Giriş
Ortaya çıktığı andan günümüze kadar mevcut önemine ve ciddiyetine binaen sıcaklığından hiçbir şey kaybetmeden tartışılan konuların başında gelen Ortadoğu sorunu, temel referans kaynağı durumundaki Osmanlı arşiv belgeleri incelenmeden çözülemeyecek bir sıkıntı olarak gündemi daha uzun yıllar meşgul etmeye devam edecek görünmektedir. Ortadoğu sorununun tarihsel kökenlerini II. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen farklı stratejik denklemlerde veya 1980 sonrasında ortaya çıkan yeniden yapılanma çabalarında aramanın doğru olmadığını özellikle vurgulamak gerekmektedir. Günümüzde Ortadoğu’da yaşanan sayısız problemin kaynağını soğuk savaş sürecinde arayan zihniyet, bunun II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından bölgede yoğun olarak görülmeye başlanan ve takip eden yıllarda artarak devam eden casusluk, misyonerlik, Kürt-Arap eşkıyalık hareketlerinde aranması gerektiğinin farkında değildir. Irak ve havalisinde 1909 yıllarından itibaren halkın can, mal ve ırzına tasallut eden Barzan, Dilim, Şammar, Hemund gibi Kürt-Arap eşkıyalarına karşı bölgedeki Müslüman ve Gayr-i Müslim ahalinin desteğini alan Osmanlı Devleti, sınır içerisinde ve sınır ötesinde (özellikle İran sınırları içerisinde kalan bölgelerde) kapsamlı mücadeleler vermiştir. Söz konusu mücadeleler ile bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Güneydoğu ve Kuzey Irak’ta yapmış olduğu mücadeleler arasında inanılmaz benzerlikler göze çarpmaktadır.
Dini, siyasi, ekonomik ve tarihi önemi dolayısıyla Ortadoğu coğrafyası, 19. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve Amerika’nın emperyalist iştahlarının kabardığı bir bölge haline gelmişti. Bu tehlikeli durum karşısında Osmanlı Devleti, toprak bütünlüğünü muhafaza etme kaygısıyla, özellikle II. Abdülhamit döneminde, İslam Birliği Siyaseti gibi karşı tedbirler almaya çalışmıştır. Bu amaçla Ortadoğu’daki Müslüman tebaa ile yakın ilişkilerde bulunulmuş, dünya Müslümanları üzerinde Halifelik makamının etkisi artırılarak büyük devletler karşısında caydırıcı bir diplomatik baskı unsuru olması hedeflenmiştir. İslam Birliği Siyaseti’nin hayata geçirilebilmesi için yoğun bir çaba harcayan II. Abdülhamit, Irak’ta hâkimiyet mücadelesi verdiği en önemli güç olan İngiltere’ye karşı Berlin-Bağdat Demiryolu projesini gündeme getirmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki yakınlaşmayı artırmış, buna karşılık İngiltere ile olan münasebetleri olumsuz yönde etkilemiştir[1] .
II. Meşrutiyet Dönemi’nde (1908-1918) Avrupa ve Amerika’nın Ortadoğu’daki emperyalist faaliyetlerinde büyük bir artış olduğu görülmektedir. Irak bölgesinin stratejik önemini başından beri fark etmiş görünen, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak amacıyla emperyalist güçlere karşı sistematik ve planlı bir mücadele veren dönemin hâkim siyasi gücü İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ortadoğu’da kendilerine yakın, bilgili, tecrübeli aynı zamanda olağanüstü yetkilerle donatılmış valiler tayin etme konusunda çok büyük hassasiyet göstermiştir. Birinci sınıf bir görev niteliğindeki Bağdat Valiliği için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkili olduğu Hükümetlerin yapmış oldukları seçimleri dikkate aldığımızda onların bu hassasiyetini daha iyi anlamak mümkündür. Nitekim bu dönemde Bağdat’a atanan valilerden Nazım Paşa, Cemal Paşa, Süleyman Nazif Bey ve Halil Paşa’nın dirayetli, dinamik, otoriter yapıda olmaları ve bölgedeki İngiliz tesirinin kırılmasına yönelik yoğun bir çaba sergilemiş olmaları yukarıdaki görüşlerimizi destekler niteliktedir. Irak’ta böylesine yoğun bir mücadelenin içerisine girmiş olan İttihat ve Terakki Hükümetleri, aynı etkin mücadeleyi Suriye, Lübnan, Kudüs ve Hicaz gibi stratejik bölgelerde İngiltere dışında Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’ya karşı devam ettirmişlerdir. Ne var ki Meşruti sisteme geçiş sürecinde karşılaşılan zorluklar, ülke içerisinde yaşanan kısır iç siyasi çekişmeler Irak’ta uzun vadede siyasi istikrar sağlanmasını engellemiştir. Araştırmamızda Nazım Paşa’nın valilik görevi sırasında (1909–1911) Bağdat ve çevresinde yaşanan değişim ve gelişimleri açıklığa kavuşturarak Osmanlı Devleti’nin dolayısıyla dönemin hâkim siyasi gücü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Irak bölgesine yönelik politikalarının ipuçlarına ulaşma imkânı elde ettik.
I
Nazım Paşa Kimdir?
Cesur bir kişiliğe sahip olan Nazım Paşa 1848’de İstanbul’da doğmuş, Kurmay Yüzbaşı olarak Harbiye’den mezun olduktan sonra askerî öğrenimine Fransa’da devam etmiştir. Padişah aleyhinde faaliyetlerde bulunması sebebiyle, II. Abdülhamit tarafından Bağdat’a sürgün edilen Nazım Paşa, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İstanbul’a dönmüş ve takip eden günlerde de Edirne’deki II. Ordu Kumandanlığı’na tayin edilmiştir[2] . Paşa, burada kendisini tamamen askerliğe vermiş ve II. Ordu’daki askerin talim ve terbiyesiyle yakından ilgilenmiştir[3] . Bu görevdeyken Kamil Paşa tarafından Harbiye Nazırı olarak Hükümet’e alınmak istenmiş, ancak İttihatçıların karşı çıkması nedeniyle bu atama mümkün olamamıştır[4] . 31 Mart Olayı öncesinde İstanbul Garnizon Kumandanlığı’na getirilmiş olan Nazım Paşa, olayların patlak vermesi üzerine İttihatçılar tarafından Selanik’te oluşturulan Hareket Ordusu’na karşı çıkmış, bunun sonucunda da Mahmut Şevket Paşa tarafından göz hapsinde tutulmuştur. Sonradan Hareket Ordusu’na katılmak istemişse de kendisine yüz verilmemiştir. Harbiye Nazırlığı’na karşı çıkılması ve Hareket Ordusu’ndan dışlanılması gibi olaylar Nazım Paşa’nın İttihat ve Terakki’den soğumasına sebep olmuştur[5] . Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci Sadrazamlığı döneminde, 25 Kasım 1909’da Bağdat’a Vali olarak atanan Nazım Paşa, 15 Mart 1911’de İttihatçıların etkin olduğu İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti’nde valilik görevinden azledilmiştir.
Yaklaşık altı ay sonra Nazım Paşa’nın azil kararını alan İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti iktidardan düştü. Yerine kurulan Mehmet Sait Paşa Hükümeti de on ay kadar iktidarda kaldıktan sonra Halaskar Zabitan Olayı nedeniyle dağıldı. Ancak söz konusu olayda adının İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin amansız rakibi Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile birlikte anılması Nazım Paşa’nın tarafsızlığına gölge düşürmüş ve kamuoyu nezdinde itibar kaybetmesine neden olmuştur. Baskılara daha fazla dayanamayan Nazım Paşa, ölümünden yalnızca beş gün kadar önce Halaskar Zabitan Olayı ile ilgili şu açıklamayı yapmak zorunda kalmıştı: Şu veya bu siyasi partiye temayül ettiğim şeklinde imzasız mektuplar aldım. Ancak kimliğini saklayan bu kişilerin mektuplarının bir kıymeti ve doğruluğu yoktur. Askerlik mesleğimin gereği olarak hiçbir siyasi partiye üye olmadım ve ilgilenmedim. Zaten ordunun siyasetle iştigal etmesinin ülkeye ne büyük zararlar verdiğini en iyi bilenlerdenim. Ayrıca ben askerlerin siyasetle uğraşmamaları için elimden gelen bütün gayreti gösterirken kendim gidip de siyasi partilerle ilgilenebilir miyim? Bütün bu iddialar tamamıyla yalandır. Tunaya’ya göre Nazım Paşa’nın bu açıklaması, sadrazamlığa hazırlık adımı sayılıp sayılamayacağını düşündürebilecek niteliktedir[6] .
Yaşanan beklenmedik gelişmeler nedeniyle Nazım Paşa’nın yıldızı yeniden parlamaya başladı. Nitekim Paşa, 22 Temmuz 1912’de kurulan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti’nde ilk[7] , 30 Kasım 1912’de kurulan Kamil Paşa Hükümeti’nde ise ikinci defa[8] olmak üzere Harbiye Nazırlığı’na atanmıştır[9] . Harbiye Nazırlığı sırasında orduda Alman subaylarının görev almasına karşı çıkmış, bu sebeple Alman aleyhtarı olarak tanınmıştır[10].
Nazım Paşa Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olması sebebiyle Birinci Balkan Savaşı’nda yaşanan felaketlerin, akabinde Bulgarlarla yapılan ve Edirne’nin Bulgarlara terkiyle sonuçlanan barış görüşmelerinin[11] başlıca sorumlusu olarak gösterilmiş, bu yüzden büyük eleştirilere maruz kalmıştır[12].
İttihatçıların darbe önerisine sıcak bakmayan Nazım Paşa, bunun yerine meşru yolların denenmesini istemiştir. Onun bu tutumuna rağmen, Talat Bey’in önerisiyle darbeden yana tavır almış olan İttihatçılar, 23 Ocak 1913 Perşembe günü saat 15.00’te Bâb-ı Âli’yi basarak Kamil Paşa Hükümeti’ni devirmişlerdir. Çıkan arbede sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa, İttihat ve Terakki’nin fedailerinden Yakup Cemil tarafından vurularak öldürülmüştür. Baskın olayının ardından Sadaret makamına oturan Mahmut Şevket Paşa, Nazım Paşa için, 25 Ocak 1913’te askerî-sivil erkân ile bütün Hükümet üyelerinin ve yabancı elçilerin katıldığı görkemli bir cenaze merasimi düzenlettirmiş ve İstanbul’da defnedilmesini sağlamıştır. Nazım Paşa, Azra ve Atiye isimli iki kız çocuğu sahibiydi[13].
