İlgili dönem hem Avrupa hem de Osmanlı’daki ekonomik gelişmeler açısından oldukça önemli sayılabilecek bir devredir. 1838 Balta Limanı Ticaret Sözleşmesiyle Osmanlı Devleti ‘Dünya-Ekonomî’ için bir çevre ülke namzedi haline gelmiş bulunuyordu. Yarı sömürgeleşme olarak nitelendirilebilecek bu süreçle, modernleşme sürecinin başlangıcı kabul edilen Tanzimat arasında bir ilgileşim kurmak[1] her zaman mümkün olsa bile[2], meselenin bizi ilgilendiren yönü daha ziyade ekonomik ilişkiler olduğu için şimdilik bunun üzerinde durulmayacaktır[3].
Fakat burada işaret edilmesi gereken önemli bir nokta; anlaşma öncesine takaddüm eden bazı askerî ve siyasî gelişmelerle, bu anlaşma arasında kurulabilecek doğrusal ilişkilerdir (Kıray, 1993: 76 vd.). Osmanlı devlet ricali, muhtemelen bu imtiyazların ilgili ülkelere ve bilhassa İngiltere’ye sağladığı avantajlarla, Osmanlı toprak bütünlüğü arasında doğrudan doğruya bir çıkar ilişkisi kurmuş olduğu için (Kasaba,1993: 34); ülke güvenliği açısından bu tarz bir politik yaklaşımı, yegâne çıkar yol olarak görmüş olmalıdır[4].
1830’lu yılların başlarında İngilizler, hem bir hammadde kaynağı hem de İngiliz mamul malları için taşıdığı potansiyelden dolayı, Osmanlı İmparatorluğunun önemini fark etmiş, belki de abartmış bulunuyorlardı (Kıray: 70 vd.). Hem sanayisinin artan hammadde ihtiyacını karşılamak, hem de üretilen mamul mallarına yeni pazarlar bulmak arzusu, bakir Osmanlı topraklarını İngiltere için olduğu kadar, diğer Avrupa ülkeleri için de, cazip hale getirmişti.
Yüzyılın başında, eski önemini kaybetmesine rağmen, henüz kendi kendine yeterli olan Osmanlı geleneksel sanayii, işte ancak bu süreç başladıktan sonradır ki; bir gerileme sürece girmiş bulunuyordu. Sözgelimi (Sarc, 1940: 426), 1812’de İşkodra ve Arnavutluk’taki sayıları 600 olan dokuma tezgâhlarının, 1821’de 40 rakamlarına kadar gerilemesi, sürecin kapsamı hakkında yeteri kadar fikir verebilir. Aynı durumu,1812’deki tezgâh sayısı 2.000 olan Tırnova’nın, 1830’da 200’e düşen tezgâh sayısında da görebiliriz[5]. Bahsi geçen yerlerdeki pamuklu, yünlü ve ipekli tekstil üretimindeki âni ve sert düşüşler, Lübnan örneğinde görüldüğü gibi tersine bir seyir de izlemiş olabiliyordu[6]. Diğer yandan 1829-1914 yılları arasındaki Osmanlı dış ticaret hacmindeki gelişmeler de, ülkenin merkez ülkelere eklemlendiği yönündeki tezlere kuvvet kazandırıyor. Mesela 1829’da Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Fransa arasındaki toplanı ticaret hacmi 2.600.000 Sterlin iken, bu rakam 1845’te 12.200.000 Sterline ulaşmıştır. 1876’da 54.000.000 sterlin (270.000.000$) olan bu rakam, 1911’de 69.400.000 sterline yükselmiştir (Issawi, 1966: 30). İlgili döneme ait Osmanlı ihracat malları bileşimi ise, muhtemelen birincil mallardan oluşuyordu[7].
Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yapılan ticaret sözleşmesinin İngiltere’ye sağladığı avantajlara, sanayileşmiş diğer Avrupa ülkelerinin de iştirak etmesiyle birlikte, Osmanlı Ekonomisi üzerinde merkez ülke ekonomilerinin önemli ölçüde etkili olmaya başladığı görülüyor[8]. İlgili dönem ve öncesinde[9], Osmanlı ekonomisiyle Batılı ülke ekonomileri arasında temas sağlayan en önemli kesişme noktalarından biri ve belki de en önemlisi olan İzmir limanı ve hinterlandı, bu yönüyle bir hayli önem taşıyordu (Duran, 1331: 257 vd.). Burası, ülke içinde yabancı nüfusun en yoğun biçimde toplandığı bölgelerin başında gelmekle kalmıyor[10], aynı zamanda iktisadi yönden en gelişmiş bölgelerden birisini de oluşturuyordu.
İmparatorluğun bu en uzun yüzyılında meydana gelen gelişmeler, ülkenin her yanında ve doğrusal biçimde tekdüze bir gelişme seyri izlemediği içindir ki, ülkenin batıyla temasını sağlayan en önemli yerlerinden biri olan bölge ekonomisi ve bu ekonomi üzerinde etkisi inkar edilemeyen hâkim ekonomilerle onların ülke içindeki uzantılarının yol açtığı etkiler, bu çalışmanın kapsamını oluşturuyor.
Küreselleşme söyleminin giderek yaygınlaştığı bir dönemde, aktüel olanla tarihsel olan arasında kurulacak ilişkilerin önemi, işte, bu vb. sebeplerden dolayı yeniden önem kazanıyor. İlgili dönemde, hem İktisadî hem de kültürel açıdan, dış etkilere en açık bölgelerden biri olan Aydın vilayetiyle, onun merkezî şehri olan İzmir, Osmanlı ekonomisiyle ‘dünya-ekonomi' arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında, anahtar rolü oynayabilecek merkezlerden biri olarak değerlendirilebilir. Çalışma konusu olan dönem ve bölge seçiminin altında yatan sebeplerden ilki, belki de en önemlisi, bu kabil mülahazalardan kaynaklanmaktadır.
Bir diğer önemli mesele ise, bölgede bulunan gayrimüslim tebaanın[11] bu süreçte oynadığı roldür. Özellikle Rum nüfusun bölgenin dünya piyasalarıyla bütünleşmesinde önemli bir rol üstlendiğini görüyoruz (Augustinos, 1997:27). Rumlar, hem dış bağlantıları hem de bölge içindeki nüfuzlarıyla, büyük ölçekli uluslar arası ticaretten orta ölçekli bölgesel ticarete; şehir pazarlarının küçük dükkânlarındaki perakende ticaretten, toptan ticarete varıncaya kadar ticaretin her alanında hâkimiyet kurmuşlardı. Tekstilden incir, kuru üzüm ve zeytinyağı ve liköre varıncaya değin, hemen her alanda nüfuzlarını artıran Rum tüccarlar, bu alanların tamamında Ermeni ve İngilizlerle rekabet halindeydiler. XIX. yüzyılın sonlarıyla, XX. yüzyılın başlarında Rum tüccarların Osmanlı Devleti’nin Batıyla yaptığı ticaretin neredeyse % 40 ila 50’sini elinde tuttuğu bilgisi bu etkinin boyutlarını göstermesi bakımından hayli önemlidir (Syrett, 1999: 18-19). Bunu Ermeniler izlemiştir. Ermenilerin evlerinde Türkçe konuşma oranı Rumlardan daha yüksekti. Bu durum onların Türklerle daha rahat iş ilişkisi kurmalarına imkân sağlıyordu. Ayrıca Ermeniler yüzyılın son çeyreğine doğru imparatorluk içindeki yükselişlerine paralel olarak, dış dünya ile de bağlantılar kurmaya başlamışlardı. Bu bağlantı sadece Avrupa ve Rusya ile sınırlı değil, aynı zamanda İran ve Hindistan’ı da içine alan bir alana yayılıyordu (Issawi, 1999: 4).
Yahudilere gelince; bu cemaat, daha XX. yüzyıl başlarında bile geçimlerini, hala küçük ticaret ve zanaatlarla (kunduracılık, eskicilik, çerçi, ufak tamir işleri gibi) sağlıyordu. Bu durum İzmir’de olduğu gibi Selanik’de de aynıydı (Ortaylı, 2000: 304). İzmir Yahudileri hakkında yapılan müstakil bir çalışmada, İzmir’de yaşayan 20.000 nüfuslu Yahudi cemaatinden ancak 100 ailenin zengin sayılabileceği; işçi ve hamalların da dâhil edildiği orta sınıfın 1.500 ila 2.000 aile olduğundan bahsediliyor. Geriye kalan 1.000 kadar aile ise halkın yardımı ile yaşamakta ve İzmir’in en tatsız mahallelerinden birinde yaşamaktaydılar. Manisa’da yaşan 400 ila 500 Yahudi ailesinden 250’si günübirlik yaşayan işportacılarla gezici çerçilerden mürekkep iken, Aydın’da yaşayanların durumu da bunlardan pek farklı değildi (Nahum, 2000: 35-36).
İZMİR
Kendi kendine yeterli kapalı bir ekonomiye sahip olunduğu dönemlerde, tarım ürünleriyle sınaî ürünlerin mübadele merkezleri, bölge içinde Manisa gibi yerleşim birimlerinin oluşmasına imkân verirken[12]; XIX. yüzyılla birlikte, ülkenin ulaşım ağı ve dış ticaret kanallarının değişmesine paralel olarak, üretim ve üretim ağı ilişkileriyle birlikte, kontrol merkezleri de değişmişti. Bu ve benzeri sebeplere ilave olarak, yeni doğan merkezlerin zorlamasıyla birlikte, imparatorluğa ait eyalet sınırları ve yönetim hiyerarşisi, gelişen şartlara ayak uydurabilmek amacıyla, sürekli olarak yeniden yapılanma ihtiyacı hissetmiştir. Klasik Osmanlı çağında Aydın vilayetinin toplayıcı ve dağıtıcı fonksiyonlarına sahip kontrol merkezi Aydın şehri iken, yolların ve üretim kontrol merkezinin İzmir’e kaymasıyla, bu şehir eyalet mer-kezi haline getirilmiştir (Ortaylı, 1985: 29).
Bölgenin uluslar arası sermayenin ilgi alanına girmesiyle birlikte, şehre gelen ecnebi sayısında önemli bir artış olmuştur. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, iktisadi hayattaki canlanmaya bağlı olarak, şehrin sosyal ve kültürel hayatı yanında, mimarî görünümü de değişmeye başlar. Bu cümleden olarak Değirmen dağının şehre nazır cepheleri, yazlık sayfiye yerleri, bağlar ve köşklerle tamamen kapatılmıştır. Sözü edilen dağın eteğinde, Kışla-i Hümayun caddesinin de bulunduğu sahil şeridinden, Mamüratü’l Hamid Mahallesi’ne kadar olan bölge için de aynı şey söylenebilir. Napoli taşları tarzında yerli taşlarla döşenerek oluşturulan cadde üzerindeki Göztepe tramvay hattı, zikri geçen yalı ve köşkler arasında uzayıp gidiyordu. Adı geçen semtte yaşayan ahali, karadan tramvaylar, denizden de müteaddit iskeleleri bulunan “Şirket-i Hamidiye” vapurlarıyla İzmir’e rahatça ulaşım sağlayabiliyorlardı. Pek tabii, “trenlerin, elektrik şebekelerinin ve yolcu va-purlarının işletmesi bütünüyle yabancı sermayenin elindeydi” (Keyder, 1993: 67).
Hükümet konağından Aydın Demiryolu İstasyonu’na kadar, genişliği yaklaşık yirmi beş metreyi bulan ve Napoli taşlarıyla döşeli kordon boyunda, rıhtıma kadar bir tramvay hattı daha bulunuyordu. Bu bölge aynı zamanda, şehrin kalbinin attığı yer mesabesindeydi. Mağazalar ve ticarethaneler[13] yanında otel ve lokantalarla dolu olan bölge; Aydın İstasyonu’na kadar vapur acenteları, birahaneler, çalgı mahalleri, tiyatrolar[14] ve son derece lüks yerleşim birimleriyle şehrin şark havasını bozmuş gibidir. Gece olunca sayıları iki bine yaklaşan hava gazı fenerleriyle aydınlatılan cadde ve umuma açık yerler, şehrin zaten iyiden iyiye değişen havasına ayrı bir çeşni katıyordu[15].
Gayrimüslim tebaaya ait nüfusun ekseriyeti oluşturduğu bu Batı Anadolu şehri, caddelerinde son derece pahalı ve özenle seçilmiş kıyafetleriyle arz-ı endam eden gayrimüslim kadınlarının, Fransız modasına ait en son modellerini sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda desenli ipek çorapları ve önü açık ayakkabılarıyla biraz da züppece dolaşan genç erkeklerine de meskenlik yapıyordu. Kentin bahçe ve lokalleri konserler, renkli ateş oyunları ve buna benzer eğlencelerle bölgenin diğer yerleşim birimlerinden ayrılıyordu (Gürsoy,1993: 151). İzmir’de yayımlanan Âhenk gazetesinde verilen ilanlara bakılarak İzmir’de yaşayan halkın tüketim kalıpları hakkında da fikir sahibi olabiliriz. Bu ilanlarda masa örtüsünden ceket ve diş macununa varıncaya kadar birçok tüketim maddesinin, Avrupa’dan ithal edilen lüks tüketim mallarından oluştuğu görülüyor (Âhenk, 21 Zilkâde Perşembe, 1327: 4).
Karşıyaka ile Mersinli ve Hamidiye Mahallesi iskelelerine, diğer mahallerde olduğu gibi sabahtan akşama kadar Şirket-i Hamidiye vapurları seyr-ü sefer etmektedir. Kasaba Demiryolu güzergâhı mezkûr mahalden geçtiği için, posta katarları yolcu indirip bindirmek amacıyla durdukları gibi, sabah akşam işletilen çeşitli özel trenler de ulaşım ve nakliye işlerini kolaylaştırıyordu.
Şehir ekonomik ve sosyal yönden birbirinden çok farklı dört alana bölünmüş bulunuyordu. Avrupalılar şehrin batısında, deniz ile Ermeni Mahallesi arasında kalan son derece lüks ve bayındır olan Frenk Mahallesinde, Rumlar şehrin kuzeyinde, Yahudiler ise Frenk Mahallesinin güney sınırları ile Ermeni Mahallesi arasına yerleşmişken (Kurmuş, 1974: 30), Türkler dağın alt kısmını işgal eden yerlerde oturuyorlardı (Texier, 2002: 11/146).
Kent merkezinde Müslüman kadın ve erkeklere ait iki ayrı hastaneyle, Rum, Ermeni, Yahudi ve Katoliklerle Fransız, İngiliz ve Flemenklere ait hastaneler bulunuyordu[16]. İzmir’deki en büyük kütüphane de Rumlara aitti. Burada 15.000 cilt kitap olduğundan bahsediliyor. Bunlardan başka Alman ve Fransız rahiplerinin idare ettiği okul ve yetimhaneler bulunuyordu. Muhtemelen buralarda eğitimin yanı sıra misyonerlik faaliyetleri de yapılıyor olmalıydı (Aydın VS, 1299: 114-115).
Bölgedeki Demografik Gelişmeler
İncelenen dönem, Osmanlı DevletiTün hem siyasi hem de iktisadi coğrafyasında, oldukça önemli dalgalanmaların olduğu bir devre rastlar. Balkanlar ve Kırım yarımadasında meydana gelen toprak kayıpları, Anadolu’ya önemli oranda Türk nüfusun akmasına sebep olmuştur. 1780’li yıllardan, 1912’ye kadar geçen zaman diliminde[17], Anadolu’ya göç eden nüfusun bir milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir (Pamuk, 1988: 175).
