Giriş: Konunun Sınırları, Kavramlar ve Kaynaklar
Osmanlı Devleti’nin XIV. yüzyılın ikinci yarısında Murad Hüdâvendigâr ile başladığı Rumeli topraklarına geçiş süreci, daha sonra üç farklı kol üzerinden devam etmiştir. Kaynaklara göre Osmanlı ordusu, H.787/1385 tarihinde Ortakol yol sistemi üzerinden ilerleyerek Sofya’yı almıştır. Sofya şehrini uzun bir kuşatmadan sonra ele geçiren Balaban Bey ve askerleri, daha sonra aynı yol üzerinde bulunan Niş şehrini ele geçirmişlerdir. Niş şehrinin alınması, Sırp kralının Osmanlı Devleti’ni tanımasını zorunlu hâle getirmiştir. Ele geçirilen bu iki şehrin stratejik önemi nedeniyle Ortakol yol güzergâhı üzerinde Osmanlı Devleti’nin ilerleyişi hızlanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nin, eski Roma yol sistemini takip ederek Morava Vadisi üzerinden Belgrad’a doğru ilerlemesinin önü açılmıştır[1] . Osmanlı ordusunun Solkol ve Sağkol üzerinde olduğu gibi, Ortakol yol güzergâhı üzerinde hızla ilerleyişini sürdürmesi, fetihlerin gidişatı açısından da oldukça önemlidir. Balkanların en önemli şehri olan Belgrad şehrine giden yollar üzerinde hâkimiyetin kurulması, stratejik üstünlüğün bir göstergesidir. Osmanlı Devleti’nin yürüttüğü bu fetih programı hızla batı istikametinde ilerlerken, diğer taraftan da İslam kültürünün bölgeye yerleştirilmesi sürecinde de büyük mesafe kat edilmiştir. Osmanlı fetihlerinin Balkanlarda kalıcı olmasını sağlayan önemli unsurlardan birisi, ele geçirilen bölgelerin “âbad” edilmesidir. Bu konuda Murad Hüdâvendigâr’ın Sofya’nın fethinden sonra “şehir imar ola” dediğini kaynaklardan öğrenmekteyiz[2] . Osmanlı Padişahlarının Rumeli topraklarını İslam beldeleri hâline getirme teşebbüsü, yeni yerleşmelerin teşvik edilmesini ve bu yeni yerleşmelerde altyapı faaliyetlerinin görülmesini zorunlu kılmıştır. Osmanlı toplumunda vakıflar aracılığıyla görülen bu altyapı faaliyetleri, Balkanlarda hem fetih hareketlerinin başarıya ulaşmasında hem de Rumeli topraklarında Türk-İslam kültürünün yayılmasında önemli rol oynamıştır. Barkan’ın ifade ettiği gibi; Rumeli topraklarına yerleşmeye başlayan Müslüman halk, fethedilen diğer bölgelerde olduğu gibi bu topraklarda da kendi dinî ve kültürel değerlerine uygun önemli imar faaliyetleri gerçekleştirmiştir[3] . Bu doğrultuda Türkler, idareleri altına aldıkları bölgelerin kültürel ve ekonomik bünyelerinde önemli değişiklikler yapmışlardır.
Osmanlı yöneticileri fethedilen Balkan topraklarında; “ihtiyaç varsa vakıf vardır” düsturundan hareketle yeni eserler meydana getirmişlerdir. Oluşturulan bu eserler kimi zaman dinî ihtiyaçları karşılamak üzere kurulmuş camiler, mescitler; eğitim ihtiyaçları için mektep ve medreseler, kimi zaman da iktisadî, içtimaî ve sıhhî ihtiyaçları karşılamak için oluşturulmuş bedesten, han, çeşme ve hastanelerdir[4] . Osmanlı Devleti’nin fethedilen şehir ve kasabalara gösterdiği bu büyük ilgi, kısa sürede Rumeli topraklarındaki yerleşim yerlerini, Anadolu yerleşimlerinden farksız duruma getirmiştir[5] . Böylece Rumeli topraklarında sürdürülen Türkleşme ve İslamlaşma süreci, vakıf sistemi sayesinde sağlanarak XIX. yüzyıl sonlarında Rus komiseri Dondukov’un dediği gibi; Sofya şehrini “minare ormanına” çevirmiştir[6] .
Osmanlı idarî sisteminin Rumeli’deki merkezî hâline gelen Sofya kazası, XIV. yüzyıl sonlarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar yaklaşık beş asır boyunca Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde kalmıştır. Bilindiği gibi XIX. yüzyıl sonlarından itibaren Doğu Rumeli şehirlerinin yönetiminde önemli gelişmeler olmuştur. 1878 yılında Bulgar prensliği oluşturulmuş ve bunu takip eden süreçte 1908 yılında Bulgar Krallığı’nın kurulması sağlanarak, Osmanlı Devleti’nin bölgeden kopuşu hızlandırılmıştır. Bu kopuş kimi zaman hasretle kimi zaman gözyaşları ile yâd edilmiştir. Bulgarların, Osmanlı Devleti’nden kopardığı bu şehir, Türklerin asırlardır burada biriktirdiği kültür ve medeniyet unsurlarının tamamen sahipsiz kalmasına yol açmıştır. Bu yüzden XX. yüzyıl başlarından itibaren Rumeli’den hasretle bahseden kitaplar yazılmaya başlanmış, göçlerle birlikte feryatlar çeşitli şekillerde dile getirilmiştir. Rumeli topraklarının Osmanlı Devleti’nden kopuşu aynı zamanda başka sorunları da beraberinde getirmiştir. Özellikle Bulgar baskısından kaçan Türklerin çeşitli dönemlerde Balkanlardan Anadolu’ya doğru yaptığı göçler, gözlerin sık sık eski vatan topraklarına çevrilmesine sebep olmuştur[7] .
XX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de yaşadığı sorunlar ilmî açılardan takip edilebilmektedir. Bu yüzyılda Sofya şehrinin siyasî, idarî ve nüfus yapısını ele alan araştırmalar sayıca fazladır. Sofya bölgesini anlatan kaynakların büyük bir kısmının, XIX. yüzyılda Türklerin bölgede sahip oldukları idarî, dinî, demografik ve iktisadî yapılarını ortaya koyan türden oldukları dikkati çekmektedir. Bu itibarla çalışmalarda genellikle kullanılan kaynak türüne bağlı olarak, vakıflardan bahsedilmiştir[8] . Gerek Sofya tarihi ve civarındaki Türk varlığı hakkında yazılan kaynaklarda, gerekse Osmanlı devrinde Bulgaristan’da kurulan vakıflar üzerine yazılan makalelerde Halvetî Şeyhi Bâlî Efendi’nin vakfından çok fazla bahsedilmemiştir.
Aslında Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi’nin kariyeri oldukça merak uyandırıcıdır. Şeyh Bâlî Efendi’nin kaleme aldığı on üç eserinin yanı sıra, çeşitli konularda yazdığı mektupları ve yetiştirdiği yüzlerce öğrencisinin olduğu bilinmektedir. XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin dinî ve iktisadî meseleleri üzerine fikirlerini açıkça ifade edebilen, devrin hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’a ve Vezir-i âzam Rüstem Paşa’ya kendi görüşlerini belirtmek için mektuplar yazabilen Halvetî şeyhinin birkaç paragrafta toplanan hayat hikâyesi araştırılmaya muhtaçtır. Ayrıca Şeyh Bâlî Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’ın takdir ve iltifatını kazanmış, onunla seferlere katılarak, Osmanlı ordusuna manevî olarak destek sağlamış güçlü bir kişiliktir.