II
Nazım Paşa’nın Bağdat Valiliği’ne Atanması
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderliğinde, 23 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ile birlikte uzun bir aradan sonra yeniden anayasalı parlamenter sisteme geçilmişti. Bunun sonucunda yıllardır devleti adeta tek başına yöneten Padişah II. Abdülhamit, yetkilerinin büyük bir bölümünü Bâb-ı Âli, Meclis-i Mebusan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti ile paylaşmak zorunda kalmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanının ardından yaklaşık üç ay kadar sonra, Kasım-Aralık aylarında yapılan seçimleri İttihat ve Terakki listeleri kazanmış, İttihatçılar toplam 288 kişiden oluşan Meclis-i Mebusan’da çoğunluğu sağlamışlar[14], ancak genç ve tecrübesizliklerini bahane ederek iktidarı doğrudan ele geçirmemişlerdir. Denetleme iktidarı olarak da adlandırılan bu dönem yaklaşık beş yıl sürmüş [15], İttihatçılar kurulan Hükümetlerde hep geri planda kalmayı tercih etmişlerdir[16]. Bu arada ülke içerisinde İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefet oluşmaya başlamıştı. Bunun ilk işareti, 1908 seçimlerinde İttihat ve Terakki’ye rakip olarak Ahrar Fırkası’nın kurulması olmuştur[17]. Daha sonra kurulan Osmanlı Demokrat Fırkası, Heyet-i Müttefika-i Osmaniye Fırkası, Mutedil Hürriyet Perveran Fırkası, Ahali Fırkası ve Sosyalist Fırkası gibi siyasi oluşumlar da İttihat ve Terakki’ye karşı olan muhalefetin genişlemesine neden olmuştur[18]. Takip eden günlerde daha fazla genişleyen ve güçlenen muhalefet en ciddi eylemini 31 Mart Olayı ile gerçekleştirmiş, İttihat ve Terakki’yi ortadan kaldırmak istemiştir[19]. Bu gelişmeler İkinci Tevfik Paşa Hükümeti’nin düşmesine ve yerine Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti’nin (5 Mayıs 1909–12 Ocak 1910) kurulmasına neden olmuştur[20]. Yeni Hükümet’in önündeki en önemli iç meselelerin başında, kısaca Bağdat ile Basra Körfezi arasında demiryolu döşeme ve Fırat Nehri üzerindeki taşımacılık imtiyazının İngiliz Lynç Şirketi’ne verilip verilmemesi şeklinde tanımlayabileceğimiz ve Meclis-i Mebusan’da yoğun tartışmalara sebep olan Lynç Meselesi[21] yer almıştır. Böylesine hassas dengelerin gözetildiği ortamda Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, 5 Haziran 1909’da Şevket Paşa gibi üst düzey askeri bir bürokratı Bağdat’a Vali olarak atamıştı [22]. Ancak uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan bölgede[23], başta eşkıyalık hareketleri olmak üzere, yaşanan asayiş problemlerinin önünün alınamaması, mevcut Vali Şevket Paşa’nın beş ay gibi kısa bir süre zarfında gözden düşmesine ve Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın yeni arayışlara yönelmesine sebep olmuştur. İşte tam bu sırada, 31 Mart Olayı sonrası Selanik’te oluşturulan Hareket Ordusu’na karşı çıkması nedeniyle hem Mahmut Şevket Paşa hem de İttihatçılarla ters düşen ve İttihatçıların baskısı nedeniyle İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenen Nazım Paşa, adeta Hükümet’in imdadına yetişmiştir. Daha önceden bulunduğu kritik görevlerdeki tecrübesi, bölgedeki Osmanlı VI. Ordusu’nu idare edebilecek otoriteye sahip olması ve Orgeneralliğe tekabül eden askeri rütbesiyle Nazım Paşa, Bağdat Valiliği için biçilmiş bir kaftan gibiydi[24]. Bu hususu dikkate alan Hüseyin Hilmi Paşa, İttihatçı Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in görüşleri doğrultusunda, harekete geçerek Vali Şevket Paşa’yı azletmiş, yerine Birinci Ferik (Orgeneral) Nazım Paşa’yı, 25 Kasım 1909 tarihli İrade ile VI. Ordu Kumandanlığı da uhdesinde bulunmak kaydıyla, Bağdat Vilayeti Valiliği’ne tayin etmiştir[25].
Oldukça geniş sınırları bulunan Bağdat Vilayeti; Bağdat, Kerbela ve Divaniye sancaklarından oluşmaktaydı. Vilayet idaresinin en büyük idari taksimatına sahip Bağdat Sancağı’na bağlı Bağdat, Kazımiye, Samerra, Horasan, Hanikin, Müneddili?, Bedre, Kut-el Amara, Aziziye, Cezire, Dilim ve Aniye isimli 12 kaza, Kerbela Sancağı’na bağlı; Kerbela, Hindiye, Necef, Razaza? isimli 4 kaza ve Divaniye Sancağı’na bağlı; Divaniye, Hala, Şamiye, Semaviye isimli 3 kaza bulunmaktaydı [26]. Bağdat Vilayeti’nin nüfus çoğunluğunu Müslüman Arap, Türk ve Kürtler oluşturmaktaydı. Buna karşın nüfusun geri kalan kısmını vilayetin çeşitli bölgelerine dağılmış halde bulunan Hıristiyan Ermeni, Keldani ve Süryani cemaatleriyle Museviler oluşturmaktaydı. Müslüman nüfus içerisinde Hanefi ve Şafiler olduğu gibi özellikle Kerbela ve Divaniye’de Caferiler de bulunmaktaydı. Vilayet dâhilinde az sayıdaki Müslüman okullarına karşılık; Süryani mektebi, Ermeni mektebi, Latin mektebi, Alyans İsrailiyyet Mektebi, Alyans İsrailiyyet Rüşdiye Mektebi, Ezil Mektebi, Bağdat Musevi Teavün Mektebi ve Bağdat Almanya Deutche Mektebi gibi Gayr-i Müslim okulları dikkat çekmekteydi[27]. BağdatBasra arasındaki ulaşım İdare-i Nehriyye’ye ait Hamidiye, Burhaniye, Musul, Fırat, Bağdat, Rısaka ve Bağdat-ı Basra vapurları ile İngiliz Lynç Şirketi’ne ait Mecidiye ve Halife vapurları tarafından yürütülmekteydi[28]. Bağdat Vilayeti’nin en önemli gelir kaynakları pamuklu, yünlü ve ipekli ürünlerdi. Ancak vilayette sanayinin durumu istenilen seviyede değildi[29]. 1909 yılında vilayetin bir yıllık gelir-gider cetveli incelendiğinde gelirlerin 24.083.000 Kuruş iken giderlerin 265.727.140 Kuruş ve bütçe açığının 241.644.140 Kuruş gibi oldukça yüksek bir meblağa ulaştığı görülmektedir[30].
III
Nazım Paşa’nın Bağdat’taki İcraatları
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkin olduğu Osmanlı Devleti’nin son on yıllık döneminde başta Bağdat olmak üzere, Ortadoğu’daki bütün vilayetlere gönderilecek vali ve ordu kumandanları titizlikle seçilmiş ve oldukça geniş yetkilerle donatılmışlardır. Bu durum, dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in Sadaret’e göndermiş olduğu, 7 Nisan 1910 tarihli telgrafta açıkça görülmektedir. Söz konusu telgrafta; VI. Ordu Kumandanlığı ile birlikte Bağdat Valiliği’ne tayin edilen Nazım Paşa’nın mevcut yetkilerinin dışında, bölgede görevlerini layıkıyla yerine getirme iktidarından yoksun, ahlaken devleti temsil etmelerine imkân bulunmayan ordu erkânı ile mahalli sivil memurları azletme ve yerlerine yenilerini seçme haklarına sahip olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu husus Nazım Paşa’nın şahsıyla ilgili olmayıp, Bağdat Vilayeti’nin stratejik öneminden kaynaklanmıştır. Nitekim Nazım Paşa’yla aynı tarihlerde Yemen Valiliği ile birlikte VII. Ordu Kumandanlığı’na atanan Mehmet Ali Bey için de aynı olağanüstü yetkiler söz konusu olmuştu[31]. Talat Bey’in ilgili yazısı üzerine hiç zaman kaybetmeden konuyu Meclis-i Vükelâ’ya taşıyan Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa da bu geleneğe uymuş ve Nazım Paşa’ya verilecek yetkilerle ilgili resmi müsaadenin çıkmasını sağlamıştır [32].
Geçmiş yıllarda sürgün olarak görev yaptığı Bağdat Vilayeti’ndeki sorunların farkında olan Nazım Paşa bölgede bayındırlık, ekonomi ve alınması gereken güvenlik tedbirleriyle ilgili zorlu ve yorucu bir kalkınma programı hazırlamıştır. Bu doğrultuda Bağdat’a hareketinden önce, 1 Aralık 1909’da Dâhiliye Nazırı Talat Bey’e başvurarak kendisine böylesine zorlu bir görevde yardımcı olabilecek bir vali muavinin tayin edilmesini talep etmiştir. Bu talebi olumlu karşılayan Talat Bey, konuyu ertesi gün toplanmış olan Meclis-i Vükelâ’ya taşımıştır. Meclis-i Vükelâ’nın, 2 Aralık 1909 tarihli toplantısında alınan bir kararla Bağdat Vilayeti’nin ıslahı ve tanzimi hususunda yürütülen çalışmalar çerçevesinde Nazım Paşa’ya yardımcı olmak üzere 6000 Kuruş maaşla bir vali muavinin gönderilmesine izin verilmiştir[33]. Bu konunun hallolmasının ardından Bağdat’a ulaşan Nazım Paşa, ilk iş olarak Bağdat’ın bayındırlık işlerini ele almıştır. Mali kaynak sorununu çözmek amacıyla Bağdat Belediye gelirlerini karşılık göstermek suretiyle Türkiye Mahalli Bankası ile 200.000 Liralık bir borç anlaşması imzalamıştır[34]. Nazım Paşa, şehrin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmak ve kendi ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak amacıyla tarıma da el atmış, yıllardır yağan yağmurlarla taşan Dicle Nehri’nin suları yüzünden kullanılamaz hale gelmiş arazilerde sedler inşa ettirerek ziraatın başlatılmasını sağlamıştır[35].
Bağdat’ta gerçekleştirilecek olan bayındırlık hizmetlerinin önündeki en büyük engel, bölgede uzun süredir devam eden asayiş problemi olmuştur. Zira Nazım Paşa’nın bizzat kendi girişimleriyle yapımına hız verilen Hindiye Barajı inşaatında işçilerin saldırıya uğraması, güvenlik meselesinin bir an evvel halledilmesini zaruri hale getirmişti. Meselenin kendisine bildirilmesi üzerine derhal harekete geçen Talat Bey, Harbiye Nezareti nezdinde girişimlerde bulunarak bölgenin güvenliğinden sorumlu jandarma taburundaki asker sayısının 1000’e tamamlanmasını istemiştir[36]. Ancak, Talat Bey’in bu isteği ekonomik sıkıntılar nedeniyle yerine getirilememiştir. Bu durum üzerine Vali Nazım Paşa, Hindiye Barajı’ndaki üzücü olayların ardından yaklaşık iki ay sonra, 16 Mayıs 1910’da Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş olduğu raporunda; Bağdat’ta yapılacak olan bayındırlık, ıslahat çalışmalarının devam edebilmesi ve şehrin güvenliğinin sağlanabilmesi için hayati öneme sahip vilayet jandarma kuvvetinin sayısının artırılmasını, bunun için gerekli ödeneğin bir an evvel çıkartılması yolundaki ısrarını sürdürmüştür[37]. Bu talep üzerine Dâhiliye Nezareti, bir kez daha Harbiye Nezareti bünyesinde bulunan Jandarma Genel Kumandanlığı’yla temasa geçmiştir[38]. Jandarma Genel Kumandanı Lütfi Paşa, Dâhiliye Nezareti’ne vermiş olduğu cevapta; Bağdat’ta 653 neferden oluşan iki tabur jandarma kuvvetinin mevcut olduğunu, bu sayının 1000’e tamamlanması için 347 jandarmaya daha ihtiyaç olduğunu, bu rakamın devlete maliyetinin ise kişi başı 355 Kuruş’tan aylık 1.231.85 Kuruş, yıllık 1.478.220 Kuruş maaş ve 236.000 Kuruş da masraflar olmak üzere toplam 1.714.220 Kuruş gibi yüksek bir meblağa ihtiyaç duyulduğunu, bu meblağın jandarma bütçesi müzakerelerinde gerekçeleriyle birlikte Meclis-i Umumi’ye teklif olunacağını ve ancak kabulü halinde gereğinin yapılacağını bildirmiştir[39].
