Bu çalışma, XVII. ve XVIII. yüzyılların belirli dönemlerinde yaşamış beş Diyarbekir voyvodasının mal varlıklarına ait envanterler olarak da tanımlayabileceğimiz, muhallefât kayıtlarından hareket ederek, Osmanlı taşrasındaki mali-idari bir görevlinin elde ettiği yönetim ve vergi toplama hakkının, yaşam standardının belirlenmesine katkı sağlayıp sağlamadığı ve başka ekonomik faaliyetlere imkân tanıyıp tanımadığı hakkında bazı tespitlerde bulunmayı amaçlamaktadır. Ayrıca Osmanlı taşrasında eyalet içinde daha önce taşra hazine defterdarlıklarının yönetiminde olan havâss-ı hümâyûn gelirlerinin ana nüvesini oluşturduğu, mekân ve gelir kaynakları çeşitliliği açısından geniş bir alan üzerine oturarak, hem bir mali-idari yapıyı hem de bir gelir kaynağını ifade eden, Diyarbekir voyvodalık mukataasının yöneticisi ve işleticisi olan voyvodalara odaklanmaktadır. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda devletin artan nakit ihtiyacını karşılamak üzere geliştirdiği mali uygulamalar, Osmanlı taşrasında bazı yeni açılımları da beraberinde getirmişti. Bunlar arasında konumuzla doğrudan ilgili olanlar, iltizam sisteminin sınırlarının genişlemesi ve sonrasında ise malikâne sisteminin yürürlüğe konması idi. Voyvodaların hem XVII. yüzyıldan hem de XVIII. yüzyıldan seçilmesi, aynı zamanda birbiriyle bağlantılı bu uygulamaların yarattığı yeni şartların, bu görevlilerin üstlendikleri rolü nasıl biçimlendirdiğini izlemek açısından büyük bir öneme sahiptir. Çalışmaya konu olan voyvodalar -kayıtların tarihi esas alınarak sırasıyla- Kürd Mehmed Ağa (1673)[1] , Uzun Ali Ağa (1695) [2] , Halil Ağa (1730) [3] , Sem’an-zâde Ahmed Ağa (1765) [4] ve Şeyh-zâde Seyyid İsmail Ağa (1785-86)[5] ’dır.
Voyvoda adı verilen ve çeşitli ihtiyaçları karşılamak üzere, pek çok alanda hizmet eden bu görevlilerin ortak noktaları, taşrada görev yapmaları ve vergi toplamaları idi. Ancak bulundukları yerler itibariyle farklı sorumluluklar yüklenebilen voyvodaların, Osmanlı sistemi içerisinde karşılaştırmalı bir değerlendirmesinin yapılması, bu araştırmanın kapsamını aşmaktadır. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Osmanlı sisteminde görev alan voyvodalar hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. XV. ve XVI. yüzyıllarda eyalet yöneticilerinin kendileri olmadığında, eyaleti yönetmek ve kendilerine ait has gelirlerini toplamak için atadığı vekil görevlilere, voyvoda veya subaşı denilmekteydi. Bunun yanında havâss-ı hümâyûn ve paşmaklık gelirlerinin toplanması da voyvodalar tarafından yapılmaktaydı[6] . Sancak ve eyalet mutasarrıflarının, kaza ve kasaba ölçeğinde topladıkları gelirlerin tahsili işi de, kendi maiyetlerinden ya da yerel ahaliden seçtikleri voyvodalar[7] tarafından yürütülmekteydi. Diğer taraftan XVI. yüzyılın ortalarında vakıfların gelirlerinin toplanmasında da, çoğunlukla vakıf sahipleri tarafından vakfa ait köylerde oturan kimselerden tayin edilen, voyvodalar kullanılmaktaydı. XVI. ve XVII. yüzyıllarda Anadolu ve Rumeli’deki büyük aşiretlerin vergilerini toplamayı, iltizamla üzerine alan mültezimler de voyvoda olarak anılmaktaydı. Yeni-il, Yüzdepare, Mardin, Zile ve Halep’teki bazı aşiretlerin vergileri voyvodalık üzere iltizama verilmekteydi[8] .
XVII. yüzyılla beraber, Osmanlı Devleti’nde yaşanan uzun süreli savaşlar, kıtlık ve siyasal istikrasızlığın getirdiği yeni dönem, vergi toplama usullerinde de birtakım yeni eğilimleri beraberinde getirmekteydi. Bunlar arasında yer alan iltizam sisteminin yaygınlaşması, merkezi hazine için yeni kaynaklar bulunmasını zorunlu kılmakta ve dirlik alanları da bu uygulama dâhiline alınmaya başlamaktaydı. Aynı eğilimin bir parçası olarak, özellikle havâss-ı hümâyûn gelirleri, sorumlu görevlilerin -taşra hazine defterdarları- etkin olmayan yönetimlerinin de etkisiyle öne çıkmaktaydı. Bahsedilen bu gelirler, mîrî mukataa statüsüne alınmakta ve tasarrufu için iltizam ve malikâne sistemleri tercih edilmekteydi. Bu şekilde eyalet içinde, havâss-ı hümâyûna tahsis edilen ve dağınık halde bulunan merkezi hazineye ait gelirler, bir bütün olarak geniş ve katmanlı bir vergi kaynağı haline getirilmekteydi. Dolayısıyla devlet, her bir gelir kaynağı için, tek tek mültezimlerle uğraşmaktansa, kendisine tek bir kişiyi, yani aynı zamanda bir mültezim de olan voyvodayı muhatap olarak almaktaydı[9] . Böylece eyalette, daha çok bir önceki dönemin havâss-ı hümâyûn gelirleri üzerinde şekillenen Diyarbekir voyvodalık mukataası, eyaletteki köy ve mezralardan, çeşitli üretim ve ticarete dayalı faaliyetlerden ve aşiretlerden alınan vergilerden oluşan geniş bir alanı kapsayarak, eyalet içinde yeni bir mali-idari yapının örneğini oluşturmaktaydı.
Diyarbekir’deki havâss-ı hümâyûn gelirlerinin mîrî mukataa statüsüne getirilip, voyvodalık üzere iltizamen işletilmesi dönemi, XVII. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenmekteydi[10]. Diyarbekir voyvodalık mukataası, neredeyse XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar iltizamla işletilmiş ve bir mültezim olan voyvodanın yönetim ve işletiminde bulunmuştu. Bu dönemde voyvodalar, iltizam şartları gereğince kefil göstermek ve hazineye bir peşîn ödemek şartıyla mukataayı tasarruf ederler ve bundan kâr elde etmeyi beklerlerdi. Diyarbekir voyvodalık mukataasının işletim usulünde yaşanan değişiklikle beraber, voyvodalar için de işin rengi değişmeye başlayacaktı. 1695 yılında yürürlüğe konan malikâne uygulaması, gelir kaynaklarının ömür boyu süreyle kişilerin tasarrufuna verildiği, devletinse bu gelir kaynağından elde edeceği ileriye dönük vergileri, yüklü bir peşin şeklinde alarak, nakit sıkıntısı çeken merkezi hazineyi rahatlatmayı amaçladığı bir usuldü. Malikâne sisteminin başlangıçta Diyarbekir voyvodalık mukataasının bütününe uygulanmadığı, yalnızca kendisini oluşturan gelir kaynaklarının uygulama kapsamına alındığı belirtilmelidir. Böylece voyvodalık mukataasının, malikâne uygulamasına dâhil edildiği 1737 yılından itibaren artık voyvodalar, mukataayı iltizamla tasarruf eden ve işleten mültezim kimliklerinden, voyvodalık mukataasına yatırım yapan malikâne sahiplerinin bir yıllığına –iltizam şartlarıyla- tayin ettiği ve mukataa ile kendileri arasında, gelirlerin toplanması ve ilgili yerlere ulaştırılmasından sorumlu tuttuğu aracı görevliler haline dönüşmüşlerdi[11]. Yüzyılın sonlarına doğru ise malikâne sahiplerinin -muhtemelen- devreden çıkartıldığı ve devletle voyvodanın, iltizam sözleşmesi dâhilinde yeniden doğrudan doğruya karşı karşıya geldikleri yeni bir dönem başlayacaktı. Böylece malikâne uygulamasının, voyvodaların göreve geliş şeklini büyük ölçüde etkilediği anlaşılmaktadır.