Halvetî Şeyhi Bâlî Efendi günümüzde hayatı ve kişiliğinden ziyade ortaya koyduğu eserleriyle bilinmektedir[9] . Âlim, şâir ve Halvetî şeyhi olarak karşımıza çıkan Şeyh Bâlî Efendi hakkında yazılan eserlerde kişiliği, eğitimi ve kurduğu vakıfları hakkında yeterli bilgiye ulaşmak oldukça güçtür[10]. Zorlukların temelinde, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın kuruluş senedi olan vakfiyesinin elimizde olmaması vardır. Bu yüzden vakfın ne zaman kurulduğu sorusunun cevabı da net değildir. Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın vakfiyesi olmamasına rağmen, onun meşhur kişiliğini açıklayacak bilgileri nereden bulabiliriz sorusu üzerinde yoğunlaşmak gerekmiştir. Bu yüzden kendi kimliğini gizleyen Şeyh Bâlî Efendi’nin hayatı ve vakıfları hakkında nasıl bilgi edinebiliriz? Sorusu dolaylı olarak bizi, Sofya Sicilleri’ne kadar götürmüştür. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi bu büyük âlimin yazdığı kitaplarda ve dönemin diğer kaynaklarında; hayatından ve vakıflarından neredeyse hiç bahsedilmemektedir. İşte bu durum toplanan bilgi kırıntılarından hareketle Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın bazı yönlerinin ortaya çıkarılmasına imkân sağlamıştır.
Şeyh Bâlî Efendi ilim adamı ve sûfi yönünün yanı sıra, kurduğu vakıflar ve yetiştirdiği talebelerle Rumeli topraklarının Türkleşme ve İslamlaşmasına katkı yapmıştır. Şeyhin XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı göz önüne alındığında, vakfının da o dönemde oluşturulduğu düşünülmelidir. Vakfın XVI. yüzyılda hangi kaynaklara sahip olduğunu yani gelirlerini nerelerden sağladığını tam olarak tespit edebilmek için icmal veya mufassal tahrir defterlerine başvurmak en doğru yöntem olacaktır. Özellikle vakıfla ilgili XVII. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda daha ayrıntılı bilgilere Sofya Şer‘iyye Sicillerinden ulaşmak mümkündür.
Çalışmada daha çok XVIII. ve XIX. yüzyıllara vurgu yapılması, bazı soruları sorabilmek içindir. Bu sorulardan ilki Şeyh Bâlî Efendi’nin kişiliği ile ilgilidir. Şeyh Bâlî Efendi, daha XVI. yüzyılda devrin Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dan hürmet ve ta‘zim gördüğüne göre tekkenin bu gelişmelerden nasıl faydalandığı sorusunu sormak gerekmektedir. Şeyh Bâlî Efendi’nin XVI. yüzyılda Osmanlı Padişahı ile kurduğu bu iyi ilişkiler daha sonrası için bir işaret olarak gösterilebilir mi? Şayet gösterilirse bu durum, Bâlî Efendi Tekkesi’nin devlet-vakıf ilişkisinden ne derece yararlandığı sorusuna da cevap teşkil edecektir.
Kanuni Sultan Süleyman gibi Padişah II. Selim’in de Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’ne duyduğu yakın ilgi, onun tekkesine ihsanlarda bulunmayı, tahsisat ayırmayı gerektirmiştir. Devlet-tekke ilişki açısından bakıldığında, Şeyh Bâlî Efendi, yaşadığı dönemde hükümdarlarla iyi ilişkiler kurabildiğine göre, bu yakınlaşma daha sonraki yüzyıllara nasıl yansımıştır? Şeyh Bâlî Efendi’nin ölümünden sonra vakfın diğer Osmanlı sultanları ile ilişkileri hangi seviyededir? Sorusuna da yine bu çalışmada cevap aranacaktır. Öte yandan XIX. yüzyılın ikinci yarısında Sultan Abdülaziz ve daha çok Sultan II. Abdülhamid devrinde gelişen yeni tip hayırseverlik ve/veya patronaj ilişkilerinin, geçmiş yüzyıllarda uygulanan vakıflara tahsisatta bulunma politikasından farkı var mıdır? Yine devlet-vakıf ilişkisinin merkeziyetçi devlet anlayışı açısından sosyolojik anlamı nedir? Soruları kadar; Bulgar prensliğinin kurulmasından sonra sınır dışında kalan tekkenin durumunu ortaya koymak gerekmektedir. Benzer şekilde Bulgar prensliği ve arkasından krallığın kurulduğu dönemde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın beklentilerini Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ne kadar karşılayabilmiştir? Gibi, birbirinden farklı ama özünde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nı çeşitli yönleriyle anlamamızı sağlayacak sorulara çalışmada cevap aranacaktır. Diğer taraftan Şeyh Bâlî Efendi’nin Osmanlı devrinde para vakıfları konusunun şiddetle savunucusu olduğu bilindiğine göre bu konuda Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın ne tür bir tasarrufu söz konusudur? Acaba vefatından sonra Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın gelirleri arasında murabaha sistemi ile işletilen vakıf paraları var mıdır? Sorularını cevaplamak gerekmektedir.
Çalışmada ağırlıklı olarak, Sofya Kiril ve Metodiy Milli Kütüphanesi’nde (NBKM) erişime açılan Sofya Şer‘iyye Sicilleri kullanılacaktır. Kütüphaneden temin edilen Sofya Şer‘iyye Sicillerinden 42 tanesi araştırmada taranarak kullanılmıştır. Sofya Kiril ve Metody Milli Kütüphanesi’nin Sofya Sicilleri’nin bir kısmını araştırmacılara açmış olması, bölgedeki Osmanlı varlığının daha iyi anlaşılmasına kısmen izin vermektedir. Her ne kadar Sofya Sicilleri’nin yıllara göre düzenli bir tasnifi söz konusu olmasa da bütün bu zorluklara rağmen yeni bilgiler ortaya koyabiliyor olmak oldukça önemlidir[11]. Öte yandan konuya daha ayrıntılı bakabilmek için elbette ki Osmanlı arşivinde bulunan tahrir, evkaf, muhasebe defterlerinin yanı sıra arşiv ve vakıf belgelerine de bakmak gerekmektedir. Konunun ele alınış biçimi açısından bu çalışma, kronolojik yatay yaklaşım tarzını uygulayacaktır.
1. Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin XVI-XVII. Yüzyıllardaki Vaziyeti
Osmanlı erken döneminde kurulan tekke ve zaviyelerin sayısı hakkında elimizde kesin veriler yoktur. Osmanlı devrinde devletin sosyal bünyesini geliştiren zaviyeler, bir yandan devlet desteğine ihtiyaç duyarken, diğer yandan kendi şeyh ve dervişleri[12] vasıtasıyla devletin ihtiyaçlarının giderilmesine katkıda bulunmuşlardır. Bu amaçla zaviyelerin yollarda seyahat eden yorgun ve bitkin düşmüş yolculara hizmet ederek faaliyetlerini gerçekleştirdikleri görülür[13]. Osmanlı devrinde zaviyeler nerede kurulmuş olursa olsun, yolda kalmış kişilere bakmayı, onlara sofra açmayı sorumluluk addetmişlerdir. Çünkü ifade edilen bu hususlarda şeyhlerin amacı, gönül kazanmak olduğu için zaviyeler, aslî vazifelerini sorunsuz bir şekilde sürdürmeye çalışmışlardır. Yolcuların güvenliğini sağlama ve onlara yedirip içirme görevlerinin yanı sıra zaviyeler, dervişlerin manevi dünyalarına ulaşmayı da başarmışlardır[14].
Osmanlı Padişahları tekke ve zaviyelerin gördükleri işlevlerden dolayı onlara bir takım muafiyetler sağlamak suretiyle, bu kurumları bir nevi devlet adına hizmet veren kurumlar olarak düşündüklerini göstermişlerdir. Erken dönemden itibaren vakıf kurmak isteyen şeyh ve dervişlere verilen destekler, mirî araziler üzerinde bir takım toprak tasarruflarının sağlanmasını kolaylaştırmıştır[15]. Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi, kuruluş şekli itibariyle özel mülkiyetten ziyade devletin tasarrufunda bulunan araziler üzerinde oluşturulduğundan, Osmanlı toprak sistemi içerisinden mülkiyet bakımından irsadî[16] diğer adıyla gayr-ı sahih olarak ifade edilen grupta yer almıştır. Bu tür irsadî vakıflar, toplumun ihtiyaçlarını karşıladıkları için devlet arazileri üzerinde tasarruf iznini alabilmişlerdir[17].
Şeyh Bâlî Efendi’nin doğum yeri, Makedonya Devleti’nin güneydoğusunda bulunan Usturumca şehridir[18]. Bâlî Efendi, dinî eğitimine Balkanların önemli kültür merkezlerinden olan Sofya’da başlamış; fıkıh, kelâm, tefsir ve hadis dersleri alarak dinî ilimlerde mesafe kat etmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelen şeyh efendi, burada Tavukpazarı semtinde bulunan Vezir-i âzam Hadım Ali Paşa Medresesi’nde eğitim görmüştür. İstanbul’da Şeyh Kasım Çelebi’den aldığı derslerle yetişen Şeyh Bâlî Efendi, Muhyiddin-i Arabi’nin Fusûsü’l- Hikem isimli kitabına mana verebilecek seviyeye ulaşmıştır. Eğitimini tamamlayarak belirli bir birikime ulaşan Şeyh Bâlî Efendi, bundan sonra kitaplara şerh yazmaya başlamıştır.
Eğitimini İstanbul’da tamamlayan Şeyh Bâlî Efendi, Sofya Kazası’na geri dönmüştür. Şeyh Efendi’nin Sofya Kazası’na tam olarak ne zaman geldiğini tarihlendirmek mümkün değildir. Bilinen o ki Şeyh Efendi, Sofya’da pek çok talebe yetiştirmiştir. Onun yetiştirdiği kişiler arasında Kurt Efendi ve Nureddinzâde Muslihuddin Efendi de vardır. Felsefe ve tasavvuf konularında değerli eserler kaleme alan Şeyh Bâlî Efendi, bulunduğu bölgedeki insanların güvenini kazanmıştır. Çünkü Şeyh Bâlî Efendi, Müslüman veya gayrimüslim olmalarına bakmadan herkese yardım ederek Sofya bölgesinde birlik ve beraberliği tesis etmiştir[19].
Şeyh Bâlî Efendi’nin vefat tarihini de tarihlendirmek güçtür. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’ye göre Şeyh Bâlî Efendi’nin vefat tarihi H.950/1543 olmalıdır. EşŞakâikü’n- Numâniyye fî Ulemâi’d- Devleti’l- Osmâniyye isimli eserde yazar; “Birçok büyük âlimin vefat tarihlerini bilemediğim için kitabı, Osmanlı Sultanlarının tertibine göre sıraladım” demektedir[20]. Yazara göre Şeyh Bâlî Efendi’nin vefat tarihi, Kanunî Sultan Süleyman dönemine denk gelmektedir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Şeyh Bâlî Efendi’nin vefat tarihi H.958/1551 olarak gösterilmektedir[21]. Benzer şekilde Ayverdi’nin, Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi üzerinde okuduğu levhada şeyhin vefat tarihi H.958/1551 olarak gözükmektedir. Demek oluyor ki Şeyh Bâlî Efendi, tam olarak Padişah Kanuni Sultan Süleyman devrinde vefat etmiştir. Nitekim türbe kapısındaki kitabede Sofyalı Bâlî Efendi’nin vefat tarihi H.958/1551 olarak belirtilmiştir[22].
Şeyh Bâlî Efendi yaşadığı dönemde devlet adamlarına yazdığı mektuplarla kendisinden bahsettirmiştir. Nitekim onun, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektup çok iyi bilinmektedir. Bundan dolayı padişah, yakınlığın nişânesi olarak Zigetvar Seferi’ne giderken Sofya yakınlarındaki Bâlî Efendi Tekkesi’ne uğramıştır. Tekkede, Padişah ile şeyhin görüşmesi sırasında yanında bulunan askerler, tekkenin koruluğuna ve etraftaki bağlara zarar vermişlerdir. Bu yüzden Zigetvar Seferi’nin sonuçlanmasından sonra devlet adamları, verdikleri rahatsızlıktan dolayı tekkeye çeşitli hediyeler göndererek Bâlî Efendi Tekkesi şeyhinin gönlünü almaya çalışmışlardır[23]. Devlet adamları sefere giden askerlerin koruluğa zarar verdiğini biliyor olmalı ki; Padişah II. Selim, Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatından sonra tekkedeki şeyh ve müritlerin gönlünü tekrar almaya çalışmıştır. Nitekim tekkenin bulunduğu ormanlık alan Padişah II. Selim tarafından temliknâme ile Bâlî Efendi Vakfı’na tahsis edilmiştir. Sosyolojik olarak Osmanlı Padişahlarının tekke şeyhlerinin faaliyetlerini ilgiyle takip ederek onlara yakınlık göstermesi dikkat çekicidir. Nitekim Mardin’e göre bu husus, Padişahların özellikle şeyh ve dervişlerin gücünden çekindiğinin bir göstergesidir[24].