Diğer yandan sürgit devam eden savaşlara gönderilen[18] Türk nüfusun bıraktığı boşluk[19], bilhassa tarım sektöründe, ciddi boyutlarda işgücü eksikliğine neden olurken (Kasaba, 1993: 58), aynı dönemde bu boşluğun Osmanlı tabiiyetine girmiş gayrimüslim unsurlarla doldurulduğu görülüyor (Kurmuş, 1974:102-103). Bununla birlikte asıl üzerinde durulması gereken mesele, emek-yoğun işlerde çalışan gayrimüslim tebaanın değil, daha ziyade ticaret, sanayi ve hizmet sektöründe yoğunlaşanlarının bölge ekonomisi üzerindeki etkileridir.
Rumlar dışındaki gayrimüslim tebaanın asıl yoğunlaştığı yer İzmir’di[20]. Rumlar, başta İzmir merkez kazayla özellikle Çeşme, Kuşadası, Urla ve Foça gibi yerlerde azınlık değil çoğunluk durumundaydılar. Rumlar İzmir merkezde, Müslümanlardan sonra en kalabalık gayrimüslim nüfusu oluşturuyorlardı. Yahudi ve Ermeniler[21] kasaba merkezlerinde, özellikle İzmir merkez kazada yoğunlaşmış bulunuyorlardı. Rum nüfus ise, başta sahil şeridi olmak üzere iç bölgelerdeki köylere kadar yayılmıştı. Ermeni nüfusun sadece sancak merkezi ve kazalarda oturduğu söylenebilir. Köylerde yaşayan Ermeni yok gibiydi. Yahudi nüfus için de aynı şey bazı istisnalar dışında geçerlidir. Ermenilerin İzmir merkezden sonra en yoğun bulunduğu kasabalar sırasıyla Ödemiş, Menemen, Bayındır, Bergama, Kuşadası, Manisa, Turgutlu, Salihli, Kırkağaç, Akhisar, Aydın, Nazilli, Söke ve Denizli’dir. Museviler ise İzmir’ den sonra sırasıyla Tire, Urla, Bergama, Menemen, Çeşme, Manisa, Turgutlu, Akhisar, Kırkağaç, Salihli, Aydın, Nazilli, Köyceğiz Bodrum ve Denizli kasabalarında yaşıyorlardı.
Sözü edilen gruplardan her biri yaşadıkları bölgede kendi mahalle ve köylerini kuruyor[22], Müslümanlar ve diğer guruplarla karışmıyorlardı. Mabet ve okulları müstakildi. 1890’ların başına doğru bölge genelindeki gayrimüslim tebaaya ait okullar 225’e ulaşmıştı. İlgili yıllarda Denizli merkez kazada ikisi Rumlara biri de Ermenilere ait üç azınlık okulu vardı. Denizli’ye kadar uzanan özellikle Rumlara ait okullar zinciri, Aydın merkez kazada on bir, Söke ve nahiyelerinde ise sekize ulaşmıştı. Manisa merkez ilçede dört, Akhisar ve Turgutlu’da üçer, Muğla, Milas ve Fethiye’de ikişer ve Bodrum’da da bir okulu bulunan Rum cemaatinin bölgedeki etkinliği oldukça fazlaydı. Ermeni cemaatinin de Aydın, Söke, Nazilli ve Bozdoğan kazalarında kendilerine ait okulları bulunuyordu. Yahudi cemaati ise daha ziyade İzmir merkezde yoğunlaştıklarından, toplam yirmi bir cemaat okulunun on yedisi İzmir merkezde, üçü Manisa’da biri de Aydın'da bulunuyordu. Toplam sayıları on üçü bulan ecnebi okulları ise, genellikle İzmir merkez ve Bornova’da yoğunlaşmıştı[23]. Bazı yerlerde gayrimüslim tebaaya ait hastaneler bile müstakildi. Muhtemelen gazino ve kahvehaneleri de, tamamen olmasa bile kısmen ayrıydı. Birlikte oldukları yer pazaryeri, Ticaret ve Ziraat Odası ile belediye ve nahiye meclisleriydi. Belediye ve nahiye meclislerinde gayrimüslim tebaanın hiç de hafife alınmayacak bir ağırlığa sahip olduklarını görüyoruz[24]. Hatta bazı yerlerde çoğunluk gayrimüslim tebaadan oluşuyordu. Urla bunlardan bir tanesidir[25].
Gayrimüslim tebaanın kaza merkezleri genelinde çoğunluğu oluşturduğu söylenemese bile, hiç de azımsanamayacak bir ekseriyet teşkil ettikleri rahatlıkla ileri sürülebilir. Kırsal da ise Müslüman nüfus çoğunluktaydı. Bunun bazı istisnaları olsa bile, iç bölgeler genellikle Müslümanların ekseriyeti teşkil ettiği yerlerdi. Nüfusun şehir ve kırsaldaki dağılımını bölgelere göre ayrıntılı biçimde veren bilgiler, bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Bunun yegâne istisnası Rum azınlıklardı. Bunun da ekono-mik ve politik sebeplere dayandığı zaten biliniyor[26].
Yukarıdaki rakamlar, özellikle Ermeni ve Yahudi cemaatinde şehirleşme oranının oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Müslüman ve Rum tebaada ise bu oran göreceli olarak daha düşüktür. Bununla birlikte Rumlar dâhil gayrimüslim cemaatin asıl yoğunlaştığı yer İzmir ve kazalarıydı. Bunu sırasıyla Manisa, Aydın ve Muğla izlemektedir. Şehirleşme oranım yüzde olarak vermek gerekirse bu oran Müslümanlarda % 30, ecnebilerde % 100, Yahudilerde % 99, Ermenilerde % 98, Rumlarda ise % 66’dır. Geçen on beş yıllık zaman diliminde ise, Müslüman ve gayrimüslimlerin bölge içindeki dağılımında önemli bir değişiklik yaşanmamıştır. Demografik yapının köy ve şehirlerdeki dağılımına ilişkin bilgiler, Müslüman ve gayrimüslim nüfusun etkin olduğu üretim alanlarına dair fikir sahibi olunmasına da yardımcı olabilir.
İstatistiklerde dikkati çeken önemli bir ayrıntı, vilayet merkezi İzmir’in özel konumudur. Buna göre kazaları ve köyleri de dâhil olmak üzere Sancak genelinde yaşayan gayrimüslimlerden İzmir merkezde oturanların oranı Rumlarda % 40, Ermenilerde % 62, Yahudilerde % 81 iken, ecnebilerde bu oran % 100’dür. Azınlıkların sadece İzmir merkezde yoğunlaştığı bilgisi yanıltıcı olabilir. Aynı yıllarda sancak genelinde yaşayan gayrimüslim tebaanın vilayet geneline oranları Rumlarda % 67, Ermenilerde % 65, Yahudilerde % 77 ve ecnebilerde % 100 olarak gerçekleşmiştir[27]. Bu oranlar yirminci yüzyılın başında da aşağı yukarı aynıdır (Aydın VS, 1316:550-552). Tabloda dikkati çeken bir diğer husus, 1888 ile 1897 yılları arasında nüfusun yıllık artış oranı, gayrimüslimlerin ortalamasında % 2,05, Müslüman unsurlarda ise % 1,03 civarında gerçekleşmiş olmasıdır. Gayrimüslim nüfustaki artış, nispî olarak Müslüman nüfusun iki katı civarındadır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Müslüman Türk nüfusun sürekli olarak askere alınmasından kaynaklanıyor olabilir[28].
Yukarıdaki verilere göre on yedi yıllık zaman diliminde nüfustaki ortalama yıllık artış oranı, Yahudi nüfusta % 8,95, Rum nüfusta % 7,15, Ermeni nüfusta % 3,91 ve ecnebilerde % 2,7 olarak gerçekleşmiştir. Bu oranlardan anlaşıldığı kadarıyla, bölgedeki en fazla nüfus artışı Yahudi ve Rum cemaatine aittir[29]. Artış oranlarındaki fazlalık, yüksek doğum oranlarına bağlanamaz. Muhtemelen bu durum, bazı siyasi ve ekonomik sebeplerle sıkı biçimde bağlantılıydı[30]. Bu gelişmeler anlaşılabilir bir olgudur. Zira artan dış ticaret hacmiyle birlikte, yerli üreticilerle Avrupalı şirketler arasında esas bağı kuran zümreler pek tabii olarak Hıristiyan ve Levanten gruplardan oluşmuştu[31]. Avrupa şirketlerinin liman şehirlerinde açılan acentaları, aracı olarak gayrimüslim Osmanlı uyruklarını çalıştırmışlardı. Bunların bazıları yabancı pasaportu aldıkları gibi yabancı uyruğuna geçmekte de sakınca görmediler. Çoğu taşıdıkları yabancı pasaportların sağladığı koruma ve dokunulmazlıktan yararlanan komprador nüfus, Selanik, İzmir ve İstanbul gibi liman şehirlerinde gelişip zenginleşmişi. Ticari faaliyetin yeni odaklarını oluşturan bu şehirler, kaynağı Avrupa olan meta ve kredi devreleriyle bağlantı sağlıyordu. Liman şehirlerine kurulan bankalar ve ticarethaneler iç bölgelere erişimi sağlayan şebekeleri de harekete geçirmişti. Bu şebekeler tüccarlardan, acentalardan, küçük satıcılardan ve tefecilerden oluşuyordu (Keyder, 1993: 49-50).
Ulaşım Hizmetleri (Demiryolları ve Karayolları)
Bölgede ulaşım hizmetleri deyince birinci derecede zikredilmesi gereken husus demiryollarıdır. Çünkü İzmir ve hinterlandının dünya pazarlarıyla entegre olmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri, hiç şüphesiz bu hatlardı. Demiryolu hatlarının ulaşamadığı iç bölgeleri, demiryollarına bağlayan ikinci derece yollar ise karayollarıdır. Bu yolların en gelişmiş örnekleri, kırma taştan ve hayvanla çekilen arabalara göre yapılmış şose yollardı. Nihayet bölgedeki kara ve demiryollarının kavşak noktası olan İzmir Rıhtımı ve limanının önemi unutulmamalıdır[32].
Bölgede demiryolu yapımının salt ekonomik gerekçeler değil[33], aynı zamanda idari ve askeri gerekçeler (Kaynak, 1986: 2) yanında, yabancı sermayenin bölgeye yönelik politikalarının da etkisiyle gündeme geldiği söylenebilir[34]. Zaten 1850’lerin sonu ve 1860’İarın başında Batı Anadolu’daki demiryolu yapımı, bu bölgede rakipsiz İngiliz egemenliği dönemini başlatmıştır. Demiryolu yapımını, bölgenin İngiltere ile olan ticaretinde hızlı artışlarla madencilik, sanayi ve belediye hizmetlerindeki İngiliz yatırımları izlemiştir (Pamuk, 1984: 67).
Yapımına 1856 da İngiliz sermayesiyle başlanılan ilk demiryolu kurma teşebbüsü olan İzmir-Aydın[35] demiryolu hattı (130 km.)1867’de tamamlanmıştır. Yüzyılın sonuna kadar aynı sermaye grubuna verilen imtiyaz süresi uzatılarak, bu hattın toplam uzunluğu 516 km.’ye çıkarılmıştır[36]. Demiryollarıyla ilgili verilen diğer bir imtiyaz da, 1863’te bir İngiliz firmasına verilen 93 km.’lik İzmir-Kasaba hattıdır[37]. Bu hat daha sonra Fransız sermayesine devredilmiş ve yüzyılın sonunda toplam uzunluğu 522 km.’ye ulaşmıştır (Issawi,1966: 91).
Aydın demiryolu hattının geçtiği yerleşim birimleri, tarımsal ürünlerin toptancı merkezi olarak bilinen yerlerdir. İzmir’den başlayan hat, önce Küçük sonra Büyük Menderes vadilerinin içine girecek şekilde ikiye ayrılmış ve bu vadilerin sonlarına kadar uzanmış bulunuyordu. Kasaba hattı da önce Manisa üzerinden Alaşehir’e sonra da Bandırma’ya kadar (Kıray,1972: 36) ulaşıyordu[38].
Demiryolu hatları bölge içlerine uzandıkça Rumlar da hatlarla birlikte ve hatta hatlarından önce bölge içlerine doğru hızla ilerliyordu (Issawi, 1999:10). Hat üzerinde bulunan yerleşim birimlerinden elde edilen a'şar gelirleriyle, sözü edilen yerleşim birimlerindeki Rum nüfusa ilişkin tablolara baktığımızda, bu durumu daha açık olarak gözleyebiliriz. Rumlar bu bölgelerde sadece tarımsal üretimle değil, aynı zamanda yerel üreticilerin mallarını doğrudan doğruya satın almak suretiyle, kaynağından getirdikleri malları yüksek fiyatlarla satarak, bölge ekonomisi içindeki etkinliklerini hızla artırıyorlardı (Syrett, 1999: 21).
Bölgedeki mal hareketlerinin büyük ekseriyeti, muhtemelen demiryolu hatlarıyla yapılıyordu. Bu hatlarla yapılan mal sevkıyatının kayıdı olması, mal hareketlerinin sağlıklı bir biçimde izlenebilmesi açısından bir hayli önemlidir Bununla birlikte, demiryollarıyla taşınanlar kadar olmasa bile, bölge içinde, özellikle deve kervanlanyla yapılan mal hareketlerinin hiç de azımsanarak oranda olmayışı, karayolu taşımacılığının önemini korumasına sebep olmuştur. İzmir limanına taşınan mallardan bir kısmı doğrudan deve kervanlarıyla taşınırken, köy ve kasabalar arasında daha ziyade beygir ve merkepler tercih ediliyordu. Deve kervanlarını tercih sebeplerinden en önemlisi, daha yüksek taşıma maliyederine rağmen[39], geleneksel yapının direnci olarak gösterilebilir (Aydın VS, 1307-1308: 789). Çünkü emtianın tamamını demiryollanyla taşıma girişimi, bölgede önemli bir istihdam krizine yol açmış ve kervancılarla Aydın demiryolu direktörü arasında şiddetli sürtüşmelere sebep olmuştur. Neücede demiryolu şirketi anlaşma yolunu tercih ederek, meseleyi tatlıya bağlamıştır (Kıray, 1972: 14).
İzmir Ticaret Odası istatistiklerindeki verilere bakılarak sadece Aydın demiryolu hattıyla nakledilen bazı önemli mal kalemleri dikkate alınırsa; demiryolu hattının, İzmir ve hinterlandını dünya pazarlarına eklemlemiş olduğu görünür. Sözü edilen hat Büyük ve Küçük Menderes nehirleri üzerindeki verimli toprakları, İzmir limanına bağlıyordu. Kasaba hattı ise, daha kuzeyde bulunan Gediz nehri üzerindeki münbit araziler boyunca uzanıyordu.
