Giriş
İslam tarihinde ilk defa vezirlik kurumunu ihdas eden ve mevcut divanlara yenisini ekleyip var olanlarını daha da geliştiren Abbâsîler (132-656/750-1258), selefleri Emevîler’e (41-132/661-750) kıyasla devleti daha merkezî ve bürokratik bir yapıya kavuşturmuşlardır. İdari yapıdaki bu değişiklikler aynı zamanda saray teşkilatının ve bu teşkilatın bir parçası olan haremin de daha kurumsal hale gelmesini sağlamıştır. Özellikle Mu‘tazıd-Billâh’ın (279-289/892-902) hilafet merkezini Sâmerrâ’dan tekrar Bağdat’a taşımasından (279/892) sonra Dicle Nehri’nin doğu yakasında Dârülhilâfe adıyla teşekkül etmeye başlayan ve zaman içerisinde cami, hayvanat bahçesi ve at çiftliğinin yanı sıra Tâc, Dârüşşecere, Firdevs ve Cevsakulmuhdes gibi sarayların inşa edilmesiyle daha da genişleyen bu kompleks yapı[1] , saray ve harem teşkilatının gelişmesini de doğrudan etkilemiştir. Nitekim bu genişlemenin en çok yaşandığı Muktedir-Billâh (295-320/908-932) döneminde harem mensuplarının sayısında ciddi bir artış olmuştur. Harîmü dâri’l-hilâfe adıyla anılan sarayın harem kısmında halifenin annesi, hanımları, çocukları ve yine halifenin bekâr veya dul kız kardeşleri ve halalarından oluşan hanedan ailesi yaşamaktaydı. Söz konusu dönemde onların hizmetinde bulunmak üzere istihdam edilen temizlikçiler, erkek ve kadın hizmetkârlar, hâcibler, muhafız birlikleri ve bekçilerin sayısının binlerle ifade edildiği söylenmektedir[2] .
Nispeten kalabalık bir zümreyi teşkil eden harem mensuplarının yeme, içme ve giyinme gibi günlük ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra hanedan ailesinin arazilerinin gelir-gider hesaplarının tutulması ve harem görevlilerinin maaşlarının ödenmesi, ayrıca siyasi ve idari ilişkiler bakımından vezir ve diğer üst düzey görevlilerle harem arasındaki iletişimin sağlanması önem arz ediyordu. Elinizdeki çalışma tam da bu noktada öne çıkan sorumluluğu haremin gelir-gideriyle ilgilenmek olan, ancak halifeye yakınlığı sayesinde siyasi ve idari açıdan son derece etkin bir konum elde eden kadın görevliler, yani kahramâneler[3] üzerine odaklanmaktadır. Sarayda ilk defa resmî olarak bir kahramânenin görevlendirildiği Muktedir’in halifeliğinin erken döneminden bu uygulamanın yürürlükten kaldırıldığı 493 (1099) yılına kadar Abbâsî sarayında görev yapmış kahramânelerin siyasi ve idari faaliyetlerini inceleyen çalışmada, bir taraftan kronolojik bir sıra takip edilirken diğer taraftan bu görevlilerin öne çıkan özellikleri başlıklara yansıtılarak tematik bir bakış açısı sunulmaya gayret edilmiştir.
Tespit edilebildiği kadarıyla Türkçe literatürde Abbâsîler döneminde sarayda istihdam edilen kahramâneleri bütün olarak ele alan bir çalışma bulunmamaktadır. Kitapçı, Muktedir’in annesi Şağab Hatun’a dair eserinde bu dönemdeki kahramâneleri ayrı bir başlık altında incelemiştir[4] . Bazı rivayetlerin tespitinde Kitapçı’nın çalışması bizim için faydalı olmakla birlikte klasik kaynaklardan hareketle yapılan yorumlarda birtakım yanlışlıkların olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin yazarın Sümel’in (ö. 317/ 329-330), Ümmü Mûsâ’nın (ö. 327/938-939 [?]) mallarının müsaderesindeki başarısından dolayı “mezâlim mahkemesinin başına” getirildiği yönündeki iması[5] ileride de zikredileceği üzere tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır. Yine Kitapçı’nın Arîb b. Sa‘d’dan (ö. 369/979-980)[6] naklen Sümel’in kahramânelik görevinin yanı sıra Şağab Hatun’un kâtipliğini yaptığını ileri sürmesi[7] isabetli görünmemektedir. Zira Arîb’in eserinde halifenin annesinin kâtipliğini yapan kişinin Sümel değil, Ahmed el-Hasîbî olduğu belirtilmektedir. Karan’ın Abbâsîler döneminde ümmüveledlerin yönetim üzerindeki etkisini incelediği makalesinde sadece Ümmü Mûsâ ve Sümel hakkında oldukça muhtasar sayılabilecek bilgiler konumuzu ilgilendirmektedir[8] . Söz konusu makalede yazar modern literatürdeki tartışmalara hiç girmediği gibi Sümel’in adını bir yerde Kalkaşendî’den (ö. 821/1418) naklen “Şeml el-Kahramâniye” şeklinde aktararak sanki ikisinin birbirinden farklı kişiler olduğunu ihsas etmiştir. Ancak Kalkaşendî’nin eserinde “Şeml” olarak zikredilen kişinin Sümel olduğu anlaşılmaktadır[9] . Yine makalenin başlığından hareketle Ümmü Mûsâ ile Sümel’in ümmüveled olarak aynı statüde kabul edildiği görülmektedir. Hâlbuki Abbâsî idaresinde uzun yıllar görev yapmış bir aile olan Zeynebîlere[10] mensup Ümmü Mûsâ’nın hür olduğu, dolayısıyla ümmüveled olarak değerlendirilemeyeceği belirtilmelidir.
Yabancı dillerdeki araştırmalara gelince, Muktedir dönemi üzerine hazırladığı doktora tezinde Marmer, bu süreçteki kahramâneleri müstakil bir başlık altında incelemiştir[11]. Kahramânelerin siyasi-idari etkinliklerine ve saraydaki konumlarına dair Marmer’ın yaptığı yorumlar çalışmamız için yol gösterici olmuştur. Özellikle Muktedir öncesi dönemde kahramâne kelimesinin saray teşkilatı içinde görülmediğine dair tespiti, bu göreve ilk defa Muktedir’in halifeliği zamanında Fâtıma en-Nahviyye’nin (ö. 299/912) getirildiğini belirten Massignon’un görüşünün[12] bizim açımızdan teyit edilmesini sağlamıştır. Diğer taraftan Marmer’ın bu dönemde görev yapan kahramâneleri Şağab Hatun’un kadrolu elemanı (staff) veya ona yardımcı olan personel (personal assistant) şeklinde nitelemesi, görebildiğimiz kadarıyla Muktedir dönemi için nispeten makul bir tanımlama olarak kabul edilebilir. Ancak sonraki dönemlerde kahramânelerin halifelerle yakın temas hâlinde oldukları, dolayısıyla onların emrinde çalıştıkları dikkate alındığında onun bu görüşünün yeniden gözden geçirilmeye muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Marmer’ın Sümel’in mezâlim mahkemesindeki göreviyle ilgili herhangi bir değerlendirmeye yer vermediği görülmektedir. Muktedir döneminde saray ve çevresindeki idari kadrolarla kahramânelerin güç mücadelesine yoğunlaşan El-Cheikh’in makalesine de burada işaret edilmelidir[13]. Yazarın bazı yorumları çalışmamız için yararlı olsa da Sümel’in mezâlim davalarına bakmasıyla ilgili meselede kendisinin Mernissi’den[14] naklen yaptığı değerlendirmelere katılamadığımızı söylemeliyiz[15]. Nitekim ilgili kısımda detaylı bir şekilde üzerinde durulacağı üzere Mernissi, Arîb’in eserinde geçen bilgileri yanlışlıkla Taberî’ye (ö. 310/923) nispet etmiştir.
Ayrıca rivayette açıkça zikredilmesine rağmen Kadı Ebü’l-Hüseyin Ömer b. Hasan el-Üsnânî’nin[16] (ö. 339/950) mahkemedeki varlığını ve mahkeme kararlarının onun tashih ve onayından geçtikten sonra açıklandığını görmezden gelip Sümel’e odaklanarak sanki bu kararlarda sadece Sümel’in rolünün olduğunu iddia etmiştir. El-Ckeikh de Mernissi’nin bu çıkarımlarını olduğu gibi benimsemiştir. Konuyla ilgili bir diğer araştırma Sûlâf Hasan’ın câriye ve kahramânelerin Abbâsî sarayındaki rollerini ele alan kitap çalışmasıdır[17]. Ancak söz konusu eserdeki bilgilerle atıf yapılan klasik kaynaklardaki veriler arasında ciddi tutarsızlıkların bulunduğu görülmektedir. Doğrusu bu durum ilgili kitabın ilmî verilere dayanmak yerine daha çok bir kurgudan ibaret olduğu izlenimi uyandırmaktadır. Bu çelişkilerin tamamına işaret etmek mümkün olmadığından bu tespitimizin anlaşılması adına metin içerisinde sadece bazı somut örnekler vermekle yetindik. Abbâsîlerde Büveyhî ve Selçuklu nüfuzunun yaşandığı dönemlerde Irak coğrafyasında kadının siyasi, idari, dinî ve edebî rolüne odaklanan Al Rudainy’nin doktora tezi ‘Alem, Salef ve Şemsünnehâr hakkında bazı klasik kaynaklardaki rivayetlere ulaşmak açısından faydalı olmuştur[18]. Bununla birlikte Şemsünnehâr’ın, Muktedî-Biemrillâh’ın (467- 487/1075-1094) ölümündeki rolü hakkında Al Rudainy’e nazaran nispeten farklı bir görüş benimsediğimizi ifade etmeliyiz. Son olarak Emevîlerin başlangıcından 655 (1257) yılının sonuna kadar İslam tarihindeki hanım sultanları, hadımları ve câriyeleri ele alan El-Azhari’nin çalışmasının Abbâsîler dönemindeki kahramâneleri inceleyen kısmına da burada işaret edilmelidir[19]. El-Azhari, kitabının başlığından anlaşıldığı kadarıyla Abbâsîler döneminin tamamını ele alma iddiasında olmasına rağmen daha çok Muktedir zamanındaki kahramâneler üzerine yoğunlaşmış, sonraki dönemde görev yapan İhtiyâr, ‘Alem ve Şemsünnehâr hakkında birkaç cümlelik anekdotlar vermekle yetinmiş, Salef ’in kahramâneliğine ise hiç temas etmemiştir.
1. Abbâsî Sarayındaki İlk Kahramâne: Fâtıma en-Nahviyye
Muktedir döneminde ilk defa kahramâne olarak atanan ve Abbâsî sarayında ilk kez bu ünvanla görev yapan kişi Fâtıma en-Nahviyye’dir. Nahviyye nisbesinin kendisine neden verildiği bilinmemektedir. Şağab Hatun’un oğlu Muktedir için Nazm[20] isminde bir bakıcı (dâye) tuttuğunu, kendisi için ise kahramâne ünvanıyla kadın bir görevli tayin ettiğini söyleyen Massignon, Fâtıma’nın bu göreve getirilen ilk kişi olduğunu belirtmektedir[21]. Yine Marmer, Abbâsî tarihinde Muktedir öncesi dönemde [sarayda] kahramâne kelimesine rastlanmadığını, yani bu ünvanla bir görevlinin bulunmadığını vurgulamaktadır[22].
Fâtıma’nın kahramânelik öncesi hayatı, kahramâne olduktan sonra gerek Muktedir ve annesi Şağab Hatun nezdinde, gerekse diğer devlet adamlarıyla ilişkilerinde nasıl bir rol veya görev üstlendiğine dair kısa birkaç malumatın dışında hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Dönemin çağdaşı Ebû Bekir es-Sûlî’nin (ö. 335/946) nakilleri Fâtıma’nın zenginliğine, iki kızının ve iki damadının olduğuna ve vefatına ışık tutmaktadır. Buna göre ne sebepten olduğu belirtilmeksizin Fâtıma’ya çok kızan Muktedir, Fâtıma’nın mallarına el koymuştur. Bunun üzerine dönemin komutanlarından olan damatları Büney b. Nefîs ile Kaysar’ın yanına [Ahvâz’a[23]] giden Fâtıma, burada rahatsızlanmış ve kısa bir süre sonra ölmüştür (16 Zilkade 299/6 Temmuz 912). Anlatıldığına göre Fâtıma kendisine verilen hediyeler ve erzak dışında ayni olarak damatlarının her birine yüzer bin dinar değerinde mal bırakmıştır. Bundan dolayı Büney ve Kaysar’a halifenin hazinesinden daha fazla mal kaldığı söylenmiştir[24].
Fâtıma’nın ölümüyle ilgili kısmen farklı bir bilgi veren Miskeveyh (ö. 421/1030), onun köprünün altında teknesinin batması sonucu boğularak öldüğünü nakletmiştir. Kendisi için komutanların, kadıların ve diğer görevlilerin katıldığı bir cenaze merasimi düzenlenmiş ve yerine Şağab Hatun tarafından Ümmü Mûsâ tayin edilmiştir (299/912)[25].
Fâtıma hakkında verilen ve nispeten kısa sayılabilecek yukarıdaki bilgilerden hareketle bazı çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Esasen Fâtıma’nın Muktedir’den ziyade Şağab Hatun’un emrinde çalıştığı, zira ölümüyle yerine halifenin annesi tarafından [muhtemelen halifenin onayıyla] Ümmü Mûsâ’nın atandığı görülmektedir. Ayrıca yapılan bu atama kahramâne ünvanının resmî bir göreve tekabül ettiğini düşündürmektedir. Yine sahip olduğu servet, kızlarını dönemin tanınmış komutanlarıyla evlendirmesi ve cenazesine önde gelen devlet adamlarının katılması Fâtıma’nın hür bir kadın olduğunu ve idari konumunun yanında toplumsal açıdan da önemli bir statüye sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca Muktedir’i kızdıracak kadar idari işlere karıştığı, bir teknesi olduğu için seyahat edebildiği ve bundan dolayı ilişki ağlarının sarayla sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır[26].