Şeyh Bâlî Efendi’nin dinî-tasavvufî ciheti Osmanlı Devleti’nin kültür hayatı için daha büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle onun mensubu olduğu Halvetiyye Tarikatı; Muhyiddin-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd görüşünden etkilenmiştir. Nefsin kötülük ve günahlardan arındırılmasını esas alan tarikat, sesli zikre büyük önem vermiş ve bunu gerçekleştirirken mûsiki aletleri kullanmıştır. Şeyh Bâlî Efendi yetiştirdiği birçok halifesini irşat amacıyla çevreye göndererek düşüncelerini anlatmıştır. Görüşlerini Rumeli sahasında yayan Şeyh Bâlî Efendi, her kesimden insanın sohbetlerine katıldığı bir çevre meydana getirmiştir[25]. Tekkesine gelen misafirlerin seviyelerine göre hitap eden Şeyh Efendi, bölgede yakından takip edilen bir kişi hâline gelmiştir. Şeyh Efendi’nin tekkesi zamanla Rumeli’de yaşayan Müslümanlar kadar, gayrimüslimler tarafından da dikkatle takip edilmeye başlanmıştır[26]. Benzer şekilde Şeyh Efendi’nin dili ve duasındaki bereketinden Padişah Kanûnî Sultan Süleyman’ın da etkilendiği anlaşılmaktadır[27].
Şeyh Bâlî Efendi’nin Sofya yakınlarında ikamet ettiği köyün ismi erken devir kaynaklarında Salâhiyye veya Sâlihiyye olarak belirtilmektedir. Ancak tekkenin bulunduğu köyün ismi, XIX. yüzyıl kaynaklarında Bâlî Efendi Karyesi[28] olarak değiştirilmiştir. Vitoş Dağı eteklerinde bulunan Salâhiyye Köyü, hem şeyhin müritlerinin, hem de gayrimüslim unsurların bir arada yaşadığı yerleşim yeri haline gelmiştir[29]. Bu dönemde Bâlî Efendi Çiftliği olarak ifade edilen alanın çınar, meşe, kavak ve ardıç ağaçları ile dolu olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh Bâlî Efendi ve müritleri, diğer bölgelerde kolonizatör Türk dervişlerinin yaptığı gibi, Vitoş Dağı’nın yamacında, ağaçlarla kaplı ıssız bir alanda kendilerine göre bir hayat kurmuşlardır. Şeyhin vefatından kısa bir süre sonra muhtemelen H.960/1553 tarihinde Abdülaziz oğlu Kadı Abdurrahman tarafından Salâhiyye Köyü’nde türbe inşa ettirilerek burası hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin ziyaret mekânı hâline getirilmiştir.
Bâlî Efendi Tekkesi’nin bulunduğu bölgenin daha başka özellikleri de vardır. Tekkenin, Vitoş Dağı’nın yamacında bulunmasından dolayı, dağdan gelen kar suları vakfa ait değirmenlerin çalışmasına katkı yapmıştır[30]. Öte yandan Bâlî Efendi Tekkesi’nin bulunduğu sahada, kaplıca suyu da çıkmaktadır. Bölgede kaplıca suyundan istifade edebilmek için zaman içerisinde hamamlar tesis edilmiştir[31].
Şehircilik açısından Sofya kazası yakınındaki Salâhiyye/Bâlî Efendi Köyü, burada bulunan tekke ve türbe merkezli bir yerleşim planı üzerinden genişletilmiştir. Vakıf kurumu ile ayakta tutulan tekke ve türbe, elde edilen temlik ve yapılan yardımlarla Vitoş Dağı eteklerindeki yerleşim sahasını geliştirmiştir. XVI. yüzyıl sonlarında Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin bulunduğu mekâna yeni binalar yapılmıştır. Geniş bir sahada kendi dinî faaliyetlerini yürüten tekke, diğer taraftan da iktisadî gücünü geliştirmiştir. Osmanlı arşivindeki 61, 492, 539 ve 566 numaralı Sofya tahrir defterlerinde tekkede; şeyh, imam, müezzin, hatip, kervansaraycı, mu‘arrif, kayyum, niyabet kadrolarının yanı sıra; sükkân-ı hücerât yani hücrelerde kalan dervişlerden bahsedilmektedir. Dolayısıyla yedi kişilik vakıf personelinden başka, hücrelerde kalan yedi dervişi de hesaba katarsak tekkede en az on dört kişi daimi olarak ikamet etmektedir[32].
Tahrir defterlerinde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı ile ilgili dikkat çeken başka bir husus; Şeyh Efendi’nin para vakıfları hususunda dile getirdiği görüşlerinin, onun vefatından sonra vakfında uygulanmasıdır. Öyle ki XVI. yüzyıl sonlarında yani Padişah III. Mehmed devrinde hazırlanan 61 numaralı Mufassal Sofya Tahriri’nde ve daha sonraki Sofya tahrirlerinde vakfın işlettiği yüklü miktardaki para gelirinden bahsedilmektedir. XVII. yüzyıla ait arka arkaya tutulmuş 61, 492, 539 ve 566 numaralı Sofya tahrirlerinde meblağ-ı vakf başlıkları altında; Budin Mirimirân-ı Merhûm el-maktül Mustafa Paşa’da 200.000 akçe, merhûm Mesih Voyvoda’da 40.000 akçe, merkum Kıncı Subaşı’da 25.000 akçe, merhûm Solak Mehmed’de 3.000 akçe, merhûm Turgud Dede’de 1.200 akçe, Veli Bey’de 6.000 akçe ve İlyas bin Turgud’da 1.200 akçe olmak üzere 276.400 akçelik meblağ karşımıza çıkmaktadır. Vakıf yönetimi, paraların işletilmesi yoluyla yıllık olarak hemen hemen 40.000 akçe gelire sahip olmaktadır. Belirtilen bu para gelirlerinden başka vakfın altı adet değirmeni, kervansarayı, dükkanları ve hamam işletmelerinin varlığı da dikkate alındığında, tekkenin mali durumunun çok iyi olduğu anlaşılmaktadır[33]. Vakfın gelirleri müsakkafât türü gelirlerden ziyade, vakıf paralarının ribâ/istirbah yoluyla işletilmesinden oluşmuştur. Bu yüzden Şeyh Bâlî Efendi’nin para vakıfları konusunda savunduğu fikirler, kendi adıyla yaşatılan tekkesinde yakından takip edilmiştir. Sonuç olarak Şeyh Bâlî Efendi’nin XVI. yüzyılda para vakıfları hakkında Kanuni Sultan Süleyman’a, Vezir-i azam Rüstem Paşa’ya, Rumeli Kazaskeri Çivizade’ye ve onun talebesi Şah Çelebi’ye hitaben yazdığı mektuplardaki görüşleriyle vakfındaki uygulamalar benzerlik arz etmektedir[34].
Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın malî yapısı XVI. yüzyıl sonlarında iyi olmasına rağmen, yapılan yardımlar ve tahsisatlar zaman içerisinde tekkenin gücünü ve etki alanını daha da arttırmıştır[35]. Bu manada Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na Padişahların ilgisi, XVII. yüzyılda da devam etmiştir. Nitekim 10 Rebi‘ü’l-âhir 1027/6 Nisan 1618 tarihinde Padişah II. Osman tarafından Sofya Kadısı Mevlana Sadık’a gönderilen beratta, Şeyh Bâlî Efendi Türbesinde bulunan türbedarın günlük 12 akçelik tahsisatının Kiremikofça Hasları Mukataası mahsulünden alınması istenmiştir[36]. (Tablo-I)
Tahrirlerde bahsedilen Salâhiyye Köyü’nde vakfa ait kervansaray, H.1015/1703- 4 tarihinde Ekmekçizâde Ahmed Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Ekmekçizâde Ahmed Paşa, Bâlî Efendi Köyü’ne yolcuların konaklayabilmeleri için hem 40-50 odalı bir han, hem de buraya gelen kişilerin mal alıp satabilmeleri için yaklaşık 50 adet dükkandan oluşan yapılaşmaya imza atmıştır[37]. Salâhiyye Köyü’nde tekke etrafında başlayan şehirleşme, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın yüzü suyu hürmetine bundan sonra da sürdürülmüştür. Örneğin Sofya Kadısı Abdurrahman Efendi, Bâlî Efendi Türbesi’nin yanına hem yeni bir cami inşa ettirmiş, hem de eskiden var olan türbe ve tekke binalarını restore ettirmek suretiyle, klasik dönem Osmanlı şehirciliğinin vakıf sistemleri üzerinden aşama aşama nasıl geliştirildiğini göstermiştir. Yapılan bu eserler, Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin bulunduğu mekânı ıssız bir bölge olmaktan çıkararak, gece ve gündüz misafirlerin konakladığı, alışveriş yaptıkları bir kasaba hüviyetine kavuşturmuştur. Böylece Salâhiyye Köyü’nde Şeyh Bâlî Efendi’nin hayatta olduğu dönemde tekke binası ile başlayan yapısal gelişim, kimi zaman temlikler kimi zaman da yapılan bağışlarla büyük bir değişim gerçekleştirilmiştir. Bölgenin bu değişiminde Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve II. Osman devirlerinde yapılan tahsisatların ve yardımların büyük etkisi vardır. Aynı şekilde askerî sınıftan Ekmekçizâde Ahmed Paşa’nın Bâlî Efendi Tekkesi etrafına inşa ettirdiği kervansaray ve 50 adet dükkandan oluşan çarşıyı da unutmamak gerekmektedir.
2. Tekkeye Yönelik İhsanların Süreklilik Kazanması
XVIII. yüzyıl Osmanlı Devleti için siyasî açıdan Orta Avrupa ve Balkanlardaki egemenliğin korunabilmesi için rakip devletlerle mücadelenin arttığı bir yüzyıldır. Siyaseten güçlü konumunu korumak niyetinde olan devlet, bir taraftan geleceği için değişen ve gelişen koşullar karşısında ıslahatlar yaparak bozulan kurumlarını yeniden ayağa kaldırmaya çalışırken, diğer taraftan da var olan vakıf müesseselerini korumak ve desteklemek suretiyle onların mevcudiyetinden güç almaya çalışmıştır. Bu manada XVIII. yüzyıl içerisinde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na karşı Osmanlı Padişahlarının ve halkın tekkeyi himaye edici politikalarının sürdürüldüğü bir yüzyıl karşımıza çıkmaktadır.
XVIII. yüzyılda Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na devlet gelirlerinden tahsisat ayıran ilk Padişah III. Ahmed olmuştur. Önceki yüzyıllarda Padişah Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve II. Osman’ın Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na tahsisatları söz konusu iken, şimdi Padişah III. Ahmed, Şeyh Bâli Efendi Türbesi’ndeki personel için tahsisat koydurarak buradaki kişilerin desteklemesine katkıda bulunmuştur. Nitekim Padişah III. Ahmed’in Sofya Gümrüğü Mukataası gelirinden günlük 20 akçeyi türbe personel için ayırdığını, 14 Şevval 1122/13 Ekim 1710 tarihli beratta ifade etmiştir[38].
Benzer şekilde, 17 Şaban 1154/28 Ekim 1741 tarihinde Osmanlı Padişahı I. Mahmud’un gönderdiği fermanda; Şeyh Bâlî Efendi Câmii’nde imam ve hatip olan Ahmed Efendi’nin vefatıyla yerine atanan oğlu Abdurrahman’a, Sofya İhtisab Mukataası malından günlük 20 akçe tahsisat ayrıldığı belirtilmiştir[39]. Görüldüğü üzere tıpkı Konya’da bulunan Mevlevî Dergahı’da olduğu gibi, Halvetî tarikatına mensup şeyh ve dervişlerin devlete bağlılıklarını arttırıcı unsurlardan birisi olan tahsisatlar, vakıf için sık sık kullanılmaya başlanmıştır. Padişahın yaptığı bu yardımlar, ister taâmiye/yemek bedeli şeklinde olsun, isterse vazife karşılığı maaş şeklinde olsun tekkeler için oldukça önemlidir[40].
Devlet adamlarının yaptığı yardımlar kadar süreklilik arz etmese de zaman içerisinde vakıf, halk tarafından da desteklenmiştir. Örneğin 16 Receb 1173/4 Mart 1760 tarihinde Sofya Kazası merkezinde bulunan Mensur Hoca Mahallesi’nden Seyyide Hadice Hatun, Yukarı Bana Köyü’ndeki çiftlik ve bahçesini; Salâhiyye Köyü’deki değirmen, iki katlı ev ve fırınını; Pogra Köyü sınırları içerisindeki altı gözlü değirmeninin gelirlerini ve 200 kuruş parasını; Siyavuş Paşa ve Bâlî Efendi camilerindeki din görevlileri için vakfetmiştir[41].
XVIII. yüzyılda Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın faaliyetlerinin desteklenmesi hususu, yine Osmanlı Padişahlarının öncelikli görevleri arasındadır. Bu itibarla Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’ndeki Halvetî Tarikatı’na mensup dervişlere karşı devletin daima olumlu bir tavır içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Padişah I. Abdülhamid geçmişten beri Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi ile var olan iyi ilişkileri sürdürmeye devam etmiştir. Bunun için hazırlanan 24 Ramazan 1182/1 Şubat 1769 tarihli beratta; yevmi iki akçe ile İbrahim Efendi’yi cami hatibi ve şeyhi olarak görevlendirmiştir[42]. Padişah I. Abdülhamid, cami hatibi için tahsisatını Berzenik Mukataası’ndan yapmıştır. Nitekim mukataa emini Hasan Ağa, 12 Muharrem 1201/4 Kasım 1786 tarihinde gönderdiği arz ile Şeyh Bâlî Efendi Vakfı camisine hatib ve şeyh olan kişilere yıllık 720 akçelik bedelin ödendiğini ifade etmiştir[43].
