- Senin câmine gıbta idem, Sair vâlideler dahî iki minarelidir, benim Hasköy’deki câmiime ah bir minâre dahi yapılsa…
- Kethüdanıza yazın yapdırır.
- Yok ben hicab iderim. Sen yaz yapdırsın. Yapdırır ise pek haz iderim deyu söylersin.
- Olsun sabah yazdım yapdırsun[1] .
Târihî bir filmin senaryo metninden alınmış gibi gözüken bu diyalog, aslında, 1805 senesi ortalarında, III. Selim (salt.1789-1807) tarafından Vâlide Kethüdâsı Yusuf Ağa’ya (ö.1807) yazılmış olan bir hatt-ı hümâyunda yer alır. Hem Mihrişah Vâlide Sultan’ın, oğlu Sultan III. Selim’e -biraz da nazlanarak- sözlü olarak ilettiği bu arzusu, hem de almış olduğu müspet cevap, anne-oğul arasındaki ilişkiyi olanca samîmiyeti ve yalınlığı ile gözler önüne serer. Belgenin ortaya koyduğu bir diğer önemli husus ise mîmârî biçimlenmedeki sosyal hiyerarşiye bâniler gözünde verilen önemdir.
Osmanlı mîmârîsinde, -zaman içerisinde farklılaşan- hiyerarşi kurallarına klâsik dönemden itibaren son derece önem verilmiş ve bazı istisnâi durumlar dışında bu kurallara riâyet edilmiştir. Minâre ve şerefe sayısı da Osmanlı mîmârîsinin klâsik ve sonrası devirleri için statü belirleyici unsurlardan biridir. Örneğin Mîmar Sinan (ö.1588) tarafından yapılan câmiler arasında, birden fazla şerefeli iki (bazen daha fazla) minâre her zaman pâdişahlara mahsus bir mîmârî statü sembolü olmuştur. Klâsik Osmanlı mîmârîsinin yazılı olan ve olmayan kurallarının belirlendiği Mîmar Sinan devrinde, bu kuralın İstanbul’daki tek istisnâsı, Sultan Süleyman ve eşi Hürrem’in sevgili evlâtları Şehzâde Mehmed (ö.1543) için yaptırdıkları câmide görülür[2] . İstanbul’da yaptırılan câmilerin birer şerefeli iki minâreye sahip olması imtiyâzı ise yalnızca az sayıda hükümdar soyundan bâniye -çoğunlukla vâlide sultanlara- tanınmıştır. Örneğin, Osmanlı hanedânının en güçlü hanım sultanlarından Haseki Hürrem Sultan (ö.1558), -muhtemelen oğlu henüz tahta çıkmadığı için- bu imtiyazdan yararlanamamış, Mîmar Sinan tarafından İstanbul’daki Avrat Pazarı’nda inşâ edilen câmiinin ancak tek şerefeli ve tek minâreli olarak yapılmasına müsaade edilmiştir[3] . Bu bağlamda düşünüldüğünde, Mihrişah Vâlide Sultan’ın tek minâreli olarak inşâ ettirilen câmiine bir minâre daha eklenmesini oğlundan talep etmesi, hanedânın kendisiyle aynı konumdaki diğer kadın bânileri arasındaki temsîlî rekâbete müdâhil olma arzusuna işaret eder.
Günümüz târih yazımı Mihrişah’ı daha çok “dindar ve hayırsever vâlide sultan” imajı ile ele almış ve konuyla ilgili yapılan akademik çalışmalar da bununla ilişkili olarak Mihrişah’ın Eyüp’te yaptırmış olduğu külliye ve İstanbul’daki çeşitli su yapıları üzerinde yoğunlaşmıştır[4] . Halbuki, Mihrişah’ın mîmârî bâniliğinin, III. Selim’in siyâsi programından bağımsız olarak ele alınmaması gerekir. Oğlu ile her dâim yakın ilişki içerisinde olan ve onun “modernleşme” projesini her yönden destekleyen Mihrişah, îmar faaliyetleriyle de hep oğlunun arkasında olmuştur. Üsküdar Kışlası dışında, III.Selim tarafından İstanbul’da inşâ ettirilen kışla yapılarının tümündeki câmi, mescit, hamam ve çeşme gibi yapıları yaptırmış olması ve çeşitli kışlaların su ihtiyacını gidermeyi öncelikli olarak hedefleyen alt yapı çalışmaları bu düşünceyi destekler niteliktedir. Bu çalışma Mihrişah Vâlide Sultan’ın bâniliğini, oğlu III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd tahayyülünü gerçekleştirmesinde destekleyen yönleri ile ele almak amacındadır.
