Giriş
Osmanlı tarihçiliğinde son yıllarda ordu ve savaş konularına ilgi oldukça artmıştır.[1] Çalışmalar ağırlıklı olarak klasik dönem ve XIX. yüzyıla odaklanmaktadır. Klasik dönem Osmanlı ordusu ile ilgili yapılan çalışmalarda sefer organizasyonu ve savaş teknolojisi üzerinde yoğunlaşılırken[2] XIX. yüzyıl ile ilgili çalışmalarda Osmanlı ordusunda yaşanan modernleşme ve zorunlu askerliğe geçiş süreci ele alınmaktadır.[3] Osmanlı ordusuyla ilgili son dönemlerdeki bu ilgiyi erken dönem Osmanlı ordusu için görememekteyiz. Ancak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu meselesi bağlamında dönemin askerî teşkilatlanmasıyla ve temel askerî kurumların kökenleriyle ilgili önemli çalışmalar kaleme alınmıştır.[4] Bu konudaki birçok çalışmaya ilham kaynağı olan Wittek’in “gazi devlet tezi”, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili tartışmaların odağında yer almıştır.[5] Osmanlı Devleti’nin kısa sürede geniş topraklarda hüküm süren bir imparatorluğa dönüşmesinde bu fetihçi gaza anlayışının yattığı iddiası, sonraki birçok tarihçi için önemli bir tartışma alanı yaratmıştır.[6] Gaza konulu çalışmalarda; ahalinin kişisel beklentilerini karşılamak suretiyle cihada katılımlarının teşvik edilmesi yeterince önemsenmemiştir.[7] Bu çalışmada üzerinde durulacak meselelerden birisi bu konudur. Gaza anlayışı, İslam’ın temel kavramlarından olan cihadın sınır boylarındaki bir ürünü olarak nitelendirilebilir.[8] Sınır boylarında Müslüman olmayanlara karşı yürütülen kutsal savaşı[9] ifade eden gaza, cihat anlayışının saldırı boyutunu temsil ederken; çalışmanın konusu olan nefîr-i âmm uygulaması savunmaya dönük boyutunu temsil etmektedir. Erken dönemde Osmanlı orduları ekseriyetle saldıran taraf olmuş ve nadiren savunma savaşı vermiştir. Savunma savaşları Haçlı ittifakları gündeme geldiğinde söz konusu olmuştur. Haçlı orduları, Osmanlı ordusundan genellikle sayıca fazlaydı. Balkan Devletleri, İstanbul’un fethine kadar Osmanlılara karşı bir kısmının içerisinde Haçlıların da olduğu altı büyük ittifak teşkil etmişlerdir. Bu ittifaklar neticesinde Sırpsındığı (1364), Kosova (1389), Niğbolu (1396), İzladi (1443), Varna (1444) ve II. Kosova (1448) savaşları gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti, tespit edilebildiği kadarıyla bu ittifaklardan üçüne karşı İslam hukukunun bir gereği olarak cihat ilan etmiş ve nefîr-i âmm yöntemiyle ahaliden gücü/kuvveti yetenleri sefere sürmüştür. Bunlardan ilki Niğbolu Savaşı’dır.[10] Ardından bir dizi haçlı seferi olan İzladi ve Varna Savaşlarında nefîr-i âmm ilan edilmiştir.[11] Çalışmada Osmanlıların mevzubahis haçlı seferlerine karşı gerçekleştirdiği nefîr-i âmm uygulamasının teorik, askerî ve toplumsal arka planı değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Konu ele alınırken nefîr-i âmm ile ilgili bazı problemlerin çözümü amaçlanmaktadır. Osmanlı tarihçiliğinde nefîr-i âmm mevzuuna bazı çalışmalarda değinilmiş olunmasına rağmen bu uygulamanın hukuki boyutu ve uygulama biçimleri yeteri derecede incelenmemiştir. Dolayısıyla Osmanlıların nefîr-i âmm ilan etme süreçleri, askerî, hukuki ve dini gerekçeleri ile uygulamaları tam olarak ortaya konmuş değildir. Bu sebeple çalışmanın ilk problemi de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Konuya giriş bağlamında çalışmanın bu ilk problematiğini nefîr-i âmm konusunun fıkhi boyutu ve teorik çerçevesini ortaya koymak.
Nefîr-i âmm ilanlarının muhatabı olan ahalinin ilanlara karşı tepkisi, bu çalışmanın ikinci problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şeyhülislam fetvasıyla yahut ulema görüşüyle dini bir vecibe haline gelen nefîr-i âmm ilanında dini argümanların kullanımı ile bunların ahali ve asker toplanması üzerine etkisi, üzerinde durulması gereken önemli bir mesele olarak görülmektedir. Devlet yetkililerinin asker sürme gayretleri, orduya katılımlar, dini yaptırımların dışında motive edici başkaca vaatler ve bu çabaların ahalinin katılımına tesiri problematiğin çözümüne yardımcı olacak diğer sorunsallar olacaktır.
Çalışmanın üçüncü problematiği, sefere sürülen nefîr-i âmm askerinin toplumsal statüsü ile savaşlardaki/ordudaki konumları ile ilgilidir. Bilindiği üzere reaya statüsündeki ahali, çeşitli yollarla askerî statüye geçmenin yollarını bulmuştur. Bunun en kestirme yolu savaşlardı.[12] Bu bağlamda çalışmada, nefîr-i âmm yoluyla sefere sürülenlerin toplumsal statülerine bakılacak; ayrıca uygulamanın askerî statüye geçiş için bir kapı aralığı olarak kullanılıp kullanılmadığı üzerinde durulacaktır.
