Osmanlıların yeni fethettikleri bölgelerde var olan idârî yapının korunması konusundaki yaklaşımları nasıldı? Yeni fethedilen bölge halkı Osmanlı’nın bu uygulamasına karşı nasıl bir tutum sergiliyordu? Osmanlı tebaası hâline gelen ve mezhepleri farklı olan gayrimüslimlere karşı nasıl bir politika uygulanmaktaydı? 1720 tarihli tahrir defterinin başında bulunan ve bu makalenin konusu olan kânûnnâmede[1] bu soruların cevaplarının bulunabileceği kanaatindeyiz. Söz konusu belge, I. Süleyman döneminde fethedilen ve 1829 yılında Yunan Devleti’ne katılmasına kadar Osmanlı idâresi altında kalan Nakşa Adası’nda Osmanlı Devleti’nin yalnızca fetih öncesindeki dengeleri korumakla yetinmediği, hem adaletli yönetimi temin etmesi, hem de daha geniş kitleleri Osmanlı yönetimine bağladığını göstermesi ve uygulanan sosyal politikaları gün yüzüne çıkarması adına önem taşımaktadır.
Günümüzde Yunanistan’a ait olan, Yunanca “Naxos” adıyla anılan ada[2] , Osmanlı belgelerinde “Nakşa” ismiyle kayıtlı bulunmaktadır. Nakşa, Ege Denizi’nde Mora Yarımadası ile Oniki Ada arasında kalan Kiklad (Cyclades) Takımadaları’nın en büyük adasıdır[3] . Kikladlara dâhil olan Nakşa, söz konusu takımadanın diğer parçalarından olan Para (Paros) Adası’nın doğusunda, Ünye (İos, Niyo) Adası’nın kuzeyinde yer almaktadır.
Nakşa Adası’nın Osmanlı dönemindeki yönetimini daha önceki devirlerle mukayese edebilmek elbette adanın Osmanlı öncesindeki tarihini bilmeyi gerektirir. İlk yerleşim kalıntılarının antik dönemlere kadar indiği görülen adada sırasıyla Trakyalılar, Giritliler, Karyalılar, Teselyalılar ve İyonyalılar yerleşmişlerdi. M.Ö. 490 tarihinde Pers kontrolüne giren ada, daha sonra Delos Birliği’ne katıldı. Bir müddet Atinalıların ve Makedonyalıların kontrolü altında yaşadıktan sonra Roma İmparatorluğu’na dâhil oldu. Doğu Roma İmparatorluğu’nun idâresi altında iken Girit’e yerleşen Müslüman Arapların tacizlerine uğradı ve bir kısım adalı, Araplar tarafından Girit’e götürüldü. Adanın Doğu Roma hâkimiyeti sırasında ve Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu ile münasebeti ticarî eksende gelişmeler gösterdi.
Ada, IV. Haçlı Seferi’nden sonra İstanbul’da Lâtin İmparatorluğu kurulduğu zaman Venedikli asilzâde Marco Sanudo tarafından ele geçirildi (1205). Nakşa Dukalığı’na getirilen Sanudo’ya İstanbul’daki Lâtin İmparatoru tarafından “Arşipel” (Arkhipelagos, Archipelagos), yani “Akdeniz Adaları Dukası” unvanı verildi.
Türklerin adaya yönelik ilk askerî faâliyetleri Aydın ve Menteşe beylikleri zamanına rastlamaktadır. Aydınoğlu Umur Bey’in seferleri sonucu ada bu beyliğin bir harâcgüzârı haline gelmiştir. 1383 yılına gelindiğinde ise adanın Verona kökenli Venedikli Crispi (Crispo) Ailesi’nin eline geçtiği görülmektedir.
Adayla Türklerin ilgileri Osmanlılar zamanında da devam etti. Fetret Devri’nde 1403’te Bizans ile yapılan antlaşmada Nakşa’nın adı geçtiği gibi 1415 yılında Çalı Bey’in Nakşa ve civar adalara düzenlediği baskınlar sonrası Venedik ile Osmanlılar arasında “ilk deniz savaşı” vukûbulmuştu. XVI. yüzyılın başlarına ait ada ile ilgili bilgilerin kaynaklarından birisi de Pîrî Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’dir. Pîrî Reis, eskiden adaya “Küçük Sicilya” denildiğini ve Venedik’e bağlı bir ada olduğunu eserinde kaydetmektedir[4] .