Bir Koridor Mesâfede Hayatlar; Mihrişah Vâlide Sultan ve III. Selim
III. Mustafa’nın baş kadını olan Mihrişah’ın hanedân hiyerarşisi içindeki yeri, hanedâna 24 Aralık 1761 yılında bir şehzâde doğurması sonrasında önem kazanır. Eşi III.Mustafa’nın vefâtına kadar Yeni Sarayda, şehzâde Selim’in yaşadığı olabildiğince özgür ve rahat kafes hayatına eşlik eder. I. Abdülhamid’in 21 Ocak 1774 târihinde tahta çıkışının ardından, Mihrişah mûtad biçimde Eski Saray’a gönderilmez ve Yeni Saray’da kalmasına izin verilir[5] . I.Abdülhamid’in bu tutumu, Mihrişah’ın, oğlunun ileriye dönük Nizâm-ı Cedid projesinin temel düşünce altyapısını oluşturduğu erken döneminde de yanında bulunmasına imkân tanırken, aynı zamanda amcasının III. Selim’e olan müşfik yaklaşımına da işaret eder. Ancak bu müsamahakâr hava, 1785 senesinde Sadrazam Halil Hamid Paşa’nın genç şehzâdeyi tahta çıkartma teşebbüsünün öğrenilmesi üzerine bir miktar sertleşir[6] . Şehzâde Selim, tahta çıktığı güne kadar daha sıkı ve kontrollü bir ortamda hayatını sürdürürken, Mihrişah da maiyeti ile birlikte Eski Saray’a gönderilir[7] .
I.Abdülhamid’in 8 Nisan 1789 târihinde aniden vefât etmesinin ardından tahta çıkan III. Selim, cülûsundan dört gün sonra annesini Eski Saray’dan Yeni saray’a naklettirir. Mihrişah, bundan sonraki hayatında da, maddi ve manevi tüm desteği ile oğlunun yanında yer alır[8] . Bu yakınlığın mîmârî yansımalarını, çeşitli saraylar içerisinde Selim ve Mihrişah için yaptırılan dâirelerin mekânsal ilişkisi üzerinden tâkip etmek mümkündür. Bunların başında, III. Selim’in, tahta çıkışının hemen ardından, 1790 senesi sonlarında, Yeni Saray hareminin kuzey batı ucunda, kendisi ve annesi için inşâ ettirdiği iki dâire sayılabilir. (Foto 1) I. Abdülhamid odasından III. Osman dâiresine uzanan uzun holün güney kısmında yer alan III. Selim dâiresi ile Vâlide Sultan dâiresinin üzerinde yer alan ve bir sofa ile bir odadan oluşan Mihrişah Vâlide Sultan dâiresi, birbirlerine bir iç koridor ile doğrudan bağlıdır.
