a) Sütunun bugünkü durumu ve yazıtları :
İstanbul’da Sultan Ahmet Meydanında (eski Hipodrom = Atmeydanı) iki dikili taş (obelisk) arasında duran “burmalı sütun” (res. 1-3)[1] İstanbul’un zamanımıza kadar gelen en eski ve en önemli Yunan anıtı olmakla beraber İstanbul’a dair türkçe olarak yazılan monografiler, tarih ve coğrafya ansiklopedileri ya da kılavuzlarda[2] ekser hallerde kısa, noksan ve bazan da hatalı olarak zikredilmiş, fakat yalnız türkçe olarak değil, yabancı dillerde de bu anıta dair son zamanlara kadar başlı başına bir monografi meydana getirilmemişti. 1968 yılında genç Alman arkeologlarından W. Gauer tarafından yazılan “Pers harplerine ait adak hediyeleri" adlı eserde bu anıta başlı başına bir fasıl ayrılmış olduğundan[3] evvelce başka bir vesile ile hazırlamış olduğumuz bu makaleyi[4] bazı tâdiller ve ilâvelerle tekrar ele almağı ve bu alanda yapılan araştırmaların son durumu hakkında Belleten okuyucularına bir fikir vermeği faydalı bulduk.
“Burmalı sütun” bugün kesin olarak tesbit edildiği gibi Yunanlıların kendi ülkelerinde Perslere karşı yaptıkları son büyük meydan muharebesi olan Plataiai’da kazandıkları zafer[4a] ve elde ettikleri ganimetler sayesinde (M. ö. 479) Delfoi’daki tanrı Apollon’a belki 478/77 yılında sundukları üç ayaklı kazanın bir parçasını teşkil etmektedir. Bu muharebenin kahramanı Sparta kıralı Pausanias anıtın kaidesi üzerine kendisini zaferin tek kahramanı imiş gibi gösteren bir yazıt yazdırmış[5], fakat kısa bir süre sonra yazıt müttefiklerin hoşnutsuzluğuna yol açmış olacak ki bizzat Spartalıların isteği üzerine silinerek Perslerin yenilmesinde rol oynayan 31 Yunan şehir devletinin adları doğrudan doğruya sütun üzerine kazılmıştır[6]. Bu yazıtları bugün dahi yılan kıvrımlarının üzerinde farketmek mümkündür (res. 4-5).
Bugün 6,5 m, çapında ve 3 m. derinliğinde, yanları duvarla örülü ve etrafı madenî parmaklıklarla çevrili bir çukurun içinde duran sütun alt ve üstten kırık olup 5,35 m. yüksekliğe, 0,54 m. lik bir alt ve 0,41 m. lik bir üst çapa sahip bulunmaktadır[7]. Yekpare bir parça halinde ve içi boş olarak dökülmüş olan sütun 3 yılanın birbirine dolanmasından meydana gelmiş olup[8] düz olarak kesilmiş olan alt kısmında ince ve dar vücutlar hemen hemen yatay durumda birbirinin üzerine çöreklenmekte, fakat yukarıya doğru dikeyleşerek kalınlaşmakta, üst kısımlarda tekrar incelmekte, bu suretle tabiata en uygun bir şekilde tanımlanmış bulunmaktadır. Sütun bugün 29 kıvrım kapsamaktadır. Üst kısımlarda tunç cidarların kalınlığı 1,10 ile 1,35 cm. alt kısımda ise 1,5 cm. ile 2 cm arasında değişmekte, en altta kıvrımların iç kısımlarının kısmen doldurulması sayesinde kalınlığın 5 cm. ye kadar çıktığı, böylece üstteki ağırlığı taşımak için sağlam bir temel meydana getirildiği görülmektedir. Zamanla koyu yeşil bir patin alan dış yüzeyler özenle perdahlanmış ve cilâlanmıştır. Yaklaşık olarak 30-32 nci kıvrımdan sonra vücutlar geniş açılı bir dirsek yapmak suretiyle birbirinden ayrılıyor, uzun boyunlar üzerinde oturan ağızları açık-ve herhalde dilleri dışarıya çıkık (bk. res. 22)- yılan başları (bk. res. 13 v.dd.) üstten bakıldıkta eşkenar bir üçgen meydana getirmek suretiyle üç ayakh kazanı taşıyor, ya da ona destek oluyordu.
Başlardan birinin parçası 1848 yılında Aya Sofya’nın tâmiri esnasında o civarda yapılan bir kazıda bulunarak mimar Fossati tarafından o zamanlar yeni kurulmuş olan Asarı Atika Müzesine teslim edilmiştir ki bu parça (res. 6) taşıdığı büyük öneme rağmen, arkeologların ilgisini çekmemiş, ancak oldukça yeni bir zamanda Fransız arkeologlarından P. Devambez tarafından esaslı bir incelemeye tâbi tutulmuştur[9]. Üzerinde toprak renginden koyu yeşile kadar değişen bir patin bulunan bu eser üst çene ve başın üst yarısına aittir ve üçgen iri dişler ve bütün hatlar tedricî surette daralan ön tarafa yöneltilmiş bulunmaktadır. Üzerleri oldukça derin oyulmuş çizgilerle belirtilen ve taşkın et kütleleriyle çerçevelenen gözler yuvarlak çukurlar halinde verilmiştir. Fakat antik devirde gözbebeklerinin kemik, renkli taş veya cam hamurundan yapılmış ve çehreye canlılık, hareket, fakat aynı zamanda korkunçluk vermekte rol oynamış oldukları anlaşılıyor[10]. İşte böylece vahşi ifadeli, fakat hayatiyet dolu yılanlar Yunan sanat tarihinin önemli dönemlerinden “sert üslûp” döneminin (aşağı yukarı M. ö. 490-450) ortaya koyduğu şaheserler olarak kabul olunabilir. Diğer taraftan böyle anıtsal bir eserin yekpare bir parça halinde dökülmüş olması tunç döküm tekniği bakımından da dikkat çekicidir[11].
