Devletler tarih boyunca idarî, askerî, siyasî, dinî vb. sebeplerden dolayı kişileri ya da toplulukları “sürgün” etmeyi bir metod olarak kullanmışlardır. Sürgün yeri, sürgünün mahiyetine göre değişmekle beraber bazen merkeze uzak, sakin, etkisiz bir yer olabildiği gibi, bazen de merkeze yakın, manevî olarak insanları onore edecek bir yer olabiliyordu.
Üç semavî din için de kutsal merkez kabul edilen Kudüs, Ortaçağlar'da bir sürgün yeri olarak da karşımıza çıkmaktadır. Kudüs’ün bir sürgün yeri olması Emeviler döneminde başlayıp Abbasiler dönemi boyunca devam etmiştir. Ancak Kudüs’ün bir sürgün yeri olması tam manasıyla Memlûklar döneminde şehre damgasını vurmuştur.
Emeviler döneminde tasavvuf hareketinin ortaya çıkması ile Kudüs, tarikat ehli için bir sığınak ya da sürgün yeri olarak kendisini gösterdi. Sürgünler özellikle Emevi bakışına uymayan eğilimler için uygulandı. Kadirî görüşlerinden dolayı Savr b. Yezid, Şam’dan Kudüs’e gelmek zorunda kalmış ve 770 yılında orada ölmüştür. Abbasilerin Mısır Valisi Ebu Mansur Tekin el- Hazarî ise, sufı Hasan el - Dineverî’yi Kudüs’e sürgün etmiştir. Daha sonra Ebu Mansur Tekin vasiyeti gereği 933’te Kudüs’te defnedilmiştir[1]. Ancak bu dönemin sürgünleri her zaman zoraki bir sürgün şeklinde olmuyordu. Bazen devlet ve dünya hayatından elini eteğini çeken ve kendisini Allah’a adayan Gazzali gibi büyük alimler için de gönüllü bir sürgün veya daha doğru bir ifade ile inzivaya dönüşebiliyordu[2].
Emeviler daha iktidarlarının ilk yıllarından itibaren, Hilafet mücadelesinde Kudüs’ün kutsallığını ön plana çıkardılar. Bu çerçevede başlayan dinî spekülâsyonlar ve tasavvuf hareketinin getirdiği yeni boyut, Kudüs’ü bir çekim merkezi haline getirmiştir. 9. yy. başlarında Kudüs’e yerleşen ilk dinî-tasavvufi grubu teşkil eden Kerramiler[3]den başlayarak Kudüs, Tulun-oğulları, Eyyübîler ve Memlûklar dönemi boyunca birçok dini-tasavvufi grubun merkezi haline geldi[4]. Kudüs, Anadolu-Suriye-Mısır hac yolunun üzerinde bulunuyordu. Hacıların Kudüs’teki kutsal yerleri ziyaretleri haccın adeta bir parçası haline gelmişti. Zengiler döneminde başlayıp Salahaddin Eyyubî tarafından doruğa çıkarılan cihat politikası da Kudüs’ü geniş halk kitleleri ve onların popüler temsilcileri olan bu dinî-tasavvufi gruplar açısından önemli kılmıştır. Artık Kudüs’ü görmek ve orada defnolunmak, başta bu mistikler olmak üzere geniş halk kitleleri için bir amaç haline geldi ve fezail kitaplarının başlıca konuları arasına girdi. Bütün bunlar Kudüs’ü gönüllü inzivaların ve aynı zamanda devlet merkezlerinde yer veya yüz bulamamış şahısların uğrak yeri haline getinniştir.
Konumuzu asıl ilgilendiren Memlûklar döneminde ise Kudüs tam bir sürgün yeridir. Daha önceki sürgünlerden ayrılan vasfı ise, sürgünlerin büyük ölçüde idarî sahayı kapsamasıdır. Öyle ki Memlûkların Kudüs’ü idare anlayışının esasını bu sürgünler oluşturmaktaydı. Zira Harem-i Şerif dokümanlarındaki memurların biyografilerinden Kudüs’e atanan memurların neredeyse yarısının sürgün olduğu görülmektedir[5]. Memlûklar döneminde bu tür sürgünler “battal” olarak adlandırılmıştır[6].
“Battal (نطال) kelimesi Arapça “batala" (بطل) kökünden gelir. Batala, konuşmayı bırakmak, terketmek, kaybetmek (sesini kaybetmek), yürüyecek durumda olmamak[7] anlamlarına gelmektedir. Bu kökten gelen battal ise, ziyan ve hüsrana giden, faal olmayan, işe yaramayan, atıl[8] manalarına geldiği gibi gereksiz, boş, fazla değeri olmayan, işsiz olan, istirahatta olan[9], hükümsüz, kolay kolay kullanılmayacak kadar büyük, hantal, hükümsüz evrak manalarına da gelmektedir[10]. Ayrıca kahramanlığı belirten bir unvan olarak da kullanılmıştır[11].
