Giriş
Bir devletin teşkilat yapısı ve bu teşkilatın işleyişi meselesi, içerisinde oldukça karmaşık, çok yönlü ve değişken unsurlar barındıran çok geniş bir sistemi ifade eder. Bu geniş sistemi bütün cepheleri ile ve akla gelebilecek bütün sorulara cevap verecek şekilde görmek, anlamak ve izah etmek oldukça zor bir iştir.
Bu durum, sair Ortaçağ Müslüman Türk devletleri gibi Türkiye Selçukluları sözkonusu olduğunda daha müşkülleşir. Zira bu dönem üzerinde çalışan tarihçilerin hemen her sahada karşılaştıkları temel meselelerden biri olan “kaynakların durumu” veya “yetersizliği” meselesi, özellikle teşkilat tarihiyle ilgili çalışmalarda araştırmacılar için en önemli zorluklardan birini teşkil eder.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin, bilhassa siyasî ve askerî işleyişini anlamak bakımdan son derece önemli olduğunu düşündüğümüz “Tâbi Devletler ve Tâbiiyet Hukuku” meselesini izah konusunda da aynı müşkülle karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiz. Bilindiği üzere Ortaçağ devletler hukukuna göre savaş veya sulh yoluyla bir devletin hâkimiyetini kabul eden hükümdar veya emîrlerin, klasik tâbiiyet (vasallık) şartlarını ve bu şartlardan doğan mükellefiyetleri kabul ettikleri malumdur. Avrupa[1] , Uzak Doğu[2] ve sair bölgelerde kurulmuş muhtelif devletlerde de mevcut olduğu görülen tâbiiyet hukukunun, Ortaçağ İslâm devletlerinde tezahür eden en önemli şart ve mükellefiyetleri, yıllık haraç vermek, metbû‘ hükümdar adına hutbe okutmak ve metbû‘ hükümdar adına sikke darp ettirmektir. Bunların dışında, metbû‘ hükümdar “sultan” unvanını ta şırken, tâbi hükümdarın “melik” unvanını kullanması, metbû‘ hükümdarın sa rayının kapısında günde beş nevbet çalınırken, tâbi hükümdarın üç nevbetle yetinmesi, metbû‘ hükümdar nezdinde hükümdar soyundan ve ekseriya tâbi hükümdarın oğullarından rehineler bulundurulması gibi hususlar da klasik tabiiyet alâmetlerinden kabul edilmiştir[3] .
Büyük Selçuklu Devleti ve diğer Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Türkiye Selçuklu Devletinde de metbû‘-tâbi ilişkilerinin imzalanan tâbiiyet antlaşmaları, “sevgendname” veya “ahidname”ler çerçevesinde belirlendiği bilinmekle birlikte, Türkiye Selçuklu Devleti ile başka devletler arasında imzalanan sair diplomatik vesikalar (barış, ticaret, gümrük antlaşmaları vs.) gibi tâbi devletlerle yapılan tâbiiyet antlaşmalarının orijinalleri de günümüze ulaşmamıştır. Bununla birlikte bazı vekâyinamelerde bu vesîkaların çok az sayıda ve muhtasar olsa da kopyalarına tesadüf edilmektedir ki, bu durum, sözkonusu kayıtlara adeta orijinal belge niteliği kazandırmaktadır.
“Türkiye Selçuklu Devleti’ne Tâbi Devletler ve Tâbiiyet Hukuku” hakkında müracaat edebileceğimiz diğer bir kaynak türü sikkelerdir. Ancak Türkiye Selçukluları dönemine ait elde mevcut bulunan sikkelerin de meseleyi akla gelebilecek her türlü soruya cevap verecek derecede malumat içerdiği söylenemez. Zira bırakalım tâbi emîrlerin metbû‘ hükümdarlar nâmına darp ettirdikleri sikkeleri, Türkiye Selçuklu sultanlarının kendi adlarına bastırdıkları sikkelerin bile tamamı günümüze ulaşmamıştır. Kaldı ki, bu sikkelerin tamamı günümüze ulaşmış olsa bile, bunlardan hareketle sadece Türkiye Selçuklu Devleti’nin tâbiiyetini kabul eden hükümdar veya emîrler ile tâbiiyet tarihleri hakkında malumat edinilebilirdi.
Konu hakkında bilgi edinebileceğimiz diğer kaynaklar ise başta İbn Bîbî olmak üzere Türkiye Selçuklu dönemine ait vekâyinâmeler ve diğer yazılı eserlerdir. Bunlar arasında özellikle Simon de Saint Quentin’in eserinde Türkiye Selçuklu Devleti’ne tâbi devletlerin kısmî bir listesi ve tâbiiyet hukuku hakkında çok önemli ve dikkat çekici bilgilere tesadüf edilmektedir. Ancak sözkonusu vekayinâmelerin hemen hepsinde yer alan bilgilerin, daha çok sefer, savaş, barış veya başka bir meseleden bahsedilirken zikredilen dolaylı ve çoğu zaman dağınık bilgilerden oluşmasu sebebiyle, meseleyi akla gelecek bütün sorulara cevap verebilecek şekilde tam ve eksiksiz olarak izaha yeterli olduğu söylenemez.