Lakonya alfabesine göre yazılmış olan yazıtlar (res. 4-5) anıtın doğuya, yani Sultan Ahmet camiine bakan tarafında yukarıdan itibaren 13. kıvrımda başlamakta, alt alta gelmek suretiyle 2. kıvrıma kadar devam etmektedir; yani 11 kıvrım yazıya sahip bulunmaktadır. 8 kıvrım üzerinde 3 satırlık, 2 kıvrım üzerinde 4 satırlık (4. satırların sonradan ilâve edilmiş olduğu anlaşılıyor), en alttaki kıvrım üzerinde ise 2 satırlık yazı vardır. En üst kıvrım dışta kalmak üzere diğer bütün kıvrımların üzerinde 31 şehir devleti halkının adları yazılmıştır ki (başka Lakedaimonlular, Atinalılar ve Korintliler olmak üzere) bunlar, kazı sonunda sütunun tümüyle meydana çıkarılmasından sonra, ilk önce Alman filologlarından Ph. A. Dethier, A.D. Mordtmann ve O. Frick, sonraları ise daha isabetli bir surette E. Fabricius tarafından okunmuş[12], bu adlarda izlenen sıranın Plutarkhos’un (Themistokles C 20) sırasına esas itibariyle uyduğu görülmüş, bu listede yalnız Plataiai muharebesine değil, fakat tüm Pers harplerine katılan Yunan şehir devletlerinin zikredildiği anlaşılmıştır. İşte bu sayede sütunun Delfoi adak kazanma aidiyeti hususunda zaman zaman ortaya atılan şüpheler ortadan kalkmış, sütunun bu anıtın desteği olduğu kesin olarak anlaşılmıştır[13].
b) Delfoi'daki anıtın şekli :
Delfoi anıtının şekli hakkında, bugüne kadar çeşitli faraziyeler ileri sürülmüş ve çeşitli restitüsyon tecrübeleri yapılmış olmakla beraber, kesin bir sonuca varmak mümkün olamamıştır[14]. Bazı bilginler Herodotos’un tarifine uygun olarak kazanın 3 ayağının 3 yılan başının üzerinde durduğunu, yani burmalı sütunun altın kazanın desteğini meydana getirdiğini kabullenmişler[15] (res. 9), başkaları ise anıtın üzerinde durduğu taş kaidenin Delfoi’daki Fransız kazılarında ortaya çıkması üzerine[16] sütunun kazanı sadece alttan desteklediğini ve doğrudan doğruya taş kaide üzerinde oturan kazan ayakları tarafından çevrildiğini iddia etmişlerdir (res. 10). Bu taş kaide Apollon tapınağının doğusunda, Khios (Sakız) sunağının karşısında ve bu sunağın önünden geçen kutsal yolun kenarında yer almakta (res. 7), kalkertaşından bir temelin üzerinde 3 kesme taş tabakasından ibaret hemen hemen kare bir alt kısım (yüksekliği 1,13 m) ve altı beyaz, üstü ise siyah kalkerden yapılmış iki tabakalı (yüksekliği 0,73 m) bir yuvarlak kısımdan meydana gelmektedir[17]. Birbiriyle Z şeklinde kenetlerle tutturulmuş 5 parçadan ibaret olan en üst (yani 5 inci) tabakanın üst sathında ortada yuvarlak, oradan 0,58-0,68 m. lik mesafelerde ise uçlarına doğru daralan ince uzun 3 delik (uzunlukları 0,40-0,50 m.; azamî genişlikleri 0,14 m.; derinlikleri 9-10 cm.) mevcuttur (res. 8). Bu satıhta düzlenmiş dairevî bir kenarın bulunmasından ve iç kısımların oldukça kaba işlenmiş olmasından 5 inci tabakanın üzerinde biraz daha küçük çapta ve muhtemelen 35 cm yüksekliğinde bir 6 ncı tabakanın durduğu çıkarılmakta, bu suretle tüm yüksekliği 2,21 m. yi bulan bu kaidenin üzerinde tüm yüksekliği 7,60 m. olarak hesaplanan altın ya da altın kaplama kazanın[18] yer aldığı kabul olunmaktadır. Bu verilere dayanarak P. Graef ve E. Fabricius tarafından tasarlanan, A. Furtwängler tarafından ise bazı yerleri değiştirilen restitüsyon tecrübesine dair res. 10 (bk. res. 11b) bir fikir vermektedir[19]. Fakat uzun süre arkeologların çoğunluğu tarafından kabul olunan bu restitüsyonun doğruluğu hakkında tunç heykeltraşı K. Kluge, İstanbuldaki yılan başının üst kısmında sert lehim izleri tesbit ettikten sonra, tereddütlerini açığa vurmuş ve kazan ayaklarının doğrudan doğruya yılan başlarının üzerinde durmuş olduklarını ileri sürmüştür[20]. Antik anıtların eski