Giriş
Mondros Mütarekesi’ni (30 Ekim 1918) müteakip gerçekleştirilen işgaller karşısında Padişah Vahdettin ve İstanbul Hükümetlerinin olumsuz tutumlarının, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin örgütlenmesine zemin hazırladığını söylemek mümkündür.[1] Sivas Kongresi (4 – 11 Eylül 1919) ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) adı altında birleştirilen bu yapılar, Milli Mücadele’nin yürütücüsü ve yeni rejimin kurucusu olan TBMM’ye de üye vermişlerdir.[2] Siyasal parti aidiyetlerinin ertelendiği zorlu dönemin ardından, Mustafa Kemal Paşa, 6 Aralık 1922’de, ülkenin bir daha işgal edilmesini engelleyecek idari, sınaî, iktisadi kalkınmasını gerçekleştirecek Halk Fırkası namıyla bir parti kurmaya niyetlendiğini basına bildirmiştir.[3] Partinin, 9 Eylül 1923’te nizamnamesi kabul edilmiştir. Böylece A-RMHC, Halk Fırkasına dönüşmüştür. Sivas Kongresi de partinin ilk kongresi olarak kabul edilmiştir.[4] Milli Mücadele’nin kadrosu ve kurucu liderinin örgütlediği Halk Fırkası, radikal inkılâplarla ülkeyi kalkındırmayı hedeflediğini belirtmiştir.[5] Milli dokularla bezenmiş, oldukça yüklü bir mirasın üzerine yükselen bu yapıya muhalefet etmek kolay olmasa gerektir. Zira klasik anlamda toplumsal sınıflardan birinin menfaatini önceleyen ideolojik hareketten ziyade, milletin bütününü dönüştürerek büyümeyi hedefleyen kurucu tek parti yapısı ortaya çıkmıştır.[6]
Köklü dönüşümleri arzulamayan, muhafazakâr duyarlılıklara açık, siyasal mücadelede radikal inkılâpçıların edindiği konumdan rahatsızlık duyan bir seçkinler grubu, Cumhuriyet’in ilanından itibaren dile getirdikleri rahatsızlıkları, 17 Kasım 1924’te, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurarak ortaya koymuşlardır.[7]
Siyasal ayrışmanın bir benzerinin basında da yaşandığını söylemek gerekir.[8] Cumhuriyetin ilan ediliş tarzına yönelik dile getirilen eleştiriler, hilafetin önemine vurgu yapan yaklaşımlarla derinleşmiştir.[9] Özellikle Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde beliren bu çizgi, hükümet tarafından hukuki yaptırımlarla karşılanmıştır. Bahsi geçen gazetelerin yöneticileri 11 Aralık 1923 tarihinde, İstanbul’da kurulan İstiklal Mahkemesinde yargılanmışlardır.[10] Hiçbir gazeteci ceza almamış olsa bile bunu, hilafetin ilgası gibi köklü değişimlere girilen bir evrede ideolojik ayrışmayı istemeyen kurucu kadronun basına verdiği bir tür “göz dağı” olarak görmek mümkündür.[11]
Abdurrahman Velid Ebuzziya (1882-1945), siyasal ayrışmanın yaşandığı dönemde İstanbul’da Tevhid-i Efkâr gazetesinin sahibi ve başyazarıdır. Darülfünun’da hukuk eğitimini 1910’da bitirmiş, kendi çabasıyla Arapça, Farsça ve Almanca öğrenmiştir. Milli Mücadele’yi desteklemiştir. Cumhuriyet’in ilanına ve yapılmaya çalışılan inkılâplara karşı durmuştur. TCF ayrışmasında “müfrit inkılâpçılar” olarak gördüğü iktidar partisi karşısında muhalefeti desteklemiştir. Şeyh Sait isyanı sürecinde çıkartılan 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ardından gazetesi kapatılmış, muhalif pek çok yazar gibi, Şark İstiklâl Mahkemesine gönderilmiştir. 1934 yılına kadar basın hayatına dönememiştir. Bu tarihten sonra da yazı hayatı uzun soluklu olmamış, 1945 yılında vefat etmiştir.[12] Burada Ebuzziya’yı Şark İstiklâl Mahkemesine götüren süreç ele alınacaktır. Konu siyasal ayrışmanın yaşandığı 17 Kasım 1924’ten, Tevhid-i Efkâr’ın kapatıldığı 5 Mart 1925’e kadar olan dönemde Ebuzziya’nın başyazıları ekseninde incelenecektir. TCF’nin kuruluşundan Şeyh Sait İsyanı’na uzanan çalkantılı bir döneme, muhafazakâr bir aydının bakışının ortaya konmasının, Türk siyasal modernleşmesinin geçirdiği sancılı bir evrenin anlaşılmasına katkı sunacağı düşünülmektedir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına Destek
TCF – CHF Farkı
17 Kasım 1925’te Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içindeki muhalifl er, TCF’yi kurmuşlardır. Yeni partinin bir program ile doğmuş olması, Ebuzziya tarafından memnuniyetle karşılanır. “Yeni fırkaya en ziyade kuvvet verecek ve süratle inkişaf ve tevsîini temin edecek âmil bilhassa bir program tanzim etmiş olmasıdır… Halk Fırkasının pek mühim bir noksanı vardır ki; o da şimdiye kadar esaslı, etrafını cami, ağyarını mani bir program neşretmemiş ve edememiş olmasıdır.” der.[13] TCF’de olup CHF’de olmayan programdır. “Memlekette mevkii bu kadar mühim olan, her işimize karışan, hatta içtihatlarımıza, vicdanlarımıza, samimi kanaatlerimize kadar hulûl ederek oralarda da inkılâp yapmak gayesini güden…” bir partinin programı yoktur.[14] Üstelik yeni fırka, kendisine cumhuriyet unvanını vererek “İnkılâbın esaslarını takviye etmeği başlıca umde ittihaz eylemiştir.” [15] Aslında tartışılması gereken en mühim mesele burasıdır. Yeni partinin adında cumhuriyet olması inkılâbın Türkiye’sini kurmak isteyen iktidar partisi ve onun aydınları nezdinde masum bir hareket olarak görülmesi için yeterli midir? Nitekim muhalif partinin kurulmasının üzerinden üç gün bile geçmeden iktidar milletvekillerinden birisinin, basında çıkan kimi yazıları gerekçe göstererek, İstiklâl Mahkemelerinin kurulması lüzumuna işaret eden beyanları gündeme gelmiştir. [16] Ebuzziya “bütün neşriyat, memlekette (hâkimiyet-i milliye) esaslarının bihakkın müstakırr olmasından başka hiçbir gaye istihdaf etmemektedir.” der.[17] “İçimizde yeni ihtilallerden, ihtilal kanunlarının tatbiki lüzumundan bahis edenler var… İhtilal kanunları ne demek? İnkılâpların en büyüğü ve mübecceli olan hâkimiyet-i milliye idaresinin, idare-i müstebite yerine ikamesi kararını birlikte vermedik mi?” diye sorar.[18] Cumhuriyet kavramı etrafında TCF’yi şu cümlelerle meşrulaştırır:
“Bugün ortaya yeni fırka çıktı ve kendine (Terakkiperver Cumhuriyetçi) unvanını verdi… fakat yine bu efendilere kendilerini beğendiremediler. Şimdi bir taraftan “Cumhuriyetçi biziz. Bu unvanı kimseye veremeyiz.” diyorlar. Diğer taraftan “Zaten cumhuriyet esaslarını muhafaza edeceğiz demek bu esasların tehlikede bulunduğuna işaret ile îzâhât-ı teşevvüştür.” iddiasında bulunuyorlar… Yalnız Halk Fırkasında olanların cumhuriyetçi addedildikleri iddiasının akıl ve mantıkta yeri var mıdır?”[19]
Cumhuriyet kavramı yalnızca iktidarın tekelinde değildir. TCF’nin cumhuriyeti sahiplenen bir yapı olarak ortaya çıkması yeni dönemde Türkiye’yi daha da güçlendirecektir. Hâlbuki inkılâpçı aydınlar Ebuzziya gibi düşünmemektedirler. Bunlardan Ağaoğlu Ahmed Bey, köklü dönüşümlere gidilen bir evrede ayrı bir partinin kurulmasının zihni bulandırmaktan öte anlama gelmeyeceğini söyler. Yeni partinin kurucu kadrosunun şahsi hesaplarla hareket ettiklerini belirtir. Bu tenkitlere cevap vermek de hiçbir partiyle ilişkisinin olmadığını söyleyen Ebuzziya’ya düşer:
“Agayef Bey gibi her cihetle ismi, akidesi, mezhebi ve cinsi itibariyle bu memleketin tamamen yabancısı olanların ve ancak beş on kuruş menfaat temini için haremimize kadar sokulmuş bulunanların Kazım Karabekir Paşa gibi azim rical-i milliyemizden ma’dud bir zatın riyasetinde teşkil eden bir fırkayı, ezhanı teşevvüş ile ithama ne hakları vardır?... Agayefler milletin sadık evladı, cumhuriyetin muhafızı olacaklar da Kazım Karabekirler, Rauflar, Ali Fuatlar daha birçok kahramanlar vatanın düşmanı, hâkimiyet-i milliye esaslarının aleyhtarı, mürteci addedilecekler, öyle mi?”[20]
Herkesin, Cumhuriyet’i, Agayef gibi algılamak zorunda olmadığını vurgulaması demokratik müzakerenin zemini açısından ne kadar anlamlı ise, fikirlerine karşı olduğu bir aydını soy ve mezhep kökenleriyle yargılaması da o kadar yadırganacak bir durum olsa gerektir. Burada dikkati çeken bir diğer nokta ise Ebuzziya’nın üzerinde durduğu kavramların aynısının inkılâpçı aydınlar tarafından da kullanılmakta olmasıdır. Nihayetinde iktidar partisinin sözcüsü konumundaki gazetenin adı Hâkimiyet-i Milliye’dir.[21] Sorun, kullanılan kavramlara verilen manalarda düğümlenmektedir. İnkılâpçı aydınlar nezdinde milli egemenlik formülasyonu, köklü zihniyet dönüşümlerinin önündeki engellerin aşılması, aydınlanma düşüncesinin oluşması anlamına geliyordu. Egemenlikte payı olan bireyin geleneksel değerlerden soyutlanması gerçekleşene kadar, yarışmacı siyasetin önünü açmak pek de istenilen bir durum olarak gözükmüyordu.[22] Ebuzziya’nın baktığı pencereden, cumhuriyet fikrinin hâkimiyet-i milliye prensibi etrafında sahiplenilmesi, farklı siyasal partilere meşru zeminler sunmak anlamına geliyordu. Üstelik “Halk ahvâl-i umûmiyeden katiyen memnun değil” iken TCF gibi bir partinin kurulmaması için hiçbir neden gözükmüyordu.[23] Daha düne kadar Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini benimsemiş bir kadronun ona karşı muhalif bir siyasete geçmiş olması, şahsi ihtiraslardan kaynaklanmış olamaz mı? Ebuzziya şöyle der:
“Zaten kendiliklerinden etmeseler kovulacakları söyleniyordu. Böyle sarih istiskal karşısında en salim yolu tuttular… Bu istifalarının sebebi de mecliste temin-i muvazene ve hâkimiyet-i milliye esaslarının bir kat daha takviyesi olduğunu söylüyorlar. Bu iddialardaki meşruiyeti tasdik ve kabul etmemeğe imkân yoktur.”[24]
Ebuzziya’nın zihninde yeni partinin meşruiyetine dair hiçbir şüphe yoktur. TCF, cumhuriyetin hâkimiyet-i milliye prensibi etrafında güçlenmesinin teminatı olacaktır. Bu kanaatinden emin olduğu kadar yeni dönemin risklerinden de o kadar endişelidir. İnkılâpların tehlikeye düşeceğini belirten kesimlerin iktidar gücünü kullanarak yeni meclisi de feshedebileceği haberlerine bu açıdan yaklaşır. Tarihi tecrübeyi göz önüne getirdiğinde “Bütün gelmiş geçmiş meclislerin ömr-ü tabiyelerini ikmal etmeden fesih akıbetlerine uğradıklarına bakılırsa ikinci millet meclisinin de nihayet fesih edileceğine hüküm etmek ve bu hali tabii görülmek iktiza ediyor.” kanaatini dile getirir.[25] Ona göre, eğer gerçekleşirse, böyle bir feshin tek sebebi TCF’nin siyasal yükselişidir:
“Yeni meclisin feshi… ancak ekseriyet fırkası tarafından verilen fesih kararıyla kabildir. Ekseriyet fırkasının da böyle bir karar vermesi için ekseriyeti gaip etmek tehlikesiyle karşı karşıya kalması yahut da herhangi bir mesele-i mühime hakkında milletin reyine müracaat lüzumunun hissedilmesi iktiza eder. Bugünkü vaziyet-i dâhiliye ve hariciyemizde ayrıca milletin reyine sormak lazım gelen mühim bir mesele yoktur. O halde meydanda yalnız ekseriyet fırkasının ekseriyeti gaip etmesi ihtimali kalıyor… Eğer fırka rüesası bu (240) kişilik ekseriyetin daima fırkaya merbut kalacaklarına itimat etmiyor ve arkadaşlarının kolayca dağılıvereceğini zan ediyorlarsa o başka… Hiç zannetmiyoruz ki Cumhuriyet Halk Fırkası (282) kişiyle tekrar meclise gelebilsin.”[26]
Ebuzziya, iki parti arasındaki farkı ortaya koyarken hep iktidarın milletin ekseriyetinden oy alamayacağı, politik gücün arkasına yaslandığı, memurları baskıyla üye yaptığı tarzında değerlendirmelerde bulunur. “Zavallı Halk Fırkası böyle acınacak bir haldedir.” der.[27] Bu tarz yorumlarda bulunan bir yazarın olası seçimlerde en güçlü adayının muhalifet partisi olması beklenirken, Ebuzziya kendisiyle çelişmeyi göze alarak, gündemdeki 13 mebusluk ara seçimlerde CHF’yi favori gösterir. “Cumhuriyet Halk Fırkası namzetleri kazanamadığı takdirde, halkımızın ruhunda artık büyük bir intibah ve hassasiyet doğduğu tahakkuk edecektir. Mamafi h bütün ümit-i muvaff akiyet (Cumhuriyet Halk) Fırkası tarafında görünüyor.” değerlendirmesinde bulunur.[28] Neden? TCF yenidir. Tam örgütlenememiştir. İkinci seçmenlerin[29] tamamına yakını memurdur ve iktidar partisinin kontrolündedir. Halk sandıkta kendi kararını verebilse belki durum farklı olabilirdi; fakat eldeki tüm veriler CHF’yi seçimlerin muhtemel galibi göstermeyi gerektirmektedir.[30] Bunlar, TCF – CHF ayrımında Ebuzziya’nın duygusal yanlarının işaretleri olsa gerektir. Tarafsız olduğunu belirten ifadeleri dahi bu kanaati pekiştirecek yanlar içermektedir:
“Hakikaten bitarafız. Çünkü el-yevm mevcut fırkalardan hiçbirine dâhil değiliz ve olmamızın imkânı da yoktur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına karşı iltizâmkâr neşriyatta bulunmamız da sırf fırka rüesasının şahıslarına olan hürmet ve itimadımızdan ve o rüesanın birkaç defa vuku bulan beyanatlarında hissiyatımızı cidden tatmin edecek güzel sözler söylemiş olmalarındandır.”[31]
Fethi Bey’den Beklenen
Fethi Bey, 22 Kasım 1924’te İsmet Paşa’nın yerine başbakanlığa getirilmiştir. Ebuzziya, olaya, muhalifl erin ayrıldığı partinin vaziyetini ortaya koymak gayesiyle yaklaşır. “İsmet Paşa’nın şerait-i hazıra içinde, bilhassa kendini intihap eylemiş olduğu rüfeka ile uzun müddet mevkiini muhafaza edemeyeceğini biliyorduk… İsmet Paşa rüfekası ile meclisin ekseriyeti, hükümet meselesini bir memleket ve hüsnü idare meselesi olmaktan çıkarmışlar, şahsi bir inatçılık ve fırkacılık mertebesine indirmişlerdi.” der.[32] Daha sonra “İsmet Paşa’nın hükümeti büyük bir rey-i itimat ile mevkiini muhafaza etmişken ani ve gayri muntazır istifa ile İsmet Paşa’nın muarızlarını hayrette bıraktığı kadar taraftarlarını istigrâp ve endişeye gark etti.” değerlendirmesinde bulunur.[33] Parti içinde Fethi Bey’e muhalif güçlü bir kanadın varlığını sezinleyen ifadeleri dikkat çekici bulunmaktadır.
