Merhum hocam Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat’m aziz hâtırasına...
Timur, Asya’da bir kasırga gibi esti ve arkasında bütün dünyaca tanınan bir isim bıraktı. Seferleri ve zaferlerine ait tasvirler, zamanında yazılan eserler ve görgü tanıklarının ifadeleri ile canlı bir biçimde günümüze kadar gelmiştir. Orduları Moskova’dan Delhi’ye, İzmir ve Filistin’den Çin’e kadar giderek bütün o devrin dünyasını titretti. Bütün bu seferler zaman ve mekân tanımaz bir tarzda icra edilmişti. Bâzı Avrupalı tarihçiler Makedonyalı İskender ve Napolyon’un seferlerine bakarak onları tarihte en büyük asker ve cihangir olarak göstermeye çalışırlar. Fakat Timur’un seferleri ele alınacak ve km. olarak hesaplanıp kıyaslanacak olursa, İskender ve Napolyon’un bu hususta onunla mukayese edilemeyeceği açıkça görülecektir.
Bu seferler ve zaferler sonunda Timur’un şöhreti bütün dünyada hemen yayıldı, asırlarca bir dehşet siması ve efsanevî bir kahraman olarak yaşadı. Pek çok yazar ve san’atkâra konu oldu. Evet o, göçebe fatihlerin sonuncusudur. Fakat o, Rus tarihçisi Barthold’un ifade ettiği gibi sâdece “bir eşkıya çetesi reisi”[1] veyâ ele geçirdiği şehirleri yakıp-yıkan, insan kellelerinden minareler diktiren bir asker mi idi?
Timur’u ziyaret eden İspanyol elçisi Clavijo[2] ve Timur’un küçük yaşta Suriye’den Semerkand’a götürdüğü İbn Arabşah[3], Timur’un atalarının, çoban ve göçebe olduklarını yazarlar. Clavijo ayrıca Çağatayların sürüleri ile yolculuk eden göçebeler olduklarını, bu yolculukları sırasında kadın ve çocuklarının kendileri ile birlikte bulunduklarını ifade eder. Bu gibi ifadeler bize Timur’un ataları olan Çağatayların XIV. yüzyılın ortalarında yaylak ve kışlaklara sâhip, göçebe bir toplum olduklarını göstermektedir.
Çağataylar her ne kadar göçebe hayatı sürdürmekte idiler ise de, servetleri ve kudretleri sâdece göçebeliğe dayanmıyordu. Kabile reisleri tarafından idare edilen toprakların büyük bir kısmında Semerkand, Buhara, Belli, Tirmiz ve Hocend gibi, geçmiş devirlerin büyük-medenî şehirleri ile geniş tarım alanları mevcuttu.
Timur’un herkesi ürküten seferlerinden sonra, ülke içinde düzen sağlanmış, ülkenin çeşitli bölgelerinde mirzaların hüküm sürmeleri, geçmişin yaralarının sarılmasını kolaylaştırmıştı. Bu idareciler bölgelerini bayındır bir hâle getirmek ve refahı sağlayabilmek için ziraî ve İktisadî hayatın sağlam temellere dayanması ve istikrarın sağlanması gerektiğinin farkında idiler.
Kendisini yerleşik ahaliden çok asker unsuruna daha yakın hisseden Timur, göçebeler tarafından kabul edilmesi mümkün olmayan bir davranışta bulunarak, başşehir olmak üzere Semerkand’ı seçmiş[4] ve burada binalar inşa ettirmeye başlamıştı. Halbuki daha önceleri bâzı Çağatay hanları yerleşik hayata geçmeye teşebbüs ettiklerinden bunu hayatları ile ödedikleri gibi[5], Timur da arkadaşı Emir Hüseyin’i Belh’te yerleşmek ve Hinduvân kalesini onartmak istediğinden dolayı, amcası Abdullah’ı örnek göstererek yasaya aykırı olduğundan onu bundan alakoymuştu[6]. Semerkand’ın başkent seçilmesinin ardından Timur burasını imara çok önem vermiş, ele geçirdiği ülkelerden getirttiği usta ve san’atkârlara Semerkand civarında Dımaşk, Mısır, Şiraz, Sultaniye ve Bağdad adlarını verdiği kasabalar kurdurmuş[7], şehrin dışında bazıları hanımlar için olmak üzere Dilgüşâ, Şimal, Nakş-i Cihan, Çınar, Taht-ı Karaca adlarını taşıyan bahçe ve konaklar inşa ettirmişti[8].