Selim, 1792 senesi başında, Tersane bahçesinde kendisi için yeni bir kasır inşâ ettirme kararı verirken, yine annesi için bir dâire inşâ ettirmeyi ihmal etmez[9] . 1793 senesi başında, Yeni Saray sınırları içerisinde, Sarayburnu’nda yer alan Topkapı Sâhilsarayı’na çeşitli mahaller ilâve ettirerek yeniden düzenleten Selim’in, bu kapsamlı tâdilattan üç sene kadar sonra bu sâhilsarayın hemen yanında Mihrişah Vâlide Sultan’a mahsus bir köşk inşâ ettirmesi de dikkate şâyandır. Onsekizinci yüzyıl Osmanlı (amatör) tarihçilerinden Ayasofya Câbisi Ömer Efendi (ö.1814) sâhilsarayın bahçesinin, vaktinden önce çeşitli meyve ve sebzeleri yetiştirmeye elverişli olacak bir ısıtma sistemi eklenerek yeniden düzenlendiğinden bahseder. İstanbul’lu eğitimci ve tarihçi Sarkis Hovhannesyan (ö.1805) da bu yeni köşkün, Topkapı sarayının üçüncü kapısı olan Hasırcılar kapısının ilerisinde bulunan surlar yıktırılarak 1795-96 senesinde Vâlide Sultan için yaptırıldığını kaydeder[10]. Surların getirdiği fiziksel sınırlamanın istenmemesi, Yeni Saray kullanıcılarının alışkanlıklarının ve mîmârî hassâsiyetlerinin önceki yüzyıllara göre onsekizinci yüzyılda nasıl bir değişim geçirdiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ayrıca Topkapı Sâhilsarayının harem kısmı ile bağlantılı da olsa, kendi başına münferit bir yapı olarak öne çıkması da, Mihrişah Vâlide Sultan’ın gücünü ortaya koyar. (Çizim1)
III. Selim’in, Beşiktaş Sâhilsarayına kendisi ve annesi için ilâve ettirdiği iki dâirenin de inşaatları yine aynı yıl içerisinde, 1796 senesi başlarında tamamlanır. III. Selim’e mahsus dâire, genişçe bir galeri ile beraber tasarlanmış, bu galerinin sonuna da Vâlide Sultan dâiresi yerleştirilmiştir. Bu iki yapının dışarıdaki sürekli, dar ve uzun rıhtımdan bir bağlantısı olduğu gibi, iç mekânda da birbirine –Yeni Saray örneğinde olduğu gibi- bir koridor ile bağlı olması kuvvetle muhtemeldir. (Çizim 2)
Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen)’in Meşrulaştırılması Çabalarında Mihrişah Vâlide Sultan’ın Rolü
“Nizâm-ı Cedid” , öncelikle askerî organizasyonda köklü değişiklikler yaparak, kalıcı, merkezi ve modern bir ordu yaratmak ve bunun sonucunda bu değişikliğin gerektirdiği sisteme dair reformları gerçekleştirmek şeklinde özetlenebilir. Hem merkeze rakip olabilecek iç güçlerin, hem de uluslararası arenada muadil kabul edilen Avrupa devletlerinin karşısına “yeni”, “güçlü” ve “modern” bir imparatorluk olarak çıkılması bu yeni düzenin nihâi hedefidir.
Bu dönemde, yeni düzeni ve bu düzenin beraberinde getireceği yenilik, değişiklik ve düzenlemeleri başkentte tanıtmak, benimsetmek ve muhtemel muhalefetin önüne geçmek için, başta III. Selim olmak üzere tüm hanedân üyeleri ve yönetici elitin farklı şekillerde çaba sarf ettiği görülür. İçinde barındırdığı; eski ve yeni askerî gruplar, esnaflar, zanaatkârlar, taşradaki yöneticilerin temsilcileri ve yabancı devletlerin elçileri ile İstanbul, imparatorluğun en önemli ve tepkilerinin sonuçları en hızlı ve direkt şekilde saraya yansıyan politik gücüdür. Dolayısıyla yeni nizâmı oluşturmaya yönelik tüm çabalara öncelikle başkentte meşrûiyet kazandırılması gerekir.
III. Selim döneminde, Nizâm-ı Cedid tahayyülünün temel çıkış noktası olan askerî ıslahatlar, İstanbulluların gözünde hiç şüphesiz İstanbul’da yeni inşâ edilen büyük kışlalarla fizikselleşir. Bu askerî külliyeler, bir askerin şehir hayâtına karışmadan tüm günlük ihtiyaçlarını karşılayabileceği, yeni nizâmın gerekliliklerine göre eğitim alıp talim yapabileceği niteliktedir. Şehri, devasa kütleleri ile bir bakıma kuşatan ve domine eden bu kışlaların, sultanın merkezî ve nihayetinde “tek” ordusu haline dönüşebilecek askerleri için inşâ edildiği aşikârdır. Dolayısıyla şehir hayatının ayrılmaz ve en etkin unsurlarından biri olan yeniçerilerin, yeni kurulan yahut nizâm verilen askeri gruplar için böylesine büyük ve gösterişli yapılar inşâ edilmesini bir tehdit olarak algılamaları da, yöneticiler tarafından beklenen bir şey olmalıdır. Bu dönemde sarayın, yeni düzene dair olumlu bir kamuoyu oluşturmaya çok önem vermesi bu öngörü ile doğrudan ilişkilidir.