TCF’nin kuruluş nedenlerinin sağlamlığı, CHF’yi de etkilemiştir. Gazi Paşa, parti içerisindeki muhalifl erin ayrılışını başka türlü durduramayacağını düşündüğü için, Fethi Bey’i getirmiştir.[34] Nitekim Fethi Bey kabinesine, istifa etmesi muhtemel isimler alınmıştır. Bunlar aslında yeni partinin Türk siyasetine sunduğu olumlu katkılardır. “İsmet Paşa kabinesinin istifa ederek yerine Fethi Bey gibi daha mutedil ve hâkimiyet-i milliye esaslarının daha şiddetle sarfınazar bir zatın gelmesi… ancak yeni fırka sayesinde mümkün olabilmiştir.” der.[35] Peki, yeni kabine kendisinden beklenenleri karşılayabilecek midir? Öncelikle yeni başbakanın, Tevhid-i Efkâr’ın Ankara muhabirine verdiği beyanatta “halkın hâkimiyetine tercüman olmayı büyük bir vazife addederim” sözünden umutlanır.[36] “Fethi Bey, bu sözüyle şerait-i mahsusa içinde beklediğimiz en mühim ve kemâl-i hizmetlerden birini ifaya çalışacağını vaat etmektedir.” der.[37] Programa bakınca karamsarlığa kapılır. Alelade bir metin sunulmuştur. Zira programda hâkimiyet-i milliye, hürriyet-i tefekkür ve vicdan esasları hakkında kuvvetli teminatlar içeren tek bir kayıt bulunmamaktadır. Fethi Bey, sabık kabineyi düşük göstereceğinden olsa gerek bu tarz konulara temas etmemiştir.[38]
Yeni dönemin pek de kolay geçmeyeceğinin ilk belirtisi, meclise sunulan basın kanunu teklifi ile gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Cumhuriyet’in hâkimiyet-i milliye prensibi üzerinden yükselişe geçebilmesi için basının hür bir şekilde görevini yapması gerekiyor iken, Kozan Mebusu Ali Saip Bey tarafından sunulan teklif, basını ortadan kaldıracak yanlar içermektedir. Burada gazete çalışanlarının yüksek okul mezunu olmaları ve beş bin ile iki bin iki yüz elli lira depozite karşılığında imtiyazların verilmesi hususları gündeme getirilmiştir. İstanbul gazetelerini ortadan kaldıracak böyle bir teklife “Vatanın selametini daima hürriyetperver ve serbest usullerde gören her fert, cumhuriyet idaresinin esaslarıyla hiç de kabil-i telif olmayan bu gibi takyide matuf tedbirlerden elbette hoşlanmaz.” cümlesiyle karşı çıkar.[39] Bu teklif, gazetelerin, “perde arkasından oyun oynamak isteyen bazı muhtekir sermayelerin eline geçmesine sebebiyet verecektir.”[40] Teklifi n meclisten geçmeyeceği beklentisini hâkimiyet-i milliye prensibinin canlılığına bağlar. “Evvela bu asr-ı terakkide ve saniyen bütün kuvvetini hâkimiyet-i milliyeden aldığını iddia eden, inşasını hâkimiyet-i milliye esasları üzerine kurmuş olan cumhuriyet idaresinde memleketin gazetesiz yaşaması imkânı yoktur.” der.[41] İyimserliğini tedirginliğe sevk eden ise iktidar partisine mensup bir mebusun, İstiklâl gazetesine verdiği demeçtir. Mebus, teklifi n neden şahsi bir görüş olmadığını anlatırken, iktidarı yıpratmak isteyen basının, cumhuriyeti saltanata dönüştürmek istediği üzerinde durur. Ebuzziya “Acaba bu mebus efendi, bu kehanet kuvvetini nereden bulmuştur?” diye sorar.[42] Aynı mebus “Cumhuriyeti tehlikede gördüğümüz anda şiddetle hareket etmeğe mecburuz. İcabında memlekette istibdat bile yaparız.” deyince “İstibdada cevaz veren bu idare artık cumhuriyet olabilir mi?” sorusunu yöneltir.[43] Basına ilişkin herhangi bir kanun değişikliğine gidilmeden, Matbuat Kanunun 23.maddesinde dile getirilen “Devletin emniyet-i dâhiliye veya hariciyesini ihlal edebilecek surette neşriyatta bulunan gazeteler muhafaza-i sükûn ve emniyet için muvakkaten meclis-i vükelâ kararıyla tatil olunabilir.” hükmüne atıfla, Toksöz gazetesi kapatılmıştır.[44] Ebuzziya tepkisini gizlemez:
“(Toksöz) refi kimizin hükümet tarafından verilen bir emirle set-ü tatil edilmiş olması, bizi hem hayrette bıraktı, hem de müşkül mevkie düşürdü. Hayretimiz hürriyet-i matbuata azami derecede hürmet gösterildiği iddia olunan bir devirde, herhangi bir gazetenin bir vali emriyle, sanki bir meyhane kapatıyormuş gibi set olunmasından ileri gelmektedir… müşkül mevkie düşmemizin sebeplerine gelince… matbuat kanunun 23.maddesinin… herhangi bir hükümete heyet-i vükela kararıyla herhangi bir gazeteyi set-ü tatil etmek hak ve salahiyetini bahşetmesidir. Bizce yapılacak şey, (Toksöz)’ü nihayet (tahdiş-i ezhan) isnadıyla mahkemeye vermekten ibaret idi.”[45]
Yeni basın kanununun nasıl olacağına dair Ahmet Agayef ’in üç ilke öne sürdüğünü belirtir. Bunlar: 1.Mukaddesatı şahsiyeye tecavüzün engellenmesi, 2.Cumhuriyet esaslarını tehlikeye düşürecek neşriyatta bulunulmaması, 3.Dinin propagandaya alet yapılmamasıdır. Ebuzziya, birinci maddede zikredilen hususun muğlâk olduğunu, kişi ahlakının, namusunun zaten mevcut kanunla korunma altında olduğunu belirtir. Cumhuriyet meselesine gelince “İnkılâp geçiren her memlekette inkılâbı yapan ve idare edenlerin çok hassas, kıskanç… oldukları malumdur.” diyerek olağanüstü tedbir arayışını makul bulur.[46] Asıl tedbirin ise “Yeni idarenin eski idareye çok faik olduğunu delail-i fiiliye ile ispat etmekten” geçtiğini belirtir. “Yeni idare eski idareden farklı değilse, ortada yine azıcık keyfi idare emareleri var ise…” yapacak bir şey yoktur. Üçüncü meselede de asıl dinsizlik propagandasının önünün alınması gerektiğini vurgular.[47]
Basın üzerinde titizlikle durması, istibdat korkusundan dolayıdır. Nihayetinde TCF de dâhil, çıkardığı gazetenin varlığını devam ettirebilmesi, farklı fikirlere hürriyet imkânının tanınmasıyla mümkün olabilecektir. Cumhuriyetin muhafazakâr görüşleri de kuşatan bir şemsiye olmasını istemektedir. Bu noktada Mussolini’ye atıf yapması oldukça anlamlıdır. Mussolini, “Faşizmin itibarını ihlal eden bütün unsurlardan, faşist fırkası tathir edilmelidir. İtalya’da sükûn ve asayişin tamamıyla teessüs etmesi ve hiçbir surette ihlal olunmaması memleketin vakar ve itibarı nokta-i nazarından mutlaka lazımdır. Muhtelif nevi muhaliflere karşı mücadelede fevk-al kanuni silahlar kullanmaya lüzum yoktur.” demiştir.[48] Böylesine faşist bir lider bile muhaliflerin hürriyet alanından söz etmektedir. Ebuzziya bunu “istibdada, cebir ve tahakküme ilânihaye tahammül olunmayacağı”na bağlar. “Matbuat kanunu teklifi ,… İstanbul’da idare-i örfi ye ilanı rivayetleri… Bunları ileri sürmek isteyen zevat bir az (Mussoluni)’nin vaziyetinden ibret almalıdır.” der.[49]
