grup ihtidalar genellikle Avrupa’da olmuştur. Bu tür ihtidalar sürekli ihtidalardır. Arnavutlar, Boşnaklar ve Pomaklar arasında uzun süre yayılma olanağı bulan İslamlık, sonunda bu toplumlann büyük ölçüde İslamlaşması sonucunu doğurmuştur.
Arnavutluk, daha I. Murat döneminde fethedilmeye başlamış ve Arnavutlarla Türkler bu yıllarda ilişki kurmuşlardır. Osmanh fethinden önce 732 yılında Arnavutluk dinî bakımdan İstanbul Patrikhanesi yönetimine verilmiş ve 1054 yılında İstanbul Kilisesi ile Roma’nın ayrılması üzerine, Kuzey Arnavutluk Roma’nın etkisi altına girerek buralarda Katoliklik yayılmıştır. Ortodoks Arnavutluk ise başlangıçta Ohri’deki Bulgar Başpiskopusluğuna bağlanmış, daha sonra 1453 yılında İstanbul fethedilip Rum Ortodoks kilisesi yeniden kurulunca, bu kilise, Katolikliğe karşı Arnavutluğa yakın ilgi duymaya başlamıştır. Esasen Arnavutluk Hıristiyanları Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasında duruma göre yer değiştirmiş ve bu, Arnavutlar arasında Hıristiyan dinî bakımından manevi bir çöküntü yaratmıştır76. İlk Osmanh fethinden itibaren, Arnavutluk’da Müslümanlığın hızla yayılmasında bu durumun önemi büyük olmalıdır, özellikle İskender Bey’in ayaklanmasının başarısızlığa uğramasından sonra Müslümanlık Arnavutlar arasında daha çok yayılmaya başlamıştır 77. O kadar ki bir süre sonra Müslüman Arnavutların sayısı, Hıristiyan Arnavutları geçmiştir78.
Denilebilir ki OsmanlIların Balkanları fethetmesiyle, Balkanlardaki Katoliklik Batıya kaymıştır. Daha başka bir deyimle, OsmanlIların Balkanlara geçmesi, buralarda Katolikliğin aleyhine olmuş ve hemen hemen bütün Balkanlar ortodokslaşmıştır 79.
Balkanlarda îslamiyeti kabul etmiş olan ikinci büyük grup toplum BosnalIlardır (Boşnaklar). BosnalIların bir kısmı Bogomil mezhebinden olup, OsmanlIların Balkanlara geçmesinden çok daha önce bu mezhebe girmişlerdir.
Balkanlardaki Bogomillerle, Anadolu’daka Pavlakîler arasında bir ilişki kurmanın yanlış olmadığı kanısındayız. Pavlakî adına ilk kez 719 yılında rastlanmaktadır. Ancak bu tarihden önce de Pavlakilerin varlığı düşünülebilir. Pavlaki adının, yaşayıp yaşamadığı kesin olarak bilinmeyen bir “Paul den geldiği sanılmaktadır. Bu ad Pavlaki inançlarında “Samo- satlı (Samsat) Paul” şeklinde geçmektedir.
Pavlakilerin inançları, Ortodoks Kilisesi inançlarından farklıdır. Bu yüzden, Ortodokslar Pavlakileri, Katolik Kilisesinin etkisi altına girmekle suçlamışlardır. Y ine, Ortodoks Rum Kilisesi, Pavlakilerin kurucusu sayılan Paul’ün Maniheist bir kadından doğduğunu, dolayısıyla Katolik Kilisesi ile Pavlakilerin, aynı zamanda Maniheizmin etkisi altında bulunduğunu ileri sürmüştür.
Pavlakiler, Hz. Meryem’in kutsallığını inkâr ile kırk günlük orucu ve onu izleyen bayramı da reddetmişlerdir. Eucharisty Âyini ve haç için ruhsal bir tefsir vermişler ve Katolik rahiplerini ve dinî rütbelerini (mertebelerini) kabul etmemişlerdir. Pavlaki din adamlarının, diğer Ortodoks mezheplerde bulunan din adamlarından giyiniş ve davranış farkı yoktur.
Bogomillerin de inançları Ortodoks Rum Kilisesi inançlarından farklı idi. Bizans İmparatoru Alexius Comnenus döneminde, Bogomilerin başkanı olan Basilus saraya çağırılıp, kendi inançlarının esası ve Rum Kilisesinden ayrıldığı noktalar tartışılmıştır. Daha sonraki yıllarda hekim Euthymius Zigabenus (ölümü 1118) eserinde Bogomil inançlarını elli iki başlık altında toplamıştır. Sözgelişi, bu inanç farklarından birine göre Tann’nın ilk oğlu Hz. İsa değil, Satanael’dir. Satanael ise ruhsal varlıkların en büyüğüdür.
Pavlaki propagandası Anadolu Kumlarından başka, Ermeniler arasında da başarılı olmuştur80. İkinci kurucuları sayılan Sergius Tychicus döneminde sayıları oldukça artmıştır. Ermenilerden başka en çok Torosların dağ halkı bu inançları kabul etmiştir81. Bizans imparatoru Konstantin Kopronymus döneminde (741-775) korunmuşlar ve bu arada kendilerine Trakya’da oturmaları önerilmiştir. Eğer Pavlakiliğin, Bogomil- lik adı ile Balkanlara geçişi böyle başlamış ise, Bogomil adı ile de olsa XII. yüzyıla kadar önemli bir varlık gösterememişlerdir. Anadolu’da kalanlar ise imparator Nicephorus (802-811) tarafından, ülkenin doğu sınırlarını korumakla görevlendirilmişlerdir, özellikle Ermenistan ve çevresinde oturanlar Thondrak’ı kendilerine merkez yapmışlar ve IX. yüzyılda güçlenmeye başlamışlardır. Bunlara merkezlerinden dolayı “Thondraki- ens”, yani Thondrakhlar da denmiştir. Ermenistan’ın diğer bölgelerinde oturan Pavlaki gruplarına “Athingani” ve “Selikians” adları verilmiştir.
Pavlakilerin çoğu imparator Michael ve V. Leon dönemlerinde öldürülmüşlerdir. Bu katliam Imparatoriçe Teodora döneminde (842-857) daha da artmıştır. Bu katliamlardan sonra bazı Pavlakiler, Ermenistan’da küçük topluluklar halinde82, diğerleri de Balkanlarda yaşamışlardır. İmparator Yuhannes Tzimiskes döneminde (97°) *se Ermenistan daki Pavlakilerin çoğu Trakya’da iskân edilmiştir. Böylece Balkanlarda oldukça kalabalık bir duruma gelen Pavlakiler yavaş yavaş teşkilatlanmaya da başlamışlardır. Bu yeni bölgede onlara “Bogomil” adı verilmiştir83.
Bogomil mezhebi Balkanlarda en çok Bosnahlar, Bulgarlar ve Sırplar arasında yayıldı ve Anadolu’daki döneme göre inançları oldukça değişti. Bogomillik XII. yüzyıla kadar gizli tutuldu.
Bogomil adını PoWicke, Slavca ile açıklamaya çalışmakta 84 ve bunun “Tanrım affet, koru” veya “Tanrı’nın sevgilisi” anlamına geldiğini ileri sürmektedir. Bogomiller genellikle teşkilatlı bir kilise olarak Bosna ve Bulgaristan’da yaşadılar85.
Bogomil mezhebi Bosna’da XII. yüzyılda gelişmeye başlayınca, Roma buna karşı şiddetli önlemler aldı. Hatta çevresinde Katolik rahipleri bulunmasına rağmen Sırp Kralı Stephan Kotroman (1314-1353) bile Bogomil idi86.