1792 Senesi başında, Osmanlı-Rus savaşının sona ermesini müteakip, sultanın ve/veya sultanın yakın çevresinden kimselerin katıldığı meşveret meclislerinin toplanma sıklığında büyük bir artış görülür. Bu meşveret meclislerinin temel hedefi, -îmar faaliyetleri özelinde- yeni düzenin, ulemâ ve yüksek rütbeli devlet görevlileri gözünde meşrulaştırılması ve uygulanmak istenen fikirlerin benimsetilmesi/beğendirilmesidir. Örneğin Hasköy’de Humbaracı ve Lağımcı Ocağı Kışlasının 20 Ekim 1792 târihinde temelinin atılmasından[11] kısa süre sonra, 3 Aralık 1792 târihinde toplanan bir meşveret meclisinin toplanma amacı, toplantıya katılanların, desteklerine ihtiyaç duyulduğu vakit muhalefet etmemeleri için Humbaracı ve Lağımcı Ocağı Kışlasının inşâ edilmesi fikrinin kendilerine anlatılması, beğendirilmesi ve haklılığının ispatlanması şeklinde açıklanır[12]. Toplantıda, kışlanın yapılması konusunda belirtilen olumsuz bir görüşe, Nizâm-ı Cedid ricâlinden, dönemin darphâne nâzırı ve Vâlide Sultan Kethüdası, Yusuf Ağa sert şekilde karşılık verir. Daha önce humbaranın önemini savunduğu halde fikirlerinden dönmesinin onursuz ve akılsızca bir şey olduğunu söyleyen Yusuf Ağa’nın, bu kişinin dile getirdiği muhalif fikirleri ile mecliste bulunanlara tesir etmesini engellemeye çalıştığı açıktır. İki gün sonrasında Şeyhülislâm konağında yapılan ve Kaptân-ı Deryâ Küçük Hüseyin Paşa’nın (ö.1803) da bilhassa davet edildiği bir diğer meşverette ise yine benzer şekilde inşa edilecek yeni kışlalar konusu (müceddeden binâ olunacak ocaklar sohbeti) açılır. Genel havanın pek de olumlu olmadığı anlaşılan bu toplantının sonunda, Nizâm-ı Cedid ricâlinden Tatarcık Abdullah Molla Efendi (ö.1797) “Üç seneden beri kışlalar binası memduh (beğenilen, övülen) idi, bu mecliste mi fena oldu!” diyerek infial eder. İstenen desteğin elde edilememesi sonucunda, bu meclislerden iki hafta kadar sonra büyük bir meşveret meclisi toplanır. Ricâl ve ulemâ bir araya getirilerek Nizâm-ı Cedid ile ilgili bütün konular madde madde okunur, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı bulunabilecek her tür konuya açıklama getirilir. 1791-92 senelerine ait olayları anlatan dış ruznamenin 23 Ekim 1792 târihli maddesinde, mecliste bulunan herkesin Nizâm-ı Cedid maddelerini kabul etmesi sonunda, sultanın istek ve görüşlerine muhalif kimse kalmadığı kaydedilmiştir[13]. Ancak bunun, ricâlin ve özellikle halkın içerisindeki muhalif kanadın tamamen yok olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Kahvehânelerde, günlük şehir hayâtından, Nizâm-ı Cedid ricâlinin yaptırdıkları görkemli konak ve yalılardan yahut diğer savurganlıklarından, yaptıkları yolsuzluklardan, tâlim yapan yeni askerlerden ve başka pek çok konudan sohbet eden, devlet gözünde ise “devlet sohbeti” yapan ve “sözü ayağa düşüren” bu muhalif kanadın varlığı sürmektedir[14]. Döneme ait târihlerin yanı sıra bostancıbaşı defterleri de incelendiğinde, yeniçeriler tarafından işletilen yahut müdâvimlerini bu grubun oluşturduğu kahvehanelerin sıklığı ve çokluğu dikkat çekicidir[15].
III. Selim ve Nizâm-ı Cedid ricâli, İstanbul’da farklı kademelerden devlet görevlilerini ve ulemâyı doğrudan iknâya uğraşırken, Mihrişah Vâlide Sultan var olan askerî gruplar ile yeni düzenin askerleri arasında bir denge sağlanmasına yönelik çabalarda daha dolaylı ancak aktif bir rol oynar. Oğlu Sultan Selim ile birlikte yeniden nizâm verilen Humbaracı, Lağımcı, Topçu, Top Arabacıları ocaklarına mensup askerlerin ve Levend Çiftliği muallem neferâtının tâlimlerini pek çok defa izleyen ve atiyyeler dağıtan Mihrişah’ın, çeşitli vesilelerle Yeniçeri zâbitleri ve neferâtına da hediyeler dağıttığı bilinmektedir[16]. Sık sık birlikte askerî mahalleri ziyaret eden ve tâlimleri izleyen anne-oğul’un, 22 Haziran 1793 târihinde Râmi Çiftliği’nde buluşmaları ve daha sonra birlikte o dönemde de askerî nitelikleriyle ön planda olan Râmi ve Gümrükçü Çiftlikleri ile Davudpaşa Sarayını gezmeleri de bu bağlamda mânâ kazanır[17].
III. Selim’in annesi ile gerçekleştirmek istediği askerî ve siyâsî projeleri ve îmar faaliyetleri üzerinde fikir alışverişi yaptığı düşünülebilir. Anne-oğulun mûtad günlük görüşmelerinin yanı sıra, kimi zaman Selim’in tüm haremi ile birlikte olduğu, kimi zaman ise yalnızca Mihrişah ile biraraya geldiği “halvet-i hümâyunlar” da bu tür sohbetlere imkân tanır niteliktedir. 15 Eylül 1791 târihinde gerçekleşen buluşmaları bu “halvet-i hümayun”’lara bir örnek gösterilebilir[18]. Bu buluşma için, 1790 yılı baharından itibaren yeniçerilerden “tüfengci” adıyla seçilen askerlere tâlim yaptırılmaya başlanan ve bu dönemden îtibâren Selim tarafından sık sık ziyaret edilen Levent Çiftliği seçilmiştir. Mihrişah bu buluşmaya hareminden az sayıda kişi ile katılır. Levent Çiftliğinin etrafında yoğun bir güvenlik hattı oluşturulur ve çeşitli görevlilerin ve servis fonksiyonlarının[19] yerleşmesi için bu hattın ardındaki boş bir alana çadırlar kurulur. İkindi vaktine kadar dinlenildikten sonra yemek yenir ve Vâlide Sultan herkese atiyyeler dağıtarak ihsanda bulunur. Anne-oğulun Levend Çiftliği’ndeki – kayda geçmiş- bir diğer buluşmaları 26 Ağustos 1792 gününe târihlenir. Sabahın erken saatlerinden akşam üstüne kadar burada kalıp sonra yine o târihte ikâmet ettikleri Tırnakçı Yalısı’na dönerler[20]. Zaten çoğunlukla aynı saraylarda kalan Selim ve Mihrişah’ın, buluşmak için şehrin merkezinden oldukça uzakta konumlanmış askerî nitelikli bir yer seçmeleri dikkat çekicidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde bahsi geçen her iki buluşma sırasında da anne-oğulun Levend Çiftliği’nde yapılacak olan îmar faaliyetleri ve hatta Selim’in ordusunun modernizasyonuna yönelik planları hakkında fikir alışverişinde bulunmuş olması uzak bir ihtimal olmaktan çıkar. Nitekim bahsi geçen ikinci buluşmalarından dört-beş ay gibi çok kısa bir süre sonra, 1793 senesinin ilk aylarında, Mihrişah’ın Levend Çiftliği’nde Nizâm-ı Cedid askeri için yaptırdığı mescit, hamam ve çeşmelerin tamamlanması, bu imar faaliyetinin fikri altyapısının ilk ziyaret sıralarında oluşturulduğu, ikincisinde ise devam etmekte olan inşaatların kontrol edildiği düşüncesini destekler.
Mihrişah Vâlide Sultan’ın İmar Faaliyetleri
Mihrişah Vâlide Sultan’ın yaptırdığı yapılar tek tek ele alındığında, ilk eğilim çoğunlukla bu yapıları dîni bütün bir Vâlide Sultan’ın hayır eserleri olarak görme yönündedir. Bu özünde doğru, ancak eksik bir yaklaşımdır. Başkentteki bâniliği bütün olarak incelendiğinde, Mihrişah’ın yeni düzenle ilgili üstlendiği nispeten arka planda kalan ancak önemli rolü anlaşılabilir. Örneğin 1791 senesinde, Üsküdar Nuhkuyusu ve İhsaniye Mahallelerinde, çok küçük yaşta kaybettiği iki kızı Hibetullah ve Fatma Sultan hâtırasına yaptırdığı çeşmeler, rahatlıkla Mihrişah’a hayırsever anne imajını yakıştırmayı mümkün kılar. Uzun kitâbelerinde Vâlide Sultan’ın -dolayısıyla hanedânın- cömertliğine bol bol atıf yapılan ve vefât etmiş Sultanlar için duâlar edilen bu çeşmeler, onsekizinci yüzyılın alışıldık mîmârî zevklerini yansıtırlar. Ancak Mihrişah’ın bu iki çeşme için, sefere giden ve seferden dönen askerlerin İstanbul öncesindeki ilk/son durakları olan Üsküdar’ı seçmiş olması, çevredeki halkın pratik ihtiyaçlarını sağlamaktan ziyade, devam etmekte olan Rus seferine giden ve dönen askerleri de düşünmüş olabileceğini akla getirir.
21 Mayıs 1792 târihinde, Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın beraberinde seferden getirdiği askerlerin tâliminin izlenmesinin üzerinden bir ay gibi kısa bir süre geçtikten sonra, Selim kafirlere kendi yöntemleriyle karşılık vermek gerekir (küffara mukabele-i bilmisl lâzım) diyerek bu onaltı askeri ve Karadeniz sâhili sakinlerinden hevesli olan 25-30 yaş arası yüz elli kadar genç erkeği birliğine yeni teslim olmuş talimli askerler (Nev müsellem-i muallem neferat) adı altında, talimli asker olarak kaydettirir. Bu askerler, 1805 senesinde Üsküdar Kışlası inşâ edilene kadar Nizâm-ı Cedid Ordusunu temsil edecek olan Levend Çiftliği’nde iskan ettirilir[21]. Aynı senenin Ekim ayı sonlarında yeni bir nizâm verilen eski askeri gruplardan Humbaracı ve Lağımcı Ocaklarının kullanımı için Hasköy’de büyük bir kışla külliyesinin yapımına başlanır[22].
1793 senesi başlarında, Rus savaşının sona ermesinin ardından, Vâlide Sultan’ın başkentte yaptırdığı ilk yapıların, Levend Çiftliği sınırları dahilindeki mescit, hamam ve çeşmeler olması bu bağlamda dikkat çekicidir. Mihrişah 1793 senesi sonlarında ise Humbaracı Kışlası dahilinde iki çeşme inşâ ettirir ve kışla câmiinin inşaatını başlatır. Humbaracı ve Lağımcı Ocakları Kışlasının açılışından yedi ay sonra, 26 Eylül 1794 târihinde kışlanın avlusunda bulunan câminin inşaatı tamamlanır[23]. Selim ve Mihrişah kışlaya giderek kasr-ı hümâyunda bir miktar dinlenirler ve sonrasında da inşaatta çalışanlara atiyyeler ihsân ederek câminin açılışını yaparlar. Dönemin pek çok ünlü şâirinin, câminin inşâsı için düştüğü târihlerde, câminin yaptırılması ile kışlanın şan ve şeref bulduğu, Selim ve Mihrişah’ın büyük gayretlerle hem maddî, hem mânevî anlamda askeri ma’mur eyledikleri gibi temalar ağırlıklıdır[24].
Aynı sene içerisinde, Mihrişah Vâlide Sultan’ın kendisi için inşâ ettirdiği ve yapımına iki sene evvel başlanmış olan Eyüp semtindeki türbesi de tamamlanır. Türbenin etrafında konumlanan imaret, sebil, çeşme, mektep gibi hizmet yapılarının inşaatları ise 1795 senesinde bitirilir. Hânedânın hayırseverlik ve dindarlığını vurgulayan bu yapıların, İstanbul’da Nizâm-ı Cedid askerlerinin ve yeniden düzenlenen ocakların neredeyse tamamının yeni kışlalarında talime başladığı bir dönemde halkın kullanımına sunulması ilk bakışta bir tesadüf gibi görülebilir. Ancak külliyenin mîmârî olarak en gösterişli ve dışarıdan en rahat algılanan yapısı olan sebil’in kitâbesi, bunun bir rastlantı olmayabileceği konusunda ciddi şüpheler uyandırır. (Foto.2) Kitâbede, diğer pek çok çeşme veya sebil kitâbesinde olduğu gibi, yapının bânisinin dindarlığı veya halka Allah rızası için dağıttığı su ile sergilediği hayırseverlik vurgulanmaz. Aksine, şiirin büyük kısmında Sultan III. Selim’in ve icraatının methedildiği, askerini bir araya getiren doğunun güneşi olarak anıldığı görülür. Pek çok dönem şairi tarafından düşülen târih arasından Şeyh Galib’e ait bu beş kıtalık şiirin seçilmesi, kamuoyunda Nizâm-ı Cedid’e yönelik olumlu bir algı yaratılmasında Vâlide Sultan’ın bu hayratının da rol oynadığına işaret eder[25].
Mihrişah’ın bânisi olduğu, 1794 senesinde yapımına başlanan ve 1797 senesinde tamamlanan Bahçeköy’deki Vâlide Bendi de, başkentteki askerî faaliyetlerle doğrudan ilişkilidir. Bahçeköy’den Maslak’a, Levend Çiftliği üzerinden bugün Harbiye’de bulunan makseme, oradan da Taksim’deki büyük maksem’e getirilen su, önceleri Tophane’de genişletilen Topçu Kışlalarının ve çevresinde yoğunlaşan nüfusun artan su ihtiyacını karşılar. Sonraları Tophane kışlasının askere yetmemesi üzerine Taksim’de inşâ edilecek olan ikinci Topçu kışlasına da yine bu sudan bir kol götürülür[26]. Vâlide sultan, yaptırdığı bu alt yapı hizmetini, su yolu hattı üzerindeki meskûn bölgelerde yaptırdığı çok sayıda meydan çeşmesi ile İstanbul halkına ilan ederken, bir yandan da sarayın gündelik hayattaki görünürlüğünü arttırmaya da vesile olur. Dolayısıyla Mihrişah’ın bu imar faaliyetini, sadece şehrin su ihtiyacı duyulan bölgelerine su sağlanmasına yönelik bir hayır işi olarak görmek doğru değildir.
Mihrişah Vâlide Sultan’ın 16 Ekim 1805 târihinde vefât etmesinden önce başlayan, ancak tamamlandığını göremediği son büyük projesi, yine askeri bir külliye içerisinde yer alan bir câmidir. Çeşitli belgelerde “Taksim Topçu Kışlası yakınında bulunan câmi” yahut “Beyoğlu’nda Süvâri Topçuları Kışlası Câmii” şeklinde anılsa da, bu câminin konumu tam olarak belli değildir. 1807 senesi sonlarına târihli bir keşif defterinde câminin, kışlanın Dolmabahçe tarafında inşâ edildiği bilgisi yer alır[27]. Dolayısıyla yapının, Humbaracı ve Lağımcı Ocağı Kışlasında bulunan Mihrişah Vâlide Sultan Câmiindeki gibi avlunun ortasında yer almadığı, kışlaya entegre biçimde, dörtgen planın Dolmabahçe kanadı üzerinde bir noktada konumlandırılmış olabileceği düşünülebilir. Kışla yapıları ile bir bütün olarak tasarlanan câmilere daha sonraki dönemlerde de rastlanması bu düşünceyi gerçekçi kılar. II.Mahmud devrinde Âsâkir-i Mânsûre-i Muhammediye ordusu için İzmir’de yapılmış bir kışla’da, câmi ile benzeri bir ilişki sözkonusudur. (Çizim 3) 1887 gibi çok daha geç bir târihte inşâ edilmiş Orhâniye Kışlası ise, kışlaya entegre câmi modelinin sembolik olarak ne derece kuvvetli olabileceğinin bir ispatı gibidir. (Foto 3)
Mihrişah Vâlide Sultan’ın Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan 5 ayrı vakfiye defterinde yer alan sekiz vakfiyesinden[29] sonuncusu olan 20 Aralık 1800 târihli vakfiyede, Mihrişah’ın III. Selim’in askerî projesine farklı bir açıdan da müdâhil olduğu görülür[30]. Yeni düzenlemeye göre, Mihrişah Vâlide Sultan, Vakıf geliri kuvvetlendiğinde, gelir fazlasının mütevellinin görüşü ile din ve devlet işlerine daha yararlı ve daha üstün sevap sağlayacak şekilde savaş işlerine, sefere çıkan, savaş eden İslâm askerlerinin teçhizine ve diğer savaş ihtiyaçlarına harcanmasını şart kılar. Aynı vakfiyenin ilerleyen bölümlerinde ise daha önce öngördüğü şartların bir bölümünden vazgeçtiğini ifade eder. Yeni duruma göre Mihrişah öncelikle Tophane’deki topçu ve top arabacıları ocakları erleri, Levent Çiftliği ve Üsküdar Kışlası’ndaki askerler ve diğer askerî sınıfların gerekli masraflarını karşılamak üzere yardımda bulunmanın önemini vurgular. Ona göre cihad farizası için hazırlıklı olmak bütün yararların en önemli ve en lüzumlusudur. Sonra vakfının mütevelliliğine dair şartlarını sıralar. Buna göre kendisi hayatta iken mütevellilik kendi elinde olacak, vakfa ait her türlü mâli işlerle mütevelli vekili, kâtip, ruznamçeci ve câbi ilgilenecektir. Kendisi vefât ettiği vakit vakfın işlerini yürütmek üzere oğlu Sultan Selim’in mütevelli olmasını ister. Mihrişah’ın koyduğu şartların en dikkate şâyan olanı, vakıfla ilgili görevlilerin ücretleriyle masrafları çıkarıldıktan sonra, vakıf gelirinin arta kalanının tümünün Hazîne-i Âmire’de muhafaza edilmesi ve Kara Kuvvetleriyle ilgili askerî hizmetlerle cihad ihtiyaçlarına harcanmasıdır[31]. Mihrişah Vâlide Sultan’ın vakfına ait tüm gelir fazlasını III. Selim’in yeni bir Nizâm vermek için çabaladığı ordusunun hizmetine sunmuş olması, belki de Mihrişah’ın oğlunun askerî projesine olan en büyük ancak en az bilinen desteğidir.
Sonuç
Onaltıncı yüzyıl ortalarından itibaren resmî bir nitelik kazanan “Vâlide Sultan”’lık makamına gelen pâdişah anneleri, kimi zaman oğullarının nâmına, kimi zaman oğullarına rağmen, kimi zaman da oğulları ile birlikte devlet yönetiminde önemli bir rol oynarlar. Onsekizinci yüzyılın belki de en güçlü vâlide sultanlarından biri olan Mihrişah Vâlide Sultan da, ordunun modernizasyonu, idârî ve mâli sistemlerin ıslâhı ve nihayetinde imparatorluk içi ve dışındaki farklı platformlarda güçlü ve modern bir imparatorluk olarak var olmanın hedeflendiği bir dönemde, bu süreçlere farklı biçimlerde müdâhil olmuştur.
III.Selim’in fikri altyapısının ve ileriye dönük projelerinin şekillendiği şehzâdelik döneminden, 16 Ekim1805 târihinde Mihrişah’ın vefât etmesine kadar, anne-oğul’un yakın bir ilişki içinde olduğu kolaylıkla gözlenebilir. Selim’in annesine düşkünlüğü, çeşitli saraylarda annesi için yaptırdığı, hünkâr dâireleri ile doğrudan fiziksel olarak ilişkili dâirelerle somutlaşırken, ruznâmelerden de ikilinin ne denli sık biraraya geldiği takip edilebilir. Kayıtlardan, anne-oğul’un genellikle askeri teftişlere ve törenlere birlikte katıldıkları ve ayrıca Selim’in çok defa annesini farklı sâhilsaraylarda ziyarete ettiği görülür. Mihrişah’ın hanedânın meşruiyetini güçlendirmeye yönelik hayır işleri olarak da ele alınabilecek olan imar faaliyetlerini değerlendirirken, bu yakınlık ve birlikte geçirilen mesai gözardı edilmemelidir.
Yaptırdığı çeşme, hamam, câmi ve mescitleri, konumları ve içinde bulundukları külliyelerin askerî niteliği bağlamında ele almak, Mihrişah Vâlide Sultan’ın îmar faaliyetlerini farklı bir açıdan değerlendirmeyi mümkün kılar. Buna göre, Mihrişah’ın bânisi olduğu yapıların, Yeni Düzen’in meşrûlaştırılmasına yönelik birer araç olduğu ve anne-oğul’un aynı siyâsî hedefe farklı araçlarla hizmet ettiği söylenebilir.