İstatistiklerdeki bilgiler[40] ve dipnotlardan rahatlıkla izlenebileceği gibi, bölgede yapılan hatlar, emtia nakli yanında hiç de azımsanamayacak miktarda yolcu taşıyordu. Ancak asıl önemli olan, bölgede üretilen tarımsal malların dünya pazarlarına ulaştırılmasıdır. Yabancı sermayenin demiryollarına bölgede gösterdiği olağanüstü ilgiyi de buna bağlamak gerekir.
Salname kayıtlarından öğrendiğimize göre, söz konusu hatlarda işleyen trenlerde birinci ve ikinci mevki şeklinde hizmet farklılaştırılmasına gidilmekle birlikte, gidiş-dönüş ücretleriyle sadece gidiş ücreti de ayrı ayrı belirlenmiştir (Aydın VS, 1300-1301: 66-67). Ücret tarifelerine mukavelede belirlenen şartlara göre uyma mecburiyeti getirilirken, fiyatların yükseltilmesi de devlet iznine tabi kılınmıştır. Nitekim altı yedi yıllık zaman zarfında ücretlerde hiçbir değişiklik yapılmadığı görülüyor (Aydın VS , 1307-1308: 339-349).
Kasaba demiryolu hattına ait şartname maddelerinde görülen maddelere bakılacak olursa, söz konusu hatta kağnı arabası, öküz, boğa, inek, koyun, keçi ile koşum hayvanları da nakledilmektedir. Bunlardan her biri için kilometre başına alınacak ücretler, tafsilatlı biçimde belirtilmiştir. Yukarıda zikredilen tarifelere ilave olarak, yekpare ağırlığı üç ton ve üzeri olan emtia için, zikredilen ücretin yarısı kadar bir ilave daha yapılacağı zikrediliyor. Sözleşmeden anlaşıldığına göre, demiryollarının gerekli hallerde tarafların karşılıklı rızasına uygun olarak belirlenen ücret üzerinden posta hizmeti verdiği de anlaşılmaktadır. Bütün bunların dışında gönderilen eşyanın değerli olması ve müşterinin talebine bağlı olarak, trenlerin emniyetli yerlerinde gönderilmesi istenilen eşya nakli fiyatları da ayrıca belirlenmiştir (İbid).
Şartname maddelerinde belirtilen hususlarla, demiryolları güzergâhının geçtiği yerleşim birimleri aynı anda dikkate alınırsa, sözü edilen hatların eşya ve yolcu naklinde hatırı sayılır bir önemi haiz oldukları kolaylıkla anlaşılır[41]. Zaten, salname kayıtlarındaki verilerden de rahatlıkla izlenebildiği üzere, bölge halkı sözü edilen dönem zarfında, ürettikleri tarımsal ürünlerin çok önemli bir kısmını geçimlik değil, pazara yönelik olarak üretmekteydi[42]. Bölgede üretilen tarım ürünleri arz ve fiyatlarının dünya piyasalarındaki değişikliklere karşı aşırı derecede duyarlı olmasından da anlıyoruz ki, İzmir ve hinterlandı dünya piyasalarıyla eklemlenmiş ve tarımsal ürünlerde uzmanlaşmıştır[43]. Bu sürecin ikmal edilmesinde en büyük rollerden birini, hiç şüphesiz demiryolları üstlenmiştir.
Demiryolu ulaşımı yanında karayolu ulaşımının da, bölge için önemi inkâr edilemez.1866 yılında İzmir-Aydın arasındaki trafiğin yarısı kervanlarla yürütülüyordu. 1891 gibi geç bir tarihte bile bölgede bulunan deve miktarının 21.057 civarında olduğu zikrediliyor (Aydın VS, 1307-1308: 789). Daha ziyade göçebe aşiredere ait olduğu bilinen bu kervanlar, üretim mahalleriyle İzmir limanı arasında olduğu kadar, şehir merkezlerinden tren istasyonlarına eşya taşıma işinde de yoğun biçimde çalışmışlardır[44]. Zaten “vâsıta-i nakliye" olarak salnamelerin çoğu yerinde beygir, katır, deve, merkep ve iki veya dört tekerlekli arabaların adı geçiyor[45].
Bununla birlikte gerek yerleşim birimleriyle istasyonlar arası, gerekse şehirden şehre yapılan nakliyatta en önemli yeri deve kervanlarının tuttuğu biliniyor. Deve kervanlarının en çok bulunduğu sancak, Aydın sancağıdır. Onu sırasıyla Saruhan ve İzmir sancakları izler. Deve kervanlarının en az bulunduğu sancak ise Denizli’dir.
Yolların inşası, tahmin edilebileceği üzere insan gücüyle yürütülüyordu[46]. Tanzimat’tan önce yol resmi, derbent resmi, mürûriyye resmi, selamet akçesi gibi bir takım resimler vardı. Bunlar yolcu ve yük arabalarından alınıyordu. Tanzimat’la birlikte bütün örfi vergiler lağvedildiğinden, karayolları masrafları devletin umumi giderleri arasına alınmıştı. Bu sebeple 1856 tarihli bir kanunla 16 yaşından 65 yaşma kadar erkek nüfus için senede dört gün yollarda bizzat çalışmak veya bunların karşılığım nakit olarak ödemek suretiyle bir yol mükellefiyeti ihdas edildi. Bu kanun 1909 yılında ıslah edilerek bütün ülkeye yaygınlaştırıldı. 1910 senesinde ise bu yöntem kaldırılarak yol bedellerinin nakden alınmasına başlanıldı (Eldem, 1994:95).
Şose yollarına dair ihdas edilen umur-u nâfıa hükümlerine göre, yol güzergâhında yapılacak köprüler için gerekli ağaç ormanlardan kesilebileceği gibi, yol güzergâhında kurutulan bataklıkların tasarrufu da yolu yapanlara bırakılacaktı. Yol yapımı için yurt içi ve dışından getirilecek alet ve edevat gümrük muafiyetine tabi tutulacaktı. Nâfıa Nâzın Hasan Fehmi Efendinin Bâb-ı Ali’ye sunduğu lâyihadan anlaşıldığına göre, yolların yapımı Özel sektöre de ihale edilebiliyordu. Teklif sahiplerinin bu işi yapmaya muktedir olup olmadıkları tespit edildikten sonra, ihale komisyonuyla müzakerelere başlamasına izin veriliyordu.
Vilayet başmühendisliğinin verilerine göre 1299 ve 1300 seneleri zarfında güzergâhları belirlenerek tesviyelerine başlanılan yolların toplam uzunluğu 600 km. civarında idi. Plan dâhiline alınan bu yollardan, yarıya yakın bir kısmında tesviye işleminin zikredilen tarihlerde bitirilmiş olduğu görülüyor. Bölgedeki en uzun karayolu güzergâhı Manisa, Kırkağaç, Soma ve Bergama üzerinden Dikili’ye uzanan şosedir. Bu hattın 148 km. olduğu belirtiliyor ( Aydın VS, 1300: 265-267).
1304 senesi nihayetine kadar ikmal edilmeyen yolların uzunluğu 807 km., bitirilmiş şose yolların uzunluğu ise 574 km. idi. Aynı tarihe kadar bitirilen köprü sayısı 824 olarak belirtilmektedir. 1305 Kânun-u Evvel nihayetinde vilayet genelindeki yolların umumi uzunluğu olarak 1.677 kilometreden bahsediliyor. Bunların 925 km.’si henüz ikmal edilmemiş, geriye kalan 722 km.'si ise ikmal edilmiş şose yollardır. Zikredilen yollar üzerindeki toplam köprü sayısı 936’dır. Burada zikredilen 1.677 km.’lik yolun 925 km.’lik bölümünü, eskiden kullanılmakla birlikte yapımı henüz tamamlanmamış yollar olarak anlamak lazımdır. Bu yollar sözü edilen tarihlerde kullanılamaz hale gelmeleri dolayısıyla yeniden kullanıma açılması düşünülen yollar olabilir. Aksi halde yukarıda rakamlar yanıltıcı olabilir. Bu sebeple, hayvanların çektiği arabaların bile işlemesine müsait olmayan bu yolların, sadece at ve develerin güzergâhı olduğunu ileri sürmek çok da yanıltıcı sayılmaz.
Sözü edilen tarihten 1305 Kânun-u Evvel nihayetine kadar geçen 10 aylık süre zarfında, yeni baştan yapılmak suretiyle ikmal edilmeyen yolun uzunluğu 18 km., şose olarak kullanılan yolun uzunluğu ise 147 km.’ye ulaşmıştı. Ulaşıma açılan bu yollar üzerinde 112 adet de köprü İnşa edildiği zikrediliyor (Aydın VS, 1306: 127). 1310 yılında vilayet genelinde 789 km. şose, 132 km. şose şartlarını haiz olmayan yol ile, yapımına başlanılmakla birlikte şose olarak düşünülmeyen 69 km. yol bulunuyordu. Sözü edilen yollar üzerinde 750’si taş, 545’i de taş ve ağaçla inşa edilmiş toplam 1.295 adet köprü bulunuyordu (Aydın VS, 1313: 546).1313 senesi verilerine göre bitirilen şose yolları 873 km., henüz şose hale getirilemeyen yollar da 190 km.’ye ulaşmıştı. Ayrıca bu yollar üzerinde 8.771 metresi harçlı, 44.980 metresi de kuru olmak üzere toplam 53.751 metrelik duvar yapılmıştır (Aydın VS, 1316: 547). 1907 yılına gelindiğinde bölgede yaptırılan toplam yol miktarının (buna yapımına başlanılmakla birlikte henüz bitirilemeyen yollar da dâhildir) 1.307 km. olduğunu biliyoruz (Duran, 1987: 113-114).
Yol yapım maliyederi hakkında bir fikir sahibi olabilmek açısından, Ay-valık’tan Bergama ve Kırkağaç’a kadar yapılması düşünülen 100 km.’lik yolun-her km.’si için öngörülen maliyet bedelinin, 607 lira 67 kuruş olarak tahmin edildiği belirtilebilir (Hasan Fehmi Efendi, 1897: 11). Salnamelerde vilayet genelinde yapımına başlanılan ve yapımı bitirilen yolların ayrıntılı dokümanı istadstikî olarak verilmiş olduğundan, bunların detaylarına girilmeyecektir (Aydın VS, 1313: 544-547).
Tarımdaki Gelişmeler
Bölgenin dünya pazarına açılması ve el sanatlarındaki nispî gerilemeyle birlikte işgücü, hızla tarım sektörüne yönelmeye başlamıştı[47]. Bu gelişmeyi, özellikle ihracata yönelik sınaî üretime hammadde sağlayan tarım ürünlerindeki fiyat artışları izlemiştir[48]. Fiyat artışlarını ihracattaki artışlar takip etti. Nitekim 1898 de İzmir limanından yapılan toplam ihracatın 249.500 tondan 1906 da 403.268 tona yükselmesi de aynı gelişmelerin sonucuydu[49].
Endüstriyel tarım ürünlerine yönelik talep patlaması, sınaî girdilerdeki fiyat artışıyla ülke içi sınaî üretimi olumsuz yönde etkilerken, işgücünün tarımsal üretim alanlarına yönelmesine sebep olmuştu. Talep artışı sadece endüstriyel tarım ürünleriyle sınırlı değildi. Aynı şekilde bölgenin ihraç kalemleri içinde önemli bir yeri olan üzüm üretimini teşrik için, hâzineye ait boş araziler bağlık alanlara çevrilmek maksadıyla köylünün kullanımına açıldı. Günlükçü ameleler mesailerinden artan vakitlerini boş arazileri bağ haline getirme işine ayırdılar. Neticede günlükçü ücretleri beş ila altı kuruştan bir Mecidiye, hatta daha yukarılara yükseldi (Aydın VS, 1300-1: 254- 255). Bunun üzerine yükselen emek mâliyelerini aşağıya çekmek amacıyla, üretim girdilerinde % 60’lara varan ölçüde maliyet avantajı sağlayacağı tahmin edilen bazı makineler kullanılması yönünde arayışlar başladı (Aydın VS, 1296: 218-219/ 1300: 254-255).
Bölgenin dünya pazarlarının ilgisini çekmesiyle birlikte özellikle İngiliz sermayesi, İzmir ve civarında yaklaşık 2,5 ila 3 milyon dönüm civarında toprak satın almış: bunu Ermeni, Rum ve Yahudi sermayesi izlemişti. Bu miktarın 5 ila 6 milyon dönüm civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu durum sadece sözü edilen toprakların el değiştirmesini değil, aynı zamanda bu topraklardaki üretim yöntemlerinin dönüşmesini de sağlamıştır (Kurmuş, 1974: 102-103).
Osmanlı topraklarının Yunan Krallığına göre daha güvenli ve avantajlı olması yanında (Augustinos: 1997: 42-43), ihracata yönelik yeni imkânların ortaya çıkması, çoğu Anadolu’nun içlerinden ve Ege adalarından gelerek Batı Anadolu’ya yerleşen Rum çiftçilerin bölgeye akışını hızlandırmıştı[50]. Bunlardan bazıları orta ölçekli arazi holdingleri kurmuşlardı. Baltazzi ve Amira gibi Rum aileleri bunlar arasındaydı. Bölgedeki bu ve benzeri aileler yüksek oranda kâr sağladığı için emlakçılık işleriyle de uğraşıyorlardı (Syrett, 1999: 28). Ege kıyısındaki verimli toprakların ihracata yönelik tarım yapan Rumların eline geçme sürecini hızlandıran nedenlerden biri de, merkezi otoritenin ayanlar karşısında başarı kazanmasıydı (Keyder, 1993: 96). Ancak bir de bunların öncesi vardır. Demiryolu hatlarının devreye sokulması, üretilen tarımsal ürünlerin hem taşıma maliyetleri, hem de stok maliyetlerinde tüccar için oldukça önemli avantajlar sağlamıştır. Demiryollarının işletmeye açılmadığı dönemlerde, iç bölgelerden limana taşınmayan bazı tarımsal ürünlerin yakıldığından bile söz ediliyor. Dolayısıyla daha önce iç pazar ve geçimlik bir üretime göre şekillenmiş bölge ekonomisi, artan yabancı sermaye ilgisiyle birlikte, tarımsal ürünlerde uzmanlaşarak, dünya ekonominin tamamlayıcı bir unsuru haline getirilmişti (Kıray, 1972; Kurmuş, 1974).
Kömür, demir ve çelik üretimiyle, ulaştırılmasında zamana özel önem verilmesini zorunlu kılacak derecede bir üretim artışı olmamasına rağmen (Kaynak, 1986: 31), ülkeye giren yabancı sermayenin % 41, hatta 1911’lerde % 61’lere varan oranlarının bu sahaya aktarılması, demiryollarının önemini göstermektedir (Pamuk, 1978: 142-143). Demiryolu ve buhar teknolojisi sayesinde, özellikle İzmir ve Beyrut gibi liman kentlerine yakın bölgelerdeki köy ve kasabalar, pazar ilişkilerine açılarak tüccar için üretip tüketmeye ve neticede dünya pazarlarına bağlanmaya başlamıştı (Ortaylı, 1985: 104). Bunun yegâne açıklaması; tarım ürünlerinde uzmanlaşmış büyük bir ülkenin, gelişmiş batılı ülkelere ham madde sağlama yanında, kendi mamul malları için dışa açık bir pazar haline gelmesini sağlama olarak gösterilebilir.
