Osmanlı Devleti’nin çöküş süreci dikkate alındığında, her yüzyıla damgasını vuran bir antlaşma ile karşılaşırız. Osmanlı, on yedinci yüzyılın sonunda imzalanan Karlofça Antlaşması (1699) ile Macaristan’ı ve Transilvanya’nın büyük bir kısmını, Mora ve Dalmaçya kıyılarını, Podolya ve Ukrayna’yı “Kutsal İttifak"[1] güçlerine bıraktı. Bu durum, basit bir toprak kaybının ötesinde, Osmanlı’nın Avrupa kıtasındaki egemenliğini kaybetmesinin de ilk işaretiydi. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) Devlet-i Al-i Osmanî için tam bir yıkımın başlangıcı oldu. Bu antlaşma ile Osmanlı’nın nüfuz sahası üzerinde Rusya Çarlığının etkisi artmaya başladı. Sonraki yüzyıl “hasta adam” tabir edilen Osmanlı Devleti’nin Avrupalı büyük güçler (düvel-i muazzama)[2] karşısındaki çöküş sürecinin hikâyesidir. 1878 Berlin Antlaşması ile başlayıp, 1918 Mondros Mütarekesi’ ne kadar süren, kendi tarihinin en bunalımlı 40 yılının hikâyesi. Karlofça Antlaşması ile başlayan Osmanlı’nın çöküşü neden bu denli uzunca bir zaman aldı? Bu sorunun cevabını "hasta adam”ın yaşama irade ve kararlılığında değil, büyük güçlerden İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki “denge diplomasisi"nde aramalıyız. Özellikle İngiltere ve Fransa, bu dönemlerde giriştikleri sömürgecilik faaliyetleri ile kendilerine yeni yayılma alanları buldular. Böylece mevcut Avrupa istikrarını bozma riskine de girmemiş oldular. Denge politikası Berlin Antlaşması’na değin sürdü. Paris Antlaşması’nda (1856) kabul edilen “Osmanlı topraklarının bütünlüğüne saygı ve iç işlerine karışmama" ilkeleri Berlin Antlaşması’nda yer almadı. Bunun yerine, Berlin Antlaşması’nda, Bab-ı Ali’nin gayr-ı müslim tebası adına yapması istenilen reformları denetlemek için büyük güçlerin müdahalesine izin verildi[3]. Artık, İngiltere, Fransa ve Rusya için, Osmanlı Devleti diplomatik bir denge unsuru değildi. Bu andan itibaren büyük güçlere karşı önemli bir diplomatik kozu kaybeden Osmanlı kendine yeni bir müttefik aradı. Bu müttefik, siyasî birliğini İngiltere ve Fransa’ya göre çok geç tamamlamış ve bundan dolayı dünya siyasetinde etkin bir rol alamamış; sanayileşmesini geç tamamlamış ama daha dinamik bir sanayi kapitalizmine sahip olmuş Almanya’dır[4]. Çökmekte olan Osmanlı, Almanya aracılığı rakiplerine karşı yeni bir denge politikası uygulayabilecektir. Sömürge arayan Almanya ise, Osmanlı vasıtası ile hammadde ve pazar ihtiyacını karşılayabilecektir.
Biri emperyalist aşamada, diğeri sömürgeleşme sürecinde olan ve bu yönleri ile birbirine zıt gelişmişlik düzeyinde ve toplumsal formasyonda bulunan iki devletin kaderi nasıl kesişti? Bu sorunun ayrıntısı Almanya’nın dünya siyasetine çıkış hikâyesindedir.
Bismarck ve İhtiyatlı-Uzlaşmalı Yayılmacı Dış Politika
Bilindiği gibi, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, sanayileşmiş Batı Avrupa ülkeleri dünyanın geri kalan kısmını sömürgeleştirdiler. Almanya’nın bu aşamaya geç ulaşması ve diğer emperyalist devletlere rakip olması uluslararası siyasal sistemi bozan bir unsur oldu. Bu bakımdan, Almanya’nın, Prusya önderliğinde siyasal birliğini kurduğu 1871 yılı dünya siyasal sisteminde dengeleri alt-üst eden önemli bir kırılma noktasıdır. Bu tarihten itibaren Bismarck, Almanya’yı birleştirme görevini yerine getirmiş olduğunu ve artık çatışmanın ve "realpolitik"in yerini, sağlamlaştırma ve tasarrufun alması gerektiğini hissetti, ikinci reich (imparatorluk) doygun bir erk olduğuna göre, daha fazla toprak katılımı gereksiz ve arzu edilemez bir durumdu. Almanya’nın kazanmalarının, daha fazla Alman yayılımcılığı pahasına tehlikeye atılma riski vardı. Bunun yerine, Almanya yatıştırılmalı ve barışçı olmalıydı. Bu bakımdan, yeni devletin iç uyumunu bozacak veya uluslararası dengeleri alt-üst edebilecek faktörlerin, önceden sezilerek harekete geçilmesi ve bunların etkisiz hale getirilmesi, Bismarck’ın başlıca politik kaygıları oldu[5]. Bismarck, dış politikada Avrupa içi problemlerle ağırlık verdi. Öncelikli hedefi, Avrupa içindeki antlaşmazlıkların savaşa dönüşmeden çözümlenmesiydi. Doğu Avrupa’da; 1860’li yıllarda Almanya’yı birleştirmek için uyguladığı realpolitik Prusya, Avusturya ve Rusya arasındaki uzlaşmayı zedelemişti. Almanya’ya karşı, muhtemel bir Avusturya-Rusya işbirliği ya da ileride Almanların da içine çekileceği bir Avusturya-Rusya savaşı olabilirdi. Bu bakımdan, bu iki devlet arasındaki gerilimleri gidermeliydi. Batı Avrupa’da ise; 1871’de ağır yenilgiye uğrattığı Fransa ile ilişkiler gergindi. Ayrıca, sömürgeci devletlerle Avrupa dışı sömürge çatışmalarında, Almanya’nın bir sömürge politikası bulunmadığı yolunda büyük güçleri inandırması da gerekiyordu. Bismarck 1871’den sonra Fransa’yı dış politikada tecrit etmeye ve Almanya ile Avusturya ve Rusya arasında bir dostluk sağlamaya muvaffak oldu. Bundan başka sömürge siyasetinin Almanya için bir zaaf teşkil edeceğini, çünkü sömürgeler için kuvvetli bir donanmaya sahip olmak lazım geldiğini, halbuki Almanya’nın coğrafî durumunun böyle bir filo kurmasına elverişli bulunmadığını, defalarca, nutuklarında açıkladı[6]. Zira, Almanya’ya, Doğu Avrupa’da Ruslar tarafından “Berlin ihaneti”nden,[7] Batı Avrupa’da Fransızlar tarafından "Alsace-Lorraine”den[8] dolayı kin duyuluyordu. Kıtanın iki yakasında Almanya’ya karşı olabilecek bir ittifak Bismarck’ın en büyük endişesiydi. O halde, bu devletlerden Prusya, Avusturya ve Rusya arasında daha önce varolan uzlaşma onarılıp Fransa kıtada yalnızlaştırılırsa Almanya bu şeytan üçgeninden kurtulabilirdi. Bu yaklaşım sonucudur ki, Bismarck dönemi Alman dış politikasında Osmanlı Devleti öncelikli bir gündem maddesi oluşturmaz. Zaten, Bismarck Almanyası ile Osmanlı arasında, ikili ilişkileri mecburileştirecek bir toprak sınırı da yoktu. Bismarck’ın dengeci dış politik anlayışını ve başbakanlığının ilk devirlerinde Almanya’nın henüz ekonomik bir kudret haline gelememiş olduğunu da düşünürsek, Bismarck Almanyasının Osmanlı toprakları üzerinde yayılması da söz konusu olamazdı[9].
II. Wilhelm ve Nüfuz Eden-Saldırgan Yayılmacı Dış Politika
İngiltere ve Fransa gibi kapitalist-emperyalist devletlerden farklı olarak Almanya, Bismarck’ın istifasına değin onun önderliğinde, “İhtiyatlı-uzlaşmacı ve İktisadî nüfuz edici” bir dış politika geliştirdi. Bu politik yaklaşım, sanayi ve banka sermayesi ile yakın ilişki içinde olan Kayzer II. Wilhelm’in, 1890’da, Bismack’ı makamından azletmesine değin sürdü. Almanya, Bismarck sonrasında doğrudan yayılmacı bir dış politika izlemeye başladı. Alman dış politikasını Bismarck öncesi ve sonrası diye iki kutba ayıran Blondel durumu şöyle özetlemektedir;[10]
Prens Bismark zade-i deha ve teşebbüsi olan kuvvetli büyük Al-manya o dahinin zaman-ı idaresinde tekmil Avrupa’ya ve hatta bütün cihana ferman-fermâ ( hüküm süren) olmuş idi. Fakat o günler çokdan geçmişdir. Bugün o muazzam devletin re’s-i-kârında (iş başı, devleti idare eden mevki, baş) bulunanlar bu takım mesail-i dahiliyye ve hariciyye karşusunda bulunuyorlar ki o mesail kendilerine endişe tevlid (sebeb olma) itmekden bir an hâli değildir. (...) Almanya’da kuv-vetli bir ordu bir vasıta-i sulh ve salah telakki olunmakdadır. Niçün? Çünkü: (beyne’l-millel bir teşevvüş (karışıklık) vukuunda onunla ifa-yı tesir ve tazyik idilmelidir) fikri perverde (beslenmiş) idiliyor. İstenili-yor ki; bu alet-i tehdidkâr sayesinde daha vasi’ müsaadat koparılsun ve karşularında oturan müzakereciler bununla tehdid ve tahvif (korkutma) idilebilsün. Bugün. kuvve-i maddiyyeye istinad (delil gös-terme) iderek, herhangi bir mutalabenin (talepte bulunma) derece-i vüsatim (fırsat) ve bir itilaf ve ittihadın suver (suretler) ve eşkalini ta-yin ve tehdid itdirmek hususi kabil-i terviç (-bir fıkri-destekleme) bir keyfiyyet değildir. Bununla beraber Almanya’nın takib itdigi maksad budur. (...) Almanlar hükümetlerinin eskisi gibi kendilerini hüsn-i idare itmediğini ve devletin vaziyetini nevan-mâ (bir bakıma) duçar-ı mazallata (alçaklığa uğramış) itdigini iddia idiyorlar ki bu tamamen doğrudur."