Padişah I. Abdülhamid devrinde Berzenik Mukataası’ndan yapılan tahsisatın ödenmesinde zaman zaman sorunlar yaşanabilmiştir. Kayıtlara göre mukataa gelirinin azalmasına bağlı olarak yaşanan sorunlar, Padişah III. Selim devrine gelindiğinde Berzenik Mukataası’ndan tekkeye verilen yıllık payın tahsil edilemez duruma gelmesine kadar varmıştır. Bu dönemde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı yetkilileri mukataa eminine başvurarak hakları olan bedellerin ödenmesini talep etmişlerdir. Nitekim Başmukataa emininin H.1203/1788 tarihli arzında, söz konusu Berzenik Mukataası’ndan Şeyh Bâlî Efendi Vakfı türbe hademesinin 354 kuruş alacağı olduğu ifade edilmiştir. Bu yılda Berzenik Mukataası’nın gelirinin 1065 kuruş olduğu ve bu gelirden 689 kuruşunun devam eden savaşlar nedeniyle doğrudan ’ne havale olunması hasebiyle miriye dönüştürüldüğü belirtilmektedir. Mültezim Sofyalı el-hâc Hasan ise kendini savunarak mukataa gelirinden 380 kuruş kaldığını, bu paradan Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na verilmesi gereken 354 kuruşu ödeyemeyeceğini belirtmiştir. Bu durumda Başmukataa emini, mevcut paradan vakfa bir miktar ödeme yapılmasını, kalan vakıf bakiyesinin ertesi yıl yani H.1204/1789 senesi mukataa hasılatından ödenmesini uygun görmüştür. Böylece H.1204/1789 yılı mukataa gelirinden önce Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın tahsisatının ödenmesi karara bağlanırken, kalan paradan Belgrad Topçularının havalesinin gönderilmesi ferman buyrulmuştur[44]. Görüldüğü üzere savaşlardan dolayı hazinenin paraya olan ihtiyacı artmış olsa da Osmanlı Padişahları, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı personelinin gönlünü almayı bilmiştir. Belgelerde Şeyh Bâlî Efendi Vakfı personeline “zerre kadar ezâ verilmemesi” yönünde talimatın olması, Padişahların tekkeye bakışını açıkça ortaya koymaktadır.
Padişah III. Selim’in Şeyh Bâlî Efendi Vakfı personelini gücendirmemek için hassas davrandığını sadece Berzenik Mukataası tahsisatının gecikmesi sırasında gönderdiği ferman ile değil, aynı zamanda 3 Şevval 1205/5 Haziran 1791 tarihli emriyle de görmek mümkündür. Tekkenin hemen batı tarafında bulunan vakfa ait hanın, vakıf parası ile tamir edilmesi mümkün olmayınca konu, Padişah III. Selim’e intikal ettirilmiştir. Padişah III. Selim’e sunulan vakıf arzında söz konusu hanın çatısındaki kiremit ve kurşunların yenilenmesi işinin 6000 kuruşa yapılabileceğinin ifade edilmesinden sonra, Padişah gerekli tamirat bedelini vakfa göndermiştir[45]. Bu durum Neumann’a göre, Osmanlı devrinde şeyhlerin devlete olan bağlılığını arttıran bir unsurdur[46].
Böylece Padişahların, askerî sınıf mensuplarının ve reayadan kimi kişilerin yaptığı tahsisatlarla Şeyh Bâlî Efendi Vakfı; tekke, cami, türbe, çeşme, kervansaray ve dükkânlardan oluşarak geniş bir yapı sistemine kavuşmuştur. Nitekim 2 Zilhicce 1207/11 Temmuz 1793 tarihli sicil kaydında ise ilk kez Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın medresesinden bahsedilmektedir. Salâhiyye Köyü’ndeki Halveti tekkesi ile başlayan dinî yapılaşma süreci, medresenin eklenmesiyle yeni bir boyut daha kazanmıştır. Padişah III. Selim tarafından düzenlenmiş beratta, Mevlana Hasan’ın ehil ve müstehak bir müderris olarak medresede görevlendirildiği ifade edilmektedir[47].
Öte yandan XVIII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde; Padişah III. Selim, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nda ortaya çıkan tahsisat anlaşmazlığını da çözmüştür. 12 Safer 1214/16 Temmuz 1799 tarihinde yazılan emirde Berzenik Mukataası’ndan vakfın türbe hademesi için ayrılan 354 kuruşluk yıllık tahsisat üzerinde yeniden inceleme yapılmıştır[48].
3. XIX. Yüzyıl: Vakfın Sınırların Dışında Kalması
XIX. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde siyasi, iktisadî ve askerî açılardan ayrı ayrı sonuçları olan bir yüzyıldır. Bu yüzyılın ilk yarısında, geçen yüzyıldan beri Rumeli topraklarında sürdürülen savaşlar karşımıza çıkmaktadır. Savaşlar nedeniyle Sofya kazası eski canlı günlerinden oldukça uzaklaşmıştır. Bu dönemdeki siyasî olayların askerî olaylarla ilişkili olduğu düşünüldüğünde; Rumeli topraklarındaki yeni gelişmelerin politik sonuçlarının olması kaçınılmazdır. XIX. yüzyılın ortalarına kadar bölgedeki vakıfların tıpkı Anadolu coğrafyasında olduğu gibi kendi iç sorunları olmakla birlikte, vakıflar bu sorunlarını bir şekilde çözebilmişlerdir. Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın XIX. yüzyıldaki durumuna bakıldığında; vakfın belirli dönemlerde malî krizler yaşadığı, ancak bu durumu Padişahlar, askerî sınıf mensupları ve reayadan kimi kişilerin yardımları ile -geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi- aşmayı başardığı görülmektedir.
XIX. yüzyıl başlarında Padişah III. Selim devrinde tekke ve türbeye yapılan yardımlar daha da artmıştır. Nitekim Şeyh Bâlî Efendi Türbesi’ne yapılan yardımların kaydedildiği malzeme defteri, toplumun hemen her kesiminden insanların buraya ilgi duyduğunu göstermektedir. 10 Cemâziye’l-evvel 1220/6 Ağustos 1805 tarihli malzeme defterinde türbe içerisinde bulunan malzemenin adı, cinsi ve kim tarafından vakfedildiği hususlarına kadar detaylı kayıtlar tutulmuştur. Deftere göre türbe içerisinde çok sayıda mushaf-ı şerif[49], kadife seccadeler, pirinç şamdanlar, sim kandiller, acem halıları, kitaplar ve Şeyh Bâlî Efendi’nin mezarı üzerine örtülmüş iki adet ka‘be örtüsü vardır. Bahsedilen malzeme; Balıkçızâde Mehmed Faik Efendi, Sofya Kadısı, Dellâlbaşı Abdullah Ağa, Sofyevî Şeyh Mehmed Efendi, Tiranlı İbrahim Paşa, Mirimirân Cafer Paşa, Abdi Paşa, El-hâc Osman Paşa, Yusuf Bölükbaşı, Sofya Hakimi Mehmed Fahreddin Efendi tarafından vakfedilmiştir[50]. İsimlerini verdiğimiz ulemâ ve ümerânın türbeye yaptıkları yardımların maddi değeri küçük olmakla birlikte, Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin devlet adamları ile kurduğu yakınlığın önemli bir göstergesidir.