İncelediğimiz voyvodalar arasında Kürd Mehmed Ağa, Uzun Ali Ağa ve Halil Ağa, malikâne öncesi voyvodalarıyken; Sem’an-zâde Ahmed Ağa ve Şeyh-zâde İsmail Ağa malikâne sonrası voyvodalarıydılar. Yani malikâne öncesi dönemde, mukataanın kârı doğrudan kendilerine kalmaktayken; malikâneden sonra gelir zincirine, malikâne sahipleri de girmekte ve mukataanın kârı daha fazla kişi tarafından paylaşılır hale gelmekteydi. Vergi toplama usulündeki bu değişim, beraberinde iki soruyu akıllara getirmektedir. Bunlardan ilki, malikâne öncesi voyvodalarının, mukataayı işleterek elde ettikleri geliri başka yönde kullanıp kullanmadıklarıdır. İkincisi, malikâne sonrası voyvodalarının, elde ettikleri kârlarının azalması ve bir yıllığına görevlendirilen kişilere dönüşmeleriyle, bu itibarlı görevi yürütüyor olmalarının yarattığı uygun zeminde, başka ekonomik faaliyetler için imkân bulup bulamadıklarıdır. Bu sorulara verilecek cevaplar için en önemli kaynaklar, voyvodaların yaşamlarına tanıklık eden, mal varlıklarının kaydedildiği muhallefât kayıtlarıdır.
Tereke, metrukât veya muhallefât olarak adlandırılan ve çeşitli açılardan değerlendirmeye tabi tutulan muhallefât verileri, kişinin kendi hayatıyla olduğu kadar, yaşadığı döneme ilişkin de önemli bilgiler sağlayabilmektedir[12]. Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi çalışmalarında araştırmacılar tarafından sıklıkla kullanılan bu kaynak serisinde, ölen kişilerin kişisel hayatları, medeni halleri ve aile yapıları hakkında veriler bulunabileceği gibi; hayatları boyunca tasarruflarında bulunan her türlü giyim ve ev eşyası, mobilya ve mutfak takımları, kiler mevcudu, ev, bağ, bahçe ve değirmen gibi taşınmaz malları, köylerdeki çiftlik, bina ve araçları ile hayvanlarının cins ve miktarları, ambarlarda bulunan veya tarlalarda ekili tahılın miktar ve çeşitleri, atölye ve ticarethanelerindeki aletlere veya ticari mallarına ait detaylı verilere de ulaşılabilmektedir. Bu veriler sayesinde, belirli bir dönemde ve bölgede toplumun çeşitli grupları arasında servet dağılımı ve bunun mahiyeti gözlenebileceği gibi, maddi kültürün niteliği, hayat, konfor ve lüksün seviyesi, silahların ve elbiselerin çeşitleri, üretim vasıta ve kapasiteleri, kredi şekilleri gibi[13], servetin nasıl kullanılacağı yönünde de bilgi sahibi olunabilmektedir.
Osmanlı Devleti’nde, Fatih döneminden itibaren, ihanet ya da devlet malını zimmetine geçirmek gibi suçlar nedeniyle kul sisteminin bir tezahürü olarak, devlete hizmet eden çalışanların mal varlıklarına, müsâdere[14] adı verilen usulle el konulabilmekteydi. Dolayısıyla kişinin başlı başına Osmanlı padişahının kulu olması, mallarına el konulmasında önde gelen gerekçelerden biriydi. Bunu meşrulaştıran en önemli dayanak, kişinin elindeki serveti ve zenginliği, yürüttüğü devlet hizmeti dolayısıyla elde ettiğine inanılmasıydı. Mal varlığına el konulan kişiler açısından, daha çok ceza ya da verilmiş olan bir cezayı kuvvetlendirme şeklinde, negatif bir algıyı ortaya koyan müsâdere usulünün gerekçelerinin, XVIII. yüzyıla gelindiğinde daha da arttığını görmekteyiz. Bunlar arasında emirlere itaatsizlik, toplum ve ordu içinde karışıklığa sebep olmak, sefer dönemlerinde isteksizliğe yol açmak, casusluk gibi devlete ve topluma karşı işlenen suçlar ile özellikle taşra yöneticilerinin halka eziyet etmeleri yer almaktaydı. Ayrıca ilgili kişinin “servet ve yesâr” sahibi olması da, mal varlığına el konulmasının önemli bir gerekçesi veya bir nevi bahanesi olarak gösterilebilmekteydi[15]. Bunun yanında Osmanlı hukukuna göre, vârissiz ölen kişilerin malları, devletin malı sayıldığı için bunlara devlet tarafından el konularak Osmanlı hazinesine alınması meşru bir uygulamaydı. Ayrıca kişinin devletle ilişkisi, yani mîrî ile hesabı varsa -görevi esnasında olmasa bile- daha sonrasında servetine el konulabilmekteydi[16]. Ele aldığımız beş voyvodadan dördünün –Kürd Mehmed Ağa, Uzun Ali Ağa, Sem’an-zâde Ahmed Ağa ve Şeyh-zâde İsmail Ağa- mal varlıklarına el konulmasının temel nedeni, devlete olan borçları idi. Kayıtlarda mahiyeti belirtilmemekle beraber bu borçlar, voyvodalık mukataasını işlettikleri ve voyvodalık görevini icra ettikleri süre boyunca taahhüt ettikleri ödemeyi zamanında yapamamaları nedeniyle oluşan borçlardı. Buna karşılık geriye kalan diğer voyvoda Halil Ağa’nın mal varlığına el konulmasına ilişkin gerekçe, kayıtlarda açık değildir. Ancak Halil Ağa, daha önce Diyarbekir voyvodalığı yapmış bir kişi olup, vefat ettiğinde Mısır Valisi Vezir Abdullah Paşa’nın kethüdası idi[17]. Dolayısıyla –yukarıda bahsedilen gerekçelere de uygun olarak- devlet hizmeti yerine getirdiği için, mal varlığına el konulmuş olması muhtemeldir.
Çalışmanın ana kaynağı olan voyvodaların muhallefât kayıtlarının mahiyetini ve özelliklerini tespit etmek, ilgili kaynağa ait verilerin daha verimli değerlendirilmesini mümkün kılacaktır. Genel müsadere işleminde, mal varlığını oluşturan unsurların tespiti, mübaşir, yardımcı görevliler ve ilgili yerin kadısı veya ayanı, zaman zaman da bilirkişiden (dellal, ehl-i hibre) oluşan bir grubun huzurunda yapılırdı. Kontrol kolaylığı ve birbirlerine karışmalarını önlemek için, malların bulunduğu yer esas alınarak kaydedilir ve tekrar yerine bırakılırdı. Böylece merkezden tayin edilen görevlilerin bizzat ve şahitlerle beraber tarif ettiği mal ve eşyaların kayıtlarından oluşan muhallefât defteri adı verilen bir defter düzenlenirdi. Bu defter merkeze gönderilerek, menkul ve gayrımenkul malların akıbeti konusunda verilecek karar beklenirdi[18]. Devlet, çoğunlukla malların bir kısmının mahallinde açık arttırma ile satılarak bedelinin gönderilmesini, bir kısmının da İstanbul’a getirilerek, burada açık arttırma ile satılmasını isterdi[19]. Eğer malların mahallinde satılmasına karar verilmişse, satılan mallar için bir fürûht defteri düzenlenir ve satıştan elde edilen meblağ ile beraber İstanbul’a gönderilirdi[20]. Muhallefât defterlerinde, mal varlığını oluşturan unsurlar ve bunların tahminî değerleri bulunurken, fürûht defterlerinde, bunların açık arttırma sonucundaki satış bedelleri yer alırdı. Devlet, zapt edilen bütün mal varlığının yer aldığı muhallefât defteri ile mahallinde satılanların yer aldığı fürûht defterini karşılaştırarak kontrol eder ve herhangi bir suiistimale izin vermemek için, bu hususa büyük özen gösterirdi. Dolayısıyla her iki kayıttaki verilerin birbirini tutması beklenirdi[21].