şekillerinin terkibinde başarılı çalışmalarda bulunan tanınmış arkeolog F. Studniczka da Kluge’nin fikrini makul bulmuş[21], fakat yılan vücutlarının altta yatay olarak kesilemiyeceğini ve bir bütün olarak yere temas edemiyeceğini düşünerek, bazı vazo resimleri ve tunç kabartmalara dayanarak[22] sonlarına doğru tedricî olarak incelen yılan kuyruklarının birbirinden ayrılarak kaide üzerinde yayıldığını ve kaidenin üst sathında görülen 3 deliğin (3 üncü bir tabaka kabul olunmamaktadır) kazanın ayaklarını değil, fakat yılan kuyruklarını tesbit için açılmış kenet delikleri olduğunu ifade etmiştir. Fakat Studniczka’nın 1929 da ölümünden sonra burmalı sütunla uzun süre kimse meşgul olmamış, ancak son zamanlarda anıt W. Gauer tarafından tekrar etüd konusu olarak ele alınmış, bu etüdün sonuçları ilk önce bir doktora tezi, sonra da bazı ilâve ve tashihlerle yukarıda adını verdiğimiz eserde toplanmıştır.
Gauer gerek İstanbuldaki sütunu, gerek Delfoi’daki kaideyi yeni baştan esaslı bir incelemeye tâbi tuttuktan ve kaidenin modern zamanlarda breccia taşlarıyla ve bazı yerleri yanlış olarak restore edilmiş olduğunu tesbit ettikten sonra Studniczka’nın hilâfına 3 üncü bir yuvarlak taş tabakasının varlığını kabullenmekte, çünkü 2 nci tabakadaki derinlikleri ancak 9-10 cm. yi bulan kenet deliklerinin yılanları kaideye raptetmek için yeterli olmadığını, aşağı yukarı 35 cm. yüksekliğinde yekpare taştan yapılmış 3 üncü bir tabaka katıldıkta deliklerin 45 cm. kadar derin olacağını, bu suretle anıtın sağlam bir surette kaidesi üzerinde durabileceğini ileri sürmektedir. Gauer, zannımıza göre haklı olarak, sütunun sonlarına doğru incelen kuyruklar üzerinde duramıyacağı (Herodotos ve Pausanias 3 kuyruk görmüş olsalardı herhalde sütunun tek yılandan meydana geldiğini yazmazlardı), fakat birbirinin üzerine çöreklenmiş yılan kuyruklarının taban çapı aşağı yukarı 1,5 m. olması gereken bir çan gibi aşağıya doğru açıldığını ve 3 üncü yuvarlak tabaka sayesinde derinlikleri 0,45 m. ye çıkan delikler sayesinde kaideye bağlandığı fikrinde bulunmaktadır. Bu böyle olduğuna göre kaidede kazan ayakları için fazla yer kalmamakta üç ayaklı kazanı (res. 9 ve 11 sol) de görüldüğü gibi[23] yılan başlarının üzerine oturtmak gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Fakat Gauer aynı zamanda bazı optik ve statik nedenlerden ötürü yılan başlarını birleştiren bir tunç halka kabullenmekte ve tunç ayakları bu halkanın üzerine oturtmaktadır (res. 11 orta).
Gauer antik devir siyah ve kırmızı figürlü vazo resimlerinden başka 16 ncı yüzyıl Avrupa ressamları tarafından çizilen ya da 17 nci yüzyıl Türk minyatürlerinde tanımlanan sütunun yılan başlarıyla gövdeleri arasındaki oranları gözönünde bulundurmak suretiyle çan şeklinde açılan kuyruklar için 0,36 m, boyunlarıyla birlikte başlar için 1 m. lik bir yükseklik kabul etmekte, böylece sütunun tüm yüksekliğini 0,36 + 5,35 + 1 = 6,71 m. olarak hesaplamaktadır. Üzerindeki kazan için de (tamamiyle hipotetik olarak) 1,25 m. lik bir yükseklik ileri sürmekte, böylece anıtın kaidesiyle birlikte 2,21 + 6,71 = 8,92 yükseklikte olduğu sonucuna varmaktadır.
Gauer bu birinci restitüsyon şekli, yani yüksek bir taşıyıcı üzerinde duran üç ayaklı kazanlar için analoji olarak M.ö. 5-4. yüzyıllar vazo resimlerini göstermektedir ki bunlarda kazanlar ilk zamanlar Dor ve İon, daha sonraları Korint sütunları üzerinde yer almaktadır[24]. Yine analoji olarak tunçtan küçük sanat eserleri (meselâ ayna destekleri, şamdan ve kap kulpları) de zikrolunabilir[25]. Büyük anıtlar arasında Delfoi’daki “akantlı sütun”[26] ya da Atina’daki “Lysikrates anıtı”[27] gösterilebilir.