Bütün baskılara rağmen Bogomilliğin Balkanlarda yayılması önlenemedi. Bogomiller uzun yıllar Katolik Kilisesi ile Ortodoks Rum Kilisesi arasında ezildiler. İslamlıkla Bogomilliğin karşılaşması bu ortam içinde oldu. Osmanlılar Balkanlara geçip, özellikle ilk dönemlerde, yerli halka geniş din özgürlüğü tanıyınca, bu durum Bogomiller arasında adeta bir kurtuluş yolu oldu ve Bogomillerin önemli bir kısmı ihtida etti. Bosna'da İslamlığın geniş ölçüde yayılmasının ilk faktörü bu olmalıdır. Osmanlılar Balkanların fethi sırasında, uzun mücadeleler sonucu, savaşma yeteneği kazanmış ve Balkanları çok iyi tanıyan Bogomillerden, imkânk r ölçüsünde yararlanmıştır87. Zaten Osmanh imparatorluğu bunların birçoğuna timar vermiş ve Bogomiller “askerî” sınıfına girmişlerdir. İhtida eden Bogomil Bosnahlar, daha çok asil aileler, eski feodal beyler ve bu “askerî” sınıfdan olanlardı 88. Diğer yandan, her çeşit halk tabakaları arasında da İslamlaşma oluyordu. Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, Bosna- Hersek’de ihtidanın bir seferde, yani toptan olup olmadığıdır. Şimdiye kadar bazı Batılı tarihçiler Bosna-Hersek’de toptan bir ihtidanın olduğu görüşündedirler, özellikle, Katolik ve Ortodoks inançlardan farklı bir inanca sahip olan Bogomil Hıristiyanların, bütünüyle Müslüman olduğu görüşü vardır . Bu konu henüz tam anlamıyla araştırılmadığı için kesin bir sonuca varmak imkansızdır. Ancak, bu bölgede ihtida edenlerin büyük bir miktara ulaştığı da bir gerçektir. Kiliselerarası çatışma sonunda Bogomiller arasında Müslümanlığın geniş ölçüde yayılmış olması doğaldır. Yukarıda belirttiğimiz gibi onların Devlet memuru sayılmaları (askeri) da bu hususda önemli bir etken olabilir. Buna rağmen, îslamiyetin yalnız Bogomil Bosnalılar arasında yayıldığını kabul etmek yanlıştır. Çünkü Bosna’dan çok daha önce Arnavutluk’da başlayan ihtida hareketlerinde Bogomilliğin her hangi bir rolü olmamıştır90.
Osmanh dönemi Balkan toplumları üzerindeki çalışmalar son yıllarda oldukça artmıştır. Bunlardan biri Avdo Suceska’nın “Osmanlı Devletinde Bosna Müslümanlarının Durumu” başlıklı yazısıdır91. Suceska, yazısının birinci sayfasında, Bosna’nın fethi sırasında, Türklerin feodal devleti yıktıklarım, kral ve diğer feodal beyleri ortadan kaldırdıklarını ve böylece Bosna’nın ulustuk (nationhood) duygusunu yokettiklerini belirtmektedir. OsmanlIların, bugünkü Yugoslavya topraklarındaki krallıkları ortadan kaldırarak, bölgeyi merkeze bağlı eyaletler durumuna getirdikleri doğrudur. Ancak, bu işlem yapılırken feodal beylerin “sipahi” adı altında yine eski durumlarını sürdürdükleri de bir gerçektir. Hatta bu sipahiler arasında Hıristiyan olanların oldukça büyük miktarlara ulaştığını biliyoruz92. Eski mülkleri ile beyliklerini ve dinlerini sürdürme özgürlüğü bulunan böyle bir toplumda feodalitenin kötü yönlerinin yıkıldığını söylemek bir bakıma doğrudur. Belki feodalite “sipahi adı ile şekil değiştirmiş ve toplum yararına daha iyi bir kontrol altına alınmıştır denilebilir. Bu olgunun, Bosnahlan İslâmlaştırdığını söylemek de pek doğru olmaz. Ancak, OsmanlIların bu son derece özgürce demokratik yönetimi, psikolojik bir etki yapmış olabilir.
Balkanlarda Osmanh egemenliği sırasında Müslüman olmuş üçüncü büyük topluluk Pomaklardır. Pomakların kökenleri ile ne zaman M üslüman oldukları kesin olarak bilinmemektedir. Konuştukları dilin Bulgarcaya yakın olmasından dolayı, Bulgarların bir kolu olduklarını ileri sürenler vardır. Dil tek başına bir toplumun etnik kökenini saptamaya yetmez. Şimdilik bu konuda yeni bir görüş ortaya atmak için elimizde yeterli belge yoktur.
Pomaklar, Arnavutlar ve Bosnahlardan daha önce, Bulgaristan’ın fethi ile birlikte (I. Murat dönemi) Osmanh egemenliğine girmişlerdir. En çok îskeçe, Gümülcine, Selanik ve serez bölgelerinde oturuyorlardı. Bu bölgelerin Balkanlardaki ilk Osmanh fetihleri arasında bulunması bizce, Pomakların ihtidası ile yakından ilgilidir. Bu döneme ait belgelerin azlığı, Pomakların ihtidası hakkında kesin bir hüküm vermemize engel olmaktadır. OsmanlIların Balkanları ilk fetih hareketleri sırasında birçok Türkmen Babası, Şeyh, Derviş ve Abdal gibi, İslam dininin misyonerleri durumunda olan kimseler Balkanlara geçmiş ve buralarda İslamlığın propagandasını yapmışlardır. Bu arada, Pomakların da İslamlığı kabul etmiş olmaları, durumu aydınlatacak yeni belgeler bulununcaya kadar, akla en uygun gelen görüştür. Nitekim, Osmanlı Beyliğinin, İmparatorluk haline gelişiyle ters orantılı olarak bu Türkmen Babaları, Şeyh, Derviş ve Abdalların rolleri de azalmış ve bir süre sonra tamamen ortadan kalkmıştır. Bu durumda Pomakların İslamlaşmasında bir zorlama olmadığını ve kendi gönülleriyle ihtida ettiklerini kabul etmek gerekir. Aynı zamanda ilk Osmanh fetihleri sırasında Pomakların, bir anda ve toplu olarak ihtida etmiş olmalarını düşünmek de zordur. Yukarıda açıkladığımız Arnavutluk ve Bosna daki şartlar Pomaklar için de geçerli olmalıdır.
Pomaklar, Türk-tslam Uygarlığı içine girdikten sonra, kentlerde oturanlar Türkçe konuşmaya başlamış ve zamanla türkleşmişlerdir 9 . Bu durum, Osmanh Avrupasında ihtidanın çoğunluk haline geldiği toplumlar arasında ilk kez görülmektedir. Yalnız Pomakların kentlerde oturanları zamanla türkleşmişlerdir. Diğer yandan, İslâmlaşmış olan Arnavutlar ve Bosnahlar ne etnik özelliklerini nede kültürlerini yitirmemişlerdir. Bu son iki grup içinde türkleşme olayı çok azdır. Nedense Pomakların bu durumunu ve kökenlerini, Doğu Avrupa ve Balkanlarda önce hıristiyanlaşan daha sonra eriyen Kuman, Kıpçak, Pcçenek ve Uzlarla açıklamak hiçbir Batılı tarihçinin aklına gelmemektedir. Nitekim, Balkanlar, Osmanlılar tarafından terkedilirken, Pomakların önemli bir kısmı da Edirne ve İstanbul dolaylarına göçmüştür94.
Kuşkusuz Osmanh Avrupasında bu sürekli ve geniş çaplı ihtidaların dışında, tek tek fakat sürekli olmayan seyrek ihtidalar da olmuştur95. Anadolu’da olduğu gibi Balkanlarda da bu tür ihtida sonucu kişiler genellikle türkleşmiştir. Ancak, bunun gibi olayların Balkanların türkleşmesinde ve İslamlaşmasında önemli etkisi olmamıştır.
Gerek Anadolu’da, gerekse Avrupa’da Devlet hep ihtidayı teşvik etmiş ve bu arada Müslüman olanlara, sosyal durumlarına göre, armağanlar vermiştir96. Yalnız yoksul halk veya köylü grupları arasında değil, zengin kişiler ve hatta Hıristiyan Beyler arasında bile ihtida olayı oldukça fazladır, özellikle Gürcüler arasında bu tür ihtida çok olmuştur97. Ayrıca 1551 yılında Boğdan Voyvodası îlya Rareş de Müslüman olmuş ve kendisine mükâfat olarak Silistre Sancakbeyliği ile Devlet adamları tarafından, bir servet olabilecek kadar çok armağan verilmiştir. Hatta, kendisi Müslüman oldukta sonra, yerine Voyvoda atanan kardeşi Stefan da Müslüman olmak isteyince, Boğdanlılar tarafından öldürülmüştür98.
İhtidalar sırasında bazı ufak tefek sorunlar ortaya çıkmıştır. Sözgelişi, 1431 'HB2 tarihli bir tahrir defterindeki şu kayıt bunun için bir örnektir: “Timar. Süleyman, garip kişidir. Merhum Sultan (Çelebi Mehmet) zamanında llyas yermiş. Köy gâvurları mezkûr llyas’ı öldürüp dağılmışlar.
Sonra Lala Şahin ve Yakup bey mezkûra vermişler ki, şenelde. Elinde Lala Şahin bitişi var. Mezkûr îlyas Bey kulu imiş...”99.
Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşmaya engel olan bir takım etkenler de ortaya çıkmıştır. Sözgelişi, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren olmak üzere, Doğudan gelen insan göçünde sürekli bir düşme olmuştur. Bunun en önemli nedeni Doğuda ve Suriye’de Akkoyunlular, Safaviler ve Kölemenler gibi güçlü devletlerin kurulmasıdır. Böylece buralarda da siyasal ve ekonomik istikrar sağlanmış ve Doğudan Batıya gelen Türk göçü giderek azalmıştır. Bizce Balkanlarda Anadolu’daki gibi tam bir türkleşme olmayışının en önemli nedeni budur. Yani Ortaasya, îran, Irak ve Suriye’deki Türk toplumları ile Anadolu arasındaki ilişkisinin Akkoyunlular, Safaviler ve Kölemenler tarafından kesilmesidir.
İmparatorluğun genişleme döneminde eski fetih hızının kaybolması, Anadolu’daki halk için Avrupa’yı daha az cazip duruma getirmiştir. Uçlarda eskisi gibi bir hayat tarzı bulunmaz olmuş, akıncıhk ve gazilik önemini yitirmeye başlamıştır. Hele Devlet Duraklama dönemine girip, bütün kurumlarda bir bozulma ve çözülme de başlayınca, türkleşme ve İslamlaşma bundan geniş ölçüde ve olumsuz yönde etkilenmiştir.
Diğer yandan, özellikle ilk dönemlerde, halk dinsel bakımdan serbest bırakılmış, fakat Hıristiyan ve Yahudi din adamları din ile milliyeti kaynaştırmayı bilmişlerdir. Bunun yanında Osmanh imparatorluğu Türkçü bir politika izlememiştir. Osmanh imparatorluğunda bir “anavatan” kavramı olmamıştır. Fethedilip merkeze bağlanan her yer anavatan sayılmıştır. Gerek İslam Hukuku hükümleri içinde, gerekse Osmanh yöneticilerinin “devlet-i âliyye, devlet-i ebed-müddet” ve Padişahların “nizâm-ı âlem, zıllu’l-lah-ı fi’l-arzeyn, padişah-ı âlem-penah vs.” anlayışı içinde egemenlik kurulan yerlere Türk Dili ve 1 ürk Kültürünün götürülmesi özel olarak düşünülmemiştir. Bu da türkleşme ve İslamlaşmayı olumsuz yönde etkilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu bu yönüyle Roma ve İngiliz İmparatorluklarından önemli bir fark gösterir.
Balkanlarda türkleşme ve İslamlaşmanın, Anadolu’ya göre az olmasının bir nedeni de Balkanlarda özerk devletlerin bulunmasıdır. Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Erdel Krallığı, büyük ölçüde iç işlerinde serbest idiler. Osmanlı İmparatorluğu için önemli olan, buralara atanacak kral ve voyvodaların, Devlete sadık kalmaları, vergilerini düzenli ödemeleri veya toplamaları, asayişi sağlamaları ve buna benzer birkaç görevi yerine getirmeleri idi. Bu yüzden, bu bölgeler, İmparatorluğun diğer eyaletlerine göre yarı kapalı kalmış, etnik ve dinsel yapı geniş ölçüde eski durumunu koruyabilmiştir.
Ayrıca Balkanlar’daki Osmanh ulusları coğrafî durumları nedeniyle her an Avrupa’daki büyük ve faal devletlerle (Avusturya, Rusya, Venedik gibi) ilişki kurmuş ve sürdürmüşlerdir. Ama, Anadolu fethedildiği zaman, Avrupa ile bu ölçüde bir ilişki, Ege denizi yüzünden zorlaşmış, yani Anadolu Hıristiyanlarının, Avrupa Hıristiyan dünyasıyla ilgisi ve ilişkisi çok kısıtlı olmuştur. Balkanlarda türkleşme ve İslamlaşma olayının, Anadolu’ya göre az oluşunda bu durumun da etkisi önemli olmalıdır.
En genel çizgilerle, bu şartlar altında türkleşme ve İslamlaşmanın olduğu Balkanlarda nüfusun yayılışını daha iyi gösterebilmek için Rumeli Eyaletinin nüfus yayılışı ve etnik yapısını bir örnek olmak üzere veriyoruz. Bu sayım 1520-1535 yılları arasında yapılmış olup, Rumeli Eyaleti adı altında otuz bir liva ile Rumeli Çingelerini içine almaktadır 100 Buna göre bu bölgelerde 194.580 Müslüman hane, 832.707 Hıristiyan hane ve 4.134 Yahudi hane vardı. Yaklaşık olarak genel nüfusun % 20’si Müslüman, % 8o’i ise Zimmi idi. Otuz bir liva içinde yalnız altı tanesinde Müslüman nüfus çoğunlukta idi. Bunlar aşağıdaki tabloda daha açık görülmektedir:
Yukarıdakilerden başka, aşağıdaki tabloda görülen yedi livada ise Müslüman nüfus çoğunluğa yakın bir sayıda idi:
Bu arada, Rumeli Çingelerinin de üçte bire yakını Müslüman idi (4.203 hane Müslüman, 10.294 hane Gayrimüslim). Bu sayımda dikkat edilmesi gereken nokta, sayımın toprak ve vergi veren nüfusu tesbit amacıyla yapılmış olmasıdır. Bu durumda kesin genelleme yapmak Müslüman nüfus aleyhine yanıltıcı sonuçlar verebilir.
Balkanlardaki bu nüfus yayılışında Müslümanlar 1831 yılında bir misli artış göstererek °/„ 40’a çıkmışlar, Müslüman olmayanlar ise % 20 oranında bir azalma ile % 6o’a inmişlerdir. Ancak, bu yüzdeler 1831 yılında yapılan sayımda alınan sonuçlara göre çıkarılmıştır ve sadece Rumeli, Silistre ve Cezayir (Adalar) eyalet ve livalarını içine almaktadır 10*. Bu sayıma göre adı geçen bölgelerde 639.917 Müslüman (% 40), 933-87° RcaYa (% 57)> 29.374 Kıptî (Çingene) (% 1,85), 13-792 Yahudi (^0,85) ve 5.265 Ermeni (% 03) vardı.
Yahudi ve Ermenilerin Balkanlarda hemen hemen yalnız ticaret kentlerinde oturduklarını, sanat ve ticaretle uğraştıklarını da belirtmemiz gerekir. Gerçi, Yahudilerin durumu Anadolu’da da aynıdır ama Ermeniler içinde Anadolu’da toprak sahibi olanlar ve tarımla uğraşanlar pek çoktur.
Osmanh İmparatorluğunda türkleşme ve İslamlaşmanın yanında etnik ve demografik yapıyı tesbit ederken kaynakları dikkatli kullanmak gerekir. Çünkü özellikle batılı kaynaklar etnik, demografik ve dinsel konularda zaman zaman gerçeklerden uzaklaşmışlardır. Batılı kaynaklar genellikle elçiler, gezginler veya başka yollarla Osmanh imparatorluğunda bulunanlara dayanmaktadır. Bu kişiler İmparatorluktaki etnik ve dinsel durumu kendi ülkeleriyle kıyaslayarak verdikleri için zaman zaman yanılgıya düşmüşlerdir. Diğer yandan batılı araştırıcıların bir kısmı Osmanh İmparatorluğu dönemi olaylarını, bugünün şartları ve mantığı ile değerlendirmişlerdir. Bu da onların yanlış sonuçlar elde etmelerine neden olmuştur. Mesela, Steven Runciman “The Great Church in Captivity” 102 adlı eserinde “Historia Patriarchica Constantinopoles” 103 adlı kaynağa ve Demetrius Cantemir’in “The History of the Growth and Decay of the Ottoman Empire” 104 adlı eserine dayanarak, Yavuz Sultan Selim’in Hıristiyanları sevmediğini, Vezirine 105 hepsini zorla İslâmlaştırmasını teklif ettiğini, vezirin buna karşı çıkması üzerine hiç olmazsa kiliselerini ellerinden almalarını istediğini yazmaktadır. Bunu Vezirin Patriki uyarması ve gülünç bir ferman hikâyesi izlemektedir. Oysa aynı Padişah, daha Suriye’nin fethi sırasında Kudüs Ermeni Partikine bir ferman vermiş ve onun bütün eski haklarını tanıdığı gibi Kiliseyi de Devlet güvencesi altına almıştır106. Görüldüğü üzere kaynaklar zaman zaman bu konularda duygusal davranarak yanlış bilgiler vermekte ve çağdaş bir tarihçi de bunları ciddî bir eleştiri süzgecinden geçirmeden kullanmakla aynı hatayı tekrarlamaktadır.
