Giriş
Osmanlı’ya dair çeşitli arşivler, XIX. yüzyıl öncesinde sosyal kontrol mekanizmaları bakımından -mali ve askeri amaçlar olmaksızın- salt belirli bir topluluğu (kayıkçılar gibi) veya coğrafi bölgeyi (İstanbul gibi) kontrol edebilmek amaçlı olarak tutulan “yoklama defterleri” bakımından oldukça zengindir[1] . Tarihi XVII. yüzyıla kadar geriye gidebilen bu defterler, modernleşme süreci öncesinde de, kamusal alanın en azından başkent bağlamında devletçe kontrol altında tutulması noktasındaki çabalarını gösterir[2] . Öte yandan geçmişi daha da geriye götürülmesi şimdilik mümkün olmayan, ancak XIX. yüzyılın ortalarında Havâdis Jurnalleri adıyla ortaya çıkan sosyal kontrol mekanizmalarının çeşitliliğini arttıran dokümanlarla da karşılaşmaktayız[3] .
Öte yandan XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti, kullandığı sosyal kontrol mekanizmalarında, iç güvenlik pratiklerini de kapsayıcı bir anlayışa da yönelir. Devletin toplumsal alanı ve toplumu kontrol etme çabalarında, XIX. yüzyıl öncesi yaklaşımlarından farklı olarak tesadüfilik yerine, süreklilik ve kapsayıcılık anlayışı yerleşmeye başlarken,[4] bunu sağlayabilecek bir mekanizma olarak polis, jandarma vs. diğer kolluk güçleri de gelişmekteydi.
Osmanlı bürokratik örgütlerinin modernleşmesine paralel şekilde, sosyal kontrol mekanizmalarının, daha dar bir çerçevede uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. Toplumsal alanda sadece marjinaller, legalite ile illegalitenin sınırlarında gezenler ya da yine devletin koyduğu normlara göre sınırları aşanlara ve her zaman aşabileceklere yönelik bir kontrol olgusu karşımıza çıkmaktadır.
Aslında hemen her toplumda bu tür gruplar için tarihin her döneminde bir takım kontrol çalışmaları olmuşsa da etkililiği sınırlı olan bu çalışmalar, özellikle XIX. yüzyılda Avrupa merkezli çalışmalarla, etkinliğini arttırarak kriminalistiğin doğuşunu sağlamıştır.
Bilimsel yöntemler ve araçlarla suçu aydınlatma yanında, suçluyu bulma tekniklerini de içeren bu çalışmalar, Kriminalistik çalışmalar olarak tanımlanmaktadır. Çeşitli suçlara ait delil ve emareleri toplamak, yine bu delillerle suçlular arasında ilişkiyi tespit etmek yanında, suçluları teşhis ve yakalamak kriminalistiğin ilgi alanına girmektedir[5] .
Kriminalistiğin olay yeri inceleme, maddi delilleri ve emareleri toplama (suç yerinde bulunan eşyalar yanında, delici, kesici ve ateşli silahlar yani balistik inceleme) noktalarındaki çalışmalarını ayrı bir inceleme konusu olarak daha önce ele aldığımızdan[6] , kriminalistiğin bu yönlerini çalışmamızın konusu dışında bırakarak, bir diğer etkinlik alanı olan kriminal kimliklendirme çalışmalarının Osmanlı’daki gelişimini bu makalemizde inceleyerek, kriminalistiğe dair önemli bulduğumuz bazı belgeleri de yayınlayacağız.
Osmanlı’da Kimlik
Sözlük anlamıyla kimlik terimi, birkaç anlam içerse de en genel anlamıyla ve konumuz bakımından, toplumsal bir varlık olarak herhangi bir insanın nasıl bir kişi olduğunu gösteren belirti, nitelik ve özelliklerinin bütününü ifade eder[7] .
Söz konusu belirti ve niteliklerin neler olabileceğine bakarsak, bir insanın doğumuyla birlikte bazı kimlikler edindiği malûmdur. Bireyler, doğduğu topluluğa bağlı olarak, ailevi, etnik, dini ve ilerleyen süreçte mesleki vb. pek çok kimlik edinirse de, bunlar konumuz dışındadır. Bizi ilgilendiren yön, kriminal olaylarda veya adli vakalarda adı geçen insanların tanınmasında, tanımlanmasında ve diğer insanlardan ayırt edilmesinde etkin olan özelliklerini içeren kimlik yönüdür. Yaşayan ya da ölü bir kişinin, bu özelliklerinin ortaya konulmasına ise kimlik belirtimi -kimlik tespiti- denir. Birçok nedenden ötürü hem canlıda hem de ölü de kimlik tespiti yapmak gerekli olmaktadır[8] .
Bu bağlamdaki kimlik tespiti noktasından hareketle, Osmanlı Devleti’nde bir kriminal teknik olarak, kişilerin biyolojik kimlikleri nasıl saptanırdı sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu olguyu incelediğimizde tıpkı Batı toplumları gibi Osmanlı Devleti de, XIX. yüzyılın son çeyreği ve XX. yüzyılın başlarına kadar, günümüzün kriminal kimlik tespit yöntemlerinden yoksundu. Ancak gerek Batı toplumlarında ve gerekse Osmanlıda basit düzeyde de olsa, bu tür kriminal kimlik tespit çabaları görülmektedir[9] .
Osmanlı Devleti’nde gerek Tanzimat’ın arifesinde ve gerekse Tanzimat sonrasında, özellikle iç güvenliğin sağlanmasına yönelik çabalar içersinde, XIX. yüzyılın başlarından itibaren mali ve askeri problemlerinin çözümü için imparatorluğun nüfusunun bilinmesi bir ihtiyaç haline gelince, ilk nüfus sayımı önce 1829’da başkentte[10], arkasından 1830-31 yılında imparatorluk genelinde yapılmıştı. Bu genel sayımın sonuçlarını değerlendirecek ve nüfus işleriyle sürekli ilgilenecek bir birim olarak İstanbul’da Ceride Nezâreti adıyla bir nezaret kuruldu[11]. Akabinde bütün sancak ve eyaletlerde Defter Nazırlıkları da kurulmuştur[12] . Bunların en önemli görevleri, yeni oluşturulan kütük diyebileceğimiz, nüfusla ilgili mahalli defterleri güncellemek yanında, güvenlik bakımından seyahat edeceklere Mürûr Tezkiresi vermekti[13] .
Sözkonusu mahalli defterlerden yayınlanan bazı örneklere bakıldığında, dikkati çeken bir nokta olarak kişilerin, baba adlarıyla mahallelerine kaydedildikten başka, sınırlı da olsa fiziki özelliklerinin de kaydedilmesiydi. Örneğin, 1829 İstanbul nüfus sayımında Kasaba-i Fındıklı’da, Ayas Paşa mahallesinde sakin Şehr-i Salih ibn-i elhac Mehmed isimli kişi Bî-zebân, uzun boylu, kumral, bıyıklı ve 50 yaşında olarak tanımlanmaktaydı[14]. Mahalle sakinlerinin tamamının fiziki özellikleri kaydedilmekteydi. Bu kayıtlarda, hem mahalle sakinlerinin hem de mahalleye yerleşme vb. nedenlerle gelen ve gidenlerin hareketlilikleri de kaydedilmişti. Bu defterler özellikle iç güvenlik bakımından mürûr tezkirelerinin verilmesinde temel bir öneme sahipti.
1831 yılına kadar bir başka şehre veya yerleşim bölgesine gitmek isteyen kişi, öncelikle mahalle imamından nereye ve ne amaçla gitmek istediğine dair bir pusula alıp, bunu kaza ve kasabalardaki kadı veya naibe götürerek mürûr tezkiresi alırken, kayıt defterine şahsın gideceği yer, süre vs. kaydedilirdi. 1830 genel nüfus sayımı sonrası sancak merkezlerinde defter nazırlıkları ve bunlara bağlı kasabalarda mukayyitlik örgütü oluşturuldu[15] . İmamların ya da muhtarların vermiş olduğu pusulalar, bu kez bu görevlilere gösterilerek, mürûr tezkireleri alınmaktaydı. Tıpkı kayıt defterlerinde olduğu gibi, mürûr tezkirelerinde de bir Eşkâl hanesi bulunmaktaydı ve bunun yazılması zorunluluğu 10 Şubat 1841 tarihli nizâmnâmesinde de belirtilmişti[16] .
Verilen örneklerde görüldüğü gibi mürûr tezkireleri dönemlerine göre, gelişkin hale gelerek Eşkâl bölümü, yani bireylerin fiziki özellikleri ayrıntılanmıştı. Böyle bir kimliklendirmeyle, belgeyi taşıyanın sahte belge veya bir başkasının belgesini kullanması önlenmeye çalışılması yanında, sanırız daha ziyade mürûr tezkiresi alma şansı olmayanların[17], kaçakların veya hakkında tutuklama müzekkiresi bulunan kişilerin yakalanmasını sağlamaktı. Mürûr tezkireleri bu tür durumlarda bazen önemli bir rol oynamaktaydı[18] .
Örneğin, kayınvalidesi ve zevcesini cerh ve katl eyleyip firar eden Abbas isimli kişiyi yakalayan Çatalca Sancağı 2. Sınıf komiserlerinden Yusuf Efendi mahkemede şöyle diyordu;
…Dersaâdetde bir arabacının kayınvalidesi ile zevcesini cerh ve katl ile firar ettiğini evrâk-ı havâdisde mütâlaa etmiş olduğumdan Çatalca cıvarında tezkiresiz olarak çevrilmiş ve fessiz olduğu halde merkeze gönderilmiş olan Abbas’ın bu iki kadının katili olması ihtimâlini derhâtır ederek …[19]
Abbas’ı sorguladığını ve ilgilinin belirtilen suçları işlediğini ikrâr ettiğini ifade etmekteydi. Herhangi bir fiilden dolayı itham olunan veya firarda olan kişilere yönelik yakalama emirlerinde de fiziki özelliklerin belirtilmesi çok önemli görülmekteydi. Dersaâdet İstinaf Mahkemesi Müddei Umûmiliği’nin Ceride-i Mehakim-i Adliye Gazetesi’nde yayımladığı ilanda, bir yaralama ve cinâyet olayı nedeniyle firarda olan 19 yaşındaki Petro’yu kısa boylu, zayıf bünyeli, buğday benizli, siyah kaş ve saçlı olarak tanımlarken, diğer zanlı 20 yaşındaki Koçu’yu da orta boylu, tıknazca vücudlu, ablak yüzlü, siyah saçlı ve kaşlı olarak tanımladıktan sonra, söz konusu suçun müttehimleri oldukları ve Müttehim-i merkûmânın her nerede görülürse tutulup mahkeme-i mezkûre tevkifhânesine teslimleri lâzım geleceği bilcümle zabıta-i adliye memûrlarının malûmu olmak üzere işbu ahz u girift müzekkeresi[20] tanzim edildiği vurgulanmaktaydı.
Aslında bu mürûr tezkirelerinin kontrolü veya yakalama emirlerinin gerçekte, bu tür marjinal olarak tanımlanabilecek yani suç işlemeye meyilli ya da kaçak denilebilecek kişileri önlemesi beklenemez. Özellikle kriminal yazı incelemesi ya da asıl belgelerle ilgilinin gösterdiği belgenin karşılaştırma şansının olmadığı durumlarda işe yaramayacaklardı. Bu tür kişilerin yaptıkları herhangi bir seyahat sırasında, kendilerince üretilmesi oldukça kolay olabilecek belgeler kullanması çok da zor olmasa gerektir. Kalpazanlık ya da belge sahtekarlıklarıyla ilgili olarak arşivlerimizdeki belgeler, bize sıradışı (marjinal) kişilerin, bu tür durumları aslında rahatlıkla aşabileceklerini gösterir. Ancak yine de basit düzeyde de olsa kişilerin fiziki olarak tanımlanmaları, zanlıların kimliklendirilmesinde, zabıta kuvvetlerine yardımcı olmak üzere kullanılmaktaydı.
Kriminal olaylarda bu kimliklendirmelerin çoğu zaman asıl kaynağı, zanlıların yaşadıkları çevre sakinleriydi. Bir adli olayla ilgili olarak suçlanan zanlı ya da hüküm giyen suçlu ya da sabıkalı insanlar, kendi küçük yerel topluluklarında tanınmaktaydılar. Sanayi Devrimi öncesi ve sonrasındaki erken dönemlerde, çoğu bireyin köyü veya yerleşim bölgesinin dışına fazlaca çıkmaksızın yaşaması nedeniyle, ailesi ve komşularının hafızalarında, fiziksel özellikleriyle ayrıntılı olarak tanınmaktaydılar[21] .
Ancak Sanayi Devrimi sonrası Batı toplumlarında yaşanan kırsal alandan kentlere göç olgusu çerçevesinde, bir yandan toplumsal hareketliliğe bağlı olarak belirli bir sınıf ya da gruba âidiyeti ifade eden giyim, hal, dil vb. unsurlar, giderek kalabalıklaşan kent ortamlarında, anlamsızlaşmaya ve bireylerin kimlikleri de belirsizleşmeye başladı.
Bir yandan kişisel tanışıklık ve kolektif hafızaya dayanan, gayri-resmi kimlikleme ve teşhise dayalı sistem, zamanla işe yaramaz hale geldi. Köyünden veya kökeni olan bölgeden ayrılarak, uzak bir kente veya bölgeye giden bir kişiyi, artık içinde bulunduğu yeni kentte ya da onun yakın çevresinde tanıyan yoktur. Kimliğinin teşhisi icap ettiğinde, özellikle marjinaller salt beyana ya da sahte kimliklemeye dayalı yeni kimlikler edinebilirlerdi. Bu bakımdan kamu otoriteleri için bireyler daha az güvenilir hale geldi. Modern devletlerin bürokratik resmi kurumlarının oluşmaya başlamasına paralel olarak, yeni toplum yapısı içersinde suçlular ve sıradan insanlar hakkında daha fazla bilgi toplamanın devletler için gerekliliği ortaya çıkmıştı. Bürokratik kurumlar da ilgi alanlarına giren kişilerin en azından fiziki özelliklerini tanımlayıcı birer kimliğinin olması gerektiğini düşündüler[22] .
Osmanlı Devleti’nde de, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, benzer olgular görülür. Ülke dışından gelen göçler, batı ülkeleriyle daha yakın ilişkilerin gelişmesi, yine siyasal sebeplerle Ermenilerce ortaya çıkarılan bazı asayiş sorunları veya kentlerde eskisinden çok daha ciddi bir sorun olarak Serseri[23] terimi altında toplanan ve güvensizlik oluşturan bir toplulukla karşılaşılmaktaydı. Bu durum toplumun diğer kesimleri içinde geçerli olmakla beraber, özellikle öncelikli olarak sıradışı ya da buna yakın grupların bireyselleştirilmelerini, yani kimliklendirilmelerini zorunlu kılmaktaydı.
Öte yandan kimlik tespitinin önem kazandığı bir diğer yer mahkemelerdi. Pek çok davada şahitlere, hakkında şahitlik ettiği kişinin (zanlının) mahkemede olan kişi olup-olmadığı sorulmakta ve onlar da bu kimlik tespitini, olaylarla ilgili şehadetlerinin sonunda ve hakkında şehâdet eylediği şahs-ı hazır bulunan müttehim (Panayot vb.) olduğunu ifadesine ilave etti [24] gibi benzer ifadelerle yapmaktaydılar. Bütün şahit ifadelerinin sonunda yer alan bu tarz kimliklendirme haricinde, kimliklendirme olgusu gerçekte mahkemeler bakımından, mükerrer (itiyâdi) suçlarda önem kazanmaktaydı.
Hemen belirtelim ki Tanzimat öncesi dönemler için tekerrür eden (itiyâdi) suçlar ve mükerrirler konusu ayrı bir özel çalışmayı gerektirmektedir. İşin bu yönünü bir tarafa bırakarak, Tanzimat sonrası için neşr edilen cezâ kanûnnâmelerine baktığımızda, (1256) 1840 tarihli kanunda bu konuda bir hüküm görülmemesine rağmen, (1267) 1851 tarihli Cezâ Kanûnnâmesi’nin fasl-ı sanîsinin 5. maddesi sarkıntılık, na’ra atmak, kumarbazlık suçları için 1-2 defaya kadar 3’den nihayet 79 deyneğe kadar cezâ öngörürken, şayet bu suçlarda ısrar edilirse aynı cezâ icrâ edildikten başka, kendisinde pişmanlık ortaya çıkıp, tövbe edinceye kadar Dersaâdette küreğe, taşrada ise prangaya vurulmasını emretmekteydi. Aynı kanûnnâmenin fasl-ı salisindeki 19. maddede ise bakkal, kasap, fırıncı esnafının sahtekarlıkları halinde 3’den 79’a kadar değnekle darbları ve haps edilmelerini, ancak 4. defa aynı suçu işlerlerse, işyerleri tasfiye ettirilerek ve aynı işi sürdürememek kaydıyla memleketlerine sürülmelerini emretmekteydi[25] .
(1274) 1858 tarihli Cezâ Kanûnnâmesi’nin 8. maddesi ise Kanûnun tayîn ettiği ahvâlden mâadâ yerlerde mükerrirler hakkında cezâ iki kat hükm olunur[26] demektedir. Nitekim mükerrirlerle ilgili olarak verilmiş bazı mahkeme kararlarının örnekleri elimizdedir. İlk örneğimiz, kalpazanlıkla suçlanan Ahmet bin Yusuf isimli kişinin, kalpazanlık fiilinden dolayı mahkûmiyet-i sâbıkası bulunması tebeyyün ettiğinden Kanûn-ı cezânın 143. ve 148. maddeleri gereği 15 sene küreğe konulmasına karar[27] verilmesiydi.
Bir başka davada da, Behçet Efendi isimli kişi, birkaç kişiye yönelik olarak, revolveriyle ateş açarak 1 kişiyi yaralamıştı. Mahkemece suç sabit görülerek Behçet Efendi’nin kanûn-ı cezânın 180. maddesine tevfîkan fiilin tekerrürü sebeb-i şiddet tutularak 4 sene küreğe konulmasına karar verilmişti[28] .
Yukarıda sözü edilen kişiler sabıkalı olarak tanımlanmıştı. Yani daha önce suç işledikleri anlaşılmıştı. Sorun bunun nasıl anlaşıldığıdır. Bu adamların veya başkalarının daha önce suç işleyip işlemedikleri nasıl bilinirdi? Bu noktada Osmanlı Devleti için Tanzimat öncesi ve sonrası için de söyleyebileceğimiz şey, sürekli suç işleyen, yani şerîr, mükerrir veya sabıkalı adlarıyla anılan kişiler için düzenli ve resmi makamların istediklerinde erişebileceği bir kayıt sistemi bulunmaması idi[29] .
Her ne kadar Usûl-i Muhâkemât-ı Cezâiyye Kanunu’nun 445, 446, 447. Maddeleri[30], cezâ mahkemeleri katipliklerinde, hüküm giyenlerin isim, yaş, sanat ve mahkûmiyetlerine dair bir defter tutulmasını ve bu defterlerin birer örneğinin 3 ayda bir Adliye ve Zabtiye nezâretlerine gönderilmelerini emretse de, bunun pratikte işe yaramadığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen mahkûmların kimliklerinin gizli tutmaları sonucunda, kısa bir süre içinde alfabetik olan, ancak bir tasnifleme biçimi olmayan ve gerçek kimliğin saklanması halinde tespiti için bir yöntem yokluğu nedeniyle, zaman içinde kullanılamaz hale gelmiştir. Örneğin sabıkalı bir kalpazanın imparatorluğun daha önce hiç bulunmadığı ve tanınmadığı bir bölgesinde tekrar icrâ-yı faaliyette bulunduğunu ve yakalandığını düşünelim. Bu kişiye ceza verilirken, imparatorlukta her yerin birbiriyle düzenli bir bilgi-akış sistemi içinde olmaması ve kişinin kimliğinin tespitinde yalan söylemesi halinde, merkez kabul edilen yerdeki kayıtlarda aranılan kişi (mükerrir olsa da) bulunamayacaktır. Bir yandan verilen bilgilerle sabıka kayıtlarına ulaşmanın imkansızken, öte yandan yeniden kayıtlanan ve gerçekte olmayan kişilerin giderek kayıtlara girmesi bu kayıtları giderek daha da işe yaramaz hale getirecektir.
Kimliklendirme konusunda, uluslararası suçlar ve suçluların yakalanması noktasında, Osmanlı ve yabancı polis teşkilatları arasında işbirlikleri de kesin kimlik tespitlerini ve ortak bazı yöntemlerinin kullanımını da zorunlu kılmaktaydı.
Osmanlı’da Antropometri (Portrait Parle) ya da Mesâha-i Ebdân Tekniğinin Kabulü
XIX. yüzyılda hukuk ve tıp çalışmalarını yürüten araştırmacıların bazıları, insan bedenindeki doğal izlerin herhangi bir kişiyi tanımlamaya veya teşhis etmeye yarayabileceğini düşünmeye başladılar. Örneğin 1865’te Hekim Ernest Morillon, kişisel kimliğin en iyi göstergesi olarak cinsiyet, yaş, beden ölçüsü, saç, dişler, yara izleri, bedensel kusurlar gibi bir insandaki tekil özelliklerin o kişinin, (konusunu bir suçun oluşturduğu kalpazanlık, kasa hırsızlığı vb. bir sanata sahip kişilerin) mesleki bakımından, işaretleri olabileceğini ileri sürmekteydi. Aynı dönemde bazı Batılı hukukçular da, adli ceza sisteminde sayıları durmadan artan insanların kimliğinin tespiti konusuna daha çok ilgi gösterdiler. Hükümetler ise suçlara ve suç kavramına, toplumsal bünyeye musallat olan bir salgın hastalık gibi bakarken, hukukçular da sürekli suç işleyen kişileri tespit etmek, yani sabıkalılara ulaşmak için suç sorununu bu bağlamda görmeye başladılar. İtiyâdi suçluların, yani sürekli şekilde suç işleyenlerin, yasalara saygılı normal vatandaşlardan temelde, biyolojik olarak farklı veya sapkın kişiler olduğunu düşünmeye başladılar.
Böylece işlenen bir çok suçun, genellikle az sayıdaki -mükerrir- suçlular tarafından tekrarlandığı ve bu mükerrirlere daha uzun cezâlar verilerek ve hatta onları sürgün ederek, suçlarla mücadele edilmesini benimsedikleri görülür. Buna paralel şekilde bilimsel olarak da itiyâdi suçlular için fiziksel bir neden aranmaktaydı. Buna dair Carl Gustav Carus suçluların kafatası ölçümünü konu edinen, Yeni ve Bilimsel Kafa Ölçümü İlkeleri adlı eserini 1840’ta yayınladı. 1860’lara gelindiğinde, bu konudaki yani kafatası bölgelerinin büyüklüğünden ve çıkıntılığından yola çıkılarak, bireylerin kişilik ve karakterini saptamaya çalışan Freneloji alanındaki çalışmalar çoğaldı. Suçun nedenlerine, suçluların doğasına ve cezanın amacına yönelik olarak ortaya çıkan yeni düşünceler çerçevesinde, kriminal kimlik tespitlerine olan ihtiyaç daha da şiddetli hale geldi. Bu yaklaşıma göre, itiyâdi suçlular, sonradan değil doğuştan böyle olduklarına göre, kaçınılmaz olarak tekrar suç işleyeceklerdir. Bu durum onlarda bir alışkanlık haline geldiğine göre, bunların geçmiş suçlarının saptanması gerekliliği de kaçınılmaz bir zorunluluktu[31] .
Öte yandan suçluların simasını saptama konusunda fotoğrafın, ortaya çıkar çıkmaz, adli sistemde kullanıma sokulduğunu söyleyebiliriz. Fransızlar 1841’de mahkûmların fotoğraflarını çekmeye başladı, İngiliz polisi 1840’ta bir fotoğrafçı tuttu. 1854’te İsviçre’de zanlıların fotoğrafları yetkililere dağıtılmaya başlandı. New York’ta 1858’de polis departmanı, ünlü suçluların resimlerinin bulunduğu bir sabıkalılar albümü oluşturup, kullanmaya başladı. 1880’e gelindiğinde Paris polisinde 75.000 fotoğraftan oluşan bir koleksiyon bulunmaktaydı.
Ancak fotoğrafın, kriminal kimlik tespiti bakımından iki sakıncası ortaya çıktı. Birincisi fotoğraf çekildiği andan itibaren eskimeye başlamaktaydı. İkincisi ise suçluların sahte isim vermeleri halinde ya da bazı vakalarda zanlıları gören ama tanımayan şahitlerin, binlerce fotoğraf yığını arasından, suçluları tespit etmeleri giderek imkansız hale gelmesi idi[32] . Bir diğer sakınca ise, kılık ve imaj değiştirme konusunda oldukça başarılı profesyonel suçluların bulunmasıydı. Aşağıda -Polis Dergisi’nden alıntıladığımız- resmi bulunan kişi, buna iyi bir örnektir. Avrupa’da sahtekarlığı iş edindiği anlaşılan ve bu uğurda kılıktan kılığa oldukça başarılı şekilde giren bu şahsın, çeşitli pozlarda alınmış fotoğrafları tek bir pozda birleştirilerek, Osmanlı sınırları içersindeki ilgilileri uyarıcı olması amacıyla yayınlanmıştır.
XIX. yüzyıl sonlarına doğru, kriminal kimlik tespiti noktasında, bulunan iki yeni teknik, hemen hemen aynı dönemde doğdular. Paris Polis merkezinde görevli polis memuru Alphonse Bertillon, bir kişinin bedeni üzerinden antropometrik ölçümler yaparak, uzun süreli değişmez sabiteler oluşturup bunlara dayanarak, suçlu kimliğinin tespit edildiği bir yöntem ortaya koydu. Bertillonaj da denilen bu sistemde, çap pergelleri ve çeşitli cetveller kullanılarak, bir beden üzerinden 10 farklı antropometrik ölçü alınmaktaydı. Bu ölçüler boy, kafa uzunluğu, kafa genişliği, kol uzunluğu, oturur durumdaki boy, sol orta parmak uzunluğu, sol serçe parmak uzunluğu, sol ayak uzunluğu, sol ön kol uzunluğu, sağ kulak uzunluğu ve yanak genişliğidir.[33] A.Bertillon’un bu kemik uzunluklarını seçmesindeki sebep, bir insanın kilo alması ya da yaşlanması halinde, insanın bu faktörlerden en az etkilenecek muhtemel uzuvları olması idi.
Bunun dışında adına Bertillon Kartı denilen bir kayıt kartına, bu ölçümlerden sonra ilgilinin eşkâli kaydedilirdi. Eşkâl için tek bir hane yerine, tutuklunun gözlerini, kulaklarını, dudaklarını, sakalını, saç rengini, ten rengini, alnını, burnunu, çenesini, göz bebeğini, kaşlarını, genel davranışını, sesini, dilini vb. özelliklerini de tarif etmek için ayrı haneler açılmıştı. Son olarak bu kimlik sisteminde, suçluya ait özgün işaretler, yani vücudundaki yara izleri, dövmeler vb. kalıcı izler de kaydedilmekteydi.
Ayrıca A. Bertillon insan özelliklerini bütün çeşitliliği ile tanımlamak için biçimsel (morfolojik) bir sözcük dağarcığı da geliştirdi. Sadece göz renklerini ayırabilmek için 50 çeşitten fazla göz rengi tanımladı. Dudaklar, sakal kılları, göz kapakları, kulaklar gibi uzuvlar için de ayrıca biçimsel tanımlamalar geliştirdi. Bertillonaj kartlarında kullanılmak üzere, biçimsel sözcükleri standartlaştırılmış kısaltmalar ve simgelerle ifade eden, bir sistem de icat etti[34] .
1888’den itibaren Antropometri yöntemi kendini kanıtladı. Elde ettiği başarı üzerine dünyadaki pek çok polis örgütü, bu sistemi kabul etti. Amerika ve Kanada 1887, Arjantin 1892, İngiltere 1894’de bu sistemi kullanmaya başladı. Aynı dönemde, siyasal bir radikal hareket olarak ortaya çıkan Anarşist hareket, etkinliğini artırmak amacıyla terör yöntemini benimsemişti. Anarşistlerin dünya yüzeyinde çeşitli suikast hareketlerine girişmesi sonucu, bu terör eylemlerine karşı önlem olarak 1898’de Roma’da bir AntiAnarşist Konferansı toplandı. Konferans kararları içinde anarşistlerle etkin bir mücadele aracı olarak, uluslararası teröristleri izleyebilmek için bütün Avrupa için standart bir kimlik sistemi olarak Antropometri yöntemi benimsendi. Bu çerçevede Osmanlı Devleti de bu sisteme katıldı.[35]
Bu konuda elimize geçen ilk belgelere göre, (26 Nisan 1314) 8 Mayıs 1898 tarihinde Zaptiye Nezâreti, Sadârete yazdığı yazıda, erbâb-ı cinâyâtın ahz-ı eşkâline mahsus ve parası da cenâb-ı padişâhiden ödenen aletlerin, ilkin Zaptiye Dâiresi bahçesinde bir mahal yaptırtılarak kullanımı düşünülmüşse de Mösyö Lefoulon[36] ile görüşülerek, onun verdiği izâha binâen bu sakıncalı görülerek, bunun yerine Hapishane-i Umûmi’de, eski hastanede bir odanın tamir edilerek, kullanılabileceği bildirilmekteydi.[37]
Öte yandan bu aletlerin kullanımı için Antropometrik hizmetinin teşkîli zımnında kontrato ile hizmet-i saltanat-ı seniyyeye dahil olmuş olan Fransız memûriyetinden Mösyö Föke ile anlaşma yapıldığını ücret, harcırah konusunda gereği için, Hariciye Nezâreti’nce Sadaret makamına hitaben kaleme alınan bir yazı (12 Teşrinisâni 1314) 24 Kasım 1898 tarihini taşımaktadır.[38]
Antropometri ya da Osmanlı lisanınca Mesâha-i Ebdân yöntemi 1898- 1899 başlarından itibaren İstanbul’da uygulanmaya başlamıştı. Sultan II. Abdülhamit’ten sadır olan (27 Rebiülâhir 1318) 23 Ağustos 1900 tarihli bir İrâdede, alınan araçlar hatırlatılarak, uygulamaya dair bilgi alınamadığı ve mücrimînin eşkâlinin ve ölçülerinin alınması yönteminin yürürlüğe sokulması için bir nizâmnâme hazırlanması emredilmekteydi.[39]
Bu irâdeye istinaden Zabtiye Nezâreti (28 Cemaziyelâhir 1318) 23 Ekim 1900 tarihli cevabi yazısında, nizâmnâme lâyihasının hazırlandığı bildirildikten başka, bu usûlün zaten Dersaâdette icrâ edildiği ve faydalarının görüldüğü hatırlatılarak, bütün vilâyetlerde uygulamanın kabulüyle, Cinâyet Hapishanesi bulunan merkezlerde de tatbiki gerektiğinden, oralara tayîn edilecek memûrin-i zabıtaya bu yöntemin öğretilmesi için artık dışarıdan memûr getirtilmesine gerek olmayıp, bu görevin Polis Heyet-i Teftişiye Reisi Yusuf (Cemil) Efendi tarafından üstlenildiği ve vilâyetlere gönderilmesi gerekecek aletlerin de İstanbul’dan daha uygun fiyatlarla sağlanabileceği belirtilmekteydi[40] .
Böylece kabul edilen “Mücriminin Ölçü ve Eşkâllerinin Ahzına Dâir Nizâmnâme”ye göre, bütün suçluların eşkâl ve ölçüleri Dersaâdet’te, bütün vilâyetlerde ve müstakil livâlardaki merkez Cinâyet Hapishanelerinde kaydedilecekti. (1. Madde)
Bir suçla ilgili zanlı kabul edilip tutuklanan her şahıs, tevkifhâneye teslim edildiğinde yeni yönteme göre ölçü ve eşkâli alınarak, tutulacak özel bir deftere kaydedilecekti. Zanlı olarak tutuklanan muzır şahıslarla, tehlikeli canilerin ölçü ve eşkâlleri yanında bir de fotoğrafı alınarak[41] eşkâl pusulasına eklendikten sonra, şahsın hüviyeti ile sabıkası kaydedilecekti (2. Madde).
Cezasını tamamlayan mahkûmlar, yeniden ölçü memûru tarafından kontrol edilerek hapisliği sırasında değişebilecek eşkâli kaydedilecekti (3. Madde).
Ölçüleri ve eşkâlleri alınan her şahıs için birer eşkâl pusulası düzenlenerek, bunlardan 1 numaralısı bir mukavvaya yapıştırılıp alfabetik sıralı kutulara koyulacak, 2 numaralısı boy ölçülerinin türüne göre ayrıca kutulara konarak saklanacaktı. Böylece sabıkalı bir şahsın aranması gerektiğinde, eşkâl pusulasının suretleri ilgili memûrlara verilerek, aranılan şahıs bir an önce kolaylıkla bulunacaktı (4. Madde).
Suçluların eşkâl ve ölçülerini kayd etmek üzere söz konusu pusulalar dışında, 2 defter daha tutulacaktır. Kimliği tespit edilmiş suçluların sabıkasını buldurmak için alfabetik olarak düzenlenen ilk deftere müracaat edilecektir. Herhangi bir kişinin, kimliği bilinmeyen ve aranılan şahıslardan olup olmadığının tahkiki gerekli ya da o kişinin daha önce sabıkası olupolmadığının tespiti için ise, tutulacak 2 numaralı deftere başvurularak tutuklu şahsın boy ölçüsü ya da diğer ölçüleri ve alâmet-i fârikaları karşılaştırılacaktı (5.madde).
Bu şekilde ele geçen veya hakkında inceleme yapılacak kişinin kimlik beyanıyla yetinilmeyip, örneğin kol açıklığı, kulak ölçüleri vb. belirli bir nokta alındıktan sonra kayıtlarla karşılaştırılmakta ve eşleşme olması halinde diğer değişmez sabiteler tek tek karşılaştırılarak, bütün ölçülerin ve eşkale dair alâmet-i fârikaları da karşılaştırılarak, bu verilerin tutması halinde şayet kişi yalan söylemişse kimliği ortaya (mükerrir olup olmadığı) çıkartılırken, şayet doğru söylemişse teyidi alınabilmekteydi. Tabi bu durum gerektiğinde şüpheliler veya kimliği bilinmeyen cesetler içinde geçerliydi.
Gerektiğinde uygulama için Zaptiye dairesinde tutulacak Umûm Defteri Kebîre her ay kaydedilmek üzere, ülke genelinde tutuklanan şahısların eşkâl ve ölçülerini içeren, birer defter her ayın sonunda Zaptiye Nezâretine gönderilecekti (6. Madde).
Tutuklandığı bölgenin ahalisinden olmayan şahıslara ait eşkâl ve ölçüleri ile diğer gerekli bilgileri de içeren bir eşkâl pusulası, Zaptiyedeki defterden çıkartılarak, şahsın tabi olduğu mahalle gönderilerek oraca da tutulan deftere kaydedilecekti.[42] Daha sonra ölçülerin nasıl alınacağı konusunda ayrıntılı bir tarifnâme de verilmekteydi.
Osmanlıda Daktiloskopi ya da Parmak İzinin Kullanımı
Mesâha-i Ebdân yani Antropometri yönteminin kullanımı ile hemen hemen aynı zamanda doğan parmak izi yöntemi, zaman içinde kesinliği, benzemez benzetilemez oluşu nedeniyle, tüm dünya polis örgütlerince yavaş yavaş kabul edilecektir. İnsanoğlunun dikkatini çektiği ve kişiye özgü olduğu fark edildiği içindir ki, parmak uçlarında yer alan şekiller erken uygarlık dönemlerinde bile, örneğin Asur, Babil vesikalarında ve resimlerinde yine eski Çin belgelerinde, kullanılmıştı. Parmak izi hakkında XIX. yüzyılda başlatılan araştırmalar çerçevesinde, 1880 yılında Dr. Henry Faulds, Nature Dergisi’nde parmak izlerinin değişmezlik unsurunu ve parmak izlerinin kriminal olaylarda delil olarak kullanılabileceğini söylerken, benzer çalışmalar yapan Francis Galton, parmak izlerinin benzemez ve benzetilemez olduğunu bilimsel olarak ortaya koydu. Ancak bir tasnif sistemi olmadıkça, tıpkı fotoğrafın başına gelenler gibi, bu yöntem de giderek atıl hale gelecekti. Bununla ilgili araştırmalar yapan Scodland Yard yöneticisi Sir Edward Richard Henry, Galton’la birlikte çalışarak Galton-Henry tasnif sistemini kurdu. Parmaklarımız papil denilen çizgilerden oluşurken, bunları tanımlamak için parmaktan alınan izlere göre, ark tipi, tak tipi, sola yatık izler vb. detaylı genellemelere gidilerek tasniflenmiştir. [43]
Dünyada parmak izinin yayılmasına paralel şekilde[44], Osmanlı Devleti de, Antropometri yönteminin kabulünden 1 yıl sonra, başkentte bu yöntemi de kullanıma soktu. Bu ikili sistem, bir süre birlikte kullanıldı. Eşkâl kartlarına, parmak izleri de alınmaktaydı. Osmanlı Devleti, 1899’dan itibaren Zaptiye Dâiresi’nde oluşturulan birimde birkaç bin hüviyet varakasına sahip olduysa da, 31 Mart Vakası nedeniyle, bu kartlar 1909’da yok olmuştu. Olayların yatışması sonrasında, kayıtlar yeni baştan tutulmaya başlanmıştır. [45]
Nitekim Emniyet-i Umûmiye Müdiriyeti, Daktiloskopi (Parmak İzi) Şubesi için zaman zaman bastırdığı Eşkâl varakalarına bakıldığında, mücrimlerin Antropometrik ölçü sistemi ve eşkâle dair saç, kaş, burun, ağız, çene, beniz, göz vb. biçimsel ifadeleri ile Alâmet-i Fârika Hanesi’nin de devam ettiği (7 Şubat 1332) 20 Şubat 1917 itibariyle görülmekteydi.
Öte yandan livâlardan başkente gönderilen polisler, İstanbul Polis Mektebi’nde parmak izi ve ilm-i eşkâl eğitimine tabi tutulmaktaydı. [46] Parmak izleri, dünyadaki gelişmelere paralel şekilde, giderek Antropometriye göre, harcanan mesai ve kriminal olaylarda uygulanma kolaylıkları bakımından daha uygun görülmüş[47] olsa gerektir.
İlk kez kullanımını 1900’lere tarihlediğimiz parmak izinin, kimlere ve nasıl uygulanacağı vb. konulara açıklık getirmek için Parmak İzinin Teşhîs-i Adlî Hizmetinde Sûret-i Tatbîk ve İstimâline Dâir Talimâtnâme[48] Ocak 1917’de yürürlüğe girdi.
Talimâtnâmeye göre vilâyetlerde kurulmuş olan daktiloskopi şubeleri, idari bakımından Emniyet-i Umûmiye Müdiriyeti’ne bağlı olmakla beraber, o dönemde müstakil bir birim olan İstanbul Polis Müdüriyet-i Umûmiyyesi içerisinde kurulmuş olan, parmak izleri ile ilgili işlerin merkezi kabul edilen Kısm-ı Fennî’ye bağlanmışlardır. Yine talimâtnâmeye göre, mahkemelerce hakkında hüküm verilenler, mükerrirler, işlenen bir suçun muhtemel zanlıları, memleket içine ve dışına sürülenler, serseri olarak tanımlananlar, yabancı firariler, kimliğini yanlış verenler veya kimliğini saklayan kişiler, mahkemelerce parmak izi alınması için gönderilenler ile kimliği meçhul cesetlere uygulanacaktı. Ancak dikkati çeken ilginç bir nokta şudur: Sayılanlar dışında, zabıtaca şüpheli görünenler ve hayvan hırsızlığı ile zanlı Kıptiler, akıl hastalarının da parmak izlerinin alınabilmesiydi. Sayılan bu son üç grupla birlikte, adeta memleket içinde herkesin parmak izinin alınabileceği anlaşılmaktadır. Sosyal kontrol mekanizmaları bakımından yeni bir aşamaya geçildiğini düşünmek sanırız yanlış olmayacaktır.
Öte yandan 1920’lerden itibaren Antropometri yönteminin, dünyadaki eğilime uygun olarak, Osmanlı’da da terk edildiğini düşünmek de yanlış olmayacaktır. Ancak bu kullanımın terki, sadece ölçülerin alınması bağlamındadır. Kendi içinde üçlü bir aşamaya dayanan Bertillon sisteminin, ölçü alma dışındaki diğer aşamaları yani morfolojik eşkâl tanımlamaları ve Alâmât-ı Fârika diyebileceğimiz kısımlarının devam ettirildiği[49] anlaşılmaktadır. Parmak izleri, sadece mükerrir suçlular bakımından hüviyet tespitinde, sağladığı zaman ve emek tasarrufu bakımından değil, aynı zamanda gerçekleşen adli vakalarda işlenen suç, bir suçlunun ilk suçu olsa bile, suçluların bıraktıkları izler ile suçlu arasında ilişki kurulması bakımından da yararlıydı.
Örneğin, (12 Mayıs 1333) 12 Mayıs 1917 tarihinde Çatalca Mal Sandığı Dâiresine giren bir şahsın bıraktığı parmak izleri nedeniyle, olay yerine gönderilen Rıza ve Hami Beylerin olayla ilgili hazırladıkları rapora göre; Mutasarrıflık dairesindeki parmaklıkları aşan şahsın bıraktığı, “… yanında R nev’inden iki adet parmak izi bulunarak folyo kağıdıyla ahz edildi… kasanın üzeri ince bir toz tabakasınca mestûr bulunduğundan toza bir elin temasından hasıl olma bazı parmak izleri mevcud bulunduğu ve bunlardan yalnız bir adedinin gayet sarih olarak W nev’inden bir parmak izi olduğu görüldü ve bu izin folyo kağıdıyla ahzı mümkün olmamasından…” mahallinde tatbikat yapılarak dâire ile ilgili 15 kişinin parmak izleri, kasa üzerindeki sarih izle karşılaştırılmış ve neticede Nafiâ Dâiresi odacısı Receb’in sağ eli orta parmağının izi olduğu anlaşılmıştı[50] .
Zaman içersinde parmak izleriyle beraber fotoğrafın da -yukardaki örnekte gösterildiği üzere- giderek daha çok kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra herhangi bir insanın biyolojik kimliğinin tespit edilebileceği ve kriminalistik alanında uygulanabileceğini, ilk kez A. Bertillon’un Antropometri sistemi gösterdi. Bu özelliğiyle bir insanın, bir ya da birkaç kendine özgü biyolojik özelliğinin tespitiyle, kimliklendirilmesini mümkün kılan Antropometri sistemi’nin, -halen kullanılan parmak izi yöntemi bir yana bırakılırsa- daha sonra benzer biyolojik kimliklendirme sistemlerin doğuşunda esin kaynağı olarak öncü bir rol üstlendiği söylenebilir. Günümüze yaklaştıkça DNA izleri, yine bazı ülkelerde retina taramasının kullanımı, hatta insanın vasküler (damar) yapısının kendine özgünlüğünün kullanımı gibi sistemlerin varlığı bunu açıkça ortaya koyar.
Sonuç
Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılda Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla başlayan bir süreçte, bir modernleşme projesi ortaya koyarken, bu projenin bir ayağını da adli bakımdan mahkemeler oluşturmaktaydı. Özellikle Ceza Hukuku bakımından önemli yapısal ve işlevsel değişimler, yüzyılın son çeyreğine kadar, temel unsurlar bakımından gerçekleştirilmişti. Bu mahkemelerin bünyelerinde yer alan, halktan hakimler, herhangi bir hukuk eğitiminden geçmemeleri nedeniyle, adli tababet gibi kriminal teknikleri uygulayan bir adli zabıtanın yardımına şiddetle ihtiyaç duymuşlardır. Diğer yandan yeniden yapılandırılan polis örgütü de, dünyadaki diğer örnekleri gibi, sosyal kontrol mekanizmaları olarak kriminal tekniklere daha çok ilgi duymuş ve uzmanlaşmaya yönelmiştir.
Bu yönelişte, sosyal kontrol[51] mekanizmaları bakımınından belirli bir geleneğe sahip olan Osmanlı Devleti, bunu uygun vasıtalarla geliştirme fırsatını kullanmıştı. Diyebiliriz ki bu iç saik yanında, dünyadaki kriminal gelişmeler de Osmanlı Devleti’ni etkilerken, bu etkilenmede bizzat II. Abdülhamit’in girişimci rol oynadığı düşünülebilir. Onun, polisiye edebiyatına özel ilgisi zaten bilinmektedir[52]. Bu yüzden Sultan II. Abdülhamit’in gerek Avrupa’da çıkan resimli gazete ve mecmualarla ilgili olarak, Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyâsi, hissî mânâları telkin eder. Onun için ben tahrirî münderecâtlarından ziyade, resimlerden istifade ederim[53] söylemini, onun herkesçe kabul edilen vehimlerinin bir uzantısı kabul etmek oldukça kolaycı ve yanıltıcıdır. Gerçekte bu sıralarda, 1840’lardan itibaren benimsenen bir yaklaşımla, kriminal antropoloji, kişilerin toplumsal koşullardan ziyade kalıtımla izah edilen suçlu doğması yaklaşımını benimsemiş ve bunun biyolojik belirtilerini aramaktaydı. Böylece suçluların ortak fizyonomik özellikleri saptanmak isteniyordu. Bu yaklaşıma bağlı olarak, suçluluğun insan suratında veya kafasında görülebileceğine dair bir eğilim de bulunmaktaydı. Fotoğrafın 1840’lardan itibaren yaygın kullanımı da, bu eğilimi güçlendirdi. Nitekim 1880’lerde Francis Galton, suçlu fizyonomisini belirleyebileceğini düşündüğü “bileşik fotoğrafçılık” tekniğini geliştirerek, belirli bir grup suçluya ait çekilmiş pozları, tek bir fotoğraf karesi üstüne düşürerek, ortaya çıkan görüntüden, o suçla ilgili, suçluların ortak fizyonomisini belirlemeye çalışıyordu.[54]
Yine II. Abdülhamit’in bir yabancı yayında okuduğu ve Doktoru Âtıf Hüseyin Bey’e söylediği başparmağının ucu, işaret parmağının orta boğumundan uzun kişilerin cinâyete eğilimli[55] olduğuna dair ifadeleri de, II. Abdülhamit’in dünyada parmak izleriyle ilgili çalışmalardan haberdar ve etkilenmiş olduğunu göstermektedir. II. Abdülhamit’in, kişisel vehimleri hakkındaki spekülatif değerlendirmeleri dikkate almaksızın diyebiliriz ki, kendi çağının bilim ve teknolojisini yakından takip etmekteydi. Döneminin bu konulardaki bilim anlayışı ve yaklaşımlarından etkilenmiş olduğu anlaşılmaktadır.