Asayiş problemini ortadan kaldırma yolunda önemli mesafeler kat eden Nazım Paşa, Bağdat’ta bulunan Osmanlı VI. Ordu’sunu yeniden düzene sokmuş, hiç kimseyi ayırt etmeksizin gösterdiği adilane yönetim tarzı ve şefkatli tavırlarıyla kısa sürede bölgedeki otorite boşluğunu doldurmayı başarmıştır. Ayrıca yerleşik-göçebe urban ile Arap-Kürt aşiretlerinin birbirleriyle ve devletle olan sorunlarını çözmeye çalışmış, Gayr-i Müslim tebaaya hoşgörüyle yaklaşmış, bu sayede kendisinden evvel Bağdat’a gelen valilerin hiç birisinin gerçekleştirmeye muvaffak olamadığı huzur ortamını tesis etmeyi başarmıştır. Önceki yıllarda adaletsizlik ve otorite boşluğu yüzünden Hükümet’e başkaldırmış olan Arap ve Kürt aşiretler, yapılan uygulamalardan memnuniyet duyduklarını göstermek adına silahlarını terk ederek Nazım Paşa’nın adaletine sığınmak üzere akın akın Bağdat’a gelmişler, kendilerine gösterilen saygı, şefkat ve adilane yönetim tarzı sayesinde devlete olan bağlılıklarını artırmışlardır. Irak’ta neredeyse her noktada sağlanan huzur ve güvenlik ortamı sayesinde insanlar Bağdat’ta rahatlıkla dolaşmaya başlamış, istikrarsızlık nedeniyle uzun süredir sekteye uğramış olan ticari ve zirai faaliyetlerde büyük bir artış görülmüştür. Bu gelişmelerin etkisiyle gümrük gelirleri önceki yıllara oranla 1000 Liralık bir artış göstermiştir. Bunlara ek olarak, bölgenin bugün bile en önemli sorunları olarak göze çarpan eğitim, sağlık ve güvenlik zafiyetleriyle mücadelede kararlı olan Nazım Paşa yeni okullar, hastaneler, kışlalar ve ordugâhlar inşasına hız vermiştir. Asayişin sağlanması nedeniyle suç işleme oranlarında azalma, bunun sonucunda mahkemelerde görülen davalarda büyük bir düşüş gözlenmiştir. İngiltere’den sipariş edilen vapurlar sayesinde hem Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki seyr-ü sefain daha rahat bir ortamda gerçekleşmiş, hem de eskiden neredeyse iki ayı bulan posta hizmetlerinin süreleri nerdeyse dörtte üç oranında azaltılarak on iki güne düşürülmüştür. Çok kısa süre içerisinde gerçekleştirilmiş olan bu hamleler bölge halkı tarafından şükranla karşılanmıştır. Bu sebepledir ki Nazım Paşa Bağdat’ta, tıpkı Tanzimat döneminin Bağdat Valisi Midhat Paşa gibi, büyük bir saygı ve takdir gören devlet adamı olmuş ve Nazım el-Irak lakabıyla anılmıştır[40].
Nazım Paşa’nın Bağdat’taki en dikkat çekici icraatlarından birisi de, Ortadoğu’da 20. yüzyıl başlarından itibaren oldukça belirgin bir şekilde ortaya çıkan İngiliz emperyalizmine karşı açıkça tavır alması olmuştur. Zira İngiltere’nin 1881 yılında Mısır’ı işgal ederek bölgeye kalıcı olarak yerleşmesi Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur. II. Abdülhamit’in 1903 tarihli fermanıyla Konya Demiryolu’nun Bağdat ve oradan da Basra’ya ulaştırılması işinin Alman sermayedarları tarafından kurulan Anadolu Kumpanyası’na verilmesi Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine yol açmıştır[41]. Bu tarihsel gerginliğin etkisinde kaldığı anlaşılan Nazım Paşa, Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında büyük bir diplomatik krize neden olan Lynç Meselesi’nin hararetli bir şekilde tartışıldığı günlerde, Bağdat’ta İngiliz aleyhtarı faaliyetlerde bulunmuş, İngiliz vatandaşlarına ait binaları yıktırtmış hatta Tanin Gazetesi’nde İngiltere aleyhinde çıkan yazılara destek vermişti. Bu gelişmeler üzerine İngiliz resmi makamları Hariciye Nezareti nezdinde girişimlerde bulunarak Büyükelçi Sir Louis Mallet’in Nazım Paşa’yla görüşmesini ve yapılan uygulamalardan İngiltere’nin duyduğu rahatsızlığı iletmesini istemişlerdir[42].
IV
Eşkıyalık Hareketleri ve Nazım Paşa
a- Nazım Paşa’nın Bölgeye Gelmesinden Önce Yaşanan Eşkıyalık Hareketleri
Bağdat Valiliği sırasında Nazım Paşa’yı uğraştıran en önemli konuların başında Barzan, Hemund gibi Kürt ve Dilim, Şammar gibi Arap aşiretleri tarafından organize edilen eşkıyalık hareketleri gelmektedir. Bağdat Vilayeti’nde II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından başlamış olan eşkıyalık hareketlerinin nedenlerini çoğu aşiretlerin atalarından kalma yağma, katliam, isyan geleneklerini devam ettirme arzusu[43], Tanzimat’ın ilanıyla birlikte uygulamaya konulan yeni toprak düzenine uyum sağlayamama[44], 19. yüzyılda büyük bir ivme kazanan modernleşme çabalarının öncelikli olarak Rumeli’de uygulanması sebebiyle bölgenin geri kalmışlığı gibi birden çok etkene bağlamak gerekmektedir. Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği döneminde yürürlüğe giren 1864 Vilayet Nizamnamesi’ne tepki olarak gittikçe artan eşkıyalık hareketleri, II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından ortaya çıkan özgürlük ve belirsizlik ortamının etkisiyle had safhaya ulaştı. İttihatçıların Kürt aşiretlerini II. Abdülhamit dönemindeki alışılagelmiş hayat biçiminden kopartıp disiplin altına alma ve silahsızlandırma çabalarına, Osmanlıcılık görüşünün gereği olarak Meclis-i Mebusan’da temsil edilmelerine olanak sağlamalarına ve Hükümet’e karşı göstermiş oldukları tepkilere hoşgörüyle yaklaşmalarına[45] rağmen, eşkıyalık hareketlerinin önü bir türlü alınamamıştır. Nitekim İstanbul’da 31 Mart Olayı nedeniyle büyük bir kargaşa yaşanırken, aynı tarihlerde Bağdat ve Musul vilayetlerinde Barzan, Hemund, Dilim, Şammar aşiretleri tarafından gerçekleştirilen eşkıyalık hareketleri halkı adeta canından bezdirmişti. Eşkıyalık hareketlerinde ön planda yer alan Şeyh Abdüsselam liderliğindeki Barzaniler, 31 Mart Olayı’ndan üç ay kadar sonra, Musul Vilayeti’ne bağlı 20.000 kişilik Akra Kazası’nı işgal etmiş, etrafına topladığı adamlarıyla birlikte kazayı ateşe vermiş, halkın namusuna el uzatmış, mallarını gasp etmiş ve kaza halkını yalnızca kendisine tabi olması hususunda zorlamaya başlamıştı. Akra’da yeterli sayıda jandarma kuvveti bulunmaması nedeniyle Barzanilere karşı koyulamamıştır. Bunun üzerine son çare olarak Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’ya başvuran söz konusu kazanın Müslüman, Hıristiyan Keldani ve Musevi cemaat önderleri eşkıyaya gereken dersin bir an evvel verilmesini istemişler, aksi takdirde onlara boyun eğmekten başka çarelerinin olmadığını bildirmişlerdir[46]. Oldukça tehlikeli boyutlara ulaşan bu durum üzerine, Musul Vilayeti’nden Akra Kaymakamlığı’na eşkıya takibi için tam yetki verilmiş, bu doğrultuda Miralay Enis Bey kumandasında bir miktar asker eşkıya takibine sevk edilmişti. Ancak bölgede yer alan çok sayıdaki Kürt aşiretin Barzaniler ile birleşmesi yüzünden takipte bulunan asker sayısı yetersiz kalmıştır[47]. Bu nedenle bölgeye takviye kuvvetlerle birlikte, yeterli sayıda dağ topu gönderilmesi talep edilmiştir[48]. Akra Kazası’ndan gelen bu talep üzerine Musul Vilayeti’nden bölgeye dağ topu ve bir miktar asker gönderilmiştir[49]. Musul Valisi Fazıl Paşa’nın yönetiminde elverişsiz arazi şartları nedeniyle güçlükle gerçekleşen eşkıya takibi, Musul’dan gelen süvari ve Bağdat’taki VI. Ordu’dan gelen topçu destek birlikleri sayesinde Barzanilerin yaşadığı dağ köylerinin kuşatma altına alınmasıyla semeresini vermeye başlamıştır. Barzani eşkıyaları, mevzilerini terk edip ateşe vererek dağlık alanlara çekilmek zorunda kalmışlardır[50]. Eşkıyadan aralarında Barzan Şeyhi Abdüsselam’ın aile üyelerinin de bulunduğu toplam 52 kişi sağ olarak ele geçirilmiş, ayrıca köyde bulunan, büyük bir ihtimalle yağmalardan elde edilmiş 1375 küçükbaş hayvan, 182 öküz ve 3 at ele geçirilerek Musul’a gönderilmiştir. Böylece Barzan eşkıyalarına büyük bir darbe indirilmiştir[51]. Zor durumda kalan Barzani Şeyhi Abdüsselam, önce işgal ettiği Akra’dan, daha sonra ise kendi köyü Barzan’dan çekilmek zorunda kalmıştır[52]. Ancak meseleyi kökten halletmek hususunda kararlı olan Musul Valiliği, bu iş için özel olarak görevlendirdiği casuslar ve yeterli sayıda askerle eşkıya başını takip ettirmiştir. Sonuçta Abdüsselam’ın sakalını tıraş ederek kıyafetlerini değiştirdiği ve Van’daki Tayyari Hıristiyanlarının önde gelenlerinden olan Tahavvüp? aşiretine ait Zavaniye köyünde Fakı Abdurrahman’ın yanında saklandığı bilgisine ulaşıldı. Hükümet bölgeye asker sevk etmek konusunda bir an tereddüt etmiştir. Çünkü söz konusu aşiretin Hıristiyan olması nedeniyle düzenlenecek operasyonun, ilgili konsoloslukların yapacakları müracaatla Avrupa kamuoyunda olumsuz bir etki yaratabileceği endişesi yaşanıyordu. Bu yüzden Musul Valisi Fazıl Paşa merkezin emirlerini beklemeye başlamıştır[53]. Bu arada yaşanan olaylardan büyük rahatsızlık duyan Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa, konuya ilişkin Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş olduğu ilgili yazısında; Barzaniler meselesini bir irtica ve eşkıyalık hareketi olarak değerlendirmiş, Van’daki sözü edilen Hıristiyan aşireti Barzanileri saklamaktan vazgeçmeleri hususunda sert bir şekilde uyarmış, aksi takdirde kendilerinin de eşkıya muamelesi göreceklerini belirtmiş ve Barzani Şeyhi Abdüsselam’ın devletin silahlı kuvvetlerine ateşle karşılık vermek, Akra Kazası’nı kuşatıp yağmalamak, ahalisini katletmek gibi ağır suçlar işlemesi nedeniyle derhal yakalanarak Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sevk edilmesini istemiştir[54].