1. Türkiye Selçuklu Devleti’ne Tâbi Devletler
Gerek muasır kaynaklardaki kayıtlardan gerekse meskûkât kataloglarından hareketle hangi hükümdar veya emîrlerin hangi dönemlerde Türkiye Selçuklu tâbiiyetini kabul ettiklerine dair bilgi edinmek mümkündür[4] . Sikke katalogları ve muasır kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, tam anlamıyla müstakil bir devlet hüviyetini kazandığı[5] XII. asır sonlarından, Moğol vesayetine girdiği XIII. asır ortala rına kadar geçen süre içinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin tâbiiyetini kabul eden devletler:
Dânişmendliler [6] ,
Saltuklular[7],
Mengücekliler[8] ,
Hısn-ı Keyfa,
Âmid[9] ve Mardin Artukluları[10] ,
Musul hâkimleri[11] ,
Sumeysat[12], Haleb[13], Dımaşk[14] gibi vilâyetlerde hüküm süren Eyyûbî melikleri,
Kilikya Ermeni Krallığı[15] ,
Trabzon Rum İmparatorluğu[16] ,
Rus Melikliği[17]
ve Gürcü Krallığıdır[18] .
Ayrıca Bizans ve İznik Rum İmparatorluğu’nun da muhtelif dönemlerde Türkiye Selçuklu tâbiiyetini kabul ettikleri anlaşılmaktadır[19] .[20]
2. Tâbiiyet Antlaşmaları
Bu verilerden hareketle, Türkiye Selçuklu devletine tâbi devletler hakkında umumî bir liste çıkarmak mümkün olsa da elde mevcut bilgilerin, söz konusu tâbi devletlerin başında bulunan hükümdar veya emîrlerle Türkiye Selçuklu sultanları arasındaki hukukî ve fiilî vaziyeti bütün yönleriyle ortaya koymaya imkân verdiği söylenemez. Esasen Büyük Selçuklu Devleti ve diğer Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Türkiye Selçuklu Devleti’nde de metbû‘-tâbi ilişkilerinin imzalanan tâbiiyet antlaşmaları, “sevgendnâme [20] (سوكندنامه)”, “ahidnâme [21] (عهدنامه) veya muâhedenâme (معاهده نامه) ”ler çerçevesinde belirlendiği[22], belirli dönemlerde yenilenen[23] bu antlaşmalarda, tâbi hükümdarların metbû‘ hükümdara karşı yerine getirmek zorunda oldukları mükellefiyetlerin de belirtildiği bilinmektedir. Ancak “Notarân-ı Dîvân-ı Saltanat [24] (نوطاران ديوان سلطنت) tarafından kaleme alınan ve muhafaza edilmek üzere hazineye gönderilen[25] bu sevgendnâme veya muâhedenâmelerin orijinalleri günümüze ulaşmamıştır.[26] Her ne kadar İbn Bîbî bu vesîkalardan bir kısmının kopyasını nakletmiş ise de bunlar çok az sayıda ve muhtasar olduklarından[27], konu hakkında yeteri derecede bilgi sahibi olmamıza imkân vermemektedir.[28]
a) Trabzon Rum İmparatorluğu İle Yapılan Tâbiiyet Antlaşmaları
İbn Bîbî’nin naklettiği tâbiiyet muâhedenâmeleri arasında en kapsamlıları Trabzon Rum İmparatorluğu[29] ve Kilikya Ermeni Krallığıyla imzalanan sevgend nâmelerdir. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla Sivas’ta bulunan Sultan I. İzzü’d-dîn Keykâvus, Kyr Aleksios’un kötü yönetimi ve kendi ülkesinin sınırlarını aşarak Türkiye Selçuklu arazisine tecavüz ettiği haberini alınca sefer için hazırlıklara girişmiştir. Sultan’ın Sinop’a hareket ettiği sırada kuzeydeki uc beylerinin Trabzon Rum İmparatoru Kyr Aleksios’u esir aldıkları haberi ulaşır.[30] Türkiye Selçuklu ordusu Sinop önlerine gelip kuşatmayı başlattıktan kısa bir süre sonra şehir halkı, esir alınan Trabzon Rum İmparatoru Kyr Aleksios’un öldürülmeyip ülkesine dönmesine, kendilerinin de istedikleri yere gitmesine izin verilmesi durumunda şehri teslim edeceklerini bildirirler. Bunun üzerine Sultan I. İzzü’d-dîn Keykâvus, Tekfur’u huzuruna çağırarak, onun ve habercinin yanında “Eğer şehri teslim ederlerse, Tekfur Kyr Aleksios’nin canına ve malına hiçbir zarar gelmez. Şehirde bulunanların canlarına ve mallarına da hiçbir şekilde saldırıda bulunulmaz. Onlara istedikleri yerde otur ma izni veririm. Tekfur, bana itaat edip haraç vermeyi sürdürüp karar laştırılan miktarı her yıl hazineye ulaştırdıkça ve istendiği zaman ordu ya yardım ettikçe ben Sinop ve halkından başka bütün Canit bölgesinin idaresini ona bırakırım. O her zaman benden yardım görür. Eğer bu dediğimin aksini yapar da şehrin tesliminde ihmal davranırsa, Yaradan’ın izniyle orayı zorla alır, Tekfur’u öldürür, küçük büyük o vilâyetin bütün ahalisini esir alırım” şeklinde bir sevgendnâme verir. Sevgendnâme’nin şehre götürülmesi üzerine Sinop halkı şehri teslim eder ve “Saltanat bayrağı kale burcuna çekilir” (26 Cemâziye’l-âhir 611/28 Ekim 1214). Birkaç gün sonra Kyr Aleksios’u yanına çağıran Sultan, kendisi tarafından verilen “sevgendnâme”nin onun tarafından da imzalanmasını ister. Bunun üzerine Kyr Aleksios, “Notarân-ı Dîvân-ı Saltanat”ta kaleme alınan ve hazineye kaldırılan sevgendnâmeye uyacağını taahhüt eder.