O, ticaretin devlet hâzinesi için en büyük gelir kaynağı olduğunun farkında idi. Başkent Semerkand’da pek çok çarşı ve dokuma imalâthanesi bulunuyor, şehir özellikle baharat ticaretine merkezlik ediyordu. Clavijo’ya göre İskenderiye çarşılarında bile bunların eşini bulmak mümkün değildi. Deşt-i Kıpçak’tan deri, Çin’den ipek, Hoten’den elmas, yakut gibi kıymetli taşlar geliyordu ve yine İspanyol elçisine göre "Timur, başkentini dünyanın en mükemmel şehri yapmak için, ticareti daima teşvik etmişti”[9]. İşte bu düşünce iledir ki, 1402 yılında Ankara Savaşı'ndan hemen sonra, Fransa kralına gönderdiği mektupta, karşılıklı olarak tüccarların gelip-gitmesini, tüccarlara güçlük çıkarılmamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır ve müreffeh bir hal aldığını ifade ediyordu[10].
İmar faaliyetleri ve ticaretin yanında tarımı da ihmal etmiş değildi. Şerefeddin Ali-i Yezdî’nin ifadesine göre Timur’un ülke dahilinde işlenebilecek hiçbir yerin boş kalmasına gönlü razı değildi[11]. Bu amaçla o, ele geçirilen ülkelerden pek çok topluluk ve kabileyi başka yerlere göçürerek, o zamana kadar iskâna açılmamış bazı yerleri iskâna açmış[12], birçok yerde kanallar kazdırmıştı[13]. Bu gibi faaliyetlere daha sonraları da devam edildiğini,1410 yılında Şahruh tarafından Merv şehrinin yeniden kurulduğunu biliyoruz[14].
Timur’un fethettiği şehirlerdeki yağma ve tahribatı, kendi zamanında, hatla onun veya çocuklarının emri ile yazılan Zafernâmelerde uzun uzun ve övgü ile anlatılır. Bu biraz da bu yazarların Timur’u bu ifadelerle daha da yüceltebileceklerine inanmalarından olsa gerektir. Gerçi Memlûk ve Osmanlı kaynakları da bu yağma ve tahribatı acı bir dille anlatırlar. Fakat bunlara tamamen inanacak olursak, Timur’dan önce inşa edilmiş olan eserlerin hiç birisinin daha sonraki devirlere kalmamış olması gerekirdi. Timur’un 1386 yılında Tiflis’e gelip, Gürcüler hakkındaki ifadelerine, savaşı bir cihat haline getirmesine rağmen[15], bütün kiliseler bu savaşlar sırasında yok olup gitmiş değildi. Gürcistan ve Ermenistan pek çok deprem, uzun süren Osmanlı-İran savaşlarına rağmen, Ortaçağların Hıristiyan sanatının pek çok mimarî yapısını halâ saklamaktadırlar.
İbn Arabşah[16] ile daha bâzı Memlûk ve Timurlu tarihçileri Dımaşk’tan söz ederken “yangın bu büyük şehrin bütün ihtişamını silip-süpürdü ve eserlerini yok etti” demektedirler. Bu sözlere bakılacak olursa Dımaşk’ın 1400’lerden önce yapılmış eserlerden hiçbirine sahip olmaması gerekir. Oysa ki durum böyle değildir. Bu örnekleri Bagdad, Isfahan ve hattâ Osmanlı başkenti Bursa için de verebiliriz.