Nazım Paşa’nın bölgeye gelmesinden önce görülen eşkıyalık hareketlerinin bir başka aktörü Kürt Hemund aşireti olmuştur. Kerkük-Süleymaniye arasında faaliyet gösteren Hemund eşkıyaları yaklaşık sekiz aydır devam eden yağma-çapul sonucunda iki şehir arasındaki ticarete büyük darbe vurmuşlar, şehir merkezlerindeki telgrafhaneleri yağmalamışlardır[55]. Musul Valisi Fazıl Paşa, asi aşiretlerin takip ve tenkili hususunda bölgedeki Müslüman Arap, Kürt ve Hıristiyan Yakubi, Marunî, Süryani, Keldani, Şeykis?, Tayyari, Yahudi Netavri, Yezidi aşiretlerinden kuvvet toplamıştır. Ancak Fazıl Paşa’nın bu tutumu Meclisi-i Mebusan’da tartışmalara neden olmuştur. Gelişmelerden son derece rahatsız olan Zor Mebusu Lütfi Bey, Dâhiliye Nazırı Talat Bey’e başvurarak meselenin devletin resmi güvenlik güçleri tarafından halledilmesini, bölgedeki aşiretlerin takip ve tenkil işlerine karıştırılmasının ilerleyen günlerde büyük sakıncalar doğuracağını ifade etmiştir. Lütfi Bey, söz konusu yazısının devamında herhangi bir olumsuzluğa meydan vermemek için Barzan, Hemund gibi Kürt eşkıyalarının takibinde bulunacak askeri birliklerin içerisinde görev yapan Kürt zabitan ve efradın çıkartılması gerektiğini önemle vurgulamıştır[56].
Eşkıyayı takiple görevli Tabur Komutanlığı’ndan, 31 Ağustos 1909’da Musul Valisi Fazıl Paşa’ya ilginç bir istihbarat bilgisi ulaşmıştır. Söz konusu istihbarat bilgisine göre yaklaşık 460 kişilik atlı Hemund eşkıya birliği, takipten kurtulmak amacıyla sınırı geçerek İran’a kaçmışlardır. Bu sınır ihlaline şiddetle karşı çıkan İran Hükümdarı Kerim Han, bölgedeki askeri birliklerini Hemund eşkıyası üzerine sevk etmiştir. Çıkan çatışmada 3 eşkıya ölü olarak ele geçirilmiş, ancak çoğunluğu bölgedeki arazi şartlarından istifadeyle kaçmayı başarmışlardır[57]. Sınırın diğer tarafında eşkıyalık hareketlerine karşı mücadelesini ısrarla sürdüren Osmanlı kuvvetleri yaklaşık bir haftalık bir takibatın ardından, 8 Eylül 1909’da İran sınırına yakın bir yerde Hemund eşkıyalarıyla çatışmaya girmiş, çok sayıda eşkıyayı ölü olarak ele geçirmeyi başarmıştır. Ancak çatışmanın gece yarısına kadar uzaması ve geride kalanların İran tarafına geçip akrabalarının bulunduğu Mustafa Han’a kaçmış olmaları nedeniyle askeri takibe zorunlu olarak ara verilmiştir. Hemund eşkıyasının tamamen ortadan kaldırılması hususunda son derece kararlı görünen askeri yetkililer, Dâhiliye Nezareti’ne başvurarak kaçan eşkıyanın yakalanması için İran Hükümeti nezdinde gerekli diplomatik girişimlerin başlatılmasını talep etmişlerdir[58]. Harbiye Nezareti, Hariciye Nezareti nezdinde girişimlerde bulunarak; VI. Ordu Kumandanlığı’nın Hemund eşkıyası üzerine gerçekleştirmiş olduğu takibatın şiddetle devam ettirileceği, tamamen ortadan kaldırmak hususunda kararlı olduğunu kesin bir dille ifade etmiştir[59]. Sınır ötesi takibatın başarılı geçmesi üzerine İran’da barınamayan Hemund eşkıyasının büyük bir bölümü Barziyan’a dönüş yapmış, çok az bir kısmı ise İran’da kalmaya devam etmiştir. Bu arada diplomatik yoldan çalışmalarına hız veren Hariciye Nezareti, eşkıyanın gerçek niyeti ve amaçları hakkında İran Hükümeti’ne ayrıntılı raporlar göndermiştir. Eşkıyanın ortadan kaldırılması amacıyla ortak askeri harekâtlar yapılması hususunda İranlı muhataplarıyla yapmış olduğu görüşmelerden olumlu sonuçlar elde eden Hariciye Nezareti, takibatın şiddetle devam ettirilmesi ve Hemund meselesine artık bir son verilmesi amacıyla VI. Ordu Kumandan Vekili ve Bağdat Valisi Şevket Paşa’ya tam destek vermiştir[60]. Ancak tüm çabalara karşın eşkıyalık hareketlerine son verilememiş, bu durum Şevket Paşa’nın gözden düşmesine ve nihayet görevden alınmasına neden olmuştur.
b- Eşkıyalık Hareketleri Karşısında Nazım Paşa’nın Tutumu
Eşkıyalık hareketlerine son verilmesi hususunda kararlı olan Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti[61], yeni Vali Nazım Paşa’nın Bağdat’a ulaşmasının ardından Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş olduğu 3 Aralık 1909 tarihli telgrafla; Barzan eşkıyasının tedibi için Musul ve Van vilayetleri ile ortak hareket edilerek gerekli tedbirlerin bir an evvel alınmasını istemiştir[62]. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa konuya ilişkin dört gün sonra göndermiş olduğu bir diğer yazısında ısrarla bir irtica hareketi olarak nitelendirdiği Barzani meselesine nihayet verilmesi hususunda cihet-i askeriyece bölgedeki Musul, Van, Bitlis, Diyarbakır ve Bağdat vilayetlerinin ortak hareket etmesi gerekliliğinin altını çizmiştir. Eşkıyanın bölgedeki askeri birliklere baskınlar düzenleyip askeri silahlara el koymuş olmalarını büyük bir gaflet ve sorumsuzluk örneği olarak gören ve adeta çileden çıkan Hüseyin Hilmi Paşa, eşkıya takibinde yeterli gayreti gösteremeyen askeri ve mülki erkânın azledilip yargılanacaklarını ifade etmiştir[63]. Hüseyin Hilmi Paşa’nın ilgili yazısı üzerine bölgede aylardır devam eden eşkıyalık hareketlerine son vermek için radikal ve etkili önlemler alınması hususunda harekete geçen Dâhiliye Nezareti, Musul Vilayeti’ne göndermiş olduğu şifreli yazıyla Barzani eşkıyasının takibinde zafiyet gösteren, görevlerini yerine getirmeyen mülki ve askeri erkânın rütbe ve makamları ne olursa olsun derhal azledilip, yargılanmaları için mahkemeye sevk edilmelerini emretti[64]. Dâhiliye Nezareti’nin uygulamlarına destek veren Bağdat Valisi Nazım Paşa bölgeye gelişinin ardından yapmış olduğu araştırmalar neticesinde eşkıyalık olaylarının bu kadar dallanıp budaklanmasında layıkıyla talim yapmayan, bölge halkı ile yüz göz olmuş, başıboş bırakılmış disiplinsiz askeri birliklerin önemli rol oynadığını vurgulamış, bu nedenle öncelikle söz konusu birliklerin disiplin altına alınmaları gerekliliğine dikkat çekmiştir[65].
Bu arada iç siyasette önemli bir gelişme olmuş, 1910 yılı başlarında İngiltere ile yaşanan Lynç Meselesi ve İttihatçıların baskısı nedeniyle Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti istifa etmek zorunda kalmış yerine, 24 Ocak 1910’da İttihatçıların etkin olduğu İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti kurulmuştur[66]. Yeni Hükümet’in eşkıyalık meselesi karşısında sergilemiş olduğu kararlı tutum ve Nazım Paşa gibi güçlü bir valinin bölgeye gelişiyle birlikte eşkıyalık hareketlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik önemli gelişmeler yaşanmaya başlandı. VI. Ordu Kumandanı ve Bağdat Valisi Nazım Paşa, eşkıya ile mücadelede askeri tedbirler dışında bölgedeki diğer aşiretlerin ve ahalinin desteklerinin sağlanması ve teşvik edilmesi amacıyla eşkıyaların ölü ya da sağ olarak yakalanıp en yakın askeri birliğe teslim edilmeleri uygulamalarının nakit para ile mükâfatlandırılması hususunda Harbiye Nezareti nezdinde girişimlerde bulundu. Onun bu ilginç talebiyle konu Meclis-i Vükelâ’ya havale edildi. Meclis-i Vükelâ, yapmış olduğu değerlendirme toplantınsın ardından Nazım Paşa’nın eşkıyalık olaylarına karşı teklif etmiş olduğu farklı uygulamanın başlatılması için gerekli müsaadeyi verdi[67]. Çok geçmeden Hemund, Barzan ve Dilim eşkıyalarından herhangi birisinin ölü ya da sağ olarak ele geçirilip en yakın askeri birliğe teslim edilmesinin nakit para ile mükâfatlandırılacağı hususu resmi yayınlar yoluyla ilan edildi[68]. Nakit Para mükâfatının belirlenmesi ve dağıtılması konusu bizzat Nazım Paşa’nın takdirine bırakıldı [69]. Söz konusu ilanlar beklenenin ötesinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Gelişmeler üzerine Dâhiliye Nezareti Bağdat Valisi Nazım Paşa’ya bir yazı göndererek daha önce ölü ya da sağ olarak ele geçirilen eşkıya için mükâfat söz konusu iken, gösterilen aşırı ilgi nedeniyle mükâfat talebinin yalnızca sağ olarak ele geçirilen eşkıyalar için söz konusu olacağını bildirdi[70]. Takip eden haftalarda mükâfat işi nedeniyle genel asayişin bozulma tehdidi ile karşı karşıya olduğunu belirten Nazım Paşa, halk arasında bir çatışma ortamına meydan vermeden ve yeni huzursuzluklara yol açmadan mükâfat ilanlarının kısa süre içerisinde kaldırılmasını istemiş, yakalanan eşkıyaların yargılandığı Süleymaniye ve Musul’daki Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin de toplumda infial uyandırmamaları amacıyla yargılamaları müteakip kaldırılmalarını talep etmiştir[71].
Eşkıyalık hareketlerinde bulunan aşiretleri kazanmak isteyen Nazım Paşa, Dâhiliye Nezareti’ne yeni bir öneride bulunarak; aşiret liderlerinin belirlenmesinde ve seçiminde etkin rol oynanmasını, bu çerçevede aşiret liderlerine devlet tarafından maaş bağlanılmasını istemiştir. Onun Hükümet tarafından uygun görülen önerisi çerçevesinde ilgili aşiret liderlerine maaş tahsis edilmiştir[72]. Eşkıya ile mücadelede kararlı olan Nazım Paşa, askeri metotların dışında nasihat yolunu kullanmayı ihmal etmemiş, bu konuda aşiretler tarafından saygı gören dini liderlerden önemli ölçüde istifade etmiştir[73]. Alınan bu tedbirler sayesinde baharla birlikte başlayan askeri harekâtlarda olumlu sonuçlar alınmaya başlanmış Dilim, Şammar, Hemund ve Barzan eşkıyalarından pek çoğu resmi kolluk güçlerine teslim olmuşlardır[74]. Bu arada yakalanan veya teslim olan eşkıyaların affedileceği şeklinde bir takım iddialar ortaya atılmıştır. İddialar üzerine Dâhiliye Nezareti’ne başvuran Musul mebusları Fazlı ve Daver Büstani Efendiler, bölge halkının gündeme gelen af meselesi dolayısıyla rahatsızlık içerisinde olduklarını ifade etmişlerdir. Söz konusu iddiaların gerçek dışı olduğu belirten Dâhiliye Nezareti, eşkıyaların derhal sıkıyönetim mahkemelerine sevk edileceklerini, yağmalamış oldukları malların da yetkili makamlarca kayıt altına alınacağını teyit etmiştir[75]. Ayrıca İran sınırındaki dağlık alanlarda dağılmış halde bulunan diğer eşkıya gruplarının yakalanması için de Bağdat Valisi Nazım Paşa’yla yapılacak olan değerlendirme görüşmeleri sonucuna göre askeri çevirme harekâtlarına devam edileceğini belirterek kararlı tutumunu sürdürmüştür[76].