XIX. yüzyılın ilk yarısında Padişah II. Mahmud’un saltanatı sırasında -türbeye yapılan bağışlar dışında- Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’ne devrin vezir-i âzamlarından Hurşid Ahmed Paşa yüklü miktarda yardım yapmıştır. Hurşid Ahmed Paşa’nın tekkeye âmed ü şüd[51] eden fukaraya taâmiye olmak üzere 2000 kuruş nezr etmiştir. Vezir-i âzam Hurşid Ahmed Paşa’nın Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’ne yaptığı bu tahsisata rağmen, Sofya kadısı vakıf parasının nasıl değerlendirileceği konusunda vakıf yönetiminden farklı bir uygulama başlatmıştır. Buna göre kadı efendi tekke yönetimine nakit olarak verilecek paranın, tekke şeyhi tarafından telef edilebileceğini düşünerek paranın, Sofya Debbağ Esnafı’na onu onbir buçuk(%15) üzerinden işletilmesini istemiştir. Kadı efendi ve müftünün onayı ile tekkeye tahsis edilen 2000 kuruş, Sofya Debbağ Esnafı’na; “ribâ‘-i şer‘î olduğu vecihle istirbâh olunub senevî hâsılı olan 300 kuruş neması tekke-i mezbûre şeyhine” her yılın sonunda verilmesi şartıyla teslim edilmiştir[52]. Hurşid Ahmed Paşa’nın vakfa yaptığı tahsisatın işlemlerini yürüten Sofya kadısı Selim Mollazâde es-seyyid Abdurrahman Efendi, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na yapılan tahsisatın vakfedilmesi ile ilgili vakfiyeyi oluşturarak 1 Safer 1229/23 Ocak 1814 tarihinde işleme koymuştur. Böylece Sofya Debbağ Şeyhi Ali Efendi’nin, yıllık istirbah bedeli olarak Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na verdiği para ile tekke dışındaki kısımlarda çalışan tüm personelin maaşları karşılanmıştır[53]. Nitekim 21 Rebi‘ü’l-âhir 1288/10 Temmuz 1871 tarihli belgede Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Cami‘i’nin muhasebesi gösterilirken, söz konusu Hurşid Ahmed Paşa’nın yaptığı tahsisatlar da belirtilmiştir[54]. Görüldüğü üzere Sofya kadısı, Vezir-i âzam Hurşid Ahmed Paşa’nın tahsis ettiği vakıf paralarını onu onbir buçuk hesabıyla kiraya vererek vakıflarda sürekliliğin esas olması gerektiğini vurgulamıştır. Askerî sınıf mensubu Hurşid Ahmed Paşa’nın Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na para tahsis etmesi, bir Osmanlı bürokratının resmi olmayan görevleri arasında vakıf kurumlarını desteklemenin de olduğunu göstermektedir. Zaten Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünün korunmasını ve İslam dinînin yüceltilmesini görev addeden Osmanlı yönetici sınıfı din ve devleti, “din ü devlet” şeklinde formüle ederek misyonunu ortaya koymuştur[55].
Padişah Abdülmecid devrinde Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın gelir kaynakları arasında önceki yüzyıllara göre bir değişim söz konusu değildir. Nitekim XIX. Yüzyıl ortalarında vakfın çayırları, dükkanları ve menzili bulunmakla birlikte kervansarayı yıkılmış olmalıdır. Bu dönemde vakfın en önemli gelir sahası nukûd-ı mevkûfe yani vakıf paralarının işletilmesinden elde edilmektedir. Bu durum, Şeyh Bâlî Efendi’nin daha hayatta iken savunduğu para vakıfları konusundaki görüşleri ile doğrudan örtüşmektedir. XIX. yüzyılda vakfın yine Şeyh Bâlî Efendi’nin görüşleri çerçevesinde hareket ediyor olması; vâkıfın/kurucunun müesseseler üzerindeki etkisini yansıtmaktadır. Nitekim H.1271/1854 yılından H.1275/1858 yılına kadar olan evkaf defterlerinde vakfın esas gelir kaynaklarının nukûd-ı mevkûfeden gelen gelirler olduğu görülmektedir. Bu yıllarda vakfın onu onbir buçuk hesabıyla işlettiği vakıf paralarından ortalama olarak yıllık 500 kuruş civarında geliri vardır[56].
XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Rumeli topraklarındaki esas sorun; bölgede özerk bir Bulgar yönetiminin kurulmasıdır. Yaşanan bu siyasî gelişme hem Şeyh Bâlî Efendi Vakfı için, hem de bölgedeki diğer kuruluşlar için Osmanlı Devleti’nden kopuş anlamına gelmektedir. Her ne kadar Padişahlar, yardım istekleri ile çırpınan, hizmet veremez duruma gelen vakıflara kısmî olarak destek çıkmaya devam etmiş olsalar da yaşanan siyasî gelişmeler geri dönüşü olmayan bağımsız Bulgar Devleti’ne doğru gidişi hızlandırmıştır. Sonuç itibariyle; uzun süreden beri Osmanlı Devleti ve toplumu adına Sofya’da faaliyet gösteren Şeyh Bâlî Efendi Vakfı, yeni kurulan Bulgar Devleti’nin sınırları içerisinde kalarak, kendisine muhatap bulamamış ve bakımsızlıktan yok olmaya başlamıştır.
Bulgar Devleti’nin yönetimi altında var olma mücadelesi veren vakıf, eskiden olduğu gibi yine Osmanlı merkezî idaresinden yardım talep etmeye devam etmiştir[57]. Sofya şehrindeki İslam eserleriyle ilgili başkente gönderilen bir raporda, Şeyh Bâlî Efendi’nin eserlerinden bahsedilerek, cami, zaviye ve türbenin Bulgaristan Komiserliği tarafından zabt ve tahrip edilmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nin buralara imam, müezzin ve türbedâr atamasının zorunlu olduğu dile getirilmiştir. Bunun üzerine devrin Padişahı II. Abdülhamid, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nda görevli personelin maaşlarını ödenebilmeleri için aylık 1000 kuruş tahsisat ayırdığı, yine türbenin tamiri ve yanına yeni bir odanın yapılması için ilave 8000 kuruş daha gönderdiği belgelerden anlaşılmaktadır. Böylece Sultan II. Abdülhamid -geçmiş asırlarda atalarının yaptığı gibi- Rumeli’deki kolonizatör Türk dervişlerinden olan Şeyh Bâlî Efendi Türbesi’nin, Bulgarlar tarafından pâ-mâl/ ayaklar altına alınmasını engellemek amacıyla 19 Rebi‘ü’l- âhir 1315/17 Eylül 1897 tarihinde ferman göndererek talep edilen meblağı havale etmiştir[58]. Padişahın, Şeyh Bâlî Efendi türbesine gönderdiği yardımlarla hem gerekli tamiratlar yapılmış, hem de talep edilen bir odanın inşaatı gerçekleştirilmiştir. 18 Safer 1319/6 Haziran 1901 tarihinde Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’ndeki tamirat ve inşaatlar bitirilerek bu yapıların açılışı gerçekleştirilmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in ihsan ve desteğiyle yapılan bu restorasyon faaliyeti Bulgar komiserlik heyeti, Sofya Müftüsü, Mebusân-ı İslamiyye Heyeti ve pek çok zevatın hazır bulunduğu sırada müftü efendinîn okuduğu aşr-ı şerif ve arkasından “Padişahım çok yaşa!” dualarının tekrar tekrar okunmasıyla sona ermiştir[59]. Bu dönemde Sultan II. Abdülhamid, uyguladığı politikalarla bütün İslam âleminin sorunlarını çözmeye muktedir olmasa da onlara elinden geldiği kadar yardım edebilmeyi kendisine şiâr edinmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in kutsal yerleri himaye etme ve oralara hizmet götürme siyaseti gibi sürdürmekte olduğu bir diğer politikası ise hayırsever davranışları ve himaye siyasetidir. Padişahın kutsal yerler dışında evliya ve şeyh türbelerini tamir ettirerek buralara saygı göstermesi; Sultan II. Abdülhamid tipi hayırseverlik politikası olarak yansıtılmaktadır. İşte bu davranış tarzı Osmanlı Padişahının idaresi altında olsun veya olmasın, tüm Müslüman tebâyı kendi yanında toplama politikasının bir parçasıdır[60].