Büyük Friedrich’i örnek alan II. Wilhelm, ordu ve donanma komutanlarını, sivil bakanlarından veya meclisten (Reichstag) daha fazla dikkate alarak askerî hususlara kesin bir öncelik hakkı tanıyordu. Şuna inanıyordu ki; Alman Reich'ını şekillendiren parlamentoların kararı değil, askerler ve ordudur. Böylece Tirpitz, Schlieffen ve Moltke’nin görüşleri ve askerî strateji üzerine yaptıkları vurgu, Bismarck’ın diplomatik yaklaşımını köreltti[11]. Değişimin yönünü Bismarck ve halefi Caprivi’nin yaklaşımları çok güzel özetlemektedir; Bismarck “İstanbul'dan gelen posta çantasını açmak zahmetine bile katlanmam (...) Bütün Balkanları tek askerin kemiğine değişmem" diyecek kadar iç ve dış siyasette “Avrupa Uyumu”nu sürdürmek istemekte iken; halefi Caprivi “ya mal ya da insan ihraç etmek zorundayız. Bu kadar artan nüfusla yaşayamayız" demektedir[12]. Fakat, özellikle Şark Meselesi ve Osmanlı örneğinde görüldüğü gibi, İktisadî nüfuz edici politikalar da sürdürüldü. Almanya, takip eden dönemde, dünyanın egemen devletleri İngiltere, Fransa ve Rusya ile rekabet eden emperyalist bir dış siyasete başladı. Avrupa kıtasının merkezinde bulunduğu için büyümesi aynı anda birkaç büyük gücü tehdit ediyordu. Bu bakımdan, Alman yayılmacılığı deniz aşırı bölgelere yö-nelmeliydi. Fakat bu yönelme, “diğer büyük güçlerin nüfuz alanlarına girmeden nereye varabilirdi?”[13] Latin Amerika’ya doğru bir yönelim ancak A.B.D. İle savaş pahasına sürdürülebilirdi. Çin’e yönelme, 1890’lı yıllarda Rusya ve İngiltere tarafından olumsuz karşılandı ve 1905’te Japonya’nın Rusya’yı yenmesinden sonra söz konusu olmaktan çıktı. Bağdat Demiryolunu geliştirme çabaları İngiltere ve Rusya’yı tedirgin etti. Portekiz sömürgelerine yönelme yine İngiltere tarafından önlendi. Almanya’nın temel sorusu şuydu;[14] A.B.D. dünyanın Batı yarımküresinde etkisini genişletebilirken, Japonya Çin’e uzanabilirken, Rusya ve İngiltere Orta Doğu’ya sızabilirken, Fransa Kuzey Batı Afrika’daki kazançlarını tamamlayabilirken, Almanya’nın eli boş mu kalacaktı? 1900-1909 yılları arasında başbakanlık yapan, weltpolitik (dünya politikası) ve donanma programını teşvik eden Başbakan Bülow’ün, 1899’da, yaptığı konuşmasında; “hiçbir yabancı gücün, hiçbir yabancı Jüpiter'in, bize; ne yapılabilir ki? Dünya zaten bölüşülmüş durumda demesine izin veremeyiz” şeklindeki uyarısı da buna duyulan bir öfkenin ifadesiydi.
Dünya zenginliklerinin emperyalist devletler arasındaki bölüşümünden pay almak için giriştiği mücadeleden sonuç alamayan genç emperyalist Almanya’nın önünde bir seçenek daha vardı: Osmanlı imparatorluğu. Üç kıtaya yayılmış bu geniş ülkede, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı tarihsel bir düşmanlık vardı. Özellikle on sekizinci yüzyıl Osmanlı-Rus savaşları şeklinde geçmiş ve Osmanlı'nın çöküş süreci bu yüzyılın sonunda Rusya ile yapılan Küçük Kaynarca ve Yaş Antlaşmaları ile başlamıştı. On dokuzuncu yüzyılda Rus kışkırtıcılığı pan-slavizm ideolojisi ile kendini göstermiş ve Balkan ülkeleri Osmanlıya karşı isyanlara girişmişti. Paris Antlaşması örneğinde olduğu gibi; İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’ya yardımları ise kendi çıkarlarını Rusya’ya karşı pekiştirmekten öteye gitmemişti. Osmanlı Devleti’nin bakışıyla, Almanya bu üç emperyal devlete karşı dengeleyici bir rol oynayabilirdi. Almanya açısından değerlendirildiğinde, böyle bir yaklaşım içindeki Osmanlı Devleti üzerinde egemenlik kurmak için geleneksel-emperyalist bir yöntem uygulamaya gerek kalmadı. Almanya, Osmanlı Devleti’nin kendi rızasıyla Osmanlı ülkesine nüfuz edebildi. Dünya siyasetinde yükselen ve kendine dünya zenginliklerinden pay almaya başlayan Almanya ile çökmekte olan ve bunu liberalist-modernist reformlarla önlemeye çalışan Osmanlı’nın karşı-laşması, Osmanlı üzerinde Alman hegemonik etkisini başlattı (1878)[15]. Bu etki Osmanlı’nın çöküşüne dek sürdü (1918),[16] fakat Osmanlı’yı kurtaramadı.
Berlin Kongresi, büyük güçlerin “Şark Meselesi”ne bakışı açısından bir dönüm noktası oldu;[17] Kongre (13 Temmuz 1878), sadece büyük güçler arasında kriz yaratan Ayastefanos Antlaşması’nı (3 Mart 1878) iptal etmekle kalmayıp, bu antlaşma ile Rusya lehine bozulmuş olan “devletler dengesi"ni de yeniden kurmayı amaçladı. Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun sadece Balkan topraklarını, Rusya’nın etkisinde, Balkan devletlerinin paylaşımına bırakırken; Avusturya-Macaristan’nın Bosna-Hersek’e yerleşmesi, İngiltere’nin Kıbrıs’a egemen olması örneklerinde olduğu gibi, Berlin Kongresi, imparatorluğun bütün Balkan topraklarını büyük güçlerin emperyal etki ve denetimine bırakan bir bölüşüm öngörüyordu[18]. Berlin Kongresi’nden itibaren, büyük güçler, Paris Kongresi’nden beri sürdürdükleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü korumak ve iç işlerine karışmamak ilkelerini terk ettiler. Aksine, Berlin Kongresi’nde, devletlerarası bir hukuk kaidesi olarak, büyük güçler Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu eyaletlerde “vilayet nizamnameleri” yayımlatıp bunların uygulanmasını denetlemek hakkını bile elde ettiler. Böylece, “İdarî reform ve bunların denetimi” bahanesi ile Osmanlı’ya tabi devletler merkezî denetimden özerkleşmiş ve doğrudan büyük güçlerin etkisi altına alınmış oluyordu. Son kertede ulaşılacak aşama bu bölgelerin bağımsızlaşması olacaktı[19]. Nitekim öyle de oldu.
Berlin Kongresi’nden sonra Osmanlı iç işlerine yabancı siyasî ve malî müdahaleler arttı, Avusturya-Macaristan Devleti bir Balkan gücü olarak ortaya çıktı, Yakın Doğu'da İngiliz varlığı güçlendi, Balkan devletleri arasında ulusal bağımsızlık hareketleri arttı ve bu ortamda Osmanlı İmparatorluğu’na Alman ilgisi yoğunlaştı[20]. Esasen, yukarıda özetlediğimiz mevcut ortam da, Osmanlı üzerinde Alman nüfuzunun yayılması için elverişli bir durum yaratmıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı tebasından azınlıkları kışkırtması,[21] hele ki İngiltere’nin meşrutî yönetimi teşvik etmesi Sultan Abdülhamit’i ürkütüyordu. Halbuki, diğer büyük güçlerle karşılaştırıldığında, Almanya Balkanlardaki etnik yapı üzerinde kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmuyordu. Üstelik, II. Wilhelm, kendiside otoriter bir gelenekten geldiği için, Osmanlı mudakiyetini hoşgörüyle değerlendiriyordu[22]. Bu durum, Alman kayzeri ile Osmanlı padişahını yakınlaşıyordu.
Berlin Kongresi'ni takip eden dönemde yeniden dirilme formülleri arayan Osmanlı Devied, aradığı ideolojiyi “pan-islamcılık"ta buldu. Böylece İngiliz ve Fransız kolonilerindeki ya da Rus egemenliğindeki Müslümanlar Osmanlı halifesi liderliğinde büyük güçlere karşı birleşecekti. Bu, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yeniden dirilmesi anlamı da taşıyacaktı. Bu politika, Osmanlı’yı, Müslüman ülkelerde sömürgeleri bulunmayan Almanya’ya yaklaştırıyordu. Esasen Osmanlı aydınları arasında Orta Doğu memleketlerinin kalkınması için Almanya ile ittifakını savunan kişiler de vardı. Bunlardan biri olan Bunyar Vaylet şöyle diyordu;[23]
"Almanya, diğer devletlerin müstemleke politikasını takib etme-mek üzere ortaya atılıyordu. Dünya’nın bütün devletleri müstemleke usülü ile bir saha-i iktisadî ihzar (hazırlama) itdikleri halde Almanya’-nın siyasî müstemleke usûlüne rağbet itmeyerek Türkiya’nın siyaset-i dahiliyye ve hariciyyesine yani Anadolu’nun istikbâline halel (bozma) getirmeden yalnız bir saha-i iktisadide sebat göstermesi işidilmemiş bir yenilik olduğu için İngilizleri hiçbir dürtü inandıramıyorlardı.”
(…)
“Türkiya, inkişâfatının tarik-i tabiîsini takiben yoluna devam iderek istediği vasıtaları istimal idecek ve bugünki heyuladaki tezahüratı veçhile (vasıta, sebep) her zaman Almanya ile bir “ittihad-ı menfaat" halinde bulunacakdır. Bu hareket tabiî bir vakadır; değil bütün Avrupa hükümetleri bile! Mümanaat (engelleme) itmek nezaketsizliğinde bulunamazlar."
