Tarihî Kaynaklarda Savga
Muhtelif tarihî kaynaklarda veya eski lügatlerde karşımıza çıkan savga kelimesinin yaklaşık olarak dokuz asır kadar geriye gittiği anlaşılmaktadır. Örneğin XII. yüzyılın ilk yarısında Arap dilini öğrenmek isteyen Harezmşah Atsız’ın buyruğu üzerine ez-Zemahşerî (1075-1144) tarafından Arapça kaleme alınan Mukaddimetü’l-Edeb isimli sözlüğün Türkçe satır altlı neşrinde söz konusu kelimeye tesadüf edilmiştir. Yazıldığı devirde ilgiyle karşılanıp rağbet gören bu eserin “başka dillere” tercüme edildiğini ise bizzat ez-Zemahşerî bildirmiştir. Nitekim bu mühim lügatin en az on beş farklı nüshasını görüp inceleyen ve 1951 yılında Harezmce satır altlı bir yazmasının tıpkıbasımını yayımlayan[1] Zeki Velidi Togan, müellifin burada kullandığı “başka diller” tabiriyle Farsça, Harezmce ve Türkçeyi kastettiğinden kuşku duymamaktadır. Ona göre; Harezm Türkçesinin en mükemmel ve en zengin abidesi kabul edilen Türkçe satır altlı nüsha fevkalâde ehemmiyeti haiz olup Kaşgarlı Mahmud’un eserinden sonra ikinci sırayı işgal etmektedir[2] .
1938 yılında Mukaddimetü’l-Edeb’in Farsça, Çağatayca, Moğolca tercümeli bir yazmasının sözlüğünü hazırlayan Nicholas Poppe eserde geçen “سوغات” (saṷγat) kelimesini Rusçaya “приветственный подарок” (selamlama hediyesi)[3] suretinde çevirmiştir. Mamafih Alman asıllı Rus Türkolog delillerini sunmasa da bu sözcüğün köken itibarıyla Moğolca olduğu kanaatindedir. Aynı eserin Şuşter nüshasında ise savga kelimesi şu bağlamda geçer; “Mụrādı-nı yạşụru sözledi / sạvḳat, köybet kẹtürdi anlarġa kẹlgen / sạvġat, tuşġu köybẹt, tuzġu / yumdı iki közi-ni uyḳu birle”[4] . (Muradını gizleyerek söyledi / onlara gelen savga ve armağanı getirdi / savga, pişkeş, armağan / yumdu iki gözünü uyku ile). Zikredilen yazmayı neşreden Nuri Yüce de bu kelimenin Moğolca olduğunu belirtip, herhangi bir kanıt sunmaksızın Nicholas Poppe’nin izinden gitmekle iktifa etmiştir.
XII. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınan ve eski Rus yıllıklarından biri olan İpatevskaya Letopis’te ise savga kelimesine “саигатъ” (saigat) suretinde tesadüf edilir. Bahse konu kaynakta Rus-Kıpçak mücadelelerinin yoğunluk kazandığı 6682 (=1174) yılı olayları anlatılırken şu ifadelere yer verilmiştir: “ѿ Переӕславлѧ же поѣха кь празнику ст҃ую мч҃нку. Бориса и Глѣба. и не вьтѧже на канунъ. по вечернии приѣха. наоутрѣӕ же поча даӕти саигатъ. кнѧземь и мужемь”[5] . Knez İgor (Pereyeslavl’dan aziz martirler Boris ve Gleb[6] Yortusu’na gitti. Ve arifesine yetişemedi. Ayinden sonra geldi. Sabah ise knezlere ve askerlere saigat dağıtmaya başladı). Görüldüğü üzere, henüz Moğollar Deşt-i Kıpçak sahasına ulaşmadan önce, yani 1223 yılından evvel, savga sözcüğü Ruslar tarafından kullanılmakta idi. Bu hususun ayrıntılarına aşağıda temas edilecektir. Mamafih söz konusu kelimenin Kıpçak çağında, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, Rus yazılı kaynaklarında tezahür etmesi son derece mühimdir.
Bundan başka, 1230’lu yıllarda Liu Kezhuan tarafından yazılan istihza yüklü bir Çin şiirinde de savga kelimesi zikredilmiştir. Şair, söz konusu şiirinde ölüm korkusu karşında dehşete kapılan Song Hanedanı (960-1279) komutanlarını hicvetmiş ve şunları yazmıştır: “Hudut boylarındaki komutanların savaş meydanında vuruşmaya cesaret etmelerine ihtiyaç yoktur. Sadece geri çekilmelerinin bedeli bâbında Tatar hanına rüşvet olarak biraz savga vermeleri kâfidir”[7] . Hâl böyle iken, Moğol sınır komutanlarının Çinlilerden hediye talep etmelerine rağmen barış antlaşmalarını çiğnemeleri ise vak’a-i âdiyedendi. Nitekim bir keresinde Tangut kökenli General Chaγan, Çinli bir subaya şöyle demişti: “Hediye (sauqa) isteyip müzakere etmenin yanı sıra savaşmaya da devam edeceğiz”[8] .
1240 tarihli Moğolların Gizli Tarihi’ne gelince; burada savga sözcüğü hediye, armağan mânâsında iki kez kullanılmıştır. Kayıtlar şöyledir:
1. “Uduyit-merkit dürberün buluqan maqalaitu maral-un qodun qudusutu ilkin jarqaq usun-u buluqan jalqaqsan de’eltü tabun nasutu kücü neretü nidün-dür-iyen qaltu kö’üken-i bidan-u ceri’üt nuntuq-tur qocoruqsan-i olju abciraju hö’elün-eke-de sauqa abcu otçu ökba”[9] . (Uduyit Merkitler kaçarken, ordugâhlarında beş yaşında Küçü isimli gözleri ateşli bir çocuğu bırakıp gitmişlerdi. Onun üzerinde samur derisinden bir şapka, dişi geyiğin ayak derisinden yapılmış bir çizme ve su samuru derisinden eklenerek dikilmiş bir elbise vardı. Bizim askerler onu alıp götürdüler ve Hö’elün anaya hediye ettiler)[10].
2. “Tatar-un qorqalaqsan naratu-sitü’en-e bawuqsan nuntuq-tur talaqui-tur niken ücügen kö’üken gē[k]sen-i bidan-u ceri’üt nuntuq-aca olju’ui altan e’emek dörebcitü dasi torqan buluqa’ar dotorlaqsan helige[b]citü ücü’ügen kö’üken-i a[b]ciraju cinggis-qahan hö’elün-eke-de sauqa ke’en ökba”[11]. (Tatarların Naratu-şitu’en’deki müstahkem mevkilerini yağma ederken, bizim askerler orada bırakılmış küçük bir erkek çocuk buldular. Burnunda altın bir halka, üzerinde de altın işlemeli ipekle ve samur derisi ile astarlanmış bir cepken bulunan bu çocuğu Çinggis-ḥahan Hö’elün anaya hediye etti)[12].
Savga kelimesi buradaki her iki kayıtta da askerî muharebeler sonucunda ele geçirilen, düşman tarafından terk edilmiş küçük bir erkek çocuğu imlemek için kullanılmıştır. Bu kayıtlar Moğol İmparatorluğu’nun kuruluş safhasında savganın hangi bağlamda ele alındığını anlamak bâbında önemlidir. Zira daha sonra kurulacak olan ikinci kuşak halef devletlerde, hassaten Kırım Hanlığı’nda, yağma sonucu ele geçirilen esirlerden hanın aldığı pay için de aynı kelime kullanılacaktır.
Kitâb Hilyetü’l-İnsan ve Helbetü’l-Lisân isimli eserini XIII. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alıp Arapça-Farsça, Arapça-Türkçe ve Arapça-Moğolca olmak üzere üç bölümden müteşekkil bir lügat hazırlayan İbn Mühennâ da “سوغات” (sauγat) kelimesini Moğolca kısmında göstermiş ve Arapça karşılığının “الهديه” (el-hediye) olduğunu ifade etmiştir[13]. Daha sonra pek çok lügatnüvis bu bilgiyi tenkide tâbi tutmadan olduğu gibi kabul etmişse de, aşağıda da görüleceği üzere, Paul Pelliot, Platon Mihayloviç Melioranskiy ve Nikolay İvanoviç Veselovskiy gibi âlimler konuya ihtiyatlı yaklaşıp daha ciddi ve tutarlı sonuçlara ulaşmayı başarmışlardır. Kaldı ki, İbn Mühennâ’nın bizzat kendisi eserinin hatimesinde; “Moğolların dilinde Türkçeden girmiş pek çok kelime vardır”[14] demek suretiyle bu hususa ilişkin şüphelerini açıkça ortaya koymuştur.
Tartışmalı olmasına rağmen savga kelimesi çok büyük ihtimalle Codex Cumanicus’a da girmiştir. Bununla birlikte, zikredilen lügatin Türkiye’de yapılan en son neşrinde görülen saygat bölövüt ifadesinin anlamı muğlak bırakılmış ve Géza Kuun’un neşrine yakın bir şekilde okunarak (saygäc bólóv) bahse konu âlimin yüklediği Almanca mânâ (des heres teyl-des vundes teyl) tekrar edilmiştir[15]. Ancak Paul Pelliot, Rus kronikleri ile Kaare Grønbech’e atıfta bulunup, buradaki kelimenin saïγat suretinde okunması gerektiğini ileri sürmüştür[16]. Büyük âlimlere münhasır temkinli bir yaklaşım sergileyip ilmî şüphe içinde bulunsa da Pelliot’nun teklifi makul görünmektedir. Nitekim Kıpçak döneminde hem Doğu hem de Batı Türkleri arasında yaygın olarak kullanıldığı anlaşılan savga kelimesinin Codex Cumanicus’ta görülmesi gerek mekân gerekse zaman bakımından şaşırtıcı değildir.
Savga sözcüğünün Türkçe, Moğolca ve Arapça telif edilen kitap ve lügatlerin yanı sıra Farsça kaynaklarda da tezahür ettiği; Reşidüddin Fazlullah, Muinüddin Natanzî, Nizamüddin Şamî ve Hâfız-ı Ebru gibi müellifler tarafından aynı anlamda, yani hediye ve ganimetten alınan pay mânâsında teknik bir terim olarak kullanıldığı bilinmektedir[17]. Örneğin, Camiü’t-Tevarih’te Cengiz Han tarafından Tangut hükümdarının kızına savga verildiğinin anlatıldığı Farsça cümlede zikrettiğimiz sözcük özgün biçimiyle yani Farsçaya tercüme edilmeden iktibas edilmiştir: ”و ديكر...... خاتون دختر پادشاه تنكقوت بوده سوقات خواست و اورا بوى بخشيد” . (Ve diğer…... Hatun, Tangut padişahının kızı idi; savgat istedi ve [Cengiz Han] onu ona bahşetti). [18]
Diğer taraftan, Türklerin kültürel hafızasına ait pek çok sırrı barındıran, Türk tefekkür tarihinde mühim bir mevkii işgal eden, bozkır geleneklerini ve Türk töresini anlatan Oğuzların destanî eseri Kitab-ı Dede Korkud’un “Kam Büre Beg Oğlu Bamsı Beyrek Boyu” hikâyesinde de savga kelimesi zikredilmiştir. Bu hikâyede bezirgânlara hitap edilirken bir yerde şu ifadeler kullanılmıştır:
Alañ alçak hava yerden gelen argış
Beg babamuñ, kadın anamuñ savgatı argış
Ayağı uzun şahbaz ata binen argış
Ünüm añla, sözüm diñle argış?[19]
XV. yüzyılın ikinci yarısında Akkoyunlu mülkünde, bugünkü Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeyinde yazıya geçirildiği tahmin edilen Kitab-ı Dede Korkud’daki bu kelime vaktiyle Türkistan’da yaşayan Oğuzların Anadolu’ya getirdikleri bir sözcük olmalıdır. Nitekim söz konusu kelime Türkiye’nin pek çok bölgesinde hâlâ kullanılmaktadır.
Savga kelimesinin görüldüğü bir diğer Türkçe eser de XVI. yüzyılda telif edilen Babûrnâme’dir. Filvaki 1525 yılı hatıratı kayda geçirilirken şu ifadelere yer verilmiştir: “Balħ maślaĥatıcihatıdın ķalın yarmak va Kābuldaķı uruķ-ķayaş va oğlan-uşaķķa Malot fatĥıda tüşkän mata ‘dın sawġatlar yibärildi”[20]. (Belh işi yüzünden birçok ak-akçe ve Kâbil’deki akraba ve çocuklara Milvet fethinde ele geçen eşyadan, hediyeler gönderildi)[21]. Reşit Rahmeti Arat, hatıratı gününüz Türkçesine aktarırken sözcüğün kelime anlamı olan hediyeyi kullanmışsa da savganın esasen ganimetten alınan ya da birine verilen pay olduğu yukarıdaki ifadelerden bariz bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bundan başka, XVII. yüzyılda Ebu’l-Gazi Bahadır Han tarafından Çağatay Türkçesi ile kaleme alınan Şecere-i Türk’te de savga kelimesine tesadüf edilmiştir: “Yigirme yıl meniñ kirimni yuvıp hiẕmetimni kıldı tip hemīşe ḫaṭṭ u savġat yibereturgandurlar”. (Yirmi yıl benim kirimi yıkayıp, hizmetimi kıldı diye daima hat ve savga gönderip durmuşlardır)[22].
Sonuç olarak, mevcut kaynaklarımızdan hareketle Göktürk ve Uygur çağına kadar inmediği anlaşılsa da asgari XII. yüzyıldan itibaren savga kelimesinin tarihî membalar ile eski sözlüklerde görüldüğü ve kullanımının fasılasız devam ettiği anlaşılmaktadır. Zikredilen kavramın Kırım ve Osmanlı kaynakları ile vesikalarındaki tasarrufuna ise aşağıda Kırım Hanlığı faslında temas edilecektir. Bilinen en eski eserlerde savga kelimesinin tezahürüne, kullanım şekline ve mânâsına bu suretle temas ettikten sonra şimdi de etimolojik lügatlerde bahse konu sözcüğe yüklenen anlamlara, konuyla ilgili iddialara ve ilmî tartışmalara göz atalım.
Etimolojik Sözlüklerde Savga
1869 yılında Türk-Tatar Lehçelerinin Mukayeseli Sözlüğü başlığını taşıyan fevkalâde ayrıntılı bir Türkçe-Rusça lügat hazırlayan Lazar Budagov, “قات سٯ/سوغات/ساوغات “ (savğat / savkat) biçimlerinde sunduğu sözcüğü derinlemesine incelemiş ve Rusçaya “bağış, mükâfat, hediye, özellikle bir seyahatten sonra arkadaşlar tarafından getirilen armağan”[23] suretinde çevirmiş ve yine “hanlara ve asilzâdelere verilen hediye”[24] anlamına geldiğini belirtmiştir. Ayrıca “سوغا” (savğa) kelimesinin Farsça izahını şu örnek cümleyle yapılmıştır; ”مرسومى باشد كه سپاهيان از علوفه و ماهيانه بنویسندكان دهند”. (Sipahilerin aylık ve ulûfelerinden kâtiplere vermesi âdet olsun)[25]. Aynı kelime Kırım Türkçesinde hanın istifadesine sunulan mal ve vergi yerine sayılan hizmet için kullanılmış ve yağma sonucu ele geçirilen ganimetlerin bir kısmını imlemiştir: “Savğaların ve çapul savğaların talep itmeyeler”. Buradaki çapul savğası tabirinin yağmadan elde edilen mallara ve esirlere karşılık geldiği açıktır. Diğer taraftan, savğaçı kul[26] adıyla anılan bir görevliden bahsedilmektedir. Budagov, söz konusu unvanı taşıyan kişiyi Rusçaya; “сборщикъ повинностей” (vergi toplayıcısı) ve “ханскiй чиновникъ” (hanlık memuru) biçiminde çevirmiştir[27]. Daha geç bir tarihte Kırım Hanlığı hakkında bilgi veren başka bir kaynakta ise savğa ağası şekliyle karşımıza çıkacak olan bu unvana aşağıda temas edilecektir.
Kırgızcadaki сауƨа kelimesi ise “половина добычи” (ganimetin yarısı) ve “идущая въ пользу хана, при барантахъ и нападенияхъ” (baskınlar ile çapullarda hanın hissesine düşen pay) anlamındadır. Budagov bu kelimenin savurgamak fiili ve suyurgal ismiyle kökteş olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre; Çağataycadaki sugurmak ile Altaycadaki savurmak da bu cümledendir[28]. Filolojik açıdan veya köken bilgisi bakımından zikredilen iddialara itirazlar olsa da suyurgal sözcüğünün özellikle Altın Orda ve Kırım Hanlığı zamanında savganın müteradifi olarak kullanıldığını gösteren deliller mevcuttur.
Pavet de Courteille, Budagov’dan kısa bir süre sonra, 1870 yılında, neşrettiği lügatinde savğat kelimesini Fransızcaya “présent, don” (hediye, armağan) şeklinde tercüme etmiş ve “Kıldılar arz han makalâtın / Her niçük tuhfe birle savgatın”[29] (Sözlerini ve aynı şekilde hediye ile savgalarını hana arz ettiler) beytini de misal olarak sunmuştur.
Vasiliy Vasilyeviç Radlov ise meşhur lügatinde сауҕа / соҕа (sauga / soga) sözcüğünü ayrıntılı bir şekilde ele almış ve Kırgızcada; “Подарокъ из добычи охотника, который получаетъ встрѣчающся съ охотникомъ”[30] (Avcıya rastlayan kimsenin av ganimetinden aldığı armağan) anlamına geldiğini belirtmiştir. Bu tanım savga kelimesiyle Moğolların Gizli Tarihi’ndeki bir anlatıda geçen Moğolca “شرالغه” (şiralğa) sözcüğü arasındaki anlam yakınlığını gözler önüne serer. Konuyla ilgili bir makale kaleme alan Paul Pelliot, avcı Altay toplulukları arasında şiralğa geleneğine sadece Moğolların sahip olmadıklarını, bilakis “présent” (hediye / armağan) anlamındaki sauγa kelimesinin “fortune” (talih, varlık ve zenginlik) suretinde pek çok dile girdiğini belirtmiştir[31].
Filhakika tıpkı savga gibi şiralğa kelimesi de Babûrnâme’ye girmiştir. Nitekim 1519 yılında bizzat Babûr Şah’ın da iştirak ettiği bir sürek avı sahnesi şöyle tasvir edilir: “Ordunı daryā sarı yürütüp men Sawātī ṭarafı, kim Kargxāna ham derlär, karg avlağanı[32] bardım. Bir nečä karg payda boldı, valî jangali qalın edi. Jangaldin čıqmadı. Bir buzavlığ karg tüzqä čıqıp qača berdi. Xaylî oq uruldı edi. Özini jangalğa yavuqğa saldı. Jangalğa ot saldılar. Ol karg xud tapılmadı. Yana bir karg buzavı otkä küyüp tepräčläp yatadur. Boğuzlap har kiši širalğa aldı”[33]. (Askeri nehir tarafına gönderip ben de kergedan avlamak için Gürkhâne dedikleri Sevâtî tarafına gittim. Birkaç kergedan görüldü; fakat cengel çok sıktı ve cengelden dışarı çıkmadılar. Yavrulu bir kergedan düzlüğe çıkıp kaçmaya başladı. Cengele ateş verdiler, fakat o kergedan bulunamadı. Diğer bir kergedan yavrusu ateşte yanmış kıvranıyordu; onu boğazladılar ve herkes bir parça aldı)[34]. Bu suretle, Moğolların Gizli Tarihi’nden sonra Babûrnâme de şüpheye mahal bırakmayacak şekilde şiralğa sözcüğünün avdan alınan pay ya da parça anlamına geldiğini teyit etmektedir.
Rus filolog ve lügatnüvis İzmail İvanoviç Sreznevskiy ise savga kelimesinin “трофей” (ganimet) ya da “военная добыча” (savaş ganimeti) anlamına geldiğini ve henüz Moğollar Deşt-i Kıpçak bölgesine gelmeden önce, Kıpçakların hüküm sürdüğü devirde, “саигатъ” (saigat) şeklinde Rusçaya girdiğini[35] ifade etmiştir ki; bu izahat, yukarıda da görüldüğü üzere, İpatevskaya Letopis’teki kayıtlardan çıkarılmıştır.
Savga teriminin erken dönem Rus yıllıklarında görülmesi Paul Pelliot’yu da düşünceye sevk etmiştir. Ona göre; bu kelimenin Moğolca olması zayıf bir ihtimaldir zira Moğolca olsaydı XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Rusçaya girmesi gerekirdi. Nitekim savga tabirini Çincedeki “sahua / sahuo / sauhua” sözcüğü ile eşleştiren bu âlim, kelimenin Türkçe, Moğolca, Çince, Rusça, Farsça, Hintçe ve Latin dillerinde görülmesinin ilginç olduğunu ve bir ihtiyacı karşıladığı için bu kadar geniş bir sahaya yayıldığını haklı olarak ifade etmiştir[36].
Şarkiyatçılar arasında savga tabirini en ayrıntılı şekilde inceleyenlerin başında ise Platon Mihayloviç Melioranskiy gelir. Moğol istilasından önce Rus yazılı kaynaklarına giren Doğu halklarına ait kelimeleri tetkik ettiği makalesinde, bahse konu sözcüğün ganimetten elde edilen hediye anlamına geldiğini belirten Rus Türkolog, savganın galiplerin şeref nişanesi olarak baba, kayınpeder, ağabey vb. gibi yaşça büyük olan akraba veya hısımlara sunulduğu görüşündedir[37]. Bunun delili olarak da yukarıda beş numaralı dipnotta sunduğumuz İpatevskaya Letopis’teki bir kaydı göstermektedir: “Василкови. кнѧзю. посла же саигатъ. братоу своемоу королеви”[38]. (Knez Vasilko ise kral olan kardeşine savga gönderdi). 1262 yılına ait bu kayıt, mahallî Rus knezlerinden Vasilko’nun düzenlediği bir seferle Litvanya’yı yağmalayıp ganimet elde ettiğine ve yağmadan ele geçirdiği at koşum takımı, zırh ve tulga gibi askerî malzemelerden bir kısmını kardeşi Knez Daniil ile daha başka yakınlarına dağıttığına işaret etmektedir.
Girdiği yabancı dillerden başka pek çok Türk lehçesinde de tesadüf edilen savga kelimesi, yukarıda da ifade edildiği gibi, her ne kadar Göktürk ve Uygur dönemi yazılı kaynaklarında görülmese de besbelli ki oldukça eskidir. Bilindiği üzere, kadim Türk töresi gereği hanlar ganimetin büyük kısmını dağıtmakla mükellefti. Bu gelenek muhtelif Türk boyları arasında XX. yüzyılın başlarında dahi mevcuttu. Örneğin, bir kimse Altay topluluklarına mensup bir avcıya tesadüf ederse taze av etinin bir parçasını alırdı. Yine bir Başkurt, sığır kesimine yardım ederse hatta kesim esnasında sadece o mahalde hazır bulunsa dahi bir parça et kendisine verilirdi. Tarihî, filolojik ve etnografik bilgiler ışığında, savga sözcüğünün eski Rusya’da kullanılan öz Rusça bir kelime olmadığını belirten Melioranskiy tetkikatının ardından vardığı sonucu fevkalâde açık bir şekilde, ön kabullere mütemayil bazı Türkolog ve lügatnüvisler gibi dolandırmadan, delillerini sunmak suretiyle, kesin bir dil kullanarak ifade etmiştir: “Biz bu kelimenin Türkçeden, özellikle de Kıpçak Türkçesinden, ödünç alındığı hususunda kuşku duymuyoruz”[39]. Görüldüğü üzere, sadece İbn Mühennâ’nın verdiği bilgiyi esas alan ve bunu gerçek mânâda tenkide tâbi tutmadan kabul eden Nicholas Poppe ve takipçilerinin hilafına, İbn Mühennâ ve eseri hakkında doktora tezi hazırlayan Melioranskiy farklı dillerdeki çeşitli kaynakları ilmî usûllere uygun bir şekilde mukayese edip tarihî, filolojik ve etnografik verilerle harmanlayarak daha ciddi ve kabul edilebilir sonuçlara ulaşmayı başarmıştır.
Diğer taraftan, ilmî konularda kılı kırk yaran titizliği, bilgi eksikliğinden kaynaklanan önyargılara karşı şiddetli muhalefeti ve kaleme aldığı tutarlı reddiyeleri ile tanınan Rus Türkolog Nikolay İvanoviç Veselovskiy de savga kelimesinin Türkçe olduğu kanaatindedir ve dahi Melioranskiy tarafından ileri sürülen görüşlere iştirak etmiştir: “Saigat kelimesi Türkçe kökenlidir ve henüz Moğolların Rusya’ya duhûlünden önce Türkler tarafından dilimize sokulmuştur. Zira daha öncesinde Rus kaynaklarında bu kelimeye tesadüf edilmez”[40].
Max Vasmer etimolojik lügatinde, eski Rus yıllıklarına giren bu kelimenin fonetik izahatında müşkülat bulunduğunu ve saṷγat sözcüğünün Türkçede; “доля добычи, подарок, вознаграждение”[41] (ganimetten pay, hediye, mükâfat) anlamlarına geldiğini belirtir. Daha önce yapılmış çalışmaları derleyen ve çok sayıda kaynağa atıfta bulunan Gerhard Doerfer ise kelimenin diller arasındaki geçişlerini irdeleyip İpatevskaya Letopis’teki 1174 yılı kaydına dikkat çekerek; “Russen können es aber nur direkt von den Türken entlehnt haben”[42] (Ruslar bu kelimeyi doğrudan sadece Türklerden almış olabilirler) demekte; ayrıca savga kelimesinin Farsça üzerinden Portekizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Latin dillerine girdiğini belirtmektedir[43].
Savga tabirinin Türkiye’deki izlerini süren Hasan Eren ise bu kelimenin hem Anadolu’da hem de Rumeli’nde kullanıldığına dikkat çekerek; “Un festin donné à l’occasion de la délivrance d’un mal” (Bir kötülükten kurtulmak amacıyla verilen ziyafet) anlamına geldiğini; savgı sözcüğünün ise; “Un festin donné, un cadeau offert en vue d’éviter un mal ou pour réaliser un souhait” (Bir dileği gerçekleştirmek veya bir kötülükten sakınmak amacıyla sunulan bir hediye veya verilen bir ziyafet) mânâsında kullanıldığını tespit etmiştir[44].
Edhem Rahimoviç Tenişev, Aleksandr Mihayloviç Sçerbak, Andreas Tietze, Claus Schönig ve daha başka lügatçilerin bahsettiği savga kelimesi pek çok etimolojik sözlüğe girmiştir[45]. Buralarda verilen muhtasar bilgilerin büyük bir kısmı birbirinin tekrarı niteliğindedir. Son olarak, 2020 yılında Éva Kincses-Nagy tarafından hediye terminolojisiyle ilgili olarak kaleme alınan bir makalede savga sözcüğünden kısaca bahsedilmişse de burada sunulan malumat bilinen etimolojik sözlüklerdeki verilerin derlenmesinden ibarettir[46].
Eski Türklerde Yağma ve Ganimetin Paylaşımı Meselesi
Yerleşik medeniyetlere nispetle Eski Türklerde üretim usûlleri ve ürün çeşitliliği daha sınırlıydı. Bu durum konargöçer yaşam tarzının doğasıyla ilgiliydi. Nitekim zikrettiğimiz hakikati gösteren veya ima eden tarihî kayıtlar Çin kaynaklarında belirgindir. Filvaki hem Hun ve Göktürk çağlarında hem de sonrasında Çin ile girişilen münasebetlere bağlı olarak yağma ve esir alımıyla ilgili haberler günümüze ulaşmıştır. Bilindiği üzere, yağma pek çok savaşçı topluluk için önemli bir teşvik ve aynı zamanda girişilen askerî faaliyetlerin itici gücüydü. Hâl böyle iken, yağmanın ne surette ve hangi esaslara göre paylaşılacağı da önem arz ediyordu.
Hunlar hakkında bilgi veren Sih-ma Ch’ien (MÖ 135-67) Tarihçinin Kayıtları isimli eserinde bu konuya kısmen de olsa temas etmiştir: “Savaşta, kafa kesen ve tutsak alanlara bir kap içki armağan ederler ve ele geçirdiği ganimeti kendisine verirler, yakaladıkları insanları köle yaparlar. Bu nedenle, savaşlarında her biri kendi çıkarı için dövüşür, düşmanı üzerine çekip sürpriz atak yapmada çok yeteneklidirler. Düşmanı gördüklerinde ganimet elde etmek için bir kuş sürüsü gibi toplanırlar. Fakat yenilip zorda kalırlarsa çözülüp bulutlar gibi dağılırlar. Savaşta öleni yüklenip geri getiren, ölen kişinin tüm mallarına sahip olur”[47].
Hunların hüküm sürdüğü devirde Çinli bir tarihçinin nokta-i nazarından kaleme alınan bu kayıtların doğruluğunu ya da yanlışlığını mutlak surette teyit veya reddedebilmemiz mümkün değildir. Ancak verilen bilgiler Hunlar arasında bir yağma hukukunun mevcudiyetini göstermesi bakımından mühimdir. Bununla birlikte, yağma sonucunda ele geçirilen ganimetin ve esirlerin paylaşımı ve bunların oranları hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir.
Çin kaynakları, Göktürk Kağanlığı döneminde de konuya ilişkin haberler vermeye devam etmektedir. Örneğin, Mukan Kağan zamanında, 564 yılında, vukua gelen bir hadise anlatılırken şu ifadelere yer verilmiştir: “Mağlup olan Chou kumandanları geriye doğru kaçtılar. Bundan sonra Mukan, Göktürk ordusuna büyük bir yağma yaptırttı. Geri dönülürken yapılan yağmalarda yedi yüz li’lik (400 km) bir alanda insan ve hayvan sürüsü kalmamıştı”[48].
Göktürk çağına gelindiğinde artık kaynak çeşitliliğimiz nispeten artmakta ve Çin membalarının yanı sıra Soğdca ve Türkçe yazıtlara müracaat etme olanağı da doğmaktadır. Nitekim 582 tarihli Soğdca Bugut Yazıtı’nda, elde edilen ganimetleri âdil dağıtıp halkına iyi baktığı için Mukan Kağan’dan övgüyle bahsedilmektedir: “O, parayı eşit bir şekilde üleştirdi ve halkını iyi besleyip gözetti”[49]. Hiç şüphe yok ki, bozkır devletlerinin en önemli gelir kaynaklarından biri savaşlarda ele geçirilen ganimetti. Dolayısıyla mal ve esirlerin paylaşımı sorununu âdil bir şekilde çözen ve hakkı gözeten kağanlar doğal olarak kara budunun teveccühünü kazanıp kendi otoritelerini de muhkem kılıyorlardı.
Bugut Yazıtı’ndan başka Bilge Kağan Yazıtı da yağma ve ganimetle ilgili malûmat ihtiva etmektedir:
1. “Sarı altınlarını, beyaz gümüşlerini, kenarlı ipek kumaşlarını, kokulu ipeklilerini, has atlarını, aygırlarını, kara samurlarını ve … gök sincaplarını Türklerime ve halkıma kazanı verdim, ediniverdim … dertsiz kıldım”.
2. “On yedi yaşımda Tangutlara doğru sefer ettim. Tangut halkını hezimete uğrattım. Çocuklarını, kadınlarını, at sürülerini ve tüm varlıklarını o zaman aldım”.
3. “Tatabı halkı Çin imparatoruna tâbi oldu. Elçisi, iyi haber ve ricaları gelmiyor diye yazın sefer ettim. Halkı orada bozguna uğrattım; at sürülerini ve tüm varlıklarını orada gasp ettim”[50].
Orhun Yazıtları’nda yağma ve ganimetle ilgili yukarıda sunduklarımızdan daha başka kayıtlar da mevcuttur. Bununla birlikte, girişilen savaşlar ve düzenlenen yağma akınları esasen ganimetten aslan payını alan yönetici sınıf için kârlı bir işti. Çünkü halkın ana kitlesi yani kara budun çoğunlukla hayvancılıktan elde ettiği gelirle yaşıyordu. Dolayısıyla Göktürk toplumunun büyük kısmının kazancı takas ticaretine istinat ediyordu[51]. Hâl böyle iken, ganimetin kara buduna âdil bir şekilde üleştirilmesi meselesi askerî seferlerin düzenli yapılabilmesi, muhtemel isyan hareketlerinin önlenmesi ve toplumsal düzenin sağlanması bâbında hayatî önem taşıyordu.
Bundan başka, 618 ilâ 742 yılları arasında cereyan eden hadisatla ilgili olarak Göktürkler hakkında bilgi veren Eski T’ang Tarihi (Chiu T’ang-shu) de Çin merkezli bir kaynak olduğu için ganimetin Türkler arasında paylaşımı meselesine dair doğrudan malumat sunmamasına rağmen yağma akınlarına ilişkin bilgi ihtiva eder. Adını andığımız kaynakta 721 yılı olayları anlatılırken Basmıllara karşı girişilen askerî harekât ve Beşbalık şehrinin talan edilmesi anlatılır: “Tonyukuk ordusunu ikiye ayırıp, bir kısmını önce ara yollardan Beşbalık’a hücuma yolladı. Ancak, ondan sonra askerlerine, Basmılların yurtlarına geri dönmekte olan halkına hücum etmelerini emretti. Bunun üzerine onların hepsi, darmadağın olup, Beşbalık’a kaçıp geldiler. Ama bu sırada, artık şehir düşmüştü; onlar içeri giremedi; hepsi Türkler tarafından esir alındı; sonra da, bu kadınlı ve erkekli esirlerin hepsini alıp gittiler. Tonyukuk askeriyle dönerken, Çigtam’dan çıktığı için, Liang vilâyetini de yağmaladı ve bu suretle, kendilerine azık temin ettiler”[52]. Burada ele geçirilen esirlerle malların akıbeti ve nasıl taksim edildiği veri yetersizliğinden dolayı meçhul olsa da ganimetin belirli kurallara göre pay edildiğini düşünmek mümkündür. Zira ganimetin âdil bir şekilde paylaşımının yapılmadığı zamanlarda kağan ve yönetici sınıf için istenmeyen sonuçlara sebebiyet verecek olaylar meydana gelebiliyordu.
Örneğin, Türgişlerin devr-i saltanatında Çin kaynaklarının Su-lu Kağan ile ilgili tuttuğu bir kayıt ganimetten pay alma mücadelesi ile bundan mülhem zuhur eden kavganın doğurduğu dâhili sonuçları yansıtması bakımından fevkalâde ilgi çekicidir: “Hükümdarlığının ilk yıllarında Su-lu Kağan insanları çok güzel yönetiyordu. Çok dikkatli ve tutumluydu. Her meydan savaşından sonra ganimetini emrindekilere dağıtırdı. Bu yüzden tüm uruklar çok memnundu ve gayretle ona hizmet ediyorlardı. Son yıllarda o kadar cimrileşti ki elde edilen ganimeti paylaşmamaya, kendi elinde tutmaya başladı. O vakit emrindekiler de ondan uzaklaşmaya başladılar. Baga Tarkan ve Dumozhi bir gece ansızın Su-lu’ya saldırıp onu öldürdüler”[53].
Ganimetten elde edilen gelir ananevî paylaşım usûllerine göre yani Türk töresinin vazettiği şekilde dağıtılmalıydı ve bu bir zorunluktu. Gereğinin yapılmadığı durumlarda, Su-lu Kağan örneğinde olduğu gibi, kağanların ölümüyle sonuçlanacak isyan hareketleri dahi görülebiliyordu. Nitekim Abdülkadir İnan’ın da özgün bir biçimde belirttiği üzere; törenin bir parçası olan ganimetin âdil paylaşımı ve “mevki hukuku meselesini hanların kendi keyiflerine göre değiştirememiş oldukları malûmdur”[54].
Filhakika dünyanın muhtelif bölgelerindeki farklı toplulukları incelemek suretiyle ödüllendirme ve armağan mefhumunu antropolojik açıdan ele alan Marcel Mauss’un ulaştığı sonuçları eski Türk toplumu ile bozkır cemiyetine tatbik edecek olursak; elde edilen ganimeti dağıtmak kağan açısından zenginliğin verdiği şeref ve saygınlıkla; yetkiyi, tılsımı ve otoriteyi korumak anlamına geliyor ve kağan, bir nevi kutlu kılınmış olmanın gereklerini yerine getiriyordu. Ganimeti üleştirmenin bir diğer nedeni de yöneticilerin buna icbar edilmesi ve kara budunun; veren, bağışlayan, ihsan eden, esirler ile malları başından savan kağana ait her şey üzerinde bir tür mülkiyet hakkına sahip olmasıydı. Söz konusu paylaşım aynı zamanda daha sonra istifade edilecek bir hiyerarşi vücuda getiriyor ya da mevcut hiyerarşiyi berkitip muhkem kılıyordu[55].
Çin kaynaklarına vukûfiyeti ve erken dönem Türk toplumunun iktisadî ve içtimaî tarihi hakkında yaptığı çalışmalarla tanınan İldikó Ecsedy’nin ince ayrımları da hesaba katarak Göktürk ve Uygur çağında ganimetin paylaşımı ile ilgili yaptığı değerlendirme bu bağlamda belirleyicidir: “Çin kaynaklarında sık sık tekrarlanan basmakalıp ifadeleri titiz bir surette tetkik edip yorumlarsak; boy temeline dayanan geleneksel üleşme usûlünü anlayabiliriz. Ele geçirilen mallar genellikle zannedildiği gibi kağanın yardımcıları olan beglerin rütbelerine göre dağıtılmazdı. Bilakis, sayıları birkaç bini bulan boyların başbuğları arasında herkes hissesine düşeni alırdı”. Görüldüğü üzere, üleşme yapılırken sadece orun ya da rütbe esas alınmaz savaşta sağlanan faydaya bakılırdı. Dolayısıyla meratip silsilesi esasına dayalı eşit bir dağıtımdan ziyade yararlılığa istinat eden âdil bir paylaşım söz konusuydu. Son bölümde, Kırım Hanlığı faslında da görüleceği üzere, kağanı koruduğu için yağmaya katılamayanlara ise hükümdar kendi payından savga yani armağanlar verirdi.
Eski Türklerde, ele geçirilen ganimetin ya da toplanan verginin üleştirilmesine bağlı olarak, bozkır devletlerinin malî yapısında bir kağanlık hazinesinden bahsetmek mümkün değildir[56]. Nitekim Çin yönetim tarzını benimsemelerine rağmen bozkır töresinden tamamen soyutlanmayı başaramayan IX. ve X. yüzyıllarda yaşamış Sha-t’o Türklerinin durumu buna örnektir. Hakikaten yağma sonucu ele geçirilen malların paylaşımı kısmen asimile olmuş bir Türk topluluğunda dahi görülmekte idi: “Sha-t’o İmparatorluğu’nun siyasî örgütlenmesinde Sha-t’o kültürünün izleri görülmüyordu. Hükûmet nizamı tamamen T’ang Hanedanı’ndan taklit edilmişti ve hatta memurlarının çoğu da Çin’de yetişmişti. Kağan, Tarkan vb. Türkçe unvanları hiç kimse kullanmıyordu. Fakat bazı hususlarda düşünce yapılarını korumuşlardı. Sha-t’olar devlet hazinesi ile hazine-i hassa arasındaki farkı idrak edemiyorlardı… Bu durum imparatorluğun malî ve iktisadî düzeninin tamamen çökmesine sebep oldu. Sha-t’olar bunun sonuçlarıyla ilgilenmediler; savaşta kazandıkları ganimeti paylaşmayı alışkanlık edinmiş bir bozkır budunu olarak, fırsat buldukları anda devlet hazinesini de aynı şekilde üleştiler”[57].
Daha önce de ifade edildiği gibi, eski Türk toplumunda yağma sonucu elde edilen ganimet halkın en önemli geçim kaynakları arasında olduğu için Çin tarafından kısmen ya da tamamen asimile edilmiş boylar veya devletler dahi kadim paylaşım usûllerini yaşatıyorlardı. Çin kaynaklarından başka, İslam coğrafyacılarının bildirdiklerine göre, aynı gelenek Hazar Kağanlığı’nda da mevcuttu. Nitekim 903- 913 yılları arasında el-Aʿlâku’n-Nefîse isimli eseri telif eden İbn Rusteh, Hazarlar hakkında şu bilgileri verir: “Ganimet ele geçirilince hepsini İşâ’nın karargâhında toplarlar. İşâ bu ganimetlerden istediğini seçer, kendisi (devlet) için alır. Kalanını aralarında paylaşmaları için askerlere bırakır”. Burada bahsedilen İşâ, Hazar kağanının taşıdığı unvanın Arap kaynaklarına yansımış biçimidir. Verilen bilgiler tutarlı görünse de kağanın aldığı hisse ve paylaşımla ilgili ayrıntılar belirtilmemiştir[58].
Eski Türk toplumlarında görülen bu askerî, iktisadî ve içtimaî düzen ile kağan ve kara budunun arasındaki ilişkiler ağı acaba İslam dininin kabulünden sonra köklü, hızlı ve kalıcı bir değişime uğradı mı? Bu soruya bir çırpıda evet cevabını vermek mümkün görünmüyor. Örneğin, gelişmiş ve kurumsallaşmış İslam medeniyetine dâhil olan Karahanlılar döneminde Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan Kutadgu Bilig’de Göktürk çağında tasvir edilmiş içtimaî gerçeklere benzeyen ideal formlar mevcuttur. Yani Eski Türk dönemine ait arkaik yapılar genel hatlarıyla korunmuştur. Filvaki Türk dilinin ve Türk kültür tarihinin en önemli yazılı kaynaklarından biri olan bu esere göre; ganimet için savaşmak, ganimet elde etmek için gayret göstermek ve ganimeti askerlere dağıtırken cömert davranmak hükümdarların olmazsa olmaz erdemlerinden biridir:[59]
Akı bolsa begler atı çawlanur
Atı çawı birle ajun beklenür
Awa yığlu tirlür er at sü bolur
Er at sü bile er tilekin bulur
Negü tér eşitgil urup yégli er
Urup al ay alp er yana erke bér
Akı bol bağışla içür hem yétür
Kalı eksüse ur yana al yetür[60]
Kutadgu Bilig’deki bu misalden de anlaşıldığı gibi, din değiştirmek ve yeni bir medeniyet dairesine girmek eski geleneklerin büsbütün terkini gerektirmiyor; bilakis bu yeni medeniyetteki kurum, kavram ve davranış kalıplarıyla uyum sağlama arayışlarını zorunlu kılıyordu.
Kırım Hanlığı’nda Savga
Kırım Hanlığı’nın selefi olan Altın Orda Devleti, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Berke Han zamanında, İslam medeniyeti ile tanıştı ve Özbek Han döneminde bu yeni dinin etkisi tedricen arttı. Ancak Türk-Moğol gelenekleri bir anda terk edilmedi ve zikredilen durum Deşt-i Kıpçak sahasında bozkır gelenekleriyle İslamî kurumların etkileşimine, kaynaşmasına ve hatta kimi zaman çatışmasına neden oldu. Bununla birlikte, Altın Orda ve halefleri olan Türk-Tatar hanlıklarında İslamlaşmanın etkisiyle yaşanan idarî, hukukî ve malî alanlardaki değişimin henüz layıkıyla aydınlatılamadığını belirtmek gerekir.
Savga tabirine Altın Orda devri kaynaklarında tesadüf edilmese de ganimetin paylaşımına ilişkin bazı kayıtlar mevcuttur. Örneğin XIV. yüzyıl Memlûk tarihçilerinden el-Mufaddal’ın en-Nehcü’s-Sedîd adlı eserinde Berke Han dönemi hadisatı anlatılırken ganimetin taksimiyle ilgili merak uyandıran haberlere rastlıyoruz: قسمان للعسكر و قسم لبيت باتو. ما يحصل فى البالد التى يملكونها ويستولون من نهر جيحون مغربا فيقسم خمسه اقسام قسمان للقان الكبير و (Ele geçirdikleri toprakların hasılatını ve Ceyhun Nehri’nin batı kısmının gelirlerini beşe böler; ikisini büyük hana, ikisini orduya, birini de Batu Han’ın ailesine tahsis ederlerdi)[61]. Altın Orda hakkında bilgi veren Arap kaynaklarına yansıyan bu haber fevkalâde önemlidir. Zira burada Berke Han’ın ganimetten aldığı pay açıkça belirtilmiştir. Verilen bilginin sahihliği tartışmalı olsa da hanın aldığı oran %40’tır. Ancak aşağıda temas edileceği üzere, daha başka kaynaklardaki kayıtlara göre, hanlara düşen hissenin miktarı her zaman aynı değildir.
Bilindiği gibi, Altın Orda tarihinin ilk yüz otuz yılında kaleme alınan Türkçe belgeler maalesef günümüze ulaşmamıştır fakat bu döneme, yani XIII. ve XIV. yüzyıllara ait orijinal vesikaların Rusça, Latince ve İtalyanca tercümeleri mevcuttur. Zikredilen çeviri metinler üzerinden bu belgeleri kısmen yapılandırıp anlamak mümkün görünse de kullanılan özgün Türkçe ve Moğolca kelimeleri tespit etmek fevkalâde güçtür[62].
Hâl böyle olunca, XVI. yüzyılda Ötemiş Hacı tarafından Çağatay lisanında telif edilen Cengiznâme gibi eserlere müracaat etmek elzemdir. Altın Orda’nın iktisadî ve içtimaî tarihi hakkında değerli malumat ihtiva eden bu Türkçe kaynakta Batu Han (Sayın Han) döneminde cereyan eden bir hadise ganimetin paylaşımı bâbında önemlidir: “Şiban Han… üç künlük yerdin ılgar salıp bî-haber yatgan leşkeriniŋ içine inip keldi. Urus pâdişâhı basa almay, pâdişâhını tutdılar. Leşkeriniŋ öltürgenin öltürdiler, kalganın yesin kıldılar. Cândan mâl ve yarag, cibe cevşen tüşüp idi, hîç hesâbı ve kitâbı yok irdi. Ammâ Şiban Han hükm kıldı ki ‘her mâl ve yarag ki, her kişige tüşüpdür dest-yâbı alıp kalmasunlar, barçasın keltürsünler’. Ayturlar. Her cinsdin bir harman kıldılar, bî-hesâb harman bolup irdi. İki kündin son han yetüşdi, bu feth-i nusretni kördi. Bu mâl yaraglarnı barçasını keltürüp çekdiler. Bisyâr hoş-hâl bolup Şiban Hanga köp âferîn kıldılar. Andın soŋ Şiban Han ki kelip körünüşler kıldı irse, köp türlig ‘inâyet ve şefkatler kılıp soyurgallar itdi. Tüşken mâl ve yaragnıŋ barusını Şiban Hanga soyurgal kılıp, barusın öz leşkerige bahşiş kıldı”. (Şiban Han üç gün uzaklıktaki yerden at sürüp, habersiz yatan Rus askerinin içine daldı. Rus hükümdarı Şiban Han’ı bozguna uğratamadı. Rus hükümdarını esir ettiler. Onun askerinden öldüreceklerini öldürdüler, kalanlarını esir ettiler. Candan ve maldan ve askerî teçhizattan zırhlar ele geçmiş idi ki, bunların hesabı kitabı yoktu. Ancak Şiban Han emretti ki: ‘Kişilere düşen her mal ve teçhizat kimsenin elinde kalmasın (sahiplenmesin), hepsini teslim etsinler’. Diyorlar ki, her eşya türünden bir dağ oluştu ve bu hesapsız bir yığın idi. İki günden sonra Sayın Han yetişti ve galibiyeti gördü. Bu mal ve teçhizatın (ganimetlerin) hepsini getirip Sayın Han’a sundular. Çok memnun olup Şiban Han’a çok övgüde bulundular. Ondan sonra Şiban Han, Sayın Han’ın huzuruna gelip körünüş yaptığında her türlü yardım ve şefkat kılıp suyurgallarda (ihsanlarda) bulundu. Ele geçen tüm mal ve askeri teçhizatın hepsini Şiban Han’a ihsan edip verdi. Şiban Han hepsini kendi askerine paylaştırdı)[63].
Yukarıdaki iktibastan da anlaşıldığı üzere, Ötemiş Hacı’nın savga tabirinin yerine ödüllendirme, bağışta bulunma anlamında kullandığı kelime suyurgal’dır. İtirazlar olsa da Uygurcadan Moğolcaya geçtiği iddia edilen bu sözcüğün ilk anlamı; hanın yaptığı lütuf, ihsan ya da hükümdar tarafından imtiyaz sahibi veya kimi zaman ecdattan ahfada geçecek şekilde yapılan ödüllendirmedir[64]. Suyurgal, Ortadoğu’da daha çok arazi tahsisi ile özdeşleştirilen bir terim olmasına rağmen esasen bir hizmet karşılığında verilen mükâfattı. Bunlar köle, arazi, bir bölgenin geliri, ganimet, eşya, mal vs. olabilirdi[65].
Hâl böyle iken, Ötemiş Hacı’nın Cengiznâme’sinden başka 1744-1748 yılları arasında el-Hacc Abdülgaffar b. Hasan el-Kırımî tarafından yazılan Umdetü’l-Ahbâr isimli eserde de suyurgal kelimesi yine aynı anlamda kullanılmıştır: “Moskov dükası olan lâîni esîr-i der-zincîr ve cümle hazâin ve mühimmâtını zabt ü teshir ittiler. Şîban, sadâkat peymân-ı yağma-gerân olan Tatar’ın elinden bir habbe kaldırmayub cümlesini bir yere cem’ itdi. Birader-i ekberi olan Sayın Han-ı âlî-şân geldikde, huzuruna pîşkeş çekdi ise hizmeti hayyîz-i kabûlde vâki olub suyurgalı inâyete mazhar oldu ve alınan emvâlin mecmûunu tasnif idüb nısfını Şîban’a ihsan eyledi. Ol dahi askerine suyurgal itdi”[66]. (Moskova dükası olan laini esir edip zincire vurdular ve bütün hazinesi ile mühimmatını ele geçirip aldılar. Şiban Han, çapulculuk yapmaya içten bağlılıkla yemin eden yağmacı Tatarların elinde hiçbir şey bırakmayıp hepsini bir yere topladı. Büyük kardeşi olan şan ve şeref sahibi Sayın Han geldiğinde huzuruna çıkıp bu hediyeleri ona sundu. Kabul edildiği yerde hizmetinin karşılığı olarak suyurgal ile kendisine lütufta bulunuldu ve ele geçirilen malın tamamını tasnif edip yarısını Şiban Han’a bağışladı. O da askerine suyurgal etti).
Öyle anlaşılıyor ki, Ötemiş Hacı’nın anlattığı hadise, büyük ihtimalle bazı değişiklikler yapılarak el-Kırımî tarafından da nakledilmiştir. Fakat bu sonuncusu askere dağıtılan malların, ele geçirilen ganimetin tamamı değil yarısı olduğunu kanaatindedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir; Kırımlı tarihçinin verdiği bilgiler Ötemiş Hacı’dan alınmış gibi görünse de bu konuya ilişkin kesin bir kayıt mevcut değildir. Bununla birlikte, suyurgal kelimesinin Umdetü’l-Ahbâr’da da savga mealinde kullanıldığı hususu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıktır.
Cengiznâme, Umdetü’l Ahbâr ve daha başka pek çok kaynakta geçen suyurgal tabirinin esasen fevkalâde esnek bir kavram olduğu ve zaman içerisinde anlam genişlemesine uğrayarak ganimetten dağıtılan pay ya da sıradan nakdî hibelerden ziyade, özellikle Ortadoğu’da, devlete yararlık gösteren askerlere veya memurlara mirî araziden bağışlanan yahut tasarruf hakkı tanınan toprağa dönüştüğü bilinse de sözcüğün savga mealindeki arkaik anlamını unutmamak gerekir.
Mamafih 2019 yılında Kırım Hanlığı hakkında bir eser kaleme alan Natalia Królikowska-Jedlińska konuyla ilgili oldukça iddialı fakat son derece mesnetsiz bir görüş ileri sürmüştür. Ona göre; “Moğolların suyurgal kurumunun Kırım’da tedricen Osmanlıların tımar uygulaması ile yer değiştirdiğini veya tımara benzeyecek şekilde yeniden biçimlendiğini söylemek mümkündür”[67]. Polonyalı tarihçi, meselenin künhüne vâkıf olmadan serdettiği bu görüşlerini evvelce Rus tarihçi Fyodor Fyodoroviç Laşkov (1858-1917) tarafından yapılan araştırmaları kendi nokta-i nazarından yorumlayan Alan Fisher’e dayandırır. Ancak Laşkov’un söz konusu makalesi incelendiğinde, Kırım’daki toprak sisteminin eski Rusya’daki pomestye (çiftlik, malikâne) ve votçina (yurtluk) uygulamaları ile mukayese edildiği görülür[68]. Dolayısıyla atıfta bulunmasına rağmen, Królikowska-Jedlińska’nın, Laşkov tarafından kaleme alınan “Kırım-Tatar Toprak Mülkiyeti Üzerine Tarihî Tetkikler” başlıklı Rusça makaleyi okumadığı anlaşılmaktadır. Zira bu yazının ilgili sayfalarında tımar sisteminin adı dahi zikredilmez. Ayrıca Kırım tarihi layıkıyla incelendiğinde Osmanlı hâkimiyetinin ve buna bağlı olarak idare tarzının Kırım Hanlığı’nın tamamına nüfuz edemediği ve kıyı kentleriyle sınırlı kaldığı görülür. Nitekim kâfi derecede tetkik edilmemiş olsa da Kırım’ın muhtelif bölgelerinde eski Türk-Moğol gelenekleriyle Osmanlı uygulamalarının birlikte veya münferit yaşadıkları ve bu düalist yapının hem hukuk sistemine hem de toprak meselesine sirayet ettiği malumdur.
Kırım Hanlığı’nda savga ve üleştirilmesi meselesiyle ilgili açık, berrak ve aydınlatıcı bilgilere tesadüf ettiğimiz en eski kaynak 1553 yılında Kaysunizâde Mehmed Nidaî nam-ı diğer Remmal Hoca tarafından telif edilen Tarih-i Sahib Giray Han isimli yazma eserdir. Suyurgal sözcüğünün de pek çok yerde zikredildiği bu birinci el kaynakta savga kelimesi müellif tarafından üç farklı yerde kullanılmıştır:
1. “Her kişi olcasın getürüb han hazretlerine arz etdiler. Han hazretleri ferhunde savgaların almayup bağışladı. Asker bu sürûr ile kona ve göçe Temrük hisarın geçüb Kuban Suyı kenarına kondılar”[69]. (Herkes elde ettiği ganimeti getirip han hazretlerine sundu. Han hazretleri bu uğurlu savgaları almayıp bağışladı. Askerler sevinç içerisinde konup göçerek Temrük Kalesi’ni geçtiler ve Kuban Irmağı kenarına konuşlandılar).
2. “Ve on beş gün Çerkes tağların elekden eler gibi ettiler. Andan dönüb bir yere cem olub kondılar. Han hazretleri üç gün içinde elli bin esirin savgasın aldılar. Ve yüzden ziyade mirzaları kademeye urub üç günden sonra devlet ile dönüb göçdiler. Asker tok toyum, esirsiz kimesne yok idi. Halkın gönli şen ve şâdman”[70]. (On beş gün boyunca Çerkez dağlarını köşe bucak dolaştılar. Oradan dönüp bir yere toplanarak konuşlandılar. Han hazretleri üç gün içerisinde elli bin esirin savgasını aldı. Yüzden fazla mirzayı rütbesine göre sıralayıp büyük saadet ve zenginlikle dönüp gittiler. Askerler iyice doydu, esiri olmayan kimse yoktu. Halkın gönlü şen ve sevinçliydi).
3. “Han hazretleri Kapartay sınurundan çıkub bir suyın kenarında oturak edüb ol menzilde on bin esirin savgasın alub yanında çapula varmayan adamlara birer ikişer esir verüb eger topçı ve eger tüfenkcidir hiç kimesneyi mahrum komadı. Han hazretlerinin üç dört yüz esiri var idi”[71]. (Han hazretleri Kabartay sınırından çıkıp bir yerde konakladı. Burada on bin esirin savgasını aldı ve yanında bulunup yağmaya katılamayan adamlarına birer ikişer esir verdi. Topçuları ve tüfekçileri de mahrum etmedi. Han hazretlerinin üç dört yüz esiri vardı).
Kaysunizâde Mehmed Nidaî’nin verdiği bu bilgilerin tamamı Sahib Giray Han’ın Çerkezistan ve Kafkasya bölgesine düzenlediği seferlerle ilgilidir. İlk kayıttan, tıpkı Altın Orda döneminde olduğu gibi, öncelikle askerlerin ele geçirdiği bütün ganimetin toplandığı ve hanın kendi hissesinden yani savgasından feragat ederek bunların tamamını dağıttığı anlaşılıyor. İkinci kayıttan, Çerkezistan’ın dağ köylerine kadar girildiği, tutsak edilen elli bin kişinin bir yere toplandığı ve hanın üç gün içerisinde bu esirlerden savga adıyla anılan payını aldığını öğreniyoruz. 1543 yılında gerçekleş bu seferde savganın miktarı yani hanın hissesine düşen esir sayısı hakkında bilgi verilmemiştir. Üçüncü kayıtta ise, Kabartay bölgesinde ele geçirilen on bin esirden hanın yine payını aldığı, bunların bir kısmını yağmaya katılamayan muhafızlarına ve yakın adamlarına dağıttığı ve kendisine üç yüz dört yüz esir kaldığı ifade edilmiştir.
Esasen Kırım hanları bu tür yağma akınlarını sadece Kafkasya ve Çerkezistan bölgesine değil Rusya ile Lehistan taraflarına da düzenleniyorlardı. Ele geçirilen esirler yaş, cinsiyet, sağlık durumu, güzellik vb. özelliklerine göre tasnif edilip paylaşıldıktan ve bir kısmı hediye olarak dağıtıldıktan sonra geriye kalanlar başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde satılıyordu. Dikkat edilirse üleştirme Osmanlı Devleti’nde uygulanan İslam hukukuna göre değil bozkır gelenekleri mucibince yapılıyor; hanlar, miktarı zamana, mekâna ve hükümdarın arzusuna göre değişkenlik arz edebilen savgalarını alıyorlardı.
Yukarıda bahsettiğimiz İkinci Çerkezistan Seferi olarak bilinen 1543 yılındaki askerî harekâtın dönüşünde Sahip Giray Han, Kefe begine ve kaptanına ikişer esir sadaka etmişti; ayrıca huzura gelip el öptüğü için Kefe begine yirmi esir ve iki mirza daha verildi. Yine şehre girerken kendisini karşılamaya gelen müftü ve kadı efendiye beşer onar esir ihsan edildi. Nâzır ve eminlere (ümenâ) de birer ikişer esir bağışladı. Nihayet sarayına vardığında oğulları Emin Giray ve Âdil Giray ile mahrem-i haslarına da esirler armağan etti[72].
Halil İnalcık’a göre; bu sefer sonucunda hanın hissesine düşen pay (savga) iki bin köle idi. Han ganimetten payını sefer dönüşlerinde ordu konaklarken özellikle esir ve sığır olarak alırdı. Çok sayıda tutsakla dönüldüğünde mahallî tüccarlara haber gönderilir (her tarafın bezirgânı haber alub) ve büyük bir alışveriş başlardı. Kırım’daki kabilelerin refah ve gücü de köle ve canlı hayvanlara dayanırdı. Evvelce de ifade edildiği gibi, bu köleler ya esir pazarlarında satılır ya da hanın beglere tahsis ettiği geniş arazilerin işlenmesinde kullanılırdı[73].
Savga hakkında bilgi veren bir diğer eser XVIII. yüzyılın ilk yarısında Seyyid Mehmed Rıza tarafından yazılan Es-Sebü’s-Seyyâr fi Ahbâr-ı Mülûki’t-Tatar başlıklı yazmadır. Gerek Kırım tarihi gerekse umumi Türk tarihi açısından çok büyük ehemmiyeti haiz bu mufassal eserde Moğollardan bahsedilirken, bozkır gelenekleri hor ve hakir görülmekle birlikte (resm-i bâtıl-ı câhilâne ve töre-i ‘atıl-ı mecûsâneleri üzere) Tarhan unvanına sahip görevlilerin işledikleri dokuz kabahatten muaf tutuldukları belirtilir. Seyyid Mehmed Rıza’nın saydığı dokunulmazlıklardan üçüncüsü şöyledir: “Sâlisen savga ta‘bîr ittikleri ‘öşr-i ganâ’im resminden mu‘af u müsellem”[74] tutulurlar. (Üçüncü olarak, savga dedikleri onda bir oranındaki ganimet vergisinden muaf tutulup, bunu vermiş kabul edilirler). Müellif tarafından tarihî bağlamına uygun olarak kullanılan, askerler tarafından hana verilen savga vergisinin oranı burada %10 olarak gösterilmişse de bu miktarın değişkenlik arz ettiğini daha önce ifade etmiştik.
Aynı eserdeki bir diğer kayıt ise III. İslam Giray (1644-1654) döneminde cereyan eden son derece ilginç bir hadiseyle ilgilidir: “Ümerâ-i Şîrîn’den Kutluşâh nâm cesur u be-nâmı bir mikdâr Tatar-ı sebük-bâra sipeh-sâlâr ve bilâd-ı kefereye îsâl-ı hasâret itmege me’mur olmağın ganâ’im-i bî-şümâra dest-res müyesser olup ‘avdetlerinde cânib-i hâna ‘a’id savga ta‘bîr itdikleri humsı edâda karaçu ve kapu-kulı muhâlefet ve tahsiline mu‘ayyen mübâşirler dahi huşunet idüp müşâtemeleri mukāteleye mü’eddi olmağla nüfûs-ı kesîrenin telef olmasına bâdî oldı[75]. (Şirin [kabilesi] emirlerinden cesur ve namlı Kutluşah’ı bir miktar hafif Tatar süvarisiyle kafirler beldesine zarar vermeye memur ettiler. O, kolaylıkla sayısız ganimet ele geçirip geri dönerek, hana ait olan savga dedikleri beşte bir oranındaki payı sunduğunda karaçi begler ve kapıkulları karşı çıktılar. Savganın tahsili için tayin edilen görevliler de kabalık edip küfürleşince birbirlerini öldürmeye başladılar ve bu durum pek çoğunun telef olmasına sebebiyet verdi).
Öyle anlaşılıyor ki, savganın paylaşımı Kırım Hanlığı’nda en önemli meselelerden biriydi. Hanlar ile büyük kudret sahibi karaçi begler arasındaki son derece girift ilişkiler III. İslam Giray devrinde de kendini göstermiş ve hana verilmesi gereken beşte birlik paya (hums) itirazlar edilmişti. Bu muhalefet dahi Kırım’daki kabile aristokrasisinin ne denli güç ve nüfuz sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Söz konusu kayıtta zikredilen tahsiline mu‘ayyen mübâşirler ise galip ihtimalle savgacı kul veya savga ağası tabir edilen; han adına ganimeti toplama ve üleştirme işlerinden sorumlu hanlık memurlarıydı. Paylaşım yapılırken yaşanan anlaşmazlıklar ise büyük kavgalara ve hatta bu memurların ölümüne dahi sebep olabiliyordu.
Bundan başka, 1600-1676 yılları arasında yaşayan Osmanlı tarihçisi Hezârfen Hüseyin Efendi de ömrünün sonlarına doğru tamamladığı Telhîsü’l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân adlı eserinde Kırım Hanlığı’nın kanun, âdet ve geleneklerine ilişkin malumat verirken üç yerde savga ve savga ağası hakkında kısa bilgiler sunar:
1. “Asker Kırım’a dâhil oldukda han, ağaların tayin edüb savgayı cem iderler. Savga (صوغه ) didikleri lisânlarında penç-yek mânâsınadır”[76]. (Asker Kırım’a girince han, ağaları belirleyip savgayı toplar. Savga dedikleri, dillerinde beşte bir [pençik] anlamına gelir).
2. “Ve ganimet vâki oldukda han hazretleri tarafından nasb olunan savga ağasına (اغاسى صوغه ) savgasın virirler. Bir akçasın ketm etmezler”[77]. (Ganimet ele geçirildiğinde han hazretleri tarafından belirlenen savga ağasına savgayı verirler. Bir akçasını bile saklamazlar).
3. “Han hazretleri bir yere asker çıkarmak lazım gelse yedi âdeme bir gazkan getürürler ve burkuş (برقوش ) tabîr ederler ve her karyeden kaç burkuş çıkarabilürler ve defter ile ana göre savgayı cem iderler”[78]. (Han hazretleri bir yere asker gönderse her yedi kişiye bir kazan getiriler ve buna burkuş derler. Her köyden kaç burkuş çıkarabileceklerini deftere kaydedip ona göre savgayı toplarlar).
Görüldüğü üzere, Hezârfen Hüseyin Efendi savgayı Osmanlı sistemindeki pençik usûlü ile kıyaslayıp onun muadili olarak kabul etmiştir. Toplanan ganimetin bir akçasının bile saklanamadığı, savga ağalarının han tarafından belirlendiği ve üleştirme işinin bu ağalar tarafından yapıldığına ilişkin verdiği bilgiler Kırım tarihlerindeki malumatla örtüşmektedir. Ayrıca esir ve malların defter tutmak suretiyle kayıt altına alındığı da ifade edilmiştir. Filvaki yukarıda savganın paylaşımıyla ilgili çıkan anlaşmazlıklardan bahsetmiştik. Bu ihtilafların Kırım kadı sicillerine[79] aksetmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak Kırım Hanlığı’nın muhtelif dönemlerine ait bahse konu mahkeme kayıtları son yıllarda St. Petersburg şehrinde tespit edilmişse de henüz bir bütün hâlinde yurdumuza getirilip incelenememiştir. Hâl böyle iken, istikbalde bu siciller hakkında yapılacak tetkiklerde incelediğimiz konuya dair kayıtlara tesadüf etmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Kırım tarihlerinden başka, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde de savga hakkında tatminkâr bilgilere tesadüf ediyoruz. IV. Mehmed Giray’ın ikinci devr-i saltanatında (1654-1666) Karadeniz’in kuzey bölgelerini dolaşıp Kırım’a da giden meşhur seyyah, eserinin altıncı cildinde bir ve yedinci cildinde ise üç kez olmak üzere, toplam dört yerde savgadan bahseder:
1. Yine bu Udvarhel sahrâsı âsâyişinde cümle guzât Seykel’de olan üsârânın fermân ile kanûn üzre penc-i yek taleb olundukda otuz bin yiğidin cemî‘i esîrlerinden on sekiz bin esîr ve sağîr kebîr penc-i yek pâdişâh içün alındı. Gayri mâl-ı ganâimden bir şey alınmadı. Ve Tatardan dahi kanûndur bir şey alınmaz. Anların savgaların hânlar ve kalgalar ve nûreddînler ve yalı ağaları alır[80]. (Yine bu Udvarhel sahrası asayişinde tüm gaziler Seykel’deki esirlerin ferman ile kanun üzere beşte biri talep olununca otuz bin yiğidin toplam esirlerinden küçüklü büyüklü on sekiz bin esirin beşte biri padişah için alındı. Ganimet mallarından başka bir şey alınmadı. Kanun gereği Tatarlardan da bir şey alınmaz. Onların savgalarını hanlar, kalgaylar, nureddinler ve yalı ağaları alır).
2. Çalab Ellâh korsa bizge pırsat ve nusrat berirse doyum bolğanda barınızın kollarında olan şuralar ve devgelerinizden carım savka alayım ve size semmûr ton ve semmûr şıpırtma kalpaklar vereyim[81]. (Çalap Tanrı bize fırsat ve üstünlük verip yardım ederse, ganimet elde ettiğimizde hepinizin ellerinde olan esir gençlerden ve develerinizden yarım savga alayım, size samur elbise ve samur kalpaklar vereyim).
3. Kal‘a-i Praslov altına gelindikde hân hazretleri ahd-i mîsâkına vefâ edüp cümle asker-i İslâm’ın üsârâ ve mâl-ı ganâimlerinden nısfıyyet üzre savkaların alup bu hakîrin on sekiz esîrinden bir şey almadığından mâadâ yedi esîr ve iki yorğa verüp cümle askerin esîrlerin altı bin askerle Kırım’a gönderüp cümle salt kaldılar[82]. (Praslov Kalesi altına geldiğimizde han hazretleri verdiği sözü tutup Müslüman askerlerin tamamından esir ve ganimet mallarının yarısını savga olarak alıp, benim on sekiz esirimden bir şey almadığı gibi bana yedi esir ve iki alaca at verdi. Bütün askerlerin esirlerini altı bin askerle Kırım’a gönderdi ve tamamı yüklerinden kurtuldu).
4. Bunda muhâfazada kalan nûreddîn sultân kal‘adan niçe yüz aded şâhâne toplar atdırup azîm şâdımânlar olundukdan sonra asker-i İslâm’a yüz sığır ve yigirmi re’s at kebâbları ziyâfeti ile yüz fıçı boza nûş olunup cümle asker-i İslâm’ın esîrlerinden savka içün esîr başına beşer guruş alınup defter mûcebince bu sâl-i mübârekde bir sefere çıkışda yedi kerre gazâ olduğu bir târîhde tahrîr olunmamışdır[83]. (Burada savunmada kalan nureddin sultan kaleden hükümdara ait yüzlerce top attırıp büyük sevinçler yaşandıktan sonra Müslüman askerlere yüz sığır ve yirmi baş at kebabı ziyafeti ile yüz fıçı boza içirildi. Müslüman askerlerin tamamının esirlerinden savga olarak esir başına beşer kuruş alındı; defter gereğince bu kutlu yılda bir sefere çıkışta yedi kere gaza yapıldığı bir tarihte yazılmamıştır).
Evliya Çelebi’nin ifadesine göre; han fermanı ile belirlenen bir savga kanunnâmesinden bahsetmek mümkündür. Bunu ispat edecek müstakil bir vesika henüz tespit edilememiş olsa da farklı kaynaklarda konuyla ilgili sık sık atıf yapılan defter sözcüğü buna şahadet etmektedir. Kırım hanı dışında hanlıkta veliaht mânâsında kullanılan kalgay, ikinci veliaht anlamına gelen nureddin ve esir ticaretinde mühim rol oynadığı anlaşılan yalı ağası gibi üst düzey yöneticiler ve bazı memurlar da savgadan pay alırlardı. Yine düzenlenen yağma akınlarından önce, ganimet elde edildiği takdirde, sefer sonunda savganın ne oranda alınıp dağıtılacağı hakkında askerlere bilgi verilirdi. Yapılan bu görüşmeler han ile sefere asker gönderen boy begleri arasında yapılan bir ahit sayılırdı. Hanın aldığı savga miktarının değişken olduğu daha önce belirtilmişti. Evliya Çelebi’nin sunduğu bilgilerde zikredilen oran bir yerde %20 diğerinde ise %50 suretinde tebarüz etmiştir. Ayrıca askerler ele geçirdikleri esirlerin savgasını kimi zaman aynî ödemek yerine belirlenen bir tarife üzerinden nakdî olarak da ödeyebiliyorlardı. Ganimetin bol olması sevince neden olur ve mutantan eğlenceler yapılırdı. Filhakika Osmanlı seyyahı bu toylara şahit olmuştu.
Sonuç olarak, XII. yüzyıldan itibaren tarihî kaynaklarda görülen savga tabirinin köken itibarıyla Türkçe olup, başta Moğolca olmak üzere pek çok dile girdiği açıktır. Türkistan’dan Deşt-i Kıpçak sahasına doğru yayılım gösteren bu kelime, yağma sonucu ele geçirilen ganimetten hanın aldığı payı ve kendisine düşen hisseden hanın yaptığı ihsanlar ile dağıttığı armağanları imlemektedir. Mevcut kaynaklar ışığında savga sözcüğünü XII. yüzyıldan geriye götürmek şimdilik mümkün olmasa da ganimetin paylaşılması ile ilgili geleneğin Hun çağına kadar indiği ve fasılaya uğramadan devam ettiği bilinmektedir. Kıpçak Türkçesinde açıkça görülen bu kelimenin Moğollar zamanında yaygınlık kazanmasının fakat Altın Orda kaynaklarında görülmemesinin sebebi ise Cuci Ulusu’na ait Türkçe vesikaların günümüze ulaşmaması ya da kısmen ulaşmasıdır.
Altın Orda’nın halefi olan Kırım Hanlığı’nda savga uygulamasının çok canlı olduğu ve hanlığın tarih sahnesinden silindiği XVIII. yüzyıla kadar devam ettiği kaynakların şahadetiyle sabittir. Savganın Osmanlı Türkleri tarafından bilindiği fakat İslamî uygulamalar nedeniyle Osmanlı vergi terimleri arasına girmediği anlaşılıyor. Filvaki sultanın ganimetten aldığı pay pençik usûlüne göre tayin edilirdi. Deşt-i Kıpçak ve Kırım sahasını dolaşan Evliya Çelebi’nin bu sözcüğü tarihî bağlamına uygun olarak kullanıp kaydetmesi fevkalâde mühimdir. Savganın başka dillere tercüme edilmeden, özgün hâliyle Çince, Rusça, Arapça, Farsça, Moğolca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce gibi dillere girmesi ise Türklerin yayıldığı coğrafyanın genişliği ve o dönemde söz konusu kavrama duyulan ihtiyaçla ilgilidir.