Nakşa ve civarındaki Kiklad Adaları, I. Süleyman döneminde Barbaros Hayreddin Paşa’nın Korfu Seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine alındı[5] . 1540 Osmanlı-Venedik Antlaşması’yla İstendil (Tinos) dışındaki adalar da Osmanlı hâkimiyetini tanıdı[6] . Başlangıçta; adanın 1518’den beri yöneticisi olan IV. Giovanni (Yani Hristo) Crispi yerinde bırakılmış ve eski statüsü korunarak bir Osmanlı beyi durumuna getirilmişti. Zaten “duka” tabîri Osmanlı idârî unvanı olan “bey” ile eş konumda idi. Osmanlı yönetimi, IV. Giovanni’yi ve bundan sonra gelen yöneticileri bir çeşit vergi toplayıcısı olarak görüyordu. 1564’te IV. Giovanni’nin ölümü üzerine adanın idâresini oğlu IV. Giacomo (Yakamo) üstlendi. Onun görevinden alınmasından sonra da adanın statüsünde hiçbir değişiklik yapılmadan Yasef Nasi (Joseph Naci) adaya dük olarak atandı (1566). Nasi’nin 1579’da ölümü üzerine Nakşa ve civar adaların bir sancak hâline getirildiği ve Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Beylerbeyliği (Kapudan Paşa Eyâleti)’ne bağlı olduğu 1580 yılına ait sancak listesinde gözlemlenebilmektedir. Sırasıyla Süleyman, Ahmed ve İbrahim Beyler adada sancak beyliğinde bulundular. Ayrıca adaya bir de kadı gönderildi. Nakşa, Girit Seferi (1645-1669) sırasında Venedik hâkimiyeti altına girdi. 1768-1774 yıllarında cereyan eden Osmanlı-Rus Savaşları sırasında Ruslar, 1770’te Nakşa’yı askerî üsleri hâline getirdiler. Bu durum, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar sürdü. Osmanlılar 1782’de adada yeniden idârî düzenlemelere gittiler. Ada halkı 1821 Yunan İsyanı’na katılmamakla birlikte daha sonraki baskılar neticesinde Nakşa yeni Yunan Devleti’nin bir parçası hâline geldi. 1829 Edirne Antlaşması ile de diğer Kiklad Adaları gibi Yunanistan’a bırakıldı.
Osmanlı kontrolü altına girdikten sonra daha önce adanın idârecisi olan Katolik Lâtinlerin kalede oturmaya devam ettikleri tahrir defterlerine binâen bilinmektedir. Adanın varoş kesiminde ikâmet eden Ortodoks Rumlar üzerinde yönetici zümrenin idârî ve malî tahakkümleri söz konusuydu. Zamanla Osmanlı idâresinin Ortodoks Rum halka yönelik aldığı koruyucu tedbirler ile bu durum iyileştirilmeye çalışılmıştır.
Adadaki Osmanlı varlığını ise idâreci ve askerlerin yanı sıra küçük bir Türk sivil kolonisi temsil ediyordu. 1537’ye kadar ada nüfusunun 5000 olduğunu ifade eden Slot, bu tarihten sonra Nakşa’da 1566’ya değin bir ıssızlaşmanın yaşandığını ancak yeniden iskân edilme yoluyla 1638’de nüfusun 6700 kişiye ulaşmasının sağlandığını adanın nüfusu hakkında verdiği bilgiler arasında sıralamaktadır. Buna ek olarak Feridun Emecen, söz konusu tarihte adada 70 kadar Türk’ün yaşadığını belirtmektedir.