Alman alim ve tacirleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslam birliğini sağlayıp başı çekeceğinden ve Almanya ile birleşerek İngiltere ve Fransa’yı safdışı edip, bu zenginlik dolu ülkelerden Alman iktisadının yararlanacağını yayıyorlardı. Böylece, bu fikrî ortamda, Almanya, bir dost müttefik olarak Osmanlı halifesinin etki alanına nüfuz edebilirdi. Konuyu bir Alman şarkiyatçı Iek Jaeck’in şöyle değerlendirmektedir;[24]
“Helgoland ve Bağdad coğrafya itibarıyla birbirinden ne kadar uzak iseler, siyasat nokta-i nazarından (bakış açısından) yek-digerine (birbirine) o kadar yakındırlar. Helgoland, şimal-i garbî’den (kuzeybatı) gelerek Almanya’nın hayat ve faaliyet-i iktisadiyesini tehdid idecek muhacemat (hücumlar) ve tecavüzata karşı bir siper-i müdafaa teşkil idiyor. Bağdad ise Almanya'nın yegâne serbest ve açık yolu olan Avusturya tarikiyle açık kapu, yani serbest-i ticaret kaidesinin yegâne mahall-i tatbiki (tatbik yeri) olan Memâlik-i Osmanî’ye doğru vuku bulan Alman tevsii iktisadisinin (İktisadî genişliğinin) nokta-i intihasıdır (bitme noktasıdır).”
İfadelerde, Alman jeopolitik menfaatini ve iktisadî yayılmacılığını ön planda tutarak yapılan değerlendirme açıktır.
Osmanlı üzerinde Alman egemenliğinin gelişim süreci çeşitli ilişkilerle gerçekleşti. Her biri başlı başına birer monografik çalışma alanı olabilecek bu ilişkileri, çok genel hatları ile, Osmanlı-Alman; diplomatik, askerî eğitim ve örgütlenme, ekonomik (ticaret ve yatırım), kültürel ilişkileri başlıklarında inceleyebiliriz.
Osmanlı-Alman Diplomatik İlişkileri
1889 yılında Kayzer II. Wilhelm ve eşi İstanbul’a geldi. Kayzer’in bu ilk ziyareti, Almanya’nın geleneksel “Avrupa politikasından vazgeçmesini ve genç monark ile yaşlı şansölye arasındaki görüş farkını simgelemektedir[25]. Şöyle ki; Bismarckçı Alman dış politikası “Avrupa Uyumu” üzerine kurulmuş ve bu politikada Osmanlı öncelikli bir yer almamıştı. Halbuki, II. Wilhelm’in “dünya politika”sı anlayışında Osmanlı Devleti'nin önemli bir yeri vardı. Esasen konjonktürel durum da bu yakınlaşma için elverişliydi. Osmanlı dış politikasında, Fransa, I. Fançois’dan Napolyon Bonapart’ın Mısır seferine değin en etkin devlet olmuş, bu dönemden itibaren Fransa’dan boşalan yeri İngiltere doldurmuş, fakat bu Devletin de 1878 yılında Kıbrıs’ı, 1882 yılında Mısır'ı işgali Osmanlı-İngiltere ilişkilerini gerginleştirmişti. II. Wilhelm, Osmanlı dış politikasındaki bu boşluğu doldurabilir ve böylece geniş deniz sömürgelerine dayalı rakiplerini de karadan kuşatmış olabilirdi. Hem, Osmanlı kamuoyunda artan Alman taraftarlığı da bu sızmayı kolaylaştırabilirdi.
II. Wilhelm 1898 yılında İstanbul’u ikinci kez ziyaret etti. Zamanlama iyi seçilmişti. Zira, bu dönemde Makedonya, Girit ve Ermeni meseleleri gerginleşmişti. Abdlhamit, bu ziyaret vasıtası ile İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı, bir başka büyük gücün Osmanlı Devleti’nin müttefiki olduğu kanaati uyandırdı. Alman kayzeri ise İstanbul’dan sonra Kudüs’e giderek, burada, hem bir protestan kilisesi açarak İngiltere’nin nüfuzunu kırmayı, hem de kurmayı tasarladığı İslam ittifakında 300 milyon Müslümanın halifesi Abdülhamit’in kendisinin dostu olduğunu vurgulayarak Müslüman dünyanın sempatisini kazanmayı amaçladı[26]. Buna ek olarak, bir başka amacı daha vardı ki bu amacına da ulaştı; Haydarpaşa-Bağdat demiryolu yapımı için yabancılara tanınmış olan tüm ayrıcalıklar Alman demiryolu şirketine devredildi. Almanya’nın Yakın Doğu politikasının esasen bir “demiryolu politikası" olduğunu göz önüne aldığımızda, Almanya’ya devredilen demiryolu yapım imtiyazlarının bu devlet için taşıdığı önemi daha iyi kavrarız. Bağdat demiryolunun rayları, Alman emperyalizminin etki alanını Anadolu’dan Mezopotamya’ya doğru yayan bir koridordu. Bu yayılma, Almanya’nın dünya politikasına egemen olma kavgasındaki baş hasmı İngilizlere ait bulunan bir bölgeye, yani Hindistan’a doğru yönelmişti[27]. “Haydarpaşa-Bağdat Demiryolu Projesi” Basra Körfezi’ne değin bitirildiği takdirde deniz üstünlüğüne sahip İngiltere, Almanya karşısındaki sömürge avantajını kaybedecekti. Böylece, Almanya, İngiltere’nin Süveyş Kanalı’nı açmasını bu demiryolu ile dengeleyecek ve kara gücünü Yakın Doğu’ya oradan Asya'ya taşıyabilecekti. Osmanlı açısından baktığımızda, II. Abdülhamit için bu proje ile bir büyük güç ile müttefik olmanın yanı sıra, ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi, dağılmanın önlenmesi ve Yakın Doğu’daki toprakların savunmasının kolaylaşabilmesi gibi anlamlar taşıyordu[28].
Almanya emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki egemenliğini dışişleri bürosu ve yurt dışındaki büyükelçilik, ortaelçilik ve konsolosluklar[29] askerî ataşelikler gibi çeşitlii siyasî ve askerî kurumlar yürütüyordu. İstanbul’daki Alman diplomadar Alman sermaye gruplarının çıkarlarını temsil ediyor ve Osmanlı hükümetine onların lehine siparişler verdiriyorlardı. Von Bieberstein, dışişleri müsteşarı iken, 1898’de, büyükelçi olarak İstanbul’a atandı. Sultana, Deutsche Bank için demiryolu siparişi, Krupp-Konzern için silah siparişleri verdirdi. Askerî ataşe Hauptmann Morgan orduyu Krupp silahları ile donattı. Ayrıca Osmanlı devlet aygıtına daha çok Alman memur ve ordusuna daha fazla Alman subay alması konusunda padişahı ikna etti[30]. Esasen, II. Wilhelm’in kendisi de Krupp hissedarı bir kapitalist idi ve ikinci Türkiye seyahatinden Alman kapitalistlerini memnun eden bir dizi imtiyazlarla geri dönmüştü[31].
II. Abdülhamit, yaptığı bütün stratejik hamlelere rağmen Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini önleyemedi. Kendisine karşı yürütülen Jön Türk hareketi başarılı oldu ve 1908’de Türk siyasal hayatında Meşrutiyet ikinci kez ilan edildi. Jön Türkler’in muhalefeti, 1876 Kanun-ı Esasisî'nin yeniden ilan edilmesi gibi kısıtlı bir amaçla başlamıştı. Fakat, uzun dönemli amaçları, Osmanlı imparatorluğu’nu uluslararası ilişkilerde büyük devletler karşısında eşit statüye kavuşturmaktı. Bunun için, iç işlerde, imparatorluğu Avrupalı büyük devletlerin kontrol edip sömürdüğü bir yarı-sömürge statüsünden kurtarıp, kendi kaynaklarını kendi yararına sömüren, hükümran bir kapitalist devlet yaratmaları gerekiyordu[32].