Timur’un şehirleri yıkılmış halleri ile değil, olduğu gibi ele geçirmeyi tercih ettiği anlaşılıyor. Çünkü şehrin vergiye bağlanması, yağmalanmasından daha kazançlı idi. Esasen gerek Yasa, gerekse İslam hukuku, hükümdarın, düşmana teslim olmalarını teklif, kabul etmemeleri halinde mal ve mülklerinin ganimet olarak alınmaları, ahalinin köle olarak satılmalarına cevaz veriyordu.
Ordulardan önce casuslar gönderilir[17], şehrin önüne gelindiğinde ise teslim olmaları istenirdi. Tabiî teslim halinde bile şehir ahalisinin “nal baha” veya “mâl-i aman"[18] denilen sefer masrafları için bir vergi ödemesi gerekirdi. Mücevherât ve değerli eşya alınır, üretim ve zanaatlara yönelik âletlere pek dokunulmaz, böylelikle tarım ve zanaâta yönelik üretimi sağlayan âletler zarara uğramadan kalır, ekonomik durum çabucak eski canlılığına kavuşurdu. Bu yüzden de örnek vermek gerekirse Şiraz 2 yıl ara ile, Herat 6 ay ara ile iki kere “mâl-i aman” ödeyebilmişlerdi.
Şehir ileri gelenleri ile anlaşmaya varılınca değerli eşyanın kaçırılması ve askerlerin şehre girmelerini önlemek için biri hariç, bütün kapılar kapatılır[19] veya örülür[20], vergi memurları vergi toplama işine girişirlerdi. Ancak görevliler ile ahali arasında küçük bir olay bâzen ayaklanmaya dönüşür, bn ise şehrin yağmalanıp, yakılmasına da yol açabilirdi. Delhi[21] ve Isfahan[22] buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak bâzen ise, meselâ Saray ve Astarhan’da olduğu gibi, ahali vergisini ödedikleri halde, ardından yağmalanmışlardı[23].
Şehir baştan teslim olmayıp, direnecek olur ve bunun sonucu ele geçirilirse yağmalama kaçınılmaz olurdu. Herat, Isfahan, Bağdad, Delhi, Halep, Şam ve Sivas ile ilgili olarak, insan kellelerinden minareler yapmaya varıncaya kadar, Zafernâmelerde anlatılanlar ortadadır. Öyle anlaşılıyor ki, bütün bu katliâmlar, “Timur’un gücünün ne denli büyük ve etkili olduğunu göstermek için başvurulmuş bir gösteri” idi.
Kimsenin pençesinden kurtulamadığı, acımak bilmeyen ve çok çabuk işleyen bir adalet onun özelliklerindendi. Her seferden dönüşünde araştırmaya girişir, her konuda kendisine hesap verilmesini isterdi. Bizzat kendisi tartı ve uzunluk âletleri, malların fiyatlarını kontrol eder, suçları araştırır, sorumluları en üst derecede görevliler olsa bile cezalandırır, adam kayırmazdı[24]. Zenginlik, makam-mevki, şahsî münasebetler kararlarını etkilemez, af dilemek hiçbir sonuç vermez, araya adam sokmak bilakis daha kötü sonuç verirdi. Bu onun düşkünleri, büyüklere karşı korumak için uyguladığı usullerden biri olup, oğlu Miranşah dahi kendini babasının gazabından zor kurtarmış, Miranşah bağışlanmakla birlikte, yanındakiler, onu kötü yola sevk edenler öldürülmüşlerdi[25].
Öteden beri Timur’un herhalde İbn Arabşah[26]’taki kayda dayanarak okuma-yazma bilmeyen bir kimse okluğu söylenmiştir. Çocukluğunda Keş’teki dervişlerin medreselerine devam ettiğine göre, okuma-yazma bilmediğini söylemek gerçekten güçtür. Onun arapçayı bilmediğini biliyoruz[27]. Çünkü Suriye’de ulemâ ile tercüman vasıtası ile konuşmuştu[28].