Bu bilgilerden hareketle, incelenen voyvodalara ait kayıtların tamamının, esas defter yani muhallefât defteri olduğunu söylemek zordur. Kürd Mehmed Ağa’ya ait kayıtlar, mal varlığının yalnızca tespit ve yazım aşamasının yapıldığını gösteren bir muhallefât defteri niteliğindedir. Ancak malların tahminî değerlerinin verilmesi ve satışı yapılmamıştır. Defterin İstanbul’a gönderilmesinden sonra üzerine düşülen kayıtta, eşyaların mahallinde satılmasına ve elde edilecek meblağın borcuna karşılık olmak üzere hazineye teslim edilmesine karar verilmişti. Uzun Ali Ağa ve Halil Ağa’ya ait kayıtlarda geçen, “fürûht olunan eşyası defteri” ifadesinin de belirttiği üzere; bunlara ait kayıtlar, birer satış defteri niteliğindedir. Her ikisinin de eşyaları, sûk-ı sultânîde[22], yani Osmanlı kanunlarının geçerli olduğu -ancak hangisi olduğu belirtilmeyen- şehrin çarşısında satılmıştı. Burada Uzun Ali Ağa’nın kaydının altında Edirne kadısının imzasının olması, kendisinin Edirne şehrinde vefat ettiğini ve muhtemelen ikamet ettiğini de gösteren güçlü bir delildir. Buna karşılık Halil Ağa’nın mal varlığının nerede bulunduğu ve satışının nerede yapıldığına ilişkin eldeki veriler daha sınırlıdır. Yapacağımız değerlendirmeler tahminden öteye geçemeyeceği için, bu husus hakkında herhangi bir şey söylemekten kaçınmaktayız. Sem’an-zâde Ahmed Efendi’nin kaydında ise “tahrîr olunan eşyasının defteridir” denmesi, onun bir muhallefât defteri niteliğine sahip olduğunu göstermektedir. Şeyh-zâde İsmail Ağa’nın kayıtlarının da, mal varlığının yer belirtilerek yazılmasından yola çıkarak, bir muhallefât defteri özelliğinde olduğu anlaşılmaktadır[23]. Dolayısıyla incelememize üç muhallefât defteri ve iki fürûht defteri konu olmaktadır.
Muhallefât Verilerinin Değerlendirilmesi
Şeyh-zâde İsmail Ağa dışındaki voyvodaların muhallefât verileri, benzer özellikler göstermesi nedeniyle ortak bir çerçevede ele alınmıştır. Ancak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Cevdet Adliye Tasnifi belgeleri arasında 814 numara ile kayıtlı, 10 parçadan oluşmuş bir belge grubuna[24] ulaşılması, İsmail Ağa’ya ait verilerin bu bölümden ayrı değerlendirilmesine neden olmuştur. Çünkü bu belgeler, onun yalnızca mal varlığını göstermekle kalmamakta aynı zamanda bunlara el konulmasına dair kapsamlı bir işlem trafiğini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda muhallefât verileri yanında, sürdürdüğü voyvodalık görevi sebebiyle, malikâne uygulamasının voyvodalıkla ilişkisini açıklamaya imkân verecek başka belgeler de üretilmiştir. Böylece muhallefât verilerini destekleyecek farklı kaynak gruplarının varlığı, voyvoda profilinin daha belirgin hale gelmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Her ne kadar İsmail Ağa’ya ait belgeler, ayrı bir başlık altında değerlendirilecek olsa da, Diyarbekir voyvodaları hakkında yapılacak genel değerlendirme ve sonuçtan ayrı düşünülmeyecektir.
Kürd Mehmed Ağa ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın kayıtları, mal varlıklarının değeri hakkında bilgi vermemektedir. Ancak Uzun Ali Ağa ve Halil Ağa’nın mallarının satışı yapıldığı için, muhallefâtlarının değeri tespit edilebilmektedir. Uzun Ali Ağa’nın muhallefâtının değeri, 105.040 akçe olup, bunun %10’unun masraflara çıkarılmasıyla, 100.040 akçelik bir değere ulaşılmıştı. Muhallefâtın genel dağılımı şöyleydi: üç kalem[25] kumaş, 980 akçe; bir kalem kürk, 5.510 akçe; 10 kalem giyim eşyası, 7.500 akçe; 52 kalem mutfak eşyası, 17.165 akçe; 12 kalem at koşum takımı unsurları, 17.230 akçe; 41 kalem ev eşyası, 17.510 akçe ve 14 kalem silah, 31.095 akçe olarak kaydedilmişti. Halil Ağa’nın muhallefâtının, satışlar sonucu 897.039 akçe[26] değerinde olduğu anlaşılmaktadır. Muhallefâtı oluşturan unsurların bir kısmı şöyleydi: sekiz kalem mutfak eşyası, 10.231 akçe; üç kalem mücevher, 33.250 akçe; 15 kalem giyim eşyası, 37.035 akçe; 30 kalem çeşitli türlerde kumaş, 54.466 akçe; 40 kalem ev eşyası, 66.520 akçe; 52 kalem silah, 101.544 akçe; 30 kalem at koşum takımı unsurları, 250.773 akçe ve 16 kalem kürk, 299.785 akçe olarak kaydedilmişti. Halil Ağa’nın mal varlığının en değerli parçası olan kürkler, satış değerleriyle muhallefâtın neredeyse %30’unu oluşturmaktaydı.
Halil Ağa’ya ait kayıtlar, mal varlığını oluşturan unsurların, kimler tarafından alındığını göstermesi bakımından da dikkate değer veriler içermektedir. Sıradan kimseler olmadıkları tahmin edilen bu kişilerin bir kısmı, bir dükkân sahibi esnaf, bir tüccar, bir mahkeme kâtibi, bir muhasebe-i evvel ile efendi, ağa, çelebi gibi unvanlar taşıyan kimselerdendi. Bunlar arasından Kuddusi Efendi, satın aldığı eşya miktarı ve bunlara ödediği meblağ ile öne çıkmaktadır. Bu eşyalar ve ödenen meblağlar şöyleydi: bir kahve ibriği -1.480 akçe-; incili bir tespih -6.800 akçe-; yedi destar -13.400 akçe-; yedi minder, dört çift yastık, odun, bir amber mangalı ve bir peşkirden oluşan ev eşyaları -19.670 akçe-; iki kılıç, üç vezne, bir çift kubur, bir çift piştov ve bir kılıç bendinden oluşan silahlar -21.890 akçe-; miktarları 14 adet olarak verilmiş şâl, beldari, mehterhânî ve kutni türü çeşitli kumaşlar - 41.015 akçe-; bir rişme, bir kesme, bir raht ve bir rikabdan oluşan at koşum takımı -42.330 akçe- ve altı kürk -148.000 akçe-. Böylece Kuddusi Efendi, toplamda 294.585 akçelik yaptığı alım ile muhallefât bedelinin neredeyse %30’unu, tek başına tayin etmiş gözükmektedir.
Sem’an-zâde Ahmed Ağa, aslında Diyarbekirli olan ancak İstanbul’da kiraladığı bir evde yaşarken vefat etmiş voyvodalardan biriydi. Daha önce yaşadığı ev “Tüfenkhane kurbunda bir hane” olarak tanımlanmaktaydı. Burada iki kalem mutfak eşyası, üç kalem kürkü, beş kalem silahı, beş kalem ev eşyası, yedi kalem giyim eşyası ve dokuz kalem at koşum takımı unsurları kaydedilmişti. Diğer evi ise, Unkapanı (Kapan-ı Dakik) yakınlarında kiraladığı bir evdi. Burada fiziksel tanımı yapılmayan bir yer ve küçük bir odadaki eşyaları kayıtlara geçirilmişti. Bir çelik pazu-bendi ve bir yağız atı, iki kürkü, 10 kalem giyim eşyası, 12 kalem mutfak eşyası ve 13 kalem ev eşyası kaydedilmişti. Ayrıca koynundan bir kıta zümrüd, bir adet küçük kırmızı yakut yüzük, sekiz zer-mahbûb ve zincirli altın ve dokuz adet hurda yakut çıkmıştı. Sem’an-zâde[27] Ahmed Ağa, incelediğimiz voyvodalar arasında tek cariye sahibi kişiydi. İki cariyesi kayıtlara geçirilmiş olup bunlardan Gürcü asıllı olanla cinsel münasebeti bulunurken, Arap kökenli olan diğeri, muhtemelen daha çok gündelik hizmete bakmaktaydı. Onların eşyaları da Ahmed Ağa’nın mal varlığı içerisinde kaydedilmişti. Bunlar, Gürcü cariyenin eski ve kullanılmış elbiselerinin olduğu bir sandık ile Arap cariyenin eski çamaşır ve elbiselerinin bulunduğu bir bohça idi.