İkinci restitüsyon şekli[28], yani orta destekli üç ayaklı kazanlara dair daha çok sayıda örneklere sahip bulunuyoruz. Gauer etüdünde bu şekildeki kazanları da toplamış[29], bunların M. ö. 6 ncı yüzyılın ortalarına kadar çıktığını, 5 inci yüzyılda ise çok sayıda yapıldığını ve 4 üncü yüzyıl sonlarından itibaren bu serinin Böotia’da Apollon Ptoios kutsal alanında bulunan kazan kaideleri ve destekleri tarafından sürdürüldüğünü açıklamıştır. Gerçi bu şekilde bir kazan bütünüyle bize kadar gelmemiştir. Fakat Pausanias’ın (III, 18, 7) Sparta yöresinde Amyklai kutsal alanında görüp tarif ettiği eserlerin bu tipte eserler olduğu anlaşılıyor. Nitekim Pausanias bir kazanın altında bir Afrodit, başka bir kazanın altında ise bir Artemis heykelinin destek görevini gördüğünü, bu eserlerin Gitiades’e maledildiğini, Aiginalı tunç heykeltraşı Kalon’un yaptığı üçüncü bir kazanın altında ise Kore’nin durduğunu beyan etmiştir[30]. Bundan başka orta destekli bir kazanın mermer kopyası Rodos’ta Athena Polias kutsal alanında bulunmuştur[31].
Gauer bu iki restitüsyon şeklinden hangisinin gerçeğe daha fazla yaklaştığı hususunda çok ihtiyatlı davranmakta, anıtın bugünkü zedelenmiş durumu ve antik yazarların verdikleri noksan bilgiler karşısında kesin bir sonuca varmanın imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Bununla beraber sütunun ölçülerini ve oranlarını gözönünde bulunduran Gauer ikinci hal şekli kabul edildiği takdirde bu kadar büyük bir anıtın eşsiz kalacağını, çünkü en büyük kazanların yüksekliklerinin 4 ile 4,5 m. arasında değiştiğini, Delfoi kazanı altından ya da altın kaplamalı olsun, bu kadar değerli bir eserin insanî ölçünün dışına çıkacağım düşünerek birinci hal şeklini kabule mütemayil görünmektedir. Bununla beraber ikinci hal şeklinde kazanın yüzyıllar boyunca gelişen bir grupa girdiğini ve statik bakımından da birinci şekle tercih olunabileceğini kaydetmekten çekinmemektedir.
Anıt uzun süre eski şeklini korumak suretiyle dikildiği yerde kalmamıştır. Kazanın altın kısımları “üçüncü kutsal harp”te (M.ö. 353) Philomelos’un idaresinde Delfoi’yu zapt ve yağma eden Phokisliler tarafından çalınıp götürülmüş[32], yılan şeklindeki destek ise şekil değiştirmeksizin olduğu gibi kalmış ve ancak yeni başkentini antik eserlerle süslemek isteyen Büyük Konstantin tarafından İstanbul’a getirtilerek hipodroma ya da onun yöresine oturtulmuştur[33].
c) Sütunun çevresinde yapılan kazılar:
Sütunun çevresinde ilk kazı 1855 yılı kasım ayında İstanbul’daki İngiliz sefiri Lord Stratford Redcliffe ve bilhassa sefaretin başkâtibi Lord Napier’in teşvikiyle Birtish Museum’un bir memuru olan, fakat o zamanlar Midilli konsolos yardımcısı bulunan genç İngiliz arkeologu C.T. Newton tarafından yapılmış[34], sütun birkaç günlük bir çalışmadan sonra kaidesiyle birlikte meydana çıkarılmış, ayrıca kaidenin altında bazı suyollarına rastlanılmış ise de bunların tarihi, hipodrom’un eski seviyesi ve spina’sı ile ilgileri üzerinde durulmamıştır. Ne yazık ki Newton bu kazıyı etraflıca anlatmasına rağmen, bir tek plân ve resim yayınlamamıştır[35]. Anıtın üzerindeki yazıtlar ise o zamanlar İstanbulda bulunan Dethier (Avusturya lisesi müdürü idi, sonraları müze müdürü olmuştur), Mordtmann ve Frick gibi bilginler tarafından okunmuş ve değerlendirilmiştir (bk. s. 192/193).