Askeri harekâtlardan önemli darbeler yiyen dağınık haldeki Barzan, Hemund, Şammar ve Dilim eşkıyaları, mevsim şartlarının düzelmesiyle birlikte Musul Vilayeti’ne bağlı köylere saldırarak çok sayıdaki köylüyü çoluk çocuk demeden öldürmüşler, hatta Barzan bölgesinde konuşlanmış askeri noktalara bile saldırı düzenlemekten çekinmemişlerdir[77]. Eşkıyaların varlıklarını göstermek adına gerçekleştirmiş olduğu eylemler bunlarla sınırlı kalmamış, tüccar tarafından Halep’e sevk edilen koyunları gasp etmişler beraberindeki dört çobanı da katletmişlerdir[78]. Bölgedeki coğrafi şartları çok iyi değerlendirdikleri anlaşılan Barzani eşkıyaları kanlı eylemlerinin ardından İran sınırından kaçmışlardır[79]. Bu gelişmeler üzerine Nazım Paşa, Hemund ve Barzani eşkıyalarına karşı geniş kapsamlı bir askeri harekât başlatmıştır. Harekât sonucunda Hemund eşkıyasının büyük bir bölümü telef olmuş, sağ kalanlardan 70 ila 80 kişi Süleymaniye’deki sıkıyönetim mahkemesine teslim edilmiş, geriye kalanlar ise İran sınırları dâhiline geçerek takibattan kurtulmuşlardır[80]. Askeri harekât sırasında Barzani eşkıyalarına da büyük darbe indirilmiştir. Barzani Şeyhi’nin yakın dostu Fakı Abdurahman başta olmak üzere çok sayıda eşkıya ölü, 35 kadar eşkıya ise sağ olarak ele geçirilmiştir[81]. Harekâttan kurtulamayacaklarını anlayan Barzani eşkıyasının elebaşlarından çok sayıda kişi kendiliğinden Musul’daki Hükümet güçlerine teslim olmuşlardır[82]. Ancak Barzani Şeyhi Abdüsselam harekâttan kurtularak İran’a kaçmayı başarmıştır[83]. Böylece Musul ve havalisindeki asayiş büyük ölçüde sağlanmış oldu. Eşkıyanın merkezi konumundaki Barzan bölgesi kaza haline getirilerek güvenlik artırılmıştır. Bağdat Valisi Nazım Paşa, yaklaşık bir yıldır süren eşkıyalık hareketleri sırasında 1327 hanenin eşkıya tarafından harap edildiğini, ahalinin barınma ve gıda ihtiyacının had safhaya ulaştığını, bu sebeple acilen hane başına 25 Lira tutarında bir yardım gönderilmesini talep etmiştir[84]. Nazım Paşa’nın almış olduğu yeni askeri tedbirler sayesinde, hem bölgede güçlükle temin edilen asayişin devamlılığı sağlanmış, hem de yaklaşık bir yıldır bölge halkını oldukça rahatsız eden Barzani meselesine son verilmiş oldu[85]. Bölgede huzur ve asayiş ortamı tesis etmede kararlı görünen Nazım Paşa, Barzani eşkıyalarından sonra Hemund eşkıyaları üzerine yeni askeri harekât düzenlemiştir. Yaklaşık iki ay kadar süren bu harekâtın ardından Ağustos başlarında Hemund eşkıyaların çoğu ölü olarak ele geçirilmiş, 400 kadar Hemund eşkıyası askeri birliklere teslim olmuşlardır. Bölgede uzun yıllardır sıkıntısı çekilen otorite boşluğunu dolduran Nazım Paşa’nın çalışmalarıyla Hemund meselesi de ortadan kaldırılmış oldu[86]. Yaşanan bu olumlu gelişmeleri takdir ve şükranla karşılamış olan Hükümet, Harbiye Nezareti vasıtasıyla Nazım Paşa’yı kutlamış ve taltif edilmesi için gerekli çalışmaları başlatmıştır[87].
Sağ olarak ele geçirilen eşkıyaların yargılanmaları Süleymaniye ve Musul’da tesis edilmiş olan sıkıyönetim mahkemelerinde gerçekleştirilmiştir. Bu arada firari Barzani Şeyhi Abdüsselam ve yanındaki eşkıyalar Dâhiliye Nezareti’ne dilekçe ile başvurarak yapmış oldukları eylemlerden dolayı pişman olduklarını ve şartlarının kabulü halinde en kısa zamanda Hükümet güçlerine teslim olmak istediklerini bildirmişlerdir. Ancak onların bu talebi ciddiye alınmamıştır[88]. Yargılamalar devam ederken Barzani eşkıyalarına yönelik af konusu gündeme getirilmiştir[89]. Ancak Dâhiliye Nezareti bu hususta alınmış resmi bir kararın bulunmadığını ifade ederek söylentilerin önünü almaya çalışmıştır[90].
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere Nazım Paşa, Bağdat’a geldikten sonra kısa süre içerisinde asayişi temin etmiş, bölge halkını canından bezdiren eşkıyalık olaylarına son vermiştir. Irak bölgesindeki tüm vali ve mutasarrıfların tayin, azil ve denetlemelerinden sorumlu olarak adeta koordinatör bir bölge valisi konumunda olan Nazım Paşa, sükûnetin sağlanmasının ardından bölgenin gelecekteki yönetim şekliyle ilgili önemli tespit ve tekliflerde bulunmuştur. Ona göre stratejik öneminden dolayı oldukça hassas bir konumda olan Irak bölgesinde dirayetli ve yetenekli kişilerin vali olarak atanması adeta bir zorunluluk halini almıştır. Vekâletle valilik makamlarının ve diğer yönetim birimlerinin yürütülmesi kesinlikle doğru değildir[91]. Bölgede görev yapan pek çok mutasarrıf ve kaymakamın acziyet içerisinde olduğunu iddia eden Nazım Paşa, bunlar için derhal gereğinin yapılmasını istemiştir. Ayrıca emekliliği gelmesine, kendisinin de bu konuda ısrarcı olmasına rağmen[92] Dâhiliye Nezareti tarafından mesleki tecrübesi ve uzun yıllar bölgede görev yapmış olması dolayısıyla görevinde bırakılan[93] Musul Valisi Fazıl Paşa’nın derhal görevden alınmasını, yerine genç ve enerjik bir valinin tayin edilmesini istemiştir[94]. Onun bu uyarıları doğrultusunda Fazıl Paşa görevden alınarak yerine Mirliva Tevfik Paşa Musul Valisi olarak tayin edilmiştir[95].
V
Nazım Paşa’nın Azledilmesi
Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde parti başkanı olması ve parti işlerine ağırlık vermesi nedeniyle İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti’nde küçük bir değişikliğe gidilmiş, önde gelen İttihatçılardan Halil Bey (Menteşe) Dâhiliye Nazırı olmuştu[96]. Ancak Talat Bey, Dâhiliye Nazırlığı görevinden ayrılmadan önce Bağdat Valisi Nazım Paşa’nın azledilmesi yönünde görüş belirtmişti. Talat Bey’in bu kararı almasında Nazım Paşa’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile sorunlar yaşaması etkili olmuştur. Yeni Dâhiliye Nazırı Halil Bey (Menteşe) bakanlığının ilk icraatı olarak, Talat Bey’in görüşü doğrultusunda, kanun dışı bir takım hareketlerde bulunması nedeniyle hakkında Meclis-i Mebusan’da soru önergesi verilmiş olan Bağdat Valisi Nazım Paşa’nın görevine son vermiştir[97]. Halil Bey (Menteşe), 15 Mart 1911’de Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa’ya göndermiş olduğu dört sayfalık fezlekesinde VI. Ordu Kumandanı ve Bağdat Valisi Nazım Paşa’nın görevden azledilme gerekçelerini ve hakkındaki şikâyetleri şu şekilde sıralamıştır:
1- Oldukça geniş yetkilere sahip olan Nazım Paşa VI. Ordu bünyesinde görev yapan erkân, ümera, zabitan ile Bağdat Vilayeti’nde görevli memurlar içerisinde iktidar ve ahlakça istihdama layık olmayanlara işten el çektirmiş ancak yerlerine atamış olduğu kimseler için gerekli hassasiyeti gösterememiştir. Paşa, benzer uygulamalarına asayiş ve güvenlik konularında kendisine bağlı durumdaki Musul ve Basra vilayetlerinde devam etmiş, böylece nüfuz ve yetkilerini aşıp keyfi uygulamalarda bulunarak adalet kavramını zaafa uğratmıştır. Bu husus bölge halkı tarafından Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen çok sayıdaki şikâyet dilekçelerinde açıkça belirtilmiştir.
2- Nazım Paşa, askeri harekâtlar sırasında ele geçirilen ve cinayetle suçlanan Dilim eşkıyasından 14 kişiyi hiçbir kanuni gerekçeye dayanmadan salıvermiştir. Yine eşkıyalık hareketlerinde bulunduğu için idama mahkûm edilen bir kişinin Nazım Paşa tarafından affedilmiş olması halk arasında büyük bir memnuniyetsizliğe neden olmuştur.
3- Bağdat Adliyesi’nde aleni işkence yapıldığına dair ortaya atılan iddiaları araştırmak üzere tahkike gelen Vilayet Savcı Yardımcısı Abdülvahid Efendi küçük düşürülerek tevkif edilmiş ve alenen işkenceye maruz bırakılmıştır. Ayrıca Bağdat Bidayet (Asliye) Mahkemesi üyesi Süleyman Efendi’nin evi basılarak tahrip edilmiştir.
4- Nazım Paşa’nın Belediye’de istihdam edilen uşağı, bir şahsı darp etmiştir.
5- Nazım Paşa, Bağdat’ta 70.000 Lira değerinde serveti bulunan Sarah isimli nişanlı bir Ermeni kızını, Sevren isimli bir uşağıyla evlendirmek istemiştir. Bu doğrultuda Sarah’ın akrabası olup aynı zamanda ikamet etmekte olduğu hanenin sahibi olan, 12 yıl önce iflas ederek henüz iade-i itibar etmemiş, hatta şimdiye kadar devlet hizmetinde dahi bulunmamış Sirup İskenderiyan’ı 4.000 Guruş maaşla Nehir İdareleri Müdürlüğü’ne tayin etmiştir. Bunun karşılığında kendisinden Sarah’ı evliliğe ikna etmesini istemiştir[98]. Sarah’ın nişanlısı Nevom Enderyan, Nazım Paşa tarafından baskı altında tutulmuş, askerlikle ilgisi olmamasına karşın silah altına alınarak Basra’ya sevk edilmiştir. Ancak Enderyan, ilerleyen günlerde buradan firar etmiştir. Sarah, nişanlısının can güvenliği için Dâhiliye Nezareti’ne dilekçe göndermiştir. Bu durum üzerine harekete geçen Dâhiliye Nezareti, konuyu Adliye, Maliye, Harbiye Nezaretlerine bildirerek konuyla ilgili soruşturma başlatılmasını talep etmiştir. Adliye Nezareti, yapılan soruşturmanın ardından hazırlamış olduğu tezkeresinde Nazım Paşa hakkında ortaya atılan bu küçültücü iddianın gerçek olduğuna kanaat getirmiştir[99]. Söz konusu tezkerede ayrıca Nazım Paşa’nın Bağdat’ta göreve başlamasını müteakip, vilayete davet ettiği aşiret reislerinin 1907 senesi sonuna kadar olan ticari borçlarına af getirdiği, 40–50 yıldır uygulanmakta olan ziraat usulünü lağvettiği, bunun sonucunda 1911 yılında yalnızca Divaniye Sancağı ve söz konusu sancağa bağlı Şamiye, Semaviye kazaları ile Kerbela Sancağı’na bağlı Hindiye kazalarında hazinenin 30.000–40.000 Lira civarında zarar etmesine sebep olduğu iddia edilmiştir[100].