Şeyh-zâde İsmail Ağa dışındaki voyvodaların muhallefât verilerini, gündelik hayata ilişkin unsurlar arasında sayılabilecek ev, mutfak, kişisel giyim eşyaları ve silahlar ile ticaret malzemesi olarak kullanılabilecek at koşum takımı unsurları, kumaşlar ve kürkler şeklinde ayrı başlıklar altında değerlendirmek mümkündür.
a) Ev Döşemesi: Voyvodaların gündelik hayatlarına ilişkin en önemli veriler arasında, evlerinde kullandıkları eşyalar öne çıkmaktadır. Bunlar, ihtiyaca yönelik eşyalar olabileceği gibi, estetik anlayışı görebileceğimiz süslemeye dair eşyalar da olabilirdi. İhtiyaca yönelik eşyalar kilim, keçe, minder, makad ve yastık gibi sıradan ve belki olağan kabul edilebilecek bir kombinasyondan oluşmaktaydı. Yer döşemesi için kullanılan kilimlerde, alaca dokumanın ağırlıklı kullanıldığı görülmektedir. Kürd Mehmed Ağa’nın 13’ü alaca, ikisi kırmızı olmak üzere 15 kilimi; Uzun Ali Ağa’nın hepsi alaca dokuma olup, 640 akçe değerinde iki yan kilimi, 60 akçe değerinde bir eski kilimi ve 920 akçe değerinde bir Bayburd kilimi vardı. Halil Ağa’nın kayıtlara geçen kilimi, 1.500 akçe değerinde bir Bağdadî kilimdi.
Yer döşemesinde kullanılan diğer bir unsur, kalın ve kaba bir dokuma olan keçe idi. Her birinin evinde kullanılan keçeler, Acem, Selanik ve Tokat’ta dokunanlardandı[28]. Pencere ve kapılarda perde kullanılmakta olup, yalnızca iki voyvodanın sahip olduğu perdeler kayıtlara geçirilmişti. Uzun Ali Ağa’nın, beşinin de eski olduğu vurgulanan perdelerinden üçü, 300 akçe değerinde kapı perdeleri; biri 1.600 akçe değerinde Mardin perdesi; diğeri de 280 akçe değerinde çît[29] kumaştan yapılma bir perdeydi. Halil Ağa’nın perdeleri ise, ikisi yemeniden olmak üzere dört pencere perdesi -365 akçe-; biri basma çukadan kapı perdesi -520 akçe- ve bir de Acem yemenisi perdesi -500 akçe- idi. Evlerin döşeme mefruşatının tamamlayıcıları olan yastıklar, çoğunlukla basma kumaş (çît ya da yemeni) ile kadifeden tercih edilmişlerdi[30]. Aydınlatma aracı olarak pirinç şamdan, fener veya fanus kullanılmıştı[31]. Bunların yanı sıra -Halil Ağa’ya ait, adedi dört olarak verilmiş ve 755 akçe değerinde- döşeme, -Uzun Ali Ağa’ya ve Kürd Mehmed Ağa’ya ait birer adet- iskemle, -Halil Ağa ve Kürd Mehmed Ağa’ya ait birer adet- gümüş buhurdan ve kılabdan, -Halil Ağa’ya ait- güzel koku veren mangal ile -Sem’an-zâde Ahmed Ağa’ya ait bir adet- küçük bakır mangal, -Halil Ağa’ya ait bir adet bürümcük- namusiyye, -biri Halil Ağa’ya ve biri de Kürd Mehmed Ağa’ya ait olmak üzere- kaplan postu, -Uzun Ali Ağa’ya ait bir adet- deve tepesi ile –Uzun Ali Ağa’nın beş ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın beş adet olmak üzere- minderler, voyvodaların evlerinde kullanılan diğer ev eşyaları arasında yer almaktaydı.
Evlerde kullanılan yatak takımları içinde, yorgan ve bir çeşit yatak olan şilteden bahsetmek mümkündür. Halil Ağa’nın eşyaları arasında 135 akçe değerinde bir şilte yüzü vardı. Bunun yanında Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın da, kırmızı olduğu belirtilen bir şiltesi mevcuttu. Uzun Ali Ağa’nın herhangi bir özelliği belirtilmeyen bir yorganı, Halil Ağa’nın üçü yemeni olmak üzere altı yorgan yüzü ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın üçü yemeni, biri kırmızı ve biri mavi olmak üzere beş yorganı bulunmaktaydı.
Uzun Ali Ağa’ya ait eşyalar arasında seccade yer almamaktaydı. Kürd Mehmed Ağa’nın iki adet yeşil Halep seccadesi mevcutken, Halil Ağa ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın birer tane eski seccadeleri bulunmaktaydı. Uzun Ali Ağa’nın biri eski olmak üzere, üç adet mavi velençesi (hafif yünlü battaniye[32]) vardı. Bunun yanında voyvodaların evlerinde makrama, makad ve peşkir gibi, geniş kullanım alanları olan örtülerin çokça kullanıldığı görülmektedir. Makramaların[33] –eğer belirtildiyse- renklerinin menekşe olduğu; yemeni, havlu ya da dülbend gibi kumaşlardan yapıldıkları; şerbet, kahve ve abdest gibi kullanım alanları olduğu ve Tire, Mardin ve Bosna gibi yerlerde dokunanlarından tercih edildikleri anlaşılmaktadır[34]. Üstüne oturulacak yerlere, genellikle de minder üzerine çeşitli kumaşlardan yapılmış örtüler olarak tanımlanan makadlar[35], işlemeli olabilecekleri gibi basma çuka, çuka, yemeni, çît gibi kumaşlardan olup, Mısır’da dokunanlarına da rastlamak mümkündü[36].
b) Mutfak Eşyaları: Yemek pişirmek, servis yapmak ve yemek yemek üzerine çeşitli mutfak eşyaları kayıtlara geçirilmişti. Yemek pişirmek için, kazan ya da daha büyüğü olan kazgan gibi büyük tencereler yanında, normal boyuttaki tencere ve sahanlar da tercih edilebilmekteydi[37]. Yemeklerin pişirilmesinde kevgir ve kepçe gibi araçlar kullanılmaktaydı[38]. Pişen yemekler, yenmek üzere sofra denilen düzenek ya da örtü üzerine hazırlanmakta, tepsilerle sunulmakta[39] ve –hangi malzemeden oldukları tespit edilemeyen- tabaklarda servis edilmekteydi[40]. Ayrıca güğüm, sac, sini, leğen ve ibrik gibi eşyalar da bulunmaktaydı. Yumurta tavası, kâhî tavası gibi özel kullanım alanına göre isimlendirilmiş kaplar da kullanılmaktaydı. Su taşımak için matara ve kırba, kahve yapmak ve içmek için kahve ibriği ve kahve tepsisi gibi eşyalar da vardı. Uzun Ali Ağa’nın, beşi küçük olmak üzere yedi kahve ibriği –415 akçe- ile üçü kırık, beşi kahve altı olmak üzere 10 kahve tepsisi -465 akçe-; Halil Ağa’nın, üçü kırılmış -165 akçe- ve biri gümüş -1.480 akçe- olmak üzere dört kahve ibriği; Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın ise herhangi bir özelliği belirtilmeyen bir adet kahve ibriği bulunmaktaydı. Kürd Mehmed Ağa’nın 20 fincanı, Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın bir kırık fincanı ve dört gümüş fincan zarfı kayıtlara geçirilmişti. Ayrıca Uzun Ali Ağa’nın, bir miktar tarçın vb. baharatı –250 akçe- ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın da içinde ne olduğu belirtilmeyen “bir beyaz torba ile erzak”ı kaydedilmişti.
c) Kişisel Giyim Eşyaları: Kürd Mehmed Ağa’nın don, zıbın, çakşur gibi gündelik giyim eşyaları dışında üç kavuğu, biri kutni, biri atlastan olmak üzere iki kaftanı, altı hilat kaftanı, biri softan ve diğeri çukadan yapılmış iki abası ve bir feracesi vardı. Uzun Ali Ağa’nın, mücevveze adlı sayısı üç olan sarıkları, bir çift eldiveni, dört terlik mesti, bir çizme ve ayakkabı içine giyilen bir tür çorap olan kalçını kayıtlara geçirilmişti. Halil Ağa’nın kişisel giyim eşyaları arasında yer alan çukadan yapılmış bir yağmurluk ve işliği, 5.000 akçe; çukadan yapılmış bir binişi, 2.600 akçe; softan yapılmış feracesi, 2.200 akçe ve softan yapılmış bir yağmurluğu, 2.400 akçe idi. Bunlar dışında kayda geçen diğer giyim eşyalarının değeri, toplam 2.435 akçe idi. Ayrıca sayısı 10 olan destarları ise, 22.400 akçe değerindeydi. Halil Ağa’nın giyim eşyası olarak tasnif edilen bu eşyalar arasından en azından destarlarının, yalnızca kişisel kullanıma yönelik olmadığı ve ticaret malzemesi olarak kullanıldığı düşünülmektedir[41]. Seman-zâde Ahmed Ağa ise, don, zıbın, gömlek, şalvar, çakşur, biniş, kaftan, yağmurluk, kavuk ve destar gibi giyim eşyalarını tercih etmişti.