2. Siyasi ve İdari Alanlarda Kudretli Bir Kahramâne: Ümmü Mûsâ
Tam adı Ümmü Mûsâ Sükeyne bint Abbâs b. Muhammed b. Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim ez-Zeynebî el-Hâşimî’dir. Ümmü Mûsâ künyesiyle meşhur olan Sükeyneʼnin bu künyeyi neden aldığı ve kahramânelik öncesi hayatı hakkında bilgi yoktur. Abbâsî davetinin liderlerinden İmâm İbrâhim ve hanımı Zeyneb bint Süleyman b. Alî b. Abdullah b. Abbâs’ın neslinden olup bu sebeple Zeynebî nisbesiyle tanınmaktadır[27].
Ailesi Abbâsî idaresinde uzun yıllar çeşitli görevler üstlenen[28] Ümmü Mûsâ, Fâtıma’nın ölümünün ardından kahramânelik görevine tayin edilmiştir[29]. Halife ve annesine yakınlığı sayesinde hem saray çevresindeki etkinliğini arttırmış hem de mali açıdan önemli bir nüfuza sahip olmuştur. Hatta bu vesileyle elde ettiği nüfuzu zaman zaman dönemin vezirlerine karşı kullanmaktan çekinmemiştir. Vezir İbnü’l-Furât’ın azledilip yerine Ebû Ali Muhammed b. Ubeydullah el-Hâkânî’nin tayin edilmesinde Muktedir’i etkilemeyi başarmıştır (299/912). Şöyle ki Hâkânî’nin İbnü’l-Furât’ın Alioğulları’ndan birisini tahta çıkarmak için bir girişimde bulunacağını Ümmü Mûsâ’ya bildirerek bu haberi halife ve annesine iletmesini istemiştir. Ümmü Mûsâ’nın aktardığı bilgilerin doğruluğundan şüphelenmeyen Muktedir, dayısı Garîb ve ordu komutanı Mûnis el-Muzaffer’in de desteğiyle İbnü’l-Furât’ı vezirlikten azledip (4 Zilhicce 299/22 Temmuz 912) yerine Hâkânî’yi görevlendirmiştir[30].
Hâkânî’nin vezirliğe atanmasından sonra Ümmü Mûsâ, yeni vezir aleyhinde teşebbüste bulunan Dîvânü’d-diyâi’l-hâssa[31] reisi Ebû Muhammed b. Hasan b. Rûh’un (veya Ravh’ın) vezirliğe tayin edilmek arzusuyla halifeye ulaştırılmak üzere gönderdiği mektubu Hâkânî’ye teslim ederek İbn Rûh’un çabasını boşa çıkarmıştır. Ayrıca İbn Rûh, Hâkânî tarafından görevinden alınıp hapse atılmıştır[32]. Böylece Hâkânî, Ümmü Mûsâ sayesinde önemli bir muhalifinden kurtulmuştur. Bununla birlikte o, Dîvânü’d-diyâi’l-Abbâsiyye[33] ve Dîvânü’z-zimâmi’l-Furâtiyye[34] reisi Ebü’l-Heysem Abbâs b. Muhammed b. Sevâbe’nin Ümmü Mûsâ sayesinde kendisinin aleyhinde gerçekleştirdiği girişimlere engel olamamıştır. Zira görevlerinden azledilen âmillerin mallarının müsaderesinde Hâkânî’nin ihmalkâr davrandığına dair İbn Sevâbe’nin mektubunu Muktedir’e veren Ümmü Mûsâ, bir sonraki aşamada vezirin yetkilerinin kısıtlanmasını sağlamıştır. Nitekim halife tarafından müsaderelerle ilgilenmek üzere görevlendirilen İbn Sevâbe, bir vezir gibi hareket ederek Hâkânî’nin atadığı bazı kişileri azledip onların yerine kendi istediği kişileri atamıştır[35]. Esasen vezirliğinin ilk zamanlarında muhaliflerine karşı Hâkânî’yi destekleyen Ümmü Mûsâ’nın yukarıda zikredilen olaydan sonra Hâkânî aleyhinde bir tavır sergilemesinin nedeni hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak meselenin ekonomik bir yönünün olduğu düşünülebilir. Şöyle ki Ümmü Mûsâ’nın vezirliğe atanmak isteyen kişiler adına halife ve annesinin nezdinde girişimde bulunarak onlardan para veya mal almayı umduğu varsayılabilir.
Ümmü Mûsâ’nın İbn Sevâbe dışında Hâkânî’ye karşı birlikte hareket ettiği bir diğer şahıs o sırada İsfahan’da sürgünde bulunan Ebü’l-Hüseyin İbn Ebü’l-Bağl’dir. Vezirliğe tayin edilmek arzusuyla Ümmü Mûsâ’dan halife nezdinde girişimde bulunmasını isteyen İbn Ebü’l-Bağl, karşılığında kendisine çok miktarda mal vermeyi taahhüt etmiştir. İbn Ebü’l-Bağl’in vezir olarak görevlendirilmesi hususunda Ümmü Mûsâ, Şağab Hatun ve Muktedir’i ikna etse de gelişmelerden haberdar olan Hâkânî’nin Muktedir’le görüşmesi Ümmü Mûsâ’nın çabasını sonuçsuz bırakmıştır[36]. Bununla birlikte Muktedir, Ümmü Mûsâ’nın gönlünü hoş tutmak adına İbn Ebü’l-Bağl’i hapisten çıkarıp İsfahan’a, kardeşi Ebü’l-Hasan’ı da Vasıt şehrinin yakınlarında yer alan Sılh ve Mübârek’e haraç âmili olarak görevlendirmiştir (299/912)[37].
Ümmü Mûsâ, Hâkânî’nin ardından vezirliğe getirilen Ali b. Îsâ döneminde de etkinliğini sürdürmüştür. Şağab Hatun ve harem mensuplarının bitmek bilmeyen taleplerini karşılamak için Ümmü Mûsâ’nın hazineden para istemesi yeni vezirle aralarının bozulmasına yol açan ilk olay olmuştur. Fâtımîlerin (297-567/909-1171) Mısır’a yönelik tehditlerinin giderek yoğunlaştığı bu dönemde (301-302/913-914) Ali b. Îsâ ile üst düzey devlet adamları ve komutanlar görüşme hâlindeyken, Ümmü Mûsâ haremdeki görevlilerin atıyyelerinin arttırılmasını ve Şağab Hatun’un bu tür maddî isteklerinin yerine getirilmesini istemiştir. Ümmü Mûsâ’nın devletin siyasi ve askerî açıdan içinde bulunduğu durumu dikkate almadan hazinenin yükünü artıracak taleplerde bulunması Ali b. Îsâʼnın tepkisini çekmiştir[38].
Aynı süreçte Ümmü Mûsâ, Hâşimoğullarının nakîbi Ahmed b. Abdüssamed b. Tûmâr’ın vefatından sonra onun yerine kendi kardeşi Ahmed b. Abbâs’ın getirilmesini sağlamıştır. Ancak Hâşimoğullarının itirazı üzerine bu göreve İbn Tûmâr’ın oğlu Muhammed tayin edilmiştir (301/914)[39]. Ümmü Mûsâ’nın kardeşinin görevden alınmasında Ali b. Îsâ’nın herhangi bir dahlinin olup olmadığı bilinmemekle birlikte, bir vezir olarak etkisiz kalması mümkün görünmemektedir[40]. Yine Ahmed b. Abbâs’ın herhangi bir resmî görevi olmamasına rağmen aylık 7 bin dinar para alması üzerine Ali b. Îsâ’nın bir rapor hazırlatıp hazineyi zarara uğrattığı gerekçesiyle Ahmed b. Abbâs’ı sorgulaması Ümmü Mûsâ ile Ali b. Îsâ arasındaki gerilimi daha da arttırmıştır (303/914-915)[41]. Nihayet yaklaşan Kurban Bayramı’nda haremdeki görevlilere ne kadar ödeme yapılacağına dair Ümmü Mûsâ’nın vezirle bir türlü görüşememesi Ali b. İsâ’nın vezirlikten azledilmesine neden olmuştur. Zira bu hadiseden sonra Ümmü Mûsâ zaten öteden beri arasının iyi olmadığı Ali b. İsâ’ya karşı halife ve annesini harekete geçmeye ikna etmiş ve sonunda Ali b. Îsâ vezirlikten azledilmiştir. Böylece birinci vezirlik dönemi (8 Zilhicce 304/2 Haziran 917) sona ermiştir[42].
Ümmü Mûsâ’nın ekonomik gerekçelerle karşı karşıya geldiği bir diğer vezir Hâmid b. Abbâs’tır. Tenûhî’de geçen rivayete göre İbnü’l-Furât muhtemelen kendisinin ikinci vezirliği döneminde (304-306/917-918), her gün için Ümmü Mûsâ’ya içinde bin dinar olan [aylık 30 bin dinara tekabül eden] para kesesi (harîta) teslim ediyordu. Ümmü Mûsâ bu paradan aylık olarak Şağab Hatun’a 10 bin dinar, kendisine ve hanedan mensubu emîrlere [yani erkek çocuklarına] beşer bin dinar ayırıyordu. İbnü’l-Furât’ın ardından vezirliğe tayin edilen Hâmid b. Abbâs aradan kırk gün geçmesine rağmen Ümmü Mûsâ’ya herhangi bir ödeme yapmamıştır. Bunun üzerine Ümmü Mûsâ söz konusu paranın kendisine ödenmesi gerektiğini bildirince aralarında bir tartışma yaşanmış ve bu tartışma Hâmid’in görevinden el çektirilip vezirlikle ilgili işleri nâibi olarak Ali b. Îsâ’ya devretmesinin sebeplerinden biri olmuştur[43].
Bundan sonraki süreçte saray çevresindeki etkinliği, idari kadrolarla bağlantısı ve elde ettiği mal varlığı sayesinde Ümmü Mûsâ neredeyse karşı konulamaz bir güç hâline gelmiştir. Ahmed b. Abbâs’ın insanların isteklerini kız kardeşine ulaştırma konusunda aracılık yapması[44], Ümmü Mûsâ’nın nüfuzunun daha geniş bir çevreye yayılmasını sağlamıştır. Ancak onun, kardeşi Ahmed b. Abbâs’ın kızını Mütevekkil’in torunlarından Ebü’l-Abbâs b. Muhammed’le evlendirerek bir taraftan Abbâsî hanedan ailesiyle nispeten daha yakın bir akrabalık bağı kurmayı istemesi, diğer taraftan elde ettiği siyasi ve ekonomik gücü daha da artırma hırsı kendi sonunu hazırlamıştır. Aslında Ümmü Mûsâ’nın yeğeniyle evlendirmek istediği Ebü’l-Abbâs b. Muhammed, Vezir Hâmid b. Abbâs’ın nâibliğine atanarak devlet idaresinde yeniden etkinlik kazanan Ali b. Îsâ’nın yakın dostuydu ve onun tarafından halifeliğe hazırlandığı konuşuluyordu. Ümmü Mûsâ’nın büyük masraflar yaparak Bağdat’ta gösterişli bir düğün merasimi tertip etmesi, hasımlarının bu söylentiyi Ümmü Mûsâ aleyhinde kullanmalarına fırsat vermiştir. Nitekim aynı yıl Muktedir’in şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine Ümmü Mûsâ’nın halifelik için hanedan ailesinden bazı kişilere mektup gönderdiğine dair bir şayia ortaya çıkmıştır. Bu durumun yanı sıra düğün meselesinden dolayı hasımlarının, halife ve Şağab Hatun’a giderek Ümmü Mûsâ’nın asıl niyetinin Muktedir’i tahttan indirip yerine Ebü’l-Abbâs’ı geçirmek olduğunu aktarınca Ümmü Mûsâ, kardeşi Ahmed b. Abbâs ve kız kardeşi Ümmü Muhammed tutuklanarak kahramânelik görevine tayin edilen Sümel’e teslim edilmiştir (310/923)[45].
Ümmü Mûsâ’nın gözaltına alınmasının Abbâsî tarihinde hanedan ailesine mensup bir kadının tutuklanmasıyla ilgili ilk örnek olduğunu belirten Marmer, onun gerçekten Muktedir’i tahttan indirmek için komplo kurup kurmadığının bilinemeyeceğini, ancak halife ve annesinin Ümmü Mûsâ’nın böyle bir tuzak hazırlama ihtimaline inandıklarını dile getirmektedir. Zira Ümmü Mûsâ’nın soy itibarıyla hanedan ailesine mensup olması en azından halifeliğe namzet olabilecek kişilerle bağlantı kurabilecek imkâna sahip olduğunu göstermektedir[46]. Dolayısıyla Şağab Hatun’un, giderek karşı konulamaz bir güç hâline gelen Ümmü Mûsâ’yı bertaraf etmek için ortada dolaşan sözleri fırsata çevirdiğini düşünmek mümkündür.
Bir müddet Sümel’in gözetiminde tutulan Ümmü Mûsâ ve yakınlarının mallarına el konulmuştur. Müsadere edilen mallar arasında mücevherler, giysiler, güzel kokular, halı-kilim gibi tefrişat malzemeleri ve çok miktarda para bulunuyordu. Bunların dışında Ümmü Mûsâ’nın yıllık 100 bin dinar gelir getirdiği ifade edilen iktâ arazileri ve diğer gayrimenkulleri de vardı. 1 milyon dinar değerinde olduğu belirtilen bütün bu malların müsaderesiyle ilgilenmek üzere Ali b. Îsâ tarafından Dîvânü’l-makbûzât an Ümmi Mûsâ ve esbâbihâ adıyla bir divan kurulmuştur[47]. Ümmü Mûsâ’nın gözden düşmesiyle kendisine yakın olan bazı devlet adamları da görevlerinden azledilmiştir. Nitekim daha önce hapisten çıkarılıp İsfahan’a haraç âmili olarak tayin edilen İbn Ebü’l-Bağl’in vazifesine son verilip mallarına el konulmuştur[48].
Hapse atılıp malları müsadere edildikten sonra Ümmü Mûsâ ve çevresindekilerin Abbâsî idaresindeki etkinlikleri de sona ermiştir. Ancak Ramazan 314 (Kasım-Aralık 926) tarihinde halife tarafından affedilen Ümmü Mûsâ hapisten çıkarılmış, bununla birlikte evinde gözetim altında tutulmaya devam edilmiştir[49]. Kardeşleri Ahmed b. el-Abbâs ve Ümmü Ahmed’in ölümünün (315/927) ardından daha önce el konulan arazilerinin kendisine iade edildiği söylenmektedir[50]. Massignon, herhangi bir kaynak belirtmeksizin onun 327 (938-939) yılında, yani Râzî-Billâh’ın (322-329/934-940) halifeliği döneminde, öldüğünü aktarmaktadır[51]. Ümmü Mûsa ile aynı aileye mensup olup Zeynebî nisbesiyle tanınan kişiler VI. (XII.) asrın sonuna kadar Abbâsî idaresinde nakîblik ve kadılık gibi üst düzey görevler üstlenmeye devam etmişlerdir[52].
3. Mezâlim Davalarına Bakan Bir Kahramâne: Sümel
Muktedir’in halifeliği döneminde Abbâsî sarayında kahramânelik görevinde bulunan bir diğer isim Sümel’dir. Sümel’in Abbâsî sarayına gelmeden önce Mu‘tazıd’ın halifeliği döneminde Rey ve Cibâl bölgelerinin idaresini elinde bulunduran Dülefî emîri Ahmed b. Abdülazîz b. Ebû Dülef ’in (265-280/879- 893)[53] kahramâneliğini[54] yaptığı kaydedilmektedir. Rivayetin devamında İbn Ebû Dülef ’in, câriyelerinden veya hizmetçilerinden herhangi birisine kızdığı zaman onu sert tabiatlı oluşuyla bilinen Sümel’e teslim ettiği, Sümel’in de bu kişiye acımasızca davrandığı belirtilmektedir[55].
Dülefî emîrinin hizmetinde bulunan Sümel’in Abbâsî sarayında ne zaman istihdam edildiğine dair görebildiğimiz kadarıyla doğrudan bir bilgi mevcut değildir. Ancak dolaylı bilgilerden hareketle bu konuda yaklaşık bir tahminde bulunmak mümkündür. İbn Ebû Dülef ’in Rebîülevvel 280 (Haziran 893) tarihinde öldüğü[56] ve bu tarihten birkaç yıl sonra Mu‘tazıd’ın oğlu Ebü’l-Fazl Ca‘fer’in (Muktedir) doğumuyla (22 Ramazan 282/14 Kasım 895) câriye olan annesi Nâ‘im’in Şağab Hatun adıyla ümmüveled statüsünü kazandığı[57] bilgileri dikkate alındığında Sümel’in en azından 282 (895) yılından sonra Şağab Hatun’un hizmetine girdiğini kabul etmek mümkündür.
Sümel’in kahramâne oluşuna işaret eden ilk rivayet 306 (918) yılına aittir. Şağab Hatun’un hizmetinde bulunan Sümel’in 306 (918) yılında Bağdat’ın doğu yakasındaki Rusâfe semtinde Şağab Hatun tarafından yaptırılan türbede[58] mezâlim davalarına bakmaya başladığı kaydedilmektedir[59]. Söz konusu bilgiye eserlerinde yer veren Sûlî ve Arîb, bu davalara bakan Sümel’i Şağab Hatun’un kahramânesi olarak aktarmaktadır. Yine verilen bilgiye göre [söz konusu davalara bakma ve karar verme konusunda herhangi bir ehliyeti bulunmamasına rağmen] Sümel’in böyle bir göreve getirilmesi halk tarafından memnuniyetsizlikle karşılanmış ve aleyhinde konuşulmaya başlanmıştır. Mezâlim davalarının görülmesinde yaşanılan sorun üzerine sonraki günlerde yanında Kadı Ebü’l-Hüseyin Ömer’i getiren Sümel, onun yönlendirmesi ve tashihleri doğrultusunda karar vermiştir. Anlaşıldığı kadarıyla başlangıçta bu davalara Sümel’in bakmasından rahatsız olan kişiler Ebü’l-Hüseyin’in refakat etmesiyle verilen kararlardan memnun olmuşlardır[60].
Sûlî ve Arîb’in eserlerindeki 306 yılına işaret eden yukarıdaki rivayet dikkate alındığında ilk bakışta Ümmü Mûsâ’nın Abbâsî sarayında kahramânelik görevini yürttüğü sırada Sümel’in de aynı ünvanla sarayda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki Mes‘ûdî (ö. 345/956), İbn Dihye el-Kelbî (ö. 633/1235) ve Kalkaşendî’nin (ö. 821/1418) eserinde geçen bilgilere biraz daha dikkatli bakıldığında Sümel’in kahramânelik görevine atanmadan Şağab Hatun’un câriyesi olarak bu görevi yerine getirdiği varsayılabilir. Nitekim Mes‘ûdî, Muktedir’in annesinin Kahramâne Sümel olarak meşhur olan/tanınan câriyesinin mezâlim davalarına baktığını zikretmektedir[61]. Kelbî ve Kalkaşendî de kahramâne olarak bilinen Sümel’in Şağab Hatun’un câriyelerinden birisi olduğunu ve [câriye sıfatıyla] mezâlim davalarına katıldığını belirtmektedir[62]. Bu noktadan hareketle Sûlî ve Arîb’in Şağab Hatun’un kahramânesi sıfatını Sümel’in daha sonraki ve bilinen görevini dikkate alarak genel anlamda kullandıklarını düşünmek mümkündür. Diğer taraftan Şağab Hatun’un emri doğrultusunda hareket eden Ümmü Mûsâ ve Sümel’in bu sayede idari açıdan önemli bir güç elde ettikleri hesaba katılırsa kahramânelik görevine aynı anda birden fazla kişinin atanması yetki karmaşasına neden olabileceği gibi idari bakımdan da bir zafiyete yol açabilecektir. Bu bakımdan Sümel’in kahramâne olarak görevlendirilmesi kanaatimizce Ümmü Mûsâ’nın gözaltına alınmasından sonra gerçekleşmiş olmalıdır. Dolayısıyla halefselef olarak görev yaptığını düşündüğümüz Ümmü Mûsâ ile Sümel arasında bir kıyaslama yapılacak olursa Ümmü Mûsâ’nın Şağab Hatun’a nispeten daha yakın ve buna bağlı olarak sarayda daha güçlü bir konumda olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca Ümmü Mûsâ’nın soyu Abbâsî idaresinde uzun yıllar görev yapmış bir aile olan Zeynebîlere dayanmaktadır. Buna karşılık Sümel ise kahramâneliğe câriyelikten terfi etmiştir. Bu bakımdan zenginliğinin ve idari kadrolar üzerindeki nüfuzunun yanı sıra Ümmü Mûsâ’nın soylu bir aileye mensup olmasının onu daha güçlü kıldığı düşünülebilir. Diğer taraftan Ümmü Mûsâ’dan sonra onun gibi hanedan ailesiyle akrabalık bağı bulunan bir kişinin kahramâne olarak tayin edilmemesi, Şağab Hatun’un kendisine ve oğluna karşı saray çevresinde yeni bir güç unsurunun ortaya çıkmasını istemediği şeklinde yorumlanabilir.
Sümel’in mezâlim davalarına bakmasıyla ilgili meseleye tekrar gelecek olursak, haksız yolla elde edilen gelirlerin yanı sıra şahıslara yönelik hak ihlalleriyle de ilgilenen mezâlim kurumu genellikle normal mahkemelerin bir sonuca varmakta zorlandığı davaları karara bağlamak ve uygulamak, ayrıca idari şikâyetleri dinlemek üzere oluşturulmuş bir nevi yüksek kurul olarak tanımlanmaktadır[63]. Dolayısıyla mezâlim müessesesinin sorumluluğu dikkate alındığında Sümel’in Şağab Hatun tarafından önemli bir yetkiyle donatıldığını belirtmek mümkündür. Ancak Şağab Hatun’un, hukuki açıdan herhangi bir yeterliliği bulunmayan bir kişiyi muhtemelen sırf kendisine yakın olmasından dolayı ve belki de yüksek dereceli memurlar üzerindeki nüfuzunu korumak ve böylece iktidarını pekiştirmek amacıyla devletin idari ve mali tasarruflarının denetimi açısından son derece mühim bir göreve getirmesi daha önce örneği olmayan bir uygulamadır. Mezâlim davaları açısından bu durum bazı müelliflerin dikkatini çekmiş olmalı ki, eserlerinde Şağab Hatun ve Sümel’den bahsederken söz konusu görevlendirmeyi menfi bir dille aktarmışlardır. Nitekim Mes‘ûdî, adeta Şağab Hâtun’un otoritesine işaret ederek “bu dönemde kadınların saltanata ve yönetime hakim olduklarını” ifade etmiştir[64]. Sümel’in mezâlim davalarına bakmasını “o güne kadar eşi benzeri görülmemiş utanç verici bir durum” başlığı altında zikreden İbn Hazm, Sümel’in başında bulunduğu mezâlim meclislerine fakihlerin ve kadıların da geldiğini belirtmiştir[65]. Yine Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin (ö. 654/1256) naklettiği rivayete göre Kadı Alî b. Ahmed [et-Tenûhî] daha önce [Abbâsî devletinde] böyle bir şeyin gerçekleşmediğini söylemiştir[66].
Sümel’in mezâlimle ilgili görevi modern araştırmacılar arasında da tartışılmıştır. İlk başta kadıların ve fakihlerin Sümel’in atanmasına karşı çıktığını, ancak Şağab Hâtun’un ısrarı neticesinde bu kararı kabul etmek zorunda kaldıklarını belirten Mernissi ve El-Cheikh, Sümel’in görevini başarıyla yerine getirdiğini, hatta [daha önce] haksızlığa uğrayan kişilerin onun bu atamasından faydalandıklarını [yani haklarını aldıklarını], halkın da genel olarak Sümel’in verdiği kararlardan memnun olduğunu ileri sürmüştür[67]. Mernissi ayrıca konuyu farklı bir boyuta taşıyarak geçmişin [ve aynı zamanda dönemin] büyük bir tarihçisi olarak Taberî’nin bu bilgiyi aktararak kadınlar konusunda günümüz tarihçilerinde görülmesi pek mümkün olmayan bir “objektiflik sergilediğini” iddia etmiştir. Yine Taberî’yi kaynak göstererek Sümel’in görevini çok iyi yerine getirdiğini, bunun sonucunda başlangıçtaki hoşnutsuzluğa rağmen insanların onu sevdiğini ve hareket tarzını takdir ettiğini söyleyen Mernissi, ayrıca Muktedir’in Sümel’i atadıktan sonra onun ilk olarak yolsuzluğa son verip mahkeme harçlarını düşürdüğünü, böylece dava açmak isteyen kişilerin sadece asgari bir ücret ödemek ve kâğıt masrafını karşılamak zorunda olduklarını belirtmiştir. Mernissi’ye göre böylece üst düzey kadıların etrafını saran küçük memurlara [fazladan] hiçbir ödeme yapmak durumunda kalınmamıştır. İslam tarihinde bir kadının adalet sisteminin başına getirilmesi aslında insanların yargı sisteminde yolsuzlukla mücadele eden bir görevliye sahip olmaktan [yani Sümel’in davranışlarından] duydukları sevinci de göstermektedir[68].
Başlangıçta Sümel’e gösterilen tepkinin onun cinsiyetinden, yani kadın olmasından ziyade hukuk bilgisinin eksikliğinden kaynaklanmış olabileceğini belirten Bauer ise sonraki oturumlarda bir kadının hazır bulunmasıyla her şeyin olması gerektiği gibi cereyan ettiğini, bununla birlikte onun cinsiyetinden dolayı insanların kendisini eleştirmiş olabileceğini öne sürmüştür. Bauer ayrıca Sümel’in mezâlim davalarında aktif mi yoksa pasif mi olduğuna dair bazı belirsizliklerin bulunduğuna dikkat çekmiştir[69].
Sümel’in mezâlim davalarına bakmasıyla ilgili Sûlî ile Arîb’in verdikleri bilgiler mevcut kaynaklar içindeki en detaylı anlatımları içermektedir[70]. Mernissi aslında Arîb’de geçen bilgileri yanlışlıkla Arîb’in kendisine zeyl yazdığı Taberî’ye nispet etmiş ve buradan hareketle vardığı sonuçlar El-Cheikh tarafından da aynen aktarılmıştır. Arîb’in naklettiği bilgilerde Sümel’in böyle bir göreve atanmasından dolayı insanların rahatsızlık duyduğu, hatta gösterilen tepkilerin giderek artması sebebiyle Kadı Ebü’l-Hüseyin’in verilen hükümleri tashih ettiği ve ondan sonra kararların mahkemeden çıktığı açıkça belirtilmektedir. Dahası haksızlığa maruz kalan kişilerin Ebü’l-Hüseyin’in onayından sonra verilen kararlardan faydalandıkları, yani haklarını aldıkları ve böylece Sümel’in mezâlim mahkemesinde görevlendirilmesini eleştiren kimselerin teskin oldukları aktarılmaktadır[71]. Dönemin çağdaşı Sûlî’nin ifadeleri de herhangi bir şüpheye mahal bırakmaksızın Kadı Ebü’l-Hüseyin’in rolüne işaret etmektedir. Buna göre davaların görüldüğü ilk oturumda insanlar Sümel’in mezâlim mahkemesindeki görevini eleştirmişler, ancak [sonraki oturumlarda] kararlar Kadı Ebü’l-Hüseyin’in tashihinden sonra çıkınca memnun olmuşlardır[72].
Bu durumda Kadı Ebü’l-Hüseyin’in mahkemedeki varlığını görmezden gelip sadece Sümel’e odaklanan Mernissi ve El-Cheikh biraz da kadınların rolünü aşırı vurgulama eğilimi üzerinden meseleyi ideolojik bir boyuta taşıyarak Sümel’in verdiği kararlarda başarılı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Sümel’in içtihat ehliyetinden ve fıkıh bilgisinden yoksun olduğu dikkate alındığında yargılamanın salahiyeti açısından Kadı Ebü’l-Hüseyin’in mezâlim oturumlarında bulunmasının ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum aslında sırf “siyaset”le hükmederek bu alanda meşru bir karar vermenin mümkün olmadığını, bunun aksini yapmaya teşebbüs eden bir kimsenin, mahkemenin ve görevinin meşruiyetini sağlayabilmek için bir kadıyı yanına almak durumunda kaldığını göstermektedir[73]. Diğer taraftan Sümel’in mezâlim mahkemesinde görevlendirilen ilk ve tek kadın olduğu ve başka bir örneğinin bulunmadığı, dolayısıyla buradan hareketle genel-geçer çıkarımlarda bulunulamayacağı belirtilmelidir. Ayrıca Mernissi’nin Taberî’yi “günümüz tarihçilerinde görülmeyen objektif bir bakış açısına sahip tarihçi” olarak tavsif etmesi kendisinin meseleyi anakronik bir düzlemde ele aldığını göstermektedir. Yine Sümel’in “adalet sisteminin başına getirildiğini” iddia etmesi[74] de tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır. Zira Sümel, sadece Bağdat’ın bir semti olan Rusâfe’de 306 (918) yılında ve anlaşılan sınırlı bir süre için mezâlim oturumlarında hazır bulunmuştur. Nitekim aynı süreçte Vezir Hâmid b. Abbâs, sâbık vezir İbnü’l-Furât’ı sarayda dönemin iki kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf ve İbnü’l-Bühlûl’ün de katıldığı mezâlim oturumunda sorgulamıştır[75]. Yine Sümel’in kahramânelik görevini üstlendikten sonraki süreçte mezâlim davalarına bizatihi İbnü’l-Furât ve Ali b. İsâ gibi vezirler bakmıştır[76]. Dolayısıyla Sümel’in buradaki görevinin istisnâî bir durum teşkil ettiği ve kendisinin Dîvânü’l-mezâlim’in, yani “devletin adalet sisteminin” başına getirilmediği bilhassa vurgulanmalıdır.
Yine Mernissi’nin Muktedir’in mahkeme harçlarını düşürmesini ve böylece yolsuzluğu ortadan kaldırmasını Sümel’in mezâlim mahkemesindeki göreviyle ilişkilendirmesi Arîb’in verdiği bilgilerle tam olarak uyuşmamaktadır. Zira Muktedir bu emri dönemin Bağdat sâhibü’ş-şurtası Yümn et-Tolûnî’ye vermiştir. Buna göre Yümn’den Bağdat’taki dört kadılık bölgesinden her birine bir kadı görevlendirmesini isteyen halife, böylece insanların şikâyetlerinin dinlenip sorunlarının çözüme kavuşturulmasını, ayrıca mahkeme kararlarının yazıldığı kağıtların karşılığı için davacılardan herhangi bir ücret talep edilmemesini ve mahkemedeki teşrifatçılara iki dânekten[77] daha fazla bir ücret ödenmemesini emretmiştir[78].
Kahramânelik görevine tayin edildikten sonra Sümel, Hâcib Nasr ile birlikte İbnü’l-Furât’ın üçüncü vezirliğinin (311-312/923-924) ardından onun yerine Ebü’l-Kâsım Abdullah b. Muhammed el-Hâkânî’nin tayin edilmesini sağlamıştır (312/924)[79]. Ancak Nasr ve Sümel [yaklaşık bir buçuk yıl gibi] nispeten kısa bir süre sonra bu sefer Hâkânî’nin yerine Ahmet el-Hasîbî’nin vezir olması için çaba harcamışlardır. Sümel açısından meseleye bakıldığında kendisinin doğrudan Hâkânî ile bir anlaşmazlık yaşadığını söylemek pek mümkün görünmemektedir. Esasen Sümel’in Nasr’ın yönlendirmesiyle Hâkânî’yi azlettirip yerine Ahmed el-Hasîbî’yi geçirmek için çaba harcadığı anlaşılmaktadır. Hâkânî, kendisinden nefret ettiği Nasr’ın Mûnis’le arasında bir düşmanlığın bulunduğunu düşünüp Mûnis’i memnun etmek amacıyla Muktedir’in huzurunda sürekli Nasr hakkında olumsuz konuşmuş ve onun gözaltına alınması için çaba sarf etmiştir. Bunun üzerine Vâsıt’ta bulunan Mûnis’e Bağdat’a gelip Nasr’ı gözaltına almasını emreden Muktedir, Mûnis’le konuştuktan sonra Nasr hakkındaki görüşü olumlu yönde değişmiştir[80]. Mûnis’le aralarındaki sorun ortadan kalkınca Nasr, Muktedir nezdinde girişimde bulunabilecek en iyi kişinin Sümel olduğunu bildiği için ona daha da yakınlık göstermeye başlamıştır. Bu süreçte sağlığı bozulan Hâkânî’nin bir taraftan vezirliğin gereklerini yerine getirmekte zorlanması ve bundan dolayı resmî işlerin aksaması, diğer taraftan hazinenin mali açıdan sıkıntılar yaşaması ve maaşları ödenmeyen asker sınıfının isyan başlatması gibi sebeplerden[81] dolayı Nasr ve Sümel, Hâkânî’nin azledilip yerine bir başkasının tayin edilmesi gerektiğini konuşmaya başlamışlardır. Sümel daha önce kendi kâtipliğini yapan,[82] şimdi ise Şağab Hatun’un kâtibi olan Ahmed el-Hasîbî’ye temayül gösterince Nasr’ın da desteğiyle Hasîbî vezirliğe tayin edilmiştir[83]. Sümel ayrıca Hasîbî’den boşalan Dîvânü’d-diyâi’s-Seyyide’nin başına, yani Şağab Hatun’un arazilerinin gelir gideriyle ilgilenen divanın kâtipliğine Ebû Yûsuf Abdurrahman b. Muhammed’i getirmiştir (313/925)[84].
Bundan sonraki süreçte Sümel’in akıbeti hakkında bir bilginin bulunmadığını belirten günümüz araştırmacılarından Sûlâf Hasan, tercihen onun Kâhir-Billâh’ın halifeliğe tayin edildiği 320 (932) yılına kadar Şağab Hatun’un yanında bulunmuş olabileceğini dile getirmektedir[85]. Gerçekten de Ahmed el-Hasîbî’nin vezirliğe tayin edilmesinden sonraki gelişmelerde adına hemen hiç rastlanmayan Sümel’in bu süre zarfındaki faaliyetlerine ilişkin bir yorumda bulunmak mümkün değildir. Diğer taraftan Arîb’in açıkça ifade ettiği üzere Sümel’in Şağab Hatun’un yanındayken, yani kahramâne olarak görev yaptığı sırada 317 (929-930) yılında öldüğü[86] dikkate alınırsa, Sûlâf Hasan’ın görüşünün aksine onun Kâhir’in halifeliğine kadar yaşamadığı belirtilmelidir.
4. Hapsedilen Siyasi Güç Sahiplerine Nezaret Eden Bir Kahramâne: Zeydân
Muktedir döneminin kahramânelerinden bir diğeri Zeydân’dır (ö. 319/931[?]) Sûlâf Hasan, Rum asıllı olduğu söylenen Zeydân’ın Halife Mu‘tazıd zamanında Sâmerrâ çarşısından 10 bin dinar karşılığında satın alındığını iddia etmektedir[87]. Ancak onun verdiği bu bilgilere referans gösterdiği kaynaklarda tesadüf edemediğimizi belirtmemiz gerekir[88]. Dolayısıyla Zeydân’ın soyu ve kahramânelik öncesi hayatına dair kesin bir bilgi vermek olası gözükmemektedir.
Zeydân’ın kahramâne oluşuna dair ilk rivayet İbnü’l-Furât’ın 299 (912) yılında birinci vezirliğinden azledildikten sonra gözaltına alınmasıyla ilgilidir[89]. Söz konusu rivayet hesaba katıldığında Zeydân’ın hem Ümmü Mûsâ ile hem de ondan sonra Sümel ile aynı dönemde kahramânelik yaptığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte tıpkı Sümel’de olduğu gibi kahramânelik görevini aynı anda iki kişinin yerine getirmesinin yetki karmaşasına neden olabileceği dikkate alındığında Zeydân’ın kahramânelik görevini Sümel’in 317 (929-930) yılındaki ölümünden sonra devraldığı da düşünülebilir. Ancak mevcut rivayetlerden hareketle Ümmü Mûsâ ve Sümel’de olduğu gibi halef-selef olma durumunun Zeydân için geçerli olduğuna dair kesin bir fikir yürütmek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu durumda her iki ihtimalin de söz konusu olabileceği ifade edilmelidir. Birinci ihtimale göre azledilen üst düzey görevlilerin gözaltında tutulması ve saraydaki mücevher hazinesinin korunmasıyla ilgilenen Zeydân, Ümmü Mûsâ ve Sümel ile aynı dönemde kahramânelik görevini yerine getirmiştir. Ancak Zeydân’ın içinde yer aldığı hadiselerle ilgili aktarılan rivayetlerde onun Muktedir’in emirleri doğrultusunda hareket ettiği veya onunla iletişim hâlinde olduğu, Şağab Hatun’la hemen hemen doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığı görülmektedir. Bu bakımdan diğer iki kahramâne ile aynı zamanda sarayda görevli olsa da Zeydân’ın daha çok Muktedir’e bağlı olarak hareket ettiği, Ümmü Mûsâ ve Sümel’in ise Şağab Hatun’un emrinde çalıştığı düşünülebilir. Böyle bir durumda muhtemel bir yetki karmaşasının da önüne geçilmiş olacaktır. Nitekim günümüz araştırmacılarından El-Cheikh de Zeydân’ın bu durumuna işaret ederek miladî onuncu [hicrî üçüncü ve dördüncü] asırda Muktedir’in sarayının idaresinin birisi halifeye, diğeri halifenin annesi Şağab Hatun’a bağlı iki kahramânenin kontrolü altındaymış gibi bir görünüm arz ettiğini belirtmektedir[90].
İkinci ihtimale göre ise Zeydân her ne kadar başlangıçtan itibaren Miskeveyh tarafından kahramâne olarak tavsif edilmiş olsa da bu durum onun meşhur yönünün vurgulanmasıyla ilgili olabilir. Yani Miskeveyh’in bu tercihi Sümel’in ölümünden sonra kahramânelik görevini üstlenen Zeydân için geriye dönük bir kurgudan kaynaklanmış olabilir. Kaldı ki Zeydân’ın görevlerinden azledilen devlet adamlarının göz altında tutulması ve mücevher hazinesinin muhafızlığını yapmasıyla ilgili sorumluluğun tek başına kahramânelik vazifesine işaret etmeyeceği de hesaba katılmalıdır. Zira aşağıda da zikredileceği üzere bazı kişilerin tutuklanmasında Zeydân’ın yanı sıra Hâcib Nasr’ın da yetkili olduğu görülmektedir[91].
Zeydân tarafından göz altında tutulan ilk kişi yukarıda da zikredildiği üzere Vezir İbnü’l-Furât’tır. Birinci vezirliğinden azledildikten sonra mallarına el konulan İbnü’l-Furât, bu malların idaresi için kurulan Dîvânü’l-müsâderîn’in başına aralarında eskiden beri düşmanlık bulunan İbn Sevâbe’nin gelmesiyle malları ikinci defa müsadere edilmiş, ayrıca sıcakta üzerine yün bir elbise giydirilerek işkenceye maruz bırakılmıştır. İbnü’l-Furât’ın başına gelenlerden dolayı rahatsız olan Muktedir, sabık vezirin sarayda harem mensuplarına mahsus olan (haremü’l-hâs) ve kontrolünün Zeydân’ın elinde bulunduğu hücrelerden birine nakledilmesini emretmiştir. Göz altında tutulduğu süreçte İbnü’l-Furât’la devlet işlerini zaman zaman istişare etmeye devam eden Muktedir, kendisine gelen resmî evrakları onun görüşlerine başvurarak cevaplandırmıştır (299/912)[92].
Dört yıl kadar devam eden bu ilk tutukluluk sürecinde her ne kadar halifeyle sabık vezir arasındaki irtibatı kimin sağladığı konusunda bir bilgi zikredilmese de Zeydân’ın bu konuda kilit bir görev üstlendiğini kabul etmek mümkündür. Nitekim Sâbî (ö. 448/1056) tarafından nakledilen bilgiye göre İbnü’l-Furât ikinci defa vezirliğe tayin edilince, [bir zamanlar hapiste iken] kendisinden sorumlu olan (müvekkeletün bih) Zeydân’a Kesker civarındaki bazı çiftlikleri (day‘a) ve Basra’da yüksek gelir getiren arazilerin yıllık haraç gelirlerini (müsteğillât) iktâ olarak vermiştir[93]. Dolayısıyla Sâbî’nin bir zamanlar İbnü’l-Furât’ın gözetim altında tutulmasıyla ilgili Zeydân’ın sorumluluğuna işaret ederek kendisine böyle ihsanlarda bulunulduğunu zikretmesi ancak Zeydân’ın, hapiste tutulan İbnü’l-Furât’la halife arasındaki iletişimi sağlamış olmasıyla veya kendisine iyi davranmasıyla açıklanabilir. Yani İbnü’l-Furât ikinci defa göreve getirilince Zeydân’a bir şükran ifadesi olarak bazı arazileri ve vergi gelirlerini iktâ olarak vermiştir. Bir kısım araştırmacılar ise Zeydân’a verilen bu iktâ arazilerinin İbnü’l-Furât’ın ikinci tutukluluk dönemiyle, yani Hâmid b. Abbâs’ın kendisini sorguya çektiği sırada Zeydân’ın İbnü’l-Furât’a yardım etmesiyle ilişkilendirmektedirler[94]. Hâlbuki Sabî, Zeydân’a arazi tahsisi ve yine kâtiplerin maaşlarının iki katına çıkarmasıyla ilgili İbnü’l-Furât’ın icraatlarını onun ikinci vezirliğiyle alakalı olarak zikretmiştir. Dolayısıyla Zeydân’a iktâ arazilerinin verilmesi İbnü’l-Furât’ın üçüncü defa vezirliğe tayin edilmesiyle ilgili değil, ilk tutukluluk döneminde Zeydân’ın kendisine yardımcı olmasıyla alakalıdır.
İkinci vezirliğinden azledildikten (306/918) sonra kendisi, oğlu Muhassin ve yakın çevresindeki kişiler tutuklanınca İbnü’l-Furât yeniden Zeydân’a teslim edilmiş, diğerleri ise Hâcib Nasr’ın gözetiminde tutulmuştur[95]. Bundan sonraki süreçte Zeydân, 5 yıla yakın devam eden bu ikinci tutukluluk döneminde daha önce olduğu gibi İbnü’l-Furât’ın halifeyle irtibatını sağlamış veya en azından böyle bir irtibatın kurulmasına engel olmamıştır. Aslında Zeydân’ın burada oynadığı en önemli rol Muktedir’in İbnü’l-Furât hakkındaki düşüncelerini kendisine bildirmek ve bu sayede sabık vezirin, Hâmid b. Abbâs’a teslim edilmeyip böylece daha büyük bir ceza almaktan kurtulmasını sağlamak olmuştur. Şöyle ki, İbnü’l-Furât ve yakın çevresinin sorgulanması[96] tamamlandıktan sonra Vezir Hâmid b. Abbâs, İbnü’l-Furât’ın mallarına el koymak [ve belki bu malların bir kısmını halifenin şahsi hazinesine aktarmak] için ısrarla onun kendisine teslim edilmesini istemiştir. Ancak söz konusu mala tamah edip Hâmid b. Abbâs’ın talebini önce kabul etmeyi düşünen Muktedir, daha sonra eski vezirinin Hâmid b. Abbâs tarafından işkenceye maruz bırakılıp ölmesine rıza göstermemiş ve İbnü’l-Furât’ı yakın adamlarından Şefî‘ el-Lü’lüî veya o sırada Hâmid b. Abbâs’ın nâibliğini yapan Ali b. Îsâ’ya teslim etmeye karar vermiştir. Zeydân da halifenin bu kararını İbnü’l-Furât’a bildirmiştir[97]. Belki de Muktedir’i böyle bir düşünceye sevk eden şey, bu süreçte mallarıyla ilgili sorgulanırken İbnü’l-Furât’ın kendisini kurtarması için [bir bakıma durumunu Muktedir’e bildirmesi için] Zeydân’dan yardım istemesi[98] onun da halife nezdinde girişimde bulunmuş olmasıdır. Yine bu dönemde İbnü’l-Furât, oğlu için emanet olarak bıraktığı malı Kâdı Ebû Ömer’in Vezir Hâmid b. Abbâs’a verdiğini Zeydân’ın kendisine bildirmesiyle öğrenmiştir[99]. İbnü’l-Furât’ın gerek vezirlik yaptığı dönemde gerekse hapiste kaldığı süreçte Zeydân’la aralarında bir dostluk oluşmuş ve İbnü’lFurât kendisine hitaben “Allah ömrünü uzun eylesin (Atâlallahu bekâiki)” manasında dua cümlesini kullanmasının yanında “kız kardeşim (uhtî)” şeklinde hitap etmiştir[100].
Yukarıda da geçtiği üzere Zeydân, uzun tutukluluk döneminde sık sık İbnü’l-Furât’ın halifeyle irtibatını sağlamış veya onu ilgilendiren meselelerde kendisini bilgilendirmiştir. Dahası Zeydân’ın Muktedir ve İbnü’l-Furât arasında kurduğu iletişim İbnü’l-Furât’ın üçüncü defa vezirliğe atanmasında nispeten etkili olmuştur. İbnü’l-Furât, Zeydân sayesinde devlet gelirlerinin Hâmid b. Abbâs’ın yakın adamlarından İbnü’l-Havârî tarafından yağmalandığını, daha doğrusu hazinenin çok daha fazla gelir elde etmesine rağmen halifeye bu gelirlerle ilgili bilgi verilmediğini Muktedir’e anlatma imkânı bulmuş ve böylece yeniden vezirliğe tayin edilme fırsatı yakalamıştır[101].
İbnü’l-Furât dışında Ali b. Îsâ hem birinci (304/917) ve ikinci vezirliğinden (316/928) azledildikten sonra[102] hem de Vezir Hâmid b. Abbâs’ın görevinden alınıp kendisinin de onun nâibliğini bırakmasından sonra[103] (311/923) Zeydân’ın gözetiminde tutulmuştur. Ali b. Îsâ’nın her iki vezirliğinden azledildikten sonraki hapis hayatında Zeydân’la ne tür bir ilişkisinin bulunduğundan bahsedilmemektedir. Ancak Hâmid b. Abbâs’ın nâibliğinden sonraki tutukluluk döneminde ise en büyük rakibi konumunda olan İbnü’l-Furât tarafından sorgulanmak üzere oğlu Muhassin’e teslim edilmesinin önüne geçmiştir. Sâbî’nin verdiği bilgiye göre Ali b. Îsâ’nın dindar bir kimse olduğunu belirten Şağab Hatun ve Zeydân, Muktedir’e Ali b. Îsâ’nın hem kendisine hem de babasına [Mu‘tazıd] hizmet ettiğini, Ali b. Îsâ’yı İbnü’l-Furât’a teslim ederse, o da onu oğlu Muhassin’e vereceğini, bu durumda Ali b. Îsâ’nın hayatının tehlikeye gireceğini söylemişlerdir. Şağab Hatun ve Zeydân, Ali b. Îsâ’nın İbnü’l-Furât ve oğluna teslim edilmesini engellemeye çalışarak onun hayatını kurtardıkları gibi kendisinin kurtulmak için ödemeyi vaad ettiği kefalet senedini de geçersiz kılmışlardır. Ancak Muhassin’in Ali b. Îsâ’nın gizli bir Karmatî olduğunu iddia etmesi Muktedir’i ikna etmeye yetmiştir[104]. İlerleyen süreçte Şağab Hatun ve Zeydân, İbnü’l-Furât’ın [sabık] vezirleri koruduğu ve haklarını tanıdığı sürece kendilerinin de onu düşmanlarından koruduklarını, geleneklere aykırı davranan oğlu [Muhassin] ise böyle yaparsa rezilliği ve çirkinliği miras bırakacağını [yani bundan sonra gözaltına alınan vezirlerin de aynı şekilde kötü bir muameleyle karşılaşmalarının adet haline geleceğini] öne sürmüşlerdir[105]. Bunun dışında halife ve annesine Ali b. Îsâ’nın başına gelenlerin dayanılmaz bir hâl aldığını, biraz da yaşananları büyüterek anlatan Zeydân, Ali b. Îsâ’ya giydirilen yün cübbenin çıkarılıp prangalarının çözülmesini, ayrıca onun İbnü’l-Furât ve oğluna teslim edilmemesini sağlamaya çalışmıştır[106]. Bununla da yetinmeyen Zeydân, Muhassin’in Ali b. Îsâ’ya karşı kötü muamelede bulunmaya devam etmesi üzerine bu sefer aralarında dostane bir ilişki olan İbnü’l-Furât’la konuşarak Ali b. Îsâ’nın Muhassin’in gözetiminden alınıp halifenin yakın adamı Şefî‘ el-Lü’lüî’ye teslim edilmesini istemiştir. İbnü’l-Furât da Zeydân’ın teklifi doğrultusunda hareket edeceğine dair söz vermiştir[107]. Anlaşıldığı kadarıyla İbnü’l-Furât da Ali b. Îsâ’nın Şefî‘ el-Lü’lüî’ye teslim edilmesini düşünmesine rağmen, Muktedir’in izniyle onu önce Mekke’ye sürgüne göndermek istemiş, fakat daha sonra karar değiştirerek Yemen’e yollamıştır[108]. Onun bu yönde bir karar vermesindeki en önemli etken kuvvetle muhtemel Ali b. Îsâ’nın, Muhassin’in gözetiminden alınıp saraya, yani Zeydân’ın uhdesindeki hücrelerden birine gönderilmesi durumunda tekrar vezirliğe atanma ihtimaline dair söylentilerin artmasıdır[109]. Dolayısıyla Ali b. Îsâ’nın Yemen’de mecburi ikamete tabi tutulmasının arkasındaki en büyük sebep aslında İbnü’l-Furât’ın Ali b. Îsâ’yı olabildiğince Bağdat’tan uzaklaştırıp yeniden vezirliğe tayin edilmesini engellemeye çalışmak istemesidir.
Günümüz araştırmacılarından Bowen ve ondan naklen El-Cheikh, Ali b. Îsâ dışında Hâmid b. Abbâs’ın da vezirlikten azledildikten sonra tutuklanıp Zeydân’ın emrindeki hücrelere götürüldüğünü öne sürmektedir[110]. Ancak vezirlik görevinin yanı sıra mültezimliğini de devam ettiren Hâmid b. Abbâs’ın vezirlikle ilgili resmî işleri Ali b. Îsâ’ya bıraktığı, ayrıca görevinden azledilmeden kısa bir süre önce iktâ arazilerinin bulunduğu Vâsıt’a gitmek için Muktedir’den izin alıp Bağdat’tan ayrıldığı bilinmektedir[111]. Dolayısıyla vezir nâibi olan Ali b. Îsâ’nın gözaltına alındığı sırada Hâmid, Bağdat’ta değil Vâsıt’ta ikamet ediyordu ve henüz tutuklanmamıştı. Dahası İbnü’l-Furât’ın vezir olarak görevlendirilmesinden sonra yakalanıp Bağdat’a getirilen Hâmid b. Abbâs, Zeydân’a değil İbnü’l-Furât’ın emriyle kendi kahramânı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Abdullâh ed-Dakîkî’ye[112] teslim edilmiş ve rahat edeceği genişçe bir yere yerleştirilerek kendisine çeşitli ikramlarda bulunulmuştur[113]. İbnü’l-Furât ve Ali b. Îsâ dışında görevinden azledilen Vezir Ahmed el-Hasîbî (314/927), oğlu ve kâtipleri de Zeydân’a teslim edilen kişiler arasında yer almaktadır[114].
Vezirlerin dışında Muktedir döneminde komutanlık veya valilik yapan bazı şahsiyetler de tutuklandıktan sonra Dârülhilâfe’de Zeydân’ın sorumluluğundaki hücrelerde hapsedilmiştir. Nitekim Musul ve çevresiyle Suriye’nin kuzey bölgelerinde hüküm süren dönemin yerel hanedanlarından Hamdânîler’e (293-394/905-1004) mensup Hüseyin b. Hâmdân çeşitli askerî başarılarının ardından Abbâsîler’e isyan etmiş, sonunda Mûnis tarafından yenilgiye uğratılarak yakın çevresiyle birlikte Bağdat’a getirilmiş ve Zeydân’a teslim edilmiştir (303/917)[115]. Yine Muktedir döneminde Azerbaycan ve İrmîniyye’nin idaresinin kendisine verildiği Yûsuf b. Ebü’s-Sâc da isyan edip başarısız olunca yakalanıp Bağdat’a getirilerek Zeydân tarafından gözaltında tutulmuştur (307/919)[116].
Önde gelen memurların ve komutanların gözaltına alınıp hapsedilmesinin yanı sıra Zeydân’ın saraydaki mücevherlerin bulunduğu hazineye giriş-çıkışların kontrolünü de üstlendiği anlaşılmaktadır. Nitekim Ali b. Îsâ, ikinci defa vezirliğe tayin edilince (315/927), halifeye ait 30 bin dinar değerindeki tesbihi hazineden getirtmek istemiş, ancak tesbih bulunamamıştır. Bunun üzerine Mısır’dan kendisinin satın aldığı bu tesbihi elbisesinin yeninden çıkarıp Muktedir’e gösteren Ali b. Îsâ “mücevher hazinesi korunmazsa ondan başka ne korunabilir” diyerek bu tesbihi birisinin çalıp satmış olduğunu imâ etmiştir. Dahası söz konusu hazineye kendisinden başka herhangi bir kişinin ulaşması mümkün olmadığı için tesbihin kaybolmasından dolayı Zeydân’ı suçlamıştır[117]. Hatta olay o kadar yayılmış ki “Zeydân’ın tesbihi (subhetü Zeydân)” şeklinde darb-ı mesel haline gelmiştir[118]. Ancak buna rağmen onun ne halife ne de Şağab Hatun tarafından herhangi bir şekilde cezalandırıldığına dair bir bilgi zikredilmemektedir.
Netice itibarıyla Zeydân çağdaşlarından farklı olarak üst düzey memurların ve komutanların gözaltına alınıp hapsedilmesiyle ilgilendiği için hem halife nezdinde önemli bir konum elde etmiş hem de göz altında tuttuğu şahsiyetlerle halife arasında irtibat kurduğu için geniş bir ilişki ağına sahip olmuştur. Onun son olarak ikinci vezirliğinden azledildikten sonra (316/928) Ali b. Îsâ’yı göz altında tuttuğu zikredilmektedir[119]. Bundan sonraki siyasi ve idari olaylarda adına rastlanmayan Zeydân’ın ne zaman öldüğüne dair bir kayıt bulunmamaktadır. Massignon onun en geç 319 (931) yılında ölmüş olabileceğini öne sürmektedir[120]. Muktedir’in de bu tarihten kısa bir süre sonra çıkan isyan neticesinde öldürüldüğü (320/932) dikkate alınırsa Zeydân’ın ardından Muktedir döneminde kahramânelik görevine herhangi bir atamanın yapılmadığı düşünülebilir. Belki de daha kuvvetli ihtimal görevlendirilen kahramâne isyan sırasında öldürüldüğü[121] veya sonrasında görevden alındığı için kaynaklarda zikri geçmemiş olabilir.
5. Kâhir-Billâh ile Vezir İbn Mukle Arasındaki İktidar Mücadelesinde Bir Kahramâne: İhtiyâr
Muktedir’den sonra tahta çıkan Kâhir-Billâh (320-322/932-934) döneminde sarayda İhtiyâr adında bir kahramâne görev yapmıştır. Ancak İhtiyâr’ın kahramânelik öncesi hayatı ve bu göreve ne zaman tayin edildiğine dair herhangi bir bilgi zikredilmemektedir. Bununla birlikte Zeydân’dan sonraki durum dikkate alınırsa İhtiyâr, Kâhir-Billâh’ın halifeliği ile birlikte göreve başlamış olmalıdır.
İhtiyar’ın adı ilk olarak Kâhir-Billâh ile veziri İbn Mukle arasında yaşanan hadiselerde geçmektedir. Buna göre ilk dönemlerde halife ve veziri arasındaki iyi ilişkiler Kâhir-Billâh’ın İbn Mukle’nin muhaliflerine yaklaşmasıyla bozulmaya başlamıştır. Halifenin bu hamlesine karşı İbn Mukle dönemin kudretli komutanlarından Mûnis el-Muzaffer’le birlikte hareket ederek Kâhir’e karşı muhalif bir cephe oluşturmaya çalışmıştır[122]. Tam da bu noktada İhtiyâr, Kâhir’e İbn Mukle ve taraftarlarının aldıkları tedbirleri kendisine haber vermesi için vezirin en yakın adamlarından Ebû Ca‘fer Muhammed b. Kâsım’a vezirlik teklifinde bulunarak onu kendi tarafına çekmesini tavsiye etmiştir. İhtiyâr ayrıca eskiden beri tanışık olduğu ve sık sık kendisiyle görüştüğü Ebû Ca‘fer’e de İbn Mukle’nin halife aleyhindeki girişimlerini Kâhir’e doğru bir şekilde aktarmasını söylemiştir. İhtiyâr bununla da yetinmeyip Bağdat’ın doğu yakasındaki Dârülhilâfe’den çıkıp Bağdat’ın batı yakasında Tâhir b. Hüseyin’e nispetle el-Harîmü’t-Tâhirî adıyla anılan bölgede Kâhir’in eski sarayına varıp halifenin haremi ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için gidiyormuş gibi yaparak gece olunca zaman zaman Ebû Ca‘fer’le buluşmuştur[123].
Anlaşıldığı kadarıyla Kâhir-Billâh hem Ebû Ca‘fer’in hem de İhtiyâr’ın gayretleriyle muhaliflerinin hareketlerinden haberdar olsa da İbn Mukle ve taraftarlarının bu durumu öğrenmesini engelleyememiştir. Nihayet bu kişiler halifeyi tahtan indirip yerine Müktefî-Billâh’ın oğlu Ebû Ahmed’i geçirmeye karar vermişlerdir. Ancak aldığı yerinde tedbirlerle İbn Mukle ve destekçilerinin çabasını boşa çıkaran Kâhir, Ebû Ca‘fer’i vezirliğe tayin etmiştir[124]. Kaynaklarda açık bir ifade yer almamakla birlikte Ebû Ca‘fer’in vezir olarak görevlendirilmesinde İhtiyâr’ın halifeye yaptığı tavsiyenin nispeten etkili olduğu kabul edilebilir. Nitekim Tenûhî’nin el-Ferec eserini neşreden Abbûd eş-Şâlcî de İhtiyâr’ın bu rolüne işaret etmektedir[125].
Diğer taraftan İbn Mukle’nin, Kâhir’i tahttan indirme planlarına İhtiyâr’ın da hizmet ettiği söylenmektedir[126]. Ancak İhtiyâr, Kâhir’e karşı İbn Mukle’nin yanında yer almış olsaydı İbn Mukle vezirlikten azledilince âdet olduğu üzere İhtiyâr’ın da en azından görevinden azledilip hapse atılması gerekirdi. Hâlbuki İbn Mukle’nin azledilmesinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra askerlerin sarayı basıp Kâhir’i yakaladıkları esnada İhtiyâr da kahramâne olarak orada bulunuyordu. Halifenin yakın adamlarıyla birlikte gözaltına alınması[127] dışında bir daha adına rastlanmayan İhtiyâr’ın ne zaman öldüğüne ilişkin herhangi bir bilgi zikredilmemektedir.
6. Büveyhî Nüfuzunun Arefesinde Etkili Bir Kahramâne: ‘Alem
Asıl adı Hüsn eş-Şîrâzîyye olup Müstekfî-Billâh (333-334/944-946) zamanında ‘Alem adını alıp sarayda kahramâne olarak görevlendirilmiştir[128]. Büveyhîlerin Bağdat’a hâkim olma arefesinde ve hemen sonrasında siyasi hadiseler içerisinde etkin bir rol oynayan ‘Alem’in önceki hayatına dair bilgiler nispeten sınırlıdır. Şîrâziyye nisbesinden hareketle Şîraz asıllı olduğu akla gelebilir. Diğer taraftan eğer câriye kökenli ise -ki bu konuda bir bilgi bulunmamaktadır- Şirâzî nisbesini taşıyan efendisine atıfla o da bu nisbeyle anılıyor olabilir[129]. Kitâbü’l-Uyûn müellifi ‘Alem’in bir kızının olduğunu ve bu kızının [ileride Müstekfî-Billâh’ın şahsî katipliğini yapacak olan] Ebû Ahmed Fazl b. Abdurrahman eş-Şirâzî ile evlendiğini aktarmaktadır. Yine Kitâbü’l-Uyûn’daki bilgilere göre şarap içmeleri ve kötü davranışlarıyla meşhur olan ‘Alem ve kızının zaman zaman aralarında Halife Müktefî’nin oğlu [Ebû] Abdullah’ın da olduğu Acem asıllı bazı kişilerle vakit geçirdikleri nakledilmektedir[130]. Bunların dışında İbnü’l-İmrânî (ö. 580/1184), ‘Alem’in Tüzün’ün kâtiplerinden birisiyle evli olduğunu belirtmektedir[131]. Esasen ‘Alem’in evli olduğu konusunda herhangi bir şüphe bulunmamakla birlikte kocasının kimliğiyle ilgili İbnü’l-İmrânî’deki bilgilerin döneme nispeten yakın tarihçilerden Miskeveyh ve Hemedânî’nin aktardığı -aşağıda detaylarına yer verilen- olaydaki şahısların birbiriyle karıştırılmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Zira ‘Alem, Tüzün’ün yakın adamlarından Ebü’l-Abbâs et-Temîmî ile bir düğün merasiminde karşılaşmış ve Müttakî hakkındaki planlarını onun vasıtasıyla Tüzün’e iletmiştir. İbnü’l-İmrânî ise Ebü’l-Abbâs’ın adını zikretmemekle birlikte bu planları Tüzün’e ulaştıran kişinin ‘Alem’in kocası [yani Tüzün’ün kâtibi] olduğunu aktarmaktadır.
Kahramânelik öncesi hayatına dair ‘Alem’in adının geçtiği en önemli hadise Emîrülümerâ Tüzün’le birlikte hareket ederek Müttakî-Lillâh’ı (329-333/940-944) tahttan indirip yerine Müktefî’nin oğlu Ebû Abdullah’ın Müstekfî lakabıyla halife olmasını sağlamasıdır. Buna göre Tüzün’ü emîrülümerâ olarak tayin eden Müttakî, onun Berîdîlerle ittifak kurup kendisini bertaraf edeceğini düşünerek Bağdat’tan ayrılmış ve Hamdânîlerin Musul emiri Nâsırüddevle’ye sığınmıştır. Nâsırüddevle’den beklediği desteği göremeyen Müttakî, bu sefer Rakkâ’da iken İhşîdîler ve Sâmânîlerden yardım istemiştir. Ancak Hamdânîlerin kendisini buradan çıkmaya zorlaması üzerine Tüzün’le anlaşmak durumunda kalmıştır. Tüzün’le müzakerelerin devam ettiği sırada İhşîdî Emîri Muhammed b. Tuğc, halifeye Suriye veya Mısır’a gelmesi hâlinde kendisine her konuda destek olacağını ifade etmiş, fakat Müttakî, Tüzün’le anlaşmaya vardığı için İhşîdî emîrinin teklifini kabul etmeyip bir süre sonra Bağdat’a dönmek üzere yola çıkmıştır[132].
Müttakî ile Tüzün arasında bir anlaşma sağlanmış gibi görünse de ikisinin birbirlerine güven duymadıkları anlaşılmaktadır. Tam da bu durumdan faydalanmak isteyen ‘Alem, Müttakî’yi ortadan kaldırıp yerine Müktefî’nin oğlu Ebû Abdullah’ı tahta çıkarmak maksadıyla Tüzün’ün yakın adamlarından Ebü’lAbbâs et-Temîmî ile görüşmüştür. Buna göre ‘Alem, Müttakî’nin Tüzün’e karşı daha önce Hamdânîlerle ittifak arayışına girdiğini ve bundan dolayı kendisi için samimi bir müttefik olmadığını söylemiştir. Müktefî’nin oğlu Ebû Abdullah’ın ise dirayetli, anlayışlı ve güvenilir bir kimse olduğunu, şayet Müttakî’nin yerine halife olursa Tüzün’ün hem düşmanlarına karşı güvende olacağını hem de yeni halifenin kendilerine çokça mal vereceğini belirtmiştir. Bu görüşmenin ardından Ebü’lAbbâs, birkaç gün sonra Ebû Abdullah’la da buluşmuş ve Ebû Abdullah halife olması durumunda Ebü’l-Abbâs’a altı yüz altın, Tüzün’e de 200 altın vermeyi vaat etmiştir. Bunun üzerine Tüzün, daha önce kendisiyle anlaşmaya varan ve Hamdânîlerin hâkimiyetindeki Rakka’dan ayrılıp Bağdat’a doğru hareket eden Müttakî’yi karşılayıp kendi karargâhına götürmüş ve halifelikten indirerek yerine Ebû Abdullah’a Müstekfî lakabıyla biat etmiştir[133].
Müstekfî’nin tahta çıkmasından sonra kahramâne olarak görevlendirilen ‘Alem, siyasi ve idari işlerde büyük bir nüfuza sahip olmuştur. Öyle ki, bir taraftan Müttakî’nin şahsi hazinesindeki değerli eşyaları Müstekfî’ye götürmüş, diğer taraftan tüccarların ve diğer bazı kimselerin evlerini basıp istediği mallara el koymuştur. Aslında onun böyle pervasızca hareket etmesinin sebebi Müttakî’nin hazinesindeki meblağın Tüzün’e vermeyi vaat ettiği altından çok daha az olmasından kaynaklanmıştır[134]. Diğer taraftan devletin bazı geleneksel uygulamalarını ihlal eden ‘Alem, yakın çevresindeki kişilere kılıç ve kuşak (mintaka) kuşandırmıştır. Bu kişiler hâcibe aldırış etmeyip âdeta destursuz bir şekilde halifenin huzuruna istedikleri zaman girip çıkabilmiştir. Bununla da kalmayıp daha önceleri sadece hâciblerin ve vezirlerin girebildiği el-Havdân denilen yerde gılmân, hâcib ve piyadeleri denetleyen ‘Alem’in bu davranışları saray âdâbının ve kurallarının hiçe sayılmasına neden olmuştur[135].
Bu hadiselerden kısa bir süre sonra Tüzün’ün ölümü (3 Muharrem 334/15 Ağustos 945) üzerine yerine emîrülümerâ olarak kâtip kökenli İbn Şirzâd tayin edilmiştir. Ancak İbn Şirzâd’ın selefi kadar yetenekli olmaması ve dönemin Vâsıt valisinin [Yinâl Kûşeh] saf değiştirip Ebü’l-Hüseyin Ahmed’e (Muizzüddevle) tabi olması, Bağdat’ta askerî bakımdan bir otorite boşluğunu beraberinde getirmiştir. Nihayet herhangi bir direnişle karşılaşmadan Bağdat’a giren Büveyhî emîri Ebü’l Hüseyin, Müstekfî’ye biat edip Muizzüddevle lakabını almıştır[136]. Müstekfî’ye sadakatle bağlı kalacağına söz veren Muizzüddevle, aynı zamanda halifenin kâtibi Ebû Ahmed eş-Şîrâzî, hâcibi Ebü’l-Abbas b. Hâkân, Kâdılkudât Ebü’s-Sâib Utbe b. Ubeydullah ve Kahramâne ‘Alem’in can güvenliğinin sağlanması şartını da kabul etmiştir[137].
Muizzüddevle bütün bu şartları kabul etmesine rağmen diğer bazı sebeplerin[138] yanı sıra ‘Alem’in sarayda büyük bir ziyafet tertip etmesi hem Müstekfî’nin azledilmesine hem de öldürülmesine yol açmıştır. ‘Alem’in söz konusu merasim vesilesiyle Deylemli askerlerin halifeye biatlarını sunmalarını sağlayıp onlar üzerinde kendi otoritesini zaafa uğratacağını düşünen Muizzüdddevle, ‘Alem’e karşı olumsuz bir kanaat beslemeye başlamıştır. Nihayet birkaç gün sonra (22 Cemâziyelâhir 334/29 Ocak 946) halife nezdinde gönderilen bazı elçilerin kabul gününde, Muizzüddevle ve diğer bazı devlet adamlarının da hazır bulunduğu sırada Deylemli askerler halifeye tazimde bulunuyormuş gibi yaparak Müstekfî’yi tahtından düşürüp yerde sürüklemişler ve önde gelen devlet adamlarının yanı sıra ‘Alem ile kızını da gözaltına almışlardır[139]. Ayrıca Ebû Abdullah b. Müktefî ve Tüzün arasında iletişimi sağlayan kişilerden İbn Ebû Mûsâ ile ‘Alem’den 40 bin dinar müsadere edilmiş, daha sonra ‘Alem’in gözlerine mil çekilerek dili kesilmiştir[140]. Göz altında tutulan ‘Alem’in ne kadar süreyle hapiste kaldığı ve ne zaman öldüğüne dair bir bilgi bulunmamaktadır.
Büveyhîlerin Bağdat’taki hakimiyetlerinin erken döneminde kahramânelik yapan ‘Alem’in ardından Abbâsî sarayında nispeten uzun süre herhangi bir kahramânenin görevlendirilmediği anlaşılmaktadır. Bu durumun muhtemel birkaç sebebinin olduğu kabul edilebilir. Öncelikle idari açıdan hemen bütün yetkileri elinden alınan Abbâsî halifesinin kahramâne tayin edecek kudrete sahip olmadığı düşünülebilir. Yine ‘Alem örneğinde görüldüğü üzere halife sarayında bir kahramânenin bulunmasının kendileri için tehlike arz edebileceğini akleden Büveyhî emîrleri böyle bir idari yapılanmaya izin vermemiş olabilirler[141]. Diğer taraftan bu dönemin -şayet varsa- kahramâneleri siyasi olaylarda etkin bir rol oynamayan yalnızca kendi görev sahalarıyla ilgilenen kimseler olduğu için isimleri kaynaklara yansımamış olabilir.
7. Abbâsî-Selçuklu İlişkilerinde Denge Siyaseti İzleyen Bir Kahramâne: Salef
Büveyhîler’in güçlerini büyük oranda yitirdiği ve Selçuklu nüfuzunun başladığı Kâim-Biemrillâh (422-467/1031-1075) zamanında Salef isimli bir kadın, halifenin kahramâneliğini yapmıştır. İsminin Vüsâl (veya Visâl) olduğu da söylenen[142] Salef ’in kahramânelik öncesi hayatı ve bu göreve ne zaman getirildiğine dair herhangi bir bilgiye tesadüf edilmemiştir. Bununla birlikte kahramâne olarak adına ilk kez Arslan el-Besâsîrî isyanı (451/1060) sırasında rastlanan Salef ’in bu tarihten daha önce kahramâneliğe tayin edildiği söylenebilir. Tuğrul Bey’in İbrahim Yinâl isyanını bastırmak için Bağdat’tan ayrılışını fırsat bilen Besâsîrî, önce Bağdat’ı, ardından Kûfe’yi ve Basra’yı ele geçirmiştir. Ancak daha sonra Selçuklu kuvvetleri karşısında mağlup olmuş ve Kûfe yakınlarında bulunan Sakyülfurât’ta öldürülmüştür (11 Zilhicce 451/18 Ocak 1060)[143]. Bu hadiseden sonra Besâsîrî tarafından daha önce Bağdat’ta esir alınıp Kûfe civarına getirilen halifenin annesi [Bedrü’d-dücâ[144]], [torunu] Ebü’l-Kâsım Alâüddîn b. Zahîretüddîn’in annesi, Kahramâne Salef gibi sarayda görevli veya hanedan ailesine mensup diğer pek çok kişi Tuğrul Bey tarafından Vâsıt’tan Bağdat’a gönderilmiştir (451/1060)[145].
Selçuklu nüfuzunun giderek etkisini arttırdığı bu dönemde Salef gerek siyasi hadiselerde gerekse Abbâsî-Selçuklu ilişkilerinde nispeten etkin bir rol oynamıştır. Nitekim Kâim-Biemrillâh’ın hanımı Hatice Arslan Hatun, Besâsîrî isyanı sırasında esir alındıktan kısa bir süre sonra Tuğrul Bey’in girişimleriyle Besâsîrî’nin müttefiki Ukaylî emîri Kureyş b. Bedrân tarafından Selçuklular’ın başkenti Rey’e gönderilmişti. Besâsîrî bertaraf edildikten sonra Bağdat’a gelen Kâim-Biemrillâh, hanımı Hatice Arslan Hatun’un Dârülhilâfe’ye gönderilmesini istemiş ve kendisini getirmesi için Salef, Hadım Muvaffak ve Rey kadısı Ebû Yahyâ Sa‘d b. Saîd’den oluşan bir heyeti Rey’e yollamış, ancak bu kişiler Hatice Arslan Hatun’u alamadan geri dönmüşlerdir. Ayrıca Rey Kadısı Ebû Yahyâ, Tuğrul Bey’in Kâim-Biemrillâh’ın kızı Seyyide Hatun’la evlenmek istediğine dair halifeye hitaben yazılan bir mektup getirmiştir (453/1061). Bu hadiseye eserinde yer veren İbnü’l-Cevzî, Tuğrul Bey’in bu kararında Salef ’in rolünün bulunduğunu, daha doğrusu onu böyle bir karara ikna eden kişinin Salef olduğunu aktarmaktadır[146]. Başlangıçta bu teklifi kabul etmek istemeyen halife [muhtemelen Salef ’in araya girmesiyle] Seyyide Hatun’un Tuğrul Bey’le evlenmesine müsaade etmiştir. Tuğrul Bey’in vefatının ardından Rey’den Bağdat’a dönen Seyyide Hatun’un başkente girişi sırasında kendisini karşılayanlar arasında Salef de yer almıştır (456/1064)[147].
Abbâsî ve Selçuklu hanedanları arasında tesis edilen evlilikler iki devletin birbiriyle ilişkilerinin daha da iç içe girmesine yol açmış ve bu durum taraflar arasında zaman zaman birtakım gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreçte bir taraftan halifeyle üst düzey devlet adamları arasındaki iletişimi sağlayan Salef, diğer taraftan Abbâsî halifeliğiyle Selçuklu idaresi arasında bir denge siyasetinin kurulması için çaba harcamıştır. Nitekim Fahrüddevle Muhammed b. Cehîr’in vezirlikten azledilmesinin ardından Selçuklu Sultanı Alp Arslan onun yerine Ebü’l-A‘lâ’nın atanması hususunda Kâim-Biemrillâh’a bir mektup yollamış, ancak Kâim bu talebi geri çevirmiştir. Tam da bu süreçte tekrar görevine dönmek isteyen Fahrüddevle, Salef vasıtasıyla halifeye birkaç kez mektup göndermiştir. Salef bu iki şahsiyet arasında iletişimi sağlamanın yanında halife nezdinde Fahrüddevle’den övgüyle söz ederek onun tekrar vezirliğe getirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Esasen Salef ’in sabık vezir hakkında tezkiye edici sözler sarf etmesi ve onun yeniden vezirliğe tayin edilmesini istemesi Abbâsîlerle Selçuklular arasında ortaya çıkması muhtemel bir anlaşmazlığın da önüne geçmiştir. Zira halifeyle yaptığı görüşmelerin birinde Salef, Fahrüddevle’nin dışında şayet yeni bir vezir tayin edilecek olursa Alp Arslan’ın isteğinin reddedilmiş olacağını, bundan dolayı Selçuklu sultanının halifeye öfkeleneceğini ifade etmiştir. Sözlerinin devamında Fahrüddevle’nin görevine devam etmesi durumunda her şeyin normal karşılanacağını, yani Selçuklu yönetimiyle aralarında herhangi bir gerginliğin yaşanmayacağını söylemiştir. Bunun üzerine Kâim, Fahrüddevle’yi tekrar vezir olarak görevlendirmiştir (Safer 461/Aralık 1068)[148].
Fahrüddevle’nin vezirliğe atanmasından sonraki süreçte adına bir daha rastlanmayan Salef ’in kahramânelik görevini ne kadar daha devam ettirdiği, kendisinden hemen sonra bu göreve kimin atandığı ve ne zaman öldüğüne dair bilgi bulunmamaktadır.
8. Kahramânelik Kurumunun Sona Erme Sürecinde Bir Kahramâne: Şemsünnehâr
Abbâsîler’de Selçuklu nüfuzunun devam ettiği süreçte Muktedî’nin kahramâneliğini yapan Şemşünehâr’ın adına ilk kez halifenin ölümüyle ilgili yaşanan olaylar sırasında rastlanmaktadır. Buna göre Terken Hatun’a karşı üstünlük sağladıktan sonra Selçuklu tahtına oturan Berkyaruk (485-498/1092-1104), Bağdat’a gelerek halife tarafından sultan ilan edilmiştir. Bu vesileyle tertip edilen merasimde kendisine yemek getirilen Muktedî, yemekten sonra elini yıkadığı sırada Şemsünnehâr’a, izni olmadan yanına giren kişileri sormuştur. Etrafa bakınan fakat kimsenin olmadığını gören Şemsünnehâr, halifenin gücünün tükendiğini fark etmiş, ardından Muktedî yere yığılmıştır. Bunun üzerine hemen halifenin elbisesinin iliklerini çözmeye çalışan Şemsünnehâr, çok geçmeden Muktedî’nin öldüğünü fark etmiştir. Ardından orada bulunan ve olaya şahit olan câriyeye üzülmenin ve endişelenmenin sırası olmadığını belirtip Vezir Amîdüddevle’ye haber verilmesini istemiştir. Şemsünnehâr ayrıca halifenin ölüm haberi duyulursa, yani olan biten hadiseleri herhangi birisine anlatırsa câriyeyi ölümle tehdit etmiştir. Nihayet Muktedî’nin oğlu Ebü’l-Abbâs Ahmed’e, Müstazhir-Billâh lakabıyla biat edilmiş, ancak halifenin ölüm haberi üç gün sonra açıklanmıştır[149].
Muktedî’nin beklenmedik vefatı olayın bir zehirlenme sonucu meydana gelmiş olabileceğine dair tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Nitekim Ali b. Zâfir el-Ezdî (ö. 613/1216), Muktedî’nin Şemsünnehâr tarafından zehirlendiğini ve kendisine getirilen yemeği yedikten sonra öldüğünü aktarmıştır[150]. İbnü’l-İmrânî ise Muktedî’nin tabii bir şekilde veya hadımlardan birisinin zehirlemesi sonucu ölmüş olabileceğini, ancak bu işin en doğrusunu Allah’ın bildiğini söylemiştir[151]. Sıbt İbnü’l-Cevzî herhangi bir sebep zikretmeksizin Şemsünnehâr’ın Muktedî’den korktuğu için onun yemeğine zehir kattığına dair bir söylentiden bahsetmiştir[152]. Halifenin gizemli ölümüne işaret eden günümüz araştırmacılarından Al Rudainy ilk etapta Şemsünnehâr’ın Muktedî dönemindeki gücüne atıfta bulunarak onun halifeyi zehirlemeyi başardığını ileri sürmüştür. Diğer taraftan Şemşünnehâr’ı bu işe teşvik eden kişinin Berkyaruk olabileceğini, fakat kendisinin sultanlığını onaylamadan Muktedî’nin ölümünün Berkyaruk’un işine yaramayacağını söyleyerek bu ihtimalin pek mümkün olmadığını belirtmiştir. Al Rudainy’e göre bütün bunların dışında Şemşünnehâr’ın buradaki rolünün, halifenin yerine kimin geçeceğine dair hanedan üyeleri arasında yaşanan bir mücadeleye de işaret etmesi mümkündür. Zira Şemsünnehâr, Muktedî’nin ölüm haberini, Müstazhir’in veliahtlığı kesinlik kazanıncaya, yani halife oluncaya kadar üç gün boyunca saklamıştır[153].
Esasen Ezdî dışındaki müelliflerin zehirlenme meselesinde kesin bir ifade kullanmaktan kaçınmaları ve Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin konuyla ilgili rivayeti meçhul (kîle) bir sîgayla aktarması Muktedî’nin zehirlenme sonucu ölme ihtimalini zayıflatmaktadır. Bununla birlikte Sıbt’ın, Şemşünnehâr’ın tavrına ilişkin İbnü’l-İmrânî ve Ezdî’ye kıyasla verdiği daha detaylı bilgiler onun bu meselede bir dahlinin olabileceğine dair imâlar taşımaktadır. Muktedî’nin öldüğünden emin olduktan sonra yanındaki câriyeye eğer halifeyi uyandırmaya çalışırsa kendisini öldüreceğini ifade eden Şemşünnehâr, bununla da yetinmeyerek câriyeyi yalnız başına bir odaya hapsetmiş ve Vezir Amîdüddevle’yi çağırması için Hadım Yümn’e haber vermiştir. Ancak vezirin gelmesiyle sanki halifenin öldüğünden habersiz bir şekilde farklı bir konudan bahseden Şemsünnehâr, artık halifeye hizmet etmekten aciz olduğunu ve hacca gitmek istediğini söylemiş, ardından bütün bunlar için vezirin kendisi için Muktedî’den ricacı olmasını talep etmiştir. Şemsünnehâr’a bu konuda söz veren Amîdüddevle halifenin huzuruna çıkmak için odaya girmiş, ancak Muktedî’nin kefenlenmiş bir şekilde yerde yattığını görünce hıçkırarak ağlamaya başlamıştır. Daha sonra veliaht Ebü’l-Abbâs çağrılarak kendisine biat edilmiştir[154].
Bütün bu anlatılanlar birlikte düşünüldüğünde Muktedî’nin zehirlenerek mi yoksa normal olarak mı öldüğü ve eğer zehirlendiyse bu olayda Şemsünnehâr’ın bir dahlinin olup olmadığına dair kesin bir sonuca varmak olası gözükmemektedir. Ancak Şemsünnehâr’ın adının öne çıkması Muktedî sonrası iktidarın şekillenmesinde nispeten etkili olmasından kaynaklanmış olabilir. Nitekim Ezdî, Müstazhir’in halife olmasını sağlayan kişilerin Şemsünnehâr ile Vezir Amîdüddevle olduğunu, ayrıca Şemşünnehâr’ın zalimliğine ve sertliğine vurgu yaparak bu ikisinin birbiriyle anlaşıp Muktedî’nin ölüm haberini üç gün boyunca gizlediklerini belirtmiştir[155].
Kesin bir bilgi olmamakla birlikte Müstazhir’in tahta çıkış sürecindeki etkisinden hareketle Şemsünnehâr’ın yeni halife döneminde de kahramâne olarak görev yaptığı varsayılabilir. Ancak bu görevini ne kadar süreyle devam ettirdiği ve ne zaman vefat ettiği hususunda bir görüş öne sürmek mümkün değildir. Diğer taraftan Muharrem 494 (Kasım-Aralık 1100) tarihinde vefat eden Üstâdâr Cemâlüddevle Ebû Nasr b. Reîsürrüesâ ile birlikte artık Abbâsî sarayında kadın görevli kahramâne yerine üstâdâr adı verilen erkek bir görevli tayin edilmeye başlanmıştır[156]. Bu noktada Cemâlüddevle’nin üstâdarlığa ne zaman atandığı bilinmese de Ramazan 493 (Temmuz-Ağustos 1100) tarihinde vezirlikten azledilen Amîdüddevle’nin Cemâlüddevle’ye teslim edilmesinden[157] hareketle onun en azından bu görevini vefatına kadar bir yıl süreyle devam ettirdiği kabul edilebilir. Dolayısıyla 493 (1100) yılına kadar Müstazhir döneminde sarayda bir kahramânenin bulunduğu ve bu tarihten sonra kahramâne yerine erkek bir görevli olan üstadârın istihdam edildiği sonucuna ulaşmak mümkündür.
Sonuç
Kahramâneler Abbâsî sarayında ilk defa Muktedir’in halifeliğinin erken döneminden itibaren Fâtıma en-Nahviyye ile istihdam edilmeye başlanmıştır. Öne çıkan görevleri haremin gelir-gideriyle ilgilenmek, ayrıca halife ve hanedan ailesiyle üst düzey görevliler arasındaki irtibatı sağlamak olan kahramâneler bu vesileyle siyasi ve idari açıdan önemli bir nüfuz elde etmişlerdir. Onların başta vezir olmak üzere üst düzey görevlere yapılacak atamalarda, Abbâsîlerin Büveyhî ve Selçuklu hanedanlarıyla ilişkilerinde ve diğer sahalarda etkili olmaları doğrudan görevlerinin bir gereği olmayıp, bulundukları konumdan devşirdikleri siyasi, sosyal ve ekonomik güçten kaynaklanmıştır. Bu noktada kaynaklar birkaç istisna dışında onların aslî görevlerinden ziyade bu yönlerine ağırlık vermişlerdir. Dahası bu kişilerin kahramânelik öncesi yaşantıları, aileleri, isim ve künyeleri, şahsiyetlerine dair özel hayatlarını ilgilendiren konuların yanı sıra kahramânelik görevine ne zaman tayin edildikleri, atanma belgeleri (tevkî‘), merâsimlerdeki konumları, kıyafetleri, maaşları, harem mensuplarıyla ilişkileri ve görevlerinden ne zaman azledildiklerine dair bilgilerin son derece kısıtlı, hatta yok denecek kadar az olduğu belirtilmelidir. Bu hususların içinde Ümmü Mûsâ’nın aylık 5 bin dinar maaş aldığına dair tespit, en azından Muktedir dönemindeki diğer kahramânelerin de aynı veya yaklaşık bir gelire sahip olduklarını söylememize imkân tanımaktadır.
Muktedir döneminde kahramânelik makamına nispeten istikrarlı bir atamanın yapıldığı ve başlangıçta Fâtıma ve Ümmü Mûsâ gibi hür kadınların bu göreve tayin edildikleri görülmektedir. Ancak Ümmü Mûsâ’nın yetkisini aşacak derecede siyasi ve ekonomik bir nüfuz alanı kazanması, dahası bir iktidar değişikliğine teşebbüs edebileceğine dair aleyhindeki dedikoduların Şağab Hatun tarafından fırsata dönüştürülmesi kendi sonunu getirmiş, ayrıca bundan sonraki süreçte bir daha söz konusu makama onun gibi hanedan ailesine mensup birisi getirilmemiştir. Ümmü Mûsâ’dan sonra Şağab Hatun’un, câriyeliğini yapan Sümel’i kahramâne olarak görevlendirmesi saray çevresinde oğluna ve tabi kendisine karşı yeniden bir güç odağının ortaya çıkmasını engellemeye yönelik bir çabanın ifadesi olmuştur. Nitekim Ümmü Mûsâ’nın haleflerine bakıldığında kimisi câriyelikten bu göreve yükselmiş, kimisinin ise -kendisi câriye olmasa bile- en azından soylu bir aileden gelmediği bilinmektedir. Ancak sonraki dönemlerde görev yapan kahramâneler soylu bir aileye mensup olmasalar da siyasi ve idari açıdan etkili birer aktör olmayı başarmışlardır.
Muktedir’in halifeliği zamanında Fâtıma’dan sonra sarayda aynı anda birden fazla kahramâne görevlendirilip görevlendirilmediği meselesinde kesin bir yorumda bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Fâtıma’nın ardından onun yerine Ümmü Mûsâ’nın atanmasıyla ilgili herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Esasen Ümmü Mûsâ ile Sümel’in aynı anda mı yoksa birbirinin ardından mı bu göreve tayin edildikleri meselesinin netliğe kavuşturulması gerekmektedir. Buradaki karışıklığın asıl sebebi Sûlî ve Arîb gibi müelliflerin Ümmü Mûsâ henüz görevinin başındayken Şağab Hatun’un kahramânesi Sümel’in mezâlim davalarına baktığını aktarmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bilgi ilk bakışta Ümmü Mûsâ ile Sümel’in aynı anda kahramânelik yaptıkları izlenimi uyandırmaktadır. Ancak Mes‘ûdî, İbn Dihye el-Kelbî ve Kalkaşendî’nin kayıtları Sümel’in bu görevini henüz kahramânelik görevine atanmadan Şağab Hatun’un câriyesi olduğu sırada yerine getirdiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Sûlî ve Arîb’in Şağab Hatun’un kahramânesi sıfatını Sümel’in daha sonraki ve bilinen görevini dikkate alarak genel anlamda kullandıklarını düşünmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra daha çok Şağab Hatun’un emri doğrultusunda hareket eden Ümmü Mûsâ ve Sümel’in aynı anda ve benzer sorumlulukları yerine getirmeleri yetki karmaşasına neden olacağı gibi idari bakımdan da bir zafiyete yol açması kuvvetle muhtemeldir.
Zeydân’ın ise göreve ne zaman başladığı tam olarak tespit edilemese de onun 299 (912) yılından itibaren neredeyse Muktedir’in halifeliğinin geç dönemine kadar sarayda istihdam edildiği bilinmektedir. Bu durumda onun hem Ümmü Mûsâ ile hem de Sümel ile aynı dönemde kahramânelik yaptığı varsayılmaktadır. Bununla birlikte tıpkı Sümel’de olduğu gibi kahramânelik görevini aynı anda iki kişinin yerine getirmesinin yetki karmaşasına neden olabileceği dikkate alındığında Zeydân’ın kahramânelik görevini Sümel’in 317 (929-930) yılındaki ölümünden sonra devraldığı da düşünülebilir. Ancak mevcut rivayetlerden hareketle Ümmü Mûsâ ve Sümel’de olduğu gibi halef-selef olma durumunun Zeydân için geçerli olduğuna dair kesin bir fikir yürütmek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu durumda iki ihtimalin söz konusu olabileceği ifade edilmelidir. Birinci ihtimale göre azledilen üst düzey görevlilerin gözaltında tutulması ve saraydaki mücevher hazinesinin korunmasıyla ilgilenen Zeydân, Ümmü Mûsâ ve Sümel ile aynı dönemde kahramânelik görevini yerine getirmiştir. Ancak Zeydân’ın içinde yer aldığı hadiselerle ilgili aktarılan rivayetlerde onun Muktedir’in emirleri doğrultusunda hareket ettiği veya onunla iletişim hâlinde olduğu, Şağab Hatun’la hemen hemen doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığı görülmektedir. Bu bakımdan diğer iki kahramâne ile aynı zamanda sarayda görevli olsa da Zeydân’ın daha çok Muktedir’e bağlı olarak hareket ettiği, Ümmü Mûsâ ve Sümel’in ise Şağab Hatun’un emrinde çalıştığı düşünülebilir. Böyle bir durumda muhtemel bir yetki karmaşasının da gündeme gelmesi pek mümkün görünmemektedir.
İkinci ihtimale göre ise Zeydân her ne kadar başlangıçtan itibaren Miskeveyh tarafından kahramâne olarak tavsif edilmiş olsa da bu durum onun meşhur yönünün vurgulanmasıyla ilgili olabilir. Yani Miskeveyh’in bu tercihi Sümel’in ölümünden sonra kahramânelik görevini üstlenen Zeydân için geriye dönük bir kurgudan kaynaklanmış olabilir. Kaldı ki Zeydân’ın görevlerinden azledilen devlet adamlarının gözaltında tutulmasıyla ilgili sorumluluğunun tek başına kahramânelik vazifesine işaret etmeyeceği hesaba katılmalıdır. Zira bazı kişilerin tutuklanmasında Zeydân’ın yanı sıra o dönemde Hâcib Nasr’ın da yetkili olduğu bilinmektedir.
Muktedir sonrası döneme gelindiğinde ise sarayda sadece bir tane kahramânenin istihdam edildiği ve bu kahramânelerin de doğrudan halifelerin emrinde çalıştığı anlaşılmaktadır. Yine bu süreçte kahramânelik görevine düzenli bir atamanın yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. Dahası Büveyhî nüfuzunun başlangıç safhasında ‘Alem’in ardından nispeten uzun bir süre Abbâsî sarayında kahramânenin bulunmadığı görülmektedir. Esâsen ‘Alem’in veya onun yerine tayin edilecek herhangi bir kahramânenin varlığını Bağdat’ta kendi iktidarları için tehlikeli olabileceğini düşünen Büveyhî emîrleri bu konuda farklı bir tavır benimseyerek Abbâsî sarayında böyle bir görevlinin bulunmasına müsaade etmemiş olabilirler. Yine bu süreçte iktidarını büyük oranda kaybeden Abbâsî halifesinin diğer idari görevliler gibi bir kahramâne tayin edebilecek kudrete sahip olmamasının da bunda etkili olduğu ileri sürülebilir. Ancak her şeye rağmen bu dönemde -şayet varsa- kahramânelerin siyasi ve idari açıdan etkin olmamaları ve sadece kendi görev sahalarıyla ilgilenmeleri sebebiyle isimlerinin kaynaklarda zikredilmemiş olabileceği de hesaba katılmalıdır. Selçuklu nüfuzunun yaşandığı döneme gelindiğinde ise bu süreçte görev yapan Abbâsî halifeleri seleflerine nazaran tekrar güçlenmeye başlamışlar ve bununla irtibatlı olarak başta vezirlik olmak üzere devlet kademesinde çeşitli makamlara atamalar yapabilmişlerdir. Halifenin idari kadrolar üzerinde tasarruf sahibi olmaya başlamasıyla Abbâsî sarayında tekrar bir kahramâne görevlendirilmiştir. Ancak bu uygulama uzun süre devam etmemiş ve hemen hemen yarım asır sonra kahramâne yerine sarayda üstâdâr adı verilen erkek bir görevli tayin edilmeye başlanmıştır.
Abbâsî siyasi ve idari tarihinin yanı sıra sosyal tarihine de katkı sağlamayı hedefleyen bu çalışma iki asır boyunca sarayda görevlendirilen ve isimleri tespit edilebilen sekiz kahramâne üzerine odaklanmaktadır. Ancak bir kez daha belirtmek gerekirse Abbâsîler dönemindeki kahramânelerin sayısının sekizle sınırlı olduğunu kesin olarak ileri sürmek mümkün değildir. Zira haklarında nispeten sınırlı bilgilerin bulunduğu bu kahramâneler kadar, siyasi ve idari hayatta etkin bir rol oynamayan ve bundan dolayı isimleri bir şekilde zikredilmemiş başka kahramânelerin varlığı da mümkün olabilir. Bu bakımdan konuyla ilgili yapılacak yeni çalışmalarda bu durumun göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Son olarak kahramânelik kurumunun ortaya çıkış sürecinin incelenmesi ve kahrâmâne yerine sarayda üstâdâr olarak isimlendirilen erkek görevlilerin tespit edilip faaliyetlerinin ele alınması Abbâsî idari tarihi açısından bu çalışmanın mütemmim cüzünü oluşturacaktır.