Sosyolojik açıdan din, halkları Osmanlı yöneticilerine bağlayan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Din, kültürü denetleyen asıl unsur olduğu dönemlerde, toplumsal denetim kurmanın temel aracı olmuştur. Birleştirici bir unsur olarak din, toplumda bütünleşmeyi sağlayabilecek tek yoldur. Bu manada bir Osmanlı Padişahının yeni bir cami yaptırması veya bir tekkeyi tamir ettirmesi, devletin varlığını yeniden teyit etmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu tür hareketlerin ardından Osmanlı Devleti’nin Müslüman toplulukların hamisi olduğu fikrinin propagandası da yapılmış olmaktadır[61].
Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Vakfı için Sultan II. Abdülhamid’in sürdürdüğü hayırseverlik politikası, Bulgar prensliğinin kurulması ve ardından bağımsızlık sürecinin başladığı döneme denk geldiği için ayrı bir önem taşımaktadır. Tekkenin Bulgar prensliği sınırları içerisinde kalması, Osmanlı Devleti ile tekkenin bağlarını birden bitirememiş, aşamalı olarak koparmıştır. Bulgar prensliğinin kurulmasına rağmen, Sultan II. Abdülhamid, Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın yardım ve tamirat isteklerini her zaman karşılarken, şeyh ve dervişler de Osmanlı Devleti’ne ve onun Padişahına hem saygı ve hürmet göstermişler, hem de vatan hasretlerini yüksek sesle dile getirmeye devam etmişlerdir[62]. Osmanlı Devleti’nin yaptığı tüm uyarılara rağmen, Bulgar prensliğinin Müslüman vakıfları üzerindeki politikası yok etmek şeklinde olmuştur. Bu dönemde Bulgar hükümeti tarafından Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na ait türbenin önünde bulunan cami 1886 yılında yıkılarak yerine, 1893 yılında kilise inşa ettirilmiştir. Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi geçirdiği iki korkunç yangından sonra yok olmuştur. Şeyh Bâlî Efendi Tekke binası, daha sonra Anıtlar Derneği, Tarih Müzesi ve Sofya İslâm Cemaati’nin çabaları ile tamir ettirilmiştir[63]. Sonuç olarak XX. yüzyıl başlarında Bulgaristan’da Türk idaresi sona ermiş olsa da çok eski dönemlerden beri faaliyette bulunan Türk Vakıfları hakkında tutulmuş ayrıntılı raporlar, Osmanlı arşivlerinde bulunmaktadır. Yayınlanan raporlarda diğer vakıflar gibi Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın durumu da özetlenmektedir. Kaynaklara göre XX. yüzyıl başlarında Şeyh Bâlî Efendi Vakfı içerisinde tekke, tekkenin önünde bulunan cami, kahve dükkânı, ev, kebir taş han, kaplıca hamamı ve bostanlıktan bahsedilmektedir[64].
Sonuç
Osmanlı merkezî yönetimi ile Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Vakfı arasında geçmişi uzun asırlara dayanan bir ilişki söz konusudur. Halvetî Şeyhi Bâlî Efendi, vakıf müesseselerindeki iktisadî zorluklara ve meydana gelen tahribatlara işaret ederek, para vakıflarının gerekliliğini savunmuştur. Yine Şeyh Bâlî Efendi, para vakıfları konusunda tartışmaların devam ettiği dönemde halkın tepkilerini dile getirerek uygulamanın tekrar serbest bırakılmasını isteyen bir aksiyonerdir.
Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi’nin para vakıfları konusunda savunduğu fikirler, onun vefatından sonra kendi adıyla kurulan vakfının temel getirilerinden birisi olmuştur. XVI. ve XVII. yüzyıl tahrirlerinde vakfın yıllık nukûd-ı mevkûfe geliri 40.000 akçe (yaklaşık 4.444 kuruş) civarında iken, bu gelir kalemi XIX. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, 500 kuruşa kadar düşmüştür. Aynı şekilde XIX. yüzyılda vakfa ait kervansaray ve dükkânların yıkılmasıyla musakkafât gelirleri de azalmıştır.
Şeyh Bâlî Efendi’nin yaşadığı dönemde Padişah Kanuni Sultan Süleyman ve diğer devlet erkânı ile irtibat içinde olduğu anlaşılmaktadır. Padişah ile Halvetiyye şeyhi arasındaki yakınlık, tekkenin bulunduğu köyün ve tekke binalarının sürekliliğinin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır. Şeyh Bâlî Efendi Vakfı binalarının masrafları temlik, tahsisat, yardım ve ihsanlarla karşılanmıştır. Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’nın imkânlarının genişletilmesi ağırlıklı olarak Padişahlar tarafından gerçekleştirilmekle birlikte, askerî sınıf mensupları ve ulemânın desteği de söz konusudur. XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın, II. Selim’in ve XVII. yüzyılda II. Osman’ın vakfa sağladığı imkânlar, kurumun gelişmesinde belirleyici etkiye sahiptir. Aynı dönemde askerî sınıftan Ekmekçizade Ahmed Paşa’nın ve ulemâdan Sofya Kadısı Abdurrahman Efendi’nin yardımlarıyla vakfın faaliyetlerinin daha da büyüdüğü görülmektedir.
XVIII. yüzyılda ise Osmanlı Padişahlarının tahsisatları diğer asırlarda olduğu gibi artarak sürmüştür. Önce III. Ahmed, daha sonra I. Mahmud ve I. Abdülhamid, Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi Vakfı’na yardımlarını esirgemeyen hükümdarlardır. Bunları XIX. yüzyılda III. Selim ile başlayan süreç takip etmiştir. Himaye politikası bu yüzyılda özellikle II. Abdülhamid tarafından daha geniş manada sürdürülmüştür. XIX. asırda ümerâ sınıfından Hurşid Ahmed Paşa, Abdi Paşa, El-hâc Osman Paşa, Mirimirân Cafer Paşa, Yusuf Bölükbaşı ve Tiranlı İbrahim Paşa’nın; ulemâ sınıfından Balıkçızâde Mehmed Faik Efendi, Sofyalı Mehmed Fahreddin Efendi ve Sofya Kadısı’nın vakfa yaptıkları küçük bağışları da unutmamak gerekmektedir.
XVI. yüzyılda kurulmuş olan Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin Osmanlı Padişahları, devlet ümerâsı, din ulemâsı ve Sofya halkı ile iyi bir iletişim kurduğu açıktır. Diğer taraftan Şeyh Bâlî Efendi Tekkesi’nin devlet ile olan ilişkilerinin her dönemde iki taraf açısından yakın ve problemsiz bir şekilde sürdüğü de görülmektedir. Halvetiye Tarikatı Şeyhi Bâlî Efendi’nin gerek yaşadığı dönemde ve gerekse vefatından sonra yerine geçen şeyhlerin, Osmanlı merkezî yönetimi ile her hangi bir sorun yaşamamış olması; tekkenin faaliyetlerinin desteklenmesine olumlu yansıdığı gözükmektedir.