d) Silahlar: Balta, gaddare, hançer, kılıç, palaska, vezne, piştov, tabhur, topuz, topuzluk, tüfek ve yaydan oluşan ve toplamda 82 kalemde kaydedilen silahlar, hem kişisel güvenliklerinin hem de yetki alanları içinde asayiş ve güvenliğin temin edilmesi adına, her voyvoda için önemli materyallerdendi. Gaddare, hançer, palaska, topuz, vezne ve kılıçlarda gümüş, ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Kürd Mehmed Ağa’nın altısı eski olmak üzere sekiz tüfeği, Uzun Ali Ağa’nın dört tüfeği, Halil Ağa’nın 10 tüfeği vardı. Yine Kürd Mehmed Ağa’nın 16 kılıcı, Uzun Ali Ağa’nın tamamı gümüş olan altı kılıcı, Halil Ağa’nın da tamamı gümüş olan 12 kılıcı vardı. Aynı zamanda Halil Ağa’nın yedi çift piştovu da kayıtlar arasında yer almaktaydı. Ancak burada dikkati çeken nokta, Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın tüfek, kılıç, piştov türü silahlara sahip olmamasıydı. Onun üzerinde yalnızca üç gaddare, tepesinde ak yakut olan bir altın hançer ile bir simli topuz kaydedilmişti[42].
e) At Koşum Takımı Unsurları: At, yüzyıllar boyunca doğudan batıya tüm medeniyetlerde çeşitli amaçlar için kullanılmıştı. Bunlar arasında en çok, yük hayvanı ve savaş aracı olarak kullanımı yaygındı. Ayrıca pek çok topluluğun – doğuda bozkır kavimleri, batıda Yunanlılar olmak üzere- kültürlerinin belirleyici unsurunu, at oluşturabilmekteydi. Zamanla bu özelliklerinin yanına başka işlevsel özelliklerin de eklenmesiyle, insanoğlunun hayatının vazgeçilmez bir öğesi haline gelmişti. Gündelik geçim kaynağı olabilecekleri gibi, estetik bir zevkin parçası olarak yarışmalar ve sergilerde boy gösterip, kültürün süregelen devinimi içinde kendilerine her zaman yer bulmuşlardı[43]. Lüks mallar içerisinde kabul edilen deriden yapılmış ve gümüşle süslenmiş at teçhizatı ise önemli ticaret malzemelerinden biri idi. Dört kalem Kürd Mehmed Ağa, 12 kalem Uzun Ali Ağa, 30 kalem Halil Ağa ve 10 kalem Sem’an-zâde Ahmed Ağa’ya ait olmak üzere toplamda 56 kalem at koşum takımı unsurları kayıtlara geçirilmişti. Kürd Mehmed Ağa ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın eşyalarının tahminî değerleri verilmediği ve satışı da henüz yapılmadığı için takımların değeri bilinememesine karşılık, Uzun Ali Ağanınkiler 17.230 akçe, Halil Ağanınkiler ise 250.773 akçelik bir değere sahiplerdi[44]. Halil Ağa’nın hiç hayvanının kaydedilmemesi ilginç olmakla beraber, mal varlığının en değerli ikinci bölümünü bu eşyaların oluşturması, bunların yalnızca kişisel kullanıma yönelik olmadığını düşündürmektedir. Ayrıca bunların alıcıları arasında esnafların başı çekmesi ve alım esnasında yüklü meblağların ödenmesi, ticaret malzemesi olarak kullanıldıklarına dair güçlü birer delil olarak kabul edilebilmektedir.
f) Kumaşlar: Kumaşlar, gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olmakla beraber ticaret malzemesi olarak da değerlendirebilirlerdi. Kürd Mehmed Ağa’nın 22 kalem, Uzun Ali Ağa’nın üç kalem, Halil Ağa’nın 30 kalem ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın bir kalem şeklinde kumaşlarının mevcudiyetini görmekteyiz. Acem bezi, aba, ağabani, beldari, bogasi, çît, Diyarbekir bezi, ihram, kemha, keremsud, kutni, mehterhani, Musul bezi, şâl, Mardin teğeltisi gibi çeşitlere sahip kumaşlarda, kırmızı ağırlıklı olmak üzere, siyah, cevz ve beyaz gibi renkler göze çarpmaktadır.
g) Kürkler: Kürd Mehmed Ağa’nın altı, Uzun Ali Ağa’nın bir, Halil Ağa’nın 16 ve Sem’an-zâde Ahmed Ağa’nın beş kürkü vardı[45]. Kırmızı, yeşil, nefti, benefiş renklerine sahip; sof, çuka, keremsûd ve şâl gibi kumaşlara kaplı; kakum, vaşak, karsık, sincap ve samur hayvanlarına ait kürkler, cübbe veya biniş halinde bulunmaktaydılar. Kürk, lüks bir meta kabul edilmekle beraber, bir esnafın[46] ya da bir valinin mal varlığı arasında da yer alabilmekteydi. Burada belki ayırt edici unsur, mevcut sayısı olabilirdi. Halil Ağa’nın 16 adet kürkünün satışından elde edilen meblağ, muhallefât değerinin nerdeyse % 30’unu oluşturmaktaydı ve bu bile kürklerin, yalnızca gündelik hayat için kullanılmadığına dair önemli göstergelerden biridir.
Muhallefât verilerinin değerlendirilmesi genel başlıklar halinde bu çerçevede bir mahiyet ortaya koyarken; -daha önce de belirtildiği üzere- Şeyh-zâde İsmail Ağa’ya ait kayıtların, daha detaylı bir özellik göstermesi nedeniyle ayrı ele alınması uygun görülmüştür.