Şeyhler, dervişler ve ulemâ ile devamlı görüştüğü, sohbet ettiği biliniyor[29]. Tarih ile daha gençlik yaşlarından itibaren ilgileniyor idi[30]. Tarih konusundaki bilgisi ve sorulan ile meşhur İbn Haldun’u bile hayretler içinde bırakmıştı[31].
İran şiiri ve şâirlerini tanıdığını söylemek güçtür. Meşhur şâir Şirazlı Hâfız ile görüşmesi konusu da şüphelidir[32]. Buna karşılık Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed-i Yesevî’yi iyi tanıyor olmalı ki, zaman zaman mezarını ziyaret ettiği gibi, 1398 yılında türbesini de inşa ettirmişti[33]. Timur’un şeyhe bağlılığı ile ilgili olarak çeşitli menkıbe ve kerametler de türetilmiştir[34].
Din kültürü ve bilgisinin de oldukça geniş olduğu anlaşılıyor. Bu kültürü küçük yaşlardan itibaren edinmiş olmalıdır. Dinî tartışmalara büyük ilgi duyar, ancak bu tartışmaların farklı mezheb mensupları arasında değil, Sünnîler ile Şiîler arasında olmasından hoşlanırdı. Mazenderân’da Şiî seyyidleri ile sohbeti sırasında, Ali ve Muaviye meselesini ortaya atarak, Hz. Ali’nin haklılığını ileri süren Şiî seyyidlerini, bu tutumlarından dolayı azarlar ve cezalandırırken[35], Suriye’de ise bu soruya Malikî Kadısı Alemuddin el-Kufsî’nin “hepsi de müctehiddir” cevabına kızarak, Ali’nin haklı, Muaviye’nin zâlim, Yezid’in ise fâsık idiğini, dolayısı ile Haleplilerin de Hüseyin’i öldürmüş olan Dımaşklılar gibi olduklarını söyleyerek, Mazenderan’dakinin tam tersi bir tavır takınmıştı[36]. Mardin’de hristiyanlara armağanlar vermiş, kiliselerini tamir ettirmiş[37], Lübnan’da hristiyan din adamlarını ziyaret etmişti[38]. Genellikle seferlerine bir gâzâ havası vermesine rağmen, din, onun maksadına erişebilmesi için kullandığı âletten başka bir şey değildi. Böyle bir hükümdar ile konuşurken ulemânın daima bir tuzağa düşmekten çekinmeleri çok tabiî idi. 1403 yılında Azerbaycan’da Beylekan’da meydana gelen ve Timur’un tarih- çişi Nizameddin-i Şâmî tarafından hikâye edilen sahne oldukça ilgi çekicidir. Timur yanındaki ulemâya, hükümdarlara öğüt veren eski ulemâyı örnek göstererek, kendisine öğüt vermemelerinin sebebini sorduğunda onlar, Timur’un davranışları ile herkese örnek olduğunu, kendileri gibi insanların öğütlerine ihtiyacı olmadığı cevabını vermişlerdi. Ulemâ bu sözlerin samimi olduğuna inandıktan sonra, ülkenin bâzı bölgelerinde meydana gelen yolsuzlukları söyleme cesaretini kendilerinde bulabilmişlerdi[39].
Fetihleri sırasında karşılaştığı sanat eserlerini ganimet olarak alır ve onları sarayları ve çadırlarında zevkle sergilerdi. Clavijo, Timur’un çadırında kıymetli taşlarla süslenmiş, inci, zümrüt ve firûze ile bezenmiş 6 sürahi ve 6 kadehten ibaret altın sofra takımı, üzerinde kocaman bir zümrüt bulunan bir sandık ve altından imâl edilmiş, insan belinden daha kalın gövdesi olan, dallarında meyve yerine yakutlar, zümrütler, incilerin sarktığı, dallarının üzerinde altından kuşların konduğu bir ağaç, ellerinde İncil’den St. Paul ve St. Pier’i temsil eden ve Btırsa’dan gelen büyük boy bir Bizans ikonasını gördüğünü yazar[40].