Timothy Ware adh başka bir araştırıcı “The Orthodox Church” 107 adlı eserinde, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’de 1.500.000 Yunanlının ya katlediğini veya göçe zorlandığını hiç bir kaynak göstermeden yazmaktadır. Biz bu konuda bir kaynak bulunabileceği kanısında da değiliz. Zira ileri sürülen olayın tam aksi olmuştur. Yani, Balkan Savaştan, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, gerek Yunan ordusu gerekse Rumlar, Türk halkına karşı katliam ve zulümde bulunmuşlardır. Bu tezi kanıtlayacak binlerce belge arşivlerde saklıdır. Türk Kurtuluş Savaşı sonunda imzalan Lozan Anlaşması hükümlerine göre Türk ve Yunan halkları karşılıklı mübadele edilmiştir. Bir göçe zorlama söz konusu değildir. Yazar, din adamlarının dinsel giysileriyle dolaşmalarının (patrikler dışında) yasak olduğunu belirterek bunu bir baskı unsuru gibi göstermeye çalış maktadır. Oysa laik Türk yasaları aynı yasağı Müslüman din adamları için de koymakta ve bu bütün halk için titizlikle uygulanmaktadır. Yine, 6-7 Eylül 1955'de Kıbrıs sorunu nedeniyle ortaya çıkan olayları, yalnız Yunanlılığa karşı değil aynı zamanda Hıristiyanlığa karşı olaylar olarak da göstermeye çalışmaktadır 108.
Osmanh İmparatorluğu’nun son dönemine ait bu örnekleri çoğaltmak ve ilk dönemlere kadar götürmek mümkündür. Ancak, İmparatorluğun çöküntüye gitmesine paralel olarak bu tür kasıtlı rakamlar ve eserler çoğalmıştır. Elbette bunun siyasal, sosyal, ekonomik ve hatta duygusal nedenleri vardır, öyle ise Osmanh İmparatorluğu’nun etnik, demografik ve dinsel yapısını araştırırken kaynaklan iyi bir eleştiri süzgecinden geçirmelidir. Olayları da bugünün gerçekleri ve mantığı ile değil, o günün şartlarına göre değerlendirmelidir. Bu konuda yanh ve yansız her iki tür eserlerden oluşan kaynak ve araştırma listesini kısa bir bibliyografya olarak yazımızın sonunda vereceğiz. Bundan amacımız, hem bu konuda çalışmak isteyenlere başlangıç için kolaylık sağlamak, hem de ileri sürdüğümüz iddiayı kontrol etme imkânını vermektir.
Yirminci yüzyıldan XV. ve XVI. yüzyıllara doğru gidildikçe ana kaynakları tapu-tahrir defterleri ve şer’iyye sicilleri oluşturmaktadır. Bunları diğer Osmanlı ve yabancı kaynaklar izler. Bu kaynaklar genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun tümünde, özel olarak da Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşma olayında sağlam ipuçları vermekte ve sorunun çözümünü kolaylaştırmaktadır. Son yıllarda, Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşma, etnik ve demografik yapı üzerinde, Türkiye ve Türkiye dışındaki çalışmaların yoğunlaştığını yukarıda belirtmiştik 109. Ancak, bu çalışmalar Devşirme sorununa pek değinmemektedir.
Osmanlı İmparatorluğunda ihtida sorunundan sonra, batılı tarihçiler en çok Devşirme konusunda yanılgıya düşmüşlerdir. Kuşkusuz Devşirmenin türkleşme ve İslamlaşmada etkisi olmuştur. Ama bu etkinin Osmanlı tarihindeki yeri nedir? Yani hangi tarihler arasında olmuştur? Devşirilenler bir köle gibi mi kullanılmışlardır? Devlet hizmetine girdikten sonra asıl ve nesillerini unutmuşlar mıdır? Bu işlem gelişigüzel mi yapılmıştır? İslam Hukukuna aykırı bir davranış mıdır? İlk kez Osmanh İmparatorluğu mu böyle bir teşkilat kurmuştur? Devşirme toplanan halkın tepkisi ne olmuştur?
Bu uygulama Osmanlı İmparatorluğu döneminde türkleşme ve İslamlaşmaya ne ölçüde etkili olabilmiştir? Bu soruların yansız olarak cevaplandırılması, ancak Devşirme sorununun gerçek yönüyle ortaya konulması ile mümkündür.
Osmanlı İmparatorluğunda Kapıkulu ordusu kurulmadan önce bu görevi kimler yapardı? Bu durum henüz tam anlamıyla tesbit edilmemiş olmakla birlikte bir takını görüş ve düşünceler ortaya atılmıştır.
Kuruluş dönemi Osmanh ordusu başlangıçta, sınırlarında toplanan aşiret kuWetleri ile, cihad amacıyla yine buralara gelmiş gazilerden ibaretti. Kuşkusuz bunlar, sürekli ve örgütlü bir ordu değildi. Ancak, îslam dininin verdiği heyecan ve uc bölgelerinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan savaşkan bir topluluktu. Hepsi atlı olup hafif silahlarla savaşırlardı.
Osmanlı Beyliği yavaş yavaş genişlemeye başlayıp büyük kent ve kaleleri ele geçirdiği zaman, buraları koruyacak ve merkezi otoriteyi sağlayacak sürekli bir yaya ordusuna ihtiyaç duyuldu. Böylece bu atlı kuWetlerin dışında “Yaya ve Müsellem” denilen teşkilat kuruldu. Aşiret kuWetleri ve köylülerden toplanan bu kuWete paralel olarak kent halkı arasından toplanan bir de “Azap” teşkilatı vardı.
Yaya teşkilatının esasını ocaklar oluştururdu. Ocakdaki er sayısı değişkendi. Ocak grubunun içinden birisi baş seçilir ve buna “Yayabaşı” veya “Başyaya” denirdi. Bu yayalar bir takım vergiler vermekle yükümlüydü. Ancak yaya, at besler ve atlı olarak savaşa giderse bu vergilerden muaf ve müsellem tutulurdu. Onun için bunlara “Müsellem” denmiştir. Teşkilat olarak yayaların aynı idiler.
Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu teşkilatı kurulduktan sonra geri hizmete alınmamışlar, daha uzun süre savaşçı sınıf olarak görev yapmışlardır 1 *°.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında bu yaya ve atlı kuWetlerden başka “Gâziyân-ı Rum”, “Ahiyân-ı Rum”, “Abdalân-ı Rum” ve “Bacıyân-ı Rum” gibi kuWetlerle Kalenderi ve Babaî tarikat topluluklarına mensup bir takım kuWetler de vardı111. Fakat, özellikle Balkanlarda fetihler Çoğalıp, sınırlar genişleyince Devletin askere olan ihtiyacı da o ölçüde arttı ve yeni yeni kaynaklar arandı. Bu arada, savaşlarda esir düşenlerin gençlerinden beşte biri Devlet hesabına alındı ve bunlara kısa bir süre eğitim ve öğretim yaptırılarak yeni bir ocak oluşturuldu ki bu, Yeniçeri Ocağının başlangıcıdır112. Bu tarihlerde henüz Devşirme söz konusu değildir ve tutsakların beşde biri alınarak oluşturulan bu sisteme “Pencik” denmektedir.
Acemi ocağı ile Yeniçeri ocağının başlangıcı I. Murat dönemine kadar çıkartabilmektedir ve Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere ilk Acemi ocağı Gelibolu’da kurulmuştur. İlk dönemlerde tutsaklar doğrudan doğruya bu ocağa alınarak bir akçe gündelik ile Gelibolu, Çardak ve Lapseki arasında işleyen ulaşım araçlarında hizmet görmüşler ve sonra Yeniçeri ocağına alınmışlardır. Tutsaklar fırsat buldukça kaçtıkları için bu yöntem bırakılmış ve savaşlarda tutsak olan zimmilerin küçük yaşta olanlarının beşde biri alınmaya ve Anadolu’da Türk köylülerinin yanında Türk-tslam eğitimi verildikten sonra Acemi ocağına kaydolunmaya başlanmıştır. Devletin fazla tutsağa ihtiyacı olmadığı zamanlar, tutsak bedelinin karşılığı olarak para alınmıştır113.
Zamanla, Pencik yöntemiyle toplanan askerler de ihtiyacı karşılamayınca, Devlet yeni yollar ve kaynaklar aramaya başlamıştır, özellikle Ankara Savaşından sonra, Osmanlı fetihlerinin yaklaşık elli yıl duraklamış olması, Pencik oğlanlarının sayısında büyük ölçüde azalmaya yol açmıştır. Asker yetiştirmek için yeni kaynaklar aranmasında en önemli etken bu olmalıdır.