İttihatçı-Jön Türkler, iktidarlarının ilk yıllarında İngiltere’ye yöneldiler. Bunun başlıca sebepleri arasında şunları sayabiliriz; İçte, Almanya, Abdülhamit’in istibdat yönetiminin destekleyicisi olarak görülmekteydi,[33] İttihatçılar, bu destekteğinden dolap ülke üzerinde önemli bir egemenlik kurmuş olan Almanya’nın bu gücünü kırmak ve kendi iktidarlarını yayabilmek istiyorlardı. Dışta, Üçlü İtilafın direği olan İngiltere aracılığı ile Fransa ve Rusya'yı da kazanılabileceklerini düşünüyorlardı[34]. Almanya’nın, müttefiki İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline kapısız kalmasına duyulan tepkiyi de[35] bu sebeplere ekleyebiliriz. İttihatçı-Jön Türkler kuruluşlarında ve iktidarlarının ilk yıllarında o derece İngiliz taraftarıdır ki; Arnavutluk, Manastır ve Kosova’daki gizli komitelere giriş yemini “Mithat Paşa Anayasası'nı getirmek ve Türkiye’yi Almanya’nın pençesinden kurtarmak”[36] şeklindedir. Meşrutiyetin ikinci kez ilanından sonra, sadaret makamına, Alman taraftarı (Mehmet) Ferit Paşa’nın yerine İngilizci Kâmil Paşa’nın getirilmesi de bu yönde bir kadrolaşmanın işaretidir. Paşa, iç-dış ilişkilerde İngiltere'ye öylesine teslimiyetçidir ki; 5 Mart 1913'te, Vikont Kitchener, Grey'e gönderdiği “gizli telgrafta Kâmil Paşa’nın, ‘Türkiye’deki iktidar üzerinde bir baskı yapılıp yapılamayacağı konusunda düşünmesini istediğini, Türkiye’nin batmasının ancak bu yolla önlenebileceğini ve bu görevi memnuniyetle üzerine alacağını da söylediği”nden bahsetmektedir[37], Türkiye’de, devlet idaresinin yabancılar tarafından denetlenmesi görüşünde olan Kamil Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Şubat 1909'da, istifaya zorlandı. Yerine geçen Hüseyin Hilmi Paşa da İngiliz büyükelçisine gidip, “İngiltere’ye yönelik politikasının seleflerininkiyle aynı olacağının ve majestelerinin hükümetinin desteği ve tavsiyelerine güvenmeye devam edeceğinin" güvencesini vermişti[38]. İngiliz elçiliğinin, 13 Nisan 1909’daki (31 Mart Vakası) karşı devrim sırasındaki İttihatçı karşıtı tutumu bile cemiyetin İngiliz taraftarlığını zayıflatamadı. İttihatçı iktidar İngiltere’ye yanaşadursun, İngiltere’nin, Balkanlar’da Almanya’yı çemberleme politikası gereğince kurucusu olduğu Balkan İttifakı, Osmanlı ile Balkan devletleri arasında Balkan Savaşlarına sebep olmuştu. Osmanlı’nın yenildiği bu savaş sonrasında Balkan devletleri Edirne’ye kadar ilerledi. Büyük devletler bu duruma karşı kayıtsız kalınca, İngiliz desteğini alabileceği düşüncesiyle, İngiliz taraftarı Kamil Paşa yeniden sadrazamlığa atandı. Paşa, İngiltere’den yardım istedi. Fakat, İngiltere, Paşa’ya; “elindeki başka şeyleri de kaybetmeden Edirne’yi Bulgarlara terk etmesi”ni tavsiye etti[39]. İngiltere tarafından bütün ittifak teklifleri geri çevirince, İttihatçılar uluslararası ilişkilerde içine düştüğü yalnızlıktan kurtulmak için iki hamle daha yaptı. 1914’te, önce Talat Bey Rusya’ ya bir ittifak teklifinde bulundu. Talat Bey, dönemin Rus Dışişleri Bakanı Sazonov’a fiilen bir ittifak teklif etti. Sazonov'a göre, teklif o kadar gizli kapaklı yapıldı ki, Sazonov İstanbul’daki Rus orta elçisi Giers’ten açıklama gelinceye kadar teklifi açık bıraktı. Bunun ötesinde bir şey olmadı ve Alman büyükelçiliğinin bu ittifak düşüncesini ezmeyi başardığı varsayıldı[40]. Bu yakınlaşma talebi de başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı yıl Cemal Paşa’nın aracılığı ile Fransa’ya ittifak teklifinde bulunuldu. Paşa, Yunanlar ve Osmanlıların kavgaya tutuştuğu Ege’de Fransız desteği karşılığında hükümetinin “Üçlü İtilaf’a yöneleceği”ni belirtti. Fakat bu teklifi de reddedilince,[41] yalnızlığa düşen İttihat ve Terakki hükümeti, tekrar II. Abdülhatnit döneminin dost gücü Almanya’ya yönelmeye başladı[42]. Böyle bir diplomatik ortamda, Osmanlı-Alman ittifakı 2 Ağustos 1914 yılında imzalandı. Bu antlaşma ile, diplomaside uzun süredir küçümsenen Osmanlı Devleti, nihayet, bir Avrupalı devlet tarafından “eşit” koşullarda ortak kabul edilmiş oluyordu[43].
Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı içişlerindeki gelişme, Alman taraftarı Enver Paşa’nın Bab-ı Ali Baskını sonucu İngilizci Kamil Paşa’nın sadaretten istifası ve takip eden dönemde Alman taraftarı Mahmut Şevket Paşa’nın[44] sadarete getirilmesi şeklinde olmuştu. I. Dünya Savaşı’nın arefesinde başlayan yeni dönemde ise, Osmanlı üzerinde Almanya yeniden egemen olmaya başladı. Bu egemenlik, Osmanlı Devleti'nin Almanya’nın yanında savaşıp yenilmesi ve yıkılmasına değin sürdü.
Osmanlı-Alman Askeri Eğitim ve Örgütleme İlişkileri
Bilindiği üzere ordu, Osmanlı’da modernleşme politikasını yürüten en önemli kuramlardandı. III. Selim’in isteğiyle Prusyalı albay von Goetze Türk topçu birliklerini denedemişti. Kapıkulu askerini ortadan kaldırıp modern bir ordu kumayı amaçlayan II. Mahmut da Prusya’ya müracaat etmişti. Her iki hükümdar da saltanatları döneminde Prusya ordusunu örnek alarak modern bir ordu kurmaya çalıştılar. III. Selim ile II. Mahmut’un hükümdarlık yılları, 1789 ile 1839 yıllarına denk gelmektedir. Bu dönem. Küçük Kaynarca ile başlayan askerî yenilgilerden, Napolyon’un Mısır Seferi'ne (1789-1802); Rusya’nın Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmasından (1827), Yunan (1821-1828) ve Mehmet Ali Paşa isyanlarına (1831-1841) değin uzanan bir askerî başarısızlıklar dönemini içermektedir[45]. Bu süreçte, Osmanlı, değil Rusya gibi büyük bir gücü yenmeyi, kendi sınırlarındaki eyaletlerdeki isyanları bile başarmaktan aciz bir duruma düşmüştü. Bu konjonktürde Osmanlı Devleti Prusya’dan askerî bir heyet istedi. Prusya, 1836’da, Moltke’nin başkan olduğu ve üç yüzbaşının bulunduğu askerî bir heyet gönderdi. Fakat bu askeri yardım çok etkili olamadı.
Esasen, Osmanlı Devied, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren askerî ıslahat için Avrupa’dan askerî uzmanlar talep etmeye başlamış, Navarin Olayı’na kadar bu uzmanlar genellikle Fransa’dan getirtilmişti. Fakat Fransa’nın Yunan meselesindeki tutumu ve Cezayir’i işgal etmesi üzerine, Fransız uzmanların yerine Prusyalı subaylar görevlendirilmeye başlanmıştı. 1853-1856 Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı-Fransız ilişkileri düzelince Osmanlı subaylarının eğitimi için yeniden Fransız askerî heyeti getirtildi. Fransa’nın 1870’te Prusya’ya yenilmesine değin Osmanlı ordusu üzerinde Fransız etkisi sürdü[46]. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonuçlanınca Osmanlı bürokrasisinde ordunun yeniden yapılandırılması gereği tekrar hissedilmeye başlandı. Gerçi bu savaş sırasında Balkanlar ve Doğu Anadolu’da önemli direnişler gösterilmiş ve Rus ordusunun Osmanlı başkentine ya da Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmişti. Fakat bunun temelinde de, Osmanlı ordusunun dönemin şartlarına göre iyi yetişmiş subayları tarafından başarıyla yönetilmesinden ya da askerî lojistik desteğin tam olarak sağlanmasından ziyade; Osmanlı askerlerinin bireysel fedakârlıklarla direnişi veya ülkenin ulaşım ağının işgali frenlemesi Önemli rol oynamıştı[47]. Berlin Kongresi’ni takiben, Osmanlı ülkesine Alman askerî uzmanları etkin ve sü-rekli olarak gelmeye başladı[48]. Böylece, Osmanlı üzerinde Alman emperya-lizminin sızması da hızlandı. Bu dönem, Osmanlı Devleti’nin orduyu ıslah etme politikasında da bir değişimi simgelemektedir. Zira, kongreden önceki dönemde; Osmanlı ordusu, bağımsız ve çeşitli milletlerden kopmuş, hatta 1849 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınmış Polonyalı ve Macar mülteciler örneğinde olduğu gibi, İslamiyeti seçmiş subaylarla ıslah edilmeye çalışılırken; kongreden sonraki dönemde, Almanya genel kurmayının stratejisi, onun tayin ettiği subaylar ve askerî teknolojiyle bütünleşmeye başladı. Osmanlı’nın bu yaklaşımı, hem etkisini I. Dünya Savaşı’nda gösterecek olan, Almanya’nın fedakâr, itaatkâr ve dirençli bir askerî müttefik ihtiyacı ile, hem de kendisine pazar arayan Alman silah sanayiinin pazar ihtiyacı ile birebir örtüşüyordu[49].
Sultan Abdülhamit’in Mayıs 1880 yılında Alman büyükelçisi von Hatzfeld’dan sivil ve askerî uzmanlar istemesi üzerine, 1882 Nisanı'nda süvari al-bayı Kaehler’in başkanlığında, süvari binbaşısı Hobbe, topçu binbaşısı Ristow, piyade binbaşısı Kamphönever’den oluşan bir askerî uzman heyet Osmanlı Devleti’ne gönderildi[50]. Almanya’nın, bu destekten beklentileri vardı;[51] Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal ve askerî etkinlik kazanacak, imparatorluktaki diğer büyük güçlerin İstanbul’daki faaliyetleri, özellikle askerî ateşelerin çalışmaları denetim altına alınacak ve Osmanlı ordusu Alman silahları ile donatılacaktı. Bunlara ek olarak, Bismarck, Alman uzmanlar tarafından komuta edilen ve Alman silahları ile teçhiz edilmiş Osmanlı ordusunu, ileride çıkması muhtemel bir Alman-Rus savaşında kullanmayı da düşünmüştü. Denilebilir ki, takip eden dönemdeki Osmanlı-Alman ilişkileri; Osmanlı Devleti üzerinde artan Alman nüfuzu, Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan talep ettiği silah siparişleri[52] ve Birinci Dünya Savaşı örneklerininde kanıtladığı gibi, bu stratejiye göre şekillendi.