Şeyh-zâde Seyyid İsmail Ağa
Araştırmamıza konu olan voyvodalar arasında görevini fiilen sürdürürken vefat eden tek kişi, Şeyh-zâde İsmail Ağa idi. İsmail Ağa’nın hem hangi tarihte voyvoda atandığını gösterecek hem de hangi tarihler arasında voyvodalık yaptığına dair kronolojiyi izleyebilecek verilere ulaşmak şimdilik mümkün olmadı. Arşiv kayıtlarında kendisine ilk defa, 1188 (1774-75) yılında verilen kapıcıbaşı[47] unvanının yenilenmesi dolayısıyla rastlanmaktadır. Diyarbekir voyvodası Şeyh-zâde İsmail Ağa ve Tokat voyvodası Şemihan-zâde Seyyid Ali Ağa, becerikli ve davranışları daha önceden tecrübe edilmiş kişiler olmakla beraber, bölge ileri gelenleriyle de uyum içinde yardımlaşarak çalışırlardı. Bunun yanında hizmetlerine gösterdikleri bağlılık ve gidişatları da aşikârdı. Bu sebepten kendilerine verilen kapıcıbaşılık unvanının yenilenmesine karar verilmişti[48]. Buna karşılık İsmail Ağa hakkında, merkezi yönetim tarafında çizilen bu olumlu imajın çok da uzun sürmediği anlaşılmaktadır. Hatta voyvodalığı esnasında “fukârâ ve zu’afâya zulm” içinde olduğu ve devlete ait gelirlerin de zarara uğramasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle, Diyarbekir voyvodalık mukataası ve cizye vergilerini toplama hakkı merkez tarafından üzerinden alınmakta ve yerine başka bir kişi voyvoda olarak atanmaktaydı. Bu husus için düzenlenen ferman[49], aynı zamanda malikâne sisteminin yüzyılın sonlarında uygulanışıyla ilgili bazı detayları da içermektedir:
Öncelikle voyvodalar malikâne uygulamasının voyvodalık mukataasına uygulandığı ilk yıllarda, doğrudan malikâne sahibinin mektubu ve bir fermanla atanırdı. Ancak voyvodaların tayin ve azillerinde, XVIII. yüzyılın sonlarında malikâne sahiplerinden hiç bahsedilmemekte ve reayayı ve gelirleri korumak adına devlet, voyvodanın değişimine doğrudan müdahale edebilmekteydi. İkinci husus, voyvodaların zimmetlerinde kalan devlete ait gelirlerin tahsili işinde, vali ve kadının sorumluluğunun daha belirgin hale gelişiydi. İsmail Ağa’nın yukarıda bahsedilen gerekçelerle, voyvodalık görevi üzerinden alınınca; devlete olan borcunun tahsilinde, Diyarbekir valisi, Amid kadısı ve tayin edilen yeni voyvoda sorumlu tutulmuştu. Devlet öncelikle üç senesi bir tahvil dönemi olacak şekilde, genel iltizam sözleşmesine uygun bir süre için, yeni voyvoda tayinini gerçekleştirmiş ve ondan sonra İsmail Ağa’nın voyvodalığı dönemindeki hesaplarının tespiti işine sıra gelmişti. Bunun layıkıyla yürütülmesi, valiye ve yerel mahkemeye bırakılıyordu. Bu hususta gösterilecek dikkat ve itina, İsmail Ağa’nın devletle olan hesabının mahiyetini sağlıklı bir şekilde ortaya koyabilecekti. Ağanın görevden alınmasının en büyük sebebinin, vergilerin toplanıp hazineye teslim edilmesinde yaşandığı anlaşılmaktadır. Çünkü devlete ait gelirlerin toplanması için zamanın valisine defalarca emirler gönderilmişti. Bu noktada vali, gerekli özeni göstermemiş ve vergiler toplanamadan İsmail Ağa üzerinde borç olarak kalmıştı. O yüzden görevde olan valiye, bu hususta herhangi bir ertelemeye gitmemesi sıkı sıkı tembih edilmekteydi. Ayrıca hem yerel mahkeme, hem kendisi hem de “hesâb ve kitâba” yatkın görevliler, birlikte çalışarak İsmail Ağa’nın borcunun miktarını tayin ve tahsil ederek, yeni voyvodaya teslim edeceklerdi. Ondan sonra da İsmail Ağa’nın mukataayla tüm ilişiği kesilecek ve mukataadan çıkarılması sağlanacaktı. Bunun yanında İsmail Ağa, hem mukataadan çıkma hem de borcunu ödememe konusunda inat ederse, “bilâ-amân emvâl ve eşyâsı” alınarak ve kendisi de uzak bir memlekete sürgüne gönderilerek cezalandırılacaktı. Devletin yararı için izlenen bu yolda, merkezin çok kararlı olduğu fermanda kullanılan ifadelerin sertliğinden anlaşılmaktadır.
İsmail Ağa, her ne kadar “zâlim ve gaddâr ve mekkâr bir müfsid-i habîsü’l-vücûd” gibi ifadelerle tanımlansa[50] ve borcunu ödemez ve mukataadan çıkmazsa sürgün edileceğine dair merkez tarafından tehdide maruz kalsa da, daha sonraki yıllarda yine voyvodalık görevinde yer aldığı görülmektedir. Hatta yukarıdaki fermanın gönderilmesinden çok kısa bir zaman sonra, eyaletteki cizye düzenlemesine ilişkin 11 Cemaziyelahir 1192 (7 Temmuz 1778) tarihli fermanda, Şeyh-zâde İsmail Ağa’nın “hala Diyarbekir voyvodası” olduğu belirtilmektedir[51]. Ayrıca bundan bir yıl sonra, Vezir Mehmed Paşa Diyarbekir eyaletine vali olarak atanınca, görev mahalline gidene kadar eyaletin işlerini yürütmesi için Şeyh-zâde İsmail Ağa’yı mütesellim olarak tayin etmekteydi. Burada voyvoda olduğu belirtilmese de, “dergâh-ı ‘âlî kapucubaşılarından” ifadesinin kullanılması, onun hala voyvodalık görevini sürdürdüğü izlenimini vermektedir[52]. İsmail Ağa’nın, –arada fasılalar olması muhtemel olmakla birlikte- voyvodalık görevini, 1188 (1774-75) yılından, vefat ettiği 1200 (1785-86) yılına kadar sürdürdüğü düşünülmektedir[53].
İsmail Ağa’nın voyvodalık yaptığı dönemin bir bölümünün, 1775-1779 Osmanlı-İran savaşının yapıldığı döneme denk geldiği anlaşılmaktadır. Bölgeye yapılacak sefer için, Diyarbekir çevresinden 2.000 nefer piyade askerin toplanması ve kaydının tutulması görevi, İsmail Ağa’ya verilmişti. Hatta bizzat bu neferlerin başında olarak Bağdat’a doğru yol alması ve askerleri komutana bizzat teslim etmesi emredilmişti. Ancak bölgede daha önceki yıllarda yaşanan kuraklık ve kıtlık neticesinde, mukataalardan devlete ödenecek yıllık vergilerin toplanmasında sıkıntıya düşülmüş ve bölge, vergilerin zamanında ödenmesinde yeni yeni kendine gelmeye başlamıştı. O yüzden voyvodanın toplanan askerlerin başında gitmesi, sağlanan durumu olumsuz anlamda sekteye uğratabilirdi. Hatta Amid kadısının da merkeze gönderdiği bir arzda, İsmail Ağa’nın ateşli bir hastalık geçiriyor olduğu ve bundan dolayı yatak döşek yattığı vurgulanıyor ve merkezin ısrarla üzerinde durduğu, bizzat askerleri götürüp kumandana teslim etme işinden vazgeçilmesi isteniyordu. İsmail Ağa, askerleri toplayıp kaydetme görevini yerine getirebilirdi ancak bunlara kumanda etme gerekliliğinde ısrarcı olunmamalıydı. Merkezi yönetimin yaptığı durum değerlendirmesi neticesinde, özellikle yıllık vergilere zarar gelmesi istenmediği için, askerlerin toplanması ve kaydedilmesinin gerekliliğinin altı çizilerek, İsmail Ağa’nın bu konuda usulüne uygun hareket etmesi, toplanan askerleri güvenilir bir adamının idaresine vererek hemen Bağdat’a yollaması ve bunun karşılığında kendisinin, askerlerin bizzat teslim edilmesi görevinden affedileceği bildirilmişti[54].
İsmail Ağa’nın mallarına el konulması süreci, Diyarbekir voyvodalık mukataası ve Diyarbekir eyaletine ait cizye, avarız, eşkinci ve cebelu bedeliyyesi vergilerinin muhasebesini görmek için, İstanbul’da bulunması esnasında gerçekleşen vefatı üzerine başlamıştı. Aslen Diyarbekir’de yaşamakta olup, İstanbul’da nüzül emini Ahmed Efendi’nin evinde misafirken vefat etmişti. Bu esnada İsmail Ağa’nın muhasebesi muhtemelen henüz başlamamıştı. Dolayısıyla devlete, ilgili vergi alanlarına ait taahhüt edilen ve vefatı dolayısıyla tahsil edilemeyen bir borç söz konusuydu ve bu durum, İsmail Ağa’nın mal varlığına devletçe el konulmasını gerektirmişti. Devlete olan bu borcun içeriği ile borcu karşılamak üzere el konulacak mal varlığının tespiti, detaylı bir araştırma sürecini beraberinde getirirken işlemler, bizzat defterdar tarafından yürütülmüştü.
İsmail Ağa’nın eşyalarının bir kısmı İstanbul’da misafir olarak kaldığı evde, bir kısmı da ikamet ettiği Diyarbekir’de bulunmaktaydı. İstanbul’daki eşyaları arasında kumaş, kürk ve at koşum takımı unsurları ağırlıklı olarak yer almaktaydı. Kumaşlar, Hindî ve Halebî gibi uluslararası ticaret ağı içinde yer alan çeşitlerden olabileceği gibi; kullanım alanı yaygın, gündelik yaşama uygun, dayanıklı ve ulaşılabilir alaca ve basma gibi kumaşların Diyarbekir’de dokunanlarından da tercih edilebilirlerdi. Bunların miktarları ve değerleri kaydedilmediği için, kişisel kullanıma mı yoksa ticarete mi yönelik oldukları açık değildir. Ancak eşyalar arasında bulunan 21 destarın, en azından tamamının kişisel kullanım için olmadığı tahmin edilmektedir. Ayrıca İsmail Ağa’nın biniş, cübbe ve kontoş halinde; vaşak, samur ve kakum gibi hayvanların kürkleriyle kaplı; engüri, al, mor ve leylaki renklerde; gezi ve sof türü kumaşlara kaplanan sekiz kürkü bulunmaktaydı.