Nakşa ile birlikte Kikladların cizye ve ispençe miktarlarını tespite yönelik olarak yapılan ilk tahriri IV. Mehmed devrinde Girit’in alınmasından sonra 1669-1670 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu tahrire göre 1670 yılında adada yaklaşık toplam 6000 kişinin yaşadığı tespit edilmektedir. On yıl sonra Bernard Randolph bu sayıyı 5000 olarak göstermektedir. Tournefort 1700’lerde nüfusun 8000’e ulaştığını bildirir. 1708 ve 1720 sayımlarında ada nüfusunun % 50 oranında düştüğü ve 4000 kişi olarak hesaplandığı görülmektedir. 1790’larda seyyah Olivier ve Örfî-i Şirazî adındaki bir Osmanlı coğrafyacısı tarafından ada nüfusunun 10000 kişi olduğu konusunda bilgi verilmektedir. Nakşa Adası’nın günümüzde yapılan sayımlardan 1991’de 14800, 2001’de ise 17600 nüfusa sahip olduğu anlaşılmaktadır[7] .
Adanın ilk tahriri 1670 yılında[8] , ikincisi 1708’de[9] , üçüncüsü ise 1720 yılında[10] gerçekleştirilmiştir. 1720 tarihli tahrir sonucu tertip edilen defterin başında adada yaşayan Katolik Lâtin ve Ortodoks Rum reâyânın uyacağı kaidelere ilişkin bir kayıt yer almaktadır.
1720 tarihinde yapılan bu tahririn adadaki Ortodoks halkın isteği üzerine yapıldığına dâir bilgi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan 9904 numaralı maliyeden müdevver defterin 362. sayfasında kayıtlıdır. Bu kayda dayalı olarak ada halkının maktû verginin[11] kaldırılmasını, orman ve zirâat arâzîlerinden herkesten kendi ürettiği mahsûl nispetinde vergi alınmasını ve şahıs başına cizye talebinde bulunulmasını istedikleri anlaşılmaktadır. Yine aynı kayıtta Rumların, Lâtinlerden şikâyetçi olduklarına dâir bilgiler bulunduğu gibi adalıların talebi üzerine Nakşa’nın da diğer adalar gibi sayımının yeniden yapılması için 1720 tarihinde emir verildiği anlaşılmaktadır[12]. 1720 tahririnin gerçekleştirilmesi için mürâcaat eden Ortodoks halkın şikâyetleri bunlarla da sınırlı kalmamaktadır. Kendilerine, Lâtinlerin (Efrenç taifesi) baskı yaptıklarını, elde ettikleri vergiye tâbi malın yarısını saklayıp kalan yarısını devlete vergi olarak ödediklerini Osmanlı yönetimine bildirmişlerdi. Anlaşıldığı kadarıyla 1720’de yapılan üçüncü tahririn en önemli gerekçeleri bunlardı. Bu tahrire göre adada; kalede 84 hâne, yeni mahallede ise 19 nefer “Efrenç” tespit edilmiştir. Rumlar, varoş kesimlerde oturmakta olup 173 hâne olarak kaydedilmişlerdir. Adadaki 23 köy de dâhil olmak üzere Nakşa’da toplam 819 hânenin yaşadığı görülmektedir. 1748 yılında da Rum ve Lâtinlerin birbirlerini şikâyetlerini içeren belgelerin devlet merkezine ulaşması sonucu, mesele iyice tahkik edilerek açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Devletin tebaasına bakış açısını göstermesi bakımından manidar olan bu kayda göre “Efrenç” ve “Rum” tabîrlerinin devlet nazarında eşit kabul edildiği, her iki topluluğun da devletin tebaası olduğu bildirilerek buna göre hareket edilmesi emredilmektedir. Yine (evâhir-i Receb 1161) 1748 yılında, Nakşa ve Para adalarının Rum halkının benzer konulardaki şikâyetleri merkeze ulaşmıştı. Buna göre, kendilerinden toplanan vergiler konusunda usulsüzlük yapıldığına dâir Rumlar başvuruda bulunmuşlardı. Adalardaki Rum ahâlî, Osmanlı hâkimiyetinin tesis edilmesinden bu yana dağlık arâzîlerin fetih öncesinde de olduğu gibi Lâtinlerin elinde bulunduğunu belirterek tahrir sırasında bahsedilen arâzîlerdeki kendilerine ait tarlaların ürün vergilerinin Lâtinler tarafından toplanmak üzere maktû kaydedildiğini belirtmişlerdi. Lâtinler bu durumu suiistimâl ederek vergiyi devlete kendilerinin ilettiğini neden olarak gösterip Rumlardan diledikleri miktarda vergi topladıkları gibi Rumları kendilerine bağlı birer köle gibi çalıştırmaktaydılar. Bu husustaki problemler, maktû kaydedilen bu yerlerin maktûiyetleri kaldırılarak diğer adalar gibi öşür vergilerinin voyvodalar vasıtasıyla toplanması için ilgili vergi defterlerinde düzeltmeler yapılarak giderilmişti. Bu kayıtlardan Lâtinlerin, var olan konumlarını Osmanlı kontrolünde de mültezim sıfatıyla muhafaza ederek, Rumlara karşı üstünlük sağladıkları anlaşılmaktadır. Öte yandan Rumlar, Lâtinlerin bu üstün konumundan duydukları rahatsızlığa mürâcaatlarında dikkat çekmişlerdi. Bu anlamda Rumlar vergilerini Lâtin aracılar olmaksızın devlete ödemek istemekteydiler[13].