İbn Bîbî’nin verdiği bilgiye göre Kyr Aleksios’un, orada bulunan iki tarafın emîrleri, büyükleri ve itibarlı kişilerinin de şahadetiyle kabul ettiği ve buna dair sözlü olarak tasdik ettiği muâhedenâme şu şekildedir:
“Muzaffer Sultan İzzü’d-dîn Keykâvus b. Keyhüsrev, benim canımı bağışlar, Sinop’un dışında Canit ve yöresini benim ve çocuklarımın idaresine bırakırsa, kendisine her yıl 10.000 dinar (altın), 500 at, 2000 sığır, 10.000 koyu n ve hazineye gelen her cins maldan 50 yük hediyeyi kendi hayvanlarımla gönderir, istediği zaman imkânlar ölçüsünde asker yardımı yaparım.”[31]
Görüldüğü üzere şahitler huzurunda sözlü ve yazılı olarak akdedilen antlaşmaya göre Kyr Aleksios, klasik tâbiiyet şartlarını ve şartlardan doğan mükellefiyetleri kabul ettiğini beyan etmiştir.[32] Ancak sikke darbı[33] ve Kyr Aleksios’un “Sultan tarafından talep edildiği takdirde” göndermeyi taahhüt ettiği asker sayısı ve niteliğinin belirtilmemiş olması dikkat çekicidir. Her ne kadar metindeki “imkânlar ölçüsünde” ifadesi, taahhüt edilen kuvvetlerin sayısının belirlenmemiş olduğu zehabını uyandırmakla beraber, bu kayıtların “Notarân-ı Dîvân-ı Saltanat” tarafından kaleme alınıp “hazineye gönderilen” vesikanın kopyası veya özeti olduğu düşünülecek olursa müellifin bu hususu atlamış olması muhtemeldir.[34]
b) Kilikya Ermeni Krallığı İle Yapılan Tâbiiyet Antlaşmaları
İbn Bîbî’nin naklettiği en kapsamlı tâbiiyet muâhedenâmelerinden ikincisi ise I. İzzü’d-dîn Keykâvus’la Kilikya Ermeni Kralı Leon arasında imzalanan sevgendnâmedir(1218). Bu sevgendnâmede asker sayısı ve niteliğinin açıkça belirtildiği görülmektedir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş yıllarından itibaren hâkimiyet tesis ettiği Kilikya Ermeni Krallığı’nın, Haçlı Seferleri ve Selçuklu hanedan üyeleri arasında meydana gelen taht kavgalarının meydana getirdiği otorite boşluğundan istifade ile Türkiye Selçuklu tâbiiyetinden çıktığı, zaman zaman Selçuklu şehzadeleri arasında meydana gelen taht kavgalarına müdahale ettiği, ancak her defasında yeniden hâkimiyet altına alınarak muhtelif tâbiiyet antlaşmaları yapıldığı malumdur[35]. Ancak bu antlaşmalarda diğer tâbiiyet mükellefiyetleriyle ilgili diğer hususlar yer almakla beraber yardımcı kuvvet gönderilmesine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ermeni Krallığı’nın metbû‘u Türkiye Selçuklu Devleti’ne yardımcı kuvvet göndermeyi taahhüt ettiğine dair ilk kayda ise 1218’de I. İzzü’d-dîn Keykâvus’un Ermenileri tekrar tâbiiyete almasından sonra rastlanır. İzzü’d-dîn Keykâvus’un Kilikya üzerine yürümesi üzerine Türkiye Selçuklu kuvvetleri karşısında tutunamayan Ermeni Kralı Leon, Sultan’a bir mektup göndererek “kılıç ve mühür sâhibi” Sultan’dan af dilemiş ve eğer Sis vilâyeti ona tekrar tevcih edilirse diğer mükellefiyetlerle beraber silahlı ve teçhizâtlı 500 süvariyi Sultan’ın emrettiği yere göndereceğini taahhüt etmiştir. Sultan’ın uygun görmesi üzerine Leon’un yeminnâme veya ahidnâmesi (sevgendnâme) hazırlanmış ve imza edilerek Sultan’a arz edilmiştir.[36]