1. Uygulamanın Teorik Çerçevesi
Nefîr-i âmm, düşman saldırısına karşı koymak maksadıyla ahalinin cepheye sürülmesi, günümüzdeki anlamıyla bir nevi seferberlik olarak nitelendirilebilir. “Nefîr-i âmm” terkibindeki “nefîr” kelimesine Firûzâbâdî’nin Okyanus’unda; “bir husus için birden gitmek” anlamı verilmiştir. Kelimenin kökünü oluşturan “nefr” kelimesi ise “dağılmak”, “gâlib olmak”, “huccâc Minâ’dan ürkmüş koyun sürüsü gibi boşanıp Mekke canibine revân olmak” ve “şol kavm ve cemâ‘ate denir ki bir adama bir hâdise ‘ârız olsa bi’l-cümle onunla gidip ve harb ve kıtâl husûsunda birbirini evlerinde komayub sürüb götürür olalar” anlamlarına gelmektedir.[13] Nefîr, Kamûs-ı Türkî’de iki anlama gelmektedir. Birincisi “cemaat”, ikincisi ise “asker toplanması için çalınan ve büyük bir boynuzdan yapılmış boru”dur.[14] Bu boru ayrıca üflemeli bir çalgı olarak Osmanlı mehter bölüğünde de kullanılmıştır.[15] “Âmm” ise umumî anlamına gelmektedir. Bu anlamlardan mülhem olarak “nefîr-i âmm” teriminin tüm ahalinin savaşa çağrılması/sürülmesi anlamıyla türediği açıktır. İki kelimenin terkibinden oluşan “nefîr-i âmm” terimi, sözlüklerde genelde aynı anlamı ifade etmiştir. Şemsettin Sami’ye göre nefîr-i âmm; “düşmanla harp için umûm halkdan teşkîl olunan asker”, “ale’l-‘acele ahâlîden toplanılan gayr-ı muntazam asker” ve “başıbozuk” anlamlarına gelmektedir.[16] Turkish and English Lexicon’da ise genel savunma için savaşabilecek herkesin askere alınması olarak ifade edilmektedir.[17] Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde nefîr-i âmm, “harp mıntıkasında bulunan bütün halkın cenge sürülmesi” olarak tanımlanmıştır.[18] Daha geniş anlamda ise nefîr-i âmmı, halktan toplanan milis kuvveti olarak tanımlamak mümkündür.[19]
Nefîr-i âmm teriminin İslam literatüründe ilk olarak kullanımına XII. yüzyılda rastlanır. Heinzelmann’ın aktardığına göre Kadıhan adıyla bilinen Fahreddin Hasan b. Mansur b. Mahmud el-Özkendi el-Fergani (ö. 1196) bu terkibi, “el-Fetavâ’l-Haniyye” adıyla bilinen eserinde kullanmıştır. Burada terimi Fergani, yukarıda verilen anlama uygun bir şekilde; ancak cihadın farzıyetinin derecesine göre ahalinin sefere sürülmesi amacıyla kullanmıştır. Buna göre İslam toplumu savunma halindeyken yani cihat farz-ı ayn hale geldiğinde ahalinin sefere sürülmesi nefîr-i âmm olarak adlandırılmıştır.[20] Ancak nefîr-i âmm teriminin sadece ıstılahî manası çerçevesinde kullanılmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı ve Osmanlı öncesi yazınında ve uygulamasında nefîr-i âmm, geniş bir anlamla savaş bölgesi ahalisinin sefere sürülmesi olarak algılanmıştır. Bu uygulamanın doğrudan cihat ile bir bağ kurma kaygısıyla izah edilmediği anlaşılmaktadır. Mesela Cüveyni terimi, ahalinin sefere sürülmesi anlamında kullanmış, ancak bunu cihat bağlamında ele almamıştır. Cüveyni, Cengiz Han’ın nefîr-i âmm sureti ile topladığı binlerce adamla asıl ordusunun Semerkand üzerine yürüdüğünü söylemiştir.[21] Terimin cihat anlamı dışında kullanımını Osmanlılarda da görmek mümkündür. Osmanlı yazınında da herhangi bir devletin (Müslüman yahut gayrimüslim) ahaliden asker toplayarak ordu kurmasına nefîr-i âmm denilmiştir. Özellikle Haçlı Seferlerinde Hıristiyan ahalinin Müslümanlar üzerine sürülmesi, nefîr-i âmm olarak nitelendirilmiştir.[22] Mesela II. Murad’ın oğlu II. Mehmed lehine tahtan ayrılmasını fırsat bilen Macar kralı ve müttefiklerinin 1444 yılında halktan ordu toplaması, Solakzade Mehmed Efendi tarafından nefîr-i âmm olarak adlandırılmıştır.[23] Konu, Neşrî’de de aynı anlamıyla şu şekilde ele alınmaktadır: “Sultan Murad’a eyitdiler: Sultanum! Belgrad’tan geçen kâfirun haddi vü hasrı yok, üşde geçeyorur. Şöyle oldı kim, nefîr-i âmm ıduğına hükm olundı.”[24] Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi nefîr-i âmmın batıda uygulanışının bir başka yönünü vurgulamaktadır. O, askerlerin eşleri ve çocuklarıyla orduya katılmasını şu şekilde betimler: “küffar-ı bî-dînlerün taburları içinde alayları ile topları yanlarınca gelüp ve avrat u oğlanları nefîr-i âmm olup topları orduya gelürdü.”[25] Osmanlı yazınında nefîr-i âmm kavramı, isyan maksadıyla da kullanılmıştır. Buna göre yeniçerilerin toplanarak isyan etmesi bazı kroniklerde, “nefîr-i âmm suretiyle” isyan olarak ifade edilmektedir.[26]
Osmanlı’da nefîr-i âmm yoluyla ahalinin sefere sürülmesi meselesi, genel olarak cihadın fıkıhtaki hükümleri çerçevesinde ele alınır. Cihat, temelde iki gaye için gerçekleştirilir: 1) gayrimüslimler üzerine yürütülen kutsal savaşı gerçekleştirmek ve 2) gayrimüslimlerin Müslüman topraklarına saldırısına karşı savunma yapmak.[27] Ahalinin sefere sürülmesinin hukuki gerekçeleri bu çerçeve içerisinde aranmalıdır. İslam, Müslümanlar üzerine cihat konusunda çeşitli derecelerde olmak üzere bir takım sorumluluklar yükleyerek çağrıda bulunmuştur. Yani fıkıh cihada katılma zorunluluğunu, şartlar çerçevesinde derecelendirerek belirlemiştir. Cihadın farziyet derecesi fıkıh kitaplarında detaylı bir şekilde ele alınır. Bu kitaplardan birisi de İbrahim el-Halebi’nin (ö. 1549) “Mülteka’l-Abhur” adlı eseridir. Bu eser Osmanlılarda Türkçe “Mevkufat” adıyla şerh edilmiş ve döneminde en çok başvurulan fıkıh eserlerinden birisi haline gelmiştir.[28] Mevkufat’ta cihadın tarifi ve farziyet derecesi sarih bir şekilde izah edilmektedir. Buna göre cihat, insanları İslam’a davet etmek ve bu daveti kabulden çekinenlerle savaşmak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk ortaya çıkışından itibaren cihadın Müslümanlar üzerindeki farziyet durumu zamanla değişmiştir. Cihadın tanımı yapılırken başta ifade edildiği üzere insanları İslam’a davet etmek cihat olarak nitelendirilmiştir. Buna bağlı bir şekilde Hz. Peygamber’e insanlara olan davetinde güzel sözle (tarik-i müstahsene) davet etmesi emredilmiştir. Ancak sonraki ayetlerde dil biraz sertleşmiş ve savaş zaruri hale gelmiştir. Tevbe 5. ayette müşriklerle haram aylar dışında cihat emredilmiştir.[29] Bakara 193. ayetle de zaman ve mekân sınırlandırması yapılmaksızın müşriklerle savaş emri verilmiştir.[30] Bu ayetler doğrultusunda cihadın/savaşın hukuki yaptırımı farz görünmektedir. Ancak ıstılahta farz-ı kifaye denilen ve bir kısım Müslüman tarafından yerine getirildiğinde diğer Müslümanlar üzerinden sorumluluğun kalktığı türden bir farziyet derecesi daha bulunmaktadır. Bu durumda eğer bütün Müslümanlar cihadı bırakırsa o zaman herkes günahkâr olur. Ancak bir kısım Müslüman tarafından bu vecibe yerine getirilirse diğerleri üzerinden bu sorumluluk kalkar. Bu farziyet, cenaze namazı ve selama cevap verme uygulamalarında olduğu gibidir. Fıkıh, kimlerin cihatla mükellef olmadığını da belirlemiştir. Mesela küçük çocuğa cihat farz değildir. Kadın ve köle üzerinde de cihat vacip değildir. “Zira hatunun zevcinin hidmetine iştigâli ve abdin mevlâsının hidmetine iştigâli hakk-ı şer’ üzerine mukaddemdir.” Acizler üzerine de cihat vacip değildir. Ancak, düşman Müslüman toplum üzerine hücum eder de düşmanın üstün gelme tehdidi mevcut bulunursa; cihadın farziyet derecesinde bir değişim meydana gelir. Artık cihat etmenin hükmü “farz-ı ayn”dır. Bu durumda “hatun zevcin[den] izinsiz abd mevlâsın[dan] izinsiz cihâda çıkar.” Cihat etmek, namaz ve oruç gibi farz-ı ayn haline gelmiştir. Farz-ı aynı yerine getirmek için herhangi bir kişiden izin almaya lüzum yoktur. Çünkü farz-ı ayn kul hakkından önce gelir.[31]