Osmanlı hizmetinde paşa unvanı ile padişah yaverliğine atanan Kaehler’in üç sene sonra öldüğünde müşir (mareşal) unvanına, yanındaki subayların ise albay rütbesine yükseltilmiş olmaları, Almanların Osmanlı’da askerî görev alma isteklerini artarmış olmalı. Zira, Osmanlı ordusunda hızla yüksek rütbelere atanmak, Alman ordusunda da bunun eşdeğeri rütbelere tırmanmayı sağlıyordu. 1885 yılında Kaehler’in ölümünü takip eden on yıl boyunca yarbay baron Colmar von der Goltz Alman askerî uzman grubunun başına getirildi. Goltz, özellikle genç subayların eğitiminde önemli bir rol oynadı ve onlar üzerinde bir Alman hayranlığı yarattı[53]. Osmanlı ordusunun durumu hakkında Alman askerî makamlara rapor vermekten çekinmeyen paşa,[54] büyük güçler arasındaki çekişmede denge politikası izleyen, sultan II. Abdülhamit’i Alman tarafına çekmek istiyordu. Bu konudaki bir girişimi 16 Ekim 1899’da Waldersee’ye yazdığı, ele geçirilen, mektupta ortaya çıkmaktadır. Goltz Paşa’nın izleyeceği stratejiyi şöyle özetlenebilir;[55] Paşa, Rusya ve Fransa’nın padişahı Almanya aleyhine kışkırttığı, padişahın bu durumda kararsız kaldığı, fakat kendilerinin de askerî kıtaları tahrik edebileceklerini, bununla da kalmayıp, Osmanlı ordusuna Alman silahları alınmasında aracı olan ve düzenli olarak kendilerine ödeme yapılan bazı Osmanlı paşalarının da yardımlarını alabileceklerini bildirir. Mektubunda, sahte bir isyan haraketi düzenleyebileceğin! belirttikten sonra, Alman işbirlikçisi paşaların da telkini ile, Almanya’nın bu isyanı başarabilecek tek dost ülke olarak padişahın güvenini kazanabileceğini yazar. Goltz’un bu girişimleri başarısız da olsa, Almanya ta-rafından iltifat görmemiş de olsa, kesin olan bir şey vardır: Goltz Paşa, Osmanlı ordusunun Alman ordusu ile bütünleşmesi misyonunu üstlenmiştir. Türk savunma sistemine vermek istediği biçim; Balkanlar’daki savunma sisteminin Avusturya-Macaristan’a karşı değil, diğer Balkan devletlerine karşı düzenlenmesi üzerine planlanmış olan, Almanya’nın Balkan politikası ile uyum içindedir. Paşa’nın Osmanlı ülkesinde üstlendiği misyon sadece askerî alanla sınırlı kalmamıştır. Yazmış olduğu reform layılıalarının, sürekli olarak Osmanlı’nın Almanya’dan önemli silah siparişleri ile bitmesi ve bu siparişlerin Krupp’a ısmarlanması, Paşa’nın Alman silah sanayiinin pazar ihtiyaçlarıyla da uyum içinde çalıştığını göstermektedir. Esasen, Osmanlı İmparator luğu’ndaki Alman askerî uzmanlar ve Alman Dışişleri Bakanlığı da, Alman silah sanayiinin başlıca destekçilerindendi. Böylece, Osmanlı’nın askerî eğitim uzmanı talebi ile başlayan Osmanlı-Alman yakınlaşması, Almanya’nın silah sanayi için pazar olmak şekline dönüşmüş oldu. Askeri uzmanlar ise, bu ilişkide silah tekellerinin iş bağlantılarını yürüten iş bitiriciler olarak işlev gördüler. Yaptıkları iş bağlantılarının karşılığında ilgili şirketten ortaklık teklifleri, hisse senetleri, komisyon vb. aldılar. Alman hükümeti de subaylarının Osmanlı ordusundaki görevlerini sürdürmelerini silah ticaretinin devamı için lüzumlu gördü. Hatta Osmanlı ordusundaki bazı mevkilerin Alman subayların elinde bulunması için büyük çaba sarf etti. Alman topçu Ristow 1891’de öldüğünde, yerine yeni bir subayın gönderilmesini istedi. Bu konuda fikrine başvurulan von der Goltz, Fransızların Osmanlı ordusuna topçu göndermek için büyük gayret sarf ettiklerini belirterek hemen hemen bir topçu subayının tayin edilmesini tavsiye etti. Goltz, gönderilecek subayın Krupp başta olmak üzere Osmanlı ordusuna top sevk eden Alman firmalarıyla şahsen tanışmanın çok yararlı olacağını da ilave etmişti[56]. Alman hükümeti bu tavsiyeleri dikkate aldı.
Baron von der Goltz’un 1880 ve 1890’lardaki çabalarını yüzyılın sonlarına doğru askerî ataşe binbaşı Morgen sürdürdü. Birkaç yıl sonra geri çağrıldığında, Krupp Şirketi'ne verilen siparişler o kadar büyüktü ki, şirketin İstanbul’daki satış temsilcileri Huber kardeşler, sadece aldıkları komisyonlarla milyoner olmuşlardı[57]. Osmanlı Devleti'ne Alman askerî uzmanların gelmesi Goltz Paşa’dan sonra da devam etti. Bunlardan biri olan Lois Kamphönever 1897’de müşirlik rütbesine yükseltildi. Padişahın verdiği ve Türk müşirlerine bile kolay verilmeyen “yaver-i ekrem”lik unvanını da aldı. Kamphönever’in, yıllarca Osmanlı piyade birliklerinin genel müfettişliğini yapmaktan[58] başka Osmanlı ordusuna ne gibi katkılarından dolayı bu unvanı aldığı bilinmiyordu. Fakat bilinen bir şey vardı; bir anda aynı unvanı taşıyan Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ile aynı mevkiye yükseltilmiş oldu[59].
1913 yılında başarısızlıkla sonuçlanan Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı Devleti Almanya’dan yine askeri uzmanlar istedi. Süvari subayı general Otto Liman von Sanders’in başkanlığındaki bir Alman askeri uzman heyeti Osmanlı ülkesine geldi. Bu andan itibaren, Osmanlı Devleti üzerindeki Alman nüfuzu sadece ordu ile sınırlı kalmayıp, her alanda etkisini arttırdı. Her ne kadar 1914 öncesinde İngilizler Osmanlı donanmasının,[60] Fransa ve İtalya Osmanlı jandarmasının ıslahı ile ilgilendilerse de, Osmanlı kara ordusu büyüktü. Donanma ve jandarma ile kıyaslandığında kara ordusunun çok yönlü işlevleri vardı. Bu bakımdan, kara ordusundaki Alman etkisi, Osmanlı üzerinde Almanya’yı diğer büyük güçler karşısında avantajlı kılıyordu[61].
Osmanlı-Alman Ekonomik İlişkileri
1871’de siyasî birliğinin kurulması ile, Almanya, yeni hammadde ve pazar kaynaklarına kavuştu. Almanya’nın ekonomik bir dev olarak yükselmesinin ayrıntılarına girmeden denilebilir ki; I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki ulusal gücü, İtalya ve Japonya'nınkini üç-dört kat geçmiş; Fransa ve Rusya'yı geride bırakmış ve muhtemelen İngiltere’yi de geçmişti. Avrupa’nın en güçlü devleti olan Almanya hâlâ da büyümekteydi. Gelecekteki büyümesiyle de Avrupa dengesini, diğer büyük güçler aleyhine sarsabilecek bir büyük güçtü[62]. Rakamlar, Almanya’nın büyük güç olmasının ipuçlarını vermektedir; Artan nüfusunun iş gücünü, ülkede bol miktarda bulunan kömür, demir ve çelik üretimi ile birleştirince maden kömürü üretiminde ABD ve İngiltere’den sonra dünya üretiminde üçüncü sıraya; demir üretiminde dünyada ikinci, Avrupa’da birinci sıraya; çelik üretiminde ABD'den sonra dünya ikinciliğine yükseldi. Almanya’nın sanayileşmesinde bir başka gelişim kimya ve elektronik alanında oldu. Elektronik sanayiinde ABD ve İngiltere’den sonra dünya üçüncüsü; makine sanayiinde ABD’den sonra dünya ikinciliğine yükseldi. Ulaşım sektöründe Alman ticaret filosu İngiltere ve ABD’den sonra dünya üçüncüsüydü. Bu sınaî-ticarî gelişmelere rağmen Almanya petrol, ka-uçuk ve ipek gibi sınaî, arpa, patates ve şeker pancarı dışındaki tarımsal maddeleri ithal etmek zorundaydı. Bu bakımdan Almanya gıda ve ham sanayi maddelerini ithal ederken mamul maddelerini ihraç etmekteydi. 1880- 1913 yılları arasında Alman ithalatında %143, ihracatında % 127 ve toplam ticarette %135’lik bir artış olmuştur. Alman dış ticaretinin toplam dünya ticaretindeki payında ise İngiltere ve Fransa’nın düşmesinin aksine ABD ve Rusya ile birlikte bir artış gözlenmiştir.
Almanya’nın dış ticaretinde Avrupa ülkelerinin ağırlığı ise şöyledir; toplam ithalat üzerinden hesaplandığında, Avrupa ülkeleri ile yapılan ithalat 1881’de %81 iken; bu oran, 1913’te %58’e gerilemişti. Bu durum nasıl açıklanabilir? İthalat bakımından düşünüldüğünde sanayileşmekte olan bazı Avrupa Devletleri’nin ülkedeki bazı hammaddelerin ihracını yasaklamaları bu soruyu cevaplayabilir. Özellikle diğer Avrupa devletlerine yapılan ihracatta bir değişiklik olmaması bu konuyu daha iyi açıklamaktadır. Almanya’nın, Avrupa dışındaki ülkelerle yaptığı ithalatta ise 1890’dan 1910 yılına % 345 oranında bir artış olmuştur. Yine Avrupa dışı ülkelere yaptığı ihracatta da aynı yıllarda % 146’lık bir artış olmuştur. Toplam ticarette ise %250 oranında bir artış gözlenmiştir. Bu rakamlardan, Almanya’nın dış ticaretinin Avrupa dışı ülkelere kaydığı söylenebilir. Bu ülkeler Yakın ve Uzak Doğu ülkeleri. Güney Amerika gibi sanayileşmesini henüz tamamlayamamış ülkelerdir[63].