Sultan I. Alâü’d-dîn Keykubâd’ın Kilikya Ermeni Krallığı üzerine yaptığı 1225 tarihli seferden sonra tabiiyet antlaşmasının yenilendiği görülmektedir. Leon’dan sonra Ermeni Krallı olan Hetum’un[37], tabiiyet şartlarına uymadığı, bazı tüccar kafilelerine zarar verdiği haberini alan I. Alâü’d-dîn Keykubâd[38], bu duruma son vermek ve tâbiini cezalandırmak üzere harekete geçmiştir. İlerleyen Selçuklu ordusuna karşı koyamayacağını anlayan Hetum, gönderdiği elçiler vasıtasıyla Sultan’dan affedilmesini istemiş ve Sis vilâyetinin tekrar ona tevcih edilmesi halinde Türkiye Selçuklu ordusuna 1000 süvari ile 500 çarhçı göndermeye hazır olduğunu, Sultan adına sikke bastırıp hutbede onun adını okutmaya ve haracı iki misline çıkarmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Hetum’u affeden Sultan, Dîvân-ı Âlî’de “onun istediği şekilde” bir ahidnâme yazılmasını emretmiştir.[39]
Kilikya Ermeni Krallığıyla imzalanan tâbiiyet antlaşmalarında hem asker sayısının hem de niteliğinin belirtilmiş olması bizim açımızdan önemli bir bilgidir. Kayıttan anlaşıldığı kadarıyla gönderilecek yardımcı kuvvetin sayı ve niteliği Ermeni Kralı tarafından teklif edilmiş ve öylece kabul edilmiştir. Ancak bunun antlaşma öncesi yapılan görüşmelerde müzakere edilip Türkiye Selçuklu Devleti’nin talebine göre belirlenmiş olması da ihtimal dâhilindedir. Zira burada sadece asker sayısı değil, niteliği de söz konusu olduğuna göre Türkiye Selçuklu ordusunun ihtiyaçlarının da göz önüne alınmış olduğu tahmin edilebilir.
İzzü’d-dîn Keykâvus döneminde yapılan antlaşmada belirlenen 500 süvarinin Alâü’d-dîn Keykubâd döneminde 1000 süvari ve 500 çarhçıya çıkarılmış olması da dikkat çekicidir. Bu artışın, her fırsatta metbû‘una karşı isyan eden Ermeni kralına verilmiş bir ceza olduğuna hükmedilebilir. Nitekim tâbiiyet şartlarının ağırlaştırılmasının sadece asker sayısı konusunda değil, yıllık haraç ve sair hususlar için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır[40] .
c) Diğer Tâbi Devletler ve Tâbiiyet Şartları
Türkiye Selçuklu devletine tâbi devletler hakkında bilgi veren diğer bir çağdaş gözlemci Simon de Saint Quentin’dir. II. Gıyâsü’d-dîn Keyhüsrev döneminde (1245-1248) Selçuklu Türkiye’sini ziyaret eden müellif, konu hakkında başka kaynaklarda rastlanmayan önemli bilgiler vermiştir. Her ne kadar bu bilgilerin tahkîk edilememesi, zaman zaman sıkıntıya sebep olsa da tâbi devlet kuvvetleri hakkında İbn Bîbî’nin verdiği sevgendnâme örneklerinden sonra en önemli kayıtların Simon de Saint Quentin’e ait olduğu söylenebilir[41] .