Timur’un seferleri sonucu ele geçirdiği ülkelerden birçok san’atkârı Semerkand’a götürdüğünü söylemiştik[41]. Ancak Timur zamanına ait onunla ilgili, bildiğimiz kadarı ile hiçbir minyatür ele geçmemiş olmakla birlikte, bu san’atkârlara âit mimarî eserler ve onların duvarlarını süsleyen bâzı duvar resimlerinin varlığı kaynaklarda nakledilir[42].
Savaşlar sırasındaki tutumuna bakılarak Timur daima ciddi ve asık suratlı bir adam olarak düşünülmüştür. Onun bir mizah anlayışına sahip olmadığını düşünmek, başkalarının lâtifelerine hiç ilgi göstermediğini iddia etmek imkansızdır. Onunla ilgili olarak anlatılan hikayeler gerçek olmasa dahi, ister-istemez az da olsa bir gerçeği de yansıtmış olmalıdırlar. Şirazlı Hafız ile ilgili hikaye[43] veya Nasreddin Hoca ile ilgili fıkralar[44] herhalde bir ipucu olmalıdırlar.
Timurlular devri resim sanaünın menşei olarak Bağdad, Tebriz ve Şiraz okulu gösterilmektedir. Timur buraları ele geçirdikten sonra bu şehirlerdeki san’atkârların bir kısmını Semerkand’a götürmüş[45], ölümünden sonraki karışıklık yılları sona erince, onların bir kısmı Şahruh’un oğlu Baysungur tarafından Herat’ta toplanmışlardı. Buna rağmen Bağdad, Tebriz ve Şiraz gibi merkezler faaliyetlerini durdurmamışlardı. Resim sanatı Şiraz’da Ömer Şeyh’in oğlu Mirza İskender zamanında da devam ederek gelişme gösterdi. Nitekim İskender zamanına ait minyatürlü bâzı yazmalara sahibiz[46]. Şiraz’da bu gibi faaliyetler, İskender'in ölümünden sonra, hatta Kara Koyunlular zamanında dahi devam etmiştir.
Kendisi meşhur bir hattat olan Mirza Baysungur, Herat’taki konağını zamanın bir akademisi haline getirmişti. Tebrizli Ca’fer’in 1427 tarihli bir arzı bize buradaki sanat faaliyetleri hakkında ilgi çekici bilgiler veriyor[47]. Herkeste mesleğinde en büyük olma arzusu yaygın bir hal almış[48], bunun sonucu olarak Timurlu resim sanatı büyük ilerlemeler kaydetmiştir.
Baysungur’un ölümünden sora bu çalışmalar tamamen durmuş olamaz. Zira daha sonraları Hüseyin Baykara ile Alişîr Nevaî’nin şahsında yeniden koruyucuya kavuşan san’atkârlar ortaya çıkmış, meşhur Bihzad yetişmişti. Bihzad daha sonra Safevîlerin yanına gelerek, Tebriz’de yetiştirdiği talebeleri ile Timurlu resim san’atının devamlılığını da sağlamıştır[49].
Zamanlarının büyük bir kısmını yıllar süren seferlerde geçiren Timurlu hükümdar ve begleri, eğlencelerden de geri kalmıyorlardı. Timur’un seferleri sırasında ele geçirerek Semerkand’a gönderdiği san’atkârlar arasında bazı çalgıcı ve okuyucular da bulunuyordu. İbn Arabşah’ın Timur devri hanendeleri arasında saydığı Abdüllâtif Damganlı, Mahmud ve Cemaleddin Ahmed Harezmli, Abdülkadir ise Meragah olup[50], Bağdad’dan Celâyirli sarayından getirilmişti. Clavijo’nun uzun uzun anlattığı gibi, kadın ve erkeklerin katıldığı toylar veriliyor ve bu arada çalgılar çalınıp, şarkılar okunuyordu[51]. Semerkand’ın musikişinasları o kadar meşhur olmuşlardı ki, onların diğer şehirlerin zenginleri tarafından davet edildikleri de oluyordu[52]. Bu çeşit eğlenceler zaman zaman din adamları tarafından bile tertip ediliyordu. Meselâ Herat Şeyhülislamı Seyfeddin Ahmed’in bir defasında şehrin ileri gelen müderrislerine ziyafet verdiği ve ardından çalgılar çalınıp, şarkılar söylendiği Nakşibendî tarikatı şeyhlerinin haltercümesi olan Reşahat’da kaydedildiği gibi[53], Semerkand Şeyhülislamı Isâmeddin’in de inşa ettirdiği hamamının tamamlanması dolayısı ile bir eğlence düzenleyerek kadın-erkek şarkıcılar getirttiği bilinmektedir. Bu eğlenceler sırasında şehrin muhtesibi gelerek, şeyhülislâmı öfke ile azarladığı “ey İslâm olmayan şeyhülislâm! hangi mezhebe göre erkek ve kadınların bir arada bulunmaları câizdir?” diye sorduğu tarihçi Handmir'in eserinde nakledilmektedir[54].
