1. Büyük Millet Meclisinin Kuruluşu ve Dışişlerle İlgili Temel Kararlar :
Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine, Türkiye’nin işgal altında olmıyan bölgelerinden ivedilikle seçilen milletvekilleri ve İtilâf devletlerinin[1] İstanbul’u resmen işgal etmeleri üzerine Anadolu’ya geçen bazı Osmanlı mebuslarından[2] oluşan Büyük Millet Meclisi[3], 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk oturumunu yapıyor; üyeleri arasından en yaşlı olan Şerif Bey’i geçici başkan seçiyordu. Oturumu açan Şerif Bey, Padişahlıkla Halifeliğin, Başkentle yönetimin özgürlükten yoksun bırakıldıklarını; Türk ulusunun, itilâf devletlerinin zorla kabul ettirmek istedikleri “yabancı köleliğine” karşı çıkarak uluslar ilkesi (self-determinasyon) ve tam bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduğunu açıklıyordu[4].
Bu açıklamanın ardından daimî başkan seçimine geçiliyor; bu göreve Mustafa Kemal seçiliyordu. Ertesi günkü oturumda söz alan BMM Başkanı Mustafa Kemal, yurttaki olağanüstü durumdan ötürü bir yönetim kurulmasının gerekli olduğunu ve Türk ulusunun kaderine ancak bu ulusu temsil eden BMM’nin yön verebileceğini; esasen BMM’nin yurtta en üstün kuruluş olduğunu[5] açıklıyordu.
Mustafa Kemal’e göre Meclis, yürütme yetkisini kendi üyeleri arasından seçilen bir Bakanlar Kuruluna (Heyet-i Vükelâ) devrediyor, Meclis Başkanı, Bakanlar Kuruluna da başkanlık ediyordu[6]. Böylece Meclis, yürütme yetkisini “vekâleten” Bakanlara devrediyor, ama yasama gücünü kendi yetkisinde bırakıyordu[7]. Mustafa Kemal, daha sonra bu yönetimi kamu egemenliğine dayanan “halk hükümeti” olarak niteliyor, ama gerçekte her bakımdan bir Cumhuriyet olduğunu açıklamıyordu[8].
Anadolu’nun ortasında kurulan bu ihtilâl yönetimi, o günlerin zorluklarını gozönünde tutarak, görünürde İstanbul’da itilâf devletlerinin tutsağı saydığı HalifePadişahı sözde kurtarmak için didiniyor; bağlılık beyan ettiği bu katın, her türlü baskı ve zorlamadan kurtulunca, BMM’nin saptayacağı türesel görevi üstleneceğini açıklıyor[9]; gerçekte yurt ve ulusu kurtararak tam egemenlik ve bağımsızlığa kavuşturmak yönünde direniyor[10]; bu amaçla milletvekilleri Mecliste and içiyorlardı[11].
Mustafa Kemal, 30 Nisanda İtilâf devletleri ve yansız ülkelerin Dışişleri Bakanlarına gönderdiği notada, bu amaçları yeniden yansıtıyor; İstanbul’un işgalini tekrar protesto ederek, Halife-Padişahla onun Başkenti yabancıların egemenliği altında kaldığı sürece BMM’nin, Türkiye’nin kaderine yön vermek kararını aldığını bildiriyordu. Mustafa Kemal’e göre, İstanbul yönetiminin buyruk ve fetvaları etkisizdi. Türk ulusu, “kutsal haklarını” savunmak ve “onurlu bir barış” elde etmek azminde idi[12]. Padişaha gönderdiği telyazısında, ulusun, Padişahlık katının yetki ve itibarını savunmak, “din düşmanlarını” yurt dışı etmek, ulusal bağımsızlığı geri getirmek amacıyla BMM’ni kurarak silâha sarıldığını bildiriyor; ulusal savunmayı Padişaha karşı bir ihtilâl gibi göstermeye çalışan “hayınlara” kulak asmamasını öneriyor; “kendi hükümetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, ecnebi esareti pahasına nail olacağımız huzur ve saadete bin kerre müreccahtır” diyerek, ulusun Padişah katına güveni olduğunu belirtiyordu[13]. Ama Padişahla kukla yönetimi, ulusal akımı ortadan kaldırmak için harekete geçiyor; bu akımın önderlerini gıyaben ölüme mahkûm ediyorlardı[14]. Bu davranışı yurda hıyanet olarak niteliyen Kemalistler, Damat Ferit yönetimini tanımayı reddetmekle kalmıyor; BMM’nin 7 Haziran 1920 günkü oturumunda, Dr. Adnan (ADIVAR)’ın önerdiği ve Aydın milletvekili Cami Bey’le (Baykurt) diğer 9 milletvekilinin destekleyerek Meclisçe kabul edilen bir önerge ile, İstanbul yönetiminin 16 Mart 1920’den sonra (Başkentin İtilâf gücü tarafından resmen işgal edildiği gün) imzalamış bulunduğu tüm antlaşma, anlaşma ve sözleşmeleri yetkisiz sayıyorlardı[15].
Bundan sonra BMM, Mustafa Kemal’in başkanlığı altında yürütme yetkisini uygulayacak bir Bakanlar Kurulu seçiyor; dış işlerini Dışişleri Bakanlığına (Hariciye Vekâleti) devrediyordu. Dış konularla ilgili olarak Bakanlar Kurulunda alınan önemli kararlar, BMM’ince titizlikle murakabe ediliyor; çoğu defalar Meclisin kapalı oturumlarında görüşülüyordu. Bakanlar Kurulu yetkisini aşar veya Meclise danışmamak yoluna giderse, Mecliste sert bir dille eleştirilirdi[16].
BMM’nin dış işlerle ilgili hizmeti hemen hemen yoktan başlıyarak tedricen gelişiyordu. Anadolu’ya geçen birçok Ordu Komutanlarını ancak az sayıda Osmanlı diplomatı örnek olarak alıyor; birçok Osmanlı diplomatları, İstanbul’daki rahatlığı Ankara’daki bellisiz duruma yeğ tutuyorlardı. Böylece Kemalistlerin dış servisi Osmanlı diplomatlarının deney ve inceliklerinden yoksun bulunuyor, ama yetenek, zekâ ve ileri görüşlülükten yoksun bulunmuyordu. Halide Edip ADIVAR’ın anlattığına göre, BMM’nin Dış Servisi, Mustafa Kemal’in karargâhının bulunduğu Tarım Okulunun bir odasında çalışmalarına başlıyor; 1920 yılı yazında bu serviste siyasal işlerle uğraşan bir müsteşarla bir danışman görevli bulunuyor; daha sonra onlara başka görevliler de katılıyordu[17].
Kemalistlerin dış siyasa açısından amaçları şunlardı: 1. Misak-ı Milli’yi (Ulusal And)[18] uygulamak; 2. Türkiye’nin dış ülkelerde tanınmasını sağlamak; 3. çeşitli savunma, saldırma, dostluk ve İttifak antlaşmalarının çerçevesi içinde maddî ve manevî yardım elde etmek; ve 4. bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü propaganda araçlarına başvurmak. BMM bu amaçları oybirliğiyle destekliyor, ancak bunlara ulaşabilmek için uygulanacak usuller konusunda milletvekilleri arasında görüş ayrılıkları başgösteriyordu.
Osmanlı İmparatorluğu Batılı devletlerce yenilgiye uğratılarak bölüşüldüğünden, milletvekillerinden bir grup, Doğu ile ilişki kurulması görüşünden yanaydı. Komünist, Bolşevik, Turancı, İslamcı ve İdealistlerden oluşan ve Batılılardan âdeta nefret eden bu grup, “Şark Mefkûresine” (Doğu İdealine) inanıyor; Bolşevizm ve Sovyet yönetimi sisteminden etkilenerek İtilâf devletlerine, kapitalizmle emperyalizme karşı savaşmak amacıyla Anadolu’da bir Sovyet sistemi kurulmasından yanaydı.
Diğer karma bir grup da, Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson’un uluslar (self-determinasyon) ilkesine - kendi kaderini yine kendisinin saptaması ilkesine - ve tüm ulusların bağımsızlık hakkını tanıyan “Garp Mefkuresi” (Batı İdeali)’ne inanıyordu. Bu gruba göre, İtilâf devletleri Osmanlı İmparatorluğuna karşı ne kadar haksızca davranırlarsa davransınlar, Birleşik Amerika ve gerekirse Fransa, İtalya ve İngiltere’den çok yardım görecek olan Türkiye Batı yanlısı olmalıydı.
BMM’inde bu iki gruba ek olarak fazlasıyla tutucu “ulema”dan oluşan daha homojenik ve dinci bir hiziple, İttihat ve Terakki Derneğine mensup fırsat düşkünlerinden oluşan küçük bir grup vardı. İlkin pek etken olmıyan son grup, daha sonra Mustafa Kemal’i iktidardan düşürerek yerine Enver Paşa’yı getirmek için Anadolu’da düzen çevirmeye başlıyacaktı[19].
Kemalist dış siyasasının esas amaçları Misak-ı Milli’de kesinlikle saptanmıştı, ama bu amaçlara ulaşmada uygulanacak usuller konusunda sabit bir görüş yoktu. Bu konuda başvurulacak diplomatik usuller, BMM’inde, fazlasıyla egemen olan görüşlerin etkisine dayanıyordu. Olağanüstü bir durum sırasında Batı ile Doğu yandaşlan, ulusal çıkarları gözönünde tutarak, aralarında hemen anlaşıyor; diğer zamanlarda ise, siyasî ve askerî gereklere göre, ya Doğu veya Batı yandaşları Meclise hâkim oluyorlardı.
Kemalistler, Türkiye’nin çıkarları açısından büyük ölçüde yararlar elde etmek amacıyla Doğu ve Batı’ya karşı dikkatle hazırladıkları siyasalarını günün gereklerine göre etken biçimde uygulamaya çalışıyorlardı. Ulusal akımın ilk günlerinde, Kemalist önderlerin Doğu siyasasını üstün tuttukları görülüyordu; oysa İtilâf devletleri, Kemalist Türkiye’ye onurlu bir barış önerse, Batı’lı devletlerle bir uzlaşmaya varmayı yeğ tutacaklardı. Kemalistler, ancak Batı ile bir anlaşmaya varılamıyacağını anlayınca, dikkatlerini Doğu’ya çeviriyor; Doğu’nun Kemalist Türkiye’yi tanımakla kalmıyacağına; Misak-ı Milli’nin uygulanması yolunda Türkiye’ye maddî ve manevî her çeşit yardımda bulunacağına inanmaya başlıyorlardı.
Kemalist önderler, dış siyasalarını çizerlerken, Sovyet Rusya ile İslâm dünyasının kendi akımlarına karşı uyguladıkları tutumu gözönünde tutuyor; İslâm dünyasının, biri Arap bloku olmak üzere iki bloka ayrıldığını; siyasalarını ona göre ayarlamaları, öte yandan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi Kafkas devletleriyle, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yaşayan Kürt azınlığına karşı uygun bir siyasa uygulamaları gerektiğini anlıyorlardı. Kürtler, dışarıdan kolayca kışkırtılabiliyorlardı. Örneğin, 1919 Eylülünde İngiliz Binbaşısı Noel, Elâzığ Valisi Ali Galip ve İstanbul’daki entrikacılarca Kemalistlere karşı kışkırtılmışlardı.
Kemalistler, Doğu siyasalarını uygularken, bu siyasanın kendi ulusal dilekleriyle ve ilişki kurmak istedikleri ülkelerin emelleriyle çelişmemesine büyük dikkat gösteriyor; sorun ne kadar karışık olursa olsun, sonunda Doğu siyasalarında büyük başarı sağlıyor, ama Kafkasya’yı ve İslâm dünyasını kendi etkisine almıya çalışan Sovyet Rusya ile aralarında zaman zaman gerginlik başgösteriyodu.
2. Kemalistler Sovyet Rusya’ya Yanaşıyorlar :
BMM yönetimi, 26 Nisan 1920’de Sovyet Rusya yönetimine gönderdiği bir notada, Anadolu hükümetini tanımaya; Türk topraklarını işgallerinde bulunduran emperyalist devletleri[20] Anadolu’dan kovmak amacıyla Türkiye’ye yardıma; bir ittifak kurarak birlikte ortak askerî harekâtta bulunmaya çağırıyor; Kafkas yolunun açılmasını dileyordu[21]. Bu notaya 37 günde karşılık veren Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, Ankara yönetiminin Misak-ı Milli’de belirtilen dış siyasa ilkelerini “memnunlukla” not ediyor; milliyetçi Türkiye ile Sovyet Rusya arasında içten ilişkiler ve dayanıklı bir dostluk kurmak amacıyla birbirlerine diplomatik temsilciler göndermelerini; Türkiye, Ermenistan ve İran arasındaki sınırları, “adalet ve ulusal self-determinasyon hakkına göre saptamak üzere” arabuluculuk yapmayı öneriyordu[22]. Ama Mustafa Kemal’in iki ülke arasında bir ittifak kurulması önerisini nezaketle geçiştiriyordu, çünkü Sovyet yönetimi, Kızıl Ordu’nun, Beyaz Rusların askerî önderlerinden General Wrangel’e ve Kafkas devletlerine karşı açmış olduğu askerî mücadele sona ermeden, komünist olmıyan bir ülkeyle ittifak kurmak istemiyordu[23]. Sonra bu sıralarda bir ticaret anlaşması imzalamak amacıyla Londra’da yapılan Rus - İngiliz görüşmelerini tehlikeye düşürmek dileğinde de değildi[24]. Esasen İngiltere Başbakanı Lloyd George, 31 Mayıs 1920’de Londra’daki Sovyet Ticaret Kurulu Başkanı Krassin’le görüşürken, Sovyet yönetimine, Türk milliyetçilerini Anadolu’da ve başka yerlerde olay çıkarmıya kışkırtmaktan kaçınması önerisinde bulunuyor; iki ülke arasında dostça ticarî ilişkilere yeniden başlanabilmesi için bu denli davranışların durması gerektiğini bildiriyordu[25].
Bununla birlikte, milliyetçi ve dost bir Türkiye’nin, Sovyetlerin Güney sınırını koruması; Sovyet Rusya ile İtilâf devletleri arasında tampon bölge görevi görmesi; Sovyet itibarının İslâm ülkelerinde yayılmasına yardımcı olması ve Sovyet işgalindeki ülkelerde yaşayan Türk asıllı halkın ulusal duygularını dizginlemesi olasılığı, Sovyet önderlerinin gözünden kaçmıyordu[26].
Sovyet siyasasını ve ileride özellikle Kafkaslara yöneltilecek olan Sovyet ihtiraslarını iyi bilen Mustafa Kemal, Rusya’nın, Türkiye ile Ermenistan arasında arabuluculuk yapmak önerisini iyi karşılamıyordu, çünkü Türk milliyetçileri, Ermenistan’ı, İtilâf devletlerinin elinde alet olmıyacak bir duruma getirmek amacıyla bu ülkeye karşı saldırıya geçmeyi tasarlıyorlardı. Bu yüzden Mustafa Kemal, 20 Haziranda Çiçerin’e gönderdiği karşılıkta, Ermenilerin Müslümanlara karşı kırım davranışlarında bulunduklarından yakmıyor; bu duruma son vermek için onlara karşı askerî harekâta geçmeye hazırlandığını, ama Çiçerin’den gelen nota üzerine, bu Ermeni kırım davranışları Çiçerin’in önerisiyle durdurulur umuduyla, askerî harekâtı ertelemiş olduğunu bildiriyor; iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulmasıyla ilgili Sovyet önerisini iyi karşılıyor; esasen bir Türk kurulunun Moskova’ya gitmek üzere yola çıktığını, ama sınırda Ermeni yetkilileri tarafından durdurulduğu için geciktiğini; yetenekli bir Sovyet temsilcisinin Ankara’ya gönderilmesini beklediğini yazısına ekliyordu[27].
Kemalistlerin Sovyetlere bu biçimde yanaşması, o sıralarda Türk-Rus ilişkileri konusunda Ankara siyasî çevrelerinde egemen olan kaygıyı bir kat arttırıyordu. Rusya ve Doğu dünyasının tüm Müslüman işçilerine seslenen Aralık 1917 tarihli Sovnarkom bildirgesinin 11 Mayısta BMM’nde açıkça okunmasının ardından, Sovyet Rusya’dan yana gürültülü bir gösteri yapılmış olmasına karşın, bunu izliyen görüşmeler sırasında birçok milletvekilleri bu konuda kuşku ve kaygılarını açıklamaktan geri kalınıyorlardı. Antalya milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Bolşevizmin amaçları konusunda Türklerin bazı kaygıları olduğunu ileri sürüyor; sorunun aydınlatılmasını öneriyordu. Bolşevik ilkelerinin bilinmediğinden söz eden Trabzon milletvekili Ali Şükrü, programı bizzat BMM’nce bile bilinmiyen Sovyet Rusya ile bir ittifak kurulmasını önermiyordu. Bolu milletvekili Tunalı Hilmi, Bolşevizmin Şeriatla bağdaştığını iddia ediyor; Aydın milletvekili Tahsin Bey ise, yönetimi, bu konuda kendi görüşünü açıklamaya çağırıyordu. Ama yönetim, Sovyetlerin o sıralarda Kemalist Türkiye’ye karşı tutumlarının ne olduğunu ve Türkiye Batı’da genel bir saldırıya uğrarsa, Türkiye’ye herhangi bir yardımda bulunup bulunmayacaklarını bilmediğinden, bu konuda görüş beyanından kaçmıyordu[28].
Sovyetlere karşı beslenen kuşku ve kaygıları bu sıralarda kaydedilen önemli bir olay ânî olarak ortadan siliyordu. İtilâf devletlerinin San Remo’da hazırladıkları ve daha sonra Sevr’de İstanbul yönetimine zorla kabul ettirecekleri, Türkiye’yi İtilâf devletleri ve azınlık unsurlar arasında bölüştüren barış antlaşması tasarısı, Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos’ca 13 Mayısta Yunan Millet Meclisinde vakitsiz olarak açıklanıyordu[29]. Bu barış koşulları, Türk milliyetçilerini, Türkiye için artık gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da umut kalmadığına ve kurtuluş yolları aramak için Doğu’ya dönmek gerektiğine inandırıyordu[30].
3. Moskova’da Yapılan İlk Kemalist-Bolşevik Konferansı:
5 Mayıs 1920’de Ankara’da Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, dış siyasayla ilgili sorunları ele alıyor ve İktisat Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk)’in[31] önerisi üzerine, Sovyet Rusya’nın Türk milliyetçilerine karşı ne denli tutum uyguladığını öğrenmek amacıyla, Dışişleri Bakanı Bekir Sami’nin[32] başkanlığında bir kurulu Moskova’ya göndermek kararını alıyordu. Yusuf Kemal’le iyi Rusça bilen Lâzistan milletvekili Osman Bey’in de katılacağı[33] kurula verilen yönerge, özetle şöyle idi:
Türkiye’nin, ulusal sınırları içinde, tüm iç ve dış egemenliğine saygı gösterilirse, “kaderini Sovyet Rusya’nın kaderiyle birleştirmeye hazır olduğu” açıklanmalı; tüm Karadeniz devletlerinin Boğazları serbestçe kullanmalarına izin verileceği gibi, bunların yine Karadeniz devletleri ve Türkiye ile birlikte savunulacaklarına dair Sovyet önderlerine güvence verilmeli; TürkRus ortak askerî harekâtının başarılı olması için Türkiye’nin öteki İslâm ülkeleri üzerindeki etkisinden yararlanacağı, ama bu denli harekât için para, savaş malzemesi, taşıt araçları ve muhtemelen askerî birliklere gereksineceği; sonra iki ülke arasındaki ulaştırma araçlarının ve sınırın tüm olarak güvenlik içinde ve her türlü engelden yoksun bulunmasının gereği anlatılmalı[34].