6- Nazım Paşa’nın keyfi uygulamalarından rahatsız olanlar, seslerini duyurmak amacıyla gazetelere çok sayıda mektup göndermişlerdir. Bu durum karşısında oldukça öfkelenen Nazım Paşa, kimlerin hangi gazetelere ve hangi yazarlara mektup gönderdiklerinin tespiti için postane görevlilerini sorguya aldırmış, postaneye bir polis göndererek Şam’da yayınlanan ElMuktebis Gazetesi’nin kimler adına geldiğini tahkik ettirmiş, böylece halkın haber alma özgürlüğünü engelleyerek posta idaresi hakkında suizan oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu husus bizzat Bağdat Posta ve Telgraf Müdürü tarafından Dâhiliye, Maliye Nezaretleri ile Sadaret makamına gönderilen telgraflarla açıkça beyan ve ihbar edilmiştir[101].
7- Nazım Paşa hakkında yapılan bu şikâyetlere karşı Bağdat Defterdarlığı, Vilayet Meclis İdaresi ve Bağdat Ticaret Odası üyeleri tarafından gönderilen telgraflarda ise; söz konusu şikâyet ve ihbarların tamamıyla gerçek dışı olduğu belirtilmiş, Irak bölgesinde Nazım Paşa’nın gelişiyle birlikte uzun süredir özlemi çekilen huzur ve asayiş ortamının sağlandığı, ticaret ve ziraat gelirlerinde büyük artışlar yaşandığı belirtilmiştir[102].
Nazım Paşa, Halil Bey’in (Menteşe) yukarıda belirtmiş olduğumuz fezlekesinin Sadaret makamınca aynı gün onaylanmasının ardından, 15 Mart 1911 tarihli İrade ile görevinden azledilmiştir[103]. Söz konusu İrade’nin gerekçe kısmında Nazım Paşa’nın azledilme sebepleri şu şekilde sıralanmıştır: Bağdat Valisi Nazım Paşa’nın leh ve aleyhinde pek çok işaret ve şikâyet bulunmaktadır. Bu nedenle Nazım Paşa hakkında Adliye, Maliye, Harbiye Nezaretleri tarafından sürdürülen tahkikatlar, konuya ilişkin Dâhiliye Nazırı Halil Bey’in (Menteşe) dört sayfalık fezlekesi, Bağdat Adliye Müdüriyet’inden ve bölgedeki ordu mensupları adına Erkan-ı Harp Kaymakamı Ali Kemal Bey tarafından çok sayıda imza ile gönderilen telgraflar ile Paşa’nın leh ve aleyhinde gelen diğer birçok telgraf dikkate alındığında; Nazım Paşa’nın yetkisi dışında bazı keyfi muamelelerde bulunarak hal ve hareketlerini beğenmediklerini mahkûm, istediği kişileri ise tahliye etmek suretiyle adalet kavramını zaafa uğratacak bazı yolsuzluklarda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ali Kemal Bey ile Bağdat Adliye Müdürü’nün Nazım Paşa görevden alınmadığı takdirde toplu halde istifa edeceklerini vurgulamış olmaları telgrafların ciddiyetini ve önemini artırmaktadır. Bu sebeple Nazım Paşa’nın derhal Valilik ve Ordu Kumandanlığı görevlerinden alınması hususunda Dâhiliye Nezareti tarafından gereğinin yerine getirilmesi ve yeni vali atanana kadar Bağdat Valiliği ve Ordu Kumandanlığı görevinin Bağdat’ta bulunan Ferik Yusuf Paşa tarafından vekâleten idaresi uygun görülmüştür[104]. Halil Bey (Menteşe), azil kararını iki gün sonra Nazım Paşa’ya bizzat tebliğ etmiştir[105]. Nazım Paşa gibi başarılı ve bölge halkı tarafından çok sevilen bir valinin azil kararında yer alan gerekçelerin inandırıcılığı ve görevden alınmayı gerektirip gerektirmediği konusu tartışılmaya değerdir. Kanaatimizce azil kararının alınmasında resmi yazışmalara yansımayan başka faktörlerin varlığı söz konusudur. Bu faktörlerin başında Nazım Paşa’nın 31 Mart Olayı sırasında Hareket Ordusu’na karşı çıkmış olması nedeniyle İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yaşadığı ve takip eden yıllarda da devam ettiği anlaşılan gerginlik gelmektedir. Dolayısıyla Bağdat Valisi Nazım Paşa’nın II. Meşrutiyet Dönemi’nin en belirgin özelliklerinden olan ve neredeyse kan davası haline getirilen iç siyasal çekişmelerin kurbanı olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.
VI
Nazım Paşa’nın Azledilmesine Tepkiler
Bağdat’ta gelmesinin ardından bölge halkını canından bezdiren eşkıyalık olaylarına son vererek huzur ve güvenlik ortamını tesis etmeyi başaran, bölgedeki ticari ve zirai faaliyetlerin gelişmesine önayak olarak hazine gelirlerinde gözle görülür derecede büyük bir artış sağlayan, Bağdat’ta bugün bile en çok özlem duyulan konuların başında gelen birlik, beraberlik ve dinler arası hoşgörüyü gerçekleştirerek halk arasında Nazım el Irak adıyla anılan Nazım Paşa’nın görevden alınması Bağdat halkı tarafından çok büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Nitekim Paşa’nın görevden alındığı haberlerinin duyulması üzerine, galeyana gelen çok sayıda kişi o sırada rahatsızlığı nedeniyle istirahat etmekte olan Nazım Paşa’yı evinden çıkartıp makam arabasına bindirmişler, hatta bağlı atları çözüp arabayı bizzat kendileri taşıyarak vilayet önüne getirmişlerdir. Halk da akın akın vilayet önünde toplanmaya başlamıştır. Kısa süre içerisinde şehrin merkezinde yaklaşık 50.000 kişiye ulaşan kalabalık Nazım Paşa’nın görevde kalması amacıyla gösteriler düzenleyerek nümayişlerde bulunmuşlarıdır. Kalabalığın etkisiyle çarşı ve pazarlar kapatılmış, esnaf da kepenk indirerek tepkisini ortaya koymuştur[106]. Bu gösterilerle yetinmeyen kalabalık, telgrafhanelere koşarak İstanbul’u adeta telgraf yağmuruna tutmuşlardır. Irak bölgesinde yaşayan farklı din ve mezhep mensupları, kamu yöneticileri, kamuda çalışan resmi görevliler, Belediye Reis Vekili, Bağdat Umum Ahali Vekilleri, Bağdat Umum Müntehap Vekilleri, Ahali Vekilleri ve münferiden çekilen sayısız telgraflarla Hükümet’in azil kararı protesto edilmiştir.
Bağdat Ermeni Patrik Vekili İspikos Efendi Sadaret makamına göndermiş olduğu telgrafta; Merhum Midhat Paşa’nın yegâne varisi olarak kabul ettikleri Nazım Paşa’nın Bağdat’taki hayırlı icraatları ve bayındırlık hizmetleri Irak ahalisinin ve Ermeni Cemaati’nin şükranlarını kazandığını; Paşa hakkında çıkartılan iddiaların aslı astarının olmadığını ifade ederek bölge halkının selameti için azil kararının yeniden gözden geçirilmesini istemiştir[107]. Bağdat Hahambaşısı Davut Papa ve Musevi Cemaati Reisi Aziz Levi tarafından Sadaret makamına çekilen telgrafta; Nazım Paşa’nın Bağdat’a teşrifiyle birlikte Meşrutiyet’in temel ilkeleri olan adalet, eşitlik ve emniyet hususlarının hayata geçirildiğini, din ve mezhep ayırımının yapılmadığını, memleket içerisinde özel bekçiler eşliğinde bile huzuru yakalayamamış olan Musevi Cemaati’nin Paşa’nın gelişiyle birlikte şehir merkezi dışındaki terkedilmiş yerlerde bile güvenli bir şekilde yaşamaya başladığını ifade etmiştir. Aziz Levi ilgili telgrafının devamında; bu güzel gelişmelere karşın bir kısım basında Nazım Paşa aleyhinde çıkan yalan-yanlış haberleri burada tekzip ettiklerini ve Paşa’nn görevde kalması için gerekli tedbirlerin bir an evvel alınmasını istirham ettiklerini belirtmiştir[108]. Bağdat Keldani Patriği Vekili Başpiskopos Stefan, Ermeni Katolik Patriği Vekili Kayliyos, Süryani Katolik Patriği Vekili Salabiye, Rum Katolik Patriği Vekili Romatinov tarafından Sadaret makamına çekilen ortak telgrafta; Nazım Paşa’nın, bölgedeki bütün Gayr-i Müslim unsurlara Meşrutiyet’in gerektirdiği adalet, hoşgörü ve eşitlik ilkelerinden taviz vermeden sevgiyle yaklaşarak onların takdirini kazandığı belirtilmiştir. Söz konusu telgrafın devamında Nazım Paşa’nın istibdat taraftarları, bölgedeki huzur ortamından rahatsız olanlar ve karışıklıktan kendilerine menfaat çıkartmak isteyenler tarafından şikâyet edildiği, insani duygulardan uzak olan söz konusu şikâyetlerin hiçbirisinin doğru olmadığı iddia edilmiştir. Bu nedenle emniyet, hürriyet, eşitlik gibi ana hususları dikkate alarak refah içinde yaşamalarına sebep olan Nazım Paşa’nın görevine devam etmesi ve Bağdat’ta yaşayan bütün Gayr-i Müslim halkın kendisinden mahrum bırakılmaması istenmiştir[109]. Bağdat’ın önde gelenlerinden Müntehap Hafirizade Yasin, Fibarizade Seyit Ali, Müderris Mehmet Sait, Hahambaşı David, Aza Abdülcabbar, Salih, Musevi Ruhani İbrahim ve Musevi Ruhani azasından Muşi, Tüccardan Muşi Abar, Müftüzade Esseyyit Mahmut Kamil adıyla Sadaret makamına gönderilen bir başka ortak telgrafta; Nazım Paşa hakkında verilen azil kararının geri alınması istenmiş, aksi takdirde istekleri yerine gelinceye kadar telgrafhaneden ayrılmama kararı aldıkları belirtilmiştir[110]. Bağdat Belediye Reis Vekili İsmail, Belediye azaları Halil, Mehmet Salih, Mahmut, Reşid, Abdürezzzak, Belediye Tabibi Tevfik, imzalarıyla Sadaret makamına çekilen dört sayfalık telgrafta oldukça dikkat çekici şu ifadelere yer verilmiştir: Meşrutiyet ile istibdat devrinin kötü alışkanlıkları ortadan kalkacak, cehalet ve kargaşa yerine emniyet, adalet ve huzur gelecek, memleketlerimiz bayındır olacak, herkes mesut bir şekilde yaşayacaktı. Ne var ki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan tesis edilerek bir buçuk sene geçtiği halde Irak’ta bunların bir zerresi dahi vücuda getirilemediği için bütün Iraklılar mutsuzluğa terkedilmişti. İşte tam da bu ümitsizlik ortamında, askeri kudreti ve siyasi otoritesi Avrupa ve ülkemizde malum olan Nazım Paşa, Hükümetimiz tarafından Bağdat’a gönderildi. Onun gelişinden sonra yerleşik ve göçebe halk, kendisinden önce