At koşum takımı unsurları arasında, biri Diyarbekir’de hazırlanmış olan iki koşum takımı, biri sade ve biri simli olmak üzere iki çift kuburu ve bir köhne eyer örtüsü yer almaktaydı. Diğer voyvodaların at koşum takımlarına bakıldığında daha mütevazı görünmekle beraber, kendisine ait dört binek hayvanının bulunması, bunların şahsi kullanımına ait olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir. İsmail Ağa’nın Üsküdar’da bulunan 17 binek hayvanının yalnızca dördü kendisine, diğerleri İstanbul’a gelirken beraberinde getirdiği 25 kişilik maiyetine aitti. Ayrıca İznikmid’de 15 katırının ve Diyarbekir’de 21 baş devesinin ve altı katırının daha bulunduğu belirtilmekteydi. Bu hayvanların varlığı ve sayısı, İsmail Ağa’nın sürdürdüğü ekonomik faaliyetlerin bir kolunu, ticaretin oluşturduğu fikrini destekler mahiyettedir.
İsmail Ağa’nın mal varlığının diğer kısmı, aynı zamanda yaşadığı Diyarbekir şehrindeydi. Burada bir evi olduğu anlaşılmakta ancak evin döşenmesine ilişkin eşyalar hakkında herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ayrıca Hatib Bahçesi diye bilinen ve köşk diye tabir edilen bir mülkü daha bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra eyer örtüsü, dört adet Diyarbekir’de yapılmış kabaralı at koşum takımı, bir hilat kürk ve çeşitli bakır eşyalar, mal varlığının diğer kısmını oluşturmaktaydı. İsmail Ağa, aynı zamanda şehirde kendisine nakdî gelir sağlayacak bazı kanalları da –örneğin Kör Hamamı diye bilinen hamamda ayda beş günlük bir hisseyi de- elinde tutmaktaydı. Ayrıca 3.000 kilelik tohumluk hububatının varlığı da dikkati çekmektedir. Bu miktarda bir tohum stoğunun, kendisine ait bir çiftlik olması gerektiğini hissettirmesine rağmen[55] tarımsal açıdan kayıtlara, yalnızca Kıtırbil adlı köyde bir kıta mülk tarlasının geçtiği görülmektedir. Dolayısıyla bu tohumluğu, bölge ahalisi için stoklayarak satışını yaptığı muhtemeldir.
İsmail Ağa’nın ekonomik faaliyetlerinin en önemli parçasını, sürdürdüğü para alışverişinin oluşturduğu düşünülmektedir. İstanbul’a geldiğinde elinde bulunan poliçeleri bunun en önemli delilidir. Devlet, soruşturma esnasında haber aldığı, 75.000 kuruş değerindeki poliçelerin ne olduğunun açıklığa kavuşturulmasında son derece ısrarcıydı. Mal varlığının tespiti işinde, İsmail Ağa’nın oğlu İbrahim Efendi’nin, devlet açısından en önemli muhatap olduğu anlaşılmaktadır. İbrahim Efendi, gerçekten de babasının İstanbul’a gelirken yanında poliçe getirdiğini, ancak bunun 75.000 değil 33.000 kuruş değerinde olduğunu ifade ederek, bu meblağdan yapılan ödemeleri şu şekilde izah etmekteydi:
8.000 kuruşu kendisini huzura götürmeye memur olan, mübaşir kapıcıbaşı Abdullah Bey’e hıdmet-i mübâşiriyye olarak ödenmişti.
17.000 kuruşu, evinde misafir olarak kaldığı nüzül emini Ahmed Efendi’ye ödenmişti. Çünkü Ahmed Efendi, voyvodalık mukataasının malikânecilerinden ve –aşağıda açıklanacağı üzere- İsmail Ağa’nın voyvodalık mukataasındaki ortaklarından biriydi. Bu meblağ da, tasarruf ettiği hissesinin 1199 (1784-85) senesi faizi ve vezâ’if-i mu’ayyenesine karşılık olarak ödenmişti. Ahmed Efendi de yapılan soruşturma esnasında, poliçe akçesinden 17.000 akçeyi aldığını ve bunun mahiyetini kabul etmişti.
Geriye kalan 8.000 kuruştan 7.600 kuruş ise kendi masraflarına harcanmıştı.
İsmail Ağa’nın elinde olan bu poliçeleri kimlerden aldığı, yani kendisine borçlanan kişilerin kimlikleri hakkında herhangi bir veriye ulaşmamız mümkün olmadı. Ancak bu parasal ilişki ağı içinde, Diyarbekir valilerinin öne çıktığı rahatlıkla söylenebilir ki İsmail Ağa’nın halihazırda, Vezir Hasan Paşa’da 7.588,5 kuruş, eski Diyarbekir valisi Vezir Nasuh Paşa’da 5.513 kuruş, eski Diyarbekir valisi Vezir Abdullah Paşa’da 4.000 kuruş ve Timur Paşa’da 500 kuruş değerinde, toplam 17.571,5 kuruşluk temessük halinde alacağı bulunmaktaydı.
İsmail Ağa, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde, Diyarbekir voyvodalığı yapmış kişilerden biri idi. Kendisi bir taraftan fiilî olarak voyvodalık görevini sürdürürken, diğer taraftan da Diyarbekir voyvodalık mukataasına yatırım yapan malikâne hissedarlarından biriydi. İsmail Ağa’nın, sürdürdüğü voyvodalık görevi yanında, -hayvanlarının sayısı ve poliçeleri gibi mal varlığını oluşturan unsurlardan hareketle- bazı ek ekonomik faaliyetler içinde bulunduğu ve bu yollarla elde ettiği mali gücü, yine aşina olduğu bir yatırım alanına aktararak kullanabildiği görülmektedir. Bu dönemde İsmail Ağa’nın rolü eyalet yönetiminde de hayli belirgindir. Zira Diyarbekir eyaletine vali olarak atanan Vezir Mehmed Paşa, İsmail Ağa’yı kendisine mütesellim olarak atamıştı[56]. Böylece İsmail Ağa’nın yerel ölçekte, maddi açıdan güçlü ve nüfuzlu bir imaja sahip olduğunu söylememiz mümkündür.
İsmail Ağa’nın devlete ne kadar borcunun olduğu ve buna ilişkin ödeme planının şekillenmesi şöyle bir süreç sonucunda meydana gelmişti: Devlet, borcun ödenmesi konusunda, babasıyla birlikte İstanbul’a gelen oğlu İbrahim Efendi’yi muhatap olarak almaktaydı. Yapılan soruşturma esnasında İbrahim Efendi, babasının borcunun ödenmesinde kendisine zaman tanınmasını istemekte ve babasının muhallefâtına, devlet tarafından el konulmaması için bazı geçerli sebepler ileri sürmekteydi. Babasının İstanbul’a getirdiği maiyeti ve hayvanlarının günlük masraflarının karşılanmasında bile sıkıntı çektiğini belirtmekte, hatta babasının devlet dışında başka bazı poliçecilere ve kimlikleri hakkında bilgi verilmeyen bir takım kişilere de 30.000 kuruştan fazla borcu olduğunun göz önünde bulundurulmasını istemekte ve kendisine yardım edilmesini beklemekteydi. Ayrıca evli iki kız kardeşi olduğunu ve -açık açık belirtmese de muhtemelen- miras açısından onlara da haklarının verilmesi gerektiğini ima etmekteydi.
Her ne kadar devlet, İsmail Ağa’nın hem İstanbul’daki hem de Diyarbekir’deki mal varlığı hakkında, oğlu İbrahim Efendi’nin beyanını dikkate alsa da, İsmail Ağa’nın çevresinde “ashâb-ı servet ve yesâr” olarak tanındığı gerekçesiyle[57], iddia edilen mal varlığının miktarına ikna olmadığını hissettirmekteydi[58]. Bu yüzden mal varlığına ait hiçbir unsurun gizlenmemesi için İbrahim Efendi, ciddi şekilde ihtar edilmekteydi. İbrahim Efendi ise, babasının devlete borçlu olduğunu kabul etmekte ancak kaydedilen mal varlığı ve poliçelerinden başka herhangi bir eşyası ve nakdi bulunmadığında ısrar etmekteydi. Yapılan araştırmaların nihayetinde, tespit edilen muhallefâtın tamamının İbrahim Efendi’ye bırakılarak; babasının devlete olan borcunu, taksitle beş yılda ödemesine karar verilmekteydi[59].