Adadaki Katolik Lâtin ve Ortodoks Rum reâyâ arasında yaşanan sorunlara dikkat çektikten sonra, çalışmanın asıl konusuna gelince; 1720 tarihli tahrir defterinin başındaki kayıt yukarıdaki bilgileri tamamlar mahiyette olan aşağıdaki şu hususları ihtiva etmekteydi:
“Cezîre-i mezbûrede eşcâr-ı zeytun mutasarrıfları olan gerek Frenk ve gerek Rum reâyâsıdır. Zeytun kemâlin bulup cem' itmeğe sâlih oldukda âdet-i belde üzre üzerine muhammen varub şu kadar binek zeytun hâsıl olur deyü kat' ve zeytun sâhibi ortakçısı reâyâya teslim ve ba'de'l-cem' münâsafâ vaktinde zeytun sâhibi âdeten isti'mâl olunan binek ile almayub kebîr binek ile alub reâyâya kadr olurmuş. Fî-mâba'd gerek reâyâ ve gerek Efrenc tâifesidir, zeytun münâsafâsı vesâir hubûbât ta'şirî ve alub satmaktan voyvodadan muhalif sahih el-gaz binek alub min ba'd âher binek isti'mâl olunmaya”[14]. Belgeden anlaşıldığı kadarıyla, adada Lâtinler ve Rumlar zeytin yetiştirmekteydiler. Zeytinlerin toplanma zamanında Nakşa beldesine mahsus âdetler gereği, zeytin ağacı sahipleri ile ortakçılar[15] arasında zeytinin ne miktarda toplandığı konusunda tahmini bir bedel belirlendikten sonra paylaşımı yapılırdı. Fakat ağaç sahipleri hisselerini bölgede kullanılan mutâd ölçek ile değil, daha büyük ölçekle alarak ortakçı reâyâya haksızlık etmekteydi. Dolayısıyla zeytin veya diğer hububatın 1/10’unun ölçümünde, alınıp satılmasında hem Lâtinlerin hem de diğer reâyânın voyvodadan alacakları doğru ölçeği kullanmaları gerektiği emredilmekteydi.
“Zeytun yağı ölçeği ki kartuça ta'bîr olunur. Üç yüz otuz üç dirhemdir. Reâyâ ile yağ münâsafâsı olan yağ aldıkda kebir kartuça ile alub, fürûht eyledikde sagîr kartuça ile fürûht iderlermiş. Sahih el-mugayyaz üç yüz otuz üç dirhem alur. Kartuça her kim olursa olsun voyvodadan alub min ba'd âher kartuça isti'mâl olunmaya”[16] bu ibâreden anlaşıldığına göre, Nakşa’da imâl edilen zeytinyağı “kartuça”[17] denilen ve üç yüz otuz üç dirhem ağırlığında olan bir ölçekle ölçülmekteydi. Zeytin sahipleri ile ortakçı reâyâ[18] arasındaki yağ paylaşımı sırasında zeytinde olduğu gibi ağaç sahiplerinin hisselerini büyük ölçekle aldıkları, satarken küçük ölçekle sattıkları tespit edilmiş olup bu konuda da voyvodada bulunan mutâd kartuçanın alınması ve kullanılması gereği üzerinde durulmaktaydı.