Bu durumu genel bir çerçevede toparlarsak cihat, bazı âlimlere göre düşman saldırısından önce nafile; düşmanlar saldırdıktan sonra farz-ı ayndır. Âlimlerin çoğu ise cihadın her halde farz olduğu fetvasını vermişlerdir. Onlara ve genel kabule göre cihat, düşmanın saldırısından önce farz-ı kifaye; saldırısından sonra ise farz-ı ayndır.[32] Bu görüşler çerçevesinde savaşın farziyet durumu üzerinde durduktan sonra konunun nefîr-i âmm ile olan bağına geçebiliriz. Cihadın farziyet derecesi nefîr-i âmm uygulaması ile doğrudan ilgilidir. Konu fetva kitaplarında açıklanmaktadır. Buna göre nefîr, bir beldede bulunan Müslüman halkın canına, malına, çoluk ve çocuğuna düşmanın saldırmak üzere gelmekte olduğunun bildirilmesidir. Böyle bir haber ulaşınca bölgede bulunan ve cihada gücü yeten herkese cihat farz olur.[33] Bu durumda bölgedeki her Müslüman’ın hükümdar tarafından silah kuşanıp cihada çağrılmasına nefîr-i âmm denir.[34] Burada önemli olan husus, bir İslam beldesine düşman askerinin hücum etmesi ve bu düşmanın hal-i hazırdaki görevli (muvazzaf) askerle defedilemeyeceğine inanılmasıdır. Nefîr-i âmm ilanının dairesi ihtiyaca göre genişleyebilir ve gerekirse umumi bir seferberlik haline gelebilir.[35] İlanla birlikte savaşa katılmak artık Müslüman olmanın gereği haline gelmiştir. Heinzelmann’ın ifadesiyle Müslüman topluma ait olma ile askerlik hizmetini yerine getirme yükümlülüğü arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır.[36] Bu zorunluluk, devletin ahaliyi cepheye sürmesi için önemli bir gerekçe ve hukuki/şer‛i bir dayanak olarak gözükmektedir. Osmanlı Devleti bu tür durumlarda nefîr-i âmm ile cihadın farz olma argümanlarını kullanmıştır. Osmanlılar bunu, cihadın farz-ı ayn hale geldiği kararını, ulemadan bir görüş[37] veya şeyhülislamdan bir fetva[38] almak suretiyle gerçekleştirmiştir.
Osmanlı tarihinde nefîr-i âmm uygulaması sadece düşman istilasıyla sınırlı tutulmamıştır. Eşkıya definde ve isyanları bastırmada da başvurulan bir yöntem olmuştur. Dolayısıyla nefîr-i âmmın kimi zaman devletin dış tehdide karşı savunmasında, kimi zaman iç güvenliğin sağlanmasında kullanıldığı görülmektedir. İster savunma amaçlı, ister güvenlik amaçlı olsun nefîr-i âmm çağrısının temel nedeni, erken modern dönem ordularının genel problemi olan asker ihtiyacının karşılanmasında yaşanan güçlüklerdi. Bu problem Osmanlı’ya has bir durum değildi ve özellikle Avrupalı çağdaşlarının sıklıkla karşılaştığı sorunlardandı.[39]
2. Erken Dönem Nefîr-i Âmm Uygulamaları
XIII. yüzyılın sonunda bir beylik statüsüyle kurulan Osmanlı Devleti, I. Bayezid devrine gelindiğinde (1389-1402) yarı-feodal bir devletten geleneksel kurumlarıyla gerçek bir İslâmî saltanata geçmeye başlamıştır.[40] Devletin bu süreçte teşkilatlanması çerçevesinde defter tutma geleneği ve dolayısıyla tımar sistemiyle asker havuzu oluşturulmaya başlanmıştır. Osmanlıların bu yüzyılı boyunca padişahların asker rezervini sipahi birlikleri oluşturmaktaydı. Sipahilerin gerçekleştirdikleri askerlik hizmetinde maaşlarına karşılık gelmek üzere kendilerine tımar verilmekteydi. Tımar, devlete ödenmesi gereken verginin kullanım hakkının sipahiye verilmesi şeklinde uygulanmıştır. Ahalinin devlete ödemekle yükümlü olduğu vergi, sipahiler tarafından toplanıyordu. Sipahiler, sürekli hazır durumda bulunan birlikler değildi. Sadece savaş zamanlarında orduya katılmaları istenirdi. Sipahinin tımar ünitesinden elde ettiği gelirin büyüklüğüne göre belli miktarda atlı askeri (cebelü) yetiştirip seferberlik zamanında onlarla orduya katılması gerekirdi.[41] XIV. yüzyılın sonunda uçlarda kuvvetlenen merkezkaç eğilimlere karşı bir denge unsuru olarak yeniçeri ocağı kurulmuştur.[42] Yeniçeri ocağına alınan askerler, Hristiyan tebaanın erkek çocuklarının devşirme yöntemiyle alınıp askerî eğitimden geçirilmesiyle temin edilmekteydi. Bunlar kul kökenli oluşlarıyla padişaha diğer askerî birliklerden daha fazla sadakatle yetiştirilmiş ve bağlanmış birliklerdi. Yeniçeriler, düzenli yaya birlikleri olarak Avrupa’nın ilk sürekli piyade birliklerinin örneğini teşkil etmektedir.[43]
Bu dönem Osmanlı ordusunun temel yapısını bu iki kaynak oluşturmakla birlikte ordunun sadece bunlardan meydana gelmediği bilinmektedir. Bunların yanında akıncı birlikleri, uçbeylerin kuvvetleri, vasalların gönderdiği birlikler ve gönüllüler de savaşlarda yer almıştır. Osmanlı ordusu, XIV. ve XV. yüzyıllarda yaptığı savaşlarda temel iki asker kaynağı kadar diğer askerî unsurlarla birlikle ihtiyacını karşılamıştır. Bu orduyla hem Balkanlarda hem de Anadolu’da topraklar genişletilmiştir. Ancak bazı savaşlarda Osmanlı asker havuzunun yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki bir savaş esnasında asker havuzunun tümünün sefere sürülmesi de mümkün değildir.[44] Bu yüzden toparlanan ordu her zaman yeterli olamıyordu. Erken dönemde bu durum Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının Osmanlı topraklarına saldırıları ile ortaya çıkmakta idi. Bu dönem Balkan topraklarındaki devletlerin askerî kuvveti, Osmanlıların ekstra önlemler almasını gerektirecek büyüklüğe sahip değillerdi. Ancak Batı Avrupa ülkeleri ile Macaristan’ın içerisinde bulunduğu müttefik Haçlı orduları, Osmanlı Devleti’ni asker sayısını artırma konusunda zorluyordu. Bu durumda tüm asker havuzunu sefere sürme çabalarının yanında asker kökenli olmayanların da sefere sürülmesi gerekebilmekteydi. İşte bu noktada Osmanlı yönetimi, ahaliyi sefere sürebilmek amacıyla gönüllüleri teşvik etmekten başka, çok acil durumlarda da İslam hukukuna dayanarak nefîr-i âmm ilan etmiştir.