Osmanlı’ya gelince; 1838 yılında, İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’un “şaheser" olarak algıladığı “Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşmanın benimsettiği "serbest ticaret sistemi"nin Osmanlı sömürgeleşmesinde önemli etkisi oldu[64]. Şöyle ki, Osmanlı, kendi iç pazarını yüksek gümrük duvarlarıyla ileri kapitalist-emperyalist ülkelerden koruyamadı ve bu devletlerinin açık pazarı haline geldi. Avrupa mamullerinin rekabeti karşısında geleneksel zananatçılık geriledi. Batılılaşma fikrinin yaydığı liberal- modernleşme reformları ise; bu emperyalist dış egemenliğin üst-yapısal kurumlarını oluşturan liberalist iç düzenlemeler oldu.
Osmanlı İmparatorluğu, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Avrupa emperyalizmi tarafından baskı altına alınmıştı. Osmanlı İmpa-ratorluğu’nda, her ne kadar Avrupa malî yayılışına karşı direnmeye çalışılmış ve bu amaçla “Sanayi Islahat Komisyonu” tarafından, Avrupa karşısında el emeğine dayanan küçük sanayinin yaşamasına imkân olmadığına dikkat çekilerek, makineli üretime geçilmesi önerilmiş ve devlet, 1873 yılında, sanayii teşvik etmek amacıyla, fabrika kuracaklara gümrük ve vergi muafiyetleri tanımış, 1888 yılında bu muafiyetler fabrika inşasına lüzumlu hammaddeleri kapsamış ve bunu 1897’de kurulacak yeni tesislerin on sene süreyle vergi dışı bırakılması takip etmiş ise de; özel kesimde sermaye, tecrübe ve bilgi birikimi yetersizliği dolayısı ile büyük işletmelerin kurulması fikri istenilen sonuca ulaşmamıştı. Ticarî kaygı taşımayan devlet sektörü, daha çok, ordu ve sarayın ihtiyacını karşılayacak fabrikalar kurmaya yönelmiş, fakat, kısa süre sonra maliyet yüksekliğinden dolayı bundan da vazgeçilerek, işletmesi hâzineye büyük yük getiren bazı fabrikalar kapatılmışa. Özel sektörün kurduğu fabrikalar ise; genellikle 30-40 işçi çalıştıran ve yabancı rekabete dayanamayan küçük işletmelerdi. Mesela, 1913 yılı toplam işletme sayısı 806 olup, buralarda çalışan işçi sayısı 44.000 idi. Yani işletme başına 54 işçi düşmektedir[65]. Osmanlı ülkesi, önce Berlin Antlaşması ile siyasal egemenlik altına alınmış; bunu takiben, ilan edilen 1881 tarihli “Muharrem Kararnamesi” ile imparatorluk iktisadî bağımsızlığını da kaybetmişti. Bu tarihten sonra Osmanlı İm-paratorluğu, dünya siyasetinde, değil dikkate alınması gereken büyük bir güç olmak, tam aksine, büyük devletlerin emperyalizm savaşında kendiliğinden paylaşımın konusu olan zayıf bir devlettir.
1881-1908 yılları arasında Osmanlı hükümeti, 45 milyonu (toplamın %87.4’ü) eline geçen, %4.1 ortalama faizle 51.5 milyon lira borç aldı. 1901- 1914 yılları arasında Jön Türkler, 39 milyonu ( toplamın %84.8’i) eline geçen, %4.6 ortalama faizle 46 milyon lira borç aldılar. Savaş başladıktan sonra Bab-ı Ali, savaş ihtiyaçlarını karşılamak için Alman müttefikine dönmek zorunda kaldı. Almanya’nın savaşı kazanması durumunda Türk hükümranlığı için yıkıcı sonuçlar doğurabilecek büyük bir borç altına girdi[66].
1881 Muharrem Kararnamesi ile "Düyun-ı Umumiyye" (Genel Borçlar) uygulaması başlatıldı[67]. Düyun-ı Umumiyye İdaresi’nin yönetiminde, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Bankası yöneticileri bulunuyordu. Uygulamaya göre; devletin borçlarına karşılık gösterilen belirli gelirlerine alacaklı devletler tarafından el kondu. Kurumun el koyduğu vergiler zamanla çoğaldı ve bu vergileri toplamak için geniş bir örgüt kuruldu[68]. Takip eden dönemde, ülkenin doğal zenginlikleri tekelci imtiyazlar halinde yabancılara verilmeye başlandı. 1902-1911 yılları arasında maden üretiminin yarıdan fazlası yabancı şirketlerinin elindeydi. Özellikle maden kömüründe yabancı sermaye payı %65-68 civarında idi[69]. 1880’li yıllara kadar Osmanlı dış ticaretinde ağırlıklı bir yer tutmayan Almanya’nın, Osmanlı ülkesindeki ekonomik yayılmasında, 1909’a kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir şubesi bulunmayan, Deutsche Bank öncü oldu. Bu en büyük Alman bankası, özellikle imparatorluğun askerî ve idari mekanizmasında en hayatî önemi haiz çeşitli demiryolları yapımı girişiminde, Bağdat demiryolu da dahil, Bab-ı Ali’ye kefil oldu ve borç ayarlama işleriyle ilgilendi. 1906’dan Deutsche Bank, yeni kurulan ve Osmanlı ülkesinde on iki, (ayrıca Mısır’da yedi) şube açmış olan, Deutsche Orientbank’la işbirliğine bile baş-ladı[70]. Deutsche Bank, özellikle, 1880’li yıllardan itibaren, İngiltere veya başka herhangi bir devletin Osmanlı borçlarında satışa çıkardığı hisseleri derhal almak peşindeydi. Bunda başarılı da oldu. Osmanlı borçlarında 1860’lı yıllara kadar en büyük hisse sahibi devlet İngiltere idi Ancak Süveyş Kanalı’nın açılması ile bu devletin ilgi alanının Mısır-Hind ve Basra körfezine kayması ile onun bıraktığı boşluğu 1866’dan itibaren Fransa doldurmaya başlamışa. 1881’den sonra ise Almanya’nın payı sürekli bir artış eğilimi göstermişti[71].
1881 yılında Muharrem Kararnamesi yayımlandığında Osmanlı kamu borçları içinde Almanya’nın payı %4.7 iken, 1914 yılına gelindiğinde bu oran %20.1’e çıkmışa[72]. Osmanlı-Alman ticareti de özellikle savaştan önceki on yılda hızla arttı[73]. 1909-1912 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancı sermayenin yatırım alanları kısaca şöyle özetlenebilir; %62.96 demiryolları, %4.22 madenler, %9.68 bankalar, %7.67 sanayi ve % 15.43 diğer alanlar. Bu yıllarda, yabancı yatırımın sektörlerdeki oranı ise şöyle dağılmaktadır; Fransa %43.47, Almanya %33.88, İngiltere %16.64, diğer % 5.98[74]. Demiryolu yatırımında 1890’lı yıllarda İngiltere üstün iken, 1914’te yerini Fransa almıştır. Almanya’nın payı 1890’larda %24.4 iken 1914’te %36.8’e (Fransa %49.6) çıkmıştı. Bankacılık ve sanayi alanındaki yatırımlarda Almanya daima İngiltere ve Fransa’dan düşük paya sahip olmuştur[75]. Almanya ile kıyaslandığında Fransa’nın dış yatırımının % 25’i Rusya'da idi. Bu oran Osmanlı’daki yatırımının dört katına eşitti[76]. Bundan dolayı, Fransa’nın Rusya’yı tercih etmesi, Osmanlı yöneticilerini Almanya’ya yöneltecektir[77].
I. Dünya Savaşı'na değin, Almanya’nın Osmanlı ülkesine barışçı sızma (penetration pasifique) politikasının en dikkat çekici ve tartışma yaratan yanı, bitirildiğinde İstanbul’u ve genel olarak Avrupa’yı Bağdat ve İran körfezine bağlayacak olan Bağdat demiryolu hattının yapılmasıydı[78]. Esasen, on dokuzuncu yüzyılın sonunda, birçok dev Alman şirketi, bankası ve bunların oluşturduğu konsorsiyuma dahil olan irili ufaklı daha birçok Alman şirketi, Osmanlı ülkesinin zenginliklerinden yararlanmak için faaliyete geçmişti. Fakat, madencilik ve ulaştırma alanında o dönemde mevcut olan alanlar İngiliz ve Fransız şirketleri tarafından paylaşıldığı için, Alman girişimcileri için bu iki devletten arta kalan bazı bölgelerin kullanıma açılması gerekiyordu. Bu bölgeler, 1856 yılından beri İngiliz imtiyazında olan Ege ve Çukurova ile Fransızların imtiyazlı oldukları Marmara dışında kalan; İzmit doğusundan başlayıp Basra’ya kadar uzanan geniş ve bakir bölgelerdi. Alman yatırımcıların ilgisini çeken Anadolu ve Mezopotamya’nın zenginliklerine ulaşmak, Avrupa’dan Bağdat ve Basra’ya kadar ulaşacak bir demiryolu projesi ile mümkün olabilirdi[79]. Böylece, Almanya, Doğu Akdeniz’i de etkisi altına alabilecekti[80]. “Bağdat-Basra Demiryolu Projesi” böyle bir anlayış ile otaya çıktı. Hather ne kadar bir Osmanlı demiryolu hattı gibi yorumlansa da,[81] “Bu teşebbüse vaz olunan sermayenin yüzde 40’ı Almanların, % 30’u İsviçrelilerin ve diğer % 30’u Fransızlarındır. Hattı idare eden kumpanyanın müdürler heyeti 4 Osmanlı, 10 Alman, 1 Avusturyalı, 2 İsviçreli ve 8 Fransızdan ibarettir”[82].