Müellif, “Sultan’a bağlı büyük tâbiler”in metbû‘ hükümdara karşı yerine getirmek zorunda oldukları hutbe ve sikke darbı gibi klasik tâbiiyet şartları yanında yardımcı kuvvet gönderilmesi hususunu “bağlılık sözleşmesi yaparak ve yemin ederek” kabul ettiklerini belirtmekte[42] ve bu suretle İbn Bîbî’yi teyit etmektedir. Ancak bundan daha önemlisi, müellifin tâbi devlet kuvvetlerinin sayılarını gösteren kısmî bir liste vermiş olmasıdır. Esasen -daha önce de belirttiğimiz gibi- tâbi devletlerin ve buna bağlı olarak bu devletler tarafından gönderilen asker sayısının sürekli değişmiş olması, sabit bir sayıdan söz etmeye imkân vermemektedir. Bu nunla beraber söz konusu kuvvetlerin Türkiye Selçuklu ordusu içerisindeki sayısının devletin ikbâl çağında yani I. Alâü’d-dîn Keykubâd ve II. Gıyâsü’d-dîn Keyhüsrev’in ilk yıllarında en üst seviyeye ulaştığı muhakkaktır. Nitekim İbn Bîbî’nin kaydettiğine göre Alâü’d-dîn Keykubâd döneminde Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyet sahası “Abhaz (Gürcü) beldelerinden Hicaz sınırlarına, Ermen vilâyetinin başından Yemen şehirlerine Rus şehirleri yakınından Tarsus hududuna, Başkırd sınırının başlangıç noktasından Valaşkırd bölgesinin sonları na, Antalya serhaddından Antakya şehrinin sınırlarına, Suğdak ve Kıpçak sahrasından Irak sonlarına kadar ulaştığı”[43], bu bölgelerde hüküm süren Şam, Diyar-ı bekr, Rabia, Musul, Cezîre, Yemen, Taif, Dımaşk ve Sis ülkelerinin meliklerinin, makamlarını emniyete almak için “her yıl” Sultan’ın huzuruna çıkarak durumları ve memleketleri hakkında bilgi verdikleri, fermân ve menşûrlarının yenilenmesini istedikleri bilinmektedir.[44] II. Gıyâsü’d-dîn Keyhüsrev’in ilk yıllarında da aynı durum devam etmiştir ki Simon de Saint Quentin’in verdiği bilgiler bu döneme aittir. Dolayısıyla her ne kadar müellifin verdiği bilgiler kısmî bir liste mahiyeti taşısa ve sıhhati hakkında bazı tereddütler olsa da söz konusu dönemde Türkiye Selçuklu ordusunda bulunan tâbi devletler ve tâbiiyet hukuku hakkında genel bir hükme varmaya yardımcı olmaktadır. Simon de Saint Quentin’in verdiği diğer önemli ayrıntı ise tâbi devlet kuvvetleri ile ilgilidir. Müellifin verdiği bilgiye göre :
“Küçük Ermenistan kralı, Türk sultanına 300 mızrakla (lance) dört ay hizmet etmekle yükümlü tutuluyordu. Bunun yanı sıra Muhammed yasasını yılda iki kez en büyük kentte ilan etmeyi ve toprağında ortasında Sultan’ın yer aldığı parayı tedavüle sokmayı üstleniyordu.
Namrun (Lambron) beyi, Sultan nereye isterse oraya gitmek zorunda olan 29 mızrağı (lance) onun emrine veriyordu.
Vatachius (Vatatzes) da 400 mızrakla (lance) onun hizmetinde olacaktı, Sultan ne zaman ve ne kadar isterse.
Trabzon beyi ona 200 mızrak (lance) veriyordu.
Haleb (Alapia) sultanı her istendiğinde 1000 mızrakla (lance) hizmetinde olacaktı.
Malatya, Ayntab (Antep) ve Mardin (Meredin) beyleri, Hama (Hameta) ve Hums (Camella), Şam (Damascus), Meyyâfârıkîn (Monferanquin), Amman (Haaman) emîrleri de bağlılık sözleşmesi yaparak ve yemin ederek, herhangi bir düşmana karşı ellerinden geleni yapmayı üstlenmişlerdi.”[45]
Müellifin zikrettiği sayılar, İbn Bîbî’nin daha önceki dönemler için verdiği sayılardan oldukça azdır. Bunun yanında tâbi devlet kuvvetlerinin hepsinin de “lance” yani “mızrak” olarak nitelendirilmiş olması dikkat çekicidir. Bu kayıttan hareket eden bazı yazarlar, “lance” ifadesinin söz konusu kuvvetlerinin kullandığı silaha işaret ettiğini varsaymak suretiyle Simon de Saint Quentin’in kaydettiği bütün yardımcı kuvvetlerin “mızraklı asker” olduğunu yargısına varmışlardır.[46] Gerçekten de söz konusu kuvvetlerin silah ve teçhizâtının tâbi hükümdar tarafından karşılandığı düşünülecek olursa, müellifin bu hususu belirtmek üzere “lance” ifadesini kullandığı akla gelebilir. Ancak bu yaklaşımdan hareket edildiği takdirde Türkiye Selçuklu ordusundaki bütün tâbi devlet kuvvetlerinin “mızraklı asker” olduğunu kabul etmek icap eder ki böyle bir yaklaşımın gerçekçi olmayacaktır.