Belgede ekili alanlara zarar veren hayvanlar konusundaki uygulamalara da değinilmektedir: “Gerek reâyâ gerek Frenk taifesidir. Koyun vesâir hayvanâtı ekine girdikde öldürürlermiş. Min ba'd öldürmeyüb ekin sahibine koyun sahibi zararın tahmin ettikden sonra voyvoda tecrîme eyleye”[19]. Buna göre ekili alan sahiplerinin ekinlerine zarar veren hayvanları öldürdükleri gözlenmiş olup, böyle durumlarda, arâzî sahiplerinin hayvanları öldürmeyip zararlarının voyvoda tarafından tahmini bir bedel üzerinden tazmin ettirilmesi gerektiği bildirilmiştir.
“Cezîre-i mezbûrede ipek hâsıl edenlerden öşr-i kükül deyü voyvodaya beher karye hâsıl kaydolunmuştur. Karyelerde maktû' bâğçelere mutasarrıf olanlar mücerreden bizim bâğçemiz maktû'dur ve eşcâr-ı dut dahi maktû'dur. İpek öşri virmezüz deyü nizâ' itmeyeler. Eşcâr-ı dut maktû’larına dâhil olmamıştır. Maktû' bâğçelerden kovanı olanlar öşri voyvodaya edâ ideler. Kovan dahi gerek manastır ve gayrîde maktû' dâhil olmamıştır”[20], şeklindeki ifadeden köylerdeki bahçelerden vergi olarak maktû bir bedel alınmakta olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca maktû bahçelere sahip olanların dut ağaçlarının da maktû bedele dâhil olduğu iddiasıyla hareket ettikleri ve bunların ipek öşrü olarak talep edilen “öşr-i kükül”ü[21] vermemek konusunda ısrarlı olmamaları gerektiği, dut ağaçlarının bahçelerden alınan maktû bedele dâhil olmadığı açıklanmaktadır. Bunun yanı sıra manastırlar ve köylerdeki kovanlar için de aynı durumun söz konusu olduğu görülmektedir.
“Cezîre-i mezbûrede vâkî' manastır rahiplerinin kendü mülkleri ki sâkin olduğu karyede reâyâ emlâkiyle ma'an öşre dâhildir. Mücerred bizim manastırımız maktû' olmağla bizim emlâkimiz dahi maktû'dur deyü nizâ' itmeyüb öşri voyvodaya edâ eyleye”[22] ifâdesi adada bulunan manastır rahiplerinin de tıpkı diğer köylerde oturan reâyâ gibi ekip biçtiklerinin öşrünü vereceklerini anlatmaktadır. Manastır mülklerinden ekilip biçilenden maktû bedel talep edilmekte olmasına rağmen rahiplerin kendi mülklerinden ekip biçtiklerinden öşür talep edilmekte idi. 1748 yılında da adadaki manastırların rahiplerinin şikâyetleri sonucu yeni bir düzenleme yapılması emredilmiştir. Bu fermanın neşredilmesindeki neden ise; rahiplerin zirâattan elde ettikleri ürünlerden öşür vergisi mukabili maktû vergilerini ödedikten sonra vergi toplayıcılarının rahiplerden tekrar aynî olarak ürün talep etmeleridir. Ferman bu yanlış uygulamayı sona erdirmek adına merkezdeki defterlerin tetkiki sonucu söz konusu manastır arâzîlerinden öşür karşılığı maktû bir verginin alınması gerektiğinin tespiti ve gereğinin yapılması adına gönderilmiştir[23].
“Hîn-i tahrirde her bir otlak yerlerinden kat' olunub, karye ahâlîlerine mer'a olmak üzere verilmiştir. Fî-mâba'd ol yerlerin baskuli ta'bîr olunur resm-i otlağın voyvodalar alub Frenk tarafından müdâhale olunmaya”[24] kaydından anlaşıldığı üzere tahrir yapıldığı sırada köylerde bulunan herhangi bir otlaktan bir kısmının bölünüp köylerin ahâlîsine mera olmak üzere verildiği ve “baskuli”[25] tabîr edilen otlak vergisinin voyvodalara verilmesi Lâtinlerin buna müdâhale etmemesi tembih olunmaktaydı.