Yabancı sermayenin ilgisiyle aynı paralelde, merkezî ve mahalli idareci kadrolar da boş durmuyorlardı. Kaleme alınan salname kayıtları, özellikle yüzyılın sonlarına doğru, ihracata yönelik tarımın yeterince canlandırılamadığına ilişkin serzenişlerle doludur. Tarımsal kredi imkânlarının iyileştirilmesi de, bu amaca yönelik düzenlemelerden biri olarak görülebilir.
Nitekim 1863 yılında Tuna Valisi Mithat Paşa tarafından kurulan memleket sandıklarının devamı olan menâfi sandıklarının, yüzyılın son çeyreğinin ikinci yansına doğru bölgenin tamamına yakınında şubeler açması da, bu isteğin tezahürlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Zaten bunlar, ileride kurulacak Ziraat Bankası’nın da ilk nüveleridir. Kaynaklardaki rakamlara göre, kuruş cinsinden menafi sandıklarında en fazla sermayesi olan merkezler sırasıyla Ödemiş (1.643.513), Urla (1.396.744), Nazilli (1.059.963), Çeşme (1.014.297) ve Aydın (858.091) merkez kazadır (Aydın VS, 1302: 211-212). Nazilli ve Ödemiş gibi tarımsal vergi ödemelerinde ilk sıralarda yer alan kaza merkezleriyle, aynı alanda Nazilli ve Ödemiş’ten geri kalmayan Urla ve Çeşme gibi çoğunluğunu Rumların oluşturduğu kaza merkezleri için yukarıdaki sıralama şaşırtıcı değildir. Daha sonra, Ziraat Bankası’nın şubeleri de bütün bölgeye yayılmıştır. Sadece Ziraat Bankası şubeleri değil, ticaret ve sanayi odaları da bölgede giderek yaygınlaşmıştı[51].
Demiryolu ağı, karayolları ve İzmir limanın genişletilmesi faaliyetleriyle, çiftçiye daha ucuz kredi sağlama yolunda atılan adımlar ve diğer bütün girişimler; yukarıdan aşağıya doğru bir zihniyet değişiminin, bölgeyi dünya piyasalarına açma ve zenginleşme isteğinin açık tezahürleri olarak değerlendirilebilir. Ancak değişime yönelik bu dönüşümün izlediği seyir, merkezi bürokrasinin beklenti ve heyecanlarını karşılayacak bir tempoda gelişmemiştir. Mesele çetrefıllidir ve yüzlerce yıllık geleneklerle geniş halk yığınlarının hatta bürokrasinin bile (Genç, 2000: 55 vd.) sanayi devrimi ve kapitalizmin meydan okuması ve beraberinde getirdiği değişime cevap veriş tarzı, yer yer direnme bazen de ayak uyduramama şeklinde bir görünüm sergilemiştir.
Kalıplaşmış adet ve geleneklerin şark zihniyetinden bir hamlede koparılıp atılması; maddeyi olduğu gibi, yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul etme, hatta bu ilk intibaını kalıplaştırıp onunla yetinme ruh halini içinde bir marka gibi taşımasından dolayı, sanıldığı kadar kolay olmadı. Çünkü bu değişim, daha öncekilerden çok farklı, bütün bir adet ve gelenekleri dönüştüren ayn bir niteliğe sahipti. Bunun halk üzerindeki etkilerini bulunduğumuz yerden tahmin etmek kolay görünmüyor. Bu nedenle ilgili sürecin tarımsal üretim biçimlerini dönüştürme hızının, özellikle Müslüman ahâli arasında oldukça ağır aksak bir seyir izlediği sonucuna varılabilir.
Bununla birlikte özellikle demiryolu hatları üzerinde bulunan bölgelerin tarımsal üretim miktarındaki oranları, diğer yerleşim bölgelerine nispetle fark edilir bir fazlalığa sahipti. Hat üzerinde bulunan İzmir, Bergama, Aydın, Manisa, Nazilli, Tire, Söke, Ödemiş, Alaşehir, Akhisar, Bayındır, Salihli, Kasaba, Menemen, Karaağaç ve Soma kazalarından elde edilen tarımsal vergi gelirleri, oran olarak, bölgede toplanan toplam aşar vergisinin % 64’ünü oluşturuyordu. Nüfus da büyük oranda bu güzergâh üzerinde yoğunlaşmıştı. Toplam nüfusun % 77 gibi önemli bir kışını, demiryolu güzergâhı üzerinde meskun bulunuyordu. İşin ilginç yanı, azınlık nüfusun da bu bölgelerde yoğunlaşmış olmasıdır.
Toprak mülkiyetine gelince; toprakların büyük bir bölümünün köylülere ait olduğu söylenebilir. Ancak yukarıda belirtildiği gibi, özellikle İzmir ve civarındaki verimli toprakların büyük ölçüde gayrimüslim unsurların eline geçtiği biliniyor. 1866’da yabancıların toprak mülkiyetine izin verilen yasa çıktıktan sonra İngilizler, önemli oranda toprak satın alarak büyük ölçekli çiftlikler kurmuşlardı[52]. Bu durumun yaygınlaşması bölgedeki Türk köylüsünün tamamen üretim araçlarından koparılmış emek-meta haline gelmesiyle sonuçlanabilirdi. Ancak hem Osmanlı devlet ricalinin küçük toprak sahibi üreticileri koruma konusundaki hassasiyeti[53], hem de toprağı saun alan kişilerin gayrimüslim olmaları, bu tür bir sürecin yaygınlaşmasını engellemiştir. Konuyla ilgili başka sebepler de ileri sürülebilir. Mesela bununla ilgili olarak devlet, borcunu ödeyemeyen köylülerin toprağına el konulmasını yasaklayarak, büyük toprak sahiplerine karşı küçük toprak sahiplerini destekliyordu (Pamuk, 1984: 97-98).
Ayrıca Tanzimat reformlarının yabancılara toprak mülkiyeti edinme hakkını vermesini izleyen yıllarda, Rum ve Ermenilerin tarımsal alanda hızla ilerledikleri görülür. Buna gayrimüslim tebaanın askerlikten muafiyeti gibi avantajlar da eklenince, daha önce sadece Türklerin yaşadığı veya tamamen boş olan köyler, muasır birçok gözlemcinin işaret ettiği gibi gelişmiş Rum köyleri haline gelmişti. Aynı dönemlerde Türklerin Rum, Ermeni ve Avrupalı bazı tefeci bankerlerin ellerine düşerek, toprak ve gayrimenkullerini gözden çıkardıkları belirtilmektedir (Issawi, 1999: 9 vd.).
Gayrimüslim unsurların özellikle İzmir ve civarındaki verimli topraklan satın alarak mülkiyederine geçirmeleri ilk bakışta önemli görülmeyebilir; fakat bu durum önemlidir. Zira bu bölge, aşağıdaki tablodan da rahatlıkla izlenebileceği üzere, işlenebilir toprakların önemli bir kısmını içine almakla kalmıyor, aynı zamanda tarımsal vergi gelirlerinin de % 41 gibi önemli bir bölümünü tek başına karşılıyordu. Aynca henüz kullanıma açılmamakla birlikte, işlenebilir olma özelliğine sahip en fazla tarım arazisine de İzmir Sancağının sahip olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu da özellikle Rumların iştahını kabartan faktörlerden biri olarak belirtilebilir[54].
Yukarıdaki tablo vilayet genelindeki tarım, hayvancılık ve ormancılık imkânlarıyla ilgili net bilgiler veriyor. Buna göre vilayetin tarım ambarı özellikle İzmir, Saruhan ve Aydın sancaklarıdır[55]. Vilayet salnameleri de yaklaşık olarak aynı değerleri vermektedir (Aydın VS, 1307-1308: 702-703).
Burada bahsedilmesi gereken diğer bir konu da, tarım kesiminde çalışan nüfusun genelde hangi ürünlerde uzmanlaştığı ve toprak mülkiyetinde aile başına düşen ortalama toprak büyüklükleridir. 1907 ziraat sayımları, vilayet genelindeki ekili alanlardan % 72,8’inin tahıl üretimi, % 4,03’ünün bakliyat ve sebze, % 5,77’sinin endüstriyel tarım ürünleri ve % 17,39’unun ise bağcılığa ayrılmış olduğunu ortaya koymaktadır. Ayın tarihlerde vilayetteki 164.784 ailenin geçimini tarımdan sağladığı; bu ailelerden % 28’nin 10 dönümlük arazi ya da daha aşağısına, % 38’inin 10 ila 50 dönüm arasındaki toprağa, % 34’ünün ise kullanılabilir toprağın 50 dönüm ve yukarısına sahip olduğu da verilen bilgiler arasındadır (Duran, 1331: 164).
Bu durum akıllara cevaplandırılması gereken önemli bir soruyu getiriyor. Yukarıdaki rakamlar, bölge ahalisinin önemli bir bölümünün hâla tahıl üretimiyle meşgul olduğunu gösteriyor. Bölgede çiftlik sahiplerinden başka modern tarım usullerini kullanan küçük bir azınlık dışında kimsenin bulunmadığı bilgisi, Türk köylüsünün geleneksel yöntemlerle bu işi yaptığını gösterir.
Yukarıdaki tablo, bölgenin 1890’lı yıllarda ürettiği bazı tarımsal ürün desenleriyle, bunların miktar ve değerleri hakkında fikir yürütmemize imkân sağlayan bilgiler veriyor. Tabloda verilen bilgilerle salname verileri örtüşüyor. Tablodaki rakamlarla salname verilerini karşılaştırarak, zikredilen talihlerde Lira ile Frank arasındaki kur oranlarını da öğrenme imkânımız oluyor. Buna göre 1 Lira 230 Franka tekabül ediyordu[56].
Yukarıdaki rakamlardan anlaşılacağı üzere, tarımsal gelirler içinde en yüksek payı % 16’lık oran ile kuru üzüm almaktadır[57]. Bunu sırasıyla palamut, afyon, kuru incir, zeytin ve zeytinyağı ile pamuk gibi ürünler izlemektedir. Buğday, arpa, mısır ve darının tarımsal gelirler içindeki oranı % 12,3’tür. Bu, oldukça düşük bir oranı temsil ediyor. Buna baklagiller de ilave edilirse, hepsinin toplam içindeki payı ancak % 13,75’e ulaşır. Bölgede ‘hüdây-ı nâbif’ olarak yetişen palamut, kök boya, meyan kökü ve sarı-kök gibi ürünlerden elde edilen gelirler toplamı ise, oran olarak % 14,47’ye tekabül ediyor. Zeytinliklerle ilgili verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, bölgede yetişen zeytin ağaçlarından büyük ekseriyetinin aşısız olduğu ve bu nedenle düşük verimli olduğu söyleniyor. Bununla birlikte zeytin ve zeytinyağı üretiminde de üretimin % 50’si Rum azınlıkların denetimindeydi (Syrett, 1999:19).
Üretiminde daha ziyade Rum ve Ermenilerin etkin olduğu bilinen ve bölgenin en önemli birinci, ülkenin de ikinci ürünü olarak İzmir’den ihraç edilen üzüm üretimi[58], ‘Ispanya'nın rekabetiyle Fransa’nın himayeci gümrük tedbirleri ve fiyatlardaki düşüşe rağmen giderek artmıştı (Yerasimos, 1987: 330-331). 1890 yılında 83.000.000 kg. olan kuru üzüm rekoltesi ise[59], 1909 yılına doğru 358.182.000 kg.'a ulaşmıştır. Bu miktar Anadolu’da üretilen toplam kuru üzümün % 34’ünü karşılamaktadır[60]. Çalıştığımız dönemde üzüm rekoltesindeki artışın dört katma ulaştığını görüyoruz.
Bölgedeki gelişmeler, tarımsal üretimde 'üretim araçlarının bölüşülmesiyle’, 'üretim çeşitlerinin farklı kesimler arasında bölüşülmesi' üzerinde etkili olmuştu[61]. Tarımsal üretim çeşitlerinin bölüşülmesi; yukarıdan aşağıya, yani mübadele değeri ve kâr marjı yüksek olandan düşük olan ürünlere doğru kademe kademe çeşitlenerek, en tepeden aşağıya kadar üretim hiyerarşisine yeni bir biçim kazandırmıştı. En tepede yabancı sermaye sahibi ecnebiler, onun altında gayrimüslim tebaa ve en nihayet Müslüman ahali. İzmir ve civarıyla sair bölgelerdeki verimli topraklara yerleşen yabancı ve azınlık sermayesi, bu sahada yaşayan yerli ahaliden önemli bir kesimi üretim araçlarından koparmak suretiyle, yarı proleter ücretliler haline getirmiştir[62]. Ellerinde toprak bulunduran ahali ise, en alt kademedeki üretim dallarında son derece ilkel tarım aletleriyle bir yandan çiftçilik ve hayvancılık yaparken, diğer yandan da palamut, mazı, meyan kökü vb. gibi tarımsal endüstri ürünlerini toplayarak, kendilerine ilave gelir sağlamaya çalışmışlardır.
Ayın şekilde, el değiştiren ve daha sonra çiftlik haline getirilen benzeri toprak parçalarındaki üretim tarzının da önemli ölçüde bu gelişmelerden etkilendiğini söyleyebiliriz. Bahsedilen yerlerde hem üretimin yapılış şekli, hem de amacı, geleneksel üretim şekli ve amacından önemli ölçüde farklılık arz etmiştir. Üretimde kullanılan birtakım modern aletlerle, üretimin dünya pazarlarına yönelik olması bu düşünceyi doğrulamaktadır. Yerli ahalinin de imkânları nispetinde bu akıma kapıldığı kısmen doğru olsa bile; bunların pastadaki payının oldukça düşük olduğu, uzmanlaştıkları üretim dallarının toplam tarımsal gelirler içindeki oranına bakılarak rahatlıkla anlaşılabilir[63].
Kaldı ki piyasa değeri yüksek olan tarımsal ürün sahasında üretim yapan çiftçiler de, ürettikleri ürünleri ancak 'aracı azınlıklar’ vasıtasıyla pazara sürebiliyorlardı. Tarımsal arazi birkaç büyük arazi dışında[64] büyük ölçüde Müslümanlara ait ve tahıl ürünleriyle kaplıydı. Buna mukabil Rum ve Ermeniler genelde sebzelerle, tütün, dut ve diğer meyve üretimini tercih etmelerine rağmen, hasattan sonra Türk köylüsünün tahıllarını satın alarak kasaba merkezlerine taşıma tekelini de ellerinde bulunduruyorlardı (Issawi, 1999:8-9).
Gayrimüslim unsurların tarım üretimi üzerindeki denetimi bunlarla sınırlı değildi. Üreticiye karşılığını hasat zamanında, daha önceden belirlenen fiyattan teslim etmek şartıyla kredi verme[65]. Ermeni ve özellikle Rumlar arasında oldukça yaygındı. Böylece gayrimüslim tefeciler yerli Müslüman ahaliyi diledikleri gibi sömürebiliyorlardı (Issawi, 1999: 8-9).
Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman, yerli Müslüman ahalinin gerek üretim tarzında gerekse üretim çeşitlerini tercihindeki dönüşümünün, son derece ağır aksak işlediği sonucuna varılabilir. Yaptığımız incelemede, pazara yönelik üretimin hükümet tarafından desteklendiği açıkça görülüyor. Fiskalist bir zihniyete sahip Osmanlı bürokrasisinin, bu tarz bir politikayı benimsemesi anlaşılır bir olgudur. Vakıa, bunda kısmen de olsa başarı sağlandığı söylense bile, geleneksel yapıyı dönüştürdüğü ileri sürülemez.