İnkılâpçılara Yönelik Tenkitler
Muhafazakâr Dokunuşlar
Ebuzziya’nın kullandığı kavramlar üzerinden TCF’yi meşrulaştırma arayışını muhafazakâr siyaset anlayışının bugüne akan yanlarıyla örtüştürmek mümkün gözükmektedir.[50] Ebuzziya Bey’in dönemsel farklılığı Milli Mücadele kadrosunu ve edinilen başarıları bir bütün olarak sahiplenişidir. Lozan Barış Andlaşmasını (24 Temmuz 1923) Türkiye’nin siyasi ve iktisadi bağımsızlığının teminatı olarak görür.[51] “Dünyanın en güzel en şerefli bir zaferini ihraz ettik. İstiklal ve istikbalimizi temin hususunda kıymetçe zaferimizden pek de aşağı kalmayan bir sulh akdine muvaffak olduk…” ifadeleri Ebuzziya’ya aittir.[52] Büyük zaferin mahiyetini “Gazi Paşa’nın, düşmanı vatanın harem-i ismetinde boğacağız” sözünün gerçekleşmesi olarak ele aldığını belirtir.[53] Siyasetin topluma yansıyan yönleriyle muhafazakârlığı ön planda tutan bir kalemden, bu cümlelerin çıkmış olması anlamlıdır. Ebuzziya’nın tenkitleri, manevi değerlerin erozyonu karşısında “inkılâpçı, liberal, laik” olarak vasıflandırdığı kesimlerde varlığını sezinlediği duyarsızlıklara yöneliktir. Bu noktada liberalizme atfettiği anlam da oldukça dikkat çekicidir:
“…ortaya içtimâi (liberalizm) cereyanı çıktı. Bu cereyan da derhal, süratle inkişaf ve tevsi’ etti. Muhafazakârlık, “Kara kuvvet denilen amaller”, bu içtimâi serbestîye karşı da en ufak bir harekete kalkışmadılar. İstanbul’da on on beş senedir ahlaka, namusa karşı (…) günden güne arttığı halde… muhafazakâr denilen zümrenin herhangi bir teşebbüste bulunduğuna dair delil gösterilebildi mi? Bu hakikatler meydanda iken (liberalizm)in, tecditperverliğin her şekli ve hatta en mütefessih ve namussuzca işgaliyle her gün biraz daha müfritâne tatbik edilip dururken, yapılan bütün fenalıkları yine muhafazakârlığa atfetmek bir gaflet, cehalet hatta iftira olabilir mi?”[54]
Liberalliğin temsil kurumlarının önemine atıfla değil de, ahlak ve namusa karşı eylemlerle birlikte zikredilişi, Nurettin Paşa’nın, CHF karşısında, Bursa’dan bağımsız olarak seçimleri kazanmasının ardından da yapılır:
“Yalnız Nurettin Paşa’nın (liberal) küçük beylerce hoşa gitmeyen bir meziyeti var ki o da müşarün-ileyhin akide ve imanını saklamaya lüzum görmemesidir. Eğer o da böyle açık bir meslek ihtiyar edeceğine Halk Fırkasının ekseri mensubiyeti gibi hakiki iman ve akidesini bir müddet izmara tenezzül etse idi şimdi böyle menkûp olacağına, belki mağripten doğuya Halk Fırkası tarafından kemâl-i ihtimamla namzetliği vaki olurdu.”[55]
Hükümete muhalif gözüken Tanin’le farkını da aynı değerler etrafında kurgular:
“(Tanin) içtimâi kanaat itibariyle (laik) ve (liberal) bir gazetedir. Laikliği hemen hemen bütün dini alakalardan büsbütün kat’iyy-üd delale etmemizi tavsiye derecelerine götürür. Bunca asırlık hattımızı bırakarak (Latin) harfinin ikamesini tavsiye eder. Gazi Paşa’yı bir bayram namazına gittiği için tenkit eder. Dansı şiddetle terviç eder. Kumarhaneleri set ediyorsun diye kıyametleri koparır. İçkinin kuvvetle taraftarıdır… velhasıl… memlekete, millete zarar getirecek diye korktuğumuz ne kadar şey varsa (Tanin) onları şiddetle ister… (Tanin) refikimizi daima bizimle beraber addetmek kadar manasız bir şey olur mu?”[56]
Kendisini eleştirenler, laik ve liberal bir hükümet[57] olmasa idi fi kirlerini serbestçe yazamayacağını söylediklerinde “Hâlbuki bu iddia çok yanlış ve çok müfrittir… Hükümet erbabının hürriyet-i matbuatı kendi taraflarından millete verilmiş bir ihsan gibi telakki etmelerini, katiyen kabul etmiyoruz… Bugün herhangi bir hükümet için nasıl “Millete istiklal bahşetmiştir.” denilemezse hürriyet-i matbuatı da bahşetmiştir denilemez.” cümleleriyle milli iradeye gönderimde bulunur.[58] İktidar yanlısı, inkılâpçı, laik, liberal olarak vasıflandırdığı kesimlerden gelen eleştirileri yanıtlarken de muhafazakâr kimliğe vurgu yapar:
“Muhafazakârlığımızı bahane ederek bizi ikide birde irtica ile kurûn-ı vustâ devrinin avdetini istemekle itham edersiniz. Rica ederiz ayıldığınız veya sara nöbetleriniz geçtiği vakit olsun yazdığınızı bir daha okuyunuz... Fransız ihtilal-i kebiri zamanında bile, müfrit zümreler, bu sizin yapacağınızı söylediğiniz kadar çılgınlıklar yapmamışlardır. Mamafih yapmış olsalar da sizler de onların cinayetlerini takdir ve tekrara karar vermiş bulunsanız bile yine bu memleketin en mürteci insanları sizlersiniz. Çünkü Fransız ihtilal-i kebiri üzerinden bugün tam yüz otuz beş sene geçmiştir. Bir asrı mütecaviz zaman evvel kendini şaşırmış ve sermesti inkılâp olmuş bir takım ihtilal tacirinin yaptıklarını bugün tatbike kalkışmak sizlerin nazarında da irticaın en büyüğü değil midir?”[59]
Ebuzziya tenkitlerini inkılâpçı - muhafazakâr ayrışmanın yaşandığı gerilimli noktalar üzerine bina etmektedir. “Acaba (liberal) cereyanın tamamen iktidarda olduğu bu on beş senede, kaç fabrika vücuda getirildi. Kaç kilometre demiryolu yapıldı, hangi yollar tamir edildi?” şeklinde sorular sorar.[60] “Millet içtimâi sahada on beş seneden beri bir girdapta teşevvüş ve inhilale tutulmuştur.” Gençlik rehbersizdir.[61] “Türklüğün mazisi ne olduğunu, atisi ne olmak lazım geldiğini, İslam’ın en büyük ve yegâne hadim ve hamisi olan Türklüğe tarihin ve mukadderatın daha ne vazifeler tahmil ettiğini…” anlatacak bir düşünür ortalıklarda gözükmemektedir.[62] İçki yasağının kaldırılmaması gerektiğine dair düşüncelerini de bu ayrışma üzerine yerleştirmek mümkündür:
“Büyük Millet Meclisi’nin bu vatana ifa ettiği namahdut hizmetlerden biri ve en güzeli men-i müskirât kanununu ısdar etmiş olması idi... Başta (Tanin) ve (Vatan) refi kimiz olmak üzere hemen bütün gazeteler, bir aralık, müskirât kanununun ilgası için o kadar… musırrâne, iltizâmkârane neşriyatta bulundular ki, bu neşriyatın zaten halka rakı içirtmek için dört gözle bekleyen mebusların maksatlarını teshilde büyük tesirler gösterdiği şüphesizdir.”[63]
Liberal, laik tezler, nihayetinde Halk Fırkasının bir kanadından destek bulmaktadır:
“Halk Fırkasının müfrit muharrirlerinin en büyük hatası da işte her hadisede ortaya birden itikat meselesi çıkarmaları, herkesin iyi veya fena insan olmasını dinsizliği veya dinliliği ile ölçmeye… kim dini itikadını izhar ederse, kim yanılıpta bir medeniyet-i İslamiye vardır, … garp medeniyetine faiktir derse… enva-ı maksat-ı hafi ye-i siyasiye beslemek töhmetiyle bırakılır… Esasen memlekette adat-ı İslamiye’nin muhafazasına en ziyade taraftar olmamızla beraber biz dinin herhangi bir maksat-ı siyasiyeye vasıta olmasına şiddetle aleyhtarız.”[64]
Darülfünunlu bazı kız öğrencilerin barlarda sarhoş vaziyetleri basına yansır. Ebuzziya, yürütülmekte olan garplılaşma anlayışının yanlış yönlerine atıf yapar:
“Asrilik ve garplılığı hepimiz isteriz. Garbın taklit ve iktibas olunacak fazileti ve fevaidi vardır… Biz ise asriliği yanlış anlamak, içtimâi sahada serbestliği her türlü kuyut-u ahlakiyeden tecrit edecek dereceye vardırmak yüzünden hattı kabih hususunda garbı da geçtik. Filhakika bugün garp memleketlerinin sokaklarında bizdeki sarhoşluğun yüzde biri bile görülmeyeceği gibi… garp nisvanı arasında bir tane meyhaneye giden aile kadını, bara müdavemet eden Dâr-ül-fünûn talebesi bulup göstermek kabil değildir.”[65]
Hayatın sosyal yönlerine ilişkin muhafazakâr değerlerin terkinin inkılâpçı aydınlarda yeni başladığını belirtir. Milli Mücadele döneminde Hâkimiyet-i Milliye bile en sert tepkileri verebilmektedir:
“Mücahede senelerinde İstanbul’da şimdi gördüğümüz vecihle, ecnebilerle bir arada… dans etmek gibi vukuat oldukça, Anadolu buna isyan eder, Büyük Millet Meclisinde münakaşalar olur, beyannameler neşredilir,… (Hâkimiyet-i Milliye) gazetesinde bile tevbihâmîz makaleler intişar ederdi… işgal def ve ref edildikten sonra ahlaka karşı hin-i inzibatkârane tedâbîr ittihazı usulü terk edildi. Bilakis garpçılık cereyanı unvanıyla ihdas edilmiş olan hareketler teşvik… olundu.”[66]
Ahlak anlayışına ters gelen hususların tenkidi noktasında, içinde bulunduğu dönemin, Mütareke Dönemi (1918-1922) ile kıyaslanmayacak zıtlıklar oluşturduğu kanaatindedir:
“Geçen sene Florya’da erkeklerin kadınlarla açıktan denize girmesine de müsaade olunmuştur. Yalnız adet ve itikadımızın değil, fakat terbiye ve saygımızın da müsaade olunmadığı bu serbestiyi… İstanbul valisi verdi... bu serbestiye biz işgal zamanındaki ecnebi sansürüne rağmen yine şiddetle itiraz etmiş ve her fırsat düştükçe (Florya Kepazelikleri) diye ağır ağır şikayetler yazmıştık… ne kadar elimdir ki ecnebi sansürü zamanında az çok serbest ifade edebildiğimiz fi kirlerimiz, bugün de tekrarlayınca hatır ve hayale gelmez itiraza maruz kalıyoruz.”[67]
Ebuzziya’nın liberal, inkılâpçı, laik aydınlarla girdiği tartışmalarda polemik yanının oldukça güçlü, felsefi derinliğinin ise olabildiğince sığ olduğunu söylemek mümkündür. Liberalliğin, temsili demokrasinin imkân alanlarını oluşturduğu noktasında bir kanaatine rastlanılmamaktadır. Cumhuriyet, temsili kurumların farklılaşması üzerinden yükselmeyecekse, TCF’ye ne gerek vardır? Laiklik ve inkılâpçılık meselesinde de toplumun hangi zemin üzerinde değişmesi gerektiğini izah etmemektedir. “Medeni hayat nasıl kurulacaktır? Dinin milli kimlik içindeki yeri nasıl müzakere edilecektir?” tarzında çoğaltılabilecek sorulara bir cevabı yoktur. Polemikçi üslubunun en sert yanlarını ise, Cumhuriyet Halk Fırkasının müfritleri dediği kesimlere dönük kullanacaktır.
CHF’nin Müfritleri
CHF içerisinde, inkılâplar gerçekleştirilene kadar tek parti vesayetinde ülkenin yönetilmesinin doğru olacağını düşünen radikal bir kanat vardı ki dönem yazınında “müfrit” kelimesi ile nitelenmişlerdir. TCF’nin kurulduğu günlerde İstiklal Mahkemelerinden, idamlardan söz edilmiştir. Nihayetinde İsmet Paşa, partisinin meclis grubunda, İstanbul için sıkıyönetim istemiş, kabul edilmeyince 21 Kasım 1924’te istifa etmek durumunda kalmıştır. Radikal kanattan gelen bu talebin reddinde Mustafa Kemal Paşa’nın destek vermemesinin etkisi olduğu düşünülmektedir. Zira Fethi Bey’i başbakanlığı kabule ikna eden de cumhurbaşkanının ılımlı tutumu olacaktır. Recep (Peker) Bey’in, Fethi Bey kabinesinde içişleri bakanı olması, radikal kanadın / müfritlerin hükümete desteği anlamına geliyordu. Recep Bey, 5 Ocak 1925’te, İstanbul Belediye Başkanı’nın seçimle gelmesi kanaatinde olan Fethi Bey’le anlaşmazlığa düştüğünü gerekçe göstererek, istifa etmiştir.[68] Parti içi dengeleri gözetleyen bir kalem için, bu istifanın, çok derin anlamları olsa gerektir. Ebuzziya ilk gün şöyle der:
“Recep Bey’in istifasına sebep olarak İstanbul şehremanetinin mansıp veya müntehip olması meselesinden mütevellit ihtilaf gösteriliyor. Recep Bey, filhakika İstanbul şehremanetlerinin hükümet tarafından mansıp olması fi kir ve kanaatinde idi… Recep Bey’in böyle durup dururken istifası bilhassa mensup olduğu fırkayı ıdrar edecek bir mahiyettedir. Çünkü Halk Fırkasının müfrit ve galip ekseriyeti, İsmet Paşa’nın istifasına muarız idi. Paşa’nın yerine getirilmiş olan Fethi Bey’e de ancak hatır için taraftarlık ettiği şüphesizdi. Bu taraftarlığını da Fethi Bey Kabinesine, İsmet Paşa Kabinesinde en kuvvetli unsur olan Recep Bey’in tekrar dâhil olması şüphesiz teshir eylemişti. Şimdi bu zatın çekilmiş olması Halk Fırkasının müfrit ve mevkie hâkim ekseriyetinde, Fethi Bey’in mevkiini büsbütün sıkıntıya ilka edeceği muhakkak gibidir.”[69]
İstifa olayının parti içindeki dengelere işaretle ele alınması oldukça dikkat çekici bulunmaktadır. Ebuzziya’yı endişeye sevk eden nokta, istifanın Fethi Bey kabinesini düşürecek gelişmeleri tetiklemesidir. Nitekim “Halk Fırkasının mütenüfuz ekabirinden,… Siirt Mebusu Mahmut Bey… (Hâkimiyet-i Milliye’de) yazdığı bir makalede, şehremanetinin müntehip olup olmaması meselesinin daha evvel fırkada bir karara raiyeti mümkündü.” demiştir.[70] Yani parti içinde müfritlerin uzlaşı arayışı bulunmamaktadır:
“Halk Fırkasının müfrit zümresine mensup olan Mahmut Bey’in, Recep Bey’in istifasıyla meselenin halledilmediğini söylemesi, müfrit zümrenin intihap aleyhinde olduğuna delildir… Fethi Bey nokta-i nazarında ısrar eder, müfrit zümre de Recep Bey’in içtihadını kabul ederse o halde Fethi Bey için yapılacak şey çekilmekten ibaret kalır… Herhalde bugün Halk Fırkasında bir müfrit bir de mutedil zümre bulunduğuna ve bu iki zümre arasında için için birtakım ihtilafat hükümferma olduğuna şüphe edilemez.”[71]