İsmail Ağa aynı zamanda 1198 (1783-84) ve 1199 (1784-85) mali yıllarında oğlu İbrahim Efendi ile birlikte Diyarbekir voyvodalık mukataasının ¼’lik hisselerinden birini, malikâne üzere tasarruf etmekteydi. İsmail Ağa, voyvodalık mukataasının hissedarı olarak ölünce, mukataa hissesi yeniden ihale edildiğinde eğer isterse oğlu olması hasebiyle, İbrahim Efendi’ye verilebilirdi. Sistemin temel özelliği olan, malikâne süresindeki “ömür boyu” vasfının, malikâne işletiminin aynı aile içinde devam ettirilme isteği yoluyla, devletin ve reayanın refahı için son derece gerekli olduğu yönündeki vurgusunun, yüzyılın sonlarında dahi sürdürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır[60]. Esasında iki husus, hem süre hem de uygulamayı başlatan reayanın refahı meselesi, uygulamanın geçerli olduğu süre boyunca hep muhafaza edilmeye çalışılmıştı. Bu sebeple devlet de, “baba” İsmail Ağa’nın hissesini, “oğul” İbrahim Efendi’nin almasına öncelik tanıyarak; “te’bîden” işletimin devam etmesini beklemekteydi.
İsmail Ağa’nın, İstanbul’a geldiğinde bir kısım ticari malları yanında bulundurması, sürdürdüğü bir para alışverişinin varlığı, -mahiyeti tam olarak belirtilmemekle beraber- 25 kişilik bir maiyetinin bulunması, hem maiyetini hem de ticari malları taşımak için kullanıldığını tahmin ettiğimiz hayvanları ile bunların masraflarını karşılayabilecek maddi imkâna sahip olması, onun Osmanlı taşrasının mali seçkinlerinden biri haline geldiğinin güçlü göstergeleri olarak kabul edilebilir. Aynı zamanda Diyarbekir’de kendisine nakit sağlayabilecek gelir getiren bir kurumda sınırlı da olsa bir hissesinin varlığı, şehirdeki ticari potansiyelden pay aldığını gösterir ki bu da, birden fazla alanda büyüklü küçüklü ekonomik faaliyeti sürdürdüğünün bir ifadesidir. Şüphesiz ki malikâne hissedarlarından biri olması, eline geçirdiği mali gücü, yine aşina olduğu bir yatırım alanına aktararak kullandığını göstermektedir.
Sonuç
Diyarbekir’de voyvodalık uygulamasının başladığı XVII. yüzyıl ortalarından XVIII. yüzyıl sonuna gelinceye kadar –muhtemelen biraz kişisel gayretin biraz da şartların elverişli hale gelmesiyle- voyvodaların sahip oldukları mali gücün sağladığı vergi toplama hakkı ile sürdürdükleri ekonomik faaliyetlerin, birbirini besler bir mahiyette olduğu anlaşılmaktadır. Burada tüm voyvodaların aynı mali eğilimler içinde olduğunu söylemek zordur. Ancak en azından bir kısmının, özellikle malikâne uygulamasının voyvodalık mukataasına teşmil edilmesinden sonra, başka ekonomik faaliyetler içinde bulunmaları, daha rastlanılır olmuştur. Yüzyılın sonlarında ise voyvodalar için artık işler değişmeye başlamakta ve kendilerini aynı zamanda malikâneci olarak görmek olağan sayılmaktadır. Hatta çeşitli dönemlerde voyvodalık hizmeti yapmış Şeyh-zâde ailesi üyelerinin, Diyarbekir valiliğine kadar ilerleyen bir yükseliş hikâyesi de, bu tür eğilimlere sırtını dayayacaktır.
Voyvodaların elinde bulunan ve bir nevi zenginlik alameti olarak da kabul edilen[61] kürkler, ortak noktalarından biriyken bir diğeri silahlardı. En azından bir kısmının, ekonomik faaliyet olarak sürdürdükleri ticaretin temel malzemesi olarak görülen kumaşlar da ortak noktaları arasındaydı. Diyarbekir’in ticaret yolları üzerinde bulunmasından ve anlaşılan o ki, voyvodaların İstanbul’a geliş gidiş yapabilme imkânına sahip olmalarından, yerel kumaşların yanı sıra farklı yerlerde dokunmuş kumaş çeşitlerine ulaşmaları da mümkün gözükmektedir. XVIII. yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra voyvodaların kredi muameleleri ve ticaret faaliyetlerinin, servetlerinin önemli destekleyicilerinden olduğu düşünülmektedir. Burada ele almadığımız -ancak müstakil bir çalışma olarak terekesini değerlendirdiğimiz- voyvoda Mustafa Ağa[62] ile birlikte Şeyh-zâde İsmail Ağa’nın servetlerinin büyük bir kısmını alacakları oluşturduğu için, bunda sürdürdükleri para alışverişinin önemi yadsınamamaktadır.
İncelenen kaynaklar, üç voyvodanın aileleri ve medeni durumları hakkında yeterli veri sağlamamakla beraber, İsmail Ağa’nın işlerini beraber yürüttüğü bir oğlu ve evli iki kızı olduğunu tespit etmeye imkân vermektedir. Ayrıca İsmail Ağa’nın İstanbul’a geldiğinde, yanında maiyeti ile beraber kendi “mahrem”inin de olduğu belirtilmektedir. Ancak bunun kimleri kapsadığı açık değildir. Bu ifade, bahsedilen kişilerin aile efradı olduğuna delalet etse de, bunların kim oldukları sorusuna şimdilik cevap vermekten uzaktır. Buna karşılık Seman-zâde Ahmed Ağa’nın cinsel olarak da birlikte olduğu vurgulanan bir cariyesi bulunmaktadır.
Hem XVII. hem de XVIII. yüzyıl voyvodalarının, Batı Anadolu’daki benzer güç ve yatırım olanakları elde eden çağdaşlarının aksine, büyük zirai işletme tipindeki çiftliklere sahip olma girişiminde olmadıkları anlaşılmaktadır[63]. Yalnızca XVIII. yüzyılın sonlarında voyvodalık yapan İsmail Ağa’nın bir kıta tarlasının ve tohumluk olarak 3.000 kile hububatının olması, bir nebze de olsa tarıma yakınlığını gösterir. Oysa diğer voyvodaların ne bu unsurlara ne de tarım yapmaya yarayan aletlere sahip oldukları görülmektedir.
Voyvodalık görevi için aynı aile üyeleri, farklı zaman dilimlerinde bu görevi sürdürseler de, onların bölgesel olarak istikrarlı ve uzun süreli bir güç odağı haline geldikleri görülmemektedir. Muhallefât kayıtlarının da gösterdiği üzere, muhtemelen itibarlı bir statüyü elde ederek diğer ekonomik faaliyetler için bir zemin yaratabilmekteler ya da yalnızca voyvodalık mukataasının idaresiyle ilgilenmekteydiler. Özellikle malikâne sisteminin voyvodalık mukataasına uygulanmasıyla başlayan süreçte, voyvodaların –çoğunlukla- birer yıllığına bu göreve getirilmiş kimseler olması, onları faizle para verme[64] ya da ellerindeki nakdi, bazı ticari eşyalara yatırarak bunların satışını yapma eğilimine taşımış gözükmektedir. Bunun yanında voyvodaların bölgesel olarak çeşitli devlet hizmetlerini yerine getirmeleri de beklenirdi ki, bir kısmının yerel kimselerden olması, bölgeyi tanımaları ve bölgedeki diğer hâkim güçlerle –valiler, has voyvodaları, aşiret liderleri- parasal ya da idari ilişkilerde bulunmaları, onları bu hususta devlet açısından öncelikli kılmış olmalıdır. Son söz olarak Diyarbekir voyvodaları, ellerinde tuttukları vergi toplama hakkının getirdiği imtiyazla, toplum içinde ön plana çıkmışlar ve zaman zaman da bunu, ticari ya da para ilişkileriyle desteklemişlerdir.