Hâlbuki Ortaçağ Avrupası askerî literatüründe “lance” tabirinin “bir süvari ve bu süvariye bağlı savaşçı ve hizmetkârlardan oluşan bir birliği” ifade ettiği ve bir lance/mızrağın, ortalama beş savaşçıdan oluştuğu anlaşılmaktadır[47]. Bu durumda Simon de Saint Quentin’in “lance” tabiriyle tek bir “mızraklı” askeri değil, ortalama “beş savaşçıdan oluşan bir birliği” kastetmiş olduğuna hükmedilebilir. Böylece müellifin kaydettiği tâbi devlet kuvvetlerinin hepsinin “mızraklı asker” olmadığı anlaşıldığı gibi bir “lance”nin tam teçhizâtlı beş askere karşılık geldiği düşünülürse söz konusu kuvvetlerin sayısı da daha gerçekçi bir sayıya ulaşır.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da Simon de Saint Quentin’in verdiği rakamların, II. Gıyâsü’d-dîn Keyhüsrev dönemine ait olmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi tâbiiyet muâhedelerinin muhtelif vesilelerle yenilendiği, yenilenen her muâhedede daha önce belirlenmiş olan asker sayısının değişebildiği göz önünde bulundurulacak olursa, bu hususun önemi daha iyi anlaşılır. Esasen sadece Simon de Saint Quentin’in değil İbn Bîbî’nin verdiği rakamların da hangi dönem için verilmişse o dönem için geçerli olduğu unutulmamalıdır. Şüphesiz yenilenen muâhedenâmelerde bir önceki muâhede ahkâmına sadık kalınmış olması da ihtimal dâhilinde bulunmakla beraber, bunu teyit edecek malumatta sahip değiliz. Dolayısıyla sözgelimi Kilikya Ermeni Krallığı’yla I. İzzü’d-dîn Keykâvus döneminde imzalanan sevgengnamede belirtilen asker sayısı ile Alâü’d-dîn Keykubâd veya II. Gıyâsü’d-dîn Keyhüsrev döneminde belirlenen asker sayısının farklı olması gayet doğal olup bunu kaynaklar arasındaki tutarsızlık gibi görmemek gerekir[48] .
3. Tâbi Devlet Kuvvetleri ve Türkiye Selçuklu Ordusundaki Yeri
Gerek İbn Bîbî’nin verdiği muâhedenâme örnekleri, gerekse Simon de Saint Quentin’in kayıtları üzerinde yaptığımız değerlendirmelerin, tâbi devlet kuvvetleriyle ilgili esasların tâbiiyet antlaşmalarında belirlendiği, söz konusu kuvvetlerin sayısı, niteliği, ne zaman ve ne şekilde orduya katıldıkları, silah, teçhizât ve sair masraflarının karşılanması gibi hususlar hakkında umumî bir tablo oluşturmaya yeterli olduğu kanaatindeyiz. Ancak Türkiye Selçuklu Devleti’nin tâbiiyetini kabul eden devletlerin, söz konusu muâhedenâme örnekleri ve Simon de Saint Quentin’in listesinde zikredilenlerden ibaret olmadığı, bunların dışında da birçok hükümdar veya emîrin muhtelif dönemlerde Türkiye Selçuklu tâbiiyetini kabul ettikleri malumdur. Her ne kadar bu hükümdar veya emîrlerin hangi şart ve mükellefiyetler dâhilinde Türkiye Selçuklu tâbiiyetini kabul ettiklerine dair fazla malumatımız olmasa da Türkiye Selçuklu ordusuna asker göndermeyi kabul ettiklerini gösteren kayıtlara rastlanmaktadır.
Bu konudaki bir kayda Alâü’d-dîn Keykubâd döneminde yapılan 1224-1225 tarihli Suğdak Seferi’nde rastlanır. İbn Bîbî’nin kaydına göre Melikü’l-Ümerâ Hüsâmü’d-dîn Çoban kumandasındaki Türkiye Selçuklu ordusu, Karadeniz’i geçip[49] Suğdak’a yaklaşınca, Suğdaklılar endişeye kapılmışlar ve Hüsâmü’d-dîn Çoban’ı karşılamak üzere bir elçi göndermişlerdir. Elçinin getirdiği mesaj şu şekildedir: “Biz cihan padişahının kullarıyız. Onun büyük bir orduyu bu sahile göndermesi nin sebebini bilmiyoruz. Eğer bâc’ı ve geçiş resmini (resm-i bâc ve ubûr) ödemekte ihmal davrandıysak, bırakın onu fazlasıyla telafi edelim. Fermâna uyarak bu zor işi kolaylaştıralım. Eğer Rus tarafına gitmek isti yorsanız, selvi boylu yiğitlerimizi seçip alet ve edevâtlarıyla size göndere lim de onlar, askerlikte ve kullukta görevlerini yapıp, Sultan’ın düşman larına kılıç sallasınlar ve onun yolunda canlarını feda etsinler.”[50]
Elçi bu mesajla beraber “ordunun geri dönmesi halinde kusurlarının karşılığını imkân nisbetinde ödeyeceklerini, ‘kulluk’ rüsumunu yenileyip galiz yeminler ve sağ lam anlaşmalarla pekiştireceklerini söylemiş ve buraya kadar zahmet çekmiş olan ordunun ‘nal baha’sı[51] 50.000 dinar ödeyebileceklerini” belirtmiştir. Ancak bu ifade Hüsâmü’d-dîn Çoban’ın hiddetlenmesine sebep olmuş ve elçiye “orduyu buraya savaş pazarını altın karşılığında satmak için bu tarafa gelmediğini, her gelen elçinin boş sözlerine aldanıp işinden vazgeçmeyeceğini, Sultan’dan aldığı fermân uyarınca hareket edip bu fermândan yüz çevirenleri cezalandırıp itaat edenleri ödüllendireceğini” söyleyerek elçiyi geri göndermiştir.[52]