Bizim tahminimiz, bölgede tarım ürünleri üretiminde uzmanlaşan Müslüman ahalinin hiç de azımsanamayacak oranda geçimlik üretim yaptığı şeklindedir. Geçimlik tarımsal üretimin toplam hâsıla içindeki payı ne derece fazlaysa, o bölgenin ülke ve dünya ekonomiyle bütünleşme şansı da o derece düşük olacaktır. Bu durum, yani ahalinin geçimlik üretimde ber-devam olması, sadece Osmanlı’nın son dönemlerine münhasır bir olgu olarak da değerlendirilemez. Cumhuriyet döneminin önemli bir kesiti için de bu yargıda bulunabiliriz. Dolayısıyla bölgenin dünya-ekonomiyle bütünleştiği iddiasını, Müslüman ahalinin büyük ekseriyetini dışarıda tutarak, ya da bunların piyasaya sürdükleri ürünün toplam ihracat içindeki payının abartıldığı kadar büyük olmadığı şartıyla kabul etmek, daha doğru bir yaklaşım tarzı olarak değerlendirilebilir. Bölgenin tahıl üretiminde ancak kendine yetecek kadar bir mahsul ürettiğine dair ulaştığımız bilgiler de bu varsayıma kuvvet kazandırıyor (Aydın VS, 1304: 274).
Bir de meselenin kültürel boyutu vardır. Tüketim kalıplarının değiştirilmesi meselesi iktisadi olduğu kadar, belki ondan da öte, kültürel bir meseledir. İlgili dönemde her ne kadar bölge halkının ihtiyaç tarzına uygun malların piyasaya sürüldüğünü biliyor olsak bile, iç piyasanın bütün talebini bu malların karşıladığını kanıtlayacak bilgiye sahip değiliz. Ahalinin hâla geleneksel el tezgâhlarıyla üretime devam ettiği ve bunun sadece geçimlik değil, pazara yönelik olarak sürdürüldüğü de aşikârdır. Bununla birlikte dışarıdan getirilen manifatura ve iplik türü mallara olan talepte de hissedilir derecede bir artış olduğunu kabul etmek lazım gelir.
Aşağıdaki tablo, bölgenin yirmi yıllık zaman diliminde tarımsal vergi gelirlerdeki gelişmeleri göstermektedir. Görülen o ki, geçen zaman içinde meydana gelen değişmeler, sadece çiftçinin özgür iradesine bağlı olarak gelişmiyor, mevsimlik iklim değişmelerine de son derece açık bulunuyordu. Bu da, bölge tarımının büyük ölçüde az gelişmişliğine bağlanabilecek önemli bir göstergedir. Bununla birlikte bölgenin geneli hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, daha önce verilen rakamlara bakılarak bir neticeye varılabilir[66].
1908 yılı rakamları, vilayette üretilen buğday, arpa, yulaf, çavdar, darı, mısır ve pirinç gibi tahıl ürünlerinin, Anadolu tahıl üretimi toplamının % 13,15’ine tekabül ettiğini gösteriyor (Duran, 1331: 164). Nohut, fasulye, bakla, mercimek, patates, pamuk, keten, susam, tütün, afyon ve zeytin gibi sınaî ve bakliyat türü mahsullerin Anadolu toplamına[67] oranı ise, % 22,89 civarındadır[68]. Bununla birlikte vilayet genelinde en fazla üretilen ürünün, kuru incir ve kuru üzüm olduğu zikrediliyor (Aydın VS, 1317: 472).
Zaten bölgeyle ilgili oldukça detaylı sayılabilecek bilgiler veren vilayet salnâmeleri de, sözü edilen bölgenin tarıma yönelik emek yoğun üretimde uzmanlaştığını göstermektedir[69]. Çünkü vilayet genelindeki sancak ve ilçe merkezleriyle, köylerin hepsinden dışarıya ihraç edilen malların genel özelliğini zikreden salnamelerde, bu durumu rahatlıkla görme imkanı vardır[70].
Hayvancılık
İlgili dönemde hayvancılığın, bölge ekonomisi üzerinde önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Nitekim vilayet gelirleri içinde aşar ve emlak gelirlerinden sonra en yüksek pay, ağnam resmine aittir (Aydın VS, 1300: 234-235). Vilayet genelinde 1882 yılında 1.249.384 koyun ile 1.570.855 keçi bulunduğu zikrediliyor. Bu rakamlardan, vilayet genelinde hayvancılıkla geçinen önemli bir nüfus bulunduğu anlaşılıyor. Bunların önemli bir kısmını aşiretlerin oluşturduğu söylenebilirse de[71], yegâne hayvan üreticisi olarak aşiretleri saymak doğru olmaz.
Yerleşik ahalinin bütünüyle pazara yönelik olmasa bile, hayvancılık yaptıkları tahmin edilebilir. Özellikle büyük baş hayvanların, geçimini tarımla sürdüren aileler için zaruri ihtiyaç olduğunu belirtmemiz gerekir. Hem çift sürmek hem de kağnı arabalarına koşulmak suretiyle nakliye işlerinde kullanılan öküz, eskiden beri köylünün vazgeçilmezleri arasına girmiştir. Vasıta-i nakliye olarak vilayet salnamelerinde öküz ve öküz arabasının sık sık zikredilmesi, bu düşünceyi haklı çıkarmaktadır.
1304 rakamlarına göre vilayet genelindeki 180.000 parça kuzu, 130.000 parça oğlak, 100.000 parça koyun, 40.000 parça keçi ve 55.000 parça sığır derisinden toplam 30.500 liralık gelir elde edildiğini biliyoruz. Bunların tamamı dışarıya ihraç edilmiştir (Aydın VS, 1304: 370-371). Küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yanında, büyük baş hayvanlardan öküz ve boğanın en fazla üretildiği yerlerin başında, Ankara ve Konya’dan sonra Aydın vilayeti geliyordu (Duran, 1331: 177).
Akdeniz adaları için gerekli olan et ihtiyacının önemli bir kısmı. Aydın vilayetinden sağlanıyordu. Vilayet genelindeki toplam işlenebilir arazi ortalamasının ancak yüzde yirmi olduğu düşünülürse, hayvancılık için yeteri kadar mera ve odak olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir.
Yukarıdaki tabloya bakıldığında en fazla hayvan yetiştirilen sancağın, Sa- ruhan olduğu açıkça görülüyor. Ağnam rüsumuna dair veriler de, bu durumu destekler mahiyettedir.
Bu durumu muhtelif tarihlerdeki ağnam gelirlerinden de izleyebiliriz. Mesela 1300 yılına ait salname verilerinde, vilayet genelindeki ağnam resmi 4.000.000 kuruş olarak belirtilirken (Aydın VS, 1300-1301: 234), 1305 yılına ait salnamedeki ağnam gelirleri toplamı 12.302.181 kuruş olarak gösterilmektedir[72]. 1894 senesinde ise vilayet genelindeki 1.121.980 koyunla, 1.524.867 keçi ve diğer büyükbaş hayvanlardan elde edilen yıllık toplam ağnam resmi 11.689.949 kuruş olarak zikredilmektedir[73]. Vilayetin 1313 sene- i mâliyesinde ağnam resminden elde ettiği gelir 15.563.463, 1314 sene-i mâliyesinde ise 15.809.115 kuruş olarak kaydedilmiştir (Aydın VS, 1316: 549). Bunun % 26’sı İzmir, % 30’u Saruhan, % 14,5’i Aydın, % 14’ü Menteşe ve % 15’i Denizli sancaklarından elde edilen gelirlerdir (Aydın VS, 1317: 487).1903 yılına gelindiğinde toplam ağnam geliri 13.155.915 kuruştur (Aydın VS, 1323: 399). Sancaklara göre yüzde dağılımında da fazla bir değişiklik görülmüyor. 1307 yılına ait salname verileri ile yukarıda verilen rakamlardan anlaşıldığına göre, bölgede hayvancılığın en gelişmiş olduğu sancaklar sırasıyla Manisa, İzmir, Muğla, Denizli ve Aydın’dır.
Daha ziyade kışın kışlaklar, yazın da vilayet dâhili ya da vilayet mücaviri yaylaklarda yaşayarak hayvancılık yapan göçebe aşiretlerin yegâne geçim kaynağı, özellikle küçükbaş hayvancılıktır. Devlet erkânı, eskiden olduğu gibi ilgili devirde de aşiretlerden ciddi derecede rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlığın kaynağı olarak, yerleşik ahalinin şikâyetleri gösterilebileceği gibi, özellikle askerlik hizmetine çağrılan aşiret mensuplarının bu işi savsaklamaları zikredilebilir. Sırf Aydın vilayetinde bu ve benzeri sebeplerden dolayı devlet zoruyla iskâna mecbur edilen aşiret efradı, 66.237’dir. Bunlar için bizzat devlet tarafından 10.000 civarında ev inşa edilmiştir. Kendilerine zirai aletlerle toprak tahsisi de yapılan aşiret mensuplarının, bu durumdan pek de memnun kaldıkları söylenemez. Bunlardan bir kısmının iskâna mecbur tutuldukları yerlerden firar ettikleri, buna mukabil devlet erkânının da aşiret mensuplarına ait kıl çadırları zorla ellerinden almak suretiyle, firarların önüne geçmeye çalıştığı zikrediliyor (Aydın VS, 1300-1302: 268-271).
Sırf hayvancılıkla geçinen aşiret mensuplarının zorla iskâna mecbur bırakılmaları, söz konusu grupların hayvancılık yanında, tarımsal üretim yapmaya da mecbur bırakıldıkları izlenimini doğuruyor. Geçen zaman içinde ağnam gelirlerinde hissedilir bir düşme yaşanmadığı gibi diğer vergi kalemleri içindeki oranları da değişmemiştir. Bu da yapılan uygulamaların çok da başarılı olmadığı izlenimi vermektedir. 1884’lerde ağnam gelirlerinin genel gelire oranı % 12,2 civarında idi (Aydın VS, 1302-1303: 171). Bu oran 1898’de % 14,4, 1903’te ise % 12 civarındadır. Aradan geçen on dokuz yıllık zaman diliminde, ağnam gelirlerinin toplam vergi gelirlerine oranında hemen hemen hiçbir değişiklik olmadığı görülüyor. Bazı yıllardaki düşme ve yükselmelerin sebebine gelince, bu durumu seyyar aşiretlerin ilgili mali yıl içinde, mücavir vilayet sınırlarına göç etmiş olmalarıyla açıklayabiliriz.
1325 senesinde vilayet genelinde 1.700 ton 160 kg. bal ile 109 ton 480 kg. bal mumu üretilmiştir (Duran, 1331: 178). Bundan anlaşıldığına göre bölgede yapılan arıcılık da önemli bir geçim kaynağı olarak dikkati çekiyor. Arıcılık yapanların hepsi için bu işin yegane geçim kaynağı olduğu söylenemez ancak, geçimini sadece bu yolla sağlayan ailelerin bulunduğı ileri sürülebilir.
İmalat Sanayi (Halıcılık ve El Dokumacılığı)
İlgili sahadaki gelişmelerle bunların gelişme seyrini etkileyen faktörler ve bu faktörlerin sözü edilen sahadaki etkinlik derecelerinin olumlu ve olumsuz sonuçlarını araştırmak tarihçiler için önemli bir problematiktir. Bahsi geçen sorunsalı sadece bu bölge değil, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’yle sanayileşmesini başaramamış üçüncü dünyanın da bir sorunsalı olarak kabul etmek gerekir. Dolayısıyla meselenin bütün yanları ile ortaya konularak analiz edilmesi son derece müşkül görünüyor. Konuyla ilgili yapılan çalışmalar, meseleyi ağırlıklı olarak 1838 Ticaret Sözleşmesi ile buna bağlı olarak gelişen faktörlerin etkisine bağlama yolunu tercih etmişlerdir.
Çalışılan dönemdeki bölge tarımı incelenirken ulaştığımız sonuçlardan biri, özellikle tarımsal üretim çeşiderinin farklı kesimler arasında bölüşüldüğüne dair belirtiler, büyük çoğunluğu oluşturan Müslüman ahalinin; pazara yönelik ziraî üretim imkânlarının, abartıldığı kadar fazla olmadığı yönündeki ihtimallere kuvvet kazandırıyor, ihracata yönelik tarımsal ürünler üzerindeki gayrimüslim ve ecnebi ağırlığı, her ne kadar Müslüman ahalinin bu sahaya yönelik üretim yapmadığı anlamına gelmese bile, yapılan üretimin mahiyeti ile bunun diğer ihraç ürünleri içindeki oranı hakkında, açıklanması gereken bazı hususlar bulunabileceği sorunsalını gündeme getiriyor. Bizim tahminimiz, ihraç malı tarımsal ürünler arasında sayıları palamut, mazı, meyan kökü, kök-boya ve hatta zeytinin pazarlamasında olmasa bile, üretiminde, Müslüman ahalinin önemli derecede etkili olduğu şeklindedir. Tahıl ve baklagil üretiminde dışarıya satılan mahsulün, bölge halkına getirisi ise oldukça düşüktür. Bu nedenle, ilgili üretim alanlarında kimlerin etkili olduğu, sonucu değiştirebilecek ağırlıkta değildir.
Bu durumda Müslüman ahalinin son derece sınırlı olan gelirini, bütünüyle ithal malı yabancı mamullere tahsis ettiğini söylemek oldukça zor görünüyor. Kaldı ki köylerin ekseriyetinde, gerek aile içi tüketime gerekse yerel ve uzak pazarlara satış amacıyla yapılan tekstil üretiminin, zengin ve çok yönlü geleneklere dayanması, birinci iddiayı zayıflatıyor (Quataert, 1999: 103-104).
Bölge ekonomisi üzerinde oldukça önemli olduğu bilinen İmalat sanayiindeki gelişmeler ise, iki farklı mecra izlemiştir. Bunlardan birincisi Gördes, Kula ve Demirci yöresinde yaygın bulunan halıcılıkla, Eşme, Milas ve Takmak yörelerinde yaygın olan kilimcilik ve el dokumacılığı olarak bilinen sahadır (Aydın VS, 1307-1308: 745-746). Diğeri ise üretiminde daha çok gayrimüslim tebaa ve özellikle İngiliz ve Rum sermayesinin yoğunlaştığı fabrikasyon üretimidir.
Daha önceleri hane halkının kendi ihtiyaçları için ürettiği bilinen halı ve seccadelerin ticari yönden önem kazanması, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren batıyla sağlanan yoğun ekonomik ilişkilerle bağlantılıdır. Bu dönemde şark halılarına duyulan ilgi giderek artmış ve neticede bu ürünler önemli bir ticaret metâı haline gelmişti (Eldem, 1994: 85; Quataert, 1999: 246). 1890’lı yılların başına gelindiğinde, vilayet genelinde üretilen halı ve kilimlerin toplam miktarı 400.000 arşına (270.000 m.) ulaşırken, seccade sayısı 200.000’i aşmış ve bu iki üründen elde edilen toplam gelir 1.500.000.000, resmî rüsum ise 15.785.555 kuruşu bulmuştu (Aydın VS, 1307-1308:746-747).