İkinci arkeolojik araştırma 1927 yılında İngiliz arkeologlarından St. Casson tarafından British Academy adına hipodrom ve yöresinde büyük çapta yürütülen kazılar esnasında yapılmıştır[36]. Bu araştırmada hipodrom’un eksenine aşağı yukarı paralel giden uzun bir suyolu bulunmuş, bu yoldan ayrılan bir kolun iki defa dik açılı dirsek yapmak suretiyle kuzey-güney yönünde sütunun tam altından geçtiği tesbit edilmiştir. İkinci bir kol ise birinciye nazaran biraz meyilli olarak güney-batıya doğru uzanmaktadır (res. 12). Suyollarından hiçbirinin bundan sonraki seyri izlenmemiştir. Enteresan olan husus bu yerde koşu yolunu ikiye ayıran “spina”ya dair hiçbir iz bulunmaması, Burmalı sütunun ise sonradan yontulmuş ve ters çevrilmiş sütun başlığı şeklinde bir mermer kaide üzerinde durması (res. 3), ortasında ve sütunun tam altında bir deliğe sahip olan bu kaidenin yukarıda tanımladığımız suyolu üzerinde yer alması, bu suretle sütunun bir çeşme olarak kullanılmış olduğunun meydana çıkmış bulunmasıdır. Fakat bu suyolunun hipodromun zeminini teşkil ettiği anlaşılan killi bir toprak tabakasının üst sathında bulunması, yan cidarların ve künklerin işleniş şekli onun oldukça geç bir devirde yapılmış olduğuna işaret etmekte, suyolunun yakınlarında daha eski bir döneme işaret eden duvar kalıntılarının bulunmayışı burmalı sütunun Bizans imparatorluğunun son zamanlarında buraya getirilerek dikilmiş olduğunu açığa vurmaktadır. İkinci suyolu ise Türk devrine aittir.
Sütunun çeşme olarak kullanıldığı fetihten az önce İstanbulu ziyaret eden seyyahların efsaneye kaçan tanıklıklariyle de teyid edilmiş bulunmaktadır. Floransalı Buondelmonti şöyle demektedir : “Üç tunç yılanı birbirine dolanmış olarak gördük. Açık olan ağızlarından, söylendiğine göre, cirit oyunlarının yapıldığı günlerde, su, şarap ve süt akarmış[37].” Buondelmonti’den kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen Pero Tayfur ise sadece iki yılan başından bahsetmekte, bunlardan birinin ağzından şarap, diğerinin ağzından ise süt fışkırdığının rivayet edildiğini kaydetmektedir[38].
d) Sütunun fetihten sonraki durumu :
İlk zamanlar hipodrom yöresinde bir yerde durmuş, ancak geç Bizans devrinde bugünkü yerine oturtulmuş olduğu anlaşılan burmalı sütun bundan böyle yer değiştirmeksizin zamanımıza kadar gelmiştir. Pek tabiîdir ki bu yılan şeklindeki anıt İstanbul’a gelen hemen hemen bütün seyyahların dikkat nazarlarını çekmiştir. Bunların kaleme aldıkları seyyahatnameler arasında hiçbir eser yoktur ki bu sütundan bahsetmemiş olsun. Biz burada bu eserleri teker teker gözden geçirecek değiliz[39]. Sadece bunlardan bazılarının, türkçe yazılmış tarihler ve Türk minyatürleriyle birlikte[40], sütunun zamanla uğradığı hasarlar ve yılan başlarını kaybetmesi hususunda bize ne dereceye kadar yararlı olabileceğini tesbitle yetineceğiz.
İlk hasar yılan başlarından birinin alt çenesinin kırılması şeklinde olmuştur. Bu olay fethe ait Türk ve Bizans kaynakları tarafından teyid edilmemekle beraber, Fatih Sultan Mehmed’e maledilmiş ve Topkapı Sarayı kitaplığındaki “Hünernâme”nin birinci cildinde (1584 e doğru tamamlandığı anlaşılıyor) söz ve resimle tanımlanmıştır[41]. Metinde çenenin Fatihin Atmeydanına geldiği zaman kargısını fırlatıp bir çeneyi kırdığını, fakat o esnada aynı mahalle gelen Ayasofya patrikinin bu sütunun İstanbul’un yılanlarını defetmek için vazedilmiş bir tılsım olduğunu ve kırıldığı takdirde İstanbul’un bu kabil haşaratın hücumundan mahvolacağını beyan ve ona dokunulmamasını bir tercüman vasıtasiyle arz ve rica etmesi üzerine padişahın eserin tahribinden vazgeçtiğini bildirmekte, ayrıca özenle yapılmış bir minyatür bu olayı tanımlamaktadır (res. 13). Aynı eserin ikinci cildinde (1588 e doğru tamamlanmıştır) ise hipodrom ve anıtlarını gösteren iki minyatürde bir alt çene kırık olarak gösterilmiştir[42].
Yine Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan ve 1582 den az sonra meydana getirildiği anlaşılan Sûrnâme’de[43] Atmeydanını burmalı sütunla birlikte tanımlayan 152 minyatürden 103 ünde başlardan birinin alt çenesi yoktur[44]; 48 inde baş tam olarak gösterilmiştir; bir tanesinde ise bu husus pek belli değildir. Bazan en küçük ayrıntıları dahi gözönünde bulunduran bu realist tasvirler çeşitli sanatkârlarla ilgili birkaç şema şeklinde işlenmiş olup bazılarında başlar yukarıya kalkık (res. 14-15), veya (herhalde orijinale daha uygun olarak) yatay olarak (res. 16-17), diğerlerinde basık ve kalın bir gövde üzerinde bulunan küçük başların ağızları kapalı (res. 18), birkaç tanesinde ise üstten kuşbakışı şeklinde (res. 19) tanımlanmıştır. Ekser hallerde açık olarak gösterilen ağızların bazılarında dişler yoktur ; bazılarında ise dişler bütün ayrıntılarıyla birlikte verilmiştir (res. 14-15)[45]. İstanbul Üniversitesinde bulunan Menazilnâmedeki minyatürde diller de gösterilmiştir[45a] (res. 22).