Anlaşıldığı kadarıyla Suğdaklılar, Türkiye Selçuklu Devleti’ne itaatlerini arz etmek ve klasik tâbiiyet şartlarını kabul ettiklerini bildirmek suretiyle daha önce de örneklerine rastladığımız bir muâhede yapmak istemiş ancak bunda başarılı olamamışlardır. Bununla beraber Kıpçak Meliki’nin mağlup edilmesi[53] ve Rus Meliki’nin itaatini arz etmesinden sonra Suğdak’ı kuşatan Türkiye Selçuklu kuvvetleri karşısında fazla dayanamamışlar ve diğer tâbiiyet şart ve mükellefiyetleriyle beraber[54] “istendiği zaman savaşçı yiğitlerle saltanat hizmetine katılmayı” kabul ederek Türkiye Selçuklu Devleti’nin tâbiiyetini kabul etmek zorunda kalmışlardır.[55]
İbn Bîbî’nin kayıtlarından, Suğdaklılarla bir tâbiiyet antlaşması yapılıp yapılmadığı açıkça anlaşılamamaktadır. Ancak diğer tâbi devletler gibi Suğdaklılarla da bu tür bir antlaşmanın yapılmış olması muhtemeldir. Hatta bu sefer sonrasında Türkiye Selçuklu tâbiiyetine giren Kıpçak ve Rus Melikleriyle de benzer antlaşmaların yapılmış olması icap eder ki bu olaydan sonra Türkiye Selçuklu ordusunda karşımıza çıkan Rus ve Kıpçak askerlerinin, bu melikler tarafından gönderilen tâbi devlet kuvvetleri oldukları söylenebilir.
Tâbi meliklerin Türkiye Selçuklu ordusuna asker göndereceklerini beyan etmelerine dair bir başka örnek de yine Alâü’d-dîn Keykubâd dönemine aittir. İbn Bîbî’nin kaydına göre Alâü’d-dîn Keykubâd, Türkiye Selçukluları’nın sadık tâbilerinden Erzincan Mengücek Beyi Behrâm Şâh’ın[56] ölümünden sonra (1225) yerine geçen, fakat tâbiiyet şart ve mükellefiyetlerine[57] aykırı hareketlerde bulunan Alâ’üd-dîn Dâvud Şâh üzerine yürüyüp Erzincan’ı doğrudan Türkiye Selçuklu Devletine bağladıktan sonra (1228)[58], orduyu Dâvud Şâh’ın kardeşi Melik Muzafferü’d-dîn Muhammed’in idaresindeki Kogonya (Şebinkarahisar) ve Melik Rüknü’d-dîn Cihan Şâh’ın idaresinde bulunan Erzurum’a yollamıştır. Orduya, hiçbir şekilde halka zarar verilmemesini emreden Sultan, Melik Rüknü’d-dîn Cihanşâh ile Melik Muzafferü’d-dîn’in bu hareket karşısında nasıl bir tavır alacaklarını beklemeye başlamıştır.[59] İşte bu sırada Sultan’ın askerlerinin ülkesine girdiğini ve bazı yerlerin saltanat dîvânının yönetimine geçtiğini öğrenen Erzurum Hâkimi Melik Rüknü’d-dîn Cihan Şâh, bir yandan çok miktarda hediye ve yolluk hazır layarak ordunun emîrlerine yollarken, diğer yandan da büyük emîrlerinden birini de Sultan’a göndererek itaatini arz etmiş, bağlılık ve kulluk yolundan çıkmayacağını belirtmiş ve bu cümleden olmak üzere “istendiği zaman yardımcı kuvvet göndereceğine” dair vaatte bulunmuştur.[60]
4. Selçuklu Hanedanına Mensup Meliklerin Durumu
Bu kaydın bizim açımızdan en önemli tarafı, “istendiği zaman yardımcı kuvvet göndereceğini” vaat eden emîrin, bir Türkiye Selçuklu meliki oluşudur. Şöyle ki; Büyük Selçuklularda, hanedan üyesi meliklerin idaresinde bulunan “birinci kategoriden vasal devletler” teşekkül ettiği ve bu durumun Türk hâkimiyet geleneği neticesinde ülkenin hanedan azası arasında üleştirilmesinden ileri geldiği malumdur. Büyük Selçuklu Devleti’nin birinci kategoriden vasalı olarak ortaya çıkıp daha sonra müstakil hale gelen Türkiye Selçukluları da söz konusu geleneği devam ettirmiş ve ülkeyi, hanedan azası arasında taksim etmişlerdir. En bariz örneğine II. Kılıç Arslan döneminde rastladığımız bu taksim geleneği neticesinde muhtelif bölgelere gönderilen Selçuklu meliklerinin, Türkiye Selçuklu Sultan’ı karşısındaki hukukî durumları incelendiğinde, klasik vasallık şart ve mükellefiyetlerine bağlı oldukları görülür. Nitekim vaktiyle Nejat Kaymaz tarafından da belirtildiği üzere[61] söz konusu meliklerin kendi merkezlerinde, biraz daha küçük çapta olmakla beraber, tıpkı payitahttaki gibi bir teşkilâta, maiyyetinde, yine aynı payitahttakine benzer bir askerî ve sivil idare kadrosuna, hâkimiyet alâmetlerine[62] sahip oldukları, kendi adlarını taşıyan sikkeler bastırıp[63], kitabeler yazdırdıkları[64], birbirleriyle ve civardaki devletlerle serbestçe askerî ve siyasî münasebetlere giriştikleri, buna karşılık her yıl Sultan’ın huzuruna çıkarak itaatlerini arz etmek[65], hutbede ve sikkede[66] Sultan’ın adını zikretmek ve icap ettiğinde Türkiye Selçuklu ordusuna asker göndermek[67] gibi tâbiiyet şart ve mükellefiyetlerini yerine getirdikleri görülmektedir.