II. Abdülhamit, Mezopotamya demiryollarına İngiltere’nin egemen olmasının Mısır-Suriye-Irak hattının doğusunun Osmanlı’dan koparılması anlamına geleceğinden endişe duyuyor, Fransa’nın Lübnan’daki amaç ve faaliyetlerini şüpheyle izliyordu[83]. Proje, bu iki büyük güce karşı Osmanlı endişeleri ile Almanya çıkarlarını birleştirdi. 1903’te yapılan antlaşma ile Proje 99 yıllığına, Dautsche Bank tarafından denetlenen, Osmanlı Anadolu Demiryolları Kumpanya’sına (Societe du Chemin de Fer Ottoman d’Anatolie) verildi. Devlet desteği ile sürdürülen projede, Düyun-ı Umumiyye, vilayetlerin bir kısım gelirlerini teminat olarak gösterdi. Ayrıca, demiryolu hattının geçeceği mirî arazi, projeyi üstlenen şirkete bedelsiz devredildi. Şirket hat boyunca mirî ormanların kerestesini kullanacak, madenleri, taş ocaklarını işletecek, hatta arkeolojik kazılar bile yapma imtiyazına sahip olacaktı. Bağdat ve Basra’da limanlar yapmak imtiyazı da şirkete tanındı[84]. Böylece, Osmanlı ülkesini boydan-boya kateden bu proje, Osmanlı ülkesine Alman emperyal sızmasının bir aracına dönüşmüş oluyordu[85].
Genel olarak bakıldığında, padişah için demiryollarının artmasının, hem imparatorluğun askerî yönden güçlenmesi, isyan ve eşkıyalığın anında asker sevkıyatı ile önlenmesi gibi siyasî-idarî; hemde tarım ürünlerinin pazara sevk edilip zenginliğin artması gibi sosyal-ekonomik bir anlamı vardı[86]. Fakat, ilkel bir tarım ekonomisine dayalı bir ülke, besleyemeyeceği bir demiryolu sistemine, Düyun-ı Umumiyye aracılığı ile teminat akçesi ödeyerek[87] ne derece kalkınabilir ve sömürgeleşmekten kurtulabilirdi? Kaldı ki, Anadolu’daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki demiryolu yatırımları da birbirinden kopuktu, işlerliğindeki süreklilik her an sona erebilecek bir durumdaydı. Bu haliyle, yabancı demiryolu yatırımlarının, imparatorluğun topraklarına uygarlık götürmek bir yana, bölgesel zenginliği yağmalamaktan öte bir işlevi olmadı [88].
Osmanlı-Almanya Fikrî Etkileşimi ve Kültürel İlişkileri
Alman pan-cermenistleri, Osmanlı üzerindeki Alman nüfuzunun kalıcı olabilmesi için kültürel kuramların arttırılması gereğini savundular. Fakat, Osmanlı fıkriyatında Alman etkisi, hiçbir zaman örneğin bir Fransız etkisi kadar olamamıştı. Dönemin Osmanlı entellektüellerinin yazıları incelendiğinde bu durum kolayca gözlenebilir. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Fransızca bilenlerin sayısı, Fransızca metni aslından okuyacak derecede artmıştı. Roman yazımındaki Fransız etkisi, S. Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt, H. Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye, H. Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu, E. Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa, R. Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası gibi eserlerinde, kendini, Osmanlı’yı medenileştirici Fransız mürebbiye ya da mürebbi şeklinde gösterir[89]. Aynı durumun Almanya için söylenmesi mümkün değildir. Mesela, dönemin romanlarında uygarlaştırıcı bir Alman mürebbiye veya mürebbi tiplemesine rastlamak çok zordur. Benzer şekilde, Fransız filozoflardan mesela Rousseau ve Montesquieu’nun, “sosyal mukavele”[90] ve “toplumun ruhu”[91] teorilerinin, yeni Osmanlılardan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın fikirleri üzerinde önemli etkisi vardır. Halbuki, Osmanlı aydını üzerinde, Fransız filozoflarla kıyaslanabilecek[92] derecede, mesela etkin bir Hegel, Marx ya da Fauerbach tesiri bulamayız[93].
Buna karşılık, 1884 yılında İtalyan Gaetano Mosca’nın geliştirdiği ve bir devletin kaderini, onun işlerini yöneten siyasilerin kalitesine bağlayan “siyasî elit” kavramı Jön Türk liderlerini de etkilemiştir. Mizan dergisini çıkartan Mizancı Murat’ta “siyasal elit”[94] ya da Meşveret dergisini çıkartan Ahmet Rıza’da “askeri elit”[95] kavramlarına dönemin Jön Türk yazılarında çokça rastlanılabilir. Avamdan gelecek olan bir hareketten son derece çekinen ve onun cehaletinden korkan Mizacı Murat, kendini, Guizot’nun 1830’dan sonra yapmaya çalıştığı gibi, burjuva sınıfı için bir daha ihtilal yoluyla alabora olunmasını engellemek üzere geniş bir entellektüel ve ahlakî temel yaratmaya adamıştı. Murat’a göre, devlet, orta seviyede bulunan, bilgili ve ahlaklı bir zümreye bırakılmalıydı. Nasıl ki, Namık Kemal’in temel inancı “halk egemenliği” ilkesine dayanıyordu, Mizancı Murat’ın ilkesi de “siyasî liderlik yapabilecek bir sınıf yetiştirmeye” yönelikti[96]. Diğer Jön Türk lideri Ahmet Rıza’nın hareket noktası ise; Osmanlı imparatorluğu’nun askerî bir devlet olması sebebiyle, “askeri elit” teorisi idi. Askerlik, Osmanlı imparatorluğu’-nun ana unsurlarından biri olduğuna göre bu gücün zayıflaması imparatorluğun da gerilemesi demekti. Avrupa'nın baştan aşağı silahlandığı bir dönemde sivil makamlar askerî makamları ikinci planda algılıyorlardı. Halbuki, böyle bir ortamda askerî makam diğerlerinden daha önde olmalıydı. Askeri elit sivil hayata da önderlik yapmalı ve iktidarın yeteneksizlerin eline geçmesini engellemeliydi[97]. Ahmet Rıza, askerî erkânın milleti uyandıran bir elit görevi üstlenmesi ve halkın sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini Von der Goltz Paşa’nın “Millet-i Musallaha” adlı kitabından almıştı. Goltz Paşa, savaşın kazanılması için sivil sektörün askerî sektörden ayrılması gerektiği fikrini aydınlara taşımışa. Bu fikre göre, toplum, total olarak devlet faaliyetlerine katılımının sağlandığı ölçüde bir kudret hazinesiydi, birey savaşta ve barışta devletin amaçlarına hizmet etmeliydi. Bu yönü ile Goltz Paşa’ nın yaklaşımı totaliter öncesi bir düşünce özelliği taşımaktaydı. İlginç olan nokta, Osmanlı fikriyatı üzerinde Alman etkisinin bu totaliter-öncesi[98] fikir akımıyla kendisini göstermesidir.
Almanya söz konusu olduğunda, Osmanlı fikriyatının daha ziyade Herder vasıtası ile romantik ve liberal-milliyetçilik konusunda etkilendiğini söylemek mümkündür. Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın 1867’de Sultan Abdülaziz’e yazdığı ve Yeni Osmanlılar tarafından broşür haline getirilip, imparatorluğun her bir yanına dağıtılan; bunun sonucunda ülkenin her yerinde önemli bîr dalgalanma yaratan mektubunda bunun ipuçlarını bulmaktayız[99]. Fazıl Paşa’nın, ahlakî çöküntü, yani ilk Türkler için tabiî bir hâl olan hür karakterden uzaklaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın uğradığı adaletsizliklerin sonucu idi. Bu adaletsizlikler, bir taraftan insanları zayıflatıp köleleştirirken; diğer taraftan, köle milletlerin bu faaliyetlere ihtiyaç duymamaları sebebiyle, ilimlerin ve sanatların çöküşüne sebep olmuştur. Paşa’nın bu ifadesi ile, Herder’in şu ifadeleri arasındaki benzer vurgular ilgi çekicidir; despotizmin boyunduruğu altında, en soylu halk bile kısa bir zaman içerisinde soyluluklarını kaybederler, onun en yüksek kabiliyeti, yalan ve sahtekârlık için, dalkavukluk için, zillet için ve lüks bir hayat içinde yaşamak uğruna hor görülür. Yirminci yüzyılın başında da Türk milliyetçiliği üzerinde, mesela Ziya Gökalp’in[100] Almanya’yı örnek göstererek Türk dil ve kültür birliğine yaptığı referanslarda da olduğu gibi, Herder etkisi devam etmekteydi.
Gökalp, iktisadi düşünce bakımından da Alman modelini benimsemektedir. Almanlar kültürel birlik, iktisadi birlik ve siyasî birlik diye adlandırdığı üç aşamadan geçmişlerdi;[101] kültürel birlikle “millî ittihat"a ulaşılmış, Leibniz’in önderliğinde “Almancılık cereyanı" doğmuştu. Kültürel birliği İktisadî birlik izlemişti. Friedrich List’in çabaları iktisadi birliğin (zollverein=gümrük birliği) temel taşını oluşturmuştu. Son aşamada, Bismarck’ın gücüyle siyasal birlik kurulmuş ve böylece "Alman ittihatçılığı” tamamlanmıştı. Ona göre; Türk ittihatçıları da aynı yolu izlemeliydi. İktisadın, Osmanlı toplumunda uzun yıllar kozmopolit bir nitelik taşımasını ve liberal okulun “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesinin Osmanlı’da genel kabul görmesini eleştiren Gökalp, devletlerin kendi millî iktisatlarını oluşturmalarının önemini vurgular;[102]
“ Şimdiye kadar iktisadiyyat en ziyade kozmopolit sanılan bir şeydi. Hususiyle hâlâ mekteblerimizde resmen okutulmakta olan “Manchester iktisadiyyatı" İktisadî vicdanın tamamiyle kozmopolit olduğına kani! “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” Mutarefesine (aksiyon) istinad (delil) iden böyle resmî bir ilm varken, nasıl olurda İktisadî vicdanın vatanperverliğinden bahs idilebilir? (...) Binâen aleyh, serbesti-i mûbadelatdan yalnız menfaat bulub hiçbir zarara düşmemesi ihtimali bulunan İngiltere'nin “millî iktisadından ibaret oldığı, artık anlaşılmışdır. İbtida, bu hakikati, Amerikalı John Rae ile Almanyalı Friedrich List anlayarak kendi memleketleri içün bir “millî iktisad felsefesi" vücuda getirdiler. Bu harekete diğer milletlerin iktisadcıları iştirak itdiler. Yalnız zavallı bizler, İngiliz iktisadiyyatının bir firiftesi (aldatılmış) olarak kaldık.”