Bu devirde musikide bilhassa iki kişinin adlarından daima zamanın en büyük üstadları olarak söz edilir. Bunlardan biri Endicanlı Yusuf, diğeri ise musikî nazariyeleri ilmindeki bilgisi ile tanınan Meragalı Abdülkâdir idiler[55]. Sesinin güzelliğini işiten Fars hâkimi İbrahim Sultan, Endicanlı Yusuf'u defalarca Baysungur’dan istemiş ise de, bu isteği yerine getirilmemişti[56]. Meragalı Abdülkadir’e gelince, o, başlangıçta Celayirli Sultan Hüseyin’in nedimlerinden iken, daha sonra aynı sülaleden Sultan Ahmed’in sarayında yaşamaya devam etmiş, ancak Timur’un 1393’te Bağdad’ı ele geçirmesi üzerine birçok san’atkâr ile birlikte Semerkand’a gönderilmiştir. Bir müddet Azerbaycan hâkimi Miranşah’ın yanında bulunduktan sonra, tekrar Bağdad’a eski hâmisi Sultan Ahmed’in yanına gelmeğe muvaffak olmuş ise de, 1401 yılında Timur’un Bağdad’ı yeniden ele geçirmesi üzerine tekrar Semerkand’a gönderilmişti. Timur’un ölümünü takip eden yıllarda herhalde bir süre Semerkand’da kalmış ise de, çok erkenden Herat’a gelmiş olmalıdır. Zira en büyük eseri olan ve 1415 yılında tamamladığı Cami’ül-Elhân'ı Şalındı adılladır.
Timur’un seferlerine bakarak, hiçbir zaman Türk millî gayesi taşımadığı da zaman zaman söylenmiştir. Bu da pek doğru görünmüyor. Yezdî’nin Zafernâmesi, giriş bölümünde Türkler ile ilgili destanlardan söz etmektedir. Bu da XV’. yüzyılda bile Türkler ile ilgili destanlara karşı bir alâka bulunduğunu, saraylarda ve şölenlerde bunların zevkle anlatıldığını gösteriyor. O devrin anlayışına göre Moğollar Türklerin bir kolu gibi görülüyordu. Timur, bir Iranlının hükümdar olabileceği, saltanatta hak iddia edebileceğine hiçbir zaman inanmak istemez. Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu’dan ayrılırken Avnik’de “Celâyirli Ahmed’in Tâcik mizaçlı olup endişe edilmemesi, ancak Kara Yusuf un Türkmen olup, dikkat edilmesi gerektiği” sözleri[57] ilgi çekicidir. Nitekim bazı mektuplarında Bâyezid’i de Türklükten uzaklaşmakla suçlamaktadır[58].
Seferlerinin Türk ülkeleri üzerine olmasından dolayı tenkit edilmektedir. Bu husus o devıin hâkimiyet anlayışı göz önüne getirilerek düşünülmelidir. Timur bu ülkeleri de Türk ülkesi olarak görüyor, "bütün dünya iki hükümdarın sâhip olacağı kadar değerli ve büyük değildir. Tanrı nasıl bir tane ise Sultan da bir tane olmalıdır” sözü ile[59] bunu gerçekleştirmeye çalışıyordu. Nitekim 1391 yılında Toktamış üzerine giderken yazdırmış olduğu Türkçe anıt-kitabede kendisini "Turan Sultanı” olarak nitelemektedir[60].