Osmanlı Devleti savaş tarihinde nefîr-i âmm yoluyla asker toplanmasına dair ilk örneği Yıldırım Bayezid zamanında tespit edebilmekteyiz. Daha öncesine dair bir nefîr-i âmm ilanı olduysa dahi buna dair bir kayıt tespit edilememiştir. Yıldırım Bayezid’in 1391’den beri yürüttüğü İstanbul muhasarası ve Balkan akınlarıyla ilerlemesi, Macar Kralı Sigismund önderliğinde 1396 yılında bir haçlı ittifakının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İttifakta Fransa, İtalya, Almanya, Belçika, Flemenk, İsviçre, İngiltere, İskoçya, Savua, Lombardiya, Rodos Şövalyeleri, Töton Tarikatı, Macar, Erdel ve Eflak birlikleri yer almıştır. Müttefik ordularının Osmanlı ordusundan sayıca üstün olduğu bilinmektedir.[45] Haçlıların Osmanlı topraklarına doğru ilerlemesi üzerine Bayezid, düşmanın durumunun tespiti için akıncılarını göndermiştir. Bunun yanında Rumeli topraklarındaki bahadırları da nefîr-i âmm yoluyla sefere sürmüştür.[46] Nefîr-i âmm ilanının en temel gerekçesi olan düşman saldırısının bu savaşta söz konusu olduğu açıktır. Müttefik ordularının asker sayısının çokluğu ve İslam topraklarının tehlikeye düşme ihtimali de nefîr-i âmm ilanının hukuki bir diğer gerekçesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki temel gerekçenin ortaya çıkmasıyla Bayezid’in bu uygulamaya karar verdiği açıktır. Ancak elimizde nefîr-i âmm ilanının gerekçesine dair doğrudan bir kayıt olmadığı için bu ilanın detayları hakkında bilgiye ulaşma imkânımız bulunmamaktadır. Şurası açıktır ki Osmanlılar Niğbolu Savaşında Müslüman topraklarına gerçekleştirilen bir düşman saldırısına karşı koymak amacıyla İslam hukuku çerçevesinde cihadın farziyet durumuna göre ihtiyaca binaen nefîr-i âmm ilan etmiştir. Niğbolu Savaşı’ndan sonra tekrar bir nefîr-i âmm ilanı ise yaklaşık 50 yıl sonra II. Murad devrinde tekrar bir daha Haçlı ittifakının gündeme geldiği İzladi ile Varna Savaşlarında gerçekleşmiştir.[47]
1442’de Tuna’nın kuzeyinde devam eden Osmanlı akınları, Osmanlılarla Macarları karşı karşıya getirmiştir. 1442’de Transilvanya’da, önce Hermanştad’da ardından da Vazağ yakınlarında uğranılan Osmanlı bozgunları, Jan Hunyad’ın yıldızını parlatmıştır. Osmanlı yenilgileri, Papanın da desteğiyle Osmanlılar aleyhinde yeni bir haçlı ittifakının kurulmasını sağladı. Macar, Leh, Eflak, Erdel, Sırp, Alman, Fransız, Belçika ve Anadolu’dan Karamanoğulları bu ittifakta yer aldılar. Müttefiklerin başında Macar kralı Ladislas ile Jan Hunyad vardı. Jan Hunyad öncü kuvvet olarak 12 bin süvari ile Osmanlı topraklarına giriş yaptı. 3 Kasım 1443’te Rumeli Beylerbeyi Kasım Paşa’nın kumandasındaki Osmanlılar, Niş civarında bu öncü birliklere karşı yaptıkları savaşı kaybettiler. Bu esnada Haçlıların Anadolu’daki müttefikleri olan Karamanoğulları üzerine sefere giden II. Murad, Karamanoğlu’yla anlaşarak Edirne’ye geçti.[48] Kasım Beyin yenilgi haberi Murad Edirne’de iken gelmiştir. Murad düşmanların İslam topraklarını harap etmemesi için gerekli tedbirlerin alınmasına yönelik vezirlerine emirler verdi. Kısa sürede askerler hazırlanmış ve sefer tedariki gerçekleştirilmiştir. Sultan II. Murad, hazırlıkları yakından izlemiş ve vezirlerinden sefer mühimmatının görüldüğü, yeniçeri ve sipahilerin toplanarak hazır hale geldiği bilgisini almıştır. Ancak Osmanlı askerinin yaklaşmakta olan düşman ordusunun asker sayısına denk olmadığı haberi karargâha ulaşmış, bunun üzerine II. Murad nefîr-i âmm emri vermiştir. Nefîr-i âmm kararı Gazavatnâme’de şu şekilde aktarılmaktadır:
“Yine bir gün Pâdişâh vüzerâya suâl eyledi kim, nice oldunuz. Vüzerâ cevâb verüb dediler kim, Pâdişâhım cümle sefer mühimmâtı görüldü ve kullarından eğer yeniçeri ve eğer sipâh ve bir mıkdâr asker dahi cem‛olunub müheyyâdır. Ancak Kasım Beğ yazduğı mektûb mefhûmunca askerimiz ol düşmana denk değildir dediklerinde, Pâdişâh-i ‘âlem buyurdular kim, çünki küffâr-ı hâkisâr il ve memleketi çiyneyüb üstümüze geldi. Cemi‛an ümmet-i Muhammed olanların üzerlerine farz oldı kim, bu gazâya çıkalar, şöyle kim Rumeli’nde eğer atlu ve eğer yayak çomak atmağa kâdir olanlar bile çıksun deyü nefîr-i âm[m] buyurmağın”[49]
Nefîr-i âmm ilanının bu savaştaki gerekçesi metinde açıkça ifade edilmektedir. Düşman askeri İslam topraklarına girmiş, bu sebeple bütün Müslümanlara cihat farz-ı ayn hale gelmiştir. Yukarıda ele alındığı üzere İslam topraklarındaki gücü yeten her Müslüman üzerine cihat farz-ı ayn olmuştur. Ululemr, elindeki imkânlar doğrultusunda nefîr-i âmm ilan edilecek bölgenin seçimi konusunda belirleyicidir. Yani ülkenin bütün sınırlarında nefîr-i âmm ilanı gerçekleşmeyebilirdi. Nitekim Niğbolu, İzladi ve Varna savaşlarında nefîr-i âmm ilanı sadece Rumeli ile sınırlı tutulmuştur. Üstelik daha geniş çaplı bir ilanda nefîr-i âmm askerinin Anadolu’dan Rumeli’ye sürülmesi meselesi, büyük bir sorun teşkil edebilirdi. Bunun yanında bu üç savaşta Rumeli gibi büyük bir bölgeden toplanacak nefîr-i âmm askerinin düşmana karşılık verebilecek sayıda olacağı düşünülmüş olmalıdır. Bu yüzden daha önce Yıldırım Bayezid’in yaptığı gibi II. Murad da nefîr-i âmm ilanını sadece Rumeli ile sınırlı tutmuştur. Rumeli’de bulunan, atlı yahut yaya olan ve silah kullanmaya gücü kuvveti yeten herkes için nefîr-i âmm fermanı buyurulmuştur. Padişah, Edirne’deki hazırlıkları tamamlayınca sefere çıkar. Filibe’ye gelince askerî erkânı katına çağırarak meşverette bulunur. Oradan orduyla Sofya’ya geçilmiş, burada bütün sancaklara haber gönderilerek; alelacele Sofya’ya yetişilmesi bildirilmiştir. Aynı zamanda bu sancaklardaki kadılardan, kazalarında toplanan nefîr-i âmm askerlerinin derhal Sofya’ya gönderilmeleri istenmiştir.[50]