Nihai hükmünü “Şu halde Recep Bey’in fırkanın müfrit zümresiyle de anlaştıktan sonra çekilmiş olduğunu… kabul etmek lazım gelir.” cümlesiyle verir.[72] Mutedil kanadın zayıf olduğu, nihayetinde onlara yaslanan Fethi Bey’in çekileceği beklentisi açıkça vurgulanmakla birlikte, nedeni üzerinde durulmamaktadır. Bir yanda CHF’nin dar bir zümreyi temsil ettiği, gerçek cumhuriyetçilerin iktidar partisinin dışında olduğunu söylerken, diğer yandan yapılacak seçimlerde muhalefetin şansının olmadığını söylemektedir. “Müfrit gazetecilerin ara sıra irtica tehlikelerinden bahsetmelerine rağmen teşevvüşatı mucip… hiçbir mesele-i siyasi yoktur… Millet… muhafazakâr ve milli adetlerine çok merbut olmakla beraber (laik) ve (liberal) cereyanların siyasi cihetleriyle hiç meşgul değildir.” değerlendirmesi de Ebuzziya’ya aittir.[73] Muhafazakârlığın bu kadar güçlü olduğu bir evrede mutediller, müfrit inkılâpçılara neden mağlup olacaklardır sorusunun cevabı verilmemektedir. Ebuzziya, “Halk Fırkasının müfrit mensuplarından ve gürültücü muharrirlerinden biri geçenlerde makalelerinden birine, sizleri (yani mürteci ve muhafazakârları) murdar kanlarınızın… içinde boğacağız, sözleriyle hitam vermişti... ” diyerek tartışmayı devam ettirir.[74] “Halk Fırkası içinde bu tarzda düşünen ve inkılâp namına böyle… bir siyaset takibini yine inkılâp muktezası ve icabı… addeden, yalnızca o satırların muharririnden ibaret değildir… Kendileri gibi düşünmeyen her kelleyi uçurmanın lüzumuna ikna ve kail bulunan bir nüf’e şüphesiz mevcuttur.” ifadeleri müfrit kanadın tasvirine dairdir.[75] Gene aynı kesimleri “Hiçbir inkılâbı,… kan ile cebir ve zulüm ile tahakküm ve istibdat ile teessüs etmiş ve payidar olmuş bulamazsınız.” cümlesiyle ikaz eder.[76]
Memleketin iktisadi vaziyeti siyasi didişmeleri kaldırmayacak bir noktadadır. “İstanbul’un Müslüman halkı bu kadar sefalet, bu kadar mahrumiyet, bu kadar yürekler yakıcı zaruret içindedir… Beyoğlu’na çıktınız mı akıllara durgunluk, yüreklere dehşet gelmemek kabil değildir… İstanbul’un zulmet ve matemi ile acı acı istihzar edecek ezvak… içinde…” Türkler gayrimüslimleri refah içinde yaşatacak sefaleti neden yaşamaktadırlar?[77]:
“Bir iki haftalık ahvali göz önüne getirelim. Fethi Bey mevki-i iktidara çıktığından beri hiçbirimize huzur-u fi kir ve selamet-i akıl ve muhakeme gelmiş midir? Nedir o son günlerin debdebeleri bütün memleketi sinirlendiren mücadele ve münakaşaları? Şehremanetinin müntehip veya mansıp olması meselesi halledilirse bütün memleket derhal refaha şahit olacak… değil mi? İşte bizler bu gürültüler, davalar ve iddialar ile vakit geçirirken, öbür tarafta Rum, Ermeni ve Yahudi… çalışıyor, son menabi-i hayatiyemize de vaziyet ediyor; memleketin ticaretine bir kat daha sahip çıkıyor. Gecesini gündüze katıp varımızı yoğumuzu elimizden alıyor.”[78]
“Bizler didişirken” tarzında genel ifadeler kullanılmakla birlikte asıl kastedilen topluluk müfritlerdir. Durup dururken hükümette bir istikrar meselesi ortaya çıkarmışlardır. Müfritlere tenkidinin meşru zemini, milletçe duyulacak refahın istikrarla geleceği beklentisidir. Fethi Bey’in geri adım atması, mutedil bir devlet adamı olduğunu göstermiştir:
“Eğer o meselede Fethi Bey, nokta-i nazarında ısrar edip de bir buhrana sebebiyet vermiş olsaydı bu buhranın mesela fırkanın inkısâma uğraması gibi netayici tevlit etmesi de kuvvetle muhtemel idi. Bu hal ise yine bir müddet için sükûn ve istikrardan mahrumiyetimize bâis olacaktı… Fethi Bey’in itidali… ile dağdağasızca halledilmiş olması, yeni kabine rüesasının elinden geldiği kadar temin-i sükuna çalıştığına bir delildir.”[79]
Huzur ve istikrarı Gazi Paşa da istediği için “…ihtilaflar, istifayı müteakip bir aralık hat bir şekil aldıktan sonra Gazi Paşa’nın müdahale ve irşadıyla zahiren olsun izale edilmiş, ortalığa nispi bir sükûnet” gelmiştir.[80] TCF, Fethi Bey ve Gazi Paşa yapılan yorumlarla yan yana getirilmeye çalışılır. Bunu da TCF’nin, tarafsız cumhurbaşkanı özlemiyle örtüştürmek mümkündür.[81]
Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesine Gidiş
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925’te patlak vermiştir.[82] Dönem basınına benzer bir şekilde Tevhid-i Efkâr’da konunun gündeme taşınması on günlük bir gecikme ile mümkün olabilmiştir.[83] Ebuzziya, isyanı, öncelikle “Musul meselesinden dolayı İngiliz kışkırtması” şeklinde ele alır:
İrtica, tarikat, şeyh kavramlarını kullanmamaktadır. Vurgusu dış etken üzerinedir. “Dört sene müddet ile mülkü dört tarafından sarmış olan gaddar ve zalim düşmanlar ne kadar Türk kesmek, imha etmek, memleketimizi ne kadar harap eylemek kabil ise yaptılar.” der.[85] “Cenup hudutlarında İngiltere, Garp hudutlarımızda Yunanistan birbirimize düşmemizi nâşikibane bekliyorlar. İngilizler bize karşı husumetlerinden bir zerresini unutmamışlardır, hakkımızdaki imha siyasetlerinde eskisi kadar musırdırlar.” değerlendirmesinde bulunur ve muhalif bir yazar olarak, “Millet de bu hususta bütün himmet ve hüsn-ü niyetini sarf etmeye hükümetin etrafında toplanıp ona müzahir ve muin olmaya mecburdur.” çağrısını yapar.[86] Hükümete verilen destek oldukça anlamlıdır. Zira bu değerlendirmenin kaleme alınmasından iki gün önce, İsmet Paşa Ankara’ya davet edilmiştir ve sabık başbakanı Ankara garında karşılayan Cemil Ubaydın, Mahmut Esat Bozkurt, Abdülhalik Renda gibi partinin radikal kanadından isimlerdir.[87] Fethi Bey’in çekilmesi an meselesidir:
“Zavallı Fethi Bey,… mevki-i iktidara geldiği günler, başlıca gayesinin memlekette sükûn ve istikrarı teminden ibaret olduğunu söylüyordu. Fikirlerde, zihinlerde, hatta akidelerde bu kadar teşevvüş olduğu böyle bir zamanda sükûndan, istikrardan bahsetmek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Nitekim felek, Fethi Bey’den derhal intikam almaya karar vermiş gibi görünüyor… (Genç) hadisesi namıyla bir hadiseden bahis olunmaya başlandı… kabahati kime bulacağımızı henüz tayin edememiş iken, İsmet Paşa bir sabah aniden trene binip Ankara’ya gitti… Evvel emirde azimete saik olarak ehemmiyetsiz bir iki mesele gösterilmiş iken arifesinde hükümet tebdilinden umumi idare-i örfi ye ilanı ihtimallerinden bahis olundu.”[88]