Bundan başka Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan 1594/95 tarihli “Şehname-i Murad-ı Sâlis” adlı eserde Atmeydanını tanımlayan 13 minyatürden 10 unda alt çene yoktur[46].
Acaba bu alt çene ne zaman kırılmıştır? Bu hususta İngiliz tarihçisi Ménage tarafından zikredilen Kemâl Paşazade’nin 1512 ye doğru yazılmış olan “Tarih-i Âl-i Osman” adlı basılmamış eserinin 4 üncü cildindeki bir pasaj önemli ipucu vermektedir[47]. Tarihçi “At meydanındaki tunçtan timsali ki birbirine sarmaşmış üç ejder misalidir” şeklinde tanımladığı bu sütunun zehirli yılanlara karşı bir tılsım olduğunu kaydettikten sonra cümlesini şu şekilde bitirmektedir : “Şimdi birisinin çenesi düşmüştür; endamları tamamken şehr içinde yılan görünmezdi[48].”
Sütunun bir tılsım olduğuna dair Kemâl Paşazade’nin verdiği bilgi, yine Ménage tarafından açıklandığı gibi, eski Osmanlı anonim kroniklerinin (Tevarih-i Âl-i Osman) hemen hemen hepsinde bulunmaktadır. Meselâ bunların en eskilerinden olan ve 1490 yılından az sonra yazıldığı anlaşılan bir kronikte sütun tanımlanmakla beraber Fatihin yaptığı hasar ve kırık çeneden hiç bahis edilmediğine göre[49] çenenin 1490 ile 1512 yılları arasında, yani yuvarlak bir rakkamla 15 inci yüzyıl sonu veya 16 ncı yüzyıl başlarında kırılmış olduğu meydana çıkar[50]. Nitekim Hollandalı ressam Pieter Koeck van Aalst’ın 1526 dan az sonra yapılmış tahta baskısı bir gravürü üzerinde Kanunî Sultan Süleyman’ın Atmeydanından alayla geçişi gösterilmiş bulunmakta ve bu gravürde tümüyle yer alan burmalı sütunda bir alt çenenin noksan olduğu (resim biraz büyütüldükte) açıkça görülmekte[51] (res. 20), aynı husus İngilterede Freshfield kolleksiyonunda bulunan 1574 tarihli bir gravürde (res. 21) de tekrarlanmış bulunmaktadır[52].
Bir yılan çenesinin kırılması olayı ve herhalde yılanların tılsım gücünün azalacağı kaygusu 16 ncı yüzyıldan sonra 17 nci yüzyılda da İstanbul halkının zihinlerini kurcalamış olacak ki bunun faili üzerinde durulmuş, bu işi yapan kişi olarak kâh Kanunî’nin veziri İbrahim Paşa, kâh bizzat Kanunî, kâh Selim II ve kâh olağanüstü kuvvetiyle ün kazanmış olan Murat IV gösterilmiştir[53]. Evliya Çelebi seyyahatnâmesinin çeşitli elyazmalarında fâili Selim II, fakat Ahmet Cevdet tab’ında bir yiğit yeniçeri olarak gösterilen bu olay hakkındaki metni, öneminden ötürü, aynen veriyorum[54] : “Onyedinci tılsım burma direktir. Bu direk üç başlı bir ejderha suretini gösterüp başının birisini bir yeniçeri diliri kılıç ile bir uruşta şikest etmiştir. Ol tarihte tılsımı muhtel olup İstanbul içre yılan ve çiyan ve akreb misali hayvan müstevli olmuştur. İrtifaı 10 zira’dır. Diğer 10 zira Sultan Ahmed camii bina olunurken zir-i zeminde kalmıştır derler.”
Bundan böyle 17 nci yüzyılda İstanbul’a gelen birtakım yabancı seyyahlar bir yılan başını alt çenesiz olarak göstermişlerdir ki bunları burada teker teker saymaktan sarfınazar ediyoruz[55].
Sütunu 3 yılan başıyla (alt çenesiz) gören, tanımlayan ve resmini yapan son Avrupalı seyyah A. de la Motraye olmuştur[56] (Haziran 1699). Fakat aynı seyyah Anadolu, Selanik, Aynaroz, Trakya ve Ege adalarını dolaştıktan sonra İstanbul’a geri döndükte (kendisinin 1710 da İstanbul’da olduğu anlaşılıyor)[57] yılanların 3 başının da kopmuş olduğunu görmüş ve bu tahrip işinin 5 Mayıs 1700 de kalabalık maiyyetiyle İstanbul’a gelen ve Atmeydanına yakın bir yerde (belki İbrahim Paşa sarayında) misafir edilen Polonya elçisi Viniava Lesczynski’nin[58] adamları tarafından yapıldığını ileri sürmüştür[59].