Eyyubiler devrinde sürgün anlamında "battal" şahıslara rastlanmamasına rağmen “Battalun” adı altında askerî bir sınıf bulunmaktaydı[12]. Bunların mesleği askerlik olduğu halde belli bir görevi olmayan ve düşük maaş alan emekli askerler ya da ihtiyat kuvvetleri oldukları zikredilmektedir[13]. Yine de bunlar gerek içteki siyasî-askeri faaliyetlerde, gerekse Nube ve Yemen bölgesindeki askerî faaliyetlerde ve Haçlılara karşı savaşlarda kullanılmışlardır[14]. Zengiler döneminde de “Battalun" adı altında “nafaka” ve aynı zamanda ücret karşılığı çalışan, fakat hiçbir görevi olmayan kişilerin bulunduğu zikredilmektedir[15]. Gönüllü olan ve bir milis kuvveti olarak anlaşılan bu Battalun kişiler her savaş başına ücret veya savaşa katılma ödeneği alırlardı. Aldıkları bu ücret veya ödenekler Divan el-Ceyş adlı defterlere kaydedilirdi[16]. Aslında Yakındoğu’daki Türk-Islam devletlerinde her bölgede farklı isimler altında olmak üzere gönüllü, mahallî manada milis kuvvetleri bulunmaktaydı. Anadolu’da; Ahiler, Abdallar, Gaziler, Alperenler, Babalar; Suriye ve Filistin’de, Ahdas teşkilatı şehirlerin ve beldelerin korunmasında merkezî otoritenin yanında veya ona rağmen mevcudiyetlerini sürdürürken, bazen de cihat ve savaşlara gönüllü ya da belli menfaatler karşılığında merkezi otoritenin yanında bulunabiliyorlardı. Nitekim Nureddin Mahmud Zengî, Banyas kuşatması sırasında bu gönüllü milis kuvvetlerinden istifade etmek istemiş, ancak onlar Nureddin Mahmud Zengî’nin ekonomik durumunun iyi olmadığını düşünerek çekingen davranmışlardır[17]. Mısır Memlûkları devrinde ise böyle milis kuvveti niteliğinde askeri bir sınıfa rastlanmamaktadır. Ancak bu isim ile Kudüs’e gönderilen çeşitli kademelerde idarecilere (Memlûklara) rastlanmaktaydı.
Memlûklar döneminde bu ıstılah askerî kişiler için kullanılmakla birlikte, diğer meslek gruplarındaki ve özellikle idarî kadrolardakiler için de kullanılmaktaydı[18]. Ancak bir battal emir için, niçin herhangi bir şehir değil de Kudüs seçilmiştir? Bu sorunun cevabının Kudüs’ün coğrafi konumu, Kahire’ye yakınlığı ve dinî hususiyeti göz önüne alındığında daha iyi anlaşılacağı açıktır. Zira Kudüs, muhtemel bir asi tarafından kullanılabilecek olan büyüklükte bir garnizondan ya da kuvvetli istihkâmdan mahrum idi. Ayrıca çevresinden kopuk ve Mısır’a da oldukça yakındır[19]. Memlûklar döneminde çok genel bir şekilde bir sürgün yeri olarak kullanılan Kudüs’ün bu vasfını kazanmasında şehrin yeniden iskan edilmesi amacının da etkili olduğu zikredilmektedir[20]. Memlûk Devleti’nde Mekke ve Tarsus da dinî niteliklerinden dolayı bir sürgün yeri olarak karşımıza çıkmaktadır[21]. Ancak buraların merkezden uzak olmaları kontrol açısından uygun değildi. Kudüs’ün aynı zamanda dinî bir merkez olması, sürgünlerin kabul edebileceği bir durum idi. Memlûk Devleti’nde diğer bir sürgün yeri muhtemelen Kerek şehri olarak görülmektedir. Çok kuvvetli istihkâmlara sahip olan Kerek daha çok iktidar mücadelelerinde kaybeden haneden üyelerinin sürgün edildiği bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır[22]. Memlûk Sultanı Berkük, mütemadiyen ken-disinden şüphe ettiği Halep Valisi Yelboğa’yı azletmeye teşebbüs ettiği zaman, Yelboğa isyan etmiş ve sonunda Kahire’de sultanı esir almıştı. Ona iyi davranan Yelboğa, Berkuk’u Kerek’a göndermişti[23]. Yine Baybars (1260- 1277)'ın oğlu Said Muhammed Berke Han da 1279'da ailesi ile birlikte Kerek’e sürülmüştü[24].
Battal olarak, sürgün edilenlerin statüsü ne idi? Her şeyden önce bir kişi bu statüyü, gözden düştüğü ya da herhangi bir şekilde merkeze karşı olduğu zaman alıyordu. İsyan, haksızlık, hastalık, yaşlılık ve iktidar mücadelelerinde kaybetme bu sebepler içerisinde sıralanabilir. Kısaca Battal olan şahıs azil ve sürülme sebebi ile gözden düşmüş oluyordu. Bu statünün eski Türklerde bir şeref unvanı olan ve hükümdar ailesinden olmayanlar için kullanılan Tar-han (Targan)[25] ile aynı olduğu da düşünülmektedir. Ancak battal olan kişi hareket serbestliğinden mahrum iken, tarhanlar istedikleri yeri seçebiliyorlardı[26]. Çünkü tarhan herhangi bir dargınlığa uğramadan emekli olan emirler için kullanılırdı[27]. Ayrıca battal olan bir kişi malutta adlı belli bir elbiseyi giymeye de mecbur idi[28].