Bölgede üretilen halı ve kilimler, kalite ve estetik olarak homojen değildi. Kula seccadelerinin renkleri koyuluk, parlaklık ve kalınlık açısından diğerlerinden farklı olduğu gibi, tiftik ile dokunan seccadeleri de kadife gibi parlak ve daha yumuşak olmalarıyla diğerlerinden ayrılıyorlardı. Gördes’in seccade ve halılarındaki zarafet ve sağlamlık ise, kendine özgü başka farklılıklardan kaynaklanıyordu (Aydın VS, 1307-1308). Yüzyılın başlarında Akhisarlı ustalar da, Gördes halısına benzer halılar dokumaktaydı (Quataert, 1999: 245). Eşme ve Takmak kilimleri ise, kalite olarak Milas[74] kilimlerinden daha kaliteliydiler (Aydın VS, 1307-1308). Kalite ve mal farklılaşmasındaki bu ayrımlar, tabiatıyla fiyatlara da yansımıştı. En düşük kalite halı fiyatları daha düşük olmamak kaydıyla, 20 ila 30 frank arasında değişirken, daha kaliteli halılar m2 olarak 60 ila 100 franka kadar alıcı buluyorlardı (Cuinet, 2001: V/61).
Bölgede dokunan halıların en büyük alıcısı başta İngiltere olmak üzere Fransa ve ABD idi. Bu üç ülke, Uşak halıları da dâhil olmak üzere Batı Anadolu’da üretilen halıların % 80’ini alırken, geriye kalan % 2O’lik kısmını Avusturya, Macaristan, Almanya, Yunanistan ve İstanbul piyasaları tüketmekteydi (İbid.).
Halı ve kilim dokumacılığının yoğunlaştığı asıl merkezler hiç şüphesiz Demirci, Gördes, Kula[75] ve Eşme kazalarıydı. Bununla birlikte dokumacılık faaliyetlerini sözü edilen merkezlerle sınırlarıdırmanın çok da doğru olduğu söylenemez. Mesela Bergama kazasının köylerinde dokunan “seccade”’lerin İstanbul piyasasına gönderildiğini (Aydın VS, 1326: 310-317); Menemen ve Çal kazalarındaki nahiye ve köylerin birçoğunda, kilim ve seccade üretildiğini biliyoruz (Aydın VS, 1296: 82/1312:365). Kuşadası’na ait köylerde ahnan tedbirler sayesinde, yüzyılın ilk çeyreğinin başlangıcına doğru, 40 adet halı tezgâhında üretimine başlanan halıcılığın günden güne ilerlediği kaydedilirken (Aydın VS, 1326: 409); çok daha erken dönemlerden beri dayanıklılığı ile meşhur olan Takmak kilimleri, Eşme’nin Takmak kasabasında üretilmeye devam ediyordu[76]. Milas’ın Tuzâbad ve Kayabaş köyleriyle[77] Fethiye, Bodrum (Aydın VS, 1296: 135-136) ve Çal (Aydın VS, 1313: 344) kazalarında da halı ve kilim üretildiğini biliyoruz[78]. Bir de Manisa (Aydın VS, 1326: 752), Söke (Aydın VS, 1297:118), Karacasu ve Buldan (Aydın VS, 1296: 113) gibi kazalar dâhilinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin dokuduğu halı ve kilimler vardı.
Sözü edilen tarihlerde sayıları 350’ye yaklaşan (Aydın VS, 1307-1308: 748) halı tezgâhlarının bulunduğu Demirci kasabasında bu rakam, 1898 yılında 450’ye (Aydın VS, 1317: 371), 1908 yılına doğru ise 500’lü rakamlara ulaşmıştı (Aydın VS, 1326: 627). Gördes’te ise,1883 yıllarında üretilen halı miktarı 50.000 arşına ulaşmışken (Aydın VS, 1302: 247), 10 yıl sonra bu rakamın 600’den fazla tezgâhta dokunan halı miktarıyla, 150.000 arşına ulaştığı ve bundan 50.000 Osmanlı Lirası gelir elde edildiği görülüyor (Aydın VS, 1317: 414). Kula, 1892’de 500 ila 600 arasındaki halı tezgâhı sayısını 1904’te 900’e yükseltmişken, 1906 yılında bu rakam 600’e gerilemişti (Quataert, 1999: 246,248). 1913 yılına gelindiğinde ise tezgâh sayısı Kula’da 1.500, Demirci’de 600, Gördes’te 800 ve Buldan’da ise 250’ye ulaşmıştı (Eldem, 1994: 142-143). Sektördeki üretim ve fiyat dalgalanmalarını etkileyen esas faktörün ise iç piyasalardan ziyade, dış piyasalarla tüccarın müdahalesi sonucu üretim kalitesindeki bozulmalar olduğu söylenebilir[79].
Burada belirtilmesi gereken bir diğer mesele, üretim ilişkileriyle ilgilidir. Üretim sürecinin ilk aşamasından (iplik ve boyanın üretilmesi, boyanması, piyasaya sürülmesi, halı desenlerinin belirlenmesi vb.) nihai mal olarak piyasaya sürülme aşamasına, oradan da zaman ve mekân faydası sağlanarak ilave edilen değere varıncaya kadar, her farklı aşamada yaratılan katma değerin ne kadarının kimlerin eline geçtiği meselesi oldukça önemlidir[80]. Yabancı sermaye ile aracı fonksiyonu üstlenen gayrimüslim uyrukluların rolü, bu sektörde de belirgin bir biçimde karşımıza çıkıyor. ‘Yabancı bir şirket olan Şark Halı Kumpanyası Demirci, Akhisar, Kula, Manisa, Gördes, Uşak[81], Denizli, Milas ve daha birçok Batı Anadolu şehir ve kasabasında bulundurduğu acentalar[82] aracılığıyla yerel üreticileri putting-out sistemine göre (Ökçün, 1984: sunuş bölümü) örgütlemiş ve üretimin bütün aşamalarının kontrolünü eline geçirmiş bulunuyordu.
Aşiretleri[83], en azından üretim aşamasında bu sürecin dışında düşünsek bile, kasaba merkezlerinde bütün mesailerini bu işe vermiş[84] üretici gruplarını bunun dışında tutma ihtimalinin son derece zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Demiryolları dışında Türkiye’deki en büyük yatırımcı şirket olan Doğu Halı Yapımcıları Şirketi, toplam halı üretiminin % 45 gibi önemli bir miktarını tek başına kontrol ediyordu (Kurmuş, 1974: 133-134).
Halıların dokumasının temel girdisi olan halı ipliğinin üretim ve boyanmasıyla, dağıum ve pazarlama işlemlerinde aslan payını yerli ahali değil İngiliz, Fransız, Rum ve Ermeni sermayesi alıyordu. Ancak asıl etki İngilizlerin elindeydi. İzmir’de bulunan altı ticaret evi, halı ipliklerinin eğrilmesinden ihracatına kadar bütün üretim sürecinin ellerine geçirmiş bulunuyordu. Köylüler ve fabrikalardan toplanılan iplikler sadece köylülere değil, İzmir’de Rumlar tarafından işletilen 15 iplik fabrikasına da gönderiliyordu. Benzer bir girişimin örneği, daha içerilerde, Turgutlu ve Demirci gibi kasabalarda, Ermeniler tarafından işletilen atölyelerde görülüyordu. Ayrıca kendisi de bir iplik tüccarı olan C. Offley, Akhisar’daki iplik fabrikasında aynı sektöre iş yapıyordu. Demirci’de bir İngiliz tarafından çalışünlan çok modern bir fabrikanın dışarıdan iş kabul edip etmediği ise bilinmiyor (Kurmuş, 1974: 129).
Söz konusu dönem; tarım sektöründe olduğu gibi, bu sektörde de üretim biçim ve ilişkilerini hissedilir derecede dönüştürmüştü. Halı üretiminde yaratılan toplam katma değerin önemli bir kısmının, yabancı sermaye ile gayrimüslim komisyoncuların eline geçmesi, ilgili sahada üretim yapan kadınlı/erkekli Müslüman işgücünün, bir anlamda yarı proleter ücretliler haline gelmesi sonucunu doğurmuştu.
Bölgede gerek aile içi tüketime gerekse yerel ve uzak pazarlara satış amacıyla yapılan tekstil üretiminin, zengin ve çok yönlü geleneklere dayandığı biliniyor. Çeşme’ye bağlı Alaçatı ve Yeninahiye dokumacılık; Ödemiş ipek dokumacılığı; Muğla ve Aydın çeşitli beyaz ve renkli ipek ve adî peştamal imalatı; Nazilli peştamal, havlu, ipek ve iplikten gömleklik bez ve astarlık imalatı; Manisa ise gömleklik bez ve özellikle alaca dokumacılığında çok ileri gitmiş bulunuyorlardı (Aydın VS, 1307-1308: 745-746).
Asıl şöhretini çulhacılıkta kazanan Manisa şehir merkezinde, (Aydın VS, 1312:395) XX. yüzyıl başlarında, 950 kişinin çalıştığı tezgahlarda 6.000 top dokuma/alaca; 100.000 top çeşitli bez, çarşaflık ve Trablus taklidi kuşak dokunuyor ve bunların dörtte biri vilayet dâhilinde sarf olunurken, geriye kalanları İstanbul, Bursa, Selanik ve sair yerlere ihraç ediliyordu. Aynı şehirde "Manisa Mensucât-ı Dâhiliye Ticarethanesi" adıyla kurulan zanaat atölyesinde kazmir, şiyak ve benzeri kumaş dokumaları günden güne geliştirilmiş ve Bursa’da düzenlenen dâhili zanaat sergisinde derece kazanmışlardı (Aydın VS, 1326: 584). Manisa’daki üretim yalnız bunlarla sınırlı değildi. 50.000 tane el havlusunun da üretildiği bölgede dokunan mensucatın yıllık değeri, 1890 yılı ortalarında 2,6 milyon kuruş olarak tahmin edilmektedir[85]. Manisa’ya bağlı Alaşehir kazasındaki hane halkının evlerinde dokunan gömlekliklerle, benzeri ipekli ve sade bezler civar kazalara ihraç edilmekteydi (Aydın VS, 1326: 616). Önemli bir üretim yoğunluğuna sahip Buldan ve Manisa arasındaki bu kasabada iki adet pamuk fabrikasının bulunması, bir rasdantı olarak değerlendirilemez[86]. Akhisar’da da her tür pamuk bezi ve iplik boyasıyla bunlara ilave olarak çuval, keçe ve hayvan takımları üretiliyordu (Aydın VS. 1300-1301:192). Geleneksel yöntemlerle yapılan üretimin yanı sıra, kasabada çorap ve fanila üreten bir fabrika da kurulmuştu (Aydın VS, 1317: 355). 1908 gibi geç bir tarihte, Soma'da dokunan pamuk bezlerinden ihtiyaç fazlası önemli bir miktar, kasaba dışına ihraç ediliyordu (Aydın VS, 1326: 643-647).
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Denizli, Ban Anadolu’nun en canlı kumaş üretim merkezlerinden biri haline gelmişti (Quataert, 1999:105). Özellikle alaca üretiminde, Şam ve Halep dokumalarıyla sıkı bir rekabet içine giren Denizlili tekstil üreticileri, bölge içinde giderek etkinliklerini artırdılar (Aydın VS, 1302: 253). Geçen zaman içinde Denizli, Buldan, Gazi ve Sarayköy’lerinde dokunan alaca, oda takımları, üstlük, kırmızı ve siyah boğasi ve gömleklik bezlerin sürümü talepteki değişime bağlı olarak arttı. Sadece Denizli dâhilinde bulunan alaca tezgâhlarında birkaç fabrikanın mamullerini sarf edebilecek üretim yapılabiliyordu (Aydın VS, 1296:113,1297:118). Yüzyılın son çeyreğinin ikinci yarısına doğru Denizli’de bulunan 190 tezgahın 100 tanesinde alaca (37.100 top), 60 tanesinde peştamal (21.600 top) ve 30 tanesinde de bez (1.730 top) üretimine mahsus olmak üzere yılda toplam 68.530 top kumaş üretiliyordu (Aydın VS, 1307: 748-749).
Bölgenin asıl üretim merkezi ise yüzyılın başında nüfusu ancak dört bine ulaşan Sarayköy’dü. 1880’lerde 200.000 topa ulaştırdığı Şam ve Trablus tarzı dokumalarını (Aydın VS, 1302: 253), aradan geçen kısa süre içinde, 1890’lı yılların başında, % 50‘lik bir artışla 320.720 topa ulaştırmıştı. Bunun hemen hemen tamamı, Sarayköy kazasına[87] bağlı Gaziköy[88] nahiyesindeki 784 tezgâhta üretiliyordu. Bu tezgâhlarda dokunan tekstil ürünleri, daha ziyade üstlük bez (yıldırma), kuşak ve alaca gibi mensucattan ibaretti (Aydın VS, 1307: 749). 1908 yılına gelindiğinde, artan iç talep ve pazar payına bağlı olarak tezgâh sayılarını da artıran dokumacılar, üretim hacmi genişletmeye devam ettiler (Aydın VS, 1326: 544). Bölgedeki bu canlılıktan dolayıdır ki, Sarayköy’de iki tane de pamuk tasfiyesine mahsus fabrika kurulmuştu (Aydın VS, 1317: 314).
Sarayköy gibi Buldan kazası da ilgili sahada hatırı sayılır bir yer edinmişti. Toplam 640 tezgâhın bulunduğu kasabada peştamal, yıldırma, sarık ve yorgan bezi gibi tekstil çeşitlerinden başka (Aydın VS, 1307: 749); kilim ve seccadeyle, kıldan mamul çul, çuval ve her tür alaca ve ipekli kumaş piyasaya sürülüyordu (Aydın VS, 1311: 362). Buldan, bilhassa yatak ve masa örtüleri dokumasında önlenmişti. Burada 40.000 top alaca ile benzer miktarda yasük ve yastık kılıfı dokunuyordu. Buldanlı dokumacılar, ayrıca, yarım milyondan fazla mendil ve çok sayıda pamuklu perde üretiyorlardı. Buldan kazası da on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru üretimini hızla artırarak, bir on yıl içinde tezgâh sayısını iki katına, 1500’e çıkardı (Quataert, 1999: 105).
Bu iki kasabanın yanı sıra, Tavas kasabasında da muhtelif türde tekstil üretimi yapılmaktaydı. Kasabadaki 175 tezgâhta 143’ü kadın, 43’ü erkek olmak üzere 186 kişiden oluşan işçiler, yıllık 2.000 top alaca, 1.000 top kuşak. 9.100 top boğası, 1.850 top ketenbezi ve 750 top kaba bez olmak üzere toplanı 14.800 top tekstil malından 85.900 kuruşluk gelir elde ediyorlardı. Ayrıca verilen bilgilerden, bölgede üretilen tekstil mamullerinin birim fiyatları hakkında da fikir sahibi olabiliyoruz. Buna göre alaca 7, kuşak, 5, boğasi 6, keten bezi 3 ve kaba bez 9 kuruşa satılmaktaydı (Aydın VS, 1307: 748).
İmalat sanayii ve bilhassa dokumacılıkta görünen bu canlılık, bölgenin ticari hayatına da yansımıştı. Denizli merkezde bu gelişmelere paralel olarak, (1904-1908) dört yıl gibi kısa bir zamanda, 239 yeni dükkân ve mağaza yapılarak hizmete açıldı (Aydın VS,1326: 502).