Bu suretle 18 inci yüzyılın ilk senesinin üç yılan başının boyunlarıyla birlikte ve aynı zamanda kırılmasına tanık olduğunu görüyoruz ki bu olay 1700-1701 yıllarında İstanbul’da bulunan Fransız botanisti P. de Tournefort tarafından da teyid olunmaktadır. Bu araştırıcı sütunu etraflıca tanımladıktan ve ölçülerini verdikten sonra şöyle demektedir[60] : “Sultan Murad’ın bu yılanlardan birinin başını kırdığı söylenir. 1700 yılında Karlofça muahedesinden sonra sütun devrilmiş ve diğer iki yılanın başı da kırılmıştır. Bunların ne olduğu bilinmemektedir. Fakat sütundan geri kalan kısım tekrar dikilmiş olup iki sivri sütunun (yani obelisk’in) arasında, her ikisinden eşit mesafelerde, durmaktadır.” Tournefort’dan 15 yıl sonra İstanbula Fransız sefiri Marquis de Bonnac’ın yanında gelen Comte Caylus yukarıda verilen bilgiyi teyid ederek 3 yılan başının artık mevcut olmadığını kaydetmiştir[61].
Fakat 1717-1718 yıllarında İstanbulda bulunan, şehrin eski anıtlarına karşı büyük bir ilgi gösteren ve bunları mümkün olduğu kadar objektif bir surette tanımlamağa çalışan Lady Wortley Montague’nun Hipodrom’da duran tunç sütunun “ağızları açık üç yılandan” meydana geldiğini söylemesi[62] ve 1720-1724 de İstanbul’da yaşamış olan Saumery’nin birkaç yıl önce padişahın yılan başlarından birini asasıyla kırarak sütunu sakatladığını tekrar ortaya atması[63] işi karıştırmakta, Motraye, Toumefort ve Caylus’ün söylediklerini yalanlar bir nitelik taşımaktadır. İstanbuldaki eski eserlerin tahribiyle yakından ilgilenen M. Otter (1734-1736 yallarında İstanbul’da bulunmuştur) 3 yılan başının da kesilmiş olduğunu beyan etmiştir ki[64] bundan böyle İstanbula gelen bütün seyyahlar yılanları başsız olarak tanımlamışlardır[65].
Görülüyor ki seyyahatnâmelerden yılan başlarının kırıldığı tarihi kesin olarak tesbite imkân yoktur. Bunlar çok defa birbirinin haberlerini ya cerhetmekte, ya da klişe haline gelmiş bazı efsane formüllerini, ekser hallerde birbirinden kopya etmek suretiyle, tekrarlamaktadırlar. Nitekim Frick, Ebersolt ve Casson[66] bu hususta tatmin edici bir sonuca varmanın imkânsız olduğunu ifade etmişlerdir. Şunu da hemen ilâve edelim ki yabancı seyyahların ekserisi bu tahribi yapanların (başta padişahlar ve bir de sadrıâzam olmak üzere) Türkler olduğunu söylemektedirler.
Fakat Osmanlı tarihçisi Silâhtar Fındıklı Mehmet ağanın[66a] “Nusretnâme” adlı tarihindeki bir kayıt bu problemi tamamiyle aydınlatabilecek niteliktedir. Mehmet ağa 1112 ( 1700) yılı olaylarını (en çok İstanbul olaylarını) günü gününe kaydettiği esnada şu olayı zikretmektedir[67] : “Sekizinci (Cemaziyülevvelin) perşembe gecesi akşam namazı sırasında Atmeydanında 1500 senedenberi dikili duran tunçtan yapılı ejderlerin üçünün de boyunlarının kırılıp yere düşmüş oldukları haber alındı. Yapılan araştırmada bunların bir insan tarafından kırılmasına imkân olmadığı, hattâ olay sırasında oradan bir kişinin dahi geçmediği anlaşıldı. Ancak meydanda kuvvetli bir adamın ağaç köklediği gibi bir gürültü duyulduğunu ve olay yerine gittikleri zaman ejder başlarının kırılmış olduğunu gördüklerini bildirdiler”. Bu olayın arabî tarihini milâdî tarihe çevirecek olursak[68] perşembe 21 Ekim 1700 tarihim elde ederiz. Bu mevsimde akşam namazı 17.20 de başladığından ve uzun sürmediğinden olayın aşağı yukarı 17.20 ile 17.30 arasında vukubulduğu anlaşılır. Fındıklık o esnada hasodalı ve “tülbend ağası” olduğuna ve tarihini Mustafa II nin buyruğuyla yazdığına göre[69] olayları öğrenmek ve onların sebeplerini araştırmak hususunda her türlü imkâna sahip bulunuyordu. Öyle anlaşılıyor ki olay saraya bildirildikte mahalline hemen bir tahkik heyeti gönderilmiş ve Mehmet ağa bu heyetin verdiği rapora göre olayı tarihine kaydetmiştir.