Bağdat’ta görev yapmış olan valilerin hiç birisinin idrak edemediği saadet ve selamete kavuşmuştur. Bununla yetinmeyen Nazım Paşa orduyu yeniden teşkil etmiş [111], memleketi tamir ve ıslah etmiş, yeni mektepler, hastaneler, icra haneler, kışlalar, ordugâhlar tesisine başlamıştır. Akşamları saat 24’den sonra patlayan silah sesleri her dakika kalplerimize korku salar ve saat 1’den sonra komşusuna gitmek üzere evlerinden çıkanlar eşkıyalar tarafından ya gasp edilir ya da öldürülürlerdi. Nazım Paşa’nın otoriter yönetimi ve hiç kimseyi ayırt etmeden gösterdiği şefkatli tavırları sayesinde memleketimizin her tarafında kısa sürede bu silah sesleri ve eşkıyalık hareketleri gitmiş yerine huzur, adalet ve sükûnet gelmiştir. Daha önceden adaletsizlik ve otorite boşluğu yüzünden Hükümet’e başkaldırmış olan göçebe aşiretler bile silahlarını terk ederek akın akın Bağdat’a gelmişler ve Nazım Paşa’nın adaletine sığınmışlardır. Bu ortamda Nazım Paşa’dan gördükleri saygı, hürmet ve adalet aşiretlerin devlete olan bağlılık duygularının artmasına neden olmuştur. Bağdat’ın her tarafında adalet ve hâkimiyet sağlandığı için insanlar artık rahatlıkla seyahat edebilir hale gelmişlerdir[112]. Bu sayede Irak’ta ticari ve zirai faaliyetler serbestçe yapılabilir hale gelmişti. Bu olumlu gelişmeler nedeniyle gümrük gelirleri önceki yıla oranla 1000 Liralık bir artış göstermiştir. Emniyet ve asayişin sağlanması nedeniyle suç işleme oranlarında büyük bir düşüş buna paralel olarak mahkemelerde görülen davalarda fevkalade azalma görülmüştür. Ayrıca İngiltere’den sipariş edilen vapurlar sayesinde Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde hem seyr-ü sefain gerçekleşmiş hem de postaların ulaşım süresi eskisine oranla oldukça kısalmıştır. Merhum Midhat Paşa gibi Nazım el Irak namıyla büyük bir saygı gören Nazım Paşa’nın bu hayırlı icraatlarını kendi şahsi menfaatlerine uygun bulmayan birtakım kinci ve art niyetli kimseler, Paşa aleyhinde İstanbul’da faaliyette bulunmuşlar, Şam’da yayınlanmakta olan El-Muktebis gibi bazı menfaatçi gazetelerde bir takım olumsuz yazılar yayınlatmışlardır. Bu yayınları ve adı geçen gazeteyi şiddetle tekzip ediyoruz. Bağdat’ta yaşanan bu güzel gelişmeleri idrak edemedikleri anlaşılan bir kısım Mebuslarımızın onlara iştirak etmişlerini ise büyük bir teessüfle karşılıyoruz[113]. Bu sebeple Meclis-i Ayan, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Vükelâ’dan oldukça başarılı bir Vali olan Nazım Paşa’nın iyi niyetinden, askeri ve siyasi otoritesinden istifadeye devam edebilmek için görevde kalmasının sağlanmasını istirham ediyoruz[114]. Umum Müntehap Vekilleri Reisi ve yardımcısı adıyla Sadaret makamına çekilen telgrafta; Nazım Paşa hakkında çıkartılan yalan haberlere karşı halkın büyük bir tepki gösterdiği belirtilmiş ve Hükümet’in bu haberleri dikkate almaması istenmiştir[115]. Ahali Vekilleri adına Reis Vekili Abdülkadir Efendi’den Nazım Paşa’nın resmen görevden alınmasından birkaç gün önce Sadaret makamına çekilen telgrafta; yaklaşık beş günden beri telgrafhanede bir cevap beklediklerini, daha önceki valilerden Midhat Paşa döneminde gerçekleştirilen modernleşme çabalarının devamının Nazım Paşa ile yeniden hayata geçirildiği, Irak’ın kalkınma hamlesine sed çekmek anlamına gelen iddialar yüzünden bütün Iraklıların adeta kahrolduğu, Meşrutiyetperver Nazım Paşa gibi azimli ve aktif bir valinin görevden alınmak istenmesinin vatanın bütünlüğüne, milletin selametine kastedilmiş bir eylem olduğu görüşü ortaya atılmıştır. Abdülkadir Efendi telgrafının devamında; II. Abdülhamit döneminde menfaatlerini sürdürenlerin Nazım Paşa’nın azledilmesiyle kendilerine fayda temin edeceklerini sandıklarını, milletin hukukuna tecavüz edebileceklerini zannettiklerini iddia etmiştir. Bu durumu Irak halkına yönelik bir darbe olarak değerlendiren Abdülkadir Efendi, Bağdat’taki bütün ahalinin bu darbenin karşısında ve Nazım Paşa’nın yanında olduğunu belirterek telgrafına son vermiştir[116]. Bağdat Umum Müntehap Vekili Reisi Abdülkadir, Reis Vekili Abdurrahman tarafından Sadaret’e çekilen iki farklı telgrafta; İstanbul’da yayınlanan Tanin ve Suriye’de yayınlanan El- Muktebis gazetelerinde Nazım Paşa hakkında çıkartılan yalan haberler nedeniyle yaklaşık 50.000 kişinin kanunların dışına çıkmadan bir gösteri yaptığını, kendilerinin toplanan bu insanların hukukunu savunmak ve Hükümet’le görüşmelerde bulunmak amacıyla seçilen 52 kişilik vekiller arasında olduklarını belirtmişlerdir. Abdülkadir ve Abdurrahman Efendiler ilgili telgraflarının devamında; Nazım Paşa’nın söz konusu gazetelerin iddia ettiği gibi kötü işlere karışmadığını, aksine Bağdat’ta çok önemli işlere imza atıp halkın büyük sevgisini kazandığını, Bağdat’ta bütün ahalinin telgraf başında Hükümet’ten gelecek olan olumlu haberi beklediklerini ifade etmiştir[117]. Hindiye Kazası aşiret liderleri ile Bağdat’ta bulunan Şeyh Ali Süleyman ve eşkıyalık olayları sırasında Nazım Paşa ile karşı karşıya gelmiş bulunan Arap Dilim Aşireti liderleri tarafından gönderilen telgraflarda, Midhat Paşa ile mukayese edilen Nazım Paşa’nın görevinde kalmasının bölge için daha hayırlı olacağı ifade edilmiştir[118]. Bağdat’ın Hile Kazası ahalisi adına Abdülkerim Efendi tarafından Sadaret makamına gönderilen telgrafta dikkat çekici şu ifadelere yer verilmiştir: Nazım Paşa’nın Bağdat Valiliği ve VI. Ordu kumandanlığı sayesinde Irak bölgesinde asayiş ve güvenlik sağlanmış, öyle ki Irak artık İstanbul’dan bile daha fazla güvenli bir bölge haline gelmiştir. Yaşanan bu saadet ortamı Iraklılara çok mu görüldü ki Nazım Paşa görevinden azledilmek isteniyor[119]? Münferiden çekilen bir telgrafta ise gerek bayındırlık hizmetleriyle, gerek tarım alanında reform sayılabilecek uygulamalar başlatmasıyla ve gerekse eşkıyalık hareketlerini ortadan kaldırarak Irak’ın kötü kaderini değiştiren Nazım Paşa hakkında çıkartılan yolsuzluk haberlerinin bölge halkı üzerinde çok büyük üzüntülere sebebiyet verdiği belirtilmiştir[120].
Nazım Paşa’nın azledilmesi olayına bölgede yaşayan Müslüman ve Gayr-i Müslim unsurlar, aşiret reisleri, Belediye meclis üyeleri gibi sivil toplum kuruluşları dışında bölgede görev yapan sivil ve askeri devlet görevlilerinden de tepki gelmiştir. Hile Kaymakam Vekili Reşid, Mal Müdürü Abdülkadir, Tahrirat Kâtibi Abbas, Müftü Abdülhak Efendi, Belediye Reisi Akil Efendi ve beş aza tarafından Padişah Mehmed Reşad’a çekilen telgrafta; Nazım Paşa’nın Bağdat Valiliği’ne tayiniyle birlikte Irak’ın her tarafında emniyet ve asayişin sağlandığını, VI. Ordu’ya çeki düzen verildiği, Paşa’nın sağduyulu yaklaşımıyla bölge aşiretleri arasındaki pek çok meselenin hatta çok sayıdaki kan davalarının bile ortadan kaldırıldığı, El Muktebis ve Elİntikad gazetelerinde Paşa hakkında çıkartılan yalan yanlış haberlerin kesinlikle doğru olmadığı belirtilmiş, Paşa’nın görevden alınmasının Meşrutiyet’in ilerici yönetim anlayışıyla bağdaşmadığı vurgulanmış, bu sebeple adı geçen gazetelerin yasaklanması talep edilmiştir[121]. Bağdat’taki VI. Ordu mensupları arasında rütbeleri Kolağası, Mülazım, Yüzbaşı, Tabip Binbaşı, Kaymakam, Miralay olan yaklaşık 90 asker tarafından ordu adına Sadaret’e gönderilen telgrafta; Nazım Paşa’dan önce Bağdat’ta görülen asayiş problemleri nedeniyle sivil halk kadar ordu mensuplarının da büyük ızdıraplar çektiği, orduda yaşanan başıboşluğun ve disiplinsizliğin Nazım Paşa’nın otoriter yönetimi ile ortadan kalktığı bu nedenle Nazım Paşa’nın görevinde bırakılmasının bölgenin geleceği açısından bir zorunluluk olduğu ifade edilmiştir. Söz konusu askerler telgraflarının devamında Nazım Paşa’nın azledilmesi durumunda mevcut görevlerinden toplu halde istifa edeceklerini belirtmekten çekinmemişlerdir[122].
Dâhiliye Nazırı Halil Bey (Menteşe), telgrafhanelerde kendilerinden cevap bekleyen Bağdatlılara vermiş olduğu cevapta; gönderilen telgrafların görüldüğünü, Nazım Paşa hakkında ortaya atılan şikâyet ve iddiaların araştırıldığını ancak Hükümet tarafından alınan azil kararına müdahale edilecek her türlü eylemden ve tezahürattan kesinlikle uzak durulmasını, herkesin işi ve gücü ile uğraşmaya devam etmesini, Hükümet’in icraatlarına inanmalarını ve güven duymalarını istemiştir[123].
Nazım Paşa’nın görevde kalması amacıyla yaklaşık 50.000 kişinin toplanıp gösteriler düzenlemesi, İstanbul’a çekilen yüzlerce protesto telgrafları, kışkırtma sonucu gerçekleştirilmiş basit bir eylem olarak değil, Bağdat’ta bu tarihe kadar görülen en büyük sivil toplum hareketi olarak değerlendirilmelidir. Bağdat’ta yaşanan böylesine geniş çaplı bir sivil toplum hareketinin oluşumunda II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu yeni devlet ve toplum anlayışının yanı sıra Vali Nazım Paşa’nın Bağdat’ta bugün bile en çok özlem duyulan konuların başında gelen değişik etnik kimliğe sahip gruplar arasındaki barış ve dinler arası hoşgörüyü tesis edebilmesinin önemli rolü olmuştur.