Böylece Devletin, sınırları içinde bulunan Gayrimüslim çocuklarından Acemi oğlanı toplamak üzere uygulamaya girişmesi ile “Devşirme” yöntemi ortaya çıkmıştır. Devşirme’nin uygulamaya konulmasıyla Pencik yöntemi kalkmamış, ancak bir çeşit vergi olarak devam etmiştir.
Batılı tarihçilerden bazıları, özellikle Gibbons, Devşirme yönteminin doğrudan doğruya İslâmlaştırma politikasıyla ilgili olduğunu söylemektedir 114. Köprülü ve Giese’nin de hakh olarak eleştirdikleri gibi bu iddianın tarihi gerçeklerle ilgisi yoktur 1 ıs. En azından, Osmanh imparatorluğu açık ve kesin bir İslâmlaştırma politikası izlemiş olsaydı, sınırları içindeki toplulukların en az yüzde doksanının bugün Müslüman olması gerekirdi. Bir İslâmlaştırma politikası izlemeye o günkü koşullar son derece elverişli olduğu gibi, böyle bir uygulamaya engel olabilecek her hangi bir siyasal güç de yoktu. Osmanlı împaratorluğu bilinçli olarak yaygın bir türkleştirme ve İslâmlaştırma politikası izlememiştir. Devşirme çocuklarına Türk-tslam eğitimi verilmesinin nedenleri başkadır. Devşirme uygulaması türkleşme ve İslamlaşmaya çok dar sınırlar içinde etkli olabilmiştir.
Osmanh imparatorluğunun hemen hemen hiçbir döneminde zorla İslâmlaştırma politikası güdülmemiş, aksine Müslüman olmayan din adamları ve topluluklarının vicdan özgürlüklerine, gelenek ve kültürlerine her vesile ile geniş bir hoşgörürlük içinde saygı gösterilmiştir 1 *6. Konuya bu açıdan bakıldığında da Devşirme yönteminin Hıristiyan halkı İslamlaştırmak amacıyla kurulduğunu kabul etmek tarihî gerçeklere ters düşer. Esasen ilk Osmanlı kroniklerinin ve tdris-i Bitlisi ile Mustafa Nuri Paşa’nın Devşirme yöntemini I. Murat, hatta Orhan Bey dönemine kadar çıkarmalan her hangi bir belgeye dayanmamaktadır’17. Herhalde Acemi ocağının kuruluşu ile Devşirme yönteminin uygulanmaya başlaması aynı şey olarak düşünülmüş veya sanılmış, böylece bu yanılgı ortaya çıkmıştır. Oysa Devşirme yöntemi daha sonra II. Murat döneminde uygulanmaya konmuştur. Bu da tarih olarak XV. yüzyılın ortalarına gelmektedir. Nitekim Fuat Köprülü’nün bu görüşüne, Menage ve Mordtmann da katılmaktadır 118.
Devşirme yöntemi ancak XVI. yüzyıl sonlarına kadar bozulmadan devam edebilmiş, bu tarihten itibaren “Kuloğlu” veya “Ağaçırağı” 119 adı altında bir takım kimseler ocağa alınmak suretiyle sistem yavaş yavaş bozulmuştur. IV. Murat döneminde yapılan ıslahat arasında Devşirme sorunu da ele alınmış fakat yapılan düzenlemeler geçici olmuştur 12°. Bu kez ocağa yalnız Kuloğulları ve Ağaçırakları değil “Ferzend-i beWab” ve “Ferzend-i çaşnigir” adlarıyla kapıcı ve sofracıların çocukları da alınmaya başlamıştır. Giderek çok kısa bir sürede Devşirme yasası bütünüyle bırakılıp Hıristiyan çocukları yerine Müslüman çocukları devşirilmeye başlanmıştır121. Demek oluyor ki Devşirme yoluyla Hıristiyan çocuklarının toplanması XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar ancak yaklaşık 150 yıl sürebilmiştir.
Osmanh İmparatorluğu tarihi için kısa sayılabilecek bir süre içinde uygulanan bu işlemde dikkat edilmesi gereken bir husus da Devşirmenin her yıl yapılıp yapılmadığı, devşirilen çocukların sayısı, Devşirme toplanan bölgeler ve Devşirme çocuklarının hangi Gayrimüslim topluluklarından toplandığıdır.
Devşirmenin her yıl toplanmadığı konusunda bütün kaynaklar birleşmektedirler. Yalnız, kaç yılda bir yapıldığı konusunda kaynaklar değişik rakamlar vermektedirler. Bizce önemli olan kaç yılda bir yapıldığı değil, her yıl düzenli yapılmamış olmasıdır. Devşirmenin toplanması konusunda kaynaklarda bir birlik olmayışı, bu işlemin belli aralıklarla yapılmadığını, orduda askere ihtiyaç duyuldukça Devşirme toplandığını gösterir. Kanuni döneminde Yeniçerilerin 12.000 civarında olduğu düşünülürse, bu orduya duyulacak asker ihtiyacı ve bu vesileyle toplanacak Devşirme oğlanı sayısının azlığı kolayca anlaşılır. Ayrıca, her seferinde aynı sayıda Devşirme toplandığını ileri sürmek de mümkün değildir. Devşirme oğlanlarının eğitim gördüğü Acemi ocaklarındaki sayısı hiçbir dönemde on bini geçmemiştir. XVI. yüzyıl sonlarına doğru bu miktar Devşirme yönteminin bozulmasına paralel olarak yavaş yavaş azalmıştır12 . Bu Sebeplerden dolayı, İmparatorluğun, özellikle Balkanlarda bulunan, milyonlarca Müslüman olmayan halk içinden, üç beş yılda bir, en fazla üç beş bin çocuk toplamasını doğrudan doğruya bir türkleştirme ve İslâmlaştırma politikasıyla ilgili görmek yanlıştır. Ancak bununla, sayısı ne kadar önemsiz olursa olsun, toplanan çocukların türkleşip İslâmlaşmadığını ileri sürmek de istemiyoruz.
Devşirme oğlanı imparatorluğun bütün bölgelerinden toplanmamıştır. işlem ilk kez Balkanlarda uygulanmış, daha sonra Anadolu’ya da geçmiştir. Balkanlarda Arnavutluk, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Macaristan ve Yunanistan’dan toplanmıştır. Bu bölgeler içinde Üsküp, İştip, Köstendil, Prizren, Görice, Samakov, Prebol, Taşlıca, Yanya, Pirlepe, tşkodra, Ohri, Pec (İpek), Dukakin, Kırçova, Foça, Noverin, Manastır, Mostar, İmoçka, Izvornik, Böğürdelen, Göli, Kesriye, Harpişte, Bihlişte, Niğbolu, Selanik, Vize, Akçakale, Özi ve Azak özellikle Devşirme toplanan yerlerdi. Yalnız Eflak ve Boğdan hiçbir şekilde Devşirmeye tabi tutulmuyordu122. Bu bölgelerden Bosna-Hersek’de Müslüman halk çocuklarından da Devşirme toplandığını daha önce belirtmiştik. Aslında bu özel davranış, buralarda oturan ve Osmanh egemenliğinden sonra Müslüman olan yerli halkın isteği üzerine, Müslüman olmalarına karşılık bir imtiyaz olarak verilmiştir. Devşirme yasalarına uyulduğu dönemlerde bunun dışında hiçbir Müslüman toplumdan Devşirme alınmamıştır. Arnavutların durumu bu gruba sokulacak kadar önemli değildir. Bosna-Hersek'in bu imtiyazından yararlanmak isteyen Müslüman ve Gayrimüslimler çıkmışsa da Devlet bunlara karşı önlem almıştır 124.
Anadolu’dan toplanan Devşirme, Balkanlara nazaran hem geç başlamış hem de büyük bir titizlik içinde yapılmıştır. Öncelikle belirtmemiz gereken husus Anadolu’nun her tarafından Devşirme toplanmadığıdır.
Fatih döneminde bir ara Trabzon Hıristiyanlarından Devşirme toplanmışsa da sonradan bırakılmıştır. Ancak Yavuz Sultan Selim döneminde yeniden başlamış ve III. Mehmet dönemine kadar devam etmiştir. İstanbul ve çevresinden ilk zamanlarda Devşirme alınmamış, Karaman’dan Erzurum’a kadar olan bölgeler de Devşirme toplanmayan bölgeler arasına katılmıştır. Güneydoğu Anadolu’dan da Devşirme toplanmamıştır. Bütün İmparatorluk içinde sınırlı bölgelerden Devşirme toplanması, etkisini de sınırlı kılmıştır.