11 Mayıs 1920’de Ankara’dan ayrılan Kemalist kurulu, ancak iki buçuk ay sonra, 29 Temmuzda Moskova’ya ulaşabiliyordu[35]. Bu arada Moskova’da bulunan ve Sovyet önderleriyle görüşmek yetkisine sahip Ankara temsilcileri rolüne bürünen İttihat ve Terakki Derneğinin bazı ileri gelenleri, Türk-Bolşevik ilişkilerini karıştırıyor, Ankara kurulunun görevini fazlasıyla zorlaştırıyorlardı. Bunlardan 27 Mayısta Moskova’ya varan Cemal Paşa, Ankara’nın temsilcisi sıfatına bürünerek, bir Türk-Bolşevik ittifakı kurulmasının koşulları konusunda Sovyet önderleriyle görüşmelerde bulunuyor; Türkiye için askerî yardım sağlamaya çalışıyordu. Üçüncü Enternasyonalin başkanı Radek’le görüşürken, bu Rus önderi, Ermeni sorunu yüzünden Türkiye’nin Batı’daki itibarının sarsıldığını; Türkler kendi ülkelerinden Ermenilere küçük bir fedakârlıkta bulunurlarsa, bu davranışın Türk tezini tinsel açıdan güçlendirerek Türkiye’ye büyük yararlar sağlayacağını iddia ile, Sovyet Rusya’nın iki ülke arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu bildirerek, Cemal Paşa’nın bu konuda Mustafa Kemal’e doğrudan öneride bulunmasının önemine değiniyordu. Cemal Paşa, Türkiye’nin Ermenilere toprak vermekten yana olmadığını Radek’e bildiriyor, ama 3 Haziranda Mustafa Kemal’e gönderdiği yazıda, Radek’le yaptığı görüşme hakkında bilgi verirken, sorunu yerinde incelemek amacıyla Türk, Rus ve Ermeni üyelerden oluşan üçlü bir komisyonun gönderilebileceğini bildiriyor; Moskova’ya ivedilikle bir büyükelçi göndermesini önererek şöyle diyordu: “Büyükelçi ne kadar erken gelirse, buradaki işiniz o kadar erken olur[36]”. Mustafa Kemal’e daha sonra gönderdiği ikinci bir yazıda, “Türkiye ile yapılacak ittifaka büyük ölçüde önem veren” Rusların, Ankara’ya bir elçi göndermeye hazırlandıklarını bildiriyor, ama ilk olarak Ermeni sorununu çözümlemek istediklerini; dolayısıyla Moskova’ya gidecek olan Türk elçisinin, Ermenistan’la sınır sorununu görüşebilecek yetkiye sahip olması gereğini belirtiyor; Ermeni sorunu çözümlenmese bile, Sovyetlerin Türkiye ile işbirliği yaparak yardımda bulunacaklarını; ancak Ermeni sorunu çözümlenirse, bu yardımın daha etken olacağını yazısına ekliyordu[37].
Bu arada Bakü’deki Türk Komünist Partisinin temsilcisi olarak Moskova’da bulunan Dr. Fuat Sabit de, Bolşevik önderleriyle görüşerek, Anadolu’daki durum hakkında onlara bilgi veriyor; Türk milliyetçilerinin, Moskova ile diplomatik ilişkiler kurmak dileğinde olduklarını bildiriyor; Anadolu’ya para, silâh ve malzeme yardımında bulunmalarını dileyordu. Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, Rusya’nın Anadolu’daki akıma yardım edeceğine dair Dr. Sabit’e güvence veriyordu[38].
İttihat ve Terakki önderlerinden Halil Paşa da, Sovyet önderlerinden Çiçerin, yardımcısı Karahan ve Ordu komutanlarından Kamenef’le görüşürken, Sovyet önderleri, Türkiye’ye yardım vaadinde bulunuyor, ama Ermeni sorunuyla ilgili olarak tutumlu ve kuşkulu davranıyorlardı[39]. Böylece, Moskova’daki İttihatçı önderler, Sovyet liderlerinin dikkatini milliyetçi Türkiye’ye çekmeyi ve Anadolu akımına malî ve askerî yardımda bulunmaya inandırmayı başarıyorlardı[40].
29 Temmuz 1920’de Moskova’ya varan Bekir Sami başkanlığındaki Türk kurulu, karşılıklı kuşku ve kararsızlık havası içinde, Sovyet önderleriyle görüşmelere başlıyordu. Moskova’ya varışlarında yüksek rütbeli hiçbir Sovyet yetkilisi onları garda karşılamaya gitmemişti. O günlerde Petersburg’da oturum yapan 3. Enternasyonale katılmış oldukları özürü ileri sürülüyordu. Kendilerine karşı gösterilen bu ilgisizlik, Türk temsilcilerini öfkelendiriyordu. Esasen yine o günlerde Bolşeviklerin, Türklerin en ölümcül düşmanları olarak niteledikleri İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamak üzere yaptıkları görüşmeler; Kafkaslarla Anadolu’ya karşı besledikleri emeller; Ermenilerle Türkler arasındaki sınır sorununda arabuluculuk önerisinde bulunmuş olmaları ve böylece Kemalistleri Kafkaslardaki Ermeni settini yıkmak fırsatından yoksun bırakmaları, Türklerin Sovyetlere karşı olan kuşkularını epeyi arttırmıştı.
Bolşevikler de Kemalistlere güvenmiyorlar; onların gerek Kafkaslarla, gerekse halkın çoğunluğu Türk olan ve Sovyet yönetiminde bulunan diğer ülkelerle ilgili Pan-Turancı veya Pan-İslâmcı erekleri olduğuna inanıyor; Kemalistlerin 1920 Mayısında Kilikya bölgesinde Fransızlarla imzalamış oldukları 20 günlük bırakışmadan kaygılanıyorlardı[41]. Bu bırakışmanın ancak tek bir bölgeyi kapsadığına, zaman ve yer bakımından sınırlı olduğuna dair Ankara temsilcilerinin Bolşevik önderlerine verdikleri güvenceye karşın Ruslar, bunu Türklerle Fransızlar arasında bir yanaşma ve ileride Kafkaslarla İslâm dünyasında Bolşeviklere karşı kurulması muhtemel bir ittifakın başlangıcı biçiminde açımlıyorlardı. Sonra milliyetçi Türkiye’nin, barış koşullarında Türklerden yana bazı değişiklikler yapılması vaadiyle, İtilâf devletlerinden yana çekilmesi ve böylece Sovyet Rusya’ya karşı “Batılı emperyalistlerin” elinde bir silâh olarak kullanılması olasılığı da gözlerinden kaçmıyordu. Dahası var: Türk milliyetçilerinin Kafkas devletlerine, özellikle Ermenistan’a karşı uyguladıkları siyasadan hiç hoşlanmıyorlar, çünkü bu ülkeleri ileride işgal etmeyi tasarlıyorlardı; ama Kemalistler de en erken bir vakitte Ermenistan’ı ezmeye hazırlanıyorlardı.
Bu karşılıklı kuşku duyguları içinde, Türk temsilcileri, 24 Temmuz günü Sovyet Dışişleri Komiseri Georgi Vasilieviç Çiçerin’le resmî olmıyan bir görüşme yapıyor; bu görüşme sırasında iki yanın birbirine olan kaygı ve kuşkusu ânî olarak açığa çıkıyordu. Çiçerin, o sıralarda Türklerle Fransızlar arasındaki ilişkilere ilişkin olarak kuşkularını belirtmekten geri kalmıyor, ama Sovyet Rusya ile İngiltere arasındaki ilişkiler konusunda Türklere güvence vermeye çalışıyor; o akşam, yardımcısı Karahan’la resmî görüşmelere başlayabileceklerini bildiriyordu. Buna karşılık veren Türk temsilcileri, Fransızlarla olan askerî ve siyasal ilişkileri konusunda Çiçerin’e bilgi veriyor ve Karahan’la görüşmeyi kabulleniyorlardı[42].
Karahan’la yapılan ilk görüşmelerde, Sovyet Rusya’nın milliyetçi Türkiye’ye yapacağı yardım ve bu yardımın etken olarak Anadolu’ya geçmesi için Kafkas yolunun açılması denli iki önemli konu ele alınıyordu. Başlangıçta iki yan birbirini yokluyor; görüşmeler hiç bir sonuç elde etmeden sürüp gidiyordu. Bir ara Bolşevik temsilcileri, Üçüncü Enternasyonale fazlasıyla vakit harcamak gerektiği özürüylc görüşmelere büsbütün ara verince, buna canı sıkılan Türk kurulu başkam Bekir Sami, 31 Temmuzda Çiçerin’e gönderdiği mektupta, görüşmelere tekrar başlanmasının önemine değiniyor; bunu 4 Ağustosta Karahan’la yeni bir görüşme izliyordu. Ermeni sorununun ele alındığı bir görüşmede Karahan, Sovyet Rusya’nın, Türklere, Ermenistan’a karşı bir saldırıya geçmelerini öneremiyeceğini, çünkü böyle bir davranışın Avrupa kamuoyu üzerinde kötü izlenim yaratabileceğini söylüyor, ama Sovyet Rusya’nın bir aya kadar Kafkas yolunu açmaya çalışacağına dair söz veriyor; bu arada Türkiye ile Rusya arasındaki Brest Litovsk Antlaşmasının[43] değiştirilmesini öneriyordu. Karahan’ın görüşlerine katılmıyan Bekir Sami, durumun çok bunalımlı olduğunu anlatmaya çalışıyor; görüşmeleri ivedilikle sürdürerek başarılı bir sonuca bağlamanın gereğine değiniyordu[44].
Bir Ermeni olan Karahan’ın kendilerine yardıma dilekli ve yetkili olmadığını anlayan Türk temsilcileri, dokuz gün sonra Çiçerin’le yeniden görüşerek, Türkiye ile Rusya arasında bulunan ve Ermenistan’dan geçen Kafkas yolunun açılması ve Türkiye’ye yapılacak yardımı saptayacak komisyonun ivedilikle bir karara varması gereğini belirliyorlardı. Kaçamak yapan Çiçerin, Rusya’nın Polonya sınırındaki güçlüklerinden ve Kuzeyde Wrangel gücünün Bolşeviklere direnişinden meydana gelen sorunlardan söz ediyordu. Bundan memnun olmıyan Türk temsilcileri, “modası geçmiş gizli diplomasi usulünden vazgeçmesini” Çiçerin’e öneriyor; Sovyet yönetiminin İngiltere veya başka bir Batı devletiyle yapacağı görüşmelerde Türk çıkarlarını savunacağına dair kendilerine güvence verilmesini dileyorlardı. Hiç çekinmeden buna karşılık veren Çiçerin, Sovyet Rusya’nın herhangi bir görüşmede Türkiye’nin ulusal sınırları içinde varlığını destekleyeceğini ve bunu gerçekleştirmek için elden gelen yardımı yapacağını bildiriyor; bu güvenceden memnun olan Türk temsilcileri, iki ülke arasındaki ilişkileri incelemek üzere bir komisyon kurulmasını ve bu komisyonun, imzalanmak üzere bir antlaşma tasarısı kaleme almasını öneriyor; Çiçerin bu öneriyi kabulleniyordu[45].
Bundan sonra Ruslar, Türk kurulu üyeleriyle resmî görüşmelerde bulunmak üzere Sabanin ve Adarnof[46] adında iki temsilci görevlendiriyor; 17 Ağustosta başlıyan resmî görüşmeler bir hafta kadar sürüyordu. Türk temsilcileri ilkin bir saldırganlık ve savunma paktı imzalanmasını öneriyor, ama Bolşevikler, komünist olmayan bir ülkeyle böyle bir pakt imzalayamayacakları özürüyle bunu kabullenmiyor; ancak milliyetçi Türkiye ile bir dostluk paktı imzalamaktan yana olduklarını bildiriyorlardı. Ama bu paktla ilgili görüşmelerde de birçok zorluklar çıkıyordu, çünkü Sovyet temsilcileri, Türk kurulunun kabullenemeyeceği koşullar ileri sürüyorlardı. Bu koşullardan biri Ermenistan’la ilgiliydi. Esasen Sovyet Rusya, Ermenistan’la bir anlaşma imzalayarak Şahtahtı’dan Culfa’ya kadar uzanan demiryolunu Ermenilere bırakıyordu[47].
Bu haberi duyan Türk kurulu, Rusların bu davranışıyla Kafkas yolunun bütünlükle kapandığından Çiçerin’e yakmıyor; Moskova’dan ayrılmak tehdidini savuruyordu, Yusuf Kemal, Rusların bu davranışının pek acayip olduğunu öfkeli bir edayla Çiçerin’e anlatmaya çalışıyor, şöyle diyordu:
“Anlaşılan Moskova’dan ayrılmak zorunda kalacağız. Uzun bir süreden beri Kafkas yolunu açmanızı diledik, ama siz ne yaptınız? Onu büsbütün tıkadınız. Şahtahtı’yı Ermenilere vermekle ülkelerimiz arasındaki iki yolu da kapamış bulunuyorsunuz”.
Çiçerin, söz konusu anlaşmanın Kafkasya’daki Sovyet temsilcisince imzalandığı özürünü ileri sürüyor; Kafkas yolunu açmak için Rusların birşey yapamıyacakları gibi Türklere de kendi başlarına yolu açmak izninin verilemiyeceğini bildiriyordu.
Çiçerin’in bu tutumuna şaşırıp kalan Türk temsilcileri, ertesi gün Lenin’le görüşmeye gidiyor, Sovyet önderince iyi karşılanıyorlardı. Türk temsilcilerini ileri sürdükleri Kafkas setti sorununda büyük dikkatla dinleyen Lenin, Ermenilerle imzalanan anlaşmanın belki gerekli olduğunu, ama kendisinin böyle bir davranışı onaylamadığını bildiriyor; durumu düzeltmek için söz veriyor; “durumu biz düzeltemezsek, siz düzeltiniz” diyor; kısa bir süre içinde Kafkas yolunu açtırarak Türkiye’ye maddi yardım sağlamak vaadinde bulunuyordu[48].
Lenin’le yapılan görüşmeden iyimser kalan Türk kurulu, yine Çiçerin’le görüşmeye gidiyor; Sovyet Dışişleri Komiseri bu kez Türklerin Kafkas yolunu açmak istemelerinin nedenini ve yol açılırsa buna malik olmayı isteyip istemediklerini soruyor; Türkler sert ve olumsuz biçimde karşılık vererek, Kafkas yolu açıldıktan sonra Rusların oraya Kızıl Ordu’yu gönderebileceklerine değiniyor; yolun açılmasını üstenmesi için Çiçerin’i epeyi sıkıştırıyor, ama Sovyet Dışişleri Komiseri, “daha yüksek katlara danışacağım” karşılığını vermekle yetiniyordu.
Bu arada Bolşeviklerle yapılan görüşmeler, bir umutsuzluk, engelleme ve düzen havası içinde sürüp gidiyordu. 24 Ağustosa doğru bir antlaşma tasarısı hazırlanıyor; henüz karara bağlanmamış birkaç önemsiz nokta bir yana, antlaşmada şu önemli maddeler yer alıyordu: yanlar, birbirlerine zorla kabul ettirilen herhangi bir barış antlaşmasını tanımayacak; Sovyet Rusya, Türkiye ile ilgili olan ama sınırları Misak-ı Milli’ce saptanan BMM yönetiminin kabullenmiyeceği herhangi bir antlaşmayı tanımayacak; o güne dek Çarlık Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanmış bulunan tüm antlaşmaların kendi karşılıklı çıkarlarına yardımcı olmadıklarına inanan yanlar, bu antlaşmaların bundan böyle yürürlükten kaldırılmış sayılmalarını; Boğazların tüm dünya ticaret gemilerine açık tutulmalarını, ama Boğazlar rejiminin, ileride Karadeniz devletleri arasında yapılacak bir konferansta Türkiye’nin özellikle İstanbul’un güvenliğini tehlikeye düşürmiyecek biçimde saptanmasını kabulleniyorlardı. Yapılacak askerî ve malî yardım antlaşmada söz edilmiyecek, ayrıca, bundan böyle diğer ülkeler yanlardan herhangi birine gizlice yanaşırsa, diğer yana bu konuda bilgi verilmesini sağlamak amacıyla iki ülkenin Dışişleri Bakanları arasında gizli bir bildirge teati edilecekti[49].
Sovyet baş temsilcisi Sabanin 25 Ağustosta Riga’ya hareket edeceğinden, bir gün önce iki yan antlaşma tasarısını parafe ediyordu. Ama bu arada İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamak umudunda olan Bolşeviklerin, Türklerle bir pakt imzalamayı elden gıldiğince ertelemek ve Doğu illerinde Türklere güçlükler çıkarmak dileğinde oldukları, Türk temsilcilerinin gözünden kaçmıyordu[50]. Antlaşmanın parafe edilmesinin hemen ardından Çiçerin, 27 Ağustos gecesi Bekir Sami’yi çağırtarak, Sovyet yönetiminin yapacağı malî ve askerî yardıma karşılık Türkiye’den tek bir dileği olduğunu; Türk yönetimi Sovyet Rusya’ya karşı uyguladığı siyasayı değiştirmek ve Türk-Rus antlaşmasından vazgeçmek kararını alırsa, Sovyet yönetimine önceden bilgi vermesini istediğini bildiriyordu. Buna karşılık veren Bekir Sami, Ankara yönetiminin, Türk bağımsızlığını kısıtlayıcı böyle bir davranışta bulunamıyacağını ; esasen Türkiye’nin, Sovyet Rusya’nın bağlaşığı bile olmadığını uyarıyor; Rusya’nın dileği yerine getirilirse, “halk bizim para karşılığında ülkemizi sattığımızı söyliyecek ve BMM bizi kapı dışarı edecek” diyordu. Bunun üzerine özür dileyen Çiçerin, aynı öneriyi bu kez değişik biçimde öne sürmeye çalışıyor; yanların birbirlerinin siyasalarını bilmelerinin önemine değinerek, “siyasasını değiştirmek isterse, bir yan diğerine bilgi vermelidir” biçiminde bir madde kaleme alınmasını öneriyor; İtilâf devletleri, Ruslara, Türkiye konusunda gizli öneride bulunurlarsa, Bolşeviklerin bu konuda Türkiye’ye bilgi vermekten zevk duyacaklarını; Türklerin de buna benzer biçimde karşılık vermelerini dileyordu[51]. Bu önerisi Türk kurulunca kabullenen Çiçerin, yine Ermeni sorununu ortaya atıyor; Doğu yolunu açmak için ilk olarak diplomatik tedbirler almaya, başarı sağlanamazsa, ileride güce başvurmaya söz veriyordu.
Doğu yolunun açılması, Kemalistlerce en önemli konulardan biriydi. Çiçerin, bu konuya değinmekle Bekir Sami’nin ilgisini çekerek, Ermenilere Doğu illerinden toprak verilmesi konusunda pazarlığa girişebileceğini sanıyordu. Misak-ı Millî’nin Türk-Ermeni sınırıyla ilişkin bölümüne karşı çıkan Çiçerin, bu sınırın etnografik ilkelere göre tekrar çizilmesi için Misak-ı Millî’de bazı değişiklikler yapılmasını öneriyordu. Bekir Sami’nin, Türk kurulunun Misak-ı Millî’de herhangi bir değişiklik yapmak yetkisi olmadığını ve Türkiye’nin Kafkaslarda başka bir sınır kabullenemeyeceğini öne sürmesi üzerine, Çiçerin, Türkiye’nin Doğu illerinden Van ve Bitlis’de Ermenilere toprak verilmesi gereğinde direniyor; ona karşılık veren Bekir Sami, Türkiye’de Ermeni illeri olmadığını; Ermenilerin Türklerle birlikte karışık ve dağınık biçimde yaşadıklarını; hiç bir yerde çoğunlukta olmadıklarını; Ermenilere bu illerden herhangi birini vermenin aklın alamıyacağı bir davranış olacağını; Müslüman çoğunluğun haklarını ayaklar altına alarak, çoğunluğu azınlığa kurban edeceğini; dahası, Sovyet ilkelerine karşı olacağını belirtiyordu.
Bekir Sami’nin bu güçlü görüşlerine karşın Çiçerin, Türkiye’ye yapılacak Sovyet yardımının Ermenilere toprak verilmesi koşuluna dayandığını öne sürüyor; bu sözlere şaşan Bekir Sami, Türkiye’nin, gerek Yunanlılara gerekse Ermenilere toprak vermemek amacıyla, bir yıldan beri İtilâf devletlerine karşı savaşmakta olduğunu hatırlatıyor; olağan bir dost bildiği Sovyet Rusya’nın, Türkiye’yi bölmek amacını güden İtilâf devletleri gibi davrandığını; dolayısıyla Sovyet dostluğunun yararlarını göremediğini bildiriyordu. Bekir Sami’nin bu önemli noktasına Çiçerin şu basit karşılığı veriyordu: İtilâf devletleri, Sivas ve Trabzon’u da kapsıyacak bir Büyük Ermenistan kurmak dileğindeydiler; oysa Sovyet Rusya, Ermenistan’a, nüfusuna göre küçük bir bölgenin verilmesini dileyordu. Çiçerin’in bu önerisine öfkelenen Bekir Sami, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ekonomik çıkarlarına aykırı bulduğu bu önerinin kabul edilemiyeceğini, ama Türkiye’de yaşayan ve evlerini bırakıp kaçan Ermeni göçmenlerinin Türkiye’ye dönmelerini kolaylaştırmak konusunda hükümetine salık vereceğini; Osmanlı uyruklu olmıyan Ermenilerin dönmelerine izin verilmiyeceğini bildiriyordu. Çiçerin, Ermenilerle ilgili dileğinde direniyor, Bekir Sami, bu sorunun kendi yetkisi dışında olduğunu ve hükümetine danışacağını belirtiyordu[52].