Bununla beraber Türkiye Selçuklu meliklerinin hüküm sürdükleri bölgelerde kurdukları siyasî nizâmın, Büyük Selçuklu Devleti’ndeki birinci dereceden vasal devletlerle aynı mahiyette olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira hiçbir Türkiye Selçuklu melikinin Kirman Selçuklu Devletinin Kavurt, Suriye Selçuklu Devleti’nin kurucucu Tutuş veya Irak Selçuklu Devleti’nin kurucusu Mahmud bin Muhammed gibi ayrı bir siyasî irade haline geldiği, tasarrufunda bulunan bölgede bir hanedan veya siyasî teşekkül oluşturduğunu gösteren herhangi kayıt bulunmamaktadır.[68]
Melik Rüknü’d-dîn Cihan Şâh’ın Sultan Alâü’d-dîn Keykubâd’a tâbiiyetini arz ederek “istendiği zaman yardımcı kuvvet göndereceğini” vaat etmesi, Selçuklu meliklerinin de klasik vasallık şart ve mükellefiyetlerine tâbi olduklarını gösteren örneklerden biri olası sebebiyle dikkat çekicidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi diğer meliklerin de söz konusu şart ve mükellefiyetlere bağlı olduklarına dair bazı bilgilere rastlanmakla beraber, Melik Rüknü’d-dîn Cihan Şâh’la ilgili bu kayıt “as ker gönderilmesi” konusunun da bu mükellefiyetlere dâhil olduğunu gösteren sayılı mehazlardan biri olması bakımından önem arzetmektedir[69] .
Sonuç
Tâbi devletler ve tâbiiyet hukuku meselesi, sair Ortaçağ devletleri gibi Türkiye Selçuklu devletinin de siyasî, idarî ve askerî işleyişlerini anlama konusunda son derece önemlidir. Ancak Ortaçağ Türk tarihinin hemen her meselesinde olduğu gibi bu konuda da elimizde çok fazla bilgi mevcut olmadığından meseleyi kesin hatlarıyla ortaya koymak oldukça zordur. Bilhassa metbu hükümdar ile tâbi melik veya emîr arasında imzalandığı bilinen tâbiiyet anlaşmaları, sevgendnâme veya ahidnâmelerin hiçbirinin orijinal nüshalarının elimize ulaşmamış olması, konunun esaslı bir şekilde izahını adeta imkânsız hâle getirmektedir. Bununla beraber döneme ait sikkeler hangi melik veya emîrin hangi tarihlerde Türkiye Selçuklu Devleti’ne tâbi olduğu hakkında bilgi verdiği gibi, diğer yazılı eserler de yine tâbi melik ve emîrler, bu melik ve emîrlerle yapılan tâbiiyet anlaşmaları ve tâbiiyet hukuku hakkında malumat vermektedir. Sözkonusu kaynaklarda yer alan kayıtlar, dikkatle incelenince görülmektedir ki, tâbi melik ve emîrlerin, metbû hükümdarlarına karşı yerine getirmek zorunda oldukları mükellefiyetler iki taraf arasında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde belirlenip, yerine göre her sene yenilenen bu anlaşmaların aksine hareket edenler âsi sayılmaktadır. Bu anlaşmalarda belirtilen sair hükümler içinde en önemlileri, belirlenen miktarda vergi ve askerî kuvvet gönderilmesidir. Aralarında hanedana mensup meliklerin de bulunduğu tâbi devletlerden gelen vergi ve askerî kuvvet, genel yekûn içinde değerlendirildiğinde oldukça büyük yer tutmaktadır ki, bu durum, tâbi devletlerin, metbû devletin siyasî ve idarî yapısı kadar mâli ve askerî işleyişi için de hayati bir öneme sahip olduklarını göstermektedir.