Üç başın aynı zamanda kırılmasının sebebi acaba neydi? Bu hususta tabiî bir olay, meselâ bir fırtına esnasında yıldırım isabeti hâtıra gelebilir ise de böyle bir halin ayrıntılar üzerinde durmasını seven Mehmet ağa tarafından zikredilmeyişi, bundan başka bu mevsimde İstanbulda yıldırımlı fırtınaların pek ender oluşu bu ihtimali uzaklaştırmaktadır. Zannımıza göre sütunun havanın en fazla etkilediği üst kısımlarında, en çok yılan boyunları ve bunların gövdeyle birleştiği noktalarda tunç pasının sütun bünyesinin içine nüfuz etmesi sonunda derin çatlaklar ve delikler meydana gelmiş[70], Ekim ayının sonlarına doğru İstanbulda yağması olağan olan sürekli yağmurlar ve büyük ısı değişiklikleri (bilhassa ısı düşmeleri) bu çatlakların büyümesine ve esasında bir hayli ağır olan büyük baş ve kalın boyunların gövdelerinden ayrılmalarına ve bir kerre denge bozulduktan sonra hepsinin yere düşmesine yol açmıştır. Şu halde Fındıklılı Mehmet ağanın bütün açıklığı ile bize naklettiği bu olaydan su sonuçları çıkarabiliriz :
1 — Başlar çalınıp götürülmek için kasdî olarak kırılmış değildir. Akşam namazı bilindiği gibi kısa sürdüğünden ve cemaatin karşıda bulunan Sultan Ahmet camiinden her an çıkması mümkün olduğundan böyle bir işin bu kadar uygunsuz bir zamanda yapılmış olmasına ihtimal verilemez. Şu halde başların Lesczynski’nin adamları tarafından koparılıp götürülmüş olduğunu bildiren haberin bir masaldan ibaret olduğu ortaya çıkmış ve bu suretle Polonyalılar aklanmış bulunuyor. Yılan başlarından küçük bir parçanın dahi herhangi bir Avrupa kolleksiyonunda ortaya çıkmamış, sadece bir çene parçasının Aya Sofya yöresinde bir kazıda bulunmuş olması (bk. s. 3) bu isnadı ayrıca yalanlayabilecek niteliktedir.
2 — Yakın zamanlara kadar başların Türkler tarafından yılanlarla ilgili birtakım batıl inançlar yüzünden tahrip edildiğini ileri süren iddiaların asılsızlığı da böylece açıklanmış bulunuyor[71]. Bu kabil inançlar sütunun kırılmasını değil, fakat bunun tamamiyle tersine olarak, bir bütün halinde korunmasını gerektiriyordu. Çünkü sütun, yukarıda zikrettiğimiz Türk kaynaklarının gösterdiği gibi, koruyucu nitelikte bir tılsım sayılıyor ve bu inanç Bizanslılar zamanına kadar dayanıyordu[72]. Yalnız fethi izleyen yıllarda değil, 19uncu yüzyıl ortalarında bile sütunun çevresinde kazı yapılırken bu işin mahiyetini anlayamayan birçok insanın gelip hâfirlerden tılsımlarının yok edilmemesi için ricada bulundukları, eğer tılsım ortadan kalkacak olursa İstanbul’da hastalık salgını ve sefalet başlayacağını beyan ettikleri, kazı esnasında sütunun içinin aşağıdan yukarıya kadar şifa ümidiyle atılmış niyet taşlarıyla dolu olduğu kaydedilmiş bulunmaktadır[73].
3 — Antik anıtlar hakkında seyyah ve araştırıcıların verdikleri bilgilerin bazan ne kadar noksan ve sakat olabileceği böylece ortaya çıkmış bulunuyor. Meselâ İstanbuldaki eski eserlerin tahribiyle yakından ilgilenmiş olan ve bunları tanımlamakta, görüşlerinin keskinliği sayesinde, büyük bir yetenek gösteren Gylli’nin[74] kırık alt yılan çenesinden hiç bahsetmemesi bu hususu doğrular. Üç başın kırılması hakkında Motraye’den başka Tournefort gerçeğe en yakın bilgiyi vermiş, fakat o da daha önceleri bir başın yok olduğu, sütunun devrilerek iki başın kırıldığı ve ondan sonra sütunun tekrar dikildiği gibi gerçekle hiçbir ilgisi bulunmayan birtakım masallar anlatmıştır. Nusretnâme’den üç başın da 1700 yılı sonbaharına kadar varolduğunu ve sütunun devrilmediğini kesin olarak öğreniyoruz. Esasen Atmeydanı seviyesinin tedricî olarak yükselmesi sonunda yarışma kadar toprağa gömülü olan bir tunç direğin devrilmesine maddeten imkân olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Lady Montague gibi her enteresan şeyi incelemeğe, tanımlamalarında objektif olmağa çalışan, Atmeydanına gidip oradaki sütunları gördüğünde şüphe olmayan mütecessis bir kadının başlar kırıldıktan 17 yıl sonra bunları sütunun üzerinde ve ağızları açık olarak göstermesine hayret etmemek imkânsızdır. Montague’ya herhalde bu sütunun eski durumunu tanımlayan bir gravür gösterilmiş ya da sütun bu şekilde kendisine anlatılmış olacak ki mektubunu daha cazip bir şekle sokmak için yılanları üç başlı olarak tanınlamıştır.
4 — Bu araştırmadan şu gerçek te ortaya çıkmaktadır ki antik anıtlar ve bunların kaderi hakkında Türk tarihî kaynaklarında (başlı başına bir hazine olan Evliya Çelebi’den sarfınazar) enteresan bilgiler bulmak mümkündür ve bu bakımdan bunların taranmasından önemli sonuçlar elde edilebileceği kuvvetle muhtemeldir[75].