“Karye ahâlîlerinin koyun kadîmden kangı otlak yerine varub geldiyse, yine varub otundan ve suyundan intifâ' edüb, kanûn üzere otlak resmin sâhib-i arza virdikden sonra sâhib-i arz dahi benim otlağıma gelme ve suvadımdan koyun suvarma deyü reâyâyı rencîde itmeyeler”[26]. Belgenin bu bölümünde söz edilen konu ise reâyâ ile sâhib-i arzın otlak yerlerinin kullanımı konusundaki hak ve sorumlulukları ile ilgilidir. Reâyânın koyunlarını hangi otlak yerinde otlatıyorsa o yerin sahibine, otlak resmini vermesi; sâhib-i arzın ise vergisini aldıktan sonra, otlağın kullanımı konusunda zorluk çıkarmaması gerektiği ifade edilmekteydi.
“Ve cezîre-i mezbûrede vâkî' eşcâr-ı incirden bedel-i öşr birer para alınurmuş. Kemâkân beher eşcârdan birer para alınub öşr taleb olunmaya” ibâresinde incir ağaçlarından öşür bedeli olarak birer para alınmakta olup yine eskiden olduğu gibi her bir ağaçtan birer para alınması ve öşür talep olunmaması bildirilmekteydi[27].
“Cezîre-i mezbûrede ekseriyâ bâğ ve tarlaların üç rub'ı manastırların ve bir rub'ı reâyânın ve bazı bir rub'ı manastırın ve üç rub'ı reâyânındır. Bu makûle olan gerek bâğ ve gerek tarla ve zeytun ve incir ve gayrîdir. Reâyâ defterinde yazılmış ise öşri virir. Manastır defterine yazulub maktû' dâhil olmuş ise maktû' virir. Öşür talep olunmaz”[28] kaydıyla adada bazen bağ ve tarlaların ¾’ünün manastırların, ¼’ünün reâyânın, bazen de bahsedilen oranların manastırların lehine olarak tanzim edildiği tespit edilmektedir. Sözü edilen bağ ve tarlaların dışında incir, zeytin vesâire de bu gruba dâhil edilmiştir. Bunlardan reâyâ defterinde yazılanlar ise maktû bedel üzerinden vergilerini vermekle mükellef tutulmaktadırlar. Bunlardan ayrıca öşür talep olunmaması istenmekteydi.
1720 tarihli tahrir defterinin başında bulunan reâyânın uyması gereken kaideleri ihtiva eden bu belgeden anlaşıldığına göre adada Katolik Lâtin ve Ortodoks Rum ahâlî birlikte yaşamakta ve Rum ahâlî Lâtinlerin aracılığı ile vergilerini ödemektedir. Cizye ve bunun dışında bazı vergiler maktû bir bedel üzerinden ödenmekte, köylüler ve rahipler ise kendi mülklerinde ekip biçtiklerinden öşür vergisi vermekteydi. Bu tahrirde vergilerin toplanmasının voyvodaların nezareti ile gerçekleştiği ve Lâtinlerin müdâhalelerine engel olunması konusundaki tedbirlere yer verilerek reâyânın durumunda iyileştirmeler yapıldığı gözlenmektedir.
Sonuç olarak, adada Osmanlı idâresinin tesisinden sonra yapılan idârî ve iktisadî düzenlemelerle yerli halkın iktisadî faaliyetleri güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Osmanlı tedrîcî fetih siyasetinin bir gereği olarak eski uygulamaların bir bölümü adada Osmanlı’nın ilk yıllarında da uygulanmıştır. Hatta Osmanlı öncesi adanın yöneticileri olan Lâtinlerin dilinden kalan kükül, kartuça ve baskuli gibi kelimeler, Osmanlı literatüründe de kullanılmıştır. Ancak bu eski uygulamalardan doğan ve halkın bazı kesimlerinden gelen şikâyetler dolayısıyla Osmanlı idâresi reâyânın lehine olmak üzere vergi sistemini yeniden tanzim etmiş ve böylece adada geniş kitleler tarafından benimsenen adaletli Osmanlı yönetimi kurulmuştur.