Milli şuur bilindiği gibi Ali Şir Nevaî’yi türkçe’nin Farsça’dan üstün olduğunu iddia eden bir eser yazmaya şevketmiş[61], Babûr Vekâyi’inde Türkleri öven pek çok ifadeler kullanmıştır[62]. Sekkakî de Uluğ Beg için yazdığı bir şiirinde “Dünya benim gibi bir Türk şâiri ve senin gibi âlim hükümdar görmesi için, uzun yıllar dönmek zorunda kalacaktır” diyerek, Türk şâiri olarak övünmektedir[63].
Timur’un hayatı bize, seferler, fetihler ve zaferlerden ibaretmiş gibi görünse de, dehası sâdece askerî alanda imiş gibi zannedilse de, onun diğer yanlarının, imarcı yanının da, askerî yanından hiçte aşağı kalmadığını unutmamak gerekir. O sâdece bir asker değil, aynı zamanda devlet adamı idi. Tek başarısızlığı, haleflerine bu olağanüstü kâbiliyet ve dehasını aktaramamış olmasıdır. Hayatı boyunca olağanüstü başarılar kazanmış, fakat ölümünden sonra yaşamayan bir sistem bırakmıştı. Sistemin bozulup işlememesi hususu bizim için şaşılacak bir şey değildir. Şahsî sadakat ve bağlılıklara dayalı olan iktidarların sağlam bir şekilde devam edemedikleri hep görülmektedir. Eğer Timur daha küçük bir hükümdar olsa idi, halefleri muhtemelen daha büyük hükümdarlar olabilirlerdi. Halefleri bakımından o Cengiz Hân gibi talihli çıkmadı. Cengiz Hân’ın vasiyeti yerine geürildiği halde, Timur’un vasiyetine asla riâyet edilmemiştir. İki oğlu Timur’un sağlığında ölmüş, 3. aklen mâlül, 4.sü Şahruh ise mizaç bakımından babasına hiç de benzemiyordu. Buna karşılık haleflerinden Uluğ Beg, Baysungur, Hüseyin Baykara ve Babür gibi bâzıları bilim, edebiyat ve güzel san’atlarda söz sahibi idiler.
Timur ailesine mensup kabiliyetlerin en başta geleni şüphesiz ki Timur’un torunu Uluğ Beg idi. İslâm dünyasında yegâne âlim-hükümdâr olarak tahta oturan Uluğ Beg, diller ve dinlerin değişikliğe uğradığı halde, müspet bilimlerin geçerliliğinin her millet için devamlı kalacağı, bunların ilahiyat ve edebiyata üstün olduğunu ifade ile[64] kendisini Matematik ve Astronomiye adamıştı.
Buhara’da inşa ettirdiği medresenin kapısı üzerine “ilim tahsil etmenin kadın-erkek her müslümana farz olduğu”[65] hadisini yazdıran bu âlim hükümdar zamanında çalışma arkadaşlarından Gıyâseddin’in 1420 yılında yazdığı bir mektuba göre “hangi bilim dalı ele alınırsa alınsın, o fen erbabının en seçkinlerinin toplanmış bulunduğu Semerkand’da İlmî çalışma yapmak için her türlü imkân sağlanmış olup, müderrisler büyük yetkilere sahip bulunuyorlardı.”[66] Onun Astronomi ile ilgili eserleri İslâm dünyasında astronominin son sözü ve ilmin teleskop bulununcaya kadar erişmiş olduğu en son derecesi idi.
Timur devrinde bunca sefer, zahmet, ızdırap ve zafer neye yaramıştı? diye sorulacak olursa; verilecek cevap, Timurlu Rönesans’ının doğmasına olacaktır ki, bu devir, Türk kültürüne, insanlığa ve dünya medeniyetine önemli bir katkı olarak kabul edilmelidir.