Alman ilerleme modeli dönemin diğer ittihatçıları tarafından da savunuldu. Tekin Alp (Moiz Cohen), İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin malî desteği ile çıkan ve İttihatçı "milli iktisat" teorisini savunan İktisadiyat mecmuasının ilk sayısında “Mecmuamızın Mesleği: Millî İktisada Doğru" başlıklı yazısında, “Türklerin Alman ulusunu örnek almaları gerektiğini kaydediyor, Almanya’nın yarım yüzyıldan kısa bir sürede ulusal ekonomisini kurduğunu vurguluyordu. Ona göre; Almanlar 1870 savaşından sonra tüm güçlerini millî iktisadı yükseltmeye sarf etmişler ve bu sayede tarımda, ticaretle ve özellikle de sanayide ilk sıralara yerleşmişlerdi. Türklerin de iktisat alanında Almanların kırk elli yıldır geçirdikleri deneylerden ders almaları gerekiyordu[103].
Bir başka husus kültürel etkileşimdi. Almanya, Osmanlı ülkesi üzerinde kültürel nüfuzunu, tabib, öğretmen, din adamı, akademisyen vb. görünümünde sayısız misyoner göndererek kuruyordu. Bu nüfuz İstanbul'dan başka, Bursa, Konya, Ankara, Sivas, Samsun, Trabzon, Adana, Mersin, Antep, Diyarbekir, Mardin, Musul, Basra, Şam, Trablusşam ve Yafta’da kurulan okullar aracılığı ile de sağlanıyordu[104]. Okulların kurulduğu bölgelerin, Almanların Osmanlı üzerindeki temel nüfuz bölgesi olan Bağdat demiryolu hattı boyunca uzanması bir tesadüf olmasa gerek. Belli ki, bu okullarda yetiştirilecek gençler gelecekte büyük güçler arasında Alman taraftarı olacaktı. Bu durum Yakın Doğu’ya Alman emperyalizminin sızmasında bu devlete avantaj sağlayacaktı. Eğitsel ve dinsel ilişki beraber yürütülüyordu. Mesela, imparatorluktaki okullar, yetimhaneler, dispanserler ve hastahaneler, Protestan Birlik, özellikle Ermeniler arasında etkin olan Alman Doğu Misyonu, Filistin Birliği ve diğer birçok dini örgüt tarafından destekleniyordu[105]. Fakat ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya ile karşılaştırıldığında Almanya’nın eğitsel açığını kapatması oldukça zor görünüyordu.
Almanya’nın Ortadoğu’ya yayılmasında Alman şarkiyatçıları coğrafî ya-yılma alanları saptıyordu. Bu konuda, Alman arkeologların Osmanlı İmpara-torluğu üzerinde yürüttüğü arkeolojik kazılar önemli bîr işlev görüyordu. Ortadoğu ve İslam kültürü hakkında geniş bilgi sahibi olan Alman şarkiyatçılar bilimsel araştırmaların yanında. Baron Max von Oppenheim[106] örneğinde olduğu gibi İslam ülkelerini İtilaf Devletleri’ne karşı cihada kışkırtmak gibi siyasî ya da Bergama Sunağı örneğinde olduğu gibi yağmacı faaliyetlerde de bulundular.
SONUÇ
Dünya emperyal mücadelesine İngiltere ve Fransa’dan geç bir dönemde katılan Alman emperyalizmi, gcleneksel-emperyal yöntemlerden farklı bir yol izledi. Uyguladığı “yeni emperyalizm" stratejisi ile, Almanya, görünüşte hiçbir toprak talebinde bulunmuyor; aksine, Batılı emperyalist büyük devletlerin karşısında, mazlum Doğulu ulusların yanında yer alıyordu. Dost olduğu devletlerin bağımsızlığına saygı gösteriyor, onlara askerî danışmanlar gönderiyor ve bu devletlerin ülkelerinde yatırımlar yaparak onların kalkınmasında yardımcı oluyordu. Kaynağını “Doğu’ya yönelme=Drang nach Osten" felsefesinden alan bu politika aracılığı ile “Doğu’ya barışçı bir yöntemle sızma"nın yolunu da bulmuş oluyordu. Almanya, bu yönü ile çağımızdaki “yeni emperyalizm "in de ilk habercisi oldu[107]. Böylece, Alman tekelci kapitalizmi, Doğu uluslarının ekonomik zenginliklerine yönelmeden önce ruhlarının derinliklerine sızdı. Bu amaçla yoğun bir propoganda faaliyetini başlatan Almanya amacına ulaştı. O derece ki, Müslûmanlardan, Almanların Rusya’ya karşı İslâmî kurtarmak için savaştığına, hatta kayzerin Müslüman olduğuna inananlar vardı. Alman ve Türk propagandacılar kayzerden “İslam'ın dostu ve koruyucusu Hacı Wilhelm”[108] diye söz ediyorlardı. Diğer yandan, Almanya, rakiplerine karşı “pan-islamizm”i kışkırtarak bu devletlerin egemenliğindeki Müslümanları ayaklanmalara teşvik ediyordu. Almanya’nın bu tutumu II. Abdülhamit döneminde de, I. Dünya Savaşı sırasında da devam etti. İlginç olan husus, Almanya’nın pan-islamist politikasının istibdat döneminde II. Abdülhamit’in, daha sonra, II. Meşrutiyet döneminde Enver Paşa’nın yaklaşımlarına uygun olmasıdır. Şöyle ki, Abdülhamit, Hıristiyan büyük güçlere karşı kaybettiği prestijini İslam dünyasında arttıracağı saygınlıkla telafi edebilirdi[109]. Enver Paşa ise, emrindeki "Teşkilat-ı Mahsusa” örgütü ile zaten Üçlü İtilaf Devletleri'nin Müslüman sömürgelerinde bir İslam ihtilalleri hedefliyordu[110].
Almanya, her iki dönemde de büyük devletlere karşı duyulan tepkileri kendi lehine kanalize etmeyi başardı. Bundan sonraki aşamalar, her iki dönemde de, sermaye ihracı yolu ile ekonomik yatırımlar yaparak, Osmanlı zenginliklerini Almanya’ya aktarmaktı. Bunun en belirgin şekli demiryolu yapımıydı[111]. Bir yandan, Deutsche Bank yönetimindeki Alman finans kapitali, Bağdat demiryolu girişimi ile Osmanlı İmparatorluğu’na demiryolu yapımının finanse edilmesi için, sermaye ihraç ederek borç verdi; diğer yandan, bu durum, yapım için gerekli metanın ihracını başka Alman sermaye gruplarına siparişi teşvik etti. 1912 yılına girerken Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplam Alman sermayesi 50 milyon Osmanlı lirasını aşmıştı. Önemli kârlar sağlayan Alman sanayii, Osmanlı’daki yatırımları vasıtası ile İnşaat malzemesi, ray, vagon vb. muhtelif alet ve makine siparişleri ile bolca meta ihraç etti. Siparişler yeni taşımacılık şirketlerinin kurulmasını teşvik edecek derecede kârlıydı[112]. 1912 yılı sonunda Osmanlı Devleti Deutsche Bank’a 29 milyon Osmanlı lirası borçlanmıştı. Bu meblağ, Osmanlı Devleti’nin borçlarının %20’siydi[113].
Alman silah sanayii de boş durmadı. Krupp ve diğer Alman silah fabrika-törlerinin yürüttüğü silah ve askerî donatım ticareti de Anadolu’ya yönelen Alman meta ve sermaye ihracının gelişmesinde önemli rol oymadı. 1911 Trablusgarp, 1912-13 Balkan Savaşlarında Osmanlı’yı, ve tabiî ki rakiplerini, Alman silah tekelleri donattı[114]. Böylece, Osmanlı ülkesinin zenginlikleri, “Türk yurdu parçalanırsa kendi hisselerini almak isteyen”[115] dost ve müttefik (ve silah arkadaşı)[116] Alman emperyalizmi tarafından gizliden gizliye sömürülüp durdu. İngiliz, Fransız ve diğer bütün emperyalizmler[117] gibi Alman emperyalizmi de yalnızca sömürgelerde ulusal sanayilerin kurulmasına karşı çıkmakla kalmadı, çok kez kendi meta ve sermaye ihraçları nedeniyle, gelişmiş yerli imalatı yıktı, üretici güçlerin gelişmesini yavaşlattı ve Türkiye’nin bağımsız ekonomik gelişmesi için var olması gereken koşulları da ortadan kaldırdı[118].
Alman emperyalizminin planı, elbette ki sadece sermaye ve meta ihracı değildi. Hızla artan Alman nüfusuna yeni yerler bulmak gerekiyordu. Alman emperyalistler, çok seyrek nüfuslu Anadolu ve Mezopotamya’yı Alman nüfus fazlasını yerleştirebilecekleri ideal bir bölge olarak algılıyorlardı. Esasen, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Alman kolonileri, toprak satın alıp, Ortadoğuya yerleşmeye başlamışlardı bile[119]. Almanya için hammadde ve tarımsal ürün deposu olan Türkiye üzerinde Alman malî çevrelerinin sermaye yatırımları Deutsche Bank tarafından desteklenen, “Konya Ovası Sulama Projesi” ve “Adana Ovası Sulama Projesi” ile Türkiye’yi Alman dokuma sanayiinin ham madde kaynağı yaptı. Bankanın Alman emperyalizmi lehine bir başka başarısı, Mezopotamya’daki petrol yataklarının %25’ini denetimine almak oldu [120].
Bu süreçle Osmanlı hükümetlerinin tarihî rolü ne idi? Bu hükümetler Berlin Kongresi'nden başlayıp I. Dünya Savaşı öncesine kadar devam eden bu süreçte, Avrupa ile bütünleşmek adına, fakat gerçekte emperyal büyük güçlerin ülkeleri üzerindeki egemenliğine sebep olan ve bunu pekiştiren,[121] hukukî ve İdarî “reform paketleri”ni uygulayan aracı kurumlar[122] olmaktan öteye geçemediler.
TABLOLAR