Bir amirin Kudüs’e battal olarak gönderilmesinde iki tür uygulama vardır. Bunlardan birincisinde battal olan kişi Kudüs ve el-Halil’in idareciliği (Nazır al-Haremeyn eş-Şerifeyn*) de dahil olmak üzere herhangi bir idarî ve askeri bir göreve atanabiliyordu. 1309’da Emir Kuray ve 1378’de Börü al-Ahmadî, Haremeyn eş-Şerifeyn’in nazırlığına battal olarak atanmışlardır[29]. 1453’de Emir Karaca ez-Zahiri önce tutuklanmış daha sonra da Kudüs-ı Şerif ‘e battal olarak gönderilirken, el-Muhibb ibn eş-Şıhne de Kudüs’e battal olarak gönderilmiştir[30]. Bu gibi örnekler bir battal'ın görevli olarak gönderildiği zaman iyi bir geçim kaynağına sahip olduğunu göstermektedir. Genellikle onlara bir tablhane emirliği verilmekteydi[31]. Bunların bazılarına bir köy ya da bir köyün yarısı ikta olarak verilebiliyordu. Daha ileri örnekler göstermek de mümkündür. Zira Halil b. Şahin adlı emir Halep’teki cezaevinden kurtarıldıktan ve el-Halil (Kudüs’ün nahiyesi)’e battal olarak atandıktan sonra Sultan Çakmak, Kakun Kasabası’nı ona ikta olarak devretmiş ve el-Halil’in güneyindeki Yatta Köyü'nü hâzineden aldıktan sonra tamamını ona vermiştir[32].
İkinci tür uygulamada Kudüs’e battal olarak atanan emirler bazen de “görevsiz” ( بلون وجديفة) olarak atanıyorlardı. Sultanın mektubu ile Şam naibliğinden azledilen Akboğa, görevsiz olarak Kudüs’e gönderilmişti[33]. Yine Sultan Ferec, Suriye’deki muhalif komutanlardan Nevruz’a da görevsiz olarak Kudüs’e giderek orada oturmasını emreden bir mektup gönderip, gecikmesi halinde başına gelebilecek kötü şeylerle onu tehdit etmiştir[34]. Aynı Memlûk Sultanına karşı atabey Ayıtmış'ın çıkardığı isyana katılan Tagribirdi, isyan bastırıldıktan sonra hiçbir göreve tayin edilmeksizin Kudüs’e gönde-rilmiştir[35]. H. 854/ M. 1451 yılında görevinden azledilen emir Canibek el-Nâsıri Kudüs’e battal olarak gönderilmiştir[36]. H. 854/M. 1450 yılında Trab-lus niyabetinden azledildikten sonra İskenderiye’de hapsedilen emir Yeşbek es-Sofı el-Müeyyedi es-Sagir de Dimyat’a battal olarak atanmış[37]. İki yıl sonra da Dimyat’tan tekrar Kudüs battallığına atanmıştır[38]. Anlaşıldığı kadarıyla Kahire ile ters düşen ya da itaatten çıkan emirler battal statüsünde görevsiz olarak da gönderiliyorlardı. İster herhangi bir idarî görev alsın, isterse görevsiz olarak gönderilsinler, Kudüs’e battal olarak gelen kişiler, hiç olmazsa kendileri için kafi bir gelir getiren ikta ya da bir emekli aylığı (müretteb), Dimyat'ta yaşama veya cizye'den pay almak istemişlerdir[39]. Bu iki tür uygulamada birincilerin ekonomik ve sosyal bakımdan daha iyi bir durumda bulundukları açıktır.
Sonuç olarak, diyebiliriz ki Yakındoğu Türk-İslam devletlerinde gönüllü, yerli milis kuvvetleri içerisinde “Battalun” adlı birliklere rastlanmaktadır. Battalun adı altında Mısır Memlûkları döneminde herhangi bir askerî veya milis kuvveti bulunmamaktadır. Ancak bu isim altında çeşitli dereceden asker-sivil görevliler, görevli veya görevsiz olarak Kudüs’e gönderiliyorlardı. Kudüs’ün bir sürgün yeri olarak kullanılması İslamiyet’in erken çağlarından itibaren ara sıra meydana gelen bir vakıa iken, Memlûklar döneminde özellikle idari ve askerî alanda yaygın bir uygulama haline geldi. Bu sistem XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde askerî ve ilmiye sınıfından mazuliyet veya tekaüd durumunda bulunanlara uygulanan Arpalık[40] sistemine benzerlik göstermektedir.