Aydın‘da ise, bol miktarda peştamal takımları dokunmaktaydı. Bunlar basit ve ipekli olmak üzere, rengârenk ve gayet zarif görünümlü peştamallardı. Ayrıca kıl torba ve çuval üretimi sancak ihtiyaçlarını karşılayacak seviyeye ulaşmıştı. Bozdoğan’da dokunan gömlek ve donluklarla sair giysilik bezler, bölge ahalisinin ihtiyacını karşılayacak bir üretim hacmine ulaşmıştı (Aydın VS, 1296, 113/1297,118/1307, 748). Bölge içinde tarımsal üretimden aslan payını alan ve son derece verimli topraklara sahip bulunan Nazilli, keten bezi ile kıl ve pamuktan mamul kuşak dokumacılığında bir hayli şöhret sahibiydi. Burada sadece keten bezi ve kuşak üretimi değil, aynı zamanda ipekli hamam takımları ve havlu çeşitleri, ayrıca, peştamal ile ipek ve iplikten mamul gömleklik ve astarlık bezler üretiliyordu. Gerek mahalli, gerekse ülke piyasalarına yönelik kasaba tekstillerinden başka yöre ahalisi basma, Amerikan bezi ve sair kumaş ihtiyaçlarından bir kısmını da dışarıdan karşılıyordu (Aydın VS,1296: 113/ 1302: 251/ 1307: 748/ 1311: 320-321). Nazilli’nin nahiyelerinden biri olan Kuyucak nahiyesinde de, piyasa için ipekli ve pamuklu hamam takımlarıyla havlu, maxi bez, 'urgan ve sicim gibi mamullerin’[89] üretimi yapılmaktaydı (Aydın VS, 1326: 505).
Aydın sancağına bağlı Karacasu kazasında üretilen ketenli ve ipekli hamam takımlarının sürümü oklukça fazlaydı. Ayrıca heybe ve harar üretimi ile alaca, peşkir, yemeni, peştamal havlu ile mavi bez olarak tabir edilen bir tür kumaşın dokuması yapılıyordu(AydınVS, 1297:118/ 1326:476). Söke’de Orhaniye muhacirleri tarafından yapılmakta olan beyaz ve renkli, çeşitli türden zarif kuşaklar dikkat çekici bir görünüme sahiplerdi. Bozdoğan kazasında yerel ahaliye yönelik olarak üretimi yapılan gömleklik ve donluk giysiler yanında, aynı kazaya bağlı üç ayrı köy ahalisi kıldan çul, çuval, torba, harar, heybe ve ipekliler üretiyorlardı (Aydın VS: 1296: 113/ 1297: 118/1298/147-148/1307: 746-748).
İzmir’e bağlı Bergama, Ödemiş[90], Urla, Çeşme ve Menemen[91] kazalarında da benzer biçimde el dokumacılığı yapılmaktaydı. Bergama’da ipekli ve ipeksiz çarşaf ve havlu ile halı-heybe ve şayık taklidi kumaşlar üretiliyordu (Aydın VS: 1312: 226). İpekli mendil yanında kasabada üretilen ipekli ipeksiz çeşidi bez ve keten peşkir mamulatı, çok çekici özellikleriyle külliyetli miktarda dışarıya ihraç ediliyordu (Aydın VS: 1300: 239). Tire kazasında da 'oğan' ve 'beledî" tabir edilen döşemelik ve perdelik kumaşlar ile alaca imali yapılıyordu. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren varlığı bilinen ipekli peştamal, pamuk bezi, iplik alacası ve urgan gibi mensucatın civar bölgelere ihracından başka (Aydın VS, 1302: 238), özellikle kasaba içinde bulunan 60 kadar tezgâhta beledi ipliği namıyla iki tür iplik üzerinden minder, perde, yorgan üretiminde fevkalade sağlam olan bir tür kumaş da, civar mahallere ihraç ediliyordu (Aydın VS. 1326: 350). Çeşme kazasında yerel ahaliden bir kısmı, Alaçatı ve Yeninahiye merkezlerindeki bazı hanelerde, halı ve iplikten bez ve peşkir ile perdelik kumaş üretimi yapıyorlardı (Aydın VS, 1313: 246) Sadece bu iki nahiyede yapılan ve ‘Ödemiş mendili’ denilen ipekli dokumadan yıllık 10.000 top üretiliyordu (Quataert, 1999: 105)[92]. Aynı kazada azımsanamayacak miktarda (4.000 kantar) kökboya üretiliyordu (Aydın VS, 1296: 97). 1908 gibi geç bir tarihte Kuşadası’nda üretilen alaca, peştamal, dokuma bezleri gibi mensucatın ihtiyaç fazlası İzmir, Karahisar ve Konya gibi komşu vilayetlere ihraç edilmekteydi (Aydın VS: 1326; 409).
Muğla’nın bazı kazalarında özellikle Köyceğiz’de yöre ahalisinin ürettikleri alacalarla kendi ihtiyaçlarının önemli bir kısmını karşılayarak dışarıya olan bağımlılıklarını asgariye indirdikleri biliniyor (Aydın VS, 1312: 479/1326:710). Bodrum’da bol miktarda yün kuşak imal edilmekteydi (Aydın VS, 1302: 255).
Tekstil sektörüne ait iç piyasada, yerli ve yabancı mamuller arsında kıyasıya bir rekabet vardı. Salname kayıtlarıyla İzmir Ticaret Odası istatistikleri bunu doğrulayan bilgiler vermektedir. Ticaret Odası istatistiklerine göre 1901 yılının ilk altı ayında limana giren pamuklu, yünlü, ipekli, keten vb. tekstil mamullerin toplamı (Buna metre ve kg. cinsinden gelenler dâhil değildir.) 313.058 topa ulaşmıştı. Hâlbuki aynı yıllarda sadece Aydın ve Sarayköy'de üretilen dokuma mamullerinin 450.000 topa ulaştığını biliyoruz. Buna, tezgâh sayısı 1.500’e ulaşan Buldan dokumacılarının ürettiği ürünler dâhil değildir. Kaba bir hesapla sadece Buldan’da üretilen dokuma miktarının Aydın ve Sarayköy’ünde üretilenlerin toplamına ulaştığı sonucuna varılabilir. Kaldı ki, limana gelen tekstil ürünlerinin tamamı sadece bölge halkının ihtiyaçları için değil, aynı zamanda Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki halkın ihtiyaçları için de ithal ediliyordu[93]. 1910 yılı itibarıyla bölgedeki tezgâh sayısını 9.350 olarak tahmin eden Eldem’in hesaplamalarına göre, bu tezgâhlarda yaklaşık olarak 26.000.000 metrelik dokuma yapılıyor ve bu ürünlerin toplam değeri 57.000.000 kuruşa ulaşıyordu.
Ticaret Odası istatistikleriyle bölge yıllıklarının verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, bölgede yapılan üretimin tamamı iç piyasaya yönelik değildi. Limana gelen ve giden malların dökümünden anlaşıldığı kadarıyla, bütünüyle çöktüğü düşünülen bu sektörün hala ayakta durmaya devam ettiği görülüyor.
Yukarıda verilen bilgiler, ülkenin dünya-ekonomiyle en sıkı irtibat kurduğu bu batı bölgesinde, yerli üreticilerin, tekstil sahasında piyasayı bütünüyle Avrupa’dan gelen pamuklu ve yünlü tekstil ürünlerine terk ettiği yönündeki iddiaları büyük ölçüde temelsiz bırakıyor denebilir[94]. Burada bahsedilen ürün ve üretim merkezleri daha çok piyasa için üretimi yapılan mamullerle bunların üretildiği yerlerdir. Bir de piyasa için değil de halkın kendi ihtiyaçları için ürettiği geçimlik mamuller vardır. Son derece sınırlı gelir kaynaklarına sahip bölge halkının, bu imkânlarını bütünüyle batının harcıâlem tekstil mamullerine sarf etmek yerine, kendi ürettiği el işi doku-maları tercih etme ihtimali akla çok daha yatkın görünüyor. Bu tarz üretim biçimlerinin boyutları, piyasaya yönelik olmadıkları için, ne vergi memurlarını ne de yabancı tüccarı fazla ilgilendirmiş olmamalıdır. Dolayısıyla resmi kayıtlarla konsolosluk raporlarında bu tür bilgi ve belgelere rastlanılmayışını tabii karşılamak gerekir[95]. Bunu sadece bölge ile sınırlamak, gerçeği okluğu gibi yansıtmaz. Bu satırların yazarı hem de 1970'li yılların Türkiye’sinde, ev halkının kendi imkânlarıyla ürettiği tekstil mamullerinin birçoğunu, bir önceki neslin yaygın biçimde kullandığını aile büyüklerinden dinlemekle kalmamış, bazılarını bizzat kendisi de kullanmıştır[96].
Bir de hem Müslüman hem de gayrimüslim ahali arasında geleneksel giysileri giymenin çok yaygın bir alışkanlık olarak kalmaya devanı ettiği unutulmamalıdır. Devam eden batılılaşmaya ve batılılaşmanın mevcut davranış ve giyim tarzlarının yok olması anlamına geldiği var sayımına rağmen bu böyle olmuştu (Quataert, 1999: 49). Yirminci yüzyıl başlarında bölgede tenekecilik yapan İzmirli bir Yahudi’yle, yine aynı yıllarda bölgede yaşadığı bilinen orta ve üst sınıflara mensup diğer Yahudilerin giyim tarzlarına bakıldığı zaman bu durum rahatlıkla görülebilir (Nahum, 2000).
Bölge tarımıyla ilgili vardığımız sonuçların en önemlilerinden biri, Türk Müslüman ahalinin piyasaya yönelik tarımsal ürünler içindeki payının gayrimüslim uyrukluların paylarına göre daha düşük olma ihtimaliydi. Bunu destekleyecek dokümanlar, aksini gösteren bulgulardan daha fazla olduğundan, bu durumu veri olarak kabul etnek lazım gelir ve ona gör akıl yürütülürse, işgücünün, özellikle kadın ve genç kızların, mesailerinin önemli bir kısmını evlerimle bu tür dokuma işlerine ayırdığı ileri sürülebilir[97].
1921’de yapılan sayımlarda da hane halkının kendi ihtiyaçları için yaptığı dokuma miktarının, toplam içindeki oranlarının daha yüksek olduğu görülüyor. Gerçi, aralıksız olarak devanı eden savaş yıllarının ülkeyi sosyal ve ekonomik açıdan bütünüyle tükettiği bir dönemin tablosu olan bu rakamlar kriter olmasa bile[98]; öncesi ve geleneği olmayan bir yapının, yani geçimlik olarak sürdürülen el dokumacılığının bîr anda ortaya çıktığı da iddia edilemez. Bu nedenle kökleri çok eskilere dayanan bu geleneğin, geçiminin önemli bir kısmını tarımsal ürünlerden sağlayan bir ülkede, özellikle mevsimlik değişmelere bağlı olarak değişen gelir dalgalanmalarının zorlamasıyla, öneminin göreceli biçimde artıp eksilmesi akla daha yatkın görünüyor[99]. Konumuzla bağlantısı açısından Cumhuriyetin başlangıç yıllarında Bilecik vilayetine bağlı Kurtköy’ünde öğretmenlik yapan bir gözlemcinin izlenimleri ilginçtir[100];
“Bizim köy, kasabaya gitmek için giyecek bir çift ayakkabı, kasabadan köye gelecekleri ağırlamak için bir okka kahve ve şekerinden başka bir şeye para vermez. Köyümüz pancar eker. Bütün tatlı ve şekerleme ihtiyacını bundan hazırlar. Kalanlarını da Uşak şeker fabrikasına satar. Tereyağı dışarı gönderilir. Kendileri haşhaştan aldıkları yağı yerler. Ayrıca Afyon da ekerler. Köyün ortaklama bîr yağhanesi vardır. Köyümüz eskidenberi pamuk ekmektedir. Kadınlar kendi ellerile iğlerde bu pamukları bükerler. İplik yaparlar. Bildikleri otlarla boyarlar. Öyle sanırım ki, evinde tezgâhı olmayan aile yoktur. Kadınlar üstlüklerini, don ve gömleklerini ve çarşaflarını bu pamuktan dokurlar. Terzileri de kendileridir. Erkeklerinin ayaklarındaki dizlikler ve dolaklar, sırtlarındaki kebe ve saltalar hep Kurtköy yünündendir. Kadınlar kendi kirman’larile yün ve yapağıyı iplik haline getirirler ve sonra çulhalıklarında dokurlar.”
Bölge üzerine yapılan bazı çalışmalar, bir sonrakini öncesiyle karşılaştırırken, lonca teşkilatının çözülen yapısı üzerine akıl yürütüp buna göre hüküm verdiklerinden, çok önemli bir noktayı gözden kaçırmışlardır. Tanzimat sonrasında Avrupa rekabetinin lonca teşkilatını elimine ettiği doğrudur. Aynı dönemde bilhassa İzmir ve hinterlandında göreli bir refah artışının olduğu da yadsınamaz. Bu süreç bölgenin demografik yapısını, özellikle İzmir merkez ve kasabalarda önemli ölçüde değiştirmiş ve buna bağlı olarak hem tüketimin niteliği, hem de miktarında farklılaşmalar, hatta artışlar yaşanmıştır. Kritik soru işte bu noktada yoğunlaşmaktadır. Yaşanan bu vb. gelişmeler, bölgedeki yerel zanaatların yeniden yapılanmasını mı, yoksa tamamen tasfiye olması sürecini mi başlatmıştır? Bize göre Avrupa rekabetinin meydan okuması, mukabil iki cevap türüyle karşılaşmıştır. Bunlardan birincisi, geleneksel yapının direnci; İkincisi ise, ülke içinde ecnebi ve gayrimüslim sermayesiyle kurulan küçük ve orta ölçekli sınaî tesislerin imparatorluk içinde canlanmasıdır.
Geleneksel yapının direnci; loncaların çözülmesi ve batılı standartlarda yeterli teknolojik seviye ve sermaye birikimine ulaşamayışına rağmen, daha farklı bir biçimlenme ile birikimlerini bir sonraki nesle aktarmış ve kendi iç dinamikleri ile varlıklarını sürdürmeyi başarmıştı. Bunun en açık kanıtı, bölgede varlığı bilinen çok sayıdaki dokuma tezgâhının günden güne artarak bölge ve bölge dışı ihtiyaçların önemli bir bölümünü karşılamasıdır.
Avrupa mamulleri karşısında daha fazla direnemeyen lonca teşkilatının bıraktığı boşluğu dolduran ve ithal mallarla rekabete girişen ikinci dalga, gayrimüslim tebaa ile yabancı sermayenin bölgede yaptığı yatırımlardır. Batılı mamullerin iç piyasa üzerinde hâkimiyet kurma isteklerine karşı koyma diye nitelendirilebilecek bu ikinci tepkinin yöntemi, birinciden farklı olmuştur. Bu tepkinin izlediği yöntemi, bir anlamda, geleneksel değil modern olarak tavsif etmek mümkündür. Burada özellikle Rum sermayesi üzerinde durmak gerekir. Bölgede 1850 ile 1910 yılları arasında sadece Rum sermayesinin irili ufaklı çeşidi büyüklükte 2.000 kadar sınaî tesis kurduğu biliniyor. Bunların büyük çoğunluğu, (1.508) 1880 ile 1910 yılları arasında kurulmuştu. Gerçekten de bir tahmine göre[101], bölgede küçük ve orta ölçekli olduğu kadar, manüfaktür ve ev endüstrisini de içeren 5.308 sınai tesisten 4.008’i Rumların denetiminde bulunuyordu (Exertzoglou, 1999: 96).