Rumeli Beylerbeyi Kasım Bey’in mağlubiyeti, I. Murad ve ekibini telaşlandırmış, Haçlı birliklerini ise cesaretlendirmişti. Bu sebeple Sofya’ya asker sevkiyatı çok ciddi öneme haiz bir konu haline gelmiştir. Bu işin sevk ve idaresini gerçekleştirmeleri için kadılara fermanlar gönderilmiştir. Fermanlarda kazalardan ulûfeci yazılması ve Sofya’ya gönderilmeleri emredilmiştir. Ayrıca Müslümanlar üzerine cihat farz-ı ayn haline geldiğine göre sultana da “havâyicin ve ‘ulûfelerin” vermek borç addedilmiş ve maaşlarının ödeneceği bildirilmiştir. İşlerin daha sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmesi için Fazlullah Efendi ile Şahin Bey bu bölgelere gönderilmiştir. Bunların vazifesi sefere katılmak için gelen askerin gönlünü hoş etmek ve kaçışları engellemekti. Bunun yanında nefîr-i âmm askeriyle ilgili olarak çeşitli askeri düzenlemelere gitme gereği de hissedilmiştir. Bunun başında bu ulufecileri düzgün bir alay haline getirmek gelir. Çeşitli bölgelerden katılımı sağlanan yeni askerlerin düzenli alaylar haline getirilerek savaşa hazırlığı sağlanmıştır.[51]
Kazalardan gelen haberleri adamlarıyla değerlendiren II. Murad, asker katılımlarından hiç de hoşnut kalmamış ve kadılara tekrar bir ferman yazılmasını emretmiştir. Bu yeni fermanda sefere katılmak isteyenlere askerî olmak yolunda şu şekilde geniş vaatlerde bulunulmuştur:
“Pâdişâh emr eyleyüb kudât efendilere tekrâr fermânlar yazılsun. Şöyle kim, eğer ulu ve eğer kici ve eğer atlu ve eğer yayak, Rumeli’nde sâkin olanların cümlesine bu gazâ farz olmuşdur. İmdî fermân-ı hümâyûnum vâsıl oldukda her birinizin taht-ı kazânızda sâkin olanları varan mübâşirimle bir gün mukaddem evlerinden ihrâc ve Rumeli tahtı olan Sofya’ya ‘ale’l-‘acele süresiz; bu bâbda ihmâl etmeyüb fermânım üzere ‘amel edesiz ve şöyle ma‘lûm oluna kim, bu sefer-i nusret-me‘âbıma gelüb Dîn-i İslam aşkına imdâd edüb bizimle ma‛an sefere varanların her ne mürâca‘atleri var ise, katımda makbûl-i hümâyûnumdur, eğer tîmâr isteyene ve eğer ze‘âmet isteyene ve eğer yeniçerilik isteyene ve eğer sipâhilik isteyene ve eğer yörüklükden çıkmak isteyene her birinin murâd (u) maksûdları makbûlümdür deyü fermânlar yazılub ve taraf be-taraf etrâf ve eknâfa perâkende olunub ve her yanadan asker-i İslâm gürûhan gürûh gelmeğe başladılar”[52]
Görüldüğü üzere asker ihtiyacı had safhaya varmış, katılımlarda yaşanan ağırdan alış dolayısıyla; askerî statüye geçmek isteyen herkese ne tür müracaatları varsa verileceği vaadinde bulunulmuştur. Yukarıdaki satırlar, İslam padişahının nefîr-i âmm ilan etmesine rağmen, ahali nezdinde ilanın önemli ölçüde dikkate alınmadığına işaret etmektedir. Buradan hareketle; bu dönem için ahalinin nazarında sadece din aşkıyla ya da zoruyla savaşa katılmanın pek de yeterli bir gerekçe olarak algılanmadığı fikri öne sürülebilir. Zira kimse ilk çağrıya kulak asma taraftarı olmamış gibi gözükmektedir. Hâlbuki dinin bu konudaki hükmü zorlayıcıdır. Dini zorlayıcılığa rağmen beklenen düzeyde bir katılımın gerçekleşmemesi, II. Murad’ın yeni tedbirler almasını zorunlu kılmıştır. Ahalinin sefere katılımı için padişahın çağrısına ek olarak bir takım motivasyon artırıcı toplumsal ve ekonomik teşvik unsurları eklenmiştir. Bu unsurlar önemli vaatleri içermekteydi. Metinde görüldüğü üzere sefere katılanların tımar, zeamet, yeniçerilik ve sipahilik gibi her tür isteklerinin kabul edileceği ifade edilmiştir. Bu vaat, katılımları oldukça etkilemişe benzemektedir. Zira bu ikinci çağrının ardından akın akın orduya katılımlar gerçekleşmiştir. İlk ilanda ulufecilik şeklinde kaydedilme, katılımcıları yeterince etkilemezken; ikinci ilanda askerî sınıfa dahil olma fırsatı veren vaatler, önemli bir motivasyon aracı olmuştur. Askerin motivasyonunda maddi beklentilerin, dini kaygılara nazaran çok daha etkili olduğuna dair bir gözlemi XVII. yüzyılda da görmekteyiz. Ertaş, Evliya Çelebi’nin şahitliğiyle gerçekleştirdiği çalışmasında; birçok örnek olay çerçevesinde böyle bir sonuca varmıştır.[53]
Bu katılımlarla II. Murad’ın ordusunun 24 Aralık 1443’te İzladi derbendinde arzulanan derecede büyük bir başarı elde edememişse de Haçlı ordusunu savuşturduğu bir gerçektir. Bu savaşlarda nefîr-i âmm askerinin oynadığı role ilişkin doğrudan bir kayda rastlanmıştır, ancak savaşın kaderine olumlu bir etkide bulunmuş olabilecekleri ifade edilebilir. Imber’e göre Haçlılar bu savaşta kesin ve belirleyici bir mağlubiyete uğramıştır. Ancak Türk tarihçiliğinde bu savaşın Osmanlıların mağlubiyetiyle neticelendiği ifade bulmaktadır.[54] Oysa Imber’e göre Haçlıların Filibe Ovasında ricat esnasında gerçekleştirdikleri taktikle yok olmaktan kurtuluşu ile geri çekilirken Dragoman geçidinde Osmanlıları pusuya düşürmesi esnasında elde ettiği başarılar, bu savaşta Haçlıların galip olduğu yanılsamasına sebebiyet vermiştir.[55]
Bu savaştan bir yıl sonra gerçekleşen Varna Savaşında da nefîr-i âmm aynı gerekçe ile uygulanmıştır. İzladi sonrasında barış için gelen elçilerin teklifini II. Murad ittifak liderlerinin yemin etmesi koşuluyla kabul etmiştir. Şartlar kabul edilince bir antlaşma gerçekleşmiştir. II. Murad, sonrasında Anadolu’ya geçmiş ve Karamanoğullarının üzerine giderek bir antlaşma da Karamanoğlu Beyliğiyle yapmıştır. Ardından oğlu II. Mehmed lehine tahttan feragat etmiştir. Ancak durumdan yararlanmak isteyen Bizans İmparatoru’nun gayretleriyle bir kez daha Haçlı ittifakı oluşmuştur. Gelişmelerin vahameti karşısında II. Murad tekrar ordusunun başına geçmiş, Haçlıları karşılamak üzere Edirne’ye gelmiştir. Burada haçlı ordusunun büyüklüğü göz önünde bulundurularak hazırlıklara nefîr-i âmm uygulaması da eklenmiştir. Nefîr-i âmm ilanı Gazavatnâme’de şu şekilde ifade edilmektedir:
“İhtimâli var ki, biz bu düşmana denk olmayub belki bir yüz karalığı olub ol sebeble il memleket elden gidüb ara yerde ümmet-i Muhammed’in ehl ü ‛iyâlleri esîr ve mâl erzâkları yagmâ ola. Buna ne çâre etmek gerekdir kim dediklerinde, ‛ulema eyittiler kim, Pâdişâhım çünki küffâr-ı hâkisâr üzerimize geldi, cümlemüzün üzerine farz oldu kim, bu gazâda bile bulunavuz deyü cevâb verdiklerinde Pâdişâh fermân edüb cemî‛ Rum-eli’ne nefîr-i ‛âm[m] olunub ve nefîr-i ‛âm[m] askeri dahi bölük bölük ve alay alay her gün her yanadan gelüb birikmiş idi”[56]
İzladi yahut Niğbolu savaşında nefîr-i âmm askerinin ordudaki görevlerine yönelik bir kayda rastlanmamıştır. Ancak Gazavatnâme’de Varna savaşında nefîr-i âmm askerinin etkin bir şekilde savaş meydanında kullanıldığı ifade edilmektedir. Varna Savaşında nefîr-i âmm askeri, diğer Rumeli askeriyle beraber ordunun sol kolunda yer almıştır. Nefîr-i âmm askerinin Varna Savaşı’ndaki durumuna bakılacak olursa; savaşın ilk temasında sağ kolda mücadele eden Anadolu askerinin bozulduğu görülmektedir. Bu esnada sol kolda savaşan nefîr-i âmm askeri, Davud Bey emrine verilmiştir. Savaş düzeninde, Davud Bey emrindeki nefîr-i âmm birliklerinin karşısına Yanko’nun birlikleri gelmiştir. Davud Bey’in birlikleri, ilk karşılaşmada sağlam durmuşlardır ve geri çekilmemişlerdir. Ancak hem nefîr-i âmm birliklerinin hem de diğer Rumeli birliklerinin müttefik ordularının zırhlı birliklerine gerçekleştirdikleri tüm saldırılar boşa çıkmış, bir önemli tesirleri olmamıştır. Savaşın ilerleyen saatlerinde emrindeki nefîr-i âmm askeriyle Davud Bey ve diğer kumandanlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Jupan ve diğer kumandanlar, kaçan Osmanlı askerinin üzerine yürümüştür. Bu esnada Şahin Paşa’nın askeri gayretlendirmesiyle Davud Bey tekrar geri dönmüş ve müttefik ordusunun alaylarının içerisine dalmış ve alayları birbirine katmıştır. Mesela “Puskop” adlı bir kumandanın alayını tamamen kılıçtan geçirdikleri gibi Davud Bey’in kethüdası olan Yunus Ağa’nın da gayretleriyle Vaya Jupan’ın alayında bir fert kalmayana kadar kılıçtan geçirilmiştir. Bu esnada sağ kanattaki Anadolu askeri tamamen bozulmuş ve oradan boşta kalan haçlı askeri sol kanat üzerine yani Rumeli askerinin üzerine yürümüştür. Şahin Paşa, sol kanadın da dağılmak üzere olduğunu görünce nefîr-i âmm askeri ile kendi azablarını önüne katarak elindeki kuvvetle saldırıyı savurmaya çalışmış ancak bu kol da bozulmuştur. Savaşa merkez ordunun, yani Padişahın bulunduğu yeniçeri birliklerin, girmesiyle Haçlı alayları üstünlüklerini yitirmişler, bu arada Osmanlının dağılan birlikleri yeni alaylar kurarak savaşa tekrar dâhil olmuşlardır. İlerleyen saatlerde müttefik ordusunun alayları hepten dağılmış, Macar Kralının da öldürülmesiyle savaşın tamamen kaybedildiği anlaşılarak geri kalan Haçlı askeri kaçmıştır.[57]
Nefîr-i âmm askerinin askerî statüye sahip olmamasına rağmen Varna Savaşı’nda kullanılışına bakıldığında bunların savaştan anlamayan sıradan köylüler olmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Etkin bir şekilde zırhlı birliklere karşı mücadele vermişlerdir. Ancak ellerindeki kılıç gibi hafif silahlarla bir şey yapamamışlardır. Gazavatnâme’de Rumeli birliklerinin zırhlılara karşı balta ve topuz gibi daha ağır silahları kullanmalarının da pek işe yaramadığı ifade edilmektedir. Her ne kadar bu silahları kullananların doğrudan nefîr-i âmm askeri oldukları ifade edilmese de sol kolda bu ağır silahlarla mücadele eden asker içerisinde nefîr-i âmm askerinin de olduğu düşünülebilir.[58] Nefîr-i âmm olarak alınan askerlerin ilanda da ifade edildiği üzere silah kullanabilen kişilerden seçildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu kişilerin toplumsal statülerinin asker kökenli yani dirlik sahibi yahut ulufeli asker olmadıkları gerçeğini de unutmamak gerekir. Niğbolu savaşında kullanılan “Rumeli bahadırları” tabiri ve Varna Savaşı’nda kullanıldıkları yer düşünüldüğünde nefîr-i âmm askerinin harp sanatından anlayan kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Sıradan köylü olmayan bu askerlerin çetin bir savaşta sağlam birlikler haline getirilmesi amacıyla savaş öncesinde alaylar düzülmüştür. Savaş için kullanılabilir hale getirilmişler ve savaşta da etkin bir mücadele vermişlerdir. Burada bir husus üzerinde daha durmak gerekir. Devrin savaş teknolojisinin nefîr-i âmm davetinde çağrılacak kişilerin niteliğini belirlediği söylenebilir. Savaş teknolojisi kılıç, kalkan, mızrak gibi eğitimi uzun bir süreci gerektiren silahlardan oluşmaktaydı. Talimsiz sıradan köylülerin bu savaşlarda yer almasının pek bir fayda sağlamayacağı açıktır. Bu sebeple mevzubahis savaşlarda cihat, Müslümanlar üzerine farz-ı ayn haline gelmiş olmasına rağmen sıradan ahaliyi sefere sürmek yerine kılıç ve diğer silahları iyi derecede kullanabilen kişiler tercih edilmiştir. İlerleyen yüzyıllarda savaş teknolojisinde yaşanan gelişmeler tüfek gibi kullanımı kolay ve kısa sürede öğrenilebilecek ateşli silahların yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu gelişme, sıradan köylülerin de sefere muharip kuvvetler olarak sürülmesinin yolunu açacaktır.[59]
3. Nefîr-i Âmm ve Statü Atlayışı
İslam savaş hukukunun ganimet ve yağmayı meşrulaştırması, gaza savaşlarında askerlerin dini kaygılar yanında kişisel maddi beklentilerini de içeren bir kaygıyla sefere çıkmasına olanak tanımıştır.[60] Ancak ciddi yenilme tedirginliği bulunan ve bir savunma savaşı olan İzladi Savaşı öncesindeki ortam, ahali için ganimet ve yağma gibi bir beklentiyi sınırlı tutmuş gibi gözükmektedir. Anlaşılan o ki; çıkacakları cihat seferinde, ahalinin maddi kaygılarına ancak askerî statüye geçme imkânı cevap verebilecektir. Bu itibarla ahali ilk çağrıya katılmayıp ikinci çağrıya katılmayı tercih etmiştir. Askerî olma arzusu/güdüsü/ihtimali bir savaşta elde edilebilecek ganimetten daha etkili olmalıdır. Çünkü bu yolla elde edilebilecek maddi kazanım, sürdürülebilir olduğu gibi bu statüye geçiş sağlayan kişinin nesline bu imkânı sunması itibariyle de önemlidir.