Önceki yıllarda pek fazla görülmemiş bu hassas durum üzerine Bağdat Vali Vekili Yusuf Paşa, Dâhiliye Nezareti’ne bilgi vererek gösterilerin tehlikeli boyutlara ulaşmadan gerekli önlemlerin bir an önce alınmasını istemiş, aksi halde sorumluluğun kendisinde olmayacağını belirtmiştir[124]. Yusuf Paşa, Bağdat’tan göndermiş olduğu raporlarda olayların bu denli büyümesine gerekçe olarak Bağdat’ta görev yapan Polis Müdürü Kolağası Rıza Efendi, Gümrük İdaresi Müdürü Vefik Bey ile Bağdat Hahambaşısı Davut Papu Efendi’nin ahaliyi kışkırtmasını göstermiş, bu bağlamda söz konusu görevlilerin derhal azledilip yerlerine yeni atamaların yapılmasını istemiştir. Ayrıca Nazım Paşa’nın beraberinde getirdiği komutan ve subayların da bu işte parmakları bulunduğuna dair bazı işaretler olduğunu ancak bunlar hakkındaki nihai kararın gerekli tahkikatlar yapıldıktan sonra verilmesini istemiştir[125]. Yusuf Paşa’dan gelen ilk bilgiler ışığında harekete geçen İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti, bu gösterileri beyhude çabalar olarak yorumlamış ve gerekenlerin yapılması hususunda Yusuf Paşa’ya geniş yetkiler vermiştir[126]. VI. Ordu mıntıkasında yaşanan gelişmelere oldukça sert tepki gösteren Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, Yusuf Paşa’nın telgraflarının ardından olayların daha fazla büyümemesi için ahaliyi Nazım Paşa lehinde gösteriler yapmaya zorlayan memurların derhal azledilmelerini ve azil kararına ilişkin resmi yazı ulaşıncaya kadar da işten el çektirilmelerini emretmiştir[127].
Kendisinin dışında gelişen olayların ardından ilk kez bir açıklama yaparak suskunluğunu bozan Nazım Paşa, 18 Mart 1911’de Sadaret makamına göndermiş olduğu telgrafında; sıradan bir kabile reisine bile reva görülmeyecek, II. Abdülhamit döneminde bile eşine az rastlanır bir muameleye ve haksızlığa uğradığını söylemiş, kendisine yapılan kötü muameleden şikâyetçi olmuş, hiç olmazsa Bağdat’ta kalan özel eşya ve evrakının kendisine iade edilmesini istemiştir[128]. Nazım Paşa’nın ilgili telgrafına ertesi gün cevap veren Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa; yapılan kötü muamelenin bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını, söz konusu özel eşya ve evrakın derhal kendisine iade edilmesi hususunda Dâhiliye Nezareti’ne talimat verildiğini ifade etmiştir[129]. Bu talimat üzerine Dâhiliye Nazırı Halil Bey (Menteşe), aynı gün Bağdat Vilayeti’ne göndermiş olduğu emirle Nazım Paşa’nın şahsına ait eşya ve evrakın derhal kendisine teslim edilmesini, devletin saygın bir generali olan Nazım Paşa’nın şeref ve haysiyetinin ihlal edilmesine kesinlikle meydan verilmemesini istemiştir[130]. Hükümet ile Nazım Paşa arasında yaşanan bu tatsızlıklara rağmen Meclis-i Vükelâ, bölgedeki aşiretler arasındaki sorunların çözümünde ve aşiret liderlerine tahsis edilecek yeni maaş miktarlarının belirlenmesi hususunda eski Vali Nazım Paşa’nın görüşlerine başvurmayı ihmal etmemiştir[131].
Nazım Paşa’nın, 21 Mart 1911’de bölgeden ayrılmasının ardından Hükümet tarafından Paşa hakkında ortaya atılan iddia ve şikâyetleri araştırmak üzere Bağdat’a bir teftiş heyeti gönderilmiştir. Dâhiliye Nazırı Halil Bey (Menteşe), Bağdat Vilayeti’ne göndermiş olduğu yazıyla söz konusu heyete gerekli her türlü yardımın yapılmasını ve rahat bir çalışma ortamı sağlanmasını istemiştir[132]. Heyetin çalışmaları sonucunda hazırlanan raporda; Nazım Paşa hakkındaki şikâyetlerin tahkik edildiği, Paşa’ya atfedilen suçlamaların bir kısmının asılsız olduğu, bir kısmının ise delil yetersizliği nedeniyle tam olarak aydınlatılmadığına kanaat getirildiği bu nedenle konuyla ilgili nihai kararın Meclis-i Vükelâ tarafından alınmasının uygun olacağı belirtilmiştir[133].
Nazım Paşa’dan sonra Bağdat Valiliği’ne vekâleten Ferik Yusuf Paşa getirilmişti. Yaklaşık üç ay kadar görev yapan Yusuf Paşa’nın yerine, 14 Haziran 1911’de İttihatçıların önde gelen isimlerinden Cemal Bey (Paşa) getirilmiştir. Selefi Nazım Paşa kadar olmasa da başarılı bir valilik dönemi geçiren Cemal Bey, Ağustos 1912 başlarında İttihatçı aleyhtarı Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti ile anlaşmazlığa düşerek istifa etmiştir[134]. Cemal Bey’den sonra atanan Zeki Paşa da yine iç siyasi çekişmeler nedeniyle, 17 Haziran 1913’de istifa etmek zorunda bırakılmıştır. Bağdat’ta daha önce Nazım Paşa için yapılan karşı gösteriler kısmen Zeki Paşa için de yapılmış ancak ilkinde Hükümet’in almış olduğu sert önlemlerin halkı yıldırması nedeniyle, bu tepkiler geniş çaplı olmamıştır[135]. Zeki Paşa’dan sonra valilik görevine getirilen Cavid Paşa da yaklaşık bir buçuk yıl sonra siyasi gerekçelerle görevden alınmıştır[136]. 29 Aralık 1914’te İttihatçı Sait Halim Paşa Hükümeti döneminde yeniden Dâhiliye Nazırı olan Talat Bey’in önerisiyle Musul Valisi Süleyman Nazif Bey, Bağdat Valiliği’ne atanmıştır[137]. Ancak Süleyman Nazif Bey, 6 ay gibi kısa sürede anlaşılamayan bir nedenle Meclis-i Vükelâ kararıyla görevinden azledilmiştir. Onun yerine Irak Kumandanı Nurettin Paşa tayin edilmiştir[138]. Yaklaşık beş ay sonra Nurettin Paşa da azledilmiş, yerine 7 Ocak 1916’da İttihatçıların önde gelen isimlerinden Halil Bey (Paşa) getirilmiştir[139]. Halil Bey, Bağdat’a atanan son Osmanlı valisi olmuş, zira 1917 başlarında bölge İngilizlerin kontrolü altına girmiştir[140].
Sonuç ve Değerlendirme
1- Günümüzde Irak’ta yaşanan ve Türkiye’yi de yakından ilgilendiren belirsizlik ve kargaşanın kaynağı, II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından bölgede yoğun olarak görülmeye başlanan ve artarak devam eden casusluk, misyonerlik, Kürt-Arap eşkıyalık hareketlerine dayanmaktadır.
2- İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkin olduğu II. Meşrutiyet Dönemi’nde başta Bağdat olmak üzere, Irak bölgesindeki bütün vilayetlere gönderilecek vali ve ordu kumandanları özenle seçilmiş ve oldukça geniş yetkilerle donatılmışlardır.
3- Güçlü kişiliği ve adilane yönetim tarzı ile Nazım Paşa, bölgede uzun yıllardır görülen otorite boşluğunu doldurmayı başarmış, yerleşik-göçebe urban ile Arap-Kürt aşiretlerinin birbirleriyle ve devletle olan sorunlarını çözmeye çalışmış, Gayr-i Müslim tebaaya hoşgörüyle yaklaşmış, bu sayede kendisinden evvel Bağdat’a gelen valilerin hiç birisinin gerçekleştiremeye muvaffak olamadığı huzur ortamını tesis etmeyi başarmıştır.
4- Bağdat Vilayeti’nde II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte oluşan belirsizlik ortamının etkisiyle ortaya çıkan, yaklaşık iki yıl boyunca Müslüman ve Gayr-i Müslim ayırt etmeksizin bölge halkının can, mal ve ırzına tasallut eden Barzan, Dilim, Şammar, ve Hemund gibi Kürt-Arap aşiretler tarafından gerçekleştirilen eşkıyalık hareketleri, Nazım Paşa’nın kısa sürede almış olduğu tedbirler sayesinde tamamen ortadan kaldırılmıştır.
5- Irak bölgesinde yaşanan söz konusu eşkıyalık hareketleri milliyetçi bir başkaldırı olayından ziyade, tamamen yağma ve çapul hareketi olarak değerlendirilmelidir.
6- Nazım Paşa’nın Irak bölgesinde bütün unsurları kucaklayan ve hoşgörüyle yaklaşmayı ilke edinen başarılı yönetim anlayışı, günümüzde bölgede yaşanan kargaşa ve belirsizlik ortamının önlenmesi hususunda ciddi bir model olarak dikkate alınmalıdır.
7- Nazım Paşa bölgedeki aşiretleri kazanmak, eşkıyalara destek olmalarını engellemek ve devlet-millet dayanışmasını sağlamak amacıyla aşiret liderlerinin belirlenmesinde ve seçiminde etkin rol oynamış, hatta aşiret liderlerine devlet tarafından maaş bağlanılmasını sağlamıştır.
8- Nazım Paşa, yıllardır ihmal edilmiş olan bölgede imar, iskân, ticari ve zirai faaliyetlerin artırılması yönünde kapsamlı bir kalkınma hamlesi başlatmıştır. Bu doğrultuda yeni okullar, hastaneler, kışlalar, ordugâhlar inşa ettirmiş, ziraatı yaygınlaştırmış, Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki seyrü sefaini canlandırmıştır. Yaklaşık 16 ay gibi çok kısa süre içerisinde gerçekleştirilmiş olan bu hamleler bölge halkı tarafından şükranla karşılanmıştır. Nazım Paşa bu yüzden Midhat Paşa’nın ardından Bağdat’ta en fazla sevilen vali olmuş ve halk arasında Nazım el-Irak lakabıyla anılmıştır.
9- Nazım Paşa’nın en dikkat çekici icraatlarından birisi de bölgede özellikle İngiltere tarafından gerçekleştirilen emperyalist faaliyetlere karşı açıkça tavır alması olmuştur.
10- Başarılı bir vali olarak dikkat çeken Nazım Paşa, II. Meşrutiyet döneminde yaşanan iç siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalar nedeniyle görevinden azledilmiştir.
11- Nazım Paşa’nın haksız yere azledilmesi üzerine Irak’ta yaşayan Müslüman ve Gayr-i Müslim bütün unsurlar Osmanlı Tarihi’nde eşine az rastlanır bir sosyal tepki örneği göstermişlerdir. Azledilme olayı üzerine Bağdat’ta toplanan yaklaşık 50.000 kişinin Nazım Paşa lehinde gösteriler düzenlemesi, nümayişlerde bulunması ve İstanbul’a protesto telgrafları göndererek valilerinin görevde kalması amacıyla adeta yalvarışta bulunmaları, kışkırtma sonucu gerçekleştirilmiş basit bir eylem olarak değil, Bağdat’ta bu tarihe kadar görülen en büyük sivil toplum hareketi olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu hareket bölge halkının hassasiyetini göstermesinin yanı sıra Osmanlı toplumunda Meşruti sistemle birlikte görülmeye başlanan demokratikleşme çabalarının olumlu bir sonucu olarak da değerlendirilmelidir.
12- Nazım Paşa’nın azledilmesinden sonra, Bağdat’ta istikrar bir türlü sağlanamamış, yeni atanan valiler de II. Meşrutiyet döneminin kronikleşen hastalığı haline gelen ve adeta bir kan davası haline getirilen iç siyasi çekişmelerin kurbanı olmuşlardır.