El dokumacılığının yaygın olduğu yerlerde azınlık nüfusun yerli ahaliye göre daha az bulunması, ilgili sektörde kimlerin etkili kimlerin etkisiz olduğunu açıkça ortaya koymuş bulunuyor. Günümüzde de etkinliğini sürdüren Denizli dokumaları, muhtemelen bu geleneğin bir devamı olmalıdır.
Küçük ve Orta Ölçekli Endüstri ile Ticari ve Finansal Gelişmeler
Tanzimat sonrası yapılan düzenlemeler ve ülkenin dünya pazarlarına açılması; geleneksel üretim biçimleri, özellikle lonca teşkilatının olumsuz yönde etkilenmesine sebep olurken, çoğu yabancı sermaye tarafından kurulan yeni sınaî ve ticari birtakım firmanın da faaliyete geçmesine zemin hazırlamıştı. Bunda özellikle Rum sermayesinin etkili olduğu anlaşılıyor[102]. İzmir’de toplam sayıları yirmi dokuzu bulan ve çoğunun buhar gücüyle çalıştığını bildiğimiz un, demir, kereste, buz, ispirto ve meşrubat fabrikasının tamamı ecnebi ve gayrimüslim tebaaya ait sermayenin elindeydi (Aydın VS, 1313: 144-145). İzmir dışında toplam sayısı elli altıya ulaşan muhtelif büyüklükteki fabrika sahiplerine bakıldığında, azınlık ve yabancı sermayesinin etkisi burada da görülüyor. Bergama’da Hacı Hüseyin Ağanın günlük kapasitesi 600 kantar olan pamuk fabrikası, Tire’de âtıl vaziyette bulunan Hacı Ali Paşanın zeytin tağsirhanesi, Manisa’da İzmirli Uşâkizâde Sadık Beyin pamuk fabrikası, Denizli’de Mustafa Efendi, Hacı Sadık ve vereseleri ile İzzetin Ali Paşaya ait un fabrikaları dışındaki bütün fabrikalar yabancılara aitti. Bu fabrikalardan on yedisi pamuk, on dokuzu un, sekiz tanesi hem pamuk hem un, ikisi zeytinyağı, dördü meyan balı, biri içki, ikisi kerseste diğer üçü ise pamuk, un ve zeytinyağı üretimini müşterek olarak yapan fabrikalardı[103]. Bölgedeki fabrikaların büyük bölümü, yukarıda da belirtildiği gibi buğday ve pamuğun işlenmesi işini yapabilecek donanıma sahipti (Kurmuş, 1974: 135 vd.).
Ucuz İngiliz ithal mallarının rekabetine rağmen, Manisa ve Ege adaları gibi geleneksel tekstil mamullerinin merkezi olan yerlerde pamuk ve yün ipliği üreten fabrikalar, yirminci yüzyılın başlarında sayıca artmaya devam etmişti. Rumlar özellikle bu sektördeki mahalli dokuma endüstrisinin merkezlerinde hâkim duruma geldiler. Yiman ve Osmanlı Rumlarına ait bu fabrikalar, aynı zamanda şehirdeki diğer faaliyetlerini de devam ettiriyorlardı. Rumların artan rekabetine rağmen batılı sermaye, özellikle bu sektörde, etkinliğini devam ettirmeyi başarmıştır. Bölgede İngilizlerin ülkelerinden getirdikleri iplikleri boyamaya yönelik faaliyet gösteren işyerleri de vardı. İplik eğirme fabrikasının başı olan Belgian Compagnie Industrielle de Filature et de Tissage du Levant, bölgenin toplam iplik talebinin üçte ikisini tek başına karşılayabiliyordu (Syrett, 1999: 32).
Kırtasiye ve matbaacılık sektöründe de yabancı ve azınlık sermayesinin belirleyici olduğu söylenebilir. İzmir merkezde faaliyet gösteren matbaaların büyük çoğunluğu azınlık ve yabancı sermayesinin denetimindeydi. Sadece Vilayet Matbaası ile İbrahim Refik Bey’e ait matbaalar, Türkçe’den başka baskı ve yayım yapmazken, diğer matbaaların tamamı (buna Türklerin işlettiği matbaalar da dâhildir) ya her lisanda, ya da belli bir lisanda baskı ve yayım yapmayı tercih etmişlerdi. Matbaalarda baskıya verilen gazete ve broşürler Türkçe, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, İbranîce, Rumca ve Ermenice olarak çeşitli dillerde baskı yapıyordu. Toplam sayısı otuz dokuzu bulan matbaalardan on beşinin sahibi Rum, altısının Türk, geriye kalanlarının sahipleri ise Ermenilerle ecnebi tâbiiyetine mensup diğer milledere aitti (Aydın VS, 1326: 209-212).
Gıda, dokuma, demir, kereste vb. sektörlerde olduğu gibi, finans sektörüne de yabancı ve azınlık sermayesi hâkim olmuştu. İzmir’de tamamını azınlık ve yabancıların oluşturduğu otuz dokuz banker bulunuyordu. Bank-i Osmanî, Fransız Kredi Lione, Karaman Mayıntı ve Şürekası, Penâyot Aleksandro, Enağınustupilo ve Şürekası, Antonupilo ve Şürekası, Lionida Arslanoğlu, Con M. Boskoviç, Dimostini Kalenderoğlu, Yani Kareli, Harikopilo, M. Kumyanus, Kotroni, Nikola Fiyorenti, Serkeş Kasparyan, Harudyan Gülbenkyan, Karamir Kardeşler, Yorkiyadi Kardeşler, Hristos İgunumus, Edınon Girer ve Şürekası, Marko Polos ve Ortakları, Aleksandraki Biladerler, Yusuf Oğlu Hira Lambu Efendi şeklinde uzayıp giden isim listesinde bir tane Türk yoktu. Çoğunu Rumların[104] oluşturduğu bankerler arasında, Ermeni sermayesi de önemli bir konuma sahipti (Aydın VS, 1313:165-166). İzmir, erken dönemlerden itibaren sigortacılık gibi fınansal faaliyetlerin de merkeziydi. 1880’li yıllarda İzmir’de, sadece İngilizlere ait, dokuzu gemi ve emtia, on dördü bina ve ev eşyasına yönelik olmak üzere toplam 23 sigorta kumpanyası bulunuyordu. Bina ve ev eşyasına yönelik hizmet veren İngiliz kumpanyalarından ikisi, aynı zamanda hayat sigortası da yapıyordu. Geriye kalan sigorta kumpanyalarını ise İsveç, Fransız, Alman ve Rumlar işletiyordu (Aydın VS, 1303: 74-75; 1312: 187).
Uluslararası ticaret yapan orta ve büyük ölçekli ticari sermaye de gay-rimüslimlerin elindeydi. Sahipleri arasında sadece iki tane Müslüman tüccar bulunan İzmir’deki ticaret evlerinin tamamı gayrimüslim tüccarların elindeydi (Aydın VS, 1313: 166-167). Burada özellikle Rum ve Ermeni tüccar ve aracıların etkisini belirtmek gerekir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar sadece İngiliz tüccarların bölgedeki işbirlikçileri konumunda bulunan Rum ve Ermeni aracılar, bu tarihlerden itibaren kendi bağımsız şirketlerini de kurmaya başlamışlardı. İngiliz tüccarlardan kendi çıkarları oranında bağımsız olmaya yönelik bu gelişmelerin yanı sıra, işbirlikçi gayrimüslim tebaa İngilizlerle olan ilişkilerini devam ettirmiştir. Böylece Batı Anadolu’nun her köşesinde hem kendi, hem de İngilizler hesabına iş yapan Rum ve Ermeni ticaret evleri mantar gibi gelişmeye başladı. 1893 yılında sadece Aydın’da hem kendi hem de İngilizler hesabına iş yapan otuz dört Rum ve Ermeni tüccar bulunuyordu. Bu tüccarların sayısı Tire’de on iki, Nazilli’de dokuz, Ödemiş’te beş, Söke’de dört ve İzmir’de doksan yediye ulaşmıştı (Kurmuş, 193). Ticaret üzerindeki belirleyici etki sadece Rumlarla sınırlı değildi. Ermeni cemaati de bu alanda giderek etkinliğini artırdı (Augustinos, 1997:171-172). On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı ve Batı arasında yapılan İzmir’in uluslar arası ticaretinin % 40 ila 50’sini Rum tüccarlar kontrolleri altına almışlardı. Rumlar benzer yüzdeye üretiminde uzmanlaştıkları incir, kuru üzüm ve zeytin gibi alanlarda da ulaşular. Bu cemaat aynı şekilde tekstil, şarap ve likör ticaretinde de üstün duruma geldi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren, Avrupa’dan getirilen tekstil mallarının hem ithalatçıları hem de İzmir ve Anadolu’daki genel dağıtıcıları olarak, bu sektördeki liderliği de ellerine geçirdiler. Bu alanlarda Ermeni ve İngilizlerle güçlü bir rekabete giren Rum sermayesi, 1905’te şehirdeki tüm şarap ve likör dükkânlarının üçte ikisinden fazlasına sahip olmakla kalmadı, aynı dönemde şarap ve likör imalathanelerini de denetimi altına aldı (Syrett, 1999: 19).
Sonuç
İmparatorluğun en uzun yüzyılı olduğunda hiç şüphe olmayan bir dönemin belli bir bölümünü kapsayan bu çalışma, uzun olduğu kadar da çetrefilli bir diğer konusunu, gayrimüslim ve ecnebi sermayenin ilgili dönemde Batı Anadolu’daki etkinliklerini mercek altına almaya çalıştı. Daha önce yaptığımız başka bir çalışmada, Türk bağımsızlık savaşının hemen sonrasında ecnebi ve gayrimüslim sermayesinin bölgedeki etkinliğinin çok yakın geçmişiyle kıyaslanamayacak biçimde azaldığı sonucuna varmışuk. Oysa bu çalışmanın ulaştığı sonuçlardan açıkça görüldüğü üzere, bölgedeki gayrimüslim ve ecnebi sermayesi, özellikle geleneksel olmayan biçim ve içerikteki alanlarda, bölgenin asli unsurlarını bütünüyle dışanda bırakacak bir etki ve büyüklüğe ulaşmıştı. Gayrimüslim tebaaya ait sermaye, özellikle Rum ve Ermeni cemaatinin denetiminde bütün bölgeye yayılmıştı. Yahudi cemaatinin etkisi ise, ötekilere oranla göreceli olarak daha azdı.
Tanzimat sonrası girilen modernleşme arayışları ve bunu izleyen bir dizi karar ve dünya kapitalizminin etkisiyle birlikte, geleneksel üretim kalıplarının, özellikle lonca teşkilatının çözülmesi; ecnebi ve gayrimüslim tebaaya ait sermayenin sadece modern sanayi üretimindeki etkisini artırmakla kalmadı, tarımsal üretim mekanizmasında da katma değeri ve verimliliği yüksek alanlara yönelmesine imkân sağladı. Bu haliyle bakıldığında hem tarımsal hem de endüstriyel alanda küçük ve orta ölçekli, ara sıra da büyük ölçekli modern işletmelerin hemen tamamında ecnebi ve gayrimüslim tebaaya ait sermayenin kontrolü ele geçirdiği rahatlıkla ifade edilebilir.
İmalat sektöründe olduğu gibi, tarımsal üretimde de geleneksel yöntemlerle üretim yaptığı görülen Müslüman ahalinin, zaten yeterli olmayan tarımsal üretim gelirlerini, bütünüyle yabancı mamullere sarf ettiğini söylemek abartılı olabilir. Müslüman ahalinin büyük çoğunluğu gerek tarımsal üretimde, gerekse bazı imalat dalları ve özellikle tekstil sektöründe geçimlik ev ekonomisinde uzmanlaşmış bulunuyordu. Katma değeri yüksek alanlardaki tarımsal üretimde kontrolü ecnebi ve özellikle Rum azınlıklara kaptıran Müslüman ahali, pazara yönelik tanmsal üretimde de tefecilerin denetimine girmişti[105]. Dolayısıyla bölge halkının birincil mallarda uzmanlaşarak, gelirlerinin önemli bir kısmını Batı’nm tekstil mamullerine harcadığı iddiası askıda kalıyor. Kaldı ki, ilgili dönemde pamuklu, yünlü ve ipekli tekstil üretimindeki geleneksel el üretim biçimlerinin gerileme değil, ilerleme kaydettiği görülüyor. Bölgeye giren ithal malı tekstil ürünleriyle el tezgâhlarında üretilen mamullerin karşılaştırmalı bir analizi yapıldığında görülen durum da sonucu değiştirmiyor.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve kolonyal bir dönem yaşamadıkları halde sanayileşmelerini tamamlayamayan ülkelerin, neden bu süreci başarıyla sonuca ulaştıramadıkları sorusu, işte tam da bu bağlamda önem kazanıyor. İlgili dönem ve sonrasında ülkede giderek etkinliklerini artıran Rum ve Ermeni burjuvazisi, sadece pazar mantığının taşıyıcı ve dönüştürücüleri olarak değil, aynı zamanda merkezi bürokrasiyi endişelendirecek boyutta emperyalizmin içerideki destekçileri olarak da görülüyorlardı (Keyder, 1993: 92-93). Daha sonra ortaya çıkan gelişmeler, bu tür endişeleri haklı çıkarmıştır. “Savaş başladığında reformcu bürokrasi, hem emperyalist baskıdan kaçabilmek için azınlıkları nötralize etmek, hem de dış baskıların içerideki desteği olma tehlikesi taşımayan yeni bir ayrıcalıklı gurup bulma ihtiyacıyla aynı anda karşılaştı. Bunların Rum ve Ermenilerden olması beklenemezdi. Bu tanıma Müslüman Türk tüccarlarla Yahudi işadamları uyabilirdi.” Savaş sonrasında Rum ve Ermeni azınlıkların ülke dışına çıkarılması, sadece sosyal ve siyasi sonuçlar doğurmadı; daha da önemlisi, bunun ekonomik sonuçlarıydı. Savaş öncesinde bütün bir bölgede fabrika sahibi sadece dört Türk bulunurken, savaş sonrasında bu tablonun tamamen değiştiği görülüyor[106].
Yeni durumun bir tek anlamı vardı. Türkiye’nin Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar ekonomik alanda özel sektör eliyle kazandığı bütün birikimleri, berhava olmuştu. O güne değin, yabancı sermaye ile bazen el ele bazen de karşı karşıya işbirliği ve mücadele eden bu gruplar, bölgede üretilen artı değerin çok önemli bir kısmına el koyarak, hiç de azımsanamayacak bir sermaye birikimine ulaşmışlardı. Bölge halkı ise, aynı gruplarla onların işbirliği halinde oldukları yabancı sermaye tarafından yarı proleter üreticiler haline getirilmişti. Yeni dönemle birlikte ülke dışına çıkmak zorunda kalan Rum ve Ermeni burjuvazinin yerini, bundan böyle yerli burjuvazi alacaktır.
EKLER