Erken dönemde nefîr-i âmm uygulamasının toplumsal statü atlayışı için bir açık alan oluşturduğu anlaşılmaktadır. Osmanlılarda en başından beri çeşitli kanallar kullanılarak, yönetilen konumundaki reayanın askerî statüye dolayısıyla yöneten ve vergi vermeyenlerin sınıfına geçmesine imkân tanındığı bilinmektedir. Bu kanalların başında savaşlara gönüllü olarak katılmak ve bu yolla dirlik elde etmek gelir.[61] Bundan daha güvenli bir diğer geçiş ise medreseler vasıtasıyla kamu görevi elde etmek şeklinde gerçekleşiyordu. Medreselerde eğitim alan her türlü sosyo-ekonomik seviyedeki Müslüman grup üyeleri, devletin bürokratik veya ilmi kadrolarında istihdam olarak askerî zümreye dâhil oluyordu. Fetih ve savaş mekanizmasının daha açık gözüktüğü erken dönemde (XV. yüzyıl sonuna kadar) ilmiye yoluyla istihdam imkânının askerî hizmet yoluyla askerî/yöneten sınıfa geçiş imkânından nispeten daha kısıtlı olduğunu ifade etmek gerekir. XV. yüzyıl boyunca özellikle küçük tımar sahiplerinin oluşturduğu zümre, geçişkenliğin diğer bir ifadeyle raiyyetlikten askerîliğe sıçrayışın görece fazla olduğu alanı temsil etmiştir.[62] Nitekim İzladi Savaşında;
“ma‘lûm oluna kim, bu sefer-i nusret-me‘âbıma gelüb Dîn-i İslam aşkına imdâd edüb bizimle ma‛an sefere varanların her ne mürâca‘atleri var ise, katımda makbûl-i hümâyûnumdur, eğer tîmâr isteyene ve eğer ze‘âmet isteyene ve eğer yeniçerilik isteyene ve eğer sipâhilik isteyene ve eğer yörüklükden çıkmak isteyene her birinin murâd (u) maksûdları makbûlümdür”
şeklinde verilen dirlik ve diğer vaatlerin, bu yüzyılda yaşanan başka savaşlarda da verildiği kabul edilebilir. Ayrıca İzladi Savaşı’nda sunulan vaatler, askerîliğe geçiş imkânının sadece tımarlı sipahilikle sınırlandırılmadığına da işaret etmektedir. Zira ahaliye ilan edilen bu vaatlerde açıkça yeniçerilik isteyenlere yeniçerilik verileceği ifade edilmiştir. Böyle bir vaat savaş sonunda yerine getirildiyse, daha yeniçeri teşkilatının ilk evrelerinde ocağa (devşirme olmayan) ecnebilerin alınabildiği sonucu da çıkartılabilir. Bu yönüyle bu vaadin yeniçeriliğe ecnebilerin dâhil edilmesiyle ilgili olarak XVI. yüzyıldan itibaren ocağın bozulmaya yüz tutmaya başladığı miti üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirdiği de anlaşılmaktadır.[63]
Bu noktada İzladi veya Varna savaşından dönen ve kendilerine askerîlik vaat edilen nefîr-i âmm askerine ne olmuştur? sorusu sorulabilir. Tımar yahut yeniçerilik aldılar mı? Yoksa hiçbir şey elde edemeden evlerine mi döndüler? Padişah verdiği sözde durduysa katılımcılar askerî statüye geçmiş olmalıdır. Aslında bunun aksini düşünmek yerinde değildir. Çünkü incelenen dönemde aksini gerektirecek toplumsal ve ekonomik bir durum söz konusu değildi. Zira bu dönemin asker ihtiyacıyla devletin asker havuzunun kapasitesi arasındaki fark, reayaya askerî olma yolunda geniş imkânlar sunmaktaydı. Sonraki yüzyılda ise ahaliden sefere katılanlara bu şekilde vaatlerde bulunulamayacaktır. Mesela Kanunî zamanında sefere katılan reaya kökenli savaşçılar, savaş bitiminde askerî statüye geçemeden topraklarına dönmek zorunda kalacaklardı.[64]
Erken dönemde savaş vasıtasıyla askerî sınıfa dâhil olmanın örneğini, İzladi savaşında ahaliye verilen vaatte açık bir şekilde görmekteyiz. Bu vaatler öncesinde ahali cihada çağrılmasına rağmen orduya etkin bir katılım gerçekleşmemiştir. Katılımcılara statü olarak askerî sınıfa dâhil olabilmeleri için geniş vaatler sunulduğunda ise akın akın orduya katılım sağlanmıştır. Padişah tarafından gerçekleştirilen böylesi geniş vaade dayalı bir davet, XIV. ve XV. yüzyıllar için Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu toplumsal yapıya uygun düşmektedir. Bu dönemde toplumsal yapı oldukça dinamik bir durum arz etmekteydi. Statüler arası geçişkenlik ve toplumsal hareketliliğin Osmanlı toplumundaki sonraki yüzyıllara nazaran fazla olduğu bilinmektedir.[65] Bunun temel nedeni erken dönemde Osmanlı topraklarının sürekli bir genişleme göstermesidir. Genişlemeye bağlı bir şekilde yaşanmakta olan Türkmen göçleri ve bunların iskânını da göz ardı etmemek gerekir. Genişleme ve nüfus hareketliliği, toplumsal yapı içerisinde hareket serbestiyeti sağlamıştır. Toprak genişleme oranının nüfusa nispetle fazla oluşu, entegrasyon sürecinde nüfusa çeşitli fırsatlara ulaşma imkanı sunmuştur. Göçebe hayatı yaşayanlar yahut yerleşik köylüler, devletin askerî kadroya olan ihtiyacındaki açığa bağlı olarak istihdam olanağına kolay bir şekilde sahip olabiliyorlardı. Osmanlı’nın bu genişlemesi, diğer birçok etmenin yanında kuşkusuz askerî başarıların bir sonucudur. Askerî başarı arttıkça fetih politikası ve topraklar genişlemiş, genişlemeye paralel bir şekilde yetişmiş asker ve kalifiye eleman ihtiyacı had safhaya çıkmıştır. Ordunun askere olan ihtiyacı fazlaydı ve bu yüzden, asker olmayan kesimler için önemli bir çekiciliği olan bu mesleğin, erken dönemde talepleri karşılama kapasitesinin yeterli olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden toplumsal tabakalar arası geçişkenliğin bu dönemde yoğun bir şekilde gözlendiği tahmin edilebilir. Bu durumun XV. yüzyılın son çeyreğinde de devam ettiğine dair gözlemler yapmak mümkündür. II. Bayezid’in, 1484 Boğdan seferinde, İzladi savaşındakine benzer bir çağrıda bulunması bu duruma işaret eder. II. Bayezid, Kabaağaç’ta iken ordunun mevcudunu yetersiz gördüğü için Osmanlı ülkesindeki tüm kadılıklar vasıtasıyla halka önemli bir çağrı yapar. Çağrısında II. Bayezid, kendisiyle birlikte sefere katılmak isteyen gönüllülere diğer savaş kazançlarının yanında tımar vaadinde bulunur.[66]