Devşirme toplanan çocukların ırkları da dikkate alınmıştır. Bu münasebetle Yeniçeri ocağı teşkilat mecmuasında şöyle bir kayıt vardır: “... el-tyazü bi'llah Urus, Acem, Çingene ve Türk reayasının evlatlarıyla vesair mahlukun evlatlarından Harputlu, Diyarbekirli ve Malatyah olmaya, Yukarıda tasrih olunanlardan gayri âdemi ya rüşvetle veya rica ile veya bir büyük yerden şefaatla be-dergâh edip halis kullarımın aralarına bir ecnebi korlarsa Allahu azîmü’ş-şân’ın ve yüz yirmi dört bin peygamberin lanetleri ol zabitlerin üzerlerine olsun” 1 .
Anadolu ve Balkanlarda Devşirme toplanmayan bu yerlerden başka, yaptıkları bir iş veya görev karşılığında Devşirmeden muaf tutulmuş yerler de vardı. Mesela, İstanbul'daki Kartal ve Kadıköy Hıristiyanları “Istabl-ı Amire’ye ait çayırlarda çalıştıklarından Devşirmeden muaf idiler.
Derbent bekleyenler, maden işletenler, köprü ve kale onanırımda çalışanlar ve buna benzer bütün Devlet hizmetini görenler de Devşirmeden muaf tutulmuşlardı126. Kuşkusuz bu bağışıklıklar zamanla değişmiştir. Bazan kaldırılmış bazan da yeni bağışıklıklar konmuştur.
Burada da görüdüğü üzere Devşirme işlemi İmparatorluğun her yerinde uygulanmamış, Devşirme oğlanı sayısı ve Devşirme toplama yılı sınırlı tutulduğu gibi, Devşirme toplanan yerler ve topluluklar da sınırlandırılmıştır. Her yönden bu sınırlı koşullar içinde, Devşirme yoluyla türkleşme ve İslamlaşmanın da sınırlı olacağı doğaldır. Osmanh İmparatorluğunda Devşirme yönteminin yerini ve etki alanını tesbit ederken bu çerçeve içinde hareket edilmelidir.
Devşirme oğlanları, hiçbir dönemde köle gibi kabul edilmeyip yine köle gibi kullanılmamıştır. Devşirmelere Yeniçeri olduktan sonra verilen “Kapıkulu” adı padişahın sıfatından kaynaklanmaktadır. Buna göre İmparatorluktaki herkes padişahın kuludur. Devşirme oğlanının köle kabul edilmesi İslam Hukukunca da imkânsızdır. Çünkü İslam Hukukuna göre köle olabilmek için ehl-i zimmet olmamak yani harbî olmak gerekir. Oysa Devşirme sadece Osmanh egemenliği altında bulunan ehl-i zimmetlerden toplanmıştır 127. Ayrıca Devşirme çocukları, Türk çiftçi ailelerinin yanında geçirdikleri dönem hariç, diğer zamanlarda Devletten düzenli aylık almışlardır. Bir kölenin, Devletten veya sahibinden ayhk alması elbette söz konusu olamaz. Bu açıdan, Pencik oğlanları ile Devşirme oğlanlarını kesin olarak birbirinden ayırmak gerekir.
Kölelik anlayışından bütünüyle uzak olarak Devşirmeye tabi tutulan yerlerde sistem gelişigüzel uygulanmamıştır. Bunun için pek çok özel yasa yapılmış ve bu yasaların gerektiği gibi uygulanabilmesi için son derece titiz davranılmıştır 128.
Devşirme toplanırken tek çocuklu ailelerin çocukları alınmaz, asil olanlar ve papaz çocukları tercih edilirdi. Birden fazla çocuğu olan ailelerden de en fazla bir çocuk alınırdı. Yetim çocuk, köy kethüdasının oğlu, sığırtmaç ve çoban çocukları ile kel, köse, doğuştan sünnetli, Türkçe bilen, evli ve sanat sahibi çocuklar devşirilmezlerdi. İstanbul veya başka bir büyük kente gidip dönmüş ve böylece köy hayatının saflığını yitirmiş çocuklar, uzun veya kısa boylu olanlar da toplanmazlardı.
Trabzon’dan oğlan devşirilirken sonradan vazgeçilmesi, burada toplanan Gayrimüslim çocukların “şerir” olmalanndandı. Erzurum ile Karaman arasında kalan bölgeden Devşirme toplanmamasının gerekçesi ise bura halkının (Gayrimüslim halkın) karışık olmasıydı129.
Görüldüğü gibi, Devşirme toplanan bölgelerde Hıristiyan halkın bu yükümlülükten kurtulması için pek çok açık kapı vardır. Fakat ileride Devletin en yüksek makamlarına geçebilme imkânını sağlayan böyle bir işleme halk çoğu zaman memnuniyetle katılmıştır. Buna karşılık istemeyenler de olmuştur. Hatta bazan bütün bir köy veya kasaba Devşirme vermemekte ısrar etmiş ve bunun için padişah özel hükümler göndermiştir 13°.
Devşirilen çocuklar genellikle aşıtlarını ve ailelerini unutmamışlardır. Zaten Devşirme toplanırken çocuğun köyü, kazası, sancağı, anasının, babasının ve sipahisinin adları yazılır, doğum tarihi ile çocuğun vücut özellikleri deftere kaydedilirdi. Nitekim Haşan adlı bir Yeniçeri, bir yanlışlıktan dolayı Padişah’a müracaat etmiş, devşirilmeden önce vermekte olduğu haracın, şimdi akrabalarından alındığım belirterek yanlışlığın düzeltilmesini ve adının haraç defterinden silinmesini istemiştir. Bizim için bu olayın önemi, adıgeçen Yeniçerinin hem köyünü hem ailesini hatırlamış olması ve onlarla ilişkisini kesmemiş bulunmasıdır. Çünkü, kendisine ait verginin akrabalarından alındığını belirtmesi, kendisi ile akrabaları arasında halâ ilişkisinin sürdüğünü gösterir131.
Bu konuda en güzel örnek Sokullu Mehmet Paşa’dır Sırp Patrikhanesi *459 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kapatılmış, Patrikhanenin kiliseleri ve cemaat Ohri’deki Bulgar Kilisesine bağlanmıştı. Yaklaşık yüz yıl sonra 1557 yılında Sokullu Mehmet Paşa, Sırp Patrikhanesini Peç’de (îpek) yeniden kurdurarak kardeşi Makarios’u (Makarije) da üzerine Patrik olarak atadı132. Görüldüğü gibi, iki kardeşden biri devşirilmiş ve İmparatorluğun en yüksek makamına geçmiş, diğeri ise eski dininde -hatta Patrik olarak- yaşamını sürdürmüş ve aralarındaki ilişki de sonuna kadar devam etmiştir.
Devşirmelerin, Yeniçeri olduktan sonra, seyyidlere ve emr-i şerife küfrettikleri133, şarap kaçakçılığı yaptıkları134 görülmüştür. Müslümanlar arasında ender görülen ve Fıkıh hükümlerine göre ağır cezayı gerektiren bu durum, Devşirmeler arasında îslamiyetin köklü olarak yerleşmediğini, dolayısıyla asıllarını ve ailelerini unutmadıklarını gösterir. 28 Haziran 1601 tarihli bir belgede bir Yeniçerinin halâ sünnet olmadığının ortaya çıkmış olduğunu belirtmemiz zikre değer135.
Asıllarını ve ailelerini hiçbir şekilde unutmayan bu kişilerin geç de olsa eski din ve hayatlarına dönmeleri mümkündür. Şöyle ki Müslüman olan Yeniçerilerin İslam Hukuku hükümlerine göre îslamiyetten ayrılmaları (irtidad) kesin olarak yasaklanmışsa da bu kimseler Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışına çıktıkları takdirde sorun kalmayacaktır. Savaş sırasında, özellikle yenilgiyle sonuçlanan savaşlarda, düşman tarafına geçmek, hatta bu işi bütün Yeniçerilerin toptan yapmaları mümkün ve çok kolaydır. Oysa şimdiye dek böyle bir olayı doğrulayacak belge bulunamamıştır. Sınırlarda her an komşu devletlerle ilişkide bulunan kalelerde genellikle Yeniçeriler bulunurdu. Oysa buralarda da durum aynıdır. Bazı batılı araştırıcılar ve kaynakların belirttikleri gibi Devşirme yöntemi bir baskı unsuru veya türkleştirme ve İslâmlaştırma aracı olarak kullanılmış olsaydı, yukarıda belirttiğimiz olaylardan olması gerekirdi. Böyle olayların olmamış olması, Acemi oğlanı ve Yeniçerilerin yeni durumlarını isteyerek kabul ettiklerini, benimsediklerini gösterir. Sonuç olarak, Devşirme sırasında görülen tek tük kaçmalara karşılık, “Kapf’ya çıktıktan sonra, asıllarım ve ailelerini unutmamalarına rağmen, bir baskı söz konusu değildir.
Devşirme yöntemi ilk kez Osmanh İmparatorluğunda uygulanmıştır 1 6. Bu yöntemi uygulamadan önce Osmanhların uyguladıkları Pencik yöntemi, önceki Türk ve İslam devletlerinin bir kısmında görülmektedir. Ancak, Abbasi imparatorluğu, Büyük Selçuklu imparatorluğu, Anadolu Selçuklu Devleti ve Kölemenlerde görülen, köle ve tutsaklardan asker yetiştirme yöntemi de Pencik yönteminden oldukça farklıdır137. Çünkü Pencik yönteminde, mutlaka savaşta tutsak olanların gençlerinden beşde bir oranında alındığı halde, mesela, Kölemen imparatorluğunda böyle bir kayıt yoktur. Devlet veya emirler esir pazarlarından köle satın alarak asker yetiştirebilirlerdi.
Daha önceki benzerlerinden Pencik yönteminin en önemli farkı, Pencik yoluyla alınan tutsakların Türk ailelerinin yanında uzun zaman eğitim görmesidir. Büyük Selçuklu imparatorluğundaki “Gulâmhane”lerle Pencik oğlanlarının eğitim şekli birbirinden çok farklıdır 138.
Abbasiler, Gazneliler ve Sâmânoğullarında ilk kez görülen, tutsaklardan askeri bir sınıf kurma işlemi bir evrim geçirerek, Osmanlı imparatorluğunda Pencik yöntemi adıyla ortaya çıkmıştır. Hepsinin biribiriyle az çok ilişkisi vardır. Osmanlı imparatorluğunda, kökeni çok eskilere dayanan Pencik yöntemi de 139 bir evrim değil fakat değişim geçirerek 140 yerini Devşirme yöntemine bırakmıştır.
İlk kez Osmanh imparatorluğunun uyguladığı bu Devşirme yönteminin Islâm Hukukuna aykırı olup olmadığı, üzerinde önemle durulması gereken bir sorundur. Her şeyden önce İslam Hukukunda bu konuyla ilgili olarak açık ve kesin hükümler bulunmadığım belirtmemiz gerekir.
Menage’a göre 141, ehl-i zimmetin çocuklarının zorla alınması, onların haklarına saldırıdır ve dolayısıyla İslam Hukukuna aykırıdır. Bu görüş sağlam temellere dayanmamaktadır. Zira, Hıristiyan halkın çocuklarını, bazı karşı koymalara rağmen, bazan da memnuniyetle verdiklerini, hatta bunun için hileye başvurduklarını yukarıda söylemiştik. Bu durumda ehl-i zimmetin haklarına saldırıdan söz etmek yanhş olur. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi, eğer bu bir haksızlık ve baskı ise, Yeniçeri olduktan sonra bu haksızlığı gidermek ve bu baskıdan kurtulmak için pek çok imkân vardır. Oysa Osmanh Tarihinde böyle bir olay görülmemiştir. Bu durumda ehl-i zimmetin haklarına saldırıdan söz etmek yanhş değilse, bunu kanıtlayacak belge ve olayların ortaya konulması gerekir. Elbette bu belge ve olaylar halkın çoğunluğunun görüşünü yansıtmalıdır. Bir an için Müslüman olmayan halkın hepsinin Devşirme yöntemine karşı olduğunu kabul etsek bile, bunu yine İslam Hukukunun bazı hükümleriyle bağdaştırmak mümkündür. Fıkıha göre, Zimmi asker olamaz, fakat Hz. Muhammed’in Necranlılarla yaptığı anlaşmaya göre142 buradaki Zimmiler, bir çeşit askerlik vergisi olarak, belirli sayıda zırh vermeyi yüklenmişlerdir. İşte Osmanh İmparatorluğundaki Hıristiyanlardan alınan Devşirmeyi, onların askerlikten bağışlamalarına karşılık bir çeşit bedel veya vergi kabul edebiliriz. Bu arada Zimmilerden alınan cizyeyi de, Müslümanlardan alınan zekâta karşılık göstermek gerekir.
Wittek’in “Devşirme ve Şeriat” nazariyesine göre, Osmanlılar Şafii Fıkhına dayanarak Devşirme toplamışlardır. Yani bu durum İslam Hukukuna aykırı değildir. Çünkü Şafii Fıkhına göre, Rumlar hariç, Balkanlardaki bütün Hıristiyanlar ehl-i zimmet değildir. Bu görüş de sağlam temellere dayanmamaktadır, önce şunu belirtmemiz gerekir ki Devşirme yalnız Balkanlardan değil, Anadolu’dan da toplandığı gibi, bu işlem Kuzey Balkan toplulukları ile Wittek’in ehl-i zimmet saydığı Rumlara da uygulanmıştır. Kaldı ki resmen Hanefi mezhebinden olan Osmanh padişahlarının, Şafii Fıkhına göre uygulamada bulunmuş olmaları çok kuşkuludur.
Esasen Devşirme, yapısı bakımından Osmanh İmparatorluğu için doğal, hatta zorunlu bir durumdur. Bir imparatorluk içindeki her yurttaşın normal olarak askerlik görevini yapması gerekir. Buraya kadar herşey normaldir. Anlaşmazlığın çıktığı asıl nokta, toplanan çocukların mutlaka Türk-Islam kültürüyle eğitilmiş olmasıdır. îlk bakışta bu, zorla bir İslâmlaştırma ve dolayısıyla Fıkha aykırı bir durum gibi görünür. Ama yine Fıkhın kesin olarak belirttiği üzere, ehl-i zimmetin askerlik yapma yasağı karşısında Devşirmelerin türkleştirilmesi ve islamlaştırılması bir zorunluluk olur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, İslam Hukukunda bu konuyla doğrudan ilgili açık ve kesin hükümler bulunmaması nedeniyle bizim de kesin bir sonuca varmamız imkânsızdır. Fıkha uygun olup olmadığı konusunda hukuki yönden kuşkuda bulunduğumuz Devşirme yönteminin, Osmanh imparatorluğu içinde doğal bir davranış ve uygulama olduğunu daha açık bir biçimde söyleyebiliriz143. Devşirme, İmparatorluğun ihtiyaçlarından doğan ve örf hukukuna dayanan bir uygulamadır. Bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi çok sınırlı olmuştur. Çünkü Devşirme;
- Zaman olarak sınırlıdır.
- Bölge olarak sınırlıdır.
- Etnik yapı olarak sınırlıdır.
- Din bakımından sınırlıdır.
- Her yıl toplanmaması bakımından sınırlıdır.
- Her seferinde toplanan Devşirme sayısı bakımından sınırlıdır.
- Toplanan çocukların yaş durumları bakımından sınırlıdır.
- Fizik yapıları bakımından sınırlıdır.
- Sosyal durumları bakımından sınırlıdır.
- Kültürel durumları bakımından sınırlıdır.
- Ailenin çocuk sayısı bakımından sınırlıdır.
Sonuç olarak, Anadolu’da türkleşme ve İslamlaşma tamamen Türk unsuru ile gerçekleşmiştir. Balkanlardaki türkleşme de bütünüyle Türk unsuru tarafından gerçekleştirilmiştir. İslamlaşmada ise Boşnaklar ve Arnavutlar gibi kısmen Türk olmayan unsurlar da vardır. Devşirmenin türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi ise geniş İmparatorluk tarihi içinde sözünü etmeye değmeyecek kadar azdır. Türkleşme ve İslamlaşmada Türk olmayan unsurların hepsini yüzde ile söylecek olursak % 10’dan çok aşağıdadır.
KISA BİBLİYOGRAFYA
ABICH, H.: Aus Kaukasischen Landern, Reisebriefe, 2 cilt, Wien 1896. ABRAHAMIAN, A.: Die Grundlagen des Armenischcn Kirchenreichts, Zürich 1917.
AHMEDRüstcm Bey: La Guerre Mondiale et la Question Turco-Armenienne, Bcrııe 1918. AINSWORTH, W.F.Z Travcls in the Track of the Ten Thousand Greeks, London 1844.
An ETHNOLOGICAL Map Illustrating Hellenism in the Balkan Peninsula and Asia Minör, London 1918.
BARKAN, Ö.L .: Osmanh Tarihinde Rumeli'nin İskânı İçin Yapılan Sürgünler, Cumhuriyet Halk Partisi Konferanslar Serisi, Kitap 16, 1940.
: Türkiye’de İmparatorluk Devirlerinin Büyük Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c. II, İstanbul 1940.
: Osmanh İmparatorluğunda bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, Vakıflar Dergisi, c. II, 1942.
: Tahrir Defterlerinin İstatistik Verimleri Hakkında bir Araştırma, IV. Türk Tarih Kongresi Zabıtları, Ankara 1952.
BARKAN, O.L.: Tarihi Demografı Araştırmaları ve Osmanh Tarihi, Türkiyat Mecmuası, c. X, İstanbul 1953.
: Osmanh imparatorluğunda bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler, İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Mecmuası, c. XI, XIII, XV', İstanbul •949-'954
—: Quelques Observations sur l'Organization Economique et Sociale des Villes Ottomanes, des XVI* et XVII* Siecles, Recueil Societejean Bodin, vol, VII, Bruxclles 1955
: Essai sur les Donnees Statistiques des Registres de Recensement dans l’F.mpire Ottoman au XV et XVI* Siecles, Journal of Economic and Social History of the Orient, vol. 1 (1957)
: Contribution a l’etude Demographique des Villes Balkaniques au Cours des XV-XVI* Siecles, La ville Balkanique, Sofla 1970.
: Quelques Remarques sur la Constitution Sociale et Demographiques des Villes Balkaniques au Cours de XV Siecles, Bulletin. Association International d’Etudes du Sud-Est F.uropeen XII/2 (1974).
BALDIN, P. (D'allauch): La Turquie et les Ottomans, Paris (baskı tarihi yok. 1894’den sonra).
BODENSTEDT, Fr.: Die Einführung des Christentums in Armenian, Berlin 1850. BROSSET: Les Ruines d’Ani, 2 cilt, Petersburg 1860-1861.
CHANTRE, Mad. B.: A Travers l'Armenie Russc, Paris 1893.
CüRZON, R.: Armcnia. A Year at Erzeroom pp., London 1854.
DE MORGAN, J: Histoirc du Pcuplc Armenien, Paris 1919.
DOULIS, T.: Disasters and Fiction, Berkeley and Los angeles 1977.
FALLMERAYER, Dr. J. Ph.: Geschichte des Kaiscrtumes von Trapezunt, München 1827. ; Fragmentc aus dem Orient, 2 cilt, Stutgart und tübingen 1845.
FARLEY, J. Lewis: Turkey, London 1866.
F1LİPOV1Ç, N.: Bosna-Hersek Timar Sisteminin İnkişafı, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XV, İstanbul 1954.
FREEMAN, E.A.: Historical Essays, Third Series, London 1879. Beşinci Bölüm “Irk ve Dil”. GHALIBKemaly Bey: L’Assassinat d’un Peuple. Süite au Martyred’un Peuple, Romae 1921. GREECE, Bureau of Foreign Information Statistics of the Population of Thrace and Asia Minör, London 1919 (?).
FİAMILTON, J.: Reisen in Kleinasien, 2 cilt, 1843.
HOFFMEISTER, E. v.: Durch Armenien eine Wanderung und der Zug Xenophons bis zum SchWarzen Meere eine Militar-Geographische Studie, Leipzig und Berlin 1911.
HOVANNISIAN, R.G.: Armenia on the Road to Independence, Berkeley and Ix» Angeles •967-
HüBER, R.: L'Empire Ottoman. Carte Statistique des Cultes Chretiens, Cairo. İNALCIK, H.: The Ottoman Empire. The Classical Age 1300-1600, Ix>ndon 1973. JELAVİCH, Charles and Barbara: The Establishment of the Balkan National States, (Seattle and London), University of Washington Press 1977.
KALESHI, H.: Türklerin Balkanlar’a Girişi ve İslâmlaştırılma (Arnavud halkının etnik ve milli varlığının korunmasının sebepleri), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 10-11, İstanbul 1981.
KARA Schemsi: Turcs et Armeniens devant l’Histoire, Geneve 1919.
KARPAT, K.: Ottoman Population Records and the Census of 1881/82, Intemational Journal of Middle East Studies, no 2 (1978).
------- : Redhouses Defınition of Turkishness: Population and Folitics in the Balkans in 1878, Intemational Journal of Turkish Studies I, no 1 (1979-1980).
------- : The Social, Economic and Administrative Situation of the Sanjak of Kayseri in 1880; The Report of Lieutenant Ferdinand Bennet, British Viceconsul of Anatolia (October 1880), Intemational Journal of Turkish Studies I, no 2 (1980).
KlTSIKIS, D.: Yunan Propagandası, İstanbul 1974 (Propaganda et Pression en Politique Intemational, Paris 1963, adlı eserin Türkçe çevirisi).
KOCH, K.: Die Kaukasischen Lander und Armenien, Leipzig 1855.
KRIKORIAN, M.K.: Armenians in the Service of the Ottoman Empire 1860-1908, London 1977-
LEHMANN-HAüPT; Armenien eüıst und Jetzt. Reisen und Forschungen, Berlin 1960. LüKE, H.: The Old Turkey and the New, London 1955.
LYHCH, H.F.B.: Armenia Travels and Studies, 2 cilt, London 1901.
MAC FARLANE, C.: Constantinoplein 1828 (A Residence ofSixteen Monthsin the Turkish Capital and Provinces), 2 cilt, London 1829.
McCARTHY, J.: Greek Statistics on Oıtoman Greek Population, International Journal of Turkish Studies I, no a (1980).
------- :The Population ofOttoman Anatolia 1878-1927, Doctoral disscrtation, UÇLA, 1978
------- : Age, Family and Migration in the Nincteenth-Gcntury Black Sea Provinces of the Ottoman Empire, International Journal of Middle East Studies X, no 4 (1979).
---------------- : International Historieal Statistics; The Late Ottoman Empire, Boston. MENZIES, s.: Turkcy Old and New, Historieal, Geographical and Statistical, 2 cilt, London 1880.
MOLTKE H.v.: Briefe über Zustande und Begebenheiten in der Türkei, Berlin 1876.
OCAK, A.Y.: Bazı Menakıbnamelcre Göre XIII.-XV. Yüzyıllardaki ihtidalarda Heterodoks Şeyh ve Dervişlerin Rolü, Osmanlı Araştırmaları (TheJournal ofOttoman Studies) II, İstanbul 1981.
PASDERMADJIAN, H.. Histoirc de I Armeenic. Dcpuis les Origines jusqu au Traitc de Laussanne, Paris 1971, Troisieme edition.
RüNCIMAN, s.: The Great Church in Captivity, Cambridge 1968.
SAHÎLLIOGLU, H.: Onbeşinci Yüzyılın Sonu ile Onallıııcı Yüzyılın Başında Bursa'da
Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri. Ortadoğu Teknik Üniversitesi Gelişme Dergisi 1979-1980 özel sayısı.
SANJIAN, A.K.: The Armenian Communities in Syria under Ottoman Dominion, Cambridge, Massachusetts 1965.
SHAW, S.J.: The Ottoman CensusSystcm and Population 1831-1914, InternationalJournal of Middle East Studies IX, no 3 (1978).
------- : Ottoman Population Movemcnts During the Last Years of the Empire, 18851914; Some Preliminary Rcmarks, Osmanh Araştırmaları (The Journal ofOttoman Studies) I, İstanbul 1980.
SUCESKA, Avdo: The Position of the Bosnian Moslems in the Ottoman State, Internatinal Journal of Turkish Studies 1, no 2 (1980).
TODOROV, N.: La Situation Demographique de la Pcninsula Balkanique au Coursdes XV* et XVI* Siecles, Annuaire de l’Univ. de Sofla, vol. LIII-2, 1959.
: La Villc Balkanique XV* et XIX* Siecles , Acadcmic Bulgare des Sciences, Sofla 1970.
I RUHELKA, C.: Bosna'da Arazi Meselesinin Tarihî Esasları, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, İstanbul 1931.
VEUILLOT, E,: L’Eglise la France et le Schisme en Orient. Etudes Historiques sur les Chreticntcs Orientales et sur la Guerrc Contre la Russie, Paris 1855.
VRYONIS, S.: The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minör and the Process of Islamization from the Elevcnth through the Fifteenth Century, Berkeley and Los Angeles, London 1971.
Yukarıdaki bibliyografyanın içine Osmanh imparatorluğundan kalan ve bugün arşiv ve müzelerde korunan belgeleri koymadık. Bu konuda geniş bilgi için şu esere bakılabilir (Ercan, Yavuz: Die Stellung der Nicht-Muslime in der Türkei im 15. und 16. Jahrhundert, Wien 1529, dic erste Türkenbelagerung, Wien 1979).