Hükümetten gelen izahlar, hadisenin dini ve hilafeti istismar ederek bir Kürt devleti kurmayı hedefleyen dış tahriklere dayalı bir ayaklanma olduğu şeklindedir. Ebuzziya irtica etkenini ciddiye almaz:
“Bizce bu kadar vâsi mikyasta bir harekete başlıca sebep olarak irticaı göstermek, pek kestirme hüküm vermek demektir. Bu hareket karşısında, her şeyden evvel, kemâl-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınacak bir nokta vardır ki o da bidâyet-i meşrutiyetten beri bu kabil hareketlerin birçok defalar tekerrür etmiş olmasıdır… Binaenaleyh (Genç) ve havalisinde zuhur etmiş olan bugünkü hareketin sırf bu zamana ait ve behemehal bugünkü inkılâptan mütevellit addetmek,… meselenin mahiyetini pek sümmettedarik esbap ile izah eyleyerek kestirip atmak demektir.”[89]
Asıl belirleyici olan merkezden uzak sahalarda kamu otoritesinin zaafıdır. İyi yetişmiş bir bürokrasiye sahip olamamaktır. Geniş çaplı bir isyanın hazırlığı yıllar önceye dayanması gerekir. Bölgedeki memurlar hadiseyi hissetmişler, etkisinin büyüklüğünü görememişlerdir. Şeyh Sait’in bağımsızlığı hedeflemesi de İngiliz ve Fransız etkisini göstermektedir. Hilafet meselesinin kullanıma sokulması ise Osmanlı hanedanı açısından oldukça hazin bir durumdur:
“Eğer sabık hanedan azası, böyle tahrikât-ı melunâneye alet oluyorlarsa, Türk’ü birbirine kırdırmak pahasına herhangi bir emele nail olacaklarını zannetmekle en büyük bir gaflet-i caniyede bulunuyorlar demektir. Vahdettin’in akıbeti de acaba bunlara badî-i ibret olamadı mı?”[90]
Hadisede “İngiliz parmağı olduğu hiç şüphe edilemez.” iken, “Kürt vatandaşlarımızın Türklüğün ve Müslümanlığın bu ebedi düşmanlarının iğfâlâtına alet olması ne kadar yürekler yakıcı bir hatadır.” Gene “hudut-u kurbiyetinden dolayı harici düşmanların tahrikâtından gıda almış olan bir hareketin memleketin sair aksamındaki fikri münakaşatla bir alakası olmaz.” vurgusu irtica ile ilişkilendirip içerideki muhalifleri bitirmek isteyen inkılâpçı aydınlara dönük olsa gerektir.[91] Gene burada Türklüğün Müslümanlıkla birlikte zikredilişi, “Türk’ü Türk’e kırdırmak” bağlamında bölge insanının Türk milleti bütünlüğünde ele alınmış olması, muhafazakâr bir kalem olarak milli kimliği etnik/ ırki /soy kategorilerini aşkın bir bütünlükte kavradığını göstermesi açısından önemli bulunmaktadır.[92]
25 Şubat 1925’te, TBMM’de, Şeyh Sait İsyanı müzakere edilir.[93] Fethi Bey, isyanın dış faktörüne dair açıklamalarda bulunur. Dini taassubun kullanıldığı anlatılır. TCF lideri Kazım Karabekir de hükümete destek vermektedir. Bunlar Ebuzziya’nın tezleriyle örtüşür. “Ecnebiler Anavatan içinde tahrikât yaparak Türk’ü birbirine kırdırmak faciasını hareket-i milliye esnasında da müteaddit defalar tecrübe etmişlerdi… Türklük haricin kendi mukadderatı ile oynamasına çokluk mütehammil değildir… Türk milleti dinine kimsenin müdahale etmesine müsaade edemez… Karabekir Paşa’nın… hükümete vaat ettiği bilâ kayd-u şart müzaheret bu vahdetin bütün memlekete numune-i imtisal olacak pek müessir ve mühim bir burhanıdır.” der.[94] Nitekim Elazığ’da halk, isyancıları püskürtmüştür. İsyan sahası gittikçe daralmaktadır. “Hükümetçe ittihaz edilmiş olan tedâbîr-i müessire neticesinde kuvâ-yı müteharrike de sürat-i lâzıme ile hadisat sahasına yetişirse isyanın bastırılması imkânı büsbütün teshil edilmiş olur.”[95]
Elazığ tenevvür etmiş (aydınlanmış) bir yerdir. İsyana ilk etapta destek şehirleşmemiş, kırsal alanlardan gelmiştir. “Ora ahalisinin bir kısmının Kürt de olmayıp lisanı ve hatta ırkı büsbütün ayrı (Zaza) denilen kavme mensup bulunduğu söyleniyor. Bu (Zaza) lar ise memleketlerinin merâkiz-i irfandan çok uzak bulunması… itibarı ile galiba Türkiye’nin en cahil insanlarıdır. Hatta bunların hiç Türkçe bilmedikleri ve konuşmadıkları da, oraları tanıyanlarca temin olunur.”[96] Demek ki mesele ülke geneline sirayet ettirilecek mahiyette irtica ile ilgili değildir. Kırsalda kalan, merkezle bağı zayıflamış, dar bir çevrenin insanlarıyla ilişkilidir. Üstelik şehirleşmiş bölgelerde isyancılar tutunamamaktadır. Vaziyet asker gelmeden böyle ise tenkil harekâtı başladıktan sonra çok daha iyi olacağını tahmin etmek zor değildir. O halde “Bir taraftan halis vatandaşların gösterdikleri celadet ve fedakârlık, diğer taraftan hükümetin seri tedâbîri sayesinde vaziyetin salaha yüz tutmasından… cidden müteselli olmalıyız.”[97] Diyarbakır kırsalında da bazı aşiretler, asilere karşı toplanmaya, askeri kuvvetlerle hareket etmeye başlamışlardır. “Bütün bu iyi haberler ispat ediyor ki isyan Genç vilayetinde mevzi bir mahiyette kalmış ve her taraftan asilere karşı sevk edilen kuvâ-yi askeriyemiz harekâta başlar başlamaz Şeyh Sait ve avenesinin cumhuriyetin kahhar kuvveti karşısında tamamen tenkil edilecekleri şüphesiz bulunmuştur. Bu neticenin ise çok uzun sürmeyeceği, kuvvetlerimizin iki gün evvel bir taraftan (Harput)’a ve diğer taraftan (Diyarbakır)’a vasıl olmalarından anlaşılmaktadır.”[98]
Memleketin dört bir yanından gelen birlik tavrı “dini tahrikâtın artık halkı iğfal edemediğini ispat eylemiş”tir.[99] Elazığ, bölgeye örnek teşkil etmiş, “İsyanın tevsii imkânsız hale gelmiştir.” İsyan, bölgenin cahilliğinden, fakirliğinden ve idare zaaflarından doğmuştur. İstiklal gazetesi muhabirinin şark vilayetlerinden yaptığı haber de bunu doğrulamaktadır.[100]
3 Mart 1925’e kadar yazdığı yazılarda CHF’nin müfrit kanadı olarak gördüğü kesimlere muhalefetini sürdürmüştür. İsyanın dar bir bölgeye sıkıştığı, irtica ile değil, cehaleti istismar eden dış tahrikler neticesinde olduğu tezini işlemiştir. TCF’yi desteklemiş, Fethi Bey kabinesine karşı ılımlı bir tavır almıştır. 3 Mart’ta rejinin kaldırılmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir ki konuyu daha önce de işlediği için beklentisinin gerçekleşmesi bağlamında doğal bulanabilir.[101] Bir gün sonra yaptığı değerlendirmede “İsyan sahasından bir iki gündür alınan haberlerde vuzuh yoktur…. İstikrarın en ziyade taraftarı olan sabık başvekil bütün zaman hükümette istikrarı muhil vukuat ile karşılaşmış olduğu gibi nihayet istifaya mecbur olmak suretiyle…” der.[102] Yeni kabinenin İsmet Paşa tarafından kurulacak olmasını ve özellikle Müdafaa-i Milliye Vekilliğini Recep Bey’in üstlenmesini olumlu bulur.[103] Asıl kırılma son yazısında görülür:
“Son fırka toplantısında Paşa’nın… yeni kabinenin hattı hareketi “şedit” olmaktan ziyade “azimkâr” olacağını, şiddetle hareket eylemek lazım geldiği zaman dahi adalet ve haktan ayrılmayacağını ümit ettiriyor. İsmet Paşa adilane hareketin halkın muhabbetini nasıl celp eylediğini geçen seneki İstiklâl Mahkemesi ile de tecrübe etmişti. Şedit fakat adaletle hareket eden İstiklâl Mahkemesi ancak adaletli kararlarıyladır ki halkta yeni idareye karşı büyük bir itimat ve muhabbet celp etmiş, memlekette hakikaten bir inkılâp yapılmış olduğunu ispat eylemişti. Memlekette sükûn ve emniyetin bilhassa böyle bir isyan hadisesi mevcut iken… tedâbîr-i adiye ile temin edilebileceğini iddia etmek elbette mümkün değildir… Halkın huzur ve sükûnunu teminde tedâbîr-i fevkaladeye de şiddetle müracaat olunabilir.”[104]
Hâlbuki 20 Kasım 1924’te, “Biz İstiklâl Mahkemesi ile tehdidin ne olduğunu gördük.” demişti.[105] Dönem boyunca bütün mücadelesini müfrit inkılâpçılara karşı yapmıştı. Olağanüstü yöntemlerin huzur ve istikrarı bozduğunu belirtmişti. İsyanın dar bir bölgeye sıkıştığını, bölgeden gelen haberlerin umut verici olduğunu söylemişti. Olağanüstü tedbirlere dair hiçbir atfı yoktu. Yukarıdaki görüşleriyle Ebuzziya, aylardır tenkidini yaptığı Hâkimiyet-i Milliye gazetesi yazarlarıyla buluşmuştur. Bu keskin dönüşün sebebi, fikir ve kanaatlerindeki değişmeden ziyade, olağanüstü bir dönemi en az zararla atlatmak kaygısı olsa gerektir. Nitekim aynı gün gazetesi kapatılmış, kendisi de Şark İstiklâl Mahkemesine gönderilmiştir.[106]
Mahkemede, diğer muhalif gazetecilerden Sebilurreşad yazarı Eşref Edib Bey, Son Telgraf’tan Sadri Edhem ve Fevzi Lütfi Bey, Toksöz gazetesinden Abdülkadir Kemalî Bey, Vatan gazetesi sahibi Ahmed Emin Bey ve gene aynı gazetenin muharriri Ahmed Şükrü Bey ve İstiklal gazetesinden İsmail Müştak Bey, Sayha gazetesi muharriri Gündüz Nadir Bey ve İleri gazetesi muharriri Subhi Nuri Bey ile birlikte yargılanmışlardır. 13 Eylül 1925 tarihli aldığı tahliye kararında, “isyanla alakadar olduklarına dair temin-i vicdana kâfi delâil ve saik görülemediği ve fakat kasta makrun olmasa bile yazılarının bu havalide su-i te’sir hâsıl ettiğine kendileri de kail ve bu halin binnetice ibret ve intibahı mûcib olduğu anlaşılmasına ve Reisicumhur Hazretlerine takdim ettikleri ve aynen kıraat olunan telgrafları da bunu teyit ettiğine binaen beraatlarına…” denilmektedir.[107] Ebuzziya’nın mahkeme heyetiyle, isyan bağlamında, fi kir ayrılığının olmaması da tahliyesini açıklayan bir husus olsa gerektir. Aynı mahkeme Şeyh Sait’in idam kararına “Güya dini ve şer’i ve fakat herhalde müstakil bir Kürdistan teşkil ve te’sis eylemek emel ve maksadı ile Hükümet-i Cumhuriyye aleyhine…” cümlesiyle giriş yapmaktadır.[108]
Heyetin hükmüne İngiliz ve Fransız faktörü eklendiğinde Ebuzziya’nın yazdıklarına ulaşılmaktadır. Bu bağlamada neden yargılandığı bile sorgulanabilir. Suçsuz bulunmuş olmasına rağmen, uzun bir müddet yazı hayatına ara vermek durumunda kalmasını, otoriter siyasetin muhalefete çektiği sınırlarda, söyleyecek sözünün olmamasına bağlamak mümkündür. Zira incelenen dönem içerisinde, Ebuzziya’nın polemiği aşan, felsefi derinliği olan bir cümlesine rastlanılmamıştır.
Sonuç
Milli Mücadele’nin başarıyla neticelenmesinin ardından, kurucu lider ve etrafındaki kadro, Türk inkılâbını gerçekleştirmek üzere Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmuşlardır. Parti içinde radikal değişimlere karşı mesafeli bir seçkinler grubu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası etrafında örgütlenerek muhalefete geçmişlerdir. Muhafazakâr duyarlılıkları oldukça güçlü olan, Tevhid-i Efkâr gazetesi başyazarı Ebuzziya, siyasal ayrışmada TCF’den yana tavır almıştır. Yeni partinin bir programa sahip olmasını önemsemekle beraber, desteğinin temelinde, toplumsal yaşama ilişkin gerçekleştirilmek istenilen köklü dönüşümlerin önünde bir tür denge mekanizması olarak TCF’yi görmesinin yattığını söylemek mümkündür.
Ebuzziya, CHF içerisinde güçlü bir konumu olan radikal inkılâpçıların toplumda bir karşılığı olmadığını belirtmiştir. Laiklik, inkılâpçılık, liberallik karşısında muhafazakârlığa hâkimiyet-i milliye kavramı etrafında yer açmak istemiştir. Kadınların eğlence hayatında görünürlülüğünün artması, içki yasağının kaldırılması gibi konularda ahlak ve namus kavramları çerçevesinde laiklik ve liberallik üzerinden “müfrit inkılâpçılar” olarak tanımladığı aydınları tenkit etmiştir. Hâkimiyet-i milliye ve cumhuriyet kavramlarını, sıklıkla kullanmasına rağmen, tarihi arka planıyla özümsediğini söylemek zordur. Bahsi geçen kavramların teolojiyle, felsefeyle; toplumların yaşadığı büyük dönüşümlerle ilişkisi olmasına rağmen, Ebuzziya’nın sığ polemiklerin ötesine çıktığını söylemek mümkün gözükmemektedir.
Muhafazakâr bir aydın tavrıyla, Milli Mücadele’nin kazanımlarını bir bütün olarak sahiplenmesi, kurucu liderin süreçteki payını takdir etmesi, Türk milleti olgusunu milli kimlik olarak takdimi dikkati çeken yaklaşımlarıdır. Bu noktalardaki sosyolojik tutarlılığı Şeyh Sait İsyanı’nı etnik / ırki temelli bir hadise olarak değil, modernleşme açığına gönderimde bulunan kavramlarla izah etmesine neden olmuştur. Eğitimsizliği, kırsallığı, şehirleşememeyi istismar eden dış faktörün kışkırttığı bir hadise olarak meseleyi değerlendirmiştir.
CHF içerisinde radikaller iktidara gelene kadar, TCF çizgisindeki duruşunu korumuştur. Olağanüstü yöntemlerin gerekli olmadığını vurgulamıştır. Radikal kanadın yönetimi üstlenmesiyle birlikte, aylardır müfrit inkılâpçılar olarak gördüğü aydınlarla aynı çizgiye gelmiştir. İktidar müdahalesinden, üslup değişikliği ile kurtulacağını zannetmesi de, cumhuriyet ve hâkimiyet-i milliye kavramlarıyla felsefi temassızlığından olsa gerektir. İktidarın otoriterleştiği bir dönemde soluğunun duyulmamasını başka türlü izah etmek zor görünmektedir.