Yukarıda izah edildiği üzere erken dönemde tabakalar arası geçişkenliğe müsaade eden siyasi, askerî ve ekonomik bir ortam vardı ve bu ortam oldukça dinamikti. Oysa İslam düşünürleri tarafından ortaya atılan ve toplumsal yapıyı izah etmek için kullanılan erkân-ı erba‘a formülü, tabakalar arası geçişe pek de sıcak bakmamaktadır. Bilindiği üzere Osmanlı klasik devlet-toplum anlayışı erkân-ı erba‛a formülüne dayanmaktadır. Buna göre toplum ikisi yöneten ikisi de yönetilen dört unsurdan meydana gelir. Yönetenler kılıç ehli olan askerler ile kalem ehli olan bürokrat ve âlimlerdir. Yönetilenler ise çiftçilikle uğraşan köylüler ile esnaf, zanaatkâr ve tüccarlardan oluşan şehirlilerdir.[67] Erkân-ı erba‛a düşüncesi, bu dört unsurun birbirinin yerine geçmeden yerli yerinde kalarak varlığını sürdürmesini öngörür. Dolayısıyla bu formül toplumsal katmanlar arasında yaşanabilecek geçişkenliğe sıcak bakmayan bir toplumsal model çizmektedir. Bu bağlamda üretimle iştigal eden reayanın askerî statüye geçişine sıcak bakılmaz.[68] Bu yüzden reaya/yönetilen statüsündeki ahalinin üretimden kopartılarak sefere sürülmesi birçok İslam/Osmanlı düşünürü tarafından uygun görülmediği gibi devlet tarafından da gerçekleştirilmek istenmezdi.[69] Osmanlı klasik döneminde erkân-ı erba‘anın bu anlayış çerçevesinde çoğu düşünür tarafından zikredilmesinin sebebi, toplumsal hareketliliğe olan karşı duruştan kaynaklanmaktadır. Erken dönemde ise savaş ekonomisi ve siyasal genişlemeye paralel bir şekilde toplumsal geçişkenliğe olabildiğince fırsat tanındığı açıktır. Bu yüzden erkân-ı erba‘a formülünün toplumsal geçişkenliğe sıcak bakmamasının erken dönem için pek bir etkisi olduğu söylenemez. Dolayısıyla XIV. ve XV. yüzyıl boyunca Osmanlı genişlemesine bağlı bir şekilde gerçekleşen bu tür çağrılarla, dirliklerin ve bunları tasarruf eden asker zümresinin sayısı artmıştır. Genişleme ve büyüme sürecinde askerî ve idari statü alanlarında yaratılan talep ve istihdam sayesinde toplumsal hareketlilikle hem yatay hem de dikey yönde hızla geçişkenlikler yaşanmıştır. Eğitim şansı bulamayan ya da başka işlerle uğraşmak istemeyen fakat eli kılıç tutan insanlara, savaş mekanizması sayesinde devlet, sisteminde yer alma imkânı açık olduğundan, tabanı oluşturan geniş kesimlerden bir kısmının, toplumsal skalada yeni statüler elde etmelerine imkân verecek dikey hareketlilik koşulları XV. yüzyıl boyunca hep var olmuştur.[70] Ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren askerî/idari kadroların şişmesi ve toprak genişlemesinin görece azalması, erkân-ı erba‘a formülünü daha sıkı bir şekilde savunmayı gerekli kılmıştır. Zira askerî ve idari kadroların daha da şiştiği ve fetihlerin durduğu XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Osmanlı düşünürleri bu konuda sık sık kaleme başvurmak zorunda kalacaktır.[71]
Sonuç
Tarihte asker alma işlemleri ordu yönetimlerinin en önemli problemi olmuştur. Devletler, toplumsal ve ekonomik koşullar çerçevesinde çeşitli asker alma sistemleri uygulamıştır. Osmanlı Devleti de ordularındaki asker ihtiyacını gidermek maksadıyla birçok yöntemle asker alımına gitmiştir. Bu yöntemlerin yetersiz kaldığı olağan dışı durumlarda ise nefîr-i âmm ilan ederek ahaliden savaşa elverişli kişileri seferber etmiştir. Muvazzaf askerin yetersiz kaldığı durumlarda gerçekleştirilen bu uygulama, cihadın farz-ı ayn hale gelmesi için temel gerekçe olmuştur. Ancak nefîr-i âmmın farklı sebeplerle de uygulandığı düşünüldüğünde; savunma yahut iç güvenlik amaçlı her ne şekilde olursa olsun bu çağrıların esas gerekçesinin, erken modern dönem ordularının genel sorunu olan asker ihtiyacının giderilmesinde yaşanan güçlükler olduğu açıktır.
Osmanlı Devleti’nde nefîr-i âmm uygulamasının ilk örneklerini Niğbolu, İzladi ve Varna savaşlarında görebilmekteyiz. Bu savaşlarda bir düşman istilası söz konusu olmuş ve ulemanın görüşü alınarak düşmana karşı tüm Müslümanların mücadele etmesinin farz-ı ayn hale geldiği duyurulmuştur. Padişah da bu görüş çerçevesinde nefîr-i âmm ilanında bulunmuştur. Ulema görüşüyle ortaya konduğu üzere cihada katılmak artık dini bir vecibe haline gelmiştir. Devlet bu delili kullanarak ahaliyi sefere davet etmiştir. Ancak ahali bu davete pek de icabet etme eğilimi göstermemiştir. Yevmiye hesabıyla cihada çağrılan ahali bu davete itibar etmemiş ve katılımlar çok zayıf kalmıştır. Bu durum, dinin yaptırım gücünün ahaliyi sefere sürmeye yetecek derecede olmadığını gösteriyor gibidir. Zira ilk cihat çağrısını ahali önemsememiş ve yeterince katılım gerçekleştirmemiştir. Padişah katılımlardaki durumu tespit eder etmez dirlik ve yeniçerilik gibi yeni vaatlerde bulunma ihtiyacı hissetmiş, bunun yanında katılımları artırabilmek amacıyla mübaşirler vazifelendirmiştir. Bu iki tedbir sayesinde Rumeli’den akın akın nefîr-i âmm askeri orduya katılmıştır. Ahalinin bu tavrına bakarak; incelenen dönem için dinin toplum üzerindeki etkisinin, devletin yaptırım gücü ile motive edici diğer maddi unsurların gerisinde kaldığı iddia edilebilir.
Erken dönemde nefîr-i âmm uygulamasının, reayanın askerî statüye geçişi için bir kapı aralığı olarak kullanıldığı gözlenmiştir. Kişiler için askerî olmak, hem kendi hem de neslinin istikbali açısından oldukça kârlı bir kazanç olarak görüldüğü açıktır. Devletin hızla sınırlarını genişlettiği, bu sayede de toplumsal dinamizmin oldukça hareketli olduğu böylesi bir dönemde bu tür bir vaadi gerçekleştirmek mümkün gözükmektedir. Nitekim II. Murad da bu yüzden rahat bir şekilde böylesi bir vaatte bulunabilmiştir. Netice itibariyle erken dönem koşullarının, nefîr-i âmm uygulamasının toplumsal statü atlama aracı olarak kullanılabilirliğine imkân sunduğu açıktır. Oysa XVII. yüzyılın sonunda II. Viyana kuşatması sonrasında yaşanan Kutsal İttifak Savaşlarında ardı ardına kesilmeyen yenilgileri tadan ve daha zor durumda olduğu açık olan Osmanlı Devleti, bu savaşlar esnasında ettiği nefîr-i âmm ilanında, İzladi yahut Kili örneklerinde olduğu gibi ahaliye askerî sınıfa geçme fırsatı sunmayacaktır. Aynı durum daha sonraki dönemlerde gerçekleştirilecek nefîr-i âmm ilanlarında da söz konusu olacaktır.