Bekir Sami, 30 Ağustosta BMM başkanlığına gönderdiği raporda, Sovyet önderlerinin, Ermeni ulusunun Batı’ya haksızlığa uğramış denli tanıtılmış olması yüzünden, Ermeni sorununu Türklerden yana çözümlemelerinin Batı proletaryası üzerinde kötü bir etki yaratacağından korktuklarını; ileride Ermenistan’ı Sovyetlere katmaya hazırlanmakla birlikte, bu ülkeye Osmanlı topraklarından az veya çok bir yer kazandırmakla, Erivan yönetimi içinde çalışan Ermeni komünistlerini tatmin ederek, Daşnak yönetimini en erken vakitte devirmek amacını güttüklerini bildiriyor; BMM’nin bu sorunu soğukkanlılıkla görüşerek, Sovyet Rusya ile olan ilişkilerin kesilip kesilmemesi ve kesilirse, Sovyetlerden beklenen yardımın başka yanlardan elde edilmesi imkânının olup olmadığının BMM ve Bakanlar Kurulunca büyük bir dikkatla saptanmasının önemine değiniyordu[53].
Sovyet önderlerinin tutumunu yansıtan bu rapor, Türk ulusal önderlerine âdeta şok etkisi yapıyordu. Mustafa Kemal, Moskova’da parafe edilen antlaşma tasarısını 18 Eylülde Türkiye’ye getiren Yusuf Kemal’le[54] görüştükten sonra, Bekir Sami’ye gönderdiği telyazısında, Van ve Bitlis illerinden bir bölgenin Ermenilere verilmesiyle ilgili Sovyet dileğinin, Ankara yönetimini, “kapitalizme ve emperyalizme” karşı giriştiği mücadelede, o güne dek olağan bir bağlaşığı saydığı Sovyet Rusya’nın görüş ve duygularının içtenliği konusunda pek haklı olarak kuşkuya düşürdüğünü; BMM’nin de bu sorunu görüşerek, Sovyet koşulunun Türk ulusunca asla kabul edilcmiyeceği sonucuna vardığını; dolayısıyla BMM ve Bakanlar Kurulunun, coğrafî, ırkî, siyasî ve iktisadî hiçbir ilke ile açımlanamayan ve bağdaşamıyan Sovyet önerisinin, ne pahasına olursa olsun kabullenemiyeceğini ; esasen böyle bir önerinin, Sovyetlerden bile gelse, ancak “emperyalist bir görüşün ürünü olduğunu”, çünkü söz konusu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Müslümanlardan oluştuğunu; Misak-ı Millî’de saptanan sınırdan bir küçüçük parçanın bırakılmasının, tüm düşmanlık dünyasına karşı sürekle savunulan kutsal sorunun yıkılmasına ve dolayısıyla ulusal direnmenin çökmesine, gerici İstanbul yönetiminin ve onu kendi “hayın amacına alet eden” İngiltere’nin Anadolu’da yayılarak etki ve egemenliğini güçlendirmesine yardımcı olacağını; bu olursa, Ankara yönetiminin, İstanbul yönetiminden değişikliği kalmıyacağını[55] ve tüm Anadolu halkının, Ankara yönetimine olan güvenini kaybedeceğini bildiriyordu. Yazısına devam eden Mustafa Kemal, Ankara’daki ulusal yönetimin Sovyet Rusya ile daha sıkı bağlar kurmayı içtenlikle dilediğini; Çiçerin’in öne sürdüğü öneriden vazgeçeceğini umut ettiğini; esasen Van ve Bitlis illerinde Ermeniler azınlıkta olduklarından, buraların onlara verilemiyeceğini, ama Türkiye’den göç eden Osmanlı Ermenilerinin, göçten önce yaşadıkları bölgelere dönmelerine müsaade verilebileceğini Çiçerin’e bildirmesini; Çiçerin, Ankara’nın bu görüşlerini kabullenirse, iki ülke arasında parafe edilen anılaşmayı imzalamasını; antlaşma imzalanmazsa, daha bir süre Moskova’da kalmasını Bekir Sami’ye öneriyordu[56].
Altı gün sonra, BMM Dışişleri Bakanlığı da Bekir Sami’ye gönderdiği telyazısında, İstanbul’da yeni kurulan Tevfik Paşa Kabinesindeki Bakanların adlarını veriyor, şöyle diyordu :
“Hemen tüm üyeleri ulusal akıma yandaş olarak tanınmış kişilerden oluşan bu kabinenin kuruluşuna İngilizlerin izin vermelerinin nedeni, Anadolu halkını Batıyla uyuşabilmek umuduna düşürüp, Bolşevik ve İslâm dünyalarının önem ve ciddiyet alan içten bağlarını koparmak ve hiç olmazsa yanları kuşkuya düşürmektir. Ulusal davranışın bir zaferi gibi gösterilen İstanbul’daki bu değişikliği ve İngilizlerin Ankara yönetimiyle uyuşmak için ülkede tanınmış ve herkesin saygısını kazanmış kişileri görevlendirmesi, olağanüstü bir durum yaratıyor. Bu durumun Rus yönetimine anlatılması ve bundan böyle Van ve Bitlis’den söz etmenin imkânsız olduğunun bildirilmesi gereklidir. Rus önerisi, İstanbul ileri gelenlerine, halk üzerinde olağanüstü bir etki kazandıracaktır. Dolayısıyla Rus yönetimi, Türk ulusunun Emperyalizme karşı mücadelesini eski inanç ve direnişle sürdürmesini dileyorsa, söz konusu dilekten ivedilikle vazgeçerek dostluk antlaşmasını imzalamalıdır [57].”
Türk ulusal akımının önderleri, 1. Moskova Konferansı süresince Çiçerin’in Ermeni sorunundan hiç söz etmemesini, ama Türk-Rus dostluk paktı tasarısının parafe edilmesinin hemen ardından, bu sorunu ortaya atmasını oldukça acayip buluyorlardı. BMM’nce alınan ve 2 Eylül 1920’de Moskova’daki diplomatik kurula yönerge biçiminde gönderilen karardan, ulusal önderlerin görüşlerinin şu noktalarda yoğunlaştığı anlaşılıyordu: Bolşevik Rusya, İslâm ve Türk ülkelerinde kendi egemenliğini kurmak dileğindedir. Türkiye’nin kurtuluşunu ve özellikle İslâm ülkeleriyle coğrafi ve siyasî bağlarını geliştirmesini dilemiyor. Sonra savaş araçları açısından oldukça yoksul düştüğünden, çoğu Müslüman ülkeleri olmak üzere dünyanın her yanından yardım için yapılan başvurmaları yerine getiremiyor. Ancak iç durumu dolayısıyla, İslâm dünyasını tatmin etmek ihtiyacından henüz kurtulmadığı gibi, Batı devletleriyle bir denge yaratmak için, İslâm dünyasında kışkırtmalarda bulunabilmek gücünü sürdürmek zorundadır. O güne dek Türkiye’ye karşı uyguladığı tutumun diğer İslâm ülkeleri üzerinde kötü etki yaratmasını önlemek, özellikle İngiltere’ye karşı etki ve gücünü duyurmak için, Türkiye’nin mücadelesine yandaş görünmek; kendisinden istenen ve veremiyeceği araçları sağlamayı söz kalabalıklarıyla geçiştirmek, verebileceklerini de mümkün olduğu kadar ertelemek amacı gütmektedir.
Batı devletleriyle anlaşırsa, Türkiye’yi bırakmak ya da feda edebilmek için, Türklerle kesin bir bağlantıya girişmemek; İslâm ülkelerinin Türkiye’nin etkisine girmelerini önlemek amacıyla, aralarındaki bağı engellemek; Ermeni sorunu nedeniyle, Batı Hıristiyan dünyasında Türkiye’ye karşı yerleşen zararlı görüşleri kışkırtmaktan kaçınmamak; Türkiye’nin bağımsız bir siyasa uygulamasını engellemek amacıyla, Bolşevizmi Türkiye içinde olupbitti biçimine getirip, Türkleri serbestçe uyuşamıyacak bir kerteye getirmek; ülkenin yöneticilerini ortadan kaldırarak, Türkiye’nin yönetimini Moskova’ya bağlamak denli amaçlar güdüyordu.
Bolşeviklerin görüşünce, Türkler, Azeriler ve Kuzey Kafkasyalılar, aralarında bağ kurarak üstün bir duruma gelirlerse, hem Batılı devletler, hem de Bolşevik Rusya için kesin bir darbe indirebilecek güç haline gelebilirlerdi. Bu durumda Türkler, kendilerine en çok çıkar sağlayacak yana kayarak mücadeleden kaçınabilirlerdi; sonra Türkiye’nin çıkarlarının çoğunluğu Batılı devletlerin baskısı altındaydı. Bu nedenle Bolşevikler, o güne dek hiçbir fedakârlık karşılığı olmıyarak, Türkiye’nin kendi ellerinde bulunduğu biçiminde propaganda yapıyorlar; bunu, İngilizlerle pazarlıkta değerli bir koz olarak kullanıyorlar; Türkiye’ye bir kuruş vermiyerek onu avutabiliyorlar; Azerbaycan’ı kolayca işgal ve istismar ediyorlar; Türkiye’nin Müslüman ülkelerle bağ kurmasını engellemekle birlikte, Ermeni sorununu Ermenilerden yana çözümleyebilecek bir durumda olduklarını, gerek Ermenilere ve gerek Batı dünyasına kanıtlamak istiyorlardı. Bu sırada umut ettikleri gibi, Leh saldırısı sona erer ve (Beyaz Rus generali) Wrangel’i yenerek, içerideki engeli ortadan kaldırırlarsa, gerçekte hiçbir sorumluluk altına girmedikleri Türkiye “ve yıkıntıları üzerinde” Batılı devletlerle bir genel pazarlığa girişebilirlerdi.
Bolşevikler, bu programlarında, Kemalist Türkiye’nin uyguladığı tutumdan yararlanmakla birlikte, Türklere karşı duydukları ihtiyaçtan kurtulamamışlar; gerek Türk sınırlarında, gerekse diğer ülkelerde, Türkiye’yi Bolşevize edecek örgütleri kurmuşlar, ama Türkiye’yi henüz ellerine geçirememişlerdi. Wrangel gücü, Bolşeviklerce aldatılan Kuzey Kafkasya İslâm halkı ve Küban Kazaklarıyla ilişkiler kurmuştu. Müslümanlar, Wrangel’e etken biçimde yardım ederlerse, Bolşevizmin Asya’daki tehlikesi ortadan kalkmış olacaktı. Esasen Kafkasya’daki Müslüman ulusları, Bolşevikliğe bir yıl önceki kadar eğilimli değillerdi. Son günlerde çıkan olaylar ve kötü işlemler nedeniyle, Bolşeviklere karşı yapılacak kışkırtmalara kolayca katılabilirlerdi.
Bu olasılıklar önünde Bolşevikler, Türkiye’de ivedilikle komünist devrimi yapmak yoluna gidecekler, ama bunda başarı sağlıyamıyarak Kemalistlerin dileklerini kabullenmek ve gerçek bir ittifak yapmak zorunda kalacaklardı. Bu durum önünde, Kemalistlerin Bolşeviklere karşı uygulayacakları siyasa ne olmalıydı? Doğu sınırlarında ve çeşitli bölgelerde gizli örgütler aracılığıyla yapılan komünist kışkırtmalarına karşı koymak; bu akımı açık ve ılımlı olarak hükümetin yönetiminde bulundurmak; özellikle gizli Bolşevik örgütünün Ordu içine girmesini engellemek; Kuzey Kafkasyalı, Azerî, Arap, Hintli ve tüm Müslümanların, Ruslara karşı veya Ruslardan yana bir tutum saptamak için Türklerin Bolşeviklerle bağlaşık olup olmadıklarını sordukları Ruslara bildirilmeliydi, çünkü tüm Doğu ulusları, Türkleri halen Bolşeviklerin bağlaşığı sanıyor ve Ruslardan umut ve kurtuluş bekliyorlardı. Gerçek olmıyan bu durum sürdürülmemeliydi. Türkler Ruslarla bağlaşık olacaksa, bir an önce bunu karara bağlayıp açıklamaları; olmıyacaklarsa, bunu da ivedilikle bildirmeleri gerekiyordu. Türkler de ona göre davranacaklar; Azerbaycan’la bağ kurmak için Ermenilere karşı bir olupbitti yaratmak amacıyla, Moskova’nın onayını almadan ilk fırsattan yararlanacaklardı[58].
4. Türk - Ermeni Savaşı ve Gümrü Antlaşması :
Ermeni sorunu, Türk-Sovyet dostluk görüşmelerinin kısa bir süre için kesintiye uğramalarına neden teşkil etmişti. Bu yüzden Kemalistlerin Ermenistan’a karşı besledikleri düşmanca duygular artmış bulunuyor; Erivan’daki Daşnak yönetimi, bu duygulan her vesile ile kamçılayıp duruyordu. Ermenistan, Türkiye’nin Doğu illerine göz dikmekle kalmıyor, aynı zamanda Kafkaslarda Türkiye ile Sovyet Rusya’nın arasını tıkayarak, Sovyet Rusya’dan Anadolu’ya yardım gönderilmesini engelliyor; Pontus Rumları ve İtilâf devletleriyle düzen çeviriyordu. Esasen İtilâf devletleri, Türkiye’nin Doğu illerinde kurulacak ve Sevr Antlaşması gereğince sınırı, Amerika devlet başkanı Wilson’ca saptanacak bir Büyük Ermenistan devleti kurulmasını kabullenmişlerdi[59].
1920 yılının kışında, Kilikya’da, Türklere karşı bir öç alma savaşı açan Ermeniler[60], daha sonra kendi sınırlarına yakın yerlerde yaşayan Müslümanlara karşı bir ezgi ve baskı siyasası uygulamaya başlıyorlardı[61]. Ermeni yönetimi tümüyle Daşnaksutium derneğinin üyelerinden oluşuyordu. Ermeni sorununu Batıya tanıtmak amacıyla Türkiye’de kurulan bu örgüt, Ermeni siyaset sahnesinde büyük bir güç haline geliyor; Ermeni halkı arasında teröre başvurarak sağladığı paraları silâh ve mühimmat satın alımına harcıyordu. Daşnak örgütünün başlıca amaçlarından biri de, Müslüman halka karşı nefret duygularını kamçılamaktı. Ermeni soyunun daha ileri görüşlü ve demokratik elemanlarıyla işbirliği yapmaktan kaçman bu örgüt, “fetih olmadan barış olamaz” ilkesine inanıyor; Ermeni sorunuyla ilgili herhangi bir kararla tatmin olmuyor; Erivan’dan Akdeniz’e kadar uzanacak bir Büyük Ermenistan kurma düşünün ardından koşuyordu[62].
Ermenilerin bu amaçlarını iyi bilen Kemalistler, Sevr Antlaşmasına karşı çıkarak ulusal Türk yönetimini tanımalarını; Türkiye ile Rusya arasındaki yolun açılmasına yardımcı olmalarını ve Müslümanlara karşı girişilen ezgi ve kırım davranışlarına son vermelerini sağlamak için, Erivan yönetimini bir an önce ortadan kaldırmak veya ezmek amacını güdüyorlardı[63]. Daha 1920 yılı Nisanında, Kâzım Karabekir, Ermenistan’a karşı askerî harekâta geçmesi için BMM’nden izin istiyor, ama Mustafa Kemal, ona verdiği karşılıkta, barış konferansının Türkiye ile ilgili kararları henüz bilinmeden, böyle bir harekâta girişmenin, Türkiye’nin çıkarlarından yana olmıyacağını, çünkü İtilâf devletleriyle bir anlaşmaya veya uzlaşmaya varmak fırsatını yitirmiş olacağını; Amerika kamuoyunu Türkiye’ye karşı ve herkesi İngilizlerden yana çevirebileceğini; böylece İngilizlere, Türklere karşı olan plânlarını uygulamak fırsatının verilebileceğini; sonra Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye karşı olan niyetini öğrenmeden davranmanın hatalı olacağını bildiriyordu. Mustafa Kemal’e göre, Türklerin o sırada Ermenilere saldırmaktan kaçınmaları, ama Sovyet İslâm devletlerinin milis kuvvetlerini, bu denli saldırılarda bulunmak üzere gizlice takviye ederek kışkırtmak gerekiyordu[64].
Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos’un, ileride Sevr’de Osmanlı yönetimine zorla kabul ettirilecek barış antlaşması koşullarını, vaktinden önce 13 Mayısta Yunan Millet Meclisinde açıklaması[65] ve 28 Mayısda Ermeni yönetiminin, Türkiye’nin Doğu illerini ilhak edeceğine dair “Türkiye’ye karşı âdeta bir savaş ilânı” olarak nitelenen[66] bir bildirge yayınlaması üzerine Kâzım Karabekir, 30 Mayısda yeniden Ankara’ya başvurarak, Ermenilere karşı harekete geçmek önerisini tekrarlıyor, ama bu konuda hâlâ gönülsüz davranan Mustafa Kemal, Bolşeviklerle ilişkilerin biçimi henüz bilinmediğinden ve Türk askerî gücü yeterli olmadığından, Karabekir’in önerisini onaylamıyordu. 4 Haziranda Kâzım Karabekir, seferberlik ilân etmek için izin istiyor; bu kez dileği yerine getiriliyor; üç gün sonra Erzurum, Erzincan ve Van’da seferberlik ilân ediyordu[67]. Ama Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, 16 Haziranda gönderdiği bir nota ile, Ermenilere karşı harekâta geçilmesini onaylamıyarak arabuluculuk önerisinde bulununca, Kemalistler, o sırada Kars’dan Ankara’ya gitmekte olan Bolşevik diplomatik kurulunun Ankara’ya ulaşacağı güne dek askerî harekâtı ertelemek kararını alıyorlardı[68].
Bu arada, Ermenilerin Müslümanlara karşı giriştikleri kırım davranışları dayanılmaz bir kerteye geliyordu. Haziran ayında Oltu ilçesini istilâ eden Ermeniler, Türk halka ezgi yapıyor; Kemalistleri âdeta savaşa kışkırtıyorlardı[69]. BMM yönetimi Dışişleri Bakanlığı, 7 Temmuzda Ermenilere kesin süreli bir öneri (ültimatom) göndererek, Brest Litovsk ve 1918 Batum Antlaşmaları gereğince Türkiye’nin bir parçası ilân edilen Oltu’nun ivedilikle boşaltılmasını talep ediyor; bu antlaşmalardan doğan anlaşmazlıkların “hak ve adalet” ilkelerine göre, barış yoluyla çözümlenmesi gerekirken, bu Ermeni saldırganlığının, Türklerin Ermenistan’la komşu olarak dostça ve iyi ilişkiler sürdürmek yönündeki dileğine aykırı ve “itiraz götürmez Türk haklarına karşıt yandaşlık” olduğunu bildiriyor; Ermeni ordusunun ivedilikle Oltu’dan çekilmesi buyruğunu tekrarlıyordu[70]. Buna Ermenistan Dışişleri Bakanı adına karşılık veren M. Terakopian, Osmanlı yönetimi adına imzalanan Brest Litovsk ve Batum Antlaşmalarını Ermenistan’ın tanımadığını, çünkü birinci antlaşmayı imzalamadığı gibi ikincisini onaylamadığını; Ermeniler Türkiye ile ve diğer tüm uluslarla iyi komşuluk ilişkileri kurmak dileğinde olmakla birlikte, her ulusun “tarihî, etnografik ve ekonomik haklarını” görüşmelerde esas olarak tutmak gereğini duyduklarını; dolayısıyla Türkiye’deki “Ermeni ili üzerindeki itiraz götürmez haklarından” vazgeçemiyeceklerini; Oltu ilçesinin Ermeni Cumhuriyetinin “kesin bir parçası” olduğunu ve Türk ordusunun bu ilçede saldırgan davranışlarda bulunmasına izin verilmiyeceğini bildiriyordu[71].
Ermeniler, Oltu ilçesinden çekilmemekle kalmıyor, Türkiye’nin Doğu illerini de istilâya hazırlanıyorlardı. İstilâ plânlarıyla uğraşırken, Erivan yönetiminin eski Cumhurbaşkanı M. Hatissiyan, çeşitli Ermeni toplumlarından 20 milyon dolarlık bir kredi sağlamak amacıyla, Erivan yönetiminin resmî ve yetkili temsilcisi olarak Avrupa başkentlerini geziyordu. Sağlanacak paranın yarısı, Türkiye’nin Doğu illerini işgalde gerekli askerî masrafları karşılamada kullanılacaktı. 19 Temmuzda Londra’da, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası yetkililerinden D. G. Osborne’la görüşürken, Türk illerini ivedilikle işgal etmesi için Ermenistan’a yetki verilmesini; Ermeni ordusu, Yunanlıların Anadolu’da askerî harekâta geçtikleri o sırada derhal ilerlerse ve Trabzon'daki İngiliz donanması yardımcı olursa, Türklerin ciddî direnişte bulunmalarına fırsat verilmeden büyük bir başarı sağlanması olasılığından söz ediyordu. O sıralarda bir Ermeni saldırganlığını, “sonuçları belirsiz, dilenmeyen, düşüncesiz davranış” olarak niteliyen İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türklerin Ermenilere karşı Kilikya’da misilleme davranışlarında bulunmalarından korkarak, Hatissiyan’m önerisini desteklemiyordu. Sonra Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un, Ermenistan’ın sınırları konusunda henüz bir karara varmadığı sırada Doğu illerini işgale kalkışmak, vaktinden önce bir davranış olacaktı[72]. İngiltere’nin bu Ermeni macerasını onaylamamasının önemli bir nedeni daha vardı (ama Lord Curzon bunu açıklamıyordu): Osmanlı murahhasları, barış antlaşmasını Sevr’de imzalamaya hazırlanıyorlardı; dolayısıyla bu Ermeni davranışı, barış plânlarını altüst edebilirdi.
Türklere karşı İngilizlerin desteğini kazanamıyan Ermeniler, bu kez Ermeni koruyucusu kesilen Birleşik Amerika’nın yerini almıya çalışan Sovyet Rusya ile düzen çevirmeye başlıyorlardı. Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, 20 Temmuzda Ermenistan Dışişleri Bakanı H. Ohanciyan’a gönderdiği yazıda, Sovyet Rusya’nın Ankara yönetimiyle kurmaya çalıştığı dostluk ilişkilerinin başlıca amaçlarından birinin, Anadolu’da Ermeni halkı için yeterli toprak sağlamak olduğunu ve Sovyet temsilcisi M. Legrand’ın bu konuda Ermeni ileri gelenleriyle görüşmelerde bulunmak üzere Erivan’a gönderileceğini bildiriyordu[73]. Bu sorunu pazarlık konusu yapmak isteyen Ermenistan Dışişleri Bakanı Ohanciyan, 27 Temmuzda Çiçerin’e verdiği karşılıkta, Sovyet Rusya’nın Ermenilere vermek istediği içten güvencenin gerçekte haklı gösterilemiyeceğini, çünkü Türk ulusal yönetiminin, Ermenilerce “yıkıcı” olarak nitelenen Brest Litovsk Antlaşmasına dayanarak, Ermeni ordusunun Oltu ilçesinden çekilmesini istediğini bildiriyor; ama Rusların düşmanlığını kazanmak istemediğinden, onlarla “içten görüşmelerde bulunmak üzere” bir Ermeni kurulunun görevlendirilmiş bulunduğunu ekliyordu[74].
Sovyet yönetimi, Kemalistlerin Ruslardan önce davranarak Ermenistan’ı işgal etmelerine fırsat vermemek amacıyla, Erivan yönetimiyle bir anlaşmaya varmak yönünde meydana gelen tek fırsattan yararlanarak, Ermeni yönetimini memnun eder düşüncesiyle, bu yönetim temsilcileriyle 10 Ağustosta bir anlaşma imzalıyor; Kemalist Türkiye ile Sovyet Azerbaycan arasında bulunan Nahcivan’ı ve Culfa’dan Şahtahtı’ya değin uzanan demiryolunu Ermenilere bırakıyordu. Sovyet yönetiminin bu davranışı Kemalistleri gücendiriyordu, çünkü Türkiye ile Rusya arasında bulunan ve Azerbaycan’dan geçen yolu tıkayor; Sovyetlerin Türkiye’ye etken olarak askerî yardımda bulunmaları imkân ve umudunu ortadan kaldırıyordu.
Türk ulusal önderlerinin de bu kez anladıkları gibi, Ermeni sorunu ancak Daşnak yönetimini baş eğici duruma getirecek askerî bir harekâtla çözümlenebilirdi. Ama böyle bir harekâtı başlatmakla suçlanmayı dilemediklerinden, ilk davranışın Ermenilerden gelmesini bekliyorlardı. Çok geçmeden bekledikleri oluyor: Ermeniler, Rusların kendilerine gösterdikleri hoşgörüden cesaret alarak, 24 Eylülde Kötek ve Bardiz ilçelerinde saldırıya geçiyor, kısmen başarı sağlıyorlardı. Dört gün sonra General Karabekir komutasında karşı saldırıya geçen Türk ordusu, Sarıkamış’ı alıyor; 30 Eylülde Oltu ve Ardahan arasındaki Merdenek kasabasına giriyordu[75].
Türk-Ermeni savaşı sürerken Kemalistler, Daşnakların bu saldırganlıktan sorumlu olduklarını; Müslüman halka her türlü ezgi ve işkence yaptıklarını; İtilâf devletlerinin elinde alet olduklarını; Türk Doğu Ordusunu uğraştırmak ve başka yerlerde kullanılmasına engel olmakla Yunanlılara yardımcı olduklarını; Sevr Antlaşması gereğince hak iddiasında bulundukları Doğu illerini istilâ ederek, Basra’dan Karadeniz’e kadar uzanacak ve İtilâf devletlerinin etkisi altında olacak büyük bir Ermenistan kurarak, Yunanlıların Batıda oynadıkları rolü Kafkasya, Doğu Anadolu ve İran bölgelerinde oynamak fırsatını kolladıklarını; dolayısıyla BMM yönetiminin, kış gelmeden Daşnaklara bir ders vererek Türk topraklarını istilâ umutlarını suya düşürmekten başka çıkar yolu olmadığını o sıralarda Moskova’da bulunan Türk kurulu başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami aracılığıyla Sovyet önderlerine bildiriyor; Ermenilere karşı girişilecek mücadelede Moskova’dan yardım dileyor ve Daşnakların yenilgiye uğratılmalarından sonra, Ermenistan’da, Türkiye ve Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler kurulmasına önem verecek “aklı başında bir yönetimin” işbaşına geçmesi umudunu beyan ediyordu[76].
Ankara’nın bu diplomatik davranışına Erivan yönetimi iki türlü tepki gösteriyordu: 1. Londra’daki Ermeni temsilcisi M. Taftaciyan’a, Doğu savaş kesimindeki Ermeniler üzerinde Türk baskısını hafifletmek amacıyla, Batı savaş kesimindeki Yunan ordusunun Türkler üzerinde baskı kullanması için ivedilikle Yunan Başbakanı Venizelos’a başvurmasını öneriyor (ama bunda başarı sağlıyamıyordu)[77]; 2. Türk ilerlemesini durdurması için Moskova’ya başvurarak Türkleri saldırganlıkla suçluyor; bir Sovyet elçisinin dostluk ilişkileri kurmak amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere Erivan’a ulaşacağı bir sırada, “Rusya’nın bağlaşığı” bulunan bir ülkenin ordusunun düşmanca davranışlara başladığını, bu yüzden Ermenilerin, Rusların dostluk gösterilerinden kuşkulandıklarını bildiriyor; Moskova, “Türk saldırganlığını” durdurur ve Türk ordusunun eski sınırlara dönmesini sağlarsa, iki ülke arasındaki barış görüşmelerinin sükûn içinde ve daha içten yapılmalarına yardımcı olacağını ekliyordu[78]. Moskova buna verdiği karşılıkta, Sovyet yönetiminin Türk ilerlemesini durdurabileceğini ve gerekirse, Türkiye’deki “Ermeni topraklarının” bir kısmının boşaltılmasını sağlayabileceğini, ama Erivan yönetiminin Sevr Antlaşmasından vazgeçerek, Sovyetlerin İtilâf devletlerine karşı Mustafa Kemal’e yardım gönderebilmeleri için, Şahtahtı-Nahcivan demiryolunu geçici bir süre ile geri vermeleri gerektiğini bildiriyordu[79].
Ermeni Daşnak önderleri, bu Rus önerisine uyacakları yerde, İtilâf devletleriyle düzen çevirmeyi sürdürüyor; Erivan’daki İngiliz temsilcisine Sovyet önerileri hakkında tam bilgi veriyorlardı. Tiflis’deki İngiliz temsilcisi Albay Stokes, Rusların blöf yaptıklarını öne sürerek, Ermenileri, tüm halkı silâh altına çağırmaya üsteliyor; Gürcistan yönetiminin Ermenilere elden gelen her yardımı gizlice yapacağını; durum tehlikeli bir kerteye gelince, Ermenilerden yana savaşa gireceğini bildiriyordu. Öte yandan Lord Curzon’a başvuran Albay Stokes, İngiliz yönetimini, daha önce önerdiği gibi 20.000 sterlin sağlamaya ve Dağıstan’la Kafkasya’da yaşayan ama Sovyet yönetiminden memnun olmıyan Müslüman halk arasında bir isyan başlatmaya çağırıyor; bu çağrısı etkisiz kalıyordu[80].
Böylece, Ermenistan’la Gürcistan arasında askerî bir pakt imzalama çabaları olumlu bir sonuç getirmiyordu çünkü Gürcistan, Ermeni sorununu desteklemek amacıyla savaşa girerse, halkın bu davranışı desteklemiyeceğini; Türkleri gücendirerek Gürcistan’daki büyük İslâm toplumu arasında isyan çıkmasına yol açacağını ve o sıralarda ticaret maksatları için Azerbaycan ve Sovyet Rusya ile yapmakta olduğu görüşmeleri tehlikeye düşürmüş olacağını anlıyordu[81]. Esasen Kemalistler, 9 Ekimde Gürcistan’a başvurarak, iki ülke arasında dostluk ilişkileri kurulmasını; aralarında askıda kalan herhangi bir sorunun dostça çözümlenmesini öneriyor, Ermenistan’a saldırışlarının nedenlerini anlatmaya çalışıyorlardı. Buna verdiği karşılıkta Gürcistan yönetimi önce kaçamak yapıyor, sonra da kendisine saldırılmıyacağma, Batum ve Ardahan illerini kapsamak üzere iki ülke arasındaki sınırın yeniden çizileceğine dair Kemalistlerden güvence istiyordu[82]. Kemalistler, istenilen güvenceyi 21 Ekimde veriyor; dost ve güçlü bir Gürcistan görmeyi yeğ tuttuklarını bildiriyor; aynı zamanda, Gürcistan yönetimiyle görüşmek üzere Albay Kâzım’ı Tiflis’e temsilci atayorlardı[83]. Ermenilerin başına gelen akıbetten kaçınmak ve bağımsızlığını sürdürmek istiyen Gürcistan, daha önce verdiği söze karşın Ermenilere açıktan açığa yardımda bulunamıyordu[84].
Ermenilerin tek umudu Gürcistan değil, Sovyet Rusyaydı. 22 Ekimde Moskova’ya gönderdikleri notada, Erzincan’dan geçen ve Trabzon’dan Harput’a kadar uzanan bir hattı Ermenistan’ın Batı sınırı olarak talep ediyorlardı[85]. Bakü ve Moskova’da yüksek katlarda çalışan Ermeni komünistlerinin, Ermeni basınıyla işbirliği yaparak, Türklere karşı ve Ermeni sorunundan yana sürekli çalışmaları yüzünden bu kez Moskova, Ermeni sorununa fazlasıyla sempati göstermeye başlıyordu. Komünist Ermeni önderleri, Kemalistlerin şövenistlikle davranarak, Azerbaycan’daki karşıcıl ihtilâli kışkırttıklarına ve Azerbaycan’la birleşerek, Ermenistan’ı ortadan kaldırdıktan sonra Batum’u işgal edeceklerine Moskova’yı inandırıyor; Gürcsitan’la Ermenistan’ın, Türkiye ile Azerbaycan arasında bir barikat olarak tutulmalarının önemine değiniyorlardı. Bunun üzerine harekete geçen Ruslar, Tiflis’de yayınladıkları bir genelgede[86], “Türk saldırganlığıyla” bir ilişkileri olmadığını; “Ermenistan halkına karşı dostça duygular beslediklerini” açıklıyor; aynı zamanda, 9 Kasımda Ankara’ya varan ilk resmî Sovyet kurulunun geçici başkanı Upmal Angarskii aracılığıyla, Türklerin Ermenistan’da ilerlemelerini durdurmalarını dileyerek, iki ülke arasında yeniden arabuluculuk önerisini öne sürüyorlardı. Ermenistan sorunuyla ilgili olarak, Türk- Rus ilişkileri o kadar bunalımlı bir kerteye gelmişti ki, Moskova’daki Bolşevik önderleri, “ her an savaşa girmeye zorlanabiliriz” biçiminde söz ediyor[87], Batılı siyasî çevreler ise, Türkiye ile Rusya’nın arasının ciddî olarak açıldığına inanıyorlardı[88].
Tiflis’deki İngiliz temsilcisi Albay Stokes, 6 Kasımda Lord Curzon’a gönderdiği kapalı telyazısında, Türklerin Ermenistan’ı “istilâ” etmeleri sonucunda Orta Doğu’daki durumun değiştiğini; Kemalistlerin Azerbaycan’ı kendi kontrollerine almak amacını güttüklerini, ama Bolşeviklerin buna engel olmaya çalışacaklarını, dolayısıyla iki ülke arasında ayrılık tohumları serpileceğini; Ruslara karşı Türklerin dostluğunu kazanmak zamanının geldiğini ve İtilâf devletleri, Türkiye’de Yunan yayılmasını destekleyen siyasayı bir yana bırakmakla bu dostluğu sağlayabileceklerini, böylece tüm İslâm dünyasını kendilerinden yana çekebileceklerini bildiriyor; Mustafa Kemal’le ilişki kurmayı öneriyor, ama önerileri kabul edilmiyordu [89].
İngiltere’de çıkan Manchester Guardian gazetesinin muhabiri Leese de, 13 Kasımda, Kemalist Türkiye’nin yardımıyla Müslümanlar arasında Bolşevik Ruslara karşı bir genel isyanın kışkırtılması olasılığına değinerek, Albay Stokes’un önerilerine benzer öneride bulunuyor, ama önerisi etkisiz kalıyordu[90]. Oysa Kemalistlerin Ermenistan içerilerine değin ilerlemelerini, Gürcistan, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya Müslümanları heyecanla izliyorlardı[91].
Takviye edilmek üzere bir aydan beri Sarıkamış-Laloğlu-Merdenek hattında duran Türk ordusu, 28 Ekimde Kars savaş kesiminde yeniden harekâta geçiyor[92], Ermeni gücünü Kars’ın iç kalelerine çekilmeye[93] ve 30 Ekimde, hiç direnmeden, tüm Kars şehrini Türklere bırakmaya zorluyordu. Kars savaşı sırasında Kemalistler, Bolşevik eğilimi göstererek Kars kalesini hiç direnmeden kendilerine teslim eden iki Ermeni taburunu tutsak etmişlerdi[94]. Avrupa’da en güçlü ve en modern istihkâmlara sahip bulunan Kars kalesi, Ermenilerin savunma sisteminin anahtarıydı. Kalede çeşitli çapta 700 top ve çok sayıda mermi bulunuyordu[95].
O sırada Oltu, Merdenek ve Kars, Türk işgali altındaydı. Türk ordusu Gümrü’ye saldırıyor, Ermenistan’ın başkenti Erivan’ın yakınlarına dek sokuluyordu. Kesin bir yenilgiyle karşı karşıya kalan Ermeni yönetimi, daha fazla kayıp vermemek amacıyla, 6 Kasımda Türklere başvurarak bir bırakışma imzalamayı dileyor; ertesi gün Gümrü’de bir bırakışma imzalanıyordu. Bırakışma koşulları kısaca şöyle idi: Ermeni ordusu Gümrü’yü boşaltarak Arpaçay ırmağının 15 kilometre Doğusuna çekilecek; barış görüşmeleri sırasında Türk ordusu Gümrü kalesini, demiryolunu ve şehrin 10 kilometre derinliğinde çevresini işgal edecek, genel düzeni ve halkın güvenliğini güven altına alacak[96].
BMM yönetimi Dışişleri Bakan vekili Ahmet Muhtar, 10 Kasımda Kâzım Karabekir aracılığıyla Ermeni yönetimine şu barış koşullarını gönderiyordu: 1. Türk-Ermeni sınırının saptanması: Halk, Bolşeviklerle Wilson’un ilân ettiği “ulusların kendi kaderlerini bizzat tayin etmeleri” (self-determinasyon) esasını kapsıyan uluslar ilkesi gereğince, kendi siyasî geleceğini bir plebisitle bizzat tayine çağrılacak. (Erivan yönetiminin, Batı ve özellikle İngiliz emperyalistlerine hoş görünmek için bu çözüme karşı çıkmasından korkulur) ; 2. Türkiye, komşu soyun özgür olarak güvenlik içinde gelişmesi ve Ermenistan’ın ekonomik kalkınması için her türlü yardımda bulunacak; 3. Yanlar, yurttaşlarının ve mallarının bir yerden diğer bir yere taşınmalarına izin verecek; 4. Türkiye, genel savaş sıralarında kendi topraklarından göç eden Ermenilerin yurtlarına dönerek yerleşmelerini ve uygar ülkelerdeki azınlıklara tanınan haklardan yararlanmalarını kabullenecek; 5. Türkiye, kendi güvenliği için Ermenistan’ın fiilî güvence vermes'ni talep eder[97].
Ankara’nın Ermenilere kabul ettirmek istediği bu barış koşulları, Kemalistlerin o sıralarda Ermenilere karşı besledikleri kuşkuyu açıkça yansıtıyordu. Ankara, Ermenistan’ın barış dileğinde bulunmasını, Doğu ve Batı dünyasından ayrı düştüğü bir sırada başına gelen felâketi geçici bir süre için savuşturmak amacına atfediyor; Ermenistan ayakta kaldıkça Türkiye’ye karşı Batı’nın bekçisi olmayı sürdüreceğine, Ermenilerle basit bir barış antlaşması imzalayarak geri çekilmemek gerektiğine, Ermeni'erin etkisiz bir duruma getirilmeleri gereğine inanıyor; bu nedenle Ermeni ordusunun terhis edilerek silâhlarının alınmasını; yeniden askeriye yaptırmasının önlenmesini; demiryollarının kontrolünü ve azınlıkta olan Müslümanların haklarının korunması özürüyle tüm Ermenistan’ın askerî işgalde tutularak, Türkiye’yi Azerbaycan’a bağlıyan demiryollarının Türklerin elinde bulundurulmalarını; silâhlarının bir an önce ellerinden alınmalarını; oradaki Türklerin silâhlandırılmalarını; Doğu ile Batı’yı bağlayacak ve Azerbaycan’ı bağımsız bir Türk yönetimi biçimine koyacak ulusal bir güç kurulmasına çaba harcanmasını salık veriyordu[98].
Ermeniler Türk barış koşullarını incelerken, 9 Kasımda Kâzım Karabekir onlara kesin süreli yeni bir öneri vererek, 24 saat içinde şu yeni koşulları kabullenmelerini talep ediyordu: çok sayıda silâh, mermi, taşıt aracı ve tren Kemalistlere teslim edilmeli[99]; Ermeni ordusu, 7 Kasım 1920 tarihli bırakışmada saptanan hattın Doğusuna, Erivan-Gümrü demiryolu üzerindeki Aras istasyonundan, Gökçe Gölü’nün Kuzey-Batı kıyısına kadar uzanan hatta çekilmeli; Kemalistler, Gürcistan’dan Ermenistan’a silâh kaçırılmasını önlemek amacıyla, Gümrü-Tiflis demiryolu üzerindeki Sanain ve Karaklis karakollarını kontrollerine almalı. Ermeni yönetimi bu yeni koşullara karşı çıkıyor, bunları görüşmek üzere Gümrü’de bir konferans düzenlenmesini öneriyordu[100]. Bu öneriyi kabullenmeyen Türkler, Ermenistan Cumhurbaşkanının iki ülke arasında arabuluculuk teklifinde bulunan Sovyet önerisini kabullenmemesinin ardından, 11 Kasımda yeniden ileri harekâta geçiyorlardı[101]. Amaçları, Erivan’ı işgal ederek Ermeni direnişine öldürücü bir darbe indirmekti; ama Ermeniler yeni bir bırakışma için yine Türklere başvuruyor; Türkler, Agin ve Anı’yı işgal ettikten sonra[102] 18 Kasımda Ermenilerle yeni bir bırakışma imzalıyor; her iki yan, barış koşullarını görüşmek amacıyla Gümrü’de bir konferansa katılmayı kabulleniyordu.
Türk saldırısı sırasında Ermenistan’a Batı’dan pek az petrol ve silâh yardımı yapılabilmişti. Ermeni propagandası, etrafa yaydıkları yalan haberler ve durmadan Batı’dan yardım ve sempati dilenmeleri, “önemli” saydıkları sorunlarına kötü etkide bulunuyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası yetkililerinden D. G. Osborne’nun 13.10.1920’de Londra’da bulunan Ermeni önderlerinden M. Aharonian’a da bildirdiği gibi, Ermeniler, “kurt geliyor” diye o kadar haykırıyorlardı ki, sonuçta büyük bir felâkete uğradıkları zaman, onların sorununa kimse büyük ilgi veya sempati göstermedi[103].
Kemalistlerin Ermenistan’a karşı kazandıkları zafer, tüm Anadolu’da büyük sevinçle karşılanıyor; Albay İsmet Bey, 28 Kasımda Kâzım Karabekir’e Eskişehir’den gönderdiği kapalı telyazısında:
“Doğu harekâtı bizi ve sorunumuzu yeniden diriltti. O kadar sıkılmıştık, o kadar daralmıştık ki, durumun nefes alacak kadar bir aralığa ihtiyacı vardı. Tanrının yardımıyla bunu sen başardın...” diyor ;
Mustafa Kemal, bu büyük başarısından ötürü Karabekir’i kutluyordu[104].
25 Kasım 1920’de BMM adına Kâzım Karabekir’in ve Ermenistan adına M. Hatissiyan’ın[105] katıldığı, bir hafta kadar süren barış görüşmeleri sonunda, 2 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzalanıyordu. Antlaşmanın başlıca koşulları şunlardı: Türkler, daraltılmış sınırlar içinde Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyor; anlaşmazlık konusu olan Kars ili ve Sürmelirem ilçesinin geleceğinin üç yıl içinde yapılması gereken bir plebisitle kararlaştırılması, bu süre içinde karma Türk-Ermeni jandarmasının söz konusu yerlerde barış ve düzenden sorumlu olmasını kabulleniyor; Ermenistan, Sevr Antlaşmasını tanımayarak Avrupa’daki temsilcilerini geri çağırmayı ve İtilâf devletlerinin temsilcilerini, bu devletler Kemalist Türkiye ile bir barış antlaşması imzalayıncaya dek, Erivan’a sokmamayı kabul ediyor; Ermeni ordusu 1.500 ere indiriliyor ama jandarma gücü sınırlanmıyor; Ermenistan’ın Türkiye’ye karşı diğer devletlerle yaptığı tüm antlaşmalar kaldırılıyor; Türkiye’deki Ermenilerle Ermenistan’daki Müslümanların diğer yurttaşlar gibi eşit haklardan yararlanmaları; iki ülke arasında en erken vakitte diplomatik ilişkiler, telgraf ve telefon ulaştırmalarının kurulması; Türk koruyuculuğu altında yerel özerklik verilecek İtur ve Nahcivan illerinin ileride uluslar (self-determinasyon) ilkesine göre kendi kaderlerini yine kendilerinin bir karara bağlamaları; Ermenistan saldırganlığa uğrar ve yardım dilerse, Türkiye’nin ona askerî yardımda bulunması; Ermenistan’ın silâh ithal etmemesi; her iki yanın, birbirinden savaş tazminatı istememesi; Antlaşmanın bir aya kadar onaylanması; Türk ordusunun, Ermeni ordusunun Antlaşmada saptanan sayıya indirildiği oranda Ermeni topraklarını boşaltması kabulleniyordu [106].
Daşnak yönetimi antlaşmayı henüz onaylamadan, Bolşevikler Ermenistan’ı ele geçiriyorlardı. Erivan’da Vratziyan kabinesinin işbaşından çekilmesi üzerine, bir diktatör kesilen Ermeni önderlerinden Dro, askerleri zaten başkente yaklaşmakta olan Delican ihtilâl komitesiyle ilişki kurarak Ermenistan’da bir Sovyet yönetimi kurulmasına yardımcı oluyordu. Erivan’daki Sovyet temsilcisi Legrand, Ermenistan’ın bağımsız kalacağını ve Sovyet Rusya’nın ona Zangezur ve Nahcivan bölgelerini vereceğini yeni Ermeni yönetimine bildirerek güvence veriyor; Gümrü’de yapılan Türk-Ermeni görüşmelerine karışarak Kâzım Karabekir’in canını sıkıyordu[107].
Erivan’da kurulan Bolşevik rejimi, yeni Ermenistan’ın Sovyet patronlarını memnun etmiyen[108] Gümrü Antlaşmasına sert bir dille karşı çıkıyor, bu Antlaşmanın Ermenistan’ı Türklerin koruyuculuğu altına getirdiğini öne sürüyorlardı[109]. Bolşevik Ermenistan’ın Dışişleri Bakanı Behzadiyan, 10 Şubat 1921’de BMM yönetimi Dışişleri Bakanı vekili Ahmet Muhtar’a gönderdiği yazıda, Kemalist Türkiye Gümrü Antlaşmasından vazgeçerse, “Batı Emperyalizmine karşı açtığı ulusal kurtuluş mücadelesinde” Sovyet Ermenistan’ın ona yardımcı olabileceğini; askıdaki tüm sorunların yakında Moskova’da yapılacak bir konferansta tatmin edici biçimde çözümleneceğine inandığını bildirerek, Türkleri, Gümrü ilçesindeki ordularını geri çekmeye ve Ermeni savaş tutsaklarını serbest bırakmaya çağırıyordu[110]. Buna karşılık veren Ahmet Muhtar, “İngiliz emperyalizminin uşakları olan” Daşnakların iktidardan düşürüldükleri haberine çok sevinen Türkiye’nin Gümrü Antlaşmasından vazgeçmesinin istenmesinin nedenini bir türlü kestiremediğini, çünkü bu antlaşma ile ancak Türklerin çoğunlukta oldukları ilçeleri geri aldıklarını bildiriyordu[111].
Bu ve benzer notalarla Ermeni sorunu sürdürülüyor; 1921 Martında Moskova’da yapılan Türk-Rus konferansında yeniden baş kaldırıyor, ama sınırlarının saptanması konusunda artık Ermenilere söz düşmüyor; tüm sorun, Moskova Antlaşmasıyla, Kemalistlerle Bolşevikler arasında çözümleniyordu[112]. Kemalistler Ermenistan’ı ezerlerken, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson, Sevr Antlaşmasına dayanarak, hattâ Ermenilerin bile istemediği Trabzon’un Batısındaki bölgeyi kapsamak üzere, Türkiye’nin Doğu illerinin büyük kısmını Ermenistan’a veriyordu. Ama Ermeniler, kendi varlıklarını sürdürecek direnme yeteneğini gösteremediler. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un da nitelediği gibi, Ermeni önderleri “değersiz kimselerdi[113].” Erivan’da Amerikan yardımından sorumlu bulunan Amerika Yüksek Komiseri Albay Haskell, Ermeni ulusundan “profesyonel dilenciler” olarak söz eder. Ona bakılacak olursa, Erivan Cumhuriyetinin sınırları dışındaki zengin Ermeniler, açlık çeken yurttaşlarına “on paralık” yardımda bulunmuyor; göçmenler için kurulan hastahaneleri işletmeye karşı çıkıyor; öte yandan ücretli Ermeni hastabakıcıları, hastahane malzemelerini çalarak satıyorlardı. Haskell, ayrıca şunları ekliyordu:
“(Ermeniler) hırsız, yalancı, tamamen alçalmış, kendi kendilerine yardım edemeyen, birbirlerine yardım etmek istemiyen ve her türlü şükran duygularından yoksun olan” kimselerdi.
Ermeni halkı arasında yurt duygusu olmadığı gibi, ülkede yönetici veya siyasî yeterlik, gelişmek için para ve kaynak da yoktu.
Ermenilerin karakterini iyi bilen İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Lord Hardinge de, Albay Haskell’in bu görüşlerine katılıyor, “Ermenilerin karakterini iyi bildiğimden, onların bu biçimde nitelenmeleri beni şaşırtmıyor” diyordu[114]. Ermenilerin kendi yurtlarını kurtarmak için gerek Kemalistlere gerekse Bolşeviklere karşı etken bir mücadeleye girişmemiş olmalarına işte bu nedenlerden ötürü şaşmamak gerekir.
6. İkinci Moskova Konferansı ve Türk-Rus Dostluk Antlaşması :
Türk-Ermeni savaşının sonuna doğru Kemalistlerle Bolşevikler arasındaki ilişkiler âdeta kesilecek bir kerteye geliyordu. Rusların görüşünce, Kemalistler can sıkıcı birçok davranışlarda bulunmuşlardı. Ruslar, Kemalistlerin Daşnak Ermenistan’a indirmiş oldukları büyük darbeden etkilenmekle birlikte, Polonya savaş kesimindeki askerî harekâtı bitirip, General Wrangel ordusunu yendikten sonra Ermenistan’ı bizzat işgal etmeyi tasarladıklarından, Türklerin bu davranışlarına çok kızıyorlardı. Kemalistlerin Kafkasya’da ivedilikle ilerlemeleri; Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’da onlara karşı gittikçe artan iyi duygular[115], Bolşeviklerin sinirlerini bozuyordu. Kafkaslardaki Daşnak önderleri ve Müslüman “zenginleri”, Türklerin Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzey Kafkasya’daki İslâm ülkelerini Bolşevik etkisinden uzaklaştırmak amacıyla, Bolşeviklere karşı İtilâf devletleriyle birleştikleri söylentilerini etrafa yayıyorlar; Kemalistler, bağımsız bir Azerbaycan devleti kurmak çabalarıyla ilişkin gösteriliyorlardı. Bu ve benzer söylentiler, Bolşevik ihtilâl çevrelerinde Kemalistlere karşı kuşku yaratıyor[116], onlarla kurulacak ilişkiler konusunda Bolşevik önderleri arasında görüş ayrılıklarına yol açıyordu. Stalin, İtilâf devletlerinin, sağa kayan Kemalistlerle düzen çevirmeye çalıştıklarından ve Kemalistlerin, “ezgi altındaki halklara ve kurtuluş sorununa hıyanet etmeleri, gerekirse İtilâf’dan yana geçmeleri olasılığından” söz ediyordu[117].
1920 Kasımında Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos’un genel seçimlerde yenilerek Yunanistan’dan ayrılmasının ve Kral Konstantin’in Yunanistan’a dönmesinin hemen ardından, Sevr Antlaşmasının Türkiye’den yana değiştirilmesi için Fransız ve İtalyan çevrelerinde başlatılan mücadele; Kemalistleri İtilâf koşullarını kabule inandırmak amacıyla, Ahmet İzzet Paşa başkanlığında Anadolu’ya gönderilen kurul[118]; Kemalistlerin Kafkaslarda Gürcistan yönetimiyle yaptıkları temaslar; sonra yurda hıyanet ve derneklerle ilgili yasaları daha etkili biçime getirmeleri; “kamu düzeni ve devlet siyasasına” karşı davranan kuruluş ve yayınları kapatmak yetkisini alarak[119], Anadolu’daki komünist ve Bolşevik yandaşları üzerinde etken kontrol uygulamaya başlamaları, Sovyet kuşkularını daha da arttırıyordu, Enver Paşa, 14 Aralıkta Kâzım Karabekir’e gönderdiği kapalı telyazısında, bu Sovyet kuşkularını şöyle yansıtıyordu:
“Mustafa Kemal Paşa kardeşime de, İngilizlere her çeşit vaadlerine rağmen pek bel bağlanmayarak Sovyetlerle bir anlaşmazlık çıkarılmamasını, ama büsbütün de onların elinde oyuncak biçiminde atılmamasını önerdim. Moskova’da işi yürütenlerin oldukça sert ve sözlerine inanılır adamlar olduğu kanısındayım. Ama onların, bizim İngilizlerin elinde günün birinde kendilerine karşı davranmamız konusundaki korkularını takviye etmemek gerekir görüşündeyim”.[120]
Kemalistlerin açısından, Bolşevikler, Türk dostluğunu İngiliz ve Ermenilerle çevirdikleri düzenlere kurban ederek sonuçta Türk- Ermeni çatışmasına karışıyor; gerekirse daha ileri giderek, Kemalistlerden, Gümrü Antlaşmasıyla kazanmış oldukları savaş ganimetlerinden vazgeçmelerini istiyorlardı. Sonra Türklere para ve savaş malzemesi yardımı yapacaklarına dair vermiş oldukları sözü de esaslı biçimde yerine getirmemişlerdi. Anadolu’ya biraz para göndermişlerdi ama savaş malzemesi yardımında o kadar ihmalkârlıkla davranıyorlardı ki, Kâzım Karabekir, 23 Ekimde Enver Paşa’ya gönderdiği kapalı telyazısında, Rus yardımının gerçekleşmediğinden yakmıyor, şöyle diyordu:
“Biz, Ermenilere karşı 28 Eylülde harekete başladık. Bir aydır Bolşevikler ilgisiz kalıyorlar. Hiç olmazsa Bakü’deki esirlerimiz silâhlandırılarak yardımımıza koşabilirlerdi[121].”
Kemalistlerin Bolşeviklere karşı sızlanışları bunlarla bitmiyordu. Ruslar, 1920 Eylülünde Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları 1. Kurultayında[122] nezaketsizce davranıyor; Kongrenin, Komintern’i temsil eden Bolşevik başkanı Zinoviev, yaptığı konuşmada şöyle diyordu :
“Mustafa Kemal akımının Komünist akımı olmadığını ve kutsal saydığı Halifeyi düşmandan kurtarmak amacını güttüğünü bir dakika olsun unutmuyoruz... Bu biçim düşünüş, komünist ilkelerine uyar mı? Asla. Ama Türk halkının duygularına saygı besleriz. Mustafa Kemal’in bir komünist siyasası uygulamamasına karşın, ona yardıma hazırız, çünkü böylece İngilizlere karşı tüm devrim akımlarına yardım etmiş oluruz. Bugün Türkiye’de terazinin bir gözü zenginden yana ağır basıyor, ama bir gün öteki gözü ağır basacak[123].”
Kongredeki Sovyet temsilcileri küstahça davranarak, Türk ulusal akımına nezaketsizlik gösteren bir önerge kaleme alıyor; bunun kongrece onaylanmasını sağlıyorlardı. Bu önergede, “uluslararası emperyalizme” karşı yürüttükleri mücadelede Türklere sempati beyan ediliyor, ama ulusal akımın ancak yabancı zalimleri hedef tuttuğu, bu akımın sağlıyacağı başarının Türk çiftçi ve işçisinin “zulüm ve istismardan” kurtulacağı anlamına gelemiyeceği bildiriliyor, şöyle deniyordu :
“Kongre, bu akımın önderlerine büyük tutumlulukla yanaşmak gereğini duyar, çünkü geçmişte emperyalist bir grup yararına Türk çiftçi ve işçisini boğazlattılar ve böylece yüksek rütbeli zengin Türk subaylarından oluşan küçük bir grubun çıkarları adına, (Türk) halkını yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktılar. Kongre, bu önderlerin şimdi emekçilere hizmete ve geçmişteki hatalarını düzeltmeye hazır olduklarını davranışlarıyla kanıtlamalarını salık verir[124].”
Bu suçlamaların büyük kısmı, Kongrede bazı İslâm ülkelerini temsil eden Enver Paşa’ya yöneltilmiş olmakla birlikte, Kongredeki Kemalist temsilciler, Ankara’daki ulusal önderlere hakaret edildiği sonucuna varıyorlardı.
Enver Paşa’nın Bakü Kongresine katıldığını duyan Mustafa Kemal, Bolşevik emellerinden fazlasıyla kuşkulanmaya başlıyordu, çünkü Rusların Enver Paşa’yı desteklediklerini; gizli amaçları uğrunda onu gerek Anadolu’da gerekse Orta Asya’da kullanmak[125], ulusal akımın önderi olarak kendinden hoşlanmadıklarını ve yerine Enver Paşa’yı geçirmek istediklerini; Türk halkı ve ordusunca destekleneceğine inanılan Enver Paşa’nın, Mustafa Kemal’i iktidardan kolayca düşürebileceğini sandıklarını iyi biliyordu. Böylece Enver Paşa, “Doğu’dan gelecek tehlike”den çok kuşkulanan Mustafa Kemal’e karşı Bolşeviklerce bir koz olarak kullanılabilirdi[126].
Esasen Enver Paşa da, 4 Aralık 1920’de Berlin’den Halil Paşa’ya gönderdiği mektupta, bir İslâm ordusunun başında Anadolu’ya geçeceğini;[127] 28 Ocak 1921 tarihli mektupta ise, Türkiye’deki yandaşlarından bazılarına, vakti geldiğinde duruma egemen olacak silâhlı bir örgüt kurmaları için yönerge gönderdiğini bildiriyordu[128]. Kâzım Karabekir, 10 Eylül 1920’de durumu şöyle değerlendiriyordu:
“Mustafa Kemal Paşa’yı devirmeye, Halk Yönetimleri sorununu tüm ülkeye yaymaya ve böylece İttihatçıların işbaşına gelmelerine çalıştıklarına dair geniş bir plân var. Berlin’den Enver’i Bakü’ye koşturan gücün, içerideki İttihatçıları da harekete getirdiği ve yine Türkiye içinde bu kez de Enver eliyle Bolşevikliğin kurulmasına çalışıldığını tahmin ettim[129].”
Gerçekten Bolşevikler, Anadolu’ya sızmak amacıyla hazırladıkları büyük plânı uygulamada Enver Paşa’dan yararlanmayı düşünüyor; bu plânı gerçekleştirmek için ivedilikle davranıyor; Bakü’de Halk İştirakiyun Fırkası adı altında bir Türk komünist partisi kurulmasına yardımcı oluyorlardı. Türkiye’nin Lenin’i olarak görülen, kurnaz Türk komünisti Mustafa Suphi’nin başkanlığı altındaki bu partinin üyelerinin Anadolu’ya gizlice sızabilmeleri için veya ulusal önderleri, onları açıktan açığa Anadolu’ya kabule zorlamak amacıyla, Bolşeviklerce bir ortam hazırlanıyordu.
Bolşevikler bunlarla kalmıyor, komünist propagandası yapmak amacıyla Anadolu’nun her yanma ücretli gizli ajanlar gönderiyorlardı. 1920 Eylülü başlarında, ilk Sovyet diplomatik kurulu, danışman Upmal Angarskii’nin geçici başkanlığı altında[130] Ankara’ya ulaşıyordu. Beraberinde birçok telsiz malzemesi, telgrafçı ve 500 kilo kadar akın getiren ve Anadolu’nun dört bir yanında telsiz, şebekeleri kurmaya yeltenen, 200 kişiyi aşkın Sovyet kurulu, Genel Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü)’nü kuşkulandırıyor; 2 Eylülde Kâzım Karabekir’e gönderdiği kapalı telyazısında, şöyle diyordu :
“Gelen Rus kurulu bir elçilik kurulu değil, ülkemizde örgüt kurarak ve devrimler yaparak yönetimi üstüne almaya görevli bir kurul görünüşünü veriyor. . . bizim kurtuluşumuzun, Sovyet Rusya ile karşılıklı koşullarla ittifakta bulunduğu, yoksa Komünist devrimi perdesi altında Sovyet esaretinin büyük felâket olduğu, bu yüzden, ordu içine kışkırtma ve fesatlar girmesine ne pahasına olursa olsun kesinlikle engel olunmak gereği iyice anlatılmalıdır[131].”
Albay İsmet Bey’in kuşkuları yersiz değildi, çünkü Sovyet temsilcisi Upmal Angarskii, Erzurum’da Kâzım Karabekir’le yaptığı ilk görüşmede, Türkiye’de türeye aykırı ilân edilen Komünist Partisine konan yasağın kaldırılmasını dileyordu[132].
Bolşeviklerin kendi işgallerindeki ülkelerde yaşayan Müslüman halka yaptıkları kötü işlem de Kemalistleri üzüyordu. Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’daki Müslümanlar, İslâm geleneklerine tümüyle yabancı olan Bolşevik rejiminden pek hoşlanmıyor; bu rejime karşı direnmeye hazırlanıyor; bu direnmede Kemalistlerin kendilerine önderlik yapmalarını bekliyorlardı. Böylece Türk Milliyetçileriyle Rus Bolşevikleri arasında bir çatışmaya doğru gidiliyordu, ama bunu önleyen ve Kemalistlerle Bolşevikler arasında bir yanaşmayı gereksindiren başka nedenler vardı : Kemalistler, Sevr Antlaşmasında bazı değişiklikler yapılmasını kabullenen ama hâlâ bu antlaşmanın özünde direnen İtilâf devletleriyle bir anlaşmaya varmak umudunun olmadığı korkunç gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorlardı. Esasen İngiltere, antlaşmanın değiştirilmesini istiyen Fransız ve İtalyan basını ve politikacılarının karma korosuna katılmıyordu. Dolayısıyla Kemalistler, o sıralarda çok gereksindikleri Sovyet Rusya ile bir çatışmaya tutulamazlardı. Bu yüzden, Gümrü’de Ermenilere ve İnönü’nde[133] Yunanlılara karşı kazandıkları ve 1921 Şubatında Londra Konferansına çağrılmalarına başlıca neden olan zaferlerden sonra, tüm durumu tekrar gözden geçirerek, bu kez daha fazla pazarlık gücüyle, Sovyet Rusya ile yeniden görüşmelere başlamaktan başka çözüm yolu göremiyorlardı. Bolşeviklerle yeniden görüşmeye başlamadan önce, onlarla bir anlaşmaya varmalarını köstekleyen ve fazlasıyla göze çarpan bazı engelleri ortadan kaldırmak kararını alıyorlardı.
Bolşevikler de, Kemalistlerin Ermenliere ve Yunanlılara karşı kazandıkları zaferlerden[134]; Kemalistlere karşı ayaklanan Çerkez Ethem’in milis gücünü yenilgiye uğratmalarından ve Kemalistlerin Londra Konferansına çağrılmalarından fazlasıyla etkileniyor; bir süre önce İstanbul’da kurulan Tevfik Paşa kabinesine kuşku ile bakıyorlardı, çünkü bu kabinenin, Kemalistlerle bir anlaşmaya varılmasına ortam hazırlamak amacıyla İngilizlerce kurdurulduğuna inanıyorlardı. Bu yüzden, Kemalistlerin daha fazla düşmanlığını kazanarak onları bu sırada tamamen Batı’ya kaptırmanın akılsızlık olacağını anlıyor; Kemalist Türkiye’ye karşı tutumlarını değiştirmeye başlıyorlardı[135].
Bundan sonra her iki ülkenin yönetimleri, bir anlaşmaya varmalarını köstekleyen başlıca engellerden bazılarını kaldırmaya başlıyorlardı. Ermeni sorununda Bolşevikler, Kemalistleri, Gümrü Antlaşmasıyla elde ettikleri savaş ganimetlerinden ötürü eleştirmeden vazgeçerek, Ermeni topraklarını boşaltmalarım istemekte hâlâ direnmekle birlikte, tüm sorunun Moskova’da yapılacak bir konferansta çözüme bağlanacağı umuduyla, bu konuda daha ileri gitmekten kaçmıyorlardı. Kemalistler, savaş ganimetlerinde kesinlikle direnmekle birlikte, birçok özürler öne sürüyor; Ermenistan’daki yeni Bolşevik yönetiminin gönlünü almıya çalışıyorlardı. Ermenistan’ın Bolşevikleştirilmeşine ve Kafkasya’da Sovyetlere karşı yayılma emelleri olmadığına dair Kemalistlerce verilen güvenceden sonra, Bolşevikler, Kemalistlerin Kafkasya’daki emellerinden artık kuşkulanmıyorlardı [136].
Türkiye’deki komünistlere karşı baskı sürdüğü halde, Sovyet yönetimi bu konuyla ilgili haberlerin önemini azaltıyordu; örneğin, Anadolu’da komünist örgütleri kurmak amacıyla Trabzon’a giden ve 28 Ocak 1921’de denizde boğulan Mustafa Suphi ile 15 komünist yoldaşının boğulmaları haberini, Türk-Rus ilişkilerini etkiler düşüncesiyle, iki aydan fazla bir süre gizli tutuyordu[137]. Rusların bu tutumuna karşılık veren Kemalistler, gereğinden fazla ödün vermemek koşuluyla, onları elden geldiğince memnun etmeye çalışıyorlardı.
Mustafa Kemal, Anadolu’da Bolşevik davranışlarını önleyici solcu bir akım ve bir halk yönetimi kurulmasının önemini sezerek, Rusların gönlünü alır umuduyla, ustaca davranıyor; 18 Ekim 1920’de, en yakın dostlarının üye olarak katıldıkları Türkiye Komünist Partisini kurduruyordu[138]. O sıralarda Batı savaş kesimi komutanı bulunan Ali Fuat’a gönderdiği kapalı telyazısında, bu biçim davranışının nedenlerini şöyle anlatıyordu :
“... Bolşevikler, ülkemizde Bolşevik örgütü kurmak için olağanüstü davranışlara başlamışlardır. Bakü’ye gönderdikleri Mustafa Suphi ve dostları aracılığıyla ‘Türkiye Komünist Merkez-i Umumisi’ni kurmuşlardır. Tamamen Bolşevik görüşlerine kazanılan saf ve saf olmıyan adanılan kıyının her noktalarına çıkardıkları gibi, içeride de Eskişehir ve Ankara’ya dek göndermişlerdir. Bunların gayesi, ülkede sosyal bir devrim yapmaktır. Bu durumda ülke, 3. Enternasyonale bağlanacak ve böylece Bolşevikler, hiçbir sorumluluk ve yardıma gereksinmeden, bizi kendilerinden ayrılmaz bir biçime getirerek, Batıklarla siyasî pazarlıklarında daha güçlü bir durum elde etmiş olacaklardır.
Biz, bu durum üzerine, ilk olarak ülkeyi elimizde tutarak, ne devrim gerekiyorsa yönetim aracılığıyla yaparak, anarşi ve devrim suretiyle Rus uyrukluğuna engel olarak ve Moskova’daki murahhas hey’etimizin görüşmelerinin olumlu veya olumsuz bir sonuca varmasını çabuklaştırarak, Ruslar ne yardımda bulunacaklarsa, miktarına bakmayarak kabul etmekle sorumluyuz... Rus sorunu bir sonuca bağlanıncaya dek İngilizlerle... hafif bir ilişki imkânını korumak istiyoruz ... İngilizler nasıl iç propaganda ile ülkemizi kısmen ellerine geçirmişler ve geçirmek istiyorlarsa, Ruslar da her şeyden önce ülkemizi ellerine geçirmek istiyorlar... kayıtsız şartsız Rus tabiiyeti demek olan içerideki komünizm örgütü, gaye bakımından tamamen bize karşıdır. Gizli komünist örgütünü her biçimde tutuklamak zorundayız... Doğu ve Batı ile belirli bir sonuca varmadan devrimden kaçınmalı ve... ne yapılacaksa yönetim aracılığıyla yapılmalıdır. Ama Komünizm ve Bolşevizme açıktan açığa karşı konulmasını uygun görmüyorum[139].”
Ali Fuat’a iki hafta sonra gönderdiği kapalı telyazısında, Komünistliğin uygulanma yetenekliği konusunda Rusya’da bile açık görüş olmadığını; dış ve içten bu akımın çeşitli amaçlarla Anadolu’ya girdiğini öne sürüyor; buna karşı makul tedbir alınmazsa, ulusun çok gereksindiği birlik ve düzeninin bozulması olasılığına, en makul ve olağan tedbir olarak, aklı başında arkadaşlardan, yönetimin bilgisi içinde bir Türkiye Komünist Partisi kurulmasının önemine değiniyor; böylece ülkede benzer akımları bir noktada toplamanın mümkün olacağını; Kemalist önderlerden Fevzi, Ali Fuat, Karabekir, Refet ve ismet Bey’lerin de bu partiye gizli olarak girmelerini uygun gördüğünü; bu kişilerin, akımı kolayca yönetebileceklerini belirtiyor, şöyle diyordu:
“...Sosyalizm ve komünizm ilkelerinden hangilerinin ve ne aşama kadar bizce uygulanabileceği, hazım ve kabul görüleceği, Türkiye Komünist Partisinin propagandasına karşılık ulusun göstereceği görüşlerle ve zamanla anlaşılacaktır. Ordunun her vakitten çok büyük bir disiplinle komutanlarının eli altında bulunmasına son derece dikkat ve önem verilmelidir. Komünizm akımı sonuçta Ordunun en büyük komutanları arasında kalmalıdır....[140]”
Mustafa Kemal’i Türkiye’de resmî bir komünist partisi kurmaya sevkeden başka nedenler de vardı: Kemalist Türkiye, Sovyet yardımına gereksiniyordu. Moskova’ya giden Türk kurulu bu yardımı etken biçimde elde edememişti. Sonra Türkiye ile bir ittifak kurmaları için Sovyet önderlerini güzel sözlerle çelmek istiyordu. 3. Enternasyonale katılmak amacını güdecek Türkiye resmî Komünist Partisini bir koz olarak kullanıyor; bu davranışıyla, BMM’ndeki solcuları da tatmin edeceğini; Türkiye, Batı ile olan mücadelesini kaybeder ve Bolşevik Rusya’nın işgaline uğrarsa, böyle bir partinin çok işe yarayacağını düşünüyordu[141]. Böylece Mustafa Kemal, Anadolu’da resmî bir komünist partisi kurmakla, bir taşla birkaç kuş vurmaya yelteniyordu. Aynı zamanda, Anadolu’daki diğer tüm komünist akımlarını yasaklıyor; ülkede iki komünist partisinin varlığının gerekmediği özürüyle, yeraltı komünist örgütünün üyelerinin tutuklanmalarım buyuruyor; kendini iktidardan düşürerek yerini almayı tasarlayan Çerkez Ethem’in milis gücünü yenilgiye uğratarak, onları, Yunanlılara sığınmaya zorluyor; Kemalist Türkiye’nin Bolşevizmle pek az ilişiği olduğu izlenimini vererek, Londra Konferansma ortam hazırlıyordu[142].
Mustafa Kemal, bir Türk-Rus anlaşmasını önleyici engelleri ortadan kaldırmaya devamla, Kâzım Karabekir’in önerisi üzerine[143], Enver Paşa’ya bir telyazısı göndererek, İslâm dünyasında, özellikle Türkistan, Afganistan, İran ve Hindistan gibi uzak ülkelerde çalışmalarını sürdürmeye üsteliyor, ama bu konuda Rusları kuşkulandırmamasını, sonra çalışmaları hakkında Ankara’ya sürekli bilgi iletmesini tembihliyordu[144]. Bu arada Mustafa Kemal’in itibarı Sovyet önderlerinin gözünde yine büyümeye başlıyor; o sıralarda Enver Paşa’nın hizmetlerine ihtiyaç olmadığını sezerek, onu, yine yararlı olacağı zamana dek rafa kaldırıyorlardı.
Kemalistlerle Gürcüler arasındaki ilişkiler konusunda, Ankara, 22 Kasımda Moskova’ya başvurarak, Türkiye ile Gürcistan arasında dostluk ilişkileri kurulması için görüşmeler yapılmasına karşı çıkıp çıkmadığını sorduğunu, ama buna karşılık verilmediğini hatırlatıyor; bunun üzerine Moskova, Türkiye’nin Gürcistan’la bir anlaşması olmadığına dair verdiği güvenceyi dikkate alarak, Türkiye-Gürcistan ilişkilerinde kendine karşı sinsi bir amaç olmadığı sonucuna ulaşıyordu[145]. Kemalistlerin Londra Konferansına çağrılmalarına gelince, Ankara, konferansa katılacak Kemalist kurulunun Londra’ya hareket etmek üzere olduğunu nezaket gereği olarak Moskova’ya duyuruyor; bu konferansta tatmin edici bir anlaşmaya varılmazsa, İtilâf devletlerinin içyüzünün meydana çıkacağını; ama konferansta başarı sağlanırsa, Sovyet Rusya’nın da yararlanabileceği bir barış döneminin başlamış olacağını; Kemalistlerin, Sovyet Rusya’nın dostu olduklarını konferansta unutmayacaklarını ve konferanstaki görüşmeler konusunda Rusya’ya bilgi ileteceklerini ekliyor; buna karşılık olarak, Londra’daki Sovyet temsilcisi Krassin’in, İngilizlerle Ruslar arasında bir ticaret anlaşması imzalanması konusunda yaptığı görüşmeler ve Sovyet Rusya’nın Doğu’yla ilgili olarak aldığı kararlar konusunda bilgi dileyordu[146].
Ankara’nın içtenliğinden memnun görünen Moskova, önemli olaylar konusunda iki yanın birbirine bilgi vermesinin önemine değiniyor; bu arada İngiltere’nin, Sovyet Rusya’dan, gerek Anadolu’da gerekse diğer Doğu ülkelerinde, İngiliz çıkarlarına karşı herhangi bir davranışta bulunmamasını dilediğini bildiriyor; Ankara’ya gönderdiği notada şöyle diyordu:
“İngilizler bize yenilgiye uğratılmış bir ulus işlemi yaparak, Doğu ile olan ilişkilerimizi koparmaya yeltendiler; ama bu konudaki önerilerini incelemeye bile karşı çıktık. Ancak, İngiliz ve Sovyet ülkelerinde, birbirimize karşı propaganda yapmamayı üstenerek, basit bir ticaret anlaşması imzaladık. Bu anlaşmadan tek gayemiz, ekonomik güçlüklerimizi gidermektir. Sovyet Rusya’nın makine ve ham maddelere ivedilikle ihtiyacı vardır. Ama İngiltere, bizimle diplomatik ilişkiler kurmadan bizi kendisine bağlayacağını sanıyorsa aldanıyor[147].”
Moskova’nın verdiği bu bilgi, Kemalistleri tatmin etmiyordu. Sovyet Rusya ile İngiltere’nin bir ticaret anlaşması imzalamaları sonunda, Türkiye’nin açıkta kalması olasılığından korkuyorlardı. Kemalistlerin bu endişelerini duyan Çiçerin, Ankara’ya gönderdiği sözlü bir mesajda, söz konusu ticaret anlaşmasına karşın, ne olursa olsun, Sovyet Rusya’nın, Kemalist Türkiye’ye ve Doğu ülkelerine yardımı sürdüreceğine dair güvence veriyordu[148].
Bu arada Londra Konferansına katılan Bekir Sami’nin Fransız Başbakanı M. Briand ile imzaladığı gizli antlaşma, Sovyet kuşkularını yeniden kamçılıyor; Dışişleri Komiseri Çiçerin, “Sovyet Rusya, Türkiye’yi ekonomik boyunduruktan kurtarmayı dilerken, Türkiye’nin özellikle Kafkasların Güneyinde, son zamanlarda ele geçirdiği ülkelerde, Fransızlara ayrıcalık hakları vermesine” karşı çıkıyordu. Kemalistlerin buna karşılıkları şu oluyordu: Ruslar, İngilizlerle görüştüklerine göre, Türkler de Fransızlarla görüşebilirlerdi[149].
Bekir Sami’nin Ruslara verdiği güvenceye karşın, Londra Konferansı, Türk-Rus ilişkilerini o kadar etkiliyor, o kadar geriyordu ki, Mustafa Kemal, Sovyet kuşkularını yatıştırmak amacıyla, 6 Şubat 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye'de yayınlanan bir demecinde, Sovyet Rusya ile olan dostluğun daima iyi niyetle sürdürüldüğünü; Moskova’da toplanmak üzere olan konferansta hazır bulunacak Türk kurulunun Moskova’ya ulaşmak üzere olduğunu; bu konferansta tüm Kafkas sorunlarının, Türk ulusu ve ülkesinin çıkarlarına uygun bir biçimde kesinlikle çözümlenebileceği umudunu beyan ediyor; Londra Konferansına katılmaktan amacın, ulusal ilkelere göre, ulus ve ülkenin çıkarlarını elde ederek dünya barış ve düzeninin yeniden kurulmasına yardım etmek olduğunu; bunun, Türkiye’nin Rusya ile olan dostça ilişkilerini bozmasının kesinlikle söz konusu olamıyacağını; esasen Sovyet yöneticileri, Moskova Konferansında Türklerin içtenliğinden kuşkulanamıyacaklarından, bu davranışın onlarca da olağan sayılacağını beyan ediyordu[150].
Mustafa Kemal, daha önce Çiçerin’e gönderdiği kapalı telyazısında, Sovyet Rusya’dan, “insanlığın kurtuluşu savaşma katılan bir ülke” olarak övgüyle söz ediyor[151], bu konuda çok gerekli olan bir Kemalist-Bolşevik ittifakının, ancak yanların birbirlerinin nüfuz bölgelerine[152] saygı göstermeleriyle kurulabileceğini anıştırıyordu[153].
Yine Mustafa Kemal, Sovyet Rusya’nın, Dağıstan’ın bağımsızlığını tanıması dolayısıyla, 5 Ocak 1921’de Lenin’e gönderdiği mektupta:
“Bu mesut kararın, Bolşevizm dünyasıyla İslâm dünyası arasındaki ilişkilere olağanüstü iyi etki yapacağına ve böylece bizleri şimdiki kapitalist yönetiminin hayat ve güç bulduğu Batı emperyalizmini devirmekten oluşan ortak amacımıza fazlasıyla yanaştıracağına kuşku duymuyorum. Bu mesut sonucun ancak sıkı işbirliği yapmamızla kabil olacağına inanıyorum” diyordu[154].
Bolşevikler, Çiçerin ve Lenin aracılığıyla ona verdikleri karşılıkta, Türk-Bolşevik ilişkilerinin uluslar (self-determinasyon) ilkesine dayandığı görüşünü onaylıyor; Sovyet önderi Lenin, 1920 Aralığında düzenlenen 8. Sovyet Kongresinde, Türkiye ile olan ilişkilerin takviye edilmesinden söz ediyordu[155].
Böylece, Kemalistlerle Bolşevikler arasında yeniden görüşmelere başlanması için ortam hazırlanmış bulunuyordu. Ankara ile Moskova birbirlerine büyükelçi göndermişlerdi. 21 Kasımda Moskova’ya ilk Türk büyükelçisi atanan Batı savaş kesimi komutanı Ali Fuat[156], Sovyet başkentine giderken, 28 Aralıkta Kars’ta, Ankara’ya gitmekte olan ve beraberinde Kemalistlere iyi haberler götürmekte olan Sovyet büyülkeçisi Budu Mdivani ile görüşüyordu. Kars’ta Kâzım Karabekir’le de görüşen Sovyet büyükelçisi, Sovyetlerin, Kemalist Türkiye ile siyasî ve askerî bir antlaşma imzalamaya hazır olduklarını ve Kemalistlerin koşullarını öğrenmek istediklerini bizzat Lenin’le Stalin’in kendisine bildirdiklerini söylüyor; Rusların, Türkiye’nin Doğu illerinden Ermenilere toprak verilmesini istediklerine değinilince, Budu Mdivani, bu sorunun yanlış anlaşıldığını öne sürüyor[157] ; daha sonra, Moskova’da havanın büsbütün değiştiğine ve bu kez Türk- Rus ilişkileriyle yalnız Sovyet Dışişleri Komiserliğinin değil, Türkiye’ye fazlasıyla önem verildiğinden, bizzat Stalin yoldaşın da yakından ilgileneceğine dair Karabekir’e ve Moskova’ya gitmekte olan Türk büyükelçisine güvence veriyordu[158].
Bu yeni gelişmelerin ışığı altında, İktisat Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk)’in başkanlığında ve Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Azerbaycan’daki Kemalist temsilcisi Memduh Şevket ve askerî danışman Saffet Beyden oluşan yeni bir Türk kurulu, 1920 Aralığının ilk haftasında Moskova’ya hareket ediyor, Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Ali Fuat, yolda kunda katılıyordu[159]. Kurula, BMM yönetimi adına Sovyet Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Kuzey Kafkasya, Dağıstan, Orta Asya İslâm yönetimleri arasında barış ve ittifaka ait siyasî, askerî, savunma ve saldırma paktları konularında görüşmelerde bulunmak ve antlaşmalar imzalamak yetkileri veriliyor; görüşmelerin yapılacağı yer olan Bakü’ye gitmesi buyruluyordu[160]. Ama yolda, Dışişleri Bakan vekili Ahmet Muhtar’dan alınan kapalı telyazısında, Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin Bakü’ye gidemiyeceğinden, görüşmelerin Moskova’da yapılacağı bildiriliyordu[161].
Türk kurulu, 18 Şubat 1921’de Moskova’ya varınca, askerî törenle karşılanıyordu; ama akşama doğnı Çiçerin ve yardımcısı Karahan’la yapılan ilk görüşme hiç de iyi başlamıyordu. Çiçerin, yapılan ilk görüşmede, Türk kurulunun Moskova’ya Ruslarca çağrılmadığını öne sürüyor; bunun üzerine Yusuf Kemal, Sovyet Rusya’nın Ankara büyükelçisi Budu Mdivani’nin Karabekir aracılığıyla kendisine gönderdiği ve Lenin’le Stalin’in, görüşmelerde bulunmak üzere bir Türk kurulunun İvedilikle Moskova’ya gönderilmesini dilediğini bildiren mektubu Çiçerin’e veriyor; Sovyet Dışişleri Komiseri bunu okuyunca bozuluyor; Moskova’da çeşitli devlet murahhaslarından oluşan bir konferans toplanacağını, Türklerin de ona çağrıldığını bildiriyordu[162]. Buna karşılık veren Yusuf Kemal, Türklerin ancak Sovyet Rusya murahhaslarıyla görüşüp anlaşırlarsa bir antlaşma imzalamak için geldiklerini; başka yönetimlerle Moskova’da görüşecek bir işleri olmadığı gibi, sözü edilen konferansa katılmaya da yetkileri olmadığını söylüyor; Çiçerin bunu kabule zorlanıyor, ama İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamak zorunda oldukları ve ittifak yapmanın esasen kendi ilkelerine uymadığı; Budu Mdivani’nin mektubunda siyasî anlaşmadan söz edildiği karşılığını veriyordu. Bu arada Türklerin komünistlere karşı sert işlemler yaptıklarını; Ermenistan’la olan savaşta Sovyet arabuluculuğunu kabullenmediklerini; Gümrü Antlaşmasının 5. maddesinde, komünistlere karşı Daşnaklara silâhlı yardım vaadinde bulunduklarını ve birçok protestolarına karşın Gümrü’yü boşaltmadıklarını, Türk ordusunu Ermenistan topraklarında besleyerek, Ermenileri aç ve komünist örgütünü zayıf bıraktıklarını söylüyordu.
Türk kurulu, esas durumu anlatarak, komünistlere karşı kötü işlem yapılmadığını; ülke savunması ve iç güvenlik için gereken tedbirleri almakda Türklerin serbest olduklarını; Ruslar daha önce Van ve Muş sorunlarıyla ilgili olarak görüşlerini açıklamış olduklarından, onların arabuluculuğuna başvurulmadığını, çünkü arabuluculuk yapamıyacaklarının anlaşıldığını; Gümrü Antlaşmasındaki 5. maddenin komünistliğe karşı değil, 4. madde yoluyla emperyalistlere karşı olduğunu; Ermenistan antlaşma koşullarını uygular uygulamaz, Gümrü’nün boşaltılacağını bildiriyordu [163].
Türk temsilcileri, zaman kazanmak ve oyalayıcı bir yöntem uygulamak istiyen Çiçerin ve Karahan’la yaptıkları görüşmelerden esaslı bir sonuç elde edemiyeceklerini anlayınca, Sovyetlerin Ankara büyükelçisi Budu Mdivani’nin önerisine uyarak, Uluslar Komiseri Joseph Stalin’den[164] derhal bir mülakat istiyor; 22/23 Şubat gecesi Stalin tarafından kabul ediliyor; bunu izleyen “oldukça açık ve içten” görüşme sırasında, Stalin, Rusların Türklerle ittifak aktedemiyeceklerini, çünkü İngilizlerle bir ticaret anlaşması yapacaklarını; bundan amacın, ticaret anlaşmasına karşı olan Fransa ile bundan yana olan İngiltere’nin ve sonuçta Amerika’nın rekabetine yol açmak ve bunların Ruslara karşı olan ittifakını parçalamak olduğunu; Rusların mücadeleyi kapalı ve açık olarak sürdüreceğini; gereksindikleri malzemeleri İngiltere’den alarak İtilâf devletlerinin ittifaklarını parçalayarak önemli bir başarı sağlamış olacaklarını ; bu yüzden ticaret anlaşmasına zarar verecek herşeyden kaçınmanın Türklerin de çıkarları gereği olduğunu; ittifaktan amaç para, silâh ve insan yardımı ise, bunu hemen yapabileceklerini; bir kardeşlik antlaşması imzalamaya hazır olduklarını, çünkü onda ticaret anlaşmasına zarar verecek birşey olmadığını söylüyordu. Ermenistan sorununun görüşülüp görüşülmeyeceğine dair Türk temsilcilerinin sorusuna, “Siz, Ermenistan sorununu kendiniz çözümlediniz. Eğer daha çözümleyeceğiniz birşey kalmışsa, onu da çözümleyiniz, ama zamanını kesinlikle bize bildiriniz”, diyor; Türklerin Gümrü’yü ne vakit boşaltacaklarını soruyor; “antlaşma uygulanır uygulanmaz” karşılığını alıyordu[165].
Stalin, Çiçerin üzerinde etkisini kullanmış olsa gerek, çünkü Türk kurulu ertesi akşam onu ziyarete gidince, onda şaşılacak bir değişme görüyordu. Çiçerin, Ermeni sorunuyla ilgili önerisinin yanlış anlaşıldığını öne sürerek, bunun Ankara ve Anadolu’da Rusya’ya karşı kötü görüşlere yol açmasından üzüldüğünü söylüyor; “Artık bu konuyu kapayalım; birbirimize hatalar, suçlar isnadından vazgeçelim; işimize bakalım. Yeterlikle görüş teatisinde bulunduk. Askerî konular iki gün zarfında Savunma Komiserliği ve Başkomutanlık katlarında görüşülsün; siyasi konular ise 26 Şubatta oturumlarına başlıyacak bir konferansa bırakılsın” diye ekliyor; bu önerisi Türkleree kabul ediliyordu[166].
Moskova Konferansı, 26 Şubat 1921’de Haritonenko Sarayında resmen oturumlarına başlıyordu. Konferansta BMM yönetimini İktisat Bakanı ve Kastamonu milletvekili Yusuf Kemal; Eğitim Bakanı ve Sinop milletvekili Dr. Rıza Nur ve Ankara milletvekili büyükelçi Ali Fuat; Sovyet yönetimini ise Dışişleri Komiseri Georgi Vasilieviç Çiçerin’le Pan Rus merkez yürütme komitesi üyesi Delâlettin Korkmazof[167] temsil ediyorlardı. Konferansı açış konuşmasında Çiçerin, konferansın amacının Rusya ile Türkiye arasında bir yıl önce ana hatları çizilen bir dostluk antlaşması imzalamak olduğunu izah ediyordu. Ondan sonra söz alan Yusuf Kemal, Kızıl Ordu’dan övgüyle söz ediyor ve Ruslarla Türklerin tarihte ilk kez aynı düşmana karşı kendi çıkarları için savaşmakta olduklarını, dolayısıyla tüm dünyaya gösterecekleri bir antlaşmaları olması gerektiğini söylüyordu[168].
Her iki yan, 1920 Ağustosunda parafe edilen antlaşma tasarısını görüşmelerin özü olarak almayı kabulleniyor; bu arada siyasî, hukukî ve tahrir komisyonları olmak üzere üç komisyon kuruluyordu[169]. Bunu izliyen günlerde, Türkiye’nin sınırları sorunu siyasî komisyonda görüşülürken Çiçerin, Gümrü Antlaşmasını kabullenmiyor; bunun artık işbaşında olmıyan Daşnak yönetimince imzalanmış olduğunu öne sürüyor; Misak-ı Milliye de karşı çıkarak, Batum’un Türk sınırları içine girmesine karşı çıkıyordu. Türk kurulu, Misak-ı Milli’den zerre kadar fedakârlık yapmaya yanaşmıyor; Gümrü Antlaşmasının yürürlükte olduğunu öne sürüyor; Batum’u istiyordu. Görüşmeler bir çıkmaza doğru gidiyordu. Çiçerin, Sovyet sivil ve askerî önderleriyle görüşürken: “Türkler bize ültimatom (kesin süreli öneri) veriyorlar” diyordu.
Bu arada Azerbaycan temsilcisi Behbud Şahtahtinski ve Enver Paşa, Sovyet yönetiminin, Türk kurulunun Doğu sınırlarıyla ilgili dileklerini küçük bir değişiklikle kabule hazır olduğuna dair Stalin ve Çiçerin adına kurula güvence veriyorlardı. Konferansın kesilme tehlikesi o kadar ciddiydi ki, Enver Paşa, Batum’dan vazgeçmelerini ve Sovyet Rusya ile ivedilikle bir antlaşma imzalamalarını Türk kuruluna öneriyor; ama Türk kurulu, Misak-ı Milli ve Gümrü Antlaşması üzerinde direniyordu[170]. Enver Paşa’ya göre, Londra Konferansının (Şubat 1921), Türkiye’nin 1914 sınırlarından söz bile etmediği bir sırada, Anadolu diplomatik kurulunun bir kasaba üzerinde direnerek görüşmeleri uzatması, Rusları, Türkiye’ye karşı olan siyasalarını değiştirmeye sevkedebilirdi. 9 Mart 1921’de Cemal Paşa’ya gönderdiği mektupta, Çiçerin’in dileği üzerine, Ankara kuruluyla görüşerek, “Londra’da çılgın bir karar alınmadan önce”, Ruslarla ivedilikle bir antlaşmaya varmalarını önerdiğini bildiriyordu[171].
3 Mart günü, Stalin, Türk kuruluyla şahsen görüşmek dileğinde bulunuyor; onlara, Sovyet Dışişleri Komiserliğiyle bir anlaşmaya varamazlarsa, kendisiyle anlaşabileceklerini, ama Batum konusuyla çok ilgilendiğini söylüyordu. Türk temsilcileri ona Misak-ı Millî’nin önemi ve değişmezliği konusunda bilgi veriyor; Misak-ı Millî kabul edilirse, Türklerin Batum şehri ve limanının yönetimini halka bırakmaya ve Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’nin ordaki ekonomik çıkarlarını tanımaya hazır olduklarını; Batum’un geleceği konusunda bir karara varmak amacıyla, bu devletler arasında bir konferans yapılmasını öneriyorlardı. Stalin, böyle bir konferans yapılmasının gereğinden şüpheli bulunuyor, ama bu konuda Türk kurulu ona güvence veriyordu. Bunun üzerine Batum’a bir miktar toprak eklenmesini istiyor; Türk kurulu, Misak-ı Millî kabul edilirse bu görüşe yanaşabileceğini; gerekirse ve Türkiye’nin güvenliği güven altına alınırsa, Gümrüyü de boşaltmaya hazır olduklarını; Türkiye ve Azerbaycan’ın koruyuculuğu altında Nahcivan’a bağımsızlık verilmesinden yana olduklarını bildiriyorlardı.
Stalin, genellikle Türk temsilcileriyle uyuşuyor ve Sovyet yönetimini de buna inandırmaya üstleniyorsa da, ertesi gün Çiçerin’le yapılan görüşmede, Sovyet Dışişleri Komiseri, Türkiye’nin Batum’dan geçmek hakkına karşılık, Sovyet Rusya’ya da Trabzon’dan geçmek hakkının verilmesini dileyor, ama bu konuda BMM yönetiminden sıkı yönerge almış olan Yusuf Kemal, bu Rus dileğini kabul etmiyordu. Konferans sona ermek üzere olduğundan, Yusuf Kemal, Ankara’dan yeni yönerge dileyor; Dışişleri Bakanı Bekir Sami’nin bu sırada Avrupa’da İtilâf devletleri temsilcileriyle çevirdiği düzenlerin Ruslar üzerinde kötü etki yarattığını; Rusların Türklerden gittikçe kuşkulanmaya, kurula birçok güçlükler çıkarmaya başladıklarını bildiriyor; Moskova görüşmeleri sonuca varmadan önce, İtilâf devletleriyle bir anlaşmaya varılmamasını, çünkü İngilizlerin Doğu’da Türk çıkarlarını Ruslar kadar tanımak niyetinde olmadıklarını; sonra Türklerin Fransızlarla bir anlaşmaya varmak üzere olduklarına inanan Rusların, Türkiye’ye yardım konusuyla ilgili gizli protokolü imzalamaktan kaçındıklarını; Ankara, Rusların kuşkularını giderirse, onlardan ek yardım alınabileceğini bildiriyordu[172].
9 Martta Türk kurulu Stalin’le yeniden görüşüyor; uzun süren bu görüşme sırasında, Moskova Antlaşmasının özünü teşkil edecek önemli noktalarda görüş birliğine varılıyor; bu noktalar bir tasarı biçiminde kaleme alınıyor ve 18 Mart 1921’de Moskova Antlaşması resmen imzalanıyor, ama yanlar, bu tarihi, İstanbul’un İtilâf devletlerince işgal edildiği günün yıldönümü olan 16 Mart olarak değiştirmeyi kabulleniyorlardı. Moskova Antlaşmasının önemli maddeleri kısaca şunlardı: yanlar, birbirlerine zorla kabul ettirilen herhangi bir barış antlaşmasını tanımayacak; Sovyet yönetimi, Türkiye ile ilgili olan, ama sınırları Misak-ı Miliî’de saptanan BMM yönetiminin kabullenmiyeceği herhangi bir antlaşmayı tanımıyacak; Batum, Gürcistan’ın yönetiminde kalacak, halkına özerklik verilecek, gümrük resmi ödemeden Türkiye’nin Batum limanından geçme hakkı olacak; Nahcivan’a Azerbaycan’ın koruyuculuğu altında yerel özerklik verilecek; iki yan, Doğu uluslarının hürriyet ve bağımsızlığını tanıyacak; Boğazlar, tüm ulusların gemilerine açık olacak; Boğazlar rejimi, Karadeniz’de kıyısı olan devletler arasında yapılacak bir konferansta, İstanbul’un güvenliğine, Türkiye’nin kesin egemenliğine uygun biçimde saptanacak; yanlar, kendi sınırları içinde diğer yana düşman akım ve örgütlerin kurulmasına izin vermiyecek; o güne dek iki ülke arasında imzalanan ve ortak çıkarları yararına olmıyan antlaşmalar hükümsüz sayılacak; Sovyet yönetimi kapitülâsyonları tanımıyacak. Çiçerin ayrıca Yusuf Kemal’e gönderdiği resmî bir mektupta, Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye, ekonomik kalkınması için her yıl 10 milyon ruble tutarında malî yardımda bulunacağına söz veriyordu[173].
Moskova Antlaşması, 7 Temmuz 1921’de BMM’nin onayına sunuluyor; Doğu’lu bazı milletvekillerinin karşı çıkmalarına karşın, aleyhte 5 oya karşı 201 oyla onaylanıyor; bunun ardından söz alan Yusuf Kemal, Doğu’lu milletvekillerini, bu antlaşmadan yana oy vermemekte haklı görüyor, ama ulusal çıkarlar adına antlaşmanın imzalanması gereğini anlatmaya çalışıyordu[174].
Moskova Antlaşması, iki yana çıkar sağlıyordu. Sovyet Rusya, İtilâf devletlerine karşı yeni bir dost kazanıyor; Kafkasya ve Doğudaki İslâm ülkelerinde kendi durum ve etkisini güçlendirerek denkleştiriyor; Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’da, Sovyetlere karşı isyan çıkması olasılığını ortadan kaldırıyor; Sovyet ülkelerini korumak amacıyla Türkiye’nin Boğazlardaki durumunu kuvvetlendirmek ve ileride bu ülkeyi Bolşevikleştirmek umudu beslemeye başlıyordu. Öte yandan Kemalist Türkiye, Moskova Antlaşmasıyla büyük bir diplomatik zafer kazanıyor; ulusal dileklerini bir aşama değin gerçekleştiriyor; Doğu sınırlarını güven altına alıyor; hukuken tanınarak, uluslararası itibarını arttırıyor ve Türk-Rus yanaşmasından çok kaygılanan itilâf devletlerine karşı büyük bir koz kazanıyor; Sovyet Rusya’dan yardım sağlıyor; Türkiye’nin, Rusya’nın Kafkaslardaki peykleriyle olan bazı anlaşmazlıklarını Moskova’nın yardımıyla bir çözüme bağlamak imkânını sağlıyordu[175].
İki yana sağladığı çıkarlara karşın antlaşma, iki ülke arasında kuşku ve güvensizlik tohumları serpiyordu. Yanların, kendi sınırları içinde, diğer yana düşman örgüt veya akımlara izin vermiyeceklerine dair 8. madde, Sovyet Rusya’nın, kendi yönetimindeki ülkelerde, özellikle Müslümanlar ya da Türk asıllı halklar arasında Kemalistlerin Pan-Turancı veya Pan-İslâmcı davranışlarda bulunmaları olasılığından kuruntu duyduğunu; Kemalist Türkiye’nin de, kendi sınırları içinde komünist akımı ve Bolşevik emellerinden çekindiğini gösteriyordu. Dolayısıyla Moskova Antlaşmasının geleceği pek parlak görünmüyordu[176].
6. Türk - Afgan Dostluk Antlaşması :
Türk kurulu, Moskova’da ilişki ve görüşmelerini sürdürürken, Sovyet başkentindeki Afgan büyükelçisi Mehmet Veli Han’ın, Kemalist Türkiye ile Afganistan arasında bir dostluk antlaşmasına yol açabilecek görüşmelerde bulunmaya yetkili olduğunu öğreniyor; bir dostluk antlaşması tasarısı kaleme alıyor[177]; 1 Mart 1921’de, Kemalist Türkiye ile Afganistan arasında Moskova’da bir dostluk antlaşması imzalanıyordu. Bu antlaşmaya göre, bağımsız Türkiye, Afganistan'ın bağımsızlığını tanıyor; yanlar, tüm Doğu uluslarının, özellikle Kiva ve Buhara uluslarının kesin özgürlük ve bağımsızlıklarını kabulleniyor; herhangi bir emperyalist devletin yanlardan birine saldırmasını iki yana da saldırı olarak nitelemeyi ve buna tüm güçleriyle karşı koymayı; yanlardan herhangi birine düşman olan bir devletle antlaşma imzalamamayı; diğer devletlerle bir antlaşma yapmadan önce öteki yana bilgi vermeyi üsleniyorlardı[178].
Bu sırada İslâm ülkeleri arasında çeşitli paktlar yapılması siyasasını uygulayan Sovyet Rusya'nın üstelemesiyle imzalanan Türk- Afgan Antlaşması, Kemalist Türkiye ile Afganistan arasındaki diplomatik ilişkileri düzenliyor; 1921 Nisanının ikinci haftasında, Sultan Ahmet Han başkanlığında bir Afgan diplomatik kurulu Ankara’ya geliyordu[179].
İngilizler, Türk-Afgan Antlaşmasında, bir İslâm Konfederasyonu kurulması; Hindistan, Orta Asya, Doğu İran ve Belücistan’da ihtilâl propagandası yürütecek örgütler kurularak yönetilmesi; Afganistan’ın savunması için bir Türk askerî kurulunca stratejik plânlar hazırlanarak uygulanması konularını kapsıyan bazı gizli maddeler olduğuna inanıyorlardı[180]. Onlara göre bu antlaşma, Kemalistlere, Kâbil’e gönderecekleri askerî kurulun yardımıyla Afganistan’ı “Hindistan’ın etine batacak bir diken” biçimine getirebilecek plânlarını uygulamak için ortam hazırlıyabilirdi[181]. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’a bakılacak olursa, Kemalist önderler, bu antlaşmayı, Türkiye’nin Doğu’da kazanacağı büyük zafere yönelen önemli bir atılım olarak niteliyor; bunun İngiltere’yi çok üzeceğine ve esasen, herhangi bir anda “Batı emperyalistlerine karşı ayaklanmaya hazır olarak” Hindistan İmparatorluğuna son verecek ve Doğu’da güçlü bir İslâm bloku doğmasına yardımcı olacak İslâm Federasyonuna giden yol olduğuna inanıyorlardı[182].
7. Türkiye - Azarbeycan İlişkileri:
Kemalistler, birçok nedenlerden ötürü dost bir Azerbaycan’a gereksiniyorlardı: Azerbaycan, diğer Kafkas devletlerine ve Sovyet Rusya’ya karşı uygulayacakları siyasada kendilerine yararlı olabilirdi; itilâf devletleriyle bir anlaşmaya varılırsa, Azerbaycan’ı Sovyetlere karşı kullanabilirlerdi; sonra Azerbaycan’dan maddî yardım sağlanabilirdi, ama Kâzım Karabekir’e göre, Kemalistlerin en sıkışık günlerinde bu yardım bir türlü gelmiyordu. Bu durum, Kemalist önderleri çok üzüyordu, çünkü geçmişte Azerbaycan için büyük fedakârlıklar yapan Türkiye, o sıralarda bir ölüm kalım savaşı yapıyor, ama Azerbaycan, Türkiye’ye yardımdan kaçınmakla kalmıyor, Türkiye’ye Bolşevik yardımının ulaşmasına da engel oluyordu.
Kemalistler, Azerbaycan’ın Bolşevik Rusya ile bir antlaşma imzalayarak Anadolu Türkleriyle birleşmesini bekliyorlardı[183]. Mustafa Kemal, Azerbaycan’da işbaşında olan “Müsavat” yönetimini bu yolda uyarmak için her türlü gayreti harcıyor, ama bu yönetimin bazı üyeleri, özellikle Yusufbekov, Fatih Ali Han ve General Mehmenderof böyle bir öneriye yanaşmıyorlardı. Öteyandan Azerbaycan’lı bakanlardan Gajinski ve Savunma Bakanı yardımcısı General Şeyhli, muhalefetteki “İttihat” Partisini destekliyor; Azerbaycan ordusundaki bazı Türk subaylarının yardımıyla, 28 Nisan 1921’de, başarılı bir hükümet darbesi yapıyor; Gajinski ve arkadaşları işbaşına, iktidar, Bolşeviklerin eline geçiyordu.
Bundan sonra Bolşeviklerle Müslüman Tatarlar arasında ayrılıklar başgösteriyor; birçok illerde Tatarlar, Bolşevik yönetimine karşı ayaklanıyor; Kemalist Türkiye’nin yardımına sığınıyorlardı. İngiliz kaynaklarına göre, bu arada Sovyet askerî birlikleri, Azerbaycan’lı İslâm ihtilâl gücüne “oldukça vahşi” darbeler indiriyor; birçok Müslüman Tatarları “bir kırımdan geçiriyor[184],” ama Kemalistler, kendi yurtlarının kurtuluşu için yardımlarına çok gereksindikleri Sovyet Rusya ile açık bir çatışmadan sakınmayı Azerbaycan ihtilâline karışmaya yeğ tutmak zorunda kalıyorlardı[185].
8. Türkiye-Gürcistan İlişkileri :
Kemalistlerin Gürcistan’a karşı uyguladıkları siyasanın ana gayeleri şunlardı: Batum’u almak; sınır sorununu çözüme bağlamak; Türk-Ermeni çatışmasında Gürcistan’ın yansızlığını sağlamak; Sovyet Rusya’nın Anadolu’ya sızmasını önlemek amacıyla Gürcistan’ı tampon bir bölge biçimine getirmek; itilâf devletleriyle bir anlaşmaya varılır ve Sovyet Rusya ile bir çatışma olursa, yardımına çok gereksinecek Gürcistan’ı yedek olarak tutmak[186]. Ama Gürcistan Kemalistlere pek güvenmiyor; onların Batum iline saldırmaya hazırlandıklarına inanıyor; Ermenilere karşı savaşarak Ermenistan içinde ilerlemeye başlamalarından çok korkuyor; Kemalistlerin Ermenileri yenilgiye uğratmaları üzerine, Ermenistan’a yardımda bulunmadığından ötürü sevinç duyuyordu. Esasen Gürcistan’da nüfusun büyük bir kısmı Müslümanlardan oluşuyordu, dolayısıyla kendi çıkarlarının Türklerle bir anlaşmaya varmasını gerektirdiğini iyice kavrıyordu. Bu yüzden, Kemalistler Tiflis’e bir diplomatik temsilci göndermeyi önerince hemen kabulleniyordu[187].
Bunun ardından, bir Türk diplomatik kurulu Gürcistan’a gidiyor; 13 Kasım 1920’de Tiflis’e varan kurulun başkanı Albay Kâzım Bey, aynı gün Gürcistan basınına verdiği demeçte, BMM yönetiminin bağımsız bir devlet olarak tanıdığı Gürcistan’a karşı olan dostça duygularını onaylamak istediğini; her iki ülkenin ortak çıkarları olduğunu; aralarında fazlasıyla ayrılık yaratmaya çalışıldığını ama anlaşmazlıklarının, yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini bildiriyordu[188].
Albay Kâzım Bey bu demeciyle çok iyimser olduğunu gösteriyordu, oysa Kemalist Türkiye ile Gürcistan arasında Batum ili konusunda büyük bir anlaşmazlık vardı. Kemalistler, Brest Litovsk Antlaşması gereğince Batum’un Türkiye’ye geri verilmesini istiyor, ama Gürcüler buna yanaşmıyorlardı. Sorun, bu sıralarda Ankara’ya ulaşan Simeon Mdivani başkanlığındaki Gürcü kuruluyla da görüşülüyor, ama bir çözüme bağlanamıyordu[189].
Moskova’ya gitmekte olan Türk kurulu, 1921 yılı Ocak ortalarına doğru Tiflis’den geçerken, Gürcistan önderleriyle yaptığı resmî olmıyan görüşmelerden, bu ülkenin Türkiye, İran, Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Türkistan, Ermenistan ve diğer Doğu ülkeleriyle birlikte, Sovyet Rusya’ya, İngiltere’ye ve kendilerini köle etmiye çalışacak herhangi bir devlete karşı siyasî ve ekonomik bir pakt imzalanmasını destekleyeceğini anlıyordu. Gürcü önderlerin en acil gayesi, Türkiye ile bir ittifak yaparak, “Kuzeydeki güce karşı (Sovyet Rusya)” bir Kafkas Konfederasyonu kurmaktı[190]. Türk kurulu başkanı Yusuf Kemal, bu konudaki görüşlerini Ankara’ya duyururken, Tiflis’in, İtilâf devletlerinin düzenlerine sahne olduğunu; Rusya ile Türkiye arasındaki diplomasi oyununda bir koz olarak kullanılabilecek Gürcülerin, İtilâf devletlerinin etkisiyle Türklere bir barış önerisinde bulunmaları olasılığı olduğunu ; tüm gelişmeler konusunda herhalde İtilâf devletlerine bilgi verdiklerini; Türkler Gürcülerle bir anlaşmaya varırlarsa, Rusların gücenebileceklerini ; o güne dek Rusların Türk dileklerini yerine getirip getirmiyeceklerinin bellisiz olduğunu; tüm Kafkasya ve Türkistan’da Ruslara karşı genel bir sızlantı olduğunu; Müslüman halkın, gözlerini Türkiye’ye diktiğini ve Türkiye’nin Doğu’daki güç ve şanının Gürcistan kamuoyu üzerinde olumlu bir etki yarattığını bildiriyordu[191].
Gürcülerin Sovyet Rusya’ya karşı öne sürdükleri önerileri destekleyen Kemalist önderler vardı. O sıralarda Londra Konferansına katılmak üzere Avrupa’ya giden Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Kafkaslarda Sovyetlere karşı bir blok kurulması yolunda, Londra'da, Kafkasya’lı bazı temsilcilerle düzen çeviriyordu[192]. Moskova’ya atanan ilk Kemalist büyükelçisi Ali Fuat da, Ankara yönetiminin tanınması ve Türkiye’nin yeniden canlandırılması koşullarıyla, îtilâf devletleriyle bir anlaşmaya varılmasından yana idi; aksi halde Kemalistlerin, aralarında pek az benzerlik bulunan Bolşeviklerle daha sıkı ilişkiler kurmak zorunda kalacaklarına inanıyordu. 4 Şubat 1921’de Tiflis’de bir gazeteciyle görüşürken, Sovyetlerin, Gürcistan’ın demiryollarından yararlanmak ve Kemalistlerle bir anlaşmaya varmasını önlemek amacıyla, Tiflis’deki Bolşevik Ermeni Ataşemiliteri Dro’nun önerisi üzerine, Gürcistan’ı istilâ etmek için plânlar hazırladıklarını; Moskova Konferansı Gürcistan sorununu ele almadan önce, İtilâf devletleri Kemalistlerle bir anlaşmaya varırlarsa, Gürcistan’ın kurtarılacağını ve Kemalistlerin Moskova Konferansından çekileceklerini; aksi durumda Gürcistan’ın bölüşüleceğini gizlice bildiriyordu[193].
Tiflis’deki İngiliz diplomatik temsilcisi Albay Stokes da, 15 Şubat 1921’de Lord Curzon’a gönderdiği kapalı telyazısında, Kemalistleri Bolşevik Rusya’dan ayırarak Bolşevikleri Kafkaslardan kovmak zamanının geldiğini; Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya halklarının Sovyetlere karşı ayaklanacaklarını bildiriyor, ama Lord Curzon ona verdiği karşılıkta, ortak davranışlarda bulunmaları için San Remo konferansında Kafkas devletlerini uyaran ama bunda başarısızlığa uğrayan İngiltere’nin, Azerbaycan ve Dağıstan önderlerinin plânlarına karışamıyacağını ; Gürcülerin o sırada ancak kendi siyasa ve kaynaklarına güvenmeleri gerektiğini bildiriyordu[194].
Bu arada İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden R. Mc Donell’in kaleme aldığı 19.2.1921 tarihli rapordan anlaşıldığına göre, Paris’de toplanan Azerbaycan delegasyonu başkanı M. Topçubaşef, Dağıstan temsilcisi M. Topaçermiyef, Ermeni önderlerinden Bogos Nubar ve M. Aharonian ve Kafkasya’lı diğer bazı temsilciler, Ankara yönetimiyle bir anlaşmaya varmak kararını alıyor; bu kararın İngiltere’ce onaylanacağına; esasen İngiltere’nin Gürcistan’a, Kemalistlerle bir dostluk anlaşması yapmak iznini verdiğine inanıyor; Türk ulusal akımının önderi Mustafa Kemal’in “gerçekte büyük bir İngiliz dostu olduğunu” ve Türkiye’nin ancak İtilâf devletleriyle dostluk kurarak ayrı bir devlet olarak yaşayabileceğini kavradığını öne sürüyorlardı. Kafkasya’lı bu temsilcilere göre, dört Kafkas devletiyle ittifak kuracak dost bir Türkiye, Sovyet Rusya ile İngiltere’nin Doğu’daki ülkeleri arasında bir tampon bölge biçimine gelecek; İtilâf devletlerine karşı dost olacak ve İran’daki Bolşevik etkisini ortadan kaldıracaktı. O sıralarda tüm Kafkasya, Kızıl Ordu’ya karşı ayaklanmış durumda idi ve harekete geçmek için zaman çok uygundu. Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Mc. Doneli, Bolşeviklerin, Kafkas ülkelerinin Türklerle birleşmeleri olasılığını iyice kavradıklarını ve bu yoldaki davranışları bazı itilâf devletlerinin desteklediklerine inandıklarını ayrıca kaydediyordu. Diğer yetkililerden D. G. Osborne da belgeye 20 Şubat 1921’de eklediği derkenarda, Kafkas devletleri işbirliği yapacak bir durumda iseler Türklerle dostluk kurmaları olasılığına değinerek, böyle bir dostluğun, bu devletlerin Bolşeviklerin “ayakları altında kalmalarına” veya onların “ayakları altına düşmelerine” yeğ tutulması gerektiğini öne sürüyordu[195].
Kemalist önderler, Avrupa’da çevrilen bu düzenleri biliyorlardı. Kâzım Karabekir, 27 Mart 1921’de Mustafa Kemal’e gönderdiği kapalı telyazısında, Londra Konferansının iç yüzünü şöyle görüyordu: Rus ve Gürcü savaşında Türkleri Kafkas emelleri peşinde koşturarak, Gürcülerle bağlaşık olarak Ruslara karşı savaş açtırmak ve Böylece Türkiye’yi ateş çemberi içinde eritmek. İtilâf devletlerinin, Kemalist Türkiye’nin Menşevik Gürcü yönetimiyle bir antlaşma imzalayarak Kafkas Konfederasyonu kurmaya kalkıştığı ve Batum’un işgalinin BMM’nce de fazlasıyla alkışlandığına dair etrafa propaganda yaydıklarını; sonuçta Türk tutumundan ne Gürcülerin ne de Rusların tatmin olduklarını bildiriyor; ânî etkilerden kurtulmak amacıyla, ondan sonraki Doğu siyasasının bir savaş plânı gibi esaslı düşünülerek saptanmasını ve ilgililere oldukça gizlice bildirilmesini; parlak sözlere kanılmamasını öneriyor; Doğu siyasasına dair şu görüşleri bildiriyordu: Ruslar Kafkasya’ya egemen oldukları sürece onlarla dost ve gerekirse bağlaşık olmalı; bunu Rusların önemli çıkarlarında göz olmadığını göstermekle tanıtlamalı; Kafkaslardaki Türk temsilcileri güvenilir kişiler olmalı ve ellerinde açık yönerge bulunmalıdır; çok kurnaz olan İtilâfçılar, Ruslarla Türkler arasında kuşku yaratmak için Türk temsilcileri üzerinde çalışabilirlerdi. Bu, Türkler için felâketli bir siyasa olabilirdi. Ruslar Kafkasya’dan çekilmeye zorlanırlarsa, Türkler ivedilikle Kafkasya’ya egemen olmalıydılar; ama Türkler Kafkaslara egemen olacaklardır diye Rusların zayıflamasına yardımcı olmamalıydılar; çünkü Ruslar Türklerİn çabasıyla zayıflamaz, sonra yönetimleri altındaki Müslümanları ezer; Türkiye’yi de ilk fırsatta ezmeye çalışırlardı. Bir Türk-İslâm birliği ancak Rusların çökmeleri ve Türklerin Kafkaslara yerleşmelerinden sonra esaslı bir plânla gerçekleşebilirdi. Mustafa Kemal, 11 Nisan 1921’de buna verdiği karşılıkta, Karabekir’in görüşlerine katıldığını bildiriyordu[196].
Bolşevikler de Avrupa başkentlerinde çevrilen bu düzenleri biliyor; Kemalistlerin, İtilâf devletleriyle bir anlaşmaya vardıktan sonra dikkatlerini Doğu’ya çevirmeleri olasılığından korkuyor; Gürcistan’ın Kemalistlerle iyi ilişkiler kuran yansız bir ülke olarak kalmasını istemiyorlardı[197]. Bu yüzden 12 Şubat 1921’de Gürcistan’a karşı âni bir saldırıya geçiyor; üç gün sonra Gürcistan ordusunun karşı saldırıya geçmesi üzerine Sovyet Rusya ile Gürcistan arasında bir savaş patlıyordu. Fırsattan yararlanan Kemalistler, 22 Şubatta Gürcistan yönetimine kesin süreli bir öneri (ültimatom) göndererek, Ardahan ve Artvin ilçelerinin ivedilikle boşaltılmalarını talep ediyor, aksi halde buralarını zor kullanarak işgal edeceklerini bildiriyorlardı. İki savaş kesiminde savaşacak bir durumda olmıyan Gürcü yönetimi, iki ilçeyi Türkiye’ye vermek zorunda kalıyor; sorunun bir hakem kurulu aracılığıyla çözümlenmesini öneriyor[198]; ama 8 Mart günü, bir Rus istilâsını önlemek amacıyla Kemalistleri, Gürcü yönetiminin sürdürülmesi koşuluyla Batum ilini işgale çağırıyordu. İki gün sonra BMM diplomatik temsilcisi Albay Kâzım Bey, Türk ordusunun söz konusu yerleri ivedilikle işgal edeceğini Gürcü yönetimine bildiriyor; İngiliz diplomatik temsilcisi Albay Stokes’la görüşürken, Kemalistlerin bu yerleri askerî nedenlerden ötürü ve geçici bir süre için işgal edeceklerini; Türk ordusunun ancak şehrin ve limanın etrafındaki stratejik noktaları ve istihkâmları işgal edeceğini; şehri işgal etmiyeceğini ; Gürcistan bayrağının çekilmesine ve sivil yönetimin sürdürülmesine müsaade vereceğini bildiriyor; Gürcistan ordusunun savaştan vazgeçerek sorunu Ruslarla Türklere bırakmasını öneriyordu[199].
Türk ordusu 11 Mart 1921’de Batum’a giriyor; Kafterazde başkanlığındaki Bolşevik ihtilâl komitesi ve Albay Kâzım, yayımladıkları ayrı bildirgelerde, Batum’u devraldıklarını bildiriyorlardı. Albay Kâzım kendisini genel vali atayor; garda, telsiz merkezinde ve şehrin dışında Türklerle Gürcüler arasında çarpışmalar sürüyordu. 1.500 kadar Bolşevik askeri trenle gelerek, çarpışmalar bitinceye dek şehrin dışında konaklıyor; daha sonra şehre girerek Türk-Gürcü çarpışmalarına katılmak niyetinde olmadıklarını açıklıyorlardı. 19 Mart günü Türklerle Gürcüler arasında Ankara ve Moskova’dan gelecek yönergelerin alınacağı güne dek ateşkes buyruğu uygulanıyor; 16 Martta imzalanan Moskova Antlaşmasıyla Türkler Kars’la Ardahan’ı alıyor, ama Batum’u boşaltıyorlardı. Böylece Gürcistan da Ermenistan gibi Sovyetleştiriliyordu[200].
9. Kemalistler ve İslâm Dünyası:
Türk-Arap ilişkilerinde Müslümanlığın çok önemli rolü olmuştur[201]. İtilâf devletlerince kışkırtılarak, tam bağımsızlık vaadiyle Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Araplar, savaş sonunda bu hakka gerektiği gibi sahip olmadıklarını ve Türklerin yerine şimdi Hıristiyan hatta Musevi yönetimine verildiklerini görünce, aldatıldıklarını anlamakta gecikmiyor; Türk yönetimine yeniden özlem duymaya başlıyorlardı[202].
Arap ve İslâm dünyasındaki duyguları iyi bilen Kemalistler, İslâm ülkelerinin maddî ve manevî desteğini kazanmak için tedbirler alıyor; kendi sınırlarına yakın ülkelerden başlıyarak, Doğu’da Kafkasya, İran, Afganistan ve Hindistan’a kadar; Batı’da Arnavutluk, Güneyde Suriye, Filistin, Mısır ve Arabistan ve Güney Batıda Cezayir ve Fas’a kadar, tüm İslâm ülkelerini kapsıyacak biçimde etkilerini yaymaya başlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunun bazı eski Arap illeri, Kemalistlerle ilişki kuruyor, ama Türkiye’nin, ordusunu ve kaynaklarını ulusal sınırları dışına yayamıyacağı kendilerine anlatılıyordu. Kemalistler, gerekirse Suriye ile bir federasyon kurmaya hazırlanıyor[203], ama bu konuda bir sonuç elde edilemiyordu. Kemalistler, Irak’taki ulusal önderlerle de ilişki kuruyor[204]; yerel propaganda ve kışkırtma çabalarında onlardan yararlanıyorlardı.
Öteyandan Hindistan’da başgösteren Hint Halifelik Akımı, Türk ulusal akımına büyük ölçüde yardımcı oluyordu. Halifelik akımının Avrupa’daki kuruluna başkanlık eden Mehmet Ali, Roma’da İtalya Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Papa ile görüşerek, Türk tezini Batı’ya tanıtmaya çalışıyor; basına verdiği demeçlerle, İngilizleri, verdikleri sözü tutmamakla suçluyor; İngilizler Trakya ve Anadolu’da Yunanlıları desteklemeyi sürdürürlerse, Hindistan’ın İngiltere ile olan ilişkilerini yavaşça keseceğini ve bunun bir Cihad’a yol açacağını uyarıyordu[205]. Böylece Kemalistler, Türk yurdunu kurtarmak amacıyla Doğu’da düşmanlarına karşı uyguladıkları dış siyasada büyük